logo

10. ÖLÜM ARAFI

Views 695 Comments 4

Ölüm hiç hissedemeyeceğimiz kadar soğuktu.

O kadar soğuktu ki beni mahvediyordu, ellerimi uyuşturuyordu, ciğerlerime hava dolmasını engelliyordu. Parmak uçlarımın üzerinde buzdan iğneler varmış gibiydi. Ayak parmaklarımı hissetmiyordum. Bedenim sanki buz gibi bir suyun içinde kalmışım ve öylece donmuşum gibi hareket etmiyordu ama bir yandan da titrediğimi hissedebiliyordum.

Ölüm hiç hissedemeyeceğimiz kadar sıcaktı.

Göğsümde, tam kalbimin üzerinde cayır cayır yanan zehirli bir ateş vardı. O kadar sıcaktı ki göğüs kafesimin eridiğini ve kalbimin açığa çıktığını hissediyordum. Hala atmaya devam eden kalbim, her hareketinde ateşini daha fazla yayıyordu ve bedenime de yavaş yavaş o ateş ulaşacaktı.

Sıcak ve soğuk.

Vücudum ölürken her ikisini de hissediyordum ama ruhum, tamamen hissizdi. Nereye gideceğini bilmiyordu, cennetin mi cehennemin mi onu kabul edeceğinden emin değildi ama Tanrı da emin olmamalıydı ki hala ruhum bedenime veda etmemişti.

Sıcak ve soğuğun ortasında kalmak, ölüm arafında kalmak demek değil miydi? Tanrı, beni arafta mı bırakmıştı? Azrail'in nefesi yoktu. Onu artık hissedemiyordum; kulaklarıma fısıldayan Tanrı'nın sesi vardı ve o da benim arafta kaldığımı söylüyordu.

Hiç tanımadığım annemi görmek istedim.

Karanlığın içinde onu aradım, buz gibi soğuk ve ateş gibi sıcağın ortasında bile, “Anne!" diye seslendim. Her yer zifiri karanlıktı. Benden başka kimse arafta kalmamış olmalıydı, Tanrı sadece beni arafına almıştı ve annem cehennemde olmalıydı. Yeni doğmuş bebeğini terk edip giden annem, benim günahım yüzünden cehenneme gönderilmişti ve bu canımı yaktı.

Hiç tanımadığım annemi görmek için cehennemi istedim.

"Anne!" Sesim karanlığın içinde yankılandı ama karşılık bulamadım. O yoktu, arafın ortasında bile kimsesiz kalmıştım.

O da neydi? Karanlığın ortasında saçlarımda bir el hissettim, sonra göğüs kafesimin üzerinde ve boynumda. Ellerimde. Kollarımda. "Bana bak."

"Anne," dedim. "Sen misin?"

"Gözleri açık," dedi başka bir ses. Bu sesler öyle geriden geliyordu ki kim olduklarını çözemiyordum. Gözlerim açık mıydı? Neden karanlıkta hissediyordum, neden gözlerim kapalı gibiydi. Bedenim ölmüştü de ruhum muydu bütün bu sesleri duyan? Buna inanmazdım çünkü kalbimin atışları hala kulaklarıma doluyordu.

"Helin," diye fısıldadı bir ses. Kulaklarımdaki Tanrının sesini bile yok edebilecek kadar da kuvvetli bir sesti. Bu ses Yankı Sarca'ya aitti. "İyi olacaksın."

İyi mi olacaktım? Kalbimin üzerinde bir kurşun olmalıydı, kalbimi parçalaması gerekiyordu, atmasını istemediğim kalbimi durdurması gerekiyordu. Silah patlamıştı, yüksek bir ses çıkarmıştı ve her yer kararmıştı ama yaşamaya devam ediyordum. Bir rüyanın içinde miydim?

Soğuk bedenimi terk etmeye, göğüs kafesimdeki acı ve ateş her tarafa yayılmaya başladı. İnlediğimde gözlerimin karanlığa veda ettiğini hissettim. Bulanık gören gözlerime tavandaki loş ışık çarptı. Sonra o ışığı bir yüz kapattı ve o yüzü gördüğümde sıcaklık haddinden daha fazla acı verdi, haykırdım.

Yankı'nın yüzü karşımdaydı, eli başımın altındaydı ve o an, bulunduğumuz yeri bile titretecek kadar çok titrediğimi fark ettim. Eli, çenemi tuttu, gözlerime parmaklarındaki kanlar dokundu. O kanlar bana aitti. "Beni görüyor musun?" diye sordu. Sesi gitgide yok olmaya başlamıştı ve dudaklarını okuyabiliyordum. "Beni duyuyorsun, değil mi?"

Cevap veremedim ama gözlerimi tam gözlerinin içine diktiğimde onu gördüğümü anladı. Sıktığım dişlerim çenemi acıtıyordu ama vücudumdaki acıdan daha kötü olamazdı. Ateş, boğazıma kadar yükseldi ve tekrar acı acı inlemeye başladım. O an bacaklarımı da güçlü ellerini sabitlediğini anladım. Bu güçlü ellerin sahibi sadece Bartu olmalıydı.

Diğer tarafımda Işık vardı. Eli, boğazımın üzerindeydi. Yankı Işık'a, “Bizi duyuyor, değil mi?" diye seslendi ve kulaklarımdaki şiddetli çınlamaya rağmen onun yüksek sesini duydum. "Duyduğunu söyle. Bizi görüyor, değil mi?" Endişeli miydi? Benim için tedirgin miydi? Işık, ne söyledi bilmiyordum ama Yankı bakışlarını bana tekrardan çevirdi, uzun uzun baktı sonra, “Onu kalbinden çıkarmamız gerekiyor," dedi dişlerini sıkarak. "O böyle çok acı çekiyor, o çok acı çekiyor, onun canı çok yakıyor." Çınlama tekrardan yükseldi ama gözlerindeki ifade, benden daha çok acı çekiyormuş gibiydi.

"Şu an olamaz," dedi Işık. "Göğsündeki tüpü çıkardığımız an iğne vurmam gerekiyor ama iğnelerim yanımda değil. Buradan gitmemiz gerek."

"Işık." Yankı, ölümcül bakışlarını Işık'a çevirdi. "Daha önce bu acıyı yaşadım, biliyorum. Katlanılamaz bir acı."

Işık Yankı'yı duymazdan geldi ve bana bakarak, “Helin, beni görüyorsun, değil mi?" diye sordu. "Bizi görmediğin ve duymadığın sürece seni hareket ettiremeyiz. Bize bir şeyler söyle."

"Görüyor!" Yankı, Işık'ı dinlemedi ve benim de bir karşılık vermemi beklemeden kucağına aldı.

"Yankı!" diye bağırdı Işık. "Onu hareket ettirmememiz gerekiyor, felç kalabilir, bu tehlikeli!"

"Bir buçuk saat oldu! Çok acı çekiyor, biliyorum," dedi Yankı tek nefeste. "Tehlikeyi çektiği acıya tercih ederim, buna biraz daha izin veremem."

Kalbimin üzerine ucu sivri bir mil giriyormuş gibi oldu sonra o milin ucu sanki paslandı ve tam kalbimin üzerinde kaldı. Kalbim her attığında o mile çarptı ve ben her çarptığında bağırmaya başladım. Son konuştuklarından sonra bir daha onların sesini duymadım ve gözlerim yine bulanık görmeye başladı. Bedenim, Yankı'nın kucağında titrerken beni zorlukla tutuyordu, biliyordum ama bir an olsun bırakmıyordu.

Onların hapishanesinden çıkmıştık, tek hissettiğim buydu. Kolum aşağıya doğru düşmüştü ve o koşuyordu. Sarsılıyordum ama zaten sarsılan bedenime bu etki bile etmiyordu. Çevreye bakıyor, bir aracın geçmesini bekliyordu ama koşmayı da bırakmıyordu. Bulanık gören gözlerime rağmen arada sırada onu görebiliyordum. Bana bakıyordu, bir şeyler söylüyordu, kendine doğru çekiyordu sonra arkasına dönüp arkadaşlarına da bir şeyler söylüyordu ama artık ne dudaklarını okuyabiliyor, ne sesini duyabiliyordum. Her görüntü kesik kesikti.

Beni kucağında ateşler içinde kalmış bir çocuk gibi taşırken ona yine de öfkeli olmadığımı hissettim. O Yankı Sarca'ydı. Onun her zaman bir bildiği vardı ve bugün yaşadıklarımın da bir nedeni olmalıydı. Saf değildim, aptal hiç değildim ama ona kızmıyordum. Bunu birine söylesem aklımı kaçırdığımı düşünebilirdi ama hissettiğim tam olarak buydu.

Yüzüme ıslaklık çarpıyordu, yağmur yağıyor olmalıydı. Şiddetli bir yağmurdu yoksa bedenimdeki bu kadar hissizlikle o yağmurları anlayamazdım ama yağmurun şiddeti bir an olsun Yankı'nın hızını kesmiyordu. Bana bir şeyler söyledi ama ben gözlerimi kapattım çünkü onu duyup ona cevap vermemek kötü hissettirmişti.

Hissettiğim araf, hapishanenin içinde kalmış gibiydi. Kendimi karanlığa bıraktığımda bile artık yaşadığımı biliyordum. Kalbim yorulmuştu, öyle hızlı atıyordu ki yorulduğunu teklemesinden anlayabiliyordum. Annem, ölmeden önce hiçbir acı hissetmemiş olmalıydı; bunun için onun elinde tuttuğu silaha minnettardım çünkü benim elimde tuttuğum silah bile beni öldürememiş, acı çektirmek istemişti.

Yüzüme vuran yağmur tanelerini hissetmemeye başladığımda gözlerimi araladım ve o an, kalbim bu anı bekliyormuş gibi acıyla kasıldı; boğazımdaki ateşin yüzüme doğru ilerlediğini hissettim. Acıyla inlediğimde kendimi Yankı'nın kollarından kurtarmaya çalıştım ama o beni bırakmadı.

"Yağmur yağdığı için elektrikler gitmiş," dedi birisi ve bu sesin Mutlu'ya ait olduğunu anladım. O nasıldı? Ona bakmak istedim ama Yankı görüş açımı kapatarak küfür savurdu. Mutlu benden hala nefret ediyor muydu, benden hâlâ korkuyor muydu? Onun iyi olmasını diledim.

Yankı beni bir yatağa yatırdı ve, “Işık!" diye bağırdı. "Getir şu siktiğimin ilacını!" Eli, çenemi tuttu ve burnuma kan kokusu geldi. Midemin bulanmaya başladığını hissettiğimde öğürdüm. "Işık!" diye haykırdı Yankı. "Neredesin?" Boğazımdaki ateşi kusmak istedim ama kusamadığım için inleyerek başımı arkamdaki yastığa vurmaya başladım.

Perdelerin hepsi sonuna kadar açık olmalıydı ama hava kapalı olduğu için odada fazla ışık yoktu. Kan kokusunu alıyordum, zehir kokusunu alıyordum ve Yankı'nın kokusunu alıyordum. Işık odaya elinde bir şırıngayla ve başka bir tüple girdiğinde sarsılarak, “Yanıyor!" diye bağırdım. "Boğazım yanıyor! Su verin!"

Hareketlenme oldu ama Işık, “Su olmaz," dedi. Bana doğru yaklaştı ve temkinli bir şekilde göğsüme bakarken yüzünü buruşturdu. "Zehir yayılmışa benziyor, morarıyor."

"Yapılması gerekeni yap." Yankı'nın ürkütücü çıkan sesi kulağımın dibinden yükseldi ve elinin kenarını dudaklarımın arasına yasladığını yeni fark ettim. Dişlerimi sıkarken çenemi kırmamam için elini feda etmişti. Dakikalardır onun eline mi dişlerimi geçiriyordum? Ondan kurtulmak istedim ama buna izin vermedi. "Işık!" dedi hırıltılı bir sesle. "Neyi bekliyorsun?"

"Yankı! Şu an düşünemiyorsun, kendine gel! Ona bu şekilde iğne vuramayacağımı biliyorsun!" Işık kafasını iki yana salladı ve bana bakarak, “Helin, sakinleş," dedi. "Kendini kasarsan o zehri göğsünden çıkaramayız, seni iyileştiremem."

"Bu da ne demek oluyor?" Bu Bartu'nun sesiydi. Gözlerim ona takıldı, yatağın ucunda duruyordu ve yüzünde sabit bir ifade vardı. O nasıldı? Benden hala şüpheleniyor muydu? Beni mahvetmek istiyor muydu? Onun da iyi olmasını istedim.

"Yankı ne demek istediğimi biliyor," dedi Işık ve neyden bahsettiğini anlamadım. Yüzünü Yankı'ya çevirdi. "Sen benim gibi değildin, acıdan bayılmıyordun çünkü sakindin. Helin'in şu an diri bir zihni var ama sakin de değil. O sakinleşmeden tüpü çıkaramam çünkü kasları buna izin vermez." Dudaklarını birbirine bastırdı. "Onun sakinleşmesi gerekiyor, kalbinin ritminin düzelmesi gerekiyor."

Kısa bir sessizlik oldu ve bedenimi kastığımı hareket ettiremediğim parmaklarımdan anladım. Kaslarım parçalara ayrılıyormuş gibi ağrıyordu ama kendimi serbest bırakamıyordum; o acıdan kurtulmak için her yolu deneyebilirdim ama bedenim benden izinsiz hareket ediyormuş gibiydi.

"Ben alışıktım ama o alışık değil," dedi Yankı dişlerini sıkarak. "Ona sakinleştirici vurabiliriz."

Işık kafasını iki yana salladı. "Göğsündeki tüpü çıkarmadan ona sakinleştirici vuramam, vücudu kabul etmez." Her ne olduysa Işık'ın kaşları havaya kalktı. "Bana, beni öldürecekmiş gibi bakmaktan vazgeç Yankı. Ne doğruysa onu söylüyorum ve bunu biliyorsun. Benim bir suçum yok." Yankı nasıl bakıyordu? Onu görmek istedim ama arkamda kaldığı için onun nefesinden başka hiçbir şey yoktu.

Bartu'nun gözleri, gözlerime döndü. Beni izledi, elini saçlarına geçirdi. "O çok acı çekiyor," dedi her ne gördüyse. "Ve sakinleşmesi gerekiyor." Gözleri, arkamda kalan Yankı'ya döndü. "Aramızda onu sakinleştirecek tek kişi sensin çünkü onu en iyi sen tanıyorsun ve o en çok seni önemsiyor."

Lâl yere çökmüştü ve o an, titreyen bacaklarımı tuttuğunu yeni gördüm. Gözleri gözlerimdeydi, bir an olsun benden ayrılmıyordu ve ben acı çektikçe o da acı çekiyormuş gibi bana bakıyordu. Işık ne kadar profesyonel yaklaşıyorsa Lâl bir o kadar yoğundu. O nasıldı? Yankı'ya çektiğim silahtan dolayı beni hala öldürmek istiyor muydu? İyi olsun istedim, Yankı'yı öldüremezdim, bir gün istesem bile yapamayacağımı biliyordum.

"Bunu nasıl yapacağımı bilmiyorum," dedi Yankı ve sesinde ilk defa çaresizliğin tınısı vardı. "Şu an benden nefret ediyor olmalı, beni öldürmediği için lanet ediyor olmalı. Beni dinlemeyecek, beni önemsemeyecek."

"Dene." Bartu, benim Yankı'yı dinleyeceğim konusunda fazlasıyla emindi. İlk defa onu Yankı'ya bu şekilde yaklaşırken görüyordum. İlk defa Yankı emin değildi, kararsızdı ama Bartu öyle değildi, akıl veriyordu. "Biz çıkalım ve siz yalnız kalın," dedi ve tam gözlerimin içine baktı. "Helin," dedi ardından derin bir nefes verdi. Devamında ne söyleyeceğini bilmiyordum ama devam etmedi ve arkasını dönüp odadan ilk çıkan o oldu.

Onun arkasından çıkan kişi Mutlu'ydu. Kapının önünde durdu, omzunun üzerinden bana baktı ve yüzündeki korkunun gittiğini, yerine endişeyi bıraktığını gördüm. "Bu aralar fazla ilgi odağısın Helin," dedi, gülümsemeye çalıştı. "Vurulmalar, kendini vurmalar. Sakinleş ve ilginin tekrardan benim üzerime dönmesini sağla."

Bartu, elini onun omzuna attı, kendine doğru çekti. Mutlu'nun kıpkırmızı gözleri hâlâ dolu doluydu. Her an ağlayacakmış gibi duruyordu. Ona gülümsemek istedim ama hissettiğim acı buna izin vermedi aksine Yankı'nın dişlerimin arasındaki elini daha fazla ısırdım.

Lâl, bana baktı. O an çektiğim acı olmasaydı şaşkınlıktan dolayı nefesimin kesileceğini bile biliyordum çünkü gözleri dolmuştu. Onu gördüğümü bildi, kendini benden gizlemek istedi ve hızlı adımlarla arkasına bile bakmadan çıktığında kapının önünde duran Bartu'ya da çarpıp geçmişti. Onun en son gözlerindeki ifade acıydı ve neden kaçtığını biliyordum. Bana bu yönünü göstermek istemiyordu.

"Kalabilirim," dedi Işık tedirginlikle elindeki iğneye bakarak. "Bunu yapabileceğine emin misin?"

Yankı, öne doğru çıktı. Yatağın köşesindeki beyaz çarşafı yuvarladı ve elini çeker çekmez çarşafı dişlerimin arasına koydu. Sonradan Işık'ın elinden iğneyle tüpü aldı. "Daha önce bu iğneyi kendime yaptığımı biliyorsun," dedi damar yolunu göstererek. "Beni endişelendiren bu değil."

Sırtı bana dönük olduğu için yüzünü göremiyordum ama tam karşısındaki Işık'ın bakışları Yankı'ya döndüğünde büyük bir minnetle, “Sen Yankı Sarca'sın," dedi. "Bizi biz yapan tek kişisin. Ben en kötü haldeyken ve herkesten nefret ederken bile kalbime sevgiyi ektin. Başaramayacağın hiçbir şey yok." Elini Yankı'nın omzuna koyup sıktı. "Sana güveniyorum, sana hep güvendim. Onu sakinleştir." Nefesini verdi. "Onu sakinleştirmezsen hiçbirimiz bunu kaldıramayız."

Yankı başını önüne eğdi. "Sakinleştirsem bile..." dedi ama sonra sustu. Işık, devamında ne geleceğini biliyor olmalıydı ama susup onun gözlerine bir süre daha baktı. Birkaç dakika sonra odadan ağır adımlarla çıktığında Yankı'yla ben orada yalnız kalmıştık.

Acı gitgide katlanıyordu, zaman ilerledikçe göğsümdeki ağırlık, ateş ve acı daha fazla yükseliyordu; bu da bedenimi daha fazla kasmama neden oluyordu. Tohumun ekildiğini düşündüğüm kalbim artık doğru çalışmıyor gibiydi. Gözlerim, kalbimin olduğu yere doğru kaydı ve sadece bir sutyenle olduğumu gördüm. Tam kalbimin üzerinde küçük beyaz bir tüp vardı ve saplanmıştı. Etrafı mosmor damarlarla çevrilmiş, kızarıklık gitgide mora dönüşmüştü.

Çürüyen bir kalbin izleri gibiydi, bu izler, bedenimi de gitgide çürütecekmiş gibi görünüyordu.

Korkuyla daha fazla kasıldım ve acıyla haykırarak, “Kalbim çürüyor," dedim. Acıyor, diyemedim. Yanıyor diyemedim, kendimi onun karşısında acındıramadım. Tüpün saplanan yerinden kan akmıştı ama bu Yankı'nın ellerini kana bulayacağı kadar yoğun değildi. Onun ellerindeki kanlar bana ait değildi, kime aitti?

Yankı sakin bir nefes verdi. Ben acıyla kasılırken, bağırırken, haykırırken, titrerken o sakince bana döndü. Gözleri gözlerime odaklandı, bakışlarına yine o sakin adam oturmuştu ama kasılan çenesi bana başka haritaları gösteriyordu.

O Yankı Sarca'ydı. Sakin ve kendinden emindi. Ne olursa olsun sakinliğini elinden bırakmıyordu, bırakacak olursa da sakinlik maskesini takıyordu.

Odada ilerledi, yatağının yanındaki komodinin kilidini cebindeki anahtarı çıkararak açtı ardından siyah, eskimiş bir defteri çıkardı. Morluk, boğazıma doğru tırmandı, ateş daha fazla körüklendi ve bir kez daha öğürerek öne doğru eğildim. Ellerimi boğazıma sapladığımda Yankı beni engellemedi, beni görmezden geldi ve hemen yanıma oturduğunda defterdeki sayfaları karıştırdı.

"Kalbim çürüyor, Yankı," dedim dişlerimi sıkarak. "Beni öldür! Buna katlanamıyorum!"

Dediğimi duymazdan gelerek, “Bu benim ilk günlüğüm," dedi. "Sana birkaç sayfa okumak istiyorum."

"Yankı!" diye inledim. "Dayanamıyorum!" Titreyerek yattığım yerden kalkmak istedim ama başımdaki şiddetli ağrı ve dönme, tekrardan yatağa devrilmeme neden oldu. Bu şekilde titrerken hiçbir şey yapamayacağımı o an anlamıştım.

"Tarih 12 Ocak 2005," dediğinde günlüğün sayfasına odaklanmıştı. "On iki yaşındayım."

"Lütfen," diye inledim ve elindeki deftere vurmaya çalıştım ama defteri benden kurtararak havaya kaldırdı. "Ölmek istiyorum!" diye bağırdım bütün gücümle, duvarlara sesim çarptı ve onun yüzüne dokunduğunda kaşlarının çatıldığını gördüm. Yutkundu ama deftere bakmaya devam etti. "Öldür beni!"

Kısa bir sessizlik oldu, o sessizliğin arasında her ne düşünüyorsa benimle paylaşmadı ama günlüğü okumaya başladığında sesindeki akislerin yaralayıcı bir hal aldığını fark ettim.

"Bugün Önder'in karşısında yine dikildim. Önder'e boyun eğmedim, Önder'e karşı çıktım," deyip gözlerini kıstı. "Onun bana karşı bu kadar öfkelenmesine ilk defa neden oldum çünkü kaçmaya çalıştım. Bana bir silah doğrulttu. O silahı nefes boşluğuma dayadı ve ona itaat etmemi istedi." Hafifçe gülümsedi. "Ona asla itaat etmedim ve o da silahıyla beni vurdu." Gözlerini kapattı, kısa bir an düşündü ve açtığında parmakları nefes boşluğuna ilerledi; orada yanık gibi bir izinin olduğunu gördüm. "Önder gözümün yaşına bakmadı, bir an bile düşünmedi ve beni vurdu."

Sarsıldım ve kasılan bedenime bıçaklar saplanıyormuş gibi oldu; kan akmıyordu ama bıçaklar o kadar keskindi ki nefes alamadığımı fark ettim. "Yankı," dedim zorlukla. "Nefes alamıyorum."

"Ölmem gerekiyordu ama ölmedim," diye devam etti hızlıca. "Nefesimin sonsuza kadar kesilmesi gerekiyordu ama kesilmedi. Kalbimin durması gerekiyordu ama durmadı. Çok büyük bir acı hissettim, yanıyordum ama üşüyordum da. Titriyordum ama Önder beni orada öylece bıraktı, acı çekmeme izin verdi." Gözlerini gözlerime çevirdi, tam içine baktı. "Nefes alamadım, ölmek istedim ama ölemedim. Çok acı vericiydi. Canım hâlâ çok yanıyor." Çenesini havaya kaldırdı. "Yine de ona itaat etmeyeceğim, korkmama izin vermesini sağlamayacağım." Her ne okuduysa yüzünde kırık bir gülümseme oluştu.

"Ağlıyorum ama korkudan dolayı değil. Çocuklar canları yandığı zaman ağlar, canım yandığı için ağlıyorum."

Kafamı zorlukla iki yana salladım ve elim kalbimdeki tüpe doğru gittiğinde eli, elimi hızlıca kavradı ve sımsıkı tuttu. "Onu çıkar," dedim yalvarır gibi. "O çok canımı yakıyor, kalbimi çürütüyor." Parmaklarım parmaklarını daha sıkı kavradı; hâlâ kasılıyordum. Hâlâ sakin değildim.

Eli, elime baskı yaptı, tek eliyle sayfaları karıştırdı ve en sonunda bir sayfada daha durdu. "6 Mart 2005," dedi kısık bir sesle. Yazılanları gözden geçirdi ve üst kısımları atlayarak, “Silahıyla beni bacağımdan vurdu," dedi. "Canım çok yandı, yine aynı soğuğu ve sıcağı hissettim. Bacağım uyuştu, onu kaybettiğimi sandım. Beni yalnız bıraktı ama bu sefer sürünerek o odadan çıktım ve ilacı vurmasını söyledim." Gözlerini gözlerime çevirdi. "Yine de ona itaat etmeyeceğim, korkmama izin vermesini sağlamayacağım. Ağlıyorum ama korkudan değil. Çocuklar canları yandığı zamanlar ağlar, canım yandığı için ağlıyorum."

Sayfaları yine karıştırdı, durdu. "18 Temmuz 2005," diye fısıldadı. "Beni silahıyla tam kalbimin üzerinden vurdu." Gözleri, gözlerime kaydı; sonra göğüs kafesime indi ve yüzünü buruşturdu. "Böyle bir acı olamazdı," dedi okumaya devam ederek. "Bu hiçbirine benzemiyordu. Beni mahvediyordu, binlerce bıçak bana saplanıyor gibiydi. İki dişim çenemi sıkmaktan dolayı kırıldı. Beni orada öylece bıraktı hatta bu sefer tamamen yalnız bıraktı. Süründüm, tek başıma ilacı aradım ve bulana kadar kalbim mahvoldu. En sonunda ilacı buldum ve kendimi onun beni iyileştirdiği gibi iyileştirdim." Başını aşağı yukarı salladı. "Yine de ona itaat etmeyeceğim, korkmama izin vermesini sağlamayacağım. Ağlıyorum ama korkudan değil. Çocuklar canları yandığı zamanlar ağlar, canım yandığı için ağlıyorum."

Elimi kavrayan eli gevşedi. Bedenimdeki kasılmanın uzaklaşmaya başladığını hissettim fakat acı hala yerli yerinde duruyordu; göğüs kafesim daha fazla morarmıştı.

"7 Aralık 2010," dedi beş sene sonrasına geçerek. "Bugün Önder hiçbir şey olmayacağını bile bile silahıyla beni yine vurdu. Yine tam kalbimden. Acı hissettim ama bu acı, iğnenin acısıydı ve biraz da yanmaydı. Sonra bacağımdan vurdu. Sonra omzumdan. Sonra diğer bacağımdan. Acı gitgide arttı ama ilk gün olduğu gibi değildi. Yere bile devrilmedim çünkü yüzlerce kurşunundan sonra artık bağışıklık kazanmıştım." Günlüğünün sayfasını kapattı, çekmeceye tekrardan koydu ve kilitledi ardından aklından devam etti.

"Bugün Önder bana yenildi. Ona itaat etmedim. Korkmadım ve aslında korkularıma itaat etmedim." Başını aşağı yukarı salladı. "Bu sefer ağlamıyorum çünkü canım yanmıyor; ben artık çocuk değilim."

Benim kendimi öldürmek istediğim silah aslında Önder'in silahıydı. İçinde normal bir kurşun yoktu ve her ne varsa insanı mahvediyor, ölmeyi dilemesine neden oluyordu. Önder Sarca’nın bahsettiği işkencesi.

"Yankı," dedim zorlukla nefes alarak. "Bu acıya defalarca nasıl katlandın?" Gözlerimin acıyla dolduğunu biliyordum ama artık Yankı'nın yaşadıkları da daha fazla gözlerimin dolmasına neden olmuştu.

Işık'ın ona verdiği ilaçları yatağın kenarına koydu, sakin bir şekilde lastikle kolumu yukarıdan bağladı ve damarlarımın ortaya çıkmasına neden oldu. Kasılmalarım geçmişti. Titriyordum ama bedenim artık özgür bir şekilde hareket ediyor gibiydi, bedenimin bana hükmetmesine izin vermeyi bırakmıştım.

"Korkularına itaat etme," dedi sakin bir sesle. Şırıngaya tüpten ilacı koyarken oldukça profesyonel görünüyordu. "Sen korkularına itaat ettikçe onlar seni yönetmeye başlar. Bunu kendine yapma." Tankut'un yüzü aklıma geldi, geçmiş aklıma geldi, kırmızı ışıklar geldi ve yine kasılmaya başladığımı hissettim. Bakışları bana döndü, parmakları bir anda önüme gelen saçlara dokundu ve gözlerimin önünden çekti. "Sakinleş," dedi tek nefeste. "Korktuğun kırmızı ışıklar mı?"

Başımı iki yana salladım ama o parmaklarıyla saçlarımı okşamaya devam etti. Sonra eli yanağıma yerleşti, baş parmağı çenemi okşadı. "Bir daha oraya dönmek istemiyorum," diye inledim. "Bir daha o kız çocuğuna dönüşmek istemiyorum, bu beni zaten öldürür."

Gözümden damlayan yaş, çeneme düştü ve onun parmağıyla buluştu. Yankı parmaklarıyla yaşları yanaklarımdan sildi. "Bir daha oraya dönmeyeceksin," dedi tek nefeste. "O kız çocuğunun da oraya dönmesine izin vermeyeceğim, söz veriyorum ama ilk önce sen korkma." Yüzünü yüzüme yaklaştırdı, eli yanağımdan aşağıya doğru indi. "Lütfen korkma," dediğinde parmaklarının göğsümün üzerinde hareket ettiğini hissettim. "Korkmayın." Sonra bir anda göğsümdeki tüpü hızlıca çekti, acıyla haykırdığımda ve kalkmak istediğimde alnını alnıma bastırdı. Kolumda iğnenin acısını hissettim.

Nefesi yüzüme çarparken, inleyerek gözlerinin içine baktım. Damarlarımda acının dolaştığını hissettim ve göğsümdeki şiddetli yanma gitgide azalmaya başladı. "Şimdi uyuşmaya başlayacaksın," dedi gözlerimin içine bakarak. "Vücudunu hissetmeyeceksin." Bunu söylediği gibi ellerimdeki ve bacaklarımdaki hissin uzaklaştığını fark ettim. Göğsümdeki yanma sanki Yankı'nın nefesiyle sönmüştü. "Tekrardan hissettiğinde çok ateşin olacak ama saatler sonra bu geçecek."

Turkuaz gözlerinin içine bakarken dilimin bile uyuşmaya başladığını hissediyordum. "Ağlıyorum ama korkudan değil," dedim zorlukla konuşarak. "Canım çok yandı."

Yankı, gülümsedi ve oturduğu yerden kalktı. Göğsümden çıkardığı tüpü ve iğneyi bana göstermeden odadaki çöp kutusuna attıktan sonra gözleri yüzüme döndü. "Altı saat uyumaman gerekecek çünkü tekrar uyuşma riskin var ve uyurken yakalanırsan çok kötü sonuçlar doğurur."

Tamamen hissizdim. Göğsümdeki yanma yavaş yavaş küle dönüşmüş, dönüşürken de sanki burnuma is kokusunu bırakmıştı. Başımı dahi kaldıramıyordum. Gözlerimle onu izlerken, yine yatağın kenarına oturdu. Gözlerim göğüs kafesime kaydı, ince bir kan göğsümden onun yatağına doğru akıyordu.

Hissin geçmesini bekledim, o da benimle beraber bekledi ve bir an olsun bana bakmaktan vazgeçmedi. Ona soracak çok fazla sorum vardı, acı bünyemi terk ettikten sonra yerine soru işaretlerini bırakmıştı. Evet, ona hala öfkeli değildim fakat artık onu tanımadığımı da düşünmeye başlamıştım. Önder bu kadar kötü biri miydi?

Kafamın içinde bir karıncalanma oldu. Gözlerim yanmaya başladı ve boğazım ağrıdı. Acıdan dolayı hissetmediklerim şimdi kendilerini göstermeye başlamışlardı. Hafifçe parmaklarımı hareket ettirmeye başladığımda göğsümde acı değil, ağrı vardı. Tam kalbimin üzerine sanki ağır bir kütle yerleştirilmişti, göğüs kafesim bunu kaldıramıyordu.

Yutkunarak, “Hissetmeye başlıyorum," dedim zorlukla. Uyuşan dudaklarım kupkuruydu ve hâlâ midem bulanıyordu. Eli, alnıma doğru gitti; buz gibi ellerini tenimde hissetmek iyi gelmişti çünkü dediği gibi yanmaya başlamıştım.

Bir süre sonra elini çekti. Kaşları düz bir çizgi halini aldı. Yüzünü yüzüme doğru yaklaştırmaya başladığında az önce acıyla kasılan kalbim, başka bir duyguyla kasılmaya başladı. Sakallı çenesi alnıma sürttü ve nemli dudakları alnıma dokundu. Bir süre öyle bekledi ve bu dudaklarının ikinci defa tenime dokunuşu oldu ama bu kez rol değildi. Kendi isteğiyle alnımdan öpüyordu.

Gözlerimi sıkıca yumduğumda dudakları baskısını arttırdı; ateşimi ölçtü ama dudaklarını uzaklaştırmadı. "Beni affet," diye fısıldadı en sonunda. "Beni affedin." Beni çocukluğumla beraber kabulleniyordu, bu canımı yaktı.

Dudaklarını bir süre daha alnımda tuttu, gözlerimi açtığımda ise onun yüzü çoktan uzaklaşmaya başlamıştı. Ona kızgın olmadığımı söylemek istedim fakat bakışlarındaki ifade beni tamamen bozguna uğrattığında kelimeler dudaklarımda asılı kaldı.

Pişmanlık daha önce bakışlarına uğramamış olmalıydı ki benden bunu gizleyemedi ve küçük bir erkek çocuğu pişmanlığıyla yüzüme baktı. Dudakları düz bir çizgi halini aldığında kafasını iki yana salladı. "Beni affettiğini duymak istiyorum," dedi. "Kendimi birçok konuda o kadar çok affetmedim ve affetmiyorum ki birinin beni affetmesine ihtiyacım var."

"Neden?" döküldü dudaklarımdan sadece. Onu affedebileceğim bir durum yoktu, çektiğim acı yüzünden affetmemi istediğini biliyordum ama bu önemli değildi. Ben kendimi ölümün kollarına atmayı istemişken, çektiğim acı şimdiden geride kalmış gibiydi. "Aptal bir adam değilsin. Tankut'un tarafında olmadığımı sana silahı doğrulttuğum an aslında anladın ama vazgeçmedin. Neden?"

"Hayır anlamadım," diye mırıldandı dürüstçe ve bakışlarını yüzümden ayırıp yere baktı. "Sana güvenmiyorum." Net çıkan sesi ve cümlesi kalbimi kırmıştı ama bu gereksizdi, bana zaten güvenmemesi gerekiyordu. "Bir amacın olduğunu hep biliyorum ve bu amacının Tankut'la işbirliği olabileceğini düşündüm çünkü en özelini kadar biliyordu." Parmaklarıyla oynamaya başladı, kenarındaki etleri koparıyordu. "Bana silahı çektiğinde, beni yok etmek istediğini düşündüm, bizi yok etmek istediğini. Yine işimi şansa bıraktım, seni engelleyebilirdim ama engellemedim. Elindekinin Önder’in silahı olduğunu biliyordum ama beni vursaydın, tamamen amacından da emin olacaktım."

"Yankı," dedim ve sesim beklediğimden daha yüksek çıktı. "Sana silah çektiğimde değil de silahı kendime doğrulttuğumda mı onların tarafında olmadığımı düşündün?"

"Evet, ben senin için değersizim." Diğer parmağına geçti. "Silahı kendine çevirdiğin an korktuğunu anladım, o an korkuların yüzünden kendini öldürebileceğini gördüm."

Sinirlenmiştim ve sinirim keskin bir nefes vermeme neden olmuştu. "Değersiz mi?" diye sordum kendimi tutamayarak ve devam ettim. "O an oradaki en değersiz kişi sadece bendim. Seni öldüremezdim ama kendimi öldürürdüm."

"Ve bunu yaptın." Sesine bir anda şaşkınlık bulaştı ve gözleri bana döndü. "Bunu yapabileceğine inanmadım ama bunu yaptın. Gözünü kırpmadan, bir an bile düşünmeden o silahla tam kalbinden vurdun. Bunu nasıl yapabilirsin? Canını nasıl hiçe sayabilirsin?"

Tebessüm ettiğimde gözleri gülüşüme takıldı. "Hiç intiharı düşündün mü?" diye sordum.

"Birçok kez," dedi yanıt olarak.

"Peki hiç intihar ettin mi?" Cevap vermedi, sessizliğini korudu. "Bir insanın intihar etmek için birçok nedeni olabilir ama o an tek bir duygu hisseder: Nefret." Omzumu indirip kaldırdım. "Ben kendimden nefret ediyorum, senden değil." Ben kendimi değersiz görüyordum, onu değil. Bunu söylemek istemedim.

"Ve intihar eden birisi kendini daima yalnız hisseder," dediğinde sesinde öfke vardı. "Bir daha bunu asla yapmayacaksın çünkü ben varsam artık yalnız değilsin."

Gülerek lafı tamamen değiştirdim. "Kendimi öldürmek mi istiyorum?" dedim ve hızlıca devam ettim. "Senden izin alacağım ve sen izin verirsen kendimi öldüreceğim, çünkü..."

O da gülümsedi ve lafımı kesti. "Çünkü ben senin liderinim ve liderler, altındaki kişileri korumakla yükümlüdür. Ben seni korurken kendini öldürürsen bu benim suçum olur, senin değil. Beni iyi dinle, liderin konuşuyor. Kendini öldüremezsin." Gülüşü derinleşti, amacı beni sadece konuşturup uyutmamaktı.

Gözlerimi yine devirmemek için kendimi zor tutarken, “Altındaki kişiler mi?" diye yineledim. "Ne zamandan beri senin altındayım?"

Bu sefer gülümsemesi genişledi ve gözlerine yine o aşina olduğum ve kendime yeni itiraf edebildiğim en etkileyici bakışı yerleşti. Dişleri açığa çıktığında sırıtıyordu. Kafasını iki yana sallayarak, “Aklımda mı?" diye sordu muzip bir sesle. Her neyle dalga geçiyorsa çok eğleniyor gibiydi. "Seni tanıdığımdan beri."

"En başından beri beni liderin olarak görüyorsun yani?" Şaşırmıştım ve şaşırmam onu daha fazla güldürmüştü.

"Evet," dediğinde yavaşça göz kırptı. "Ama bir günlüğüne seni lider yapıp üste de alabiliriz, keyifli olacaktır."

Benimle açıkça dalga geçtiğini fark ettiğimde kaşlarımı çatarak ona bakmaya devam ettim. "Yankı inan, neye bu kadar güldüğünü anlamıyorum ve beynim durmuş durumda. Açıklar mısın?"

Gülüşü dağılmadan hemen önce, “Bazen çok saf olabiliyorsun ve bu beni şaşırtıyor," diye mırıldandı. "Seninle en azından bu konularda sokak ağzıyla konuşmamaya dikkat etmeliyim ama saflığına dayanamıyorum." Bir süre sessiz kaldı sonra sormaması gereken bir soruyu önemsiz bir şekilde dile getiriyormuş gibi "Daha önce hayatına birisi girdi mi?" dedi.

Afallayarak, “Şu an, burada," dedim göğüs kafesimi göstererek. "Kalbimin üzerine bir zehir saplanmışken ve ateşim gitgide yükselirken merak ettiğin soru bu mu gerçekten?"

"Liderine cevap vermek zorundasın." Yatağından kalktı ve karşımdaki dönen siyah deri sandalyeye oturdu. "Kural bu."

"Sana liderim olduğunu söylemedim," dediğimde ona diklenmeyi özlediğimi fark ettim. "Ama çok merak ediyorsan saygıdan cevap vereyim, iki tane sevgilim oldu. İkisi de pısırıktı ve ikisini de dövdüğüm zamanlarım olmuştu."

Şaşırdı ve kaşları havaya kalktı. "Dövdün mü?" Kaşları düz bir çizgi halini aldı. "İki tane mi?" En sonunda kaşları çatıldı. "Onlar hâlâ hayattalar mı?"

Kendimi tutamayarak kıkırdamaya başladığımda göğsümdeki ağrı arttı. "Dövdükten sonra mı?" Başımı iki yana salladım. "Bir tanesi otuz beş yaşında bir kadınla beni aldattı ve benim onunla sevgili olmamın tek nedeni, peşimden günlerce koştuğu için sıkılmamdı. Sürekli yiyecek bir şeyler alıyordu, benim de karnım doyuyordu." Dudaklarımı büktüm. "Kadınla öpüşürken gördüğümde neredeyse kusacaktım, kadın zaten ölmek üzere yaşta olduğu için direkt kaçtı. Ben de o tipsizi tekme tokat dövdüm çünkü aç karnımı artık doyuracak kimse kalmamıştı."

Bu hikaye Yankı'yı güldürdü. "Diğeri?" diye sorduğunda cebinden bir sigara çıkardı ve dudaklarının arasına yerleştirdikten sonra ucunu alevlendirdi. "Ve o da yaşıyor mu?"

"O çok aşıktı bana," dediğimde gerçekten üzüldüğümü fark ettim. "Benden dört yaş büyüktü ve silah kaçakçısıydı. İşimize yaradığı için onunla sevgili olmak zorunda kalmıştım." Gözlerimi pencereye doğru çevirdim. "O öldü ama ben öldürmedim." Öldüren kişi Caner'di ama bunu dile getiremedim.

Adamın ölmüş olması Yankı'da hiçbir etki yaratmadı ve sigarasından derin bir nefes çektikten hemen sonra, “Yani diğeri hâlâ yaşıyor," diyerek yineledi. "Güzel."

"Senin?" diye sordum ben de onun gibi önemsiz bir konudan bahsediyormuş gibi.

“Onlarla aranda büyük bir aşk var mıydı?” diye sordu. “Kendini bütün yüzlerinle göstereceksin kadar yani.”

Konuşmak istemediğimi belli ederek, “Şimdi sıra sende,” dedim.

Bir anda kapının arkasından itişme sesleri yükseldi, kapının kolu aşağı yukarı hareket etmeye başladı ve hiç ummadığım anda hızlıca kapı açıldığında içeriye Mutlu tökezleyerek girdi. Hemen arkasından Işık ve Bartu çıktığında Lâl ortalarda görünmüyordu. Kapıyı dinlediklerini anladığımda kaşlarımı kaldırdım fakat Mutlu hızlıca yanıma koşarak, “Yankı'nın belalı kızları çok," diyerek bağırdı. "Bir tanesinin adı Yasemin ve resmen Yankı'ya saplantılı." Yatağın kenarına oturup gözlerini açtı. "Bir keresinde yemin ederim Yankı'yı zorla dudaklarından öpüyordu ve Yankı resmen tacize uğruyordu. İmdat diye bağırdı, ben koruyucu meleği olarak geldim, onu kurtardım."

Bana eskisi gibi bakan Mutlu'nun gözlerine bakarken gülümsedim. Yüzüne renk gelmişti, gözleri hala kıpkırmızıydı ama kendini daha iyi hissettiği belliydi. Bahsedilen ilaçları içmiş olmalıydı ya da beni gülümsetmek için böyle bir yol deniyordu. "Kurtardın mı?" dedim ona katılarak. "Nasıl kurtardın?"

Mutlu ellerini birbirine çarptı. "Yankı'yı Yasemin'in kollarından çektim, Yasemin'i itekledim ve sonra..." Yankı'ya öpücük attı. "Onun dudaklarına ben yapıştım! Yasemin gerçekten de haklıydı, Helinski. Böyle bir tat olamaz. Resmen bir beyinle öpüşüyormuş gibiydim."

"Mutlu," dedi Bartu ve bakışlarım ona döndüğünde gülümsemem silindi. "Yine çok konuştun." Odadaki karanlığa rağmen yumruk attığım yanağındaki kızarıklığı seçebiliyordum.

Mutlu Bartu'yu duymazdan gelerek, “İyisin, değil mi?" diye sordu ve sesine ciddiyetin bulaştığını hissettim. "İyi görünüyorsun. İlgiyi üzerinden atmak için hızlı davranmana sevindim."

"Evet," dediğinde gözlerim Işık'a yöneldi. "Gerçekten çok iyi görünüyorsun." Kollarını önünde bağlamıştı ve başını pencereye yaslamıştı.

"Özür dileriz." Mutlu elimi uzanıp tuttu. "O silahı elinden almadığımız için. Yankı dışında hiçbirimiz Önder'in öyle bir silah kullandığını bilmiyorduk ve o silahı Önder'den alan bendim." Kısa bir an daha bana baktı ve incitmeyi bile düşünmeden beni kendine çekip sarıldı. "Gerçekten ölmeni hiçbir zaman istemem, Helinski. En azından ölmeden önce bir beyinle öpüşmen gerekiyor."

Göğsümdeki ağrı hareket ettirmesiyle dişlerimi sıkmama neden olsa da ben de ona sarıldım ve elimi kıvırcık saçlarına geçirerek, “Seninle Işık'ın hiçbir suçu yok, orada bile değildiniz," diye mırıldandım. "Kimseye elimden silahı almadığı için de kızgın değilim, bu benim tercihimdi."

Bartu, Yankı'nın yanına oturdu. Mutlu geriye doğru çekildiğinde Işık hemen yanıma geldi ve elindeki kovayla ıslak havluyu yere koydu. Soğuk duş yerine ateşimi o şekilde düşüreceğini sanmıştım ama beni tekrardan yatağa yatırdığında ıslak havluyla göğüs kafesimi silmeye başladı. "Mikrop kapmaması gerek," dediğinde yüzüme bakmıyordu. "Pansuman yapalım." Eli, alnıma tırmandı ve ateşimi kontrol etti. Sonra yanında getirdiği çantasından ateşölçeri çıkarıp koltuğumun altına sıkıştırdı. Üzerimde sadece spor bir sutyenle durduğum için utanmaya başladığımı hissediyordum, bu yüzden çarşafı yukarıya doğru çektim.

"Önder'in öyle bir silahı olduğundan bize hiç bahsetmedin." Bartu'nun sitemli sesi, Yankı'ya yönelikti. "Ne zamandan beri böyle bir silah kullanıyor?"

O an, aramızdaki başka bir sırrını da paylaştığımızı fark ettiğimde gözlerimiz Yankı'yla kesişti, Yankı ise Işık'a baktı. Bu sadece üçümüzün arasında bir sır gibiydi, aynı işkencelere Işık'ın da maruz kaldığını düşündüm. Diğerleri her zaman Önder'e itaat etmişlerdi, Yankı ise onların adına ve kendi adına bir kere bile Önder'e itaat etmemeyi seçmişti; Işık'ın da böyle olması beni şaşırtmıştı.

"Bir süredir," dedi Yankı kısa bir cevapla. Sonra bakışlarını Bartu'ya çevirdi. "Burada sorgulanması gereken bu mu yoksa Mutlu'ya dikkat etmeden Önder'le beraber her şeyi konuşman mı?"

"En başından beri o silahı tuttuğumu biliyor muydun?" Soruyu soran Mutlu'ydu. Işık, elindeki ıslak havluyla göğsümü silerken duraksamıştı.

"Hayır." Yankı yalan söylemezdi. "O an silaha bile dikkat etmemiştim, tek düşündüğüm sendin ama Helin silahı göğsüme dayadığında silahı tanıdım."

"Önder'in kendi üretimi silah ha?" Bartu şaşkındı. "İşte bunu hiç beklemiyordum."

Yankı alaycı bir şekilde güldü. "Kendimize ait yuvamız olduğuna, hapishanemiz olduğuna, hastanemiz olduğuna, okulumuz olduğuna inanıyorsun da silahımız olduğuna mı inanamadın Bartu?" Ona öfkeli miydi yoksa bana mı öyle geliyordu. "Bence bunları konuşmak artık anlamsız. Lâl nerede?"

Işık, göğsümün üzerine bir ilacı döktüğünde canımın acısıyla inledim ve algılarım sadece onlara ait olan hapishaneye odaklandı. İçimden bir ses Sokak Nöbetçileri'ne dahil olmamın nedeninin, o hapishaneden geçtiğini söylüyordu.

Kelebeğin tutsak olduğu Koza.

"O bunları bilmiyor," dedi Bartu sert bir sesle Yankı'ya beni kastederek. "Bunlar grubumuzun sırları. Neden sesli dile getiriyorsun?"

"Çünkü siktiğimin hapishanesine Mutlu'nun gitmesine neden olduğunda yapabilecek hiçbir şeyim yoktu, düşünemedim, arkama bile bakmadan koştum ve o an Helin de yanımdaydı." Bartu'ya gerçekten fazlasıyla öfkeliydi, gözleri ona döndüğünde çenesi kasılıyordu. "Ayrıca artık Helin hakkında böyle konuşmayacaksın, izin vermiyorum."

Bartu da öfkelenmişti ve oturduğu yerden kalktığında, “Ona hemen güvendin mi?" diye sordu Yankı'ya. "Ne oldu senin üstün zekâna?" Elini yumruk yaptı ve sanki vuracak bir yerler aradı. "O kızı korumak için Tankut'un Nadir hakkındaki anlaşmasını nasıl kabul edersin? Nadir'i nasıl mahvedebilirsin?"

Öyle yüksek bir sesle bağırdı ki Mutlu'nun oturduğu yerde irkildiğini hissettim. Şaşkınlıkla gözlerim açıldığında Işık, göğsüme yasladığı gazlı bezi sertçe bastırdı ve öfkesini o şekilde çıkardı. Acıyla inlediğimde, “Bunu yapmış olamazsın Yankı," diye fısıldadım.

"Yaptı!" Bartu'nun gözleri bana döndü. "Yarın akşam Nadir'i Tankut'un istediği yerde teslim edecek! O çocuk yarın ölecek!"

"Yeter!" Yankı'nın gür çıkan sesiyle Işık bakışlarını ona çevirdi, kızgınlığı yüzünden okunuyordu. Bartu'ya doğru bir adım attığında ilk defa Bartu'nun geriye doğru adımladığını gördüm. Gözleri kısıldı, çenesi seğirdi. "Ben ne diyorsam o," dedi keskin bir tınıyla. "Ben neye karar verdiysem o. Ben ne istiyorsam o. Nadir için yapılması gereken en doğru şeyi yapacağım ve Tankut için de."

Mutlu, hiçbir şey söylemeden ayağa kalktı ve koşar adımlarla odadan çıktığında Işık göğsüme bantladığı gazlı bezin kestiği kısmını yere atarak onun peşinden ilerledi. Bartu "Görüyor musun?" diye sordu Yankı'ya. "En çok zarar verdiğin kişi yine Mutlu oldu."

Yankı, önünde duran Bartu'yu omzundan hafifçe itekleyip Mutlu'nun peşinden ilerledi ve o da açık olan kapıdan çıktığında odada sadece iki nefes kalmıştık. Yattığım yerden doğrulmaya çalıştım ama göğsümdeki acı bunu engellediğinde yüzümü buruşturdum. Bir şekilde Mutlu'nun peşinden ben de gitmek istiyordum.

"Bana kızgın mısın?" dedi Bartu ve ayağımın ucuna doğru ilerledi. Parmakları yatağın kenarlarına doğru tutunduğunda yüzüne ilk defa dikkatli bir şekilde baktım, dudağının kenarı da yumruğumdan dolayı patlamıştı. Düşünmeme gerek yoktu, ona gerçekten hiç kimseye olmadığım kadar kızgın hissediyordum.

Yankı'nın her zaman bir bildiği olurdu, buna inanıyordum. Lâl beni o adamın kucağına atmaya çalışmamıştı aksine beni anlıyormuş gibi bakmıştı ama Bartu bir an bile gözünü kırpmadan beni mahvedebileceğini göstermişti. Konu silahı kalbimin üzerinden alması ya da almaması değildi; konu Tankut'a beni vermek için en heyecanlı olan kişinin Bartu olmasıydı.

"Senin için bir önemi var mı bunun?" diye sordum sert bir sesle. "Seninle konuşmak istemiyorum."

"Kızgınsın." Başını önüne eğdi, parmaklarını şakaklarına bastırdı ve derin bir nefes aldı. "Normalde o kadar da kötü biri değilim Helin," dediğinde yutkunduğunu hissettim. "Ama kardeşlerimden ya da masum bir çocuktan daha önemli değildin benim için."

Kafamı aşağı yukarı salladım. "Önemli görmediğin her insanı bir pisliğin kollarına mı atarsın? Daima yapılacak başka bir şey vardır ama o an, Tankut gözlerinin önünde beni öldürse keyifle izlerdin."

İşaret parmağını kaldırıp bana salladı. "Sana güvenmiyorum, onlardan birisi olduğunu düşünmem kadar normal bir şey yoktu!"

"Orada ben mahvolurken kolumdan tutup beni onun üzerine atmak istedin aşağılık herif!" diye bağırdığımda öfkemin beklediğimden daha büyük olduğunu fark etmiştim. "Önder bana senin merhametli olduğundan bahsetmişti, Bartu. Sen merhametli değil, duygusuzun tekisin. Bana güvenmiyor musun? Ben de sana güvenmiyorum. Sırtımı yaslayacağım en son adam bile olamazsın, hiç olmayacaksın."

Cümlelerimin onda bir etki bırakmayacağını düşünmüştüm ama Bartu'nun aldığı yanıtlarla sarsıldığını görebiliyordum. "Bugün herkes bana bunu söylüyor. Orada Yankı da vardı," dediğinde tavrı bana değil de daha çok başkasına gibiydi. "Ama yine sadece ben suçlanıyorum. Bu siktiğimin hayatında zaten sürekli beni suçluyorlar, beni sevmiyorlar, bana güvenmiyorlar." Elini sertçe yatağın kenarına vurdu. "Her zaman Yankı bir şekilde sıyrılıyor ve ben tek başıma kalıyorum. Ona neden kızmıyorsunuz?"

Sorusunu düşündüm ve beklediğinden daha uzun süre sessiz kaldım. Yankı'ya neden kızmıyordum? Ona neden öfkelenmiyordum? Bunların cevabına ulaşamıyordum ama saatlerdir ilk defa Yankı'nın neden acı çekeceğimi bile bile o silahla kendimi vurmama izin verdiğini düşündüm. O an kafamın içinde ölüm düşüncesi vardı fakat şimdi düşündüğümde aslında Yankı, o silahın beni öldürmeyeceğini ama süründüreceğini biliyordu. Buna neden göz yummuştu?

Yüzümü buruşturdum. Bartu sessizliğimi yanlış anlamasın diye, “Bencilsin," diye fısıldadım. "Kardeşim dediğin adamı kıskandığın gözlerinden bile okunuyor. Senin hesaplaşman benimle değil, bir başkasıyla Bartu ve ben bunları dinlemek zorunda değilim."

Eliyle sertçe kafasına vurdu ve bunu art arda yaparken, “Onun gibi düşünemiyorum diye mi?" dediğinde gözlerini kapattı. "Onun gibi akıllı değilim diye mi?" Sakince onu izledim, engellemek istemedim ve kendine zarar verişini gördüm, içinde tuttuklarına şahit oldum. Yankı'yla hesaplaşmasının altında yatan başka duygulara denk geldim. Gözlerini açtığında, “Sana o şekilde davrandığım için pişmanım," dedi. "Ama af dilemeyeceğim çünkü sana hala güvenmiyorum."

"Merak etme," dediğimde sesimdeki ürkütücü tını, benim bile ürpermeme neden olmuştu. "Ben de sana bir kötülük yaparım ve sonra pişman olurum, ödeşiriz."

Kapı açıldı, Bartu'nun kapattığı görüş açımdan dolayı kapıyı göremediğim için hafifçe eğildim ve Lâl'in içeriye girdiğini gördüm. Adımları duraksadı, tedirgin bir ifadeyle yüzüme bakarken gözleri Bartu'ya takıldığında kaşlarının çatıldığını gördüm, hızlıca gözlerini onun üzerinden çekti. O an, Bartu'nun böyle şiddetli serzenişinin altında yatan nedenin Lâl ile yaşadıkları bir tartışma olduğunu anladım. Lâl, Bartu'ya sırtını dönüp yatağın köşesine geldiğinde gözlerinde hala tedirginlik vardı.

Gülümseyerek, “Lâl," dedim içten bir sesle. "Ölmediğim için çok mutsuz olmalısın." Dudaklarını öne doğru büktü ve gözlerini ilk defa utançla kaçırdığını gördüm; o da pişman gibiydi. "Merak etme sana kızgın değilim," dediğimde elimi uzatıp elimi tutmasını bekledim. "Sen de ölmediğim için bana kızgın değilsen elimi tutabilirsin."

Lâl ile aramızdaki duvarların tek tek yıkılmaya başlaması, elimi tutmasıyla oldu. Sıcacık elleri vardı, bir kardeş arzusunu geçirdiğini hissettirecek kadar sıcaktı. Onun elini tuttuğumda tuhaf bir şekilde benzer ruhlarımız olduğunu düşündüm. Gözlerinden yaşanmış acılar geçti, o da benimle aynı şeyi düşünmüş olacak ki parmakları elimi daha sıkı kavradı.

Ayağa kalktı, gülümseyerek beni kaldırmaya çalıştı. Ne olduğunu anlayamasam da elini sıkıca tutarak yataktan çıktım ve gözlerim üzerime kaydı. Bartu'nun çoktan odadan çıkmış olduğunu o an fark ettim. Lâl ne düşündüğümü anlamış olacak ki elimi bırakıp Yankı'nın siyah giysi dolabını yürüdü ardından içinden koyu mavi bir kazak çıkararak bana doğru uzattı. Duraksadığımı hissettiğinde yanıma gelip hızlıca kazağı başımdan geçirdi. Hâlâ sakat olan kolumla zorlukla kazağı giydiğimde Yankı'nın kazağının üzerimde düşündüğümden daha büyük durduğunu görüp güldüm. "Bu elbise gibi oldu ama epey sıcak tutuyor."

Lâl kafasını aşağı yukarı sallayıp elimi tekrardan kavrayarak kapıdan beraber dışarı çıkmamıza neden oldu. Neler olduğunu anlamasam da merdivenlerin son basamağında ellerini birbirine çarptı ve büyük odadaki kişilere geldiğimizi belli ettiğini anladım. Bakışlarım ona döndü, o hızlıca arkama geçti, gözlerimi kapattı ve beni öyle yürütmeye başladı. "Lâl," dedim tedirgin bir sesle. "Neler oluyor? Bu bir oyun mu?"

Ellerim duvarlara tutundu ve Lâl beni yürütmeye devam etti. Kapının pervazına geldiğimizde beni durdurdu; içeriden fısıldaşmalar geldi. Mutlu kısık bir sesle, “Sürprizleri çok severim," dedi. "Ama bana yapıldığı zaman. Bu şekilde sürprizi bozasım geliyor."

"Kapa çeneni Mutlu," diyen Işık'ın sesiydi. "Bunu bozarsan saçlarını keserim."

"Kesemezsin!" diye inledi Mutlu ve keyfinin yerine geldiğini anladım. "Sen benim saçımı kesersen ben de senin pipini keserim!"

"Salak, benim pipim mi var?" Işık'ın sesi de keyifli geliyordu.

"Neden olmasın?" dediğinde artık fısıldamıyordu. "Düşündüm de ikizim erkek olsaydı ve onun da benim pipim gibi pipisi olsaydı..." derin bir nefes aldı, devam etti, "biz otururduk, pipilerimiz dünyaya hükmederdi."

Güldüğümde Yankı "Mutlu," diye fısıldadı ama çoktan her şeyi duymuştum. "İlgi odağı olamadın diye yapıyorsun bunları, değil mi?"

"Beybeğim," dediğinde ne demek istediğini anlamamıştım. Diğerleri de anlamamış olacak ki açıklama gereği duymuştu. "Beyin ve bebeğin karışımı. Yankı bundan sonra benim beybeğim." Ellerini çarpmasının sesi geldi. "Ve ikizim erkek olsaydı emin ol pipilerimizden başka ilgi odağımız olmazdı, güneşten kaçmak için gölgesine gelirdin."

Kafaya vurma sesi geldi; büyük ihtimal Yankı Mutlu'nun kafasına vurmuştu. "Bozma bir şeyi de ya," dedi Işık. "Lâl'in sürprizini bozdun!"

"Hayır hayır," diyerek ellerimi havaya kaldırdım. "Gerçekten çok eğleniyorum fakat bu odadaki koku da nedir?"

Lâl, ellerini gözlerimden çekti ve hızlıca yanıma geldi. Gözlerimi birkaç kere kırpıp açtığımda Bartu hariç bütün Sokak Nöbetçileri'nin ayakta durduklarını gördüm. Yankı, Mutlu'nun omzuna elini atmıştı, Işık ise Mutlu'ya belinden sarılmıştı. Mutlu ve Yankı'nın Nadir'in konusundan sonra arayı nasıl düzelttiklerini merak etmiştim fakat şu an konuyu açmaya hiç de hevesli değildim. Bakışlarım koltukta oturan ve elindeki bira şişesini kafasına diken Bartu'ya döndü. Gözleri bana değil, odadaki pencereye odaklıydı.

“Bir,” dedi Mutlu. Işık da ona katıldı. Lâl elini kaldırıp eşlik etti. “İki.” Hepsi bir tarafa dağıldı. “Üç,” dedi Yankı gülümseyerek.

Bakışlarım hepsinin yüzünden ayrılıp arkalarında sakladıkları sürprize döndüğünde elim az önce zehirlenen göğüs kafesime doğru ilerledi ve bastırarak şaşkınlıkla dudaklarımı araladım. Birkaç adım atıp, “Bu," diye fısıldadım, gözlerim direkt olarak Yankı'ya çevrildi.

Yankı'nın bana aldığı siyah bisiklet odanın ortasında duruyordu ve yanında da mavi bir boya kutusu vardı; henüz boyanmamıştı, içindeki fırça boyanacağını gösteriyordu. Gözlerim heyecanla Yankı’ya döndüğünde, “Bana bakma," dedi ellerini kaldırarak. Gözleri Lâl'e döndü. "Fikir ondan çıktı, bugün yaşananlar için çok üzgün. Kendisi senden özür dileyemeyeceği için bu şekilde affettirmek istemiş."

Şaşkınlığım daha fazla arttı ve benim de gözlerim hızlı bir şekilde Lâl'e döndü. Mahcup bir şekilde bana bakarken onu affettiğimi söylememi beklediğini anlamıştım. O an içimden ne geliyorsa onu yaptım, duygularıma göre hareket ettim ve Lâl'i kendime çekerek ona sıkıca sarıldım. "Lâl," dediğimde sesim titriyordu. "Bazen dilin söylediğinden daha önemli anlar vardır, bu benim için öyle." Elleri aşağıda sallanıyordu ve onun da bunu beklemediği için şaşırdığını anlayabiliyordum. "Sana kızgın değilim, bu yüzden seni affetmem için hiçbir nedenim yok ama çok teşekkür ederim. Bu benim için çok özel."

Belki de temastan hoşlanmıyordu, belki de ona sarılmamı istemiyordu ama onu bırakmak istemedim ve kardeş sıcaklığını daha fazla hissettim. En sonunda onun da kolları belime dolandığında benim kadar sıkı olmasa da o da bana sarılıyordu. Yankı'yla gözlerimiz kesiştiğinde bu anın onun da mutlu ettiğini anladım.

Lâl'i bıraktığımda birisi beni sertçe çekip sarıldı ve bu kişinin keyfine göre hareket eden Mutlu olduğunu anladım. "İstersen beni dudağımdan da öpebilirsin," dedi. "Beni öpmek isteyen yüzlerce kız bulabilirim ama sana bu şansı veriyorum."

“Mutlu.” Yankı kaşlarını çattı.

“Ah,” dedi Mutlu. “İşte beklediğim hareketler bunlar. Üç vakte siz olursunuz gibi.”

"O yüzlerce kızı ben neden göremiyorum acaba?" Mutlu'yu kollarımdan zorlukla ayıran Işık, ellerimi tutup gülümsedi. "Bugün yaşananlar için hepimiz üzgünüz," dedi sonra duraksadı ve gözleri Bartu'ya kaydı. Hemen sonra devam etti. "Biz çok hatalar yaparız ama o hatalarımızı da çok güzel telafi ederiz. Bizi affet."

Onu da kendime çekip sarıldığımda, “Siz muhteşem çocuklarsınız," diye fısıldadım Işık'ın kulağına ve sadece o duydu. "Ve sen Işık. Mutlu'ya bu yaşına rağmen muhteşem bir anne oluyorsun. Sana her baktığımda bundan sonra gururu hissedeceğim." Kolları bana daha sıkı dolandığında derin bir nefes verdiğini anladım.

Geriye doğru çekildiğinde gözleri dolmuştu, arkasını dönüp hızlıca gözlerini sildiğinde bakışlarım Yankı'ya kaydı, ona doğru birkaç adım attım. "Ooo, geldik en heyecanlı kısma," dedi Mutlu yüksek bir sesle. "Beybeğim, sen kendini nasıl affettireceksin?" Bekledi, gözleri irice açıldı. "Yoksa affettirdin mi?" Kafasını heyecanla iki yana salladı. "Yoksa iki arada bir derede ben kapıyı dinlemediğim o aralıkta gerdek öpüşmesi yaşadınız mı? Bunu yapmış olamazsınız!"

Yankı'nın tam karşısında durduğumda, “Teşekkür ederim," diye mırıldandım ona. "Sen olmasan bisikletim de olmazdı; bu bile sana kızmamam için bir neden çünkü ilk hediyemi ben senden aldım."

Turkuaz gözlerinin içi ilk defa bu kadar içten gülümsedi, bakışları üzerimdeki kazağa kaydı. "Bana ait olan, sana çok yakışmış," dediğinde sesi de hiç olmadığı kadar içtendi. "Bu Lâl'in sürprizi ve affı. Ben kendimi affettirmek için henüz hiçbir şey yapmadım."

Kendisini affettirmesine gerek olmayacağını söyleyecektim fakat nedense bunun için nasıl bir çabaya gireceğini merak ettiğimden dolayı sessizliğimi koruyup ona sarılmak için bir adım daha attım. "Öpüşecekler hadi inşallah," dedi Mutlu fısıldayarak Işık'a. Öyle bir fısıldıyordu ki sanki çığlık atıyordu.

Kollarım boynuna dolandı, onun kolları belime yerleşti ve beni beklemeden kendine çekip sarıldı. Başım sertçe göğüs kafesine çarptığında bunu önemsemeyip başını boynuma doğru yaklaştırdı; derin bir nefes çekti. Kolları belimi sımsıkı sararken Yankı'nın ilk defa bana gerçekten sarıldığını o an fark etmiştim. Kendine hapsedecek, başka yere gitmemi engelleyecek, kalbimin teklemesine neden olacak kadar sıkı sarılmıştı. Bu bana, bildiğim bütün yanlışları unutturmuştu, bildiğim bütün doğrular ise onun göğsüne sinmiş olan güzel kokusundaydı. "Ölmediğin için mutluyum," dedi espriyle karışık bir ses tonuyla kulağıma eğilerek. "Henüz sana liderin olarak bisiklet sürmeyi öğretmeden ölmeni istemem." Derin bir nefes çekti.

"Liderim olarak," diye tekrar ettiğimde yüzünü boynumdan uzaklaştırdı. "Bu liderlik birçok mesleği de içinde barındırıyor, ha?"

Bir flaş patladı. Gözlerim Işık'ın olduğu tarafa doğru döndüğünde ikimizin fotoğrafını Lâl'in boynuna asılı olan fotoğraf makinesiyle çektiğini gördüm; başka bir şaşkınlık dalgası bedenime uğradığında Lâl'e neler olduğunu anlayamıyordum. Buna izin vermiş olması, beni bozguna uğratmıştı.

Yankı afallayarak vücudunu benden uzaklaştırdığında, “Kaybettin!" diye haykırdı Işık fotoğraf makinesini tekrardan Lâl'in boynuna asarak. "Alırım üç yüz liranı Mutlu Prens!"

"Ben böyle bir aptallık görmedim," diye bağıran Mutlu'ya bakışlarımız çevrildi. "Yine öpüşmediniz! Beybeğim, niye öpmüyorsun? Cebimdeki son parayı şu an senin yüzünden Işık'a veriyorum." Yankı'ya doğru yürüyüp onu kollarından tuttu ardından sarstı. "Öpüşmeyi mi bilmiyorsun? Bak dilini çıkar, Helin'in dudağına dudağına sürt. Al sana öpüştünüz."

Yüzümü buruşturduğumda Yankı da yüzünü buruşturup, “Mutlu sana kötü bir haberim var," dedi. "Öpüşmek dondurma yalamaya benzemiyor."

Mutlu bozuldu ama bunu belli etmemek için, “Öyle mi?" diyerek üstten üstten Yankı'ya baktı. "Aklından onu deli gibi öptüğünü geçirmek de öpüşmeye benzemiyor. Beynin güzel çalışıyor ama o güzel dudakların çalışmadığı sürece bir hiçsin zekâ küpüm."

Yankı, Mutlu'nun saçlarını karıştırarak, “Bana laf mı sokuyorsun sen kıvırcık?" dedi alayla. "Hem beni biliyorsun, bir şey aklıma düşerse onu yapmadan bırakmam." Son cümlesinden sonra dudaklarını birbirine bastırdı ve bir pot kırmış gibi elini ensesine götürdüğünde başını bisiklete doğru çevirdi.

"Yani aklına düştüğünü inkâr etmiyorsun!" Mutlu, bana bakıp elini yumruk yaparak havaya doğru savurdu. "Üç vakte değil, iki vakte kalmaz gerdek öpüşmesi yaşarsınız siz, yazıyorum buraya. Beybeğim kızın dudaklarına aç gibi bakıyor resmen."

"Kabul etmedim," dedi Yankı fakat afallamıştı. "Hadi şunu boyayalım."

"Aynen aynen, benim de götüm karpuz ve meyve suyu çıkarıyorum," diyerek Mutlu Yankı'yı geçiştirdi. "Eğer şu an bizi izleyen seyirciler olsaydı hepsi sana orta parmağını gösterirdi Yankı Sarca. Geç bunları çünkü artık yemiyoruz."

Yanaklarımın ateş altında kaldığını hissettiğimde utançla konuyu değiştirerek, “Ee, hadi boyayalım artık," deyip yere çöktüm ve gazetelerin üstünde duran boya kutusunu fırçayla karıştırdım. "Fakat bunu tek başıma boyamak istemiyorum. Hepimizden bir parça taşısın istiyorum."

Dördü de benimle beraber yere oturduğunda aramızdaki tek eksik kişi Bartu'ydu. O hâlâ koltukta oturmayı yeğliyor, elindeki bir bira şişesini bitirip diğerini alıyordu. Bakışlarımız birbirine takıldığında bana güvensiz bir ifadeyle baktı. Asıl düşündüğünün Nadir olduğunu biliyordum, ben onun için hâlâ köşeye atabileceği bir piyondum.

"İlk darbe benden," dedi Işık ve gözlerim Bartu'dan ayrıldı. Bisikletin demirinin bir kısmını o boyadı. Onun arkasından Mutlu fırçayı eline aldı ve kendi kendine saçma sapan bir şarkı mırıldanarak boyamaya devam etti. Büyük ihtimâl kendi uydurduğu bir şarkıydı. Onun arkasından Yankı da bisikletin küçük bir kısmını boyamaya başladı ve bunu yaparken içten gelen bir şekilde yaptığını anladım çünkü yüzünde huzurlu bir tebessüm vardı.

Yankı, fırçayı bana doğru uzattı ve ayağa kalkmam için bekledi. Fırçayı ondan alıp ayağa kalktığımda bakışlarım tekrardan Bartu'ya kaydı, ondan da bisikletimde bir parça olmasını istediğimi fark ettim fakat bu sefer duygularımı direkt açığa vurmayıp sessizliğimi korudum.

Yankı, ne düşündüğümü anlamış olacak ki "Bartu," diye ona seslendi. "Sen de bir fırça darbesi vur."

"Sen benim yerime de yap," dedi Bartu Yankı'ya. "Lider değil misin? Yorma işte bizi."

"Önemi yok." Direksiyonu boyamaya başladığımda elimin tersiyle önüme gelen saçı arkaya itekledim. Yankı'nın yüzüne bakmıyordum ama onun bakışlarının Bartu'nun üzerinde olduğunu biliyordum. Bir kez daha saçım önüme geldiğinde geriye atmak için hamle yaptım fakat hiç ummadığım bir şey oldu ve Yankı’nın parmaklarını önüme gelen saçımda hissettim. Yavaşça kulağımın arkasına sıkıştırdığında ona bakmadım ama gülümsemeden de edemedim.

"Grey'im sevgilisine trip atan tipler gibisin şu an," dedi Mutlu Bartu’ya. "Bize katılsana. Sen benimle uğraşmıyorken hiçbir zevk almıyorum bu hayattan."

"Asıl hepiniz şu an bu kızı bembeyaza boyadınız." Bartu'nun sert sesinde kastettiği bendim. "Hepiniz bir anda onun masum olduğuna inandınız, yetmedi, onu sürprize boğdunuz. Bu kadar çabuk mu onu kabullenmek istiyordunuz? Onun hâlâ kim olduğunu bilmiyoruz, bunun farkında mısınız?"

Sessizlik oldu. Direksiyonu boyarken sakinliğimi korumak için kendi kendime içimden ona kadar saydım ve kendime tanıdığım sürenin sonuna geldiğimde hala sakinleşmediğimi fark ettim. Sinirlenmeme daha fazla sinirleniyordum çünkü Bartu haklıydı, bunları hak etmiyordum.

Direksiyonu boyamayı bitirdiğimde sessizlik hâlâ odanın içinde dolanıyordu. Fırçayı eğilip gazetenin üzerine bıraktığımda Yankı'nın gözlerinin Bartu'nun üzerinde olduğunu gördüm; diğerlerine bakmak istemiyordum. Kendimi yerde oturan Işık, Mutlu ve Lâl'in arasına bıraktığımda dizlerimi göğsüme doğru çekip kollarımı bacaklarıma doladım. Tam karşımdaki bisiklet, küçüklüğümden beri istediğim şekilde masmaviydi fakat mutluluğu Bartu yüzünden hissedemiyordum.

"Biz şu anı konuşuyoruz." Yankı'nın sesi sakindi. "Biz başka zamanları konuşmuyoruz. Bu sabah yaşananlar, Helin'e yaşattıklarımız haksızlıktı çünkü bu sabah belki de hiç olmadığı kadar masumdu." Gözlerim ona döndüğünde kaşlarını havaya kaldırmış olduğunu gördüm. "İsterse dünyanın en kötü insanı olsun, isterse bize başka bir konuda kötülük yapsın; ben şu anın içinde yaşıyorsam ona göre davranırım."

Yanımda oturan Işık başını salladı. "Yankı haklı. Onun tanımakla ilgilenmiyoruz, ona bugün yaşattığımızla ilgileniyoruz. Bilmiyorum farkında mısın Bartu ama bugün bu kız kendi canına kıymak istedi ve birimiz bile kılımızı kıpırdatmadık. Birimiz bile onu kurtarmaya çalışmadık. Birimiz bile onun elinden silahı çekip almadık. Sizi bilmiyorum ama ben kendimi Helin'e karşı fazlasıyla kötü hissediyorum."

Gerçek yüzüme tokat gibi çarptığında önemsiz diye düşündüğüm konunun aslında ne kadar da önemli olduğunu yeni fark ediyordum. Af dilemelerinin nedeni, silahı elimden almamalarıydı, beni ölümün kucağına bir an bile düşünmeden atmalarıydı.

"Ben de bunu diyorum ya!" Bartu, ayağa kalktı ve elindeki bira şişesini sertçe yere koydu. "Hepimiz, ben de dahil hepimiz durup kendini öldürmesini bekledik." Ben hariç hepsinin gözünün içine baktı. "Şu an aranızda en mantıklı ve tutarlı davranan benim. Beş saat önce bu kızın kalbinden girecek kurşunu önemsemedim, şu anda da önemsemiyorum. Siz bir anda nasıl önemsemeye başladınız?"

"Çünkü hiçbirimiz kendimizde değildik! Çünkü o an hepimiz için önemli olan başka konulardı. Çünkü hepimiz gerçekten kendini öldüremeyeceğini düşündük!" Mutlu'nun sesi gür çıkmıştı. "Yeter artık, kendini suçlarken bizi de yanına çekmekten vazgeç. Ben o an bile Helin'in rol yaptığını ve Tankut'un tarafında olduğunu düşündüm ama tetiğe bastığında ne yaptığımızı anladım. Pişmanız ve sen de pişmansın, cümlelerin gerçekçi değil! Aramızda yaş olarak en büyüğümüz sensin ama çocuk gibi davranıyorsun."

Kısa bir sessizlik oldu, sözü Işık devraldı. "Hepimiz intiharın eşiğine geldik ama aramızdan sadece iki kişi intihara teşebbüs etti Bartu. Sen defalarca kendini öldürmek istedin ama defalarca da kurtarılmayı bekledin. Helin kurtarılmayı beklemedi ve bekleseydi de kurtarmazdık çünkü ben de yapmayacağını düşünüyordum."

Bartu gülmeye başladı. Gözlerim bacaklarından yukarıya doğru çıkarak onun gözlerine tırmandığında bakışlarının benim üzerimde olduğunu gördüm. "Sizin bahaneniz bu olabilir," dedi tek nefeste. "Fakat ben o an Tankut'un adamı olarak Helin'in ölmesini istedim." Sonra hızlıca Yankı'ya baktı. "Yankı da böyle düşünmüş olmalı ki o silahın nasıl bir silah olduğunu bile bile engellememiş ve acı çekmesine izin vermiş. Sahiden Yankı, şu an aramızdaki en suçlu kişi sen değil misin? Neden o silahı ölmeyeceğini bile bile, acı çekeceğini bile bile kullanmasına izin verdin?"

Benim sormam gereken soruyu, Bartu sormuştu. Benim peşine düşmem gereken yolda Bartu yürüyordu. Kelimeleri canımı hiç olmadığı kadar fazla yakmıştı. "Yeter," dediğimde gözlerim yine Bartu'ya kaydı. "Şu an konu benim ve senin artık benim hakkımda konuşmanı istemiyorum. Şu an bu konu hakkında konuşulmasını da istemiyorum."

Bu konuda Yankı'nın vereceği cevaba hazır olmadığımı hissediyordum. Acı çekmesini istedim, diyebilirdi. Bunu hak etti, diyebilirdi. En kötüsü, kalbinin o an ben de durmasını istedim, diyebilirdi. Bu cevaplardan adeta koşar adımlarla kaçtım. Çünkü diğerlerinin aksine Yankı'nın masum olduğumu silahı göğsüme dayadığım an bildiğini biliyordum. O benim gözlerimde, kendimi öldürme hırsımı görmüştü.

Şu an hiçbiri beni bu hale getirenin ne olduğunu sormuyordu fakat zamanla merak edeceklerini de biliyordum. Onların gözünde bembeyaza dönüşmemin nedeni kendimi o hale getirmiş olan yaşanmışlıklarımdı; onların yaşanmışlıklarıma olan saygılarıydı.

Bartu, dişlerini sıkarak ayağının ucundaki bira şişesine tekme savurdu ve şişe etrafa dağılarak dönüp duvara çarptı; parçalara ayrıldı. Sarsak adımlarla odadan dışarı çıktı, sonra dış kapının sesi duyuldu ve çarpma sesi geldi. Etrafa keskin bir bira kokusu yayıldı, cam parçaları ayaklarımın ucuna kadar geldi. O fazlasıyla sarhoş görünüyordu.

Birkaç dakika öylece durduk sonra Lâl öfkeyle oturduğu yerden kalkıp Bartu'nun arkasından gitti. Bu onu iyileştirmek için değil daha kötü bir hale getirmek için attığı bir adım gibiydi, ellerini yumruk yapmıştı.

Kafamın içinde olduğum kişiyi düşündüm sonra dönüştüğüm insana baktım. Tam karşımda duran bisikleti kendi ellerimle boyayabilirdim ama onlardan bir parça taşımasını istemiş, onların da ellerine fırçayı vermiştim. Bisiklete onlar sayesinde binecektim, onların anısıyla o bisikleti sürecektim. Bunu neden istemiştim?

Unutmuştum. Bambaşka bir insana dönüşürken yüzüme maske takmayı unutmuş, gitgide Sokak Nöbetçileri'ne dönüşmeye başlamıştım ve bu dönüştüğüm kişilik bana tamamen yabancıydı.

Kim olduğumu hatırladım, kim için nefes aldığımı ve ne uğruna yaşadığımı. Benim için doğru olan tek bir yol vardı; diğer yollar güzel bile olsa o yollara adımı atmamalıydım ama ben çoktan başka başka yollara sapmıştım.

O yollara neden döndüğümü biliyordum; bütün yolların sonunda Yankı Sarca vardı. Ben, onun için kendi yolumdan bile vazgeçecek duruma ne zaman gelmiştim? Bu kendime haksızlık, yaşayacaklarından sonra onlara haksızlıktı.

"Bana neden o silahı kullanmana izin verdiğimi sormayacak mısın?" Dakikalar sonra ilk defa sessizlik Yankı'nın sesiyle bölünmüştü. Mutlu ve Işık, ikisi de yerde uyuya kalmıştı. Mutlu'nun başı Işık'ın omzundaydı, Işık ise sırtını arkasındaki koltuğa yaslamış başı Mutlu'nun saçlarında mırıldanarak uyuyordu. İkisi de derin bir uykunun içinde gibiydi.

"Hayır." Net çıkan sesimle onun yüzüne bakmak istemedim çünkü kim olduğumu hatırladım, ne olduğumu, nasıl nefes aldığımı.

Yol kenarında, kendi ektiğim güzel çiçeklerimi soldurmam gerekiyordu, solan çiçeklerin zehrini onun solumasını sağlamalıydım. Güzel sokak lambalarının altında ona gülümserken, o sokak lambalarının ışığının Yankı'yı yakmasını sağlamalıydım.

"Bizi affetmediğini söyleseydin, kendimizi daha iyi hissederdik," dediğinde gözlerimi ona doğru çevirdim ve neyse ki bana bakmadığını gördüm. Yere uzanmıştı ve gözleri tavandaydı, parmaklarının arasında tuttuğu sigarası kim bilir kaçıncıydı? "Bu şekilde kendimizi daha kötü hissediyoruz."

Şimdi o yolda yürüyordum, Yankı önümdeydi, sırtı ise bana dönüktü. O güzel çiçeklerin üzerine zehir dökmeliydim; kendime bunun gücünü vermeliydim. Sokak lambalarına ateş katmalıydım.

"Ne hissediyorsam onu söylüyorum." Parmaklarının ucundaki sigarasının külüne baktım. "Bugün benim kalbime namluyu dayayan sizler olsaydınız belki affetmediğimi söylerdim ama kendi yaptıklarımdan başkalarını sorumlu tutmayı bırakalı çok oldu."

Hafifçe gülümsediğinde gözlerinin altının mosmor olduğuna dikkat ettim, neredeyse üç dört gündür gözüne bir damla uyku girmemişti ve hepsi benim yüzümdendi. Bir gece, çığlıklarımla onu uyutmadığım için, başka bir gece vurulduğum için, bu gece intihar etmeye kalkıştığım için. Uykusunu, onun ellerinden alan bendim.

Şimdi o yolda yürüyordum, Yankı önümdeydi, sırtı ise bana tamamen dönüktü. Ellerimdeki güzel çiçekleri, güzel duygularımın yağmurlarıyla sulamayı bırakmalıydım; kendime bunun gücünü vermeliydim. Sokak lambalarının sönmesini sağlamalıydım.

"İşte bu noktada diğerlerinden ayrılıyorum," diye fısıldadı ve gözleri yavaş yavaş bana döndü. "Ben o silahın seni öldürmeyeceğini ama acı vereceğini biliyordum. Bu yüzden bana kızgın hissetmiyor musun?"

“Tek bir soru soracağım,” dedim kendimden emin bir sesle. “O silah Önder’in silahı değil de gerçek bir silah olsaydı yine öylece izler miydin yoksa seni vurmama izin verir miydin?”

“Beni vurmana izin verirdim,” dedi net bir sesle. “O kumar masasına seninle oturur, şansımın senden gelmesini beklerdim.”

“O silah Önder’in silahı değil de gerçek bir silah olsaydı,” dedim. “Yine kendimi vurmama izin verir miydin yoksa o silahı elimden alır mıydın?”

“Kendini vurmana izin vermezdim,” dedi bu kez de. “O kumar masasına bu kez oturmaz, canını şansa bırakmazdım.”

“Neden?” diye sordum. Hiçbir cevap vermedi, belki yalana başvurmak istemediğinden belki de vereceği cevabın onu rahatsız edeceğinden. Sonra kendi kendime bir yanıt oluşturdum ve sesli bir şekilde dile getirdim. “Gözlerinin önünde başka birinin ölümünü izlemeyeceğin konusunda kendine söz verdiğin için.” Beni onaylamadı ama reddetmedi de.

“Bana öfkelen,” dedi. “Benden hesap sor.”

Hızlı bir şekilde, “Hayır," deyip başımı çevirdim. Bu konu üzerinde düşünmek istemiyordum çünkü düşünürsem ona öfkeli hatta kırgın hissetmeye başlayacağımı biliyordum; bu duygular bile o yolun tamamen karanlığa gömülmesini engellerdi. "Sen Yankı Sarca'sın, bu grubun liderisin," dediğimde güldüm. "Her zaman bir bildiğin vardır. Bugün acı çekmem gerektiğini düşündüysen de bir bildiğin vardır."

Sırtım ona dönükken bana cevap vermesini bekledim ama karşılık bulamadığımda omzumun üzerinden ona baktım. Gözleri zorlukla açık kalıyordu ve uykuya direndiği her halinden belliydi. İçimin sızladığını hissettiğimde, “Uyu, Yankı Sarca," diye fısıldadım. "Benim de bazen bir bildiğim vardır ve şu an uyuman gerektiğini biliyorum."

Kolunu zorlukla kaldırıp bileğindeki saate baktı. "Altı saatin dolmasına on iki dakika var," dedi bayılmak üzereymiş gibi. Gözleri fazlasıyla masum ve çocuksu bakıyordu. "On iki dakika sonra uyuyacağım."

"İyiyim." Omuzlarımı dikleştirdim ve ona doğru hafifçe kayarak yanında bağdaş kurdum. "On iki dakika içinde felç kalacağımı düşünmüyorum."

İnatçı bir çocuk gibi omzunu indirip kaldırdı, bakışlarını benden ayırıp tavana bakmaya devam etti. Dudakları saniyeleri sayarken ve saniyeleri dakikalara çevirirken onu izledim. Parmaklarında hâlâ kan vardı, üzerindeki kıyafetinde de yer yer kan izleri olduğunu görebiliyordum. Merak ediyordum ama kan izlerinin nedenini sormadım.

Gözleri kısıldı ama uykunun kollarına düşmedi, saymaya devam etti. "Küçükken uyuyamadığım zamanlar içimden saniyeleri sayardım," dedi geçmişe dönüş yaparak. "Bazen bir saatte uyurdum, bazen bir dakikada, bazen ise hiç uyuyamazdım ama hep kendi nefesim için sayardım, bir başkası için değil." Odanın içindeki saatin sesi sanki onu destekledi. "Tuhaf. Çok tuhaf. Bu güzelmiş."

"Güzel olan nedir?"

Şimdi o yolda yürüyordum, Yankı önümdeydi, arkasına dönüp bir an bile bakmıyordu. En savunmasız olduğu andı. Yol kenarındaki güzel çiçekleri, ayaklarımın altında ezmeliydim; kendime bunun gücünü vermeliydim. Sokak lambalarının ışıklarını elime bir taş alıp fırlatmalı, tek tek söndürmeliydim.

Sustu, saymaya devam etti. Gözlerimin önünde dakikaları devirdi, o on iki dakika iki dudağının arasında çürüyüp gitti. Sabırla beklerken, “Beş, dört, üç, iki, bir," dedi ve bakışları bana döndü. "Süre bitti. Tehlike kalmadı."

"Güzel olan ne?" diye sordum tekrardan.

Şimdi o yolda yürümeyi bırakmıştım, Yankı'nın sırtı bana dönüktü, kendini savunabilecek durumda değildi. Güzel çiçeklerin üzerine gökyüzünden bir damla zehir düştü, sokak lambalarından bir tanesi patladı.

Yankı'nın turkuaz gözleri kısıldı, bana bakarken sanki aklımdan geçen her düşünceyi okudu. Bilerek ve isteyerek tam karşımda savunmasız kaldı. Karanlık ve uyku onu kollarının arasına çekmeden önce, “Bir başkasının hayatını düşünerek uykuya dalmak," dedi ardından gözlerini kapattı. "Bu güzelmiş."