logo

13. VİCDAN MAHKEMESİ

Views 448 Comments 4

Yankı Sarca'nın güncesinden...

24.10.2019

Önemli bir günü not etmek için bu defterin başında değilim, unutmamak için yazıyorum. Sadece unutmamak.

Yankı Sarca, sen bugün inanmak istemediğin bir yalana zorla inandırıldın ve bu hayatın sana öğrettiği en önemli ders, inandığın yalanların bir gün gerçekleşeceğidir.

Yalanları sevmemenin nedeni de bu değil mi zaten? Çünkü biliyorsun, her yalan bir gün gerçekleşir ve sen de bu yüzden yalanlardan kaçıyorsun.

O kaçmadı.

Bugün adının anlamı "Yuva" olan kadın, bir an bile düşünmeden sana yalan söyledi, seni bu yalana inandırdı.

Unutma, bir insanın gerçekleri değil, yalanları onun kim olduğunu gösterir.
Ve unutmak isteme.

Bu günlük hiçbir yalanı unutturmadı, bu yalanı da unutturmayacak.
Adının bir yalan olduğunu unutturmadığı ve sana daima gerçek kimliğini hatırlattığı gibi.

"Beşinci Sokak Nöbetçisi, Yankı Sarca"

"Sonuncu Sokak Nöbetçisi, Yankı Sarca"

Birisi öldü.

Sonra birisi yaşadı.

Bu ikisi aynı anda oldu. Yeni bir bebek doğdu ve yorgun, hayatın bütün zorluklarını yaşamış yaşlı bir kadın öldü. Bir tarafta gözyaşı vardı, bir tarafta sevinç. Tam kalbimin ortasında bir bebeğin doğumunu ve bir yaşlının ölümünü hissediyordum. İkiye ayrılmış kalbimin bir tarafında yeni doğan umutlar vardı, bir tarafında da umutlar mezarın altındaydı.

İki yüzlü olan ben değildim, kalbimdi.

O bebek yaşarsa, kadın ölecekti; kadın yaşarsa, bebek bir daha doğmayacaktı. Bu ikisini hissetmek, işte bu beni kötü bir insana dönüştürürdü.

Turkuaz gözlerini izlerken kalbimin sesini duyuyor mu diye merak ediyordum çünkü öyle dikkatli bakıyor, yüzümün her zerresini öyle dikkatli inceliyordu ki kalbimin sesini duyduğuna inandırmıştı.

Ne yapacağım ben seninle?

Omzumu indirip kaldırdım, dudaklarımı büktüm zorlukla. "Başına bela oldum değil mi Yankı Sarca?" diye sordum. "Sahiden, ne yapacaksın sen benimle?" Teslim oluyormuş gibi ellerimi öne uzattım, gözlerimi kapattım. "Bana istediğin cezayı verebilirsin."

Kısa bir sessizlik oldu. Kollarımı tutan elleri uzaklaştığında gözlerimi açmaya cesaretim yoktu, o sessizlik ilerlediğinde gözlerimi açmamı beklediğini anladım. Ağır ağır açtığımda geriye doğru bir adım atmış olduğunu gördüm, benden uzaklaşmıştı. Hemen arkasındaki Lâl dikkatli bir şekilde beni izliyordu, kollarını önünde bağlasa da gergin, öfkeli ya da endişeli olduğunu anlayabiliyordum.

"Sana bunları o mu yaptı?" dedi ve Yankı'nın sesindeki tını, ürkmeme neden oldu çünkü ilk defa sesi sakin olsa da korkutucu çıkıyordu. Ardından hızlıca devam etti. "Buna neden izin verdin?" Elini saçlarına geçirdi, karıştırdı. "Buna daha önce de izin vermiştin. Sana bunu yapmasına nasıl izin verebilirsin?"

Çözemediği detaylar vardı. Bir yandan Caner'in bunları yapmadığını düşünüyordu ama bir yandan da buna inanmak istiyordu çünkü elinde başka tutunacağı bir dal yoktu. Cevap vermeyip yüzüne bakmaya devam ettiğinde çenesinin kasılmaya başladığını gördüm, ilk defa sabırsız gibiydi. "Ne önemi var?" dedim bir daha omzumu indirip kaldırarak. "Kendi ayaklarımla gittim, her şeyi de göze almıştım." Daha çok kendimle konuşuyordum.

"Ne önemi mi var?" diye sordu sanki çok mantıksız bir şey sormuşum gibi. "Sana kimsenin bunu yapmasına izin vermemelisin.”

Yüzümü buruşturdum, elim dudağıma doğru kaydı ve parmaklarım yaraların üzerinde gezinirken, “Çok mu kötü görünüyorum?" diye sordum. "Çok mu korkunç?" Kafamı iki yana salladım. "Alışığım ama başkasından bu şekilde duymak kötü hissettirdi sanırım."

Yankı, başka bir dilde konuşuyormuşum gibi yüzüme bakarken gözleri irice açıldı ve dudakları aralandı. Öfkeyle bir şeyler söyleyebileceğini düşündüm ama nefesini verip geri kapattığında birkaç saniye kendine sakinleşme süresi verdi. Aşağıda duran parmaklarını açıp kapatırken, “Sana bunu o mu yaptı?" diye sordu tekrardan. "Bu soruya cevap vermek zor değil herhalde."

Ellerimi havaya kaldırdım. "Yankı gerçekten canımın yanmasının bir önemi yok, ben zaten alışığım ve..."

Hızlıca lafımı kesip düşündüğümden daha yüksek bir sesle, “Önemi var!" dedi. "Canının yanmasının da canını kimin yaktığının da önemi var." Dişlerini sıktı. "Hatta alışmış olmanın bile önemi var. Canının yanmasına alışmak mı? Buna izin vermiyorum. Alışmayacaksın. Sen değil ama sana bunu yapan da cezasını ödeyecek."

Tepkisi gözlerimi açmama neden olduğunda onun arkasında duran Lâl, benim kadar şaşkın değildi. Gerçekten şaşkındım çünkü ondan böyle bir karşılık beklemiyordum, şaşkınlığımı hissetmişti ama çatık kaşları düzelmiyordu. "İzin vermiyor musun?" diye sordum afallamış bir sesle. "Hem söylediğim gibi kendi ayaklarımla gittim, sorumluluk bana ait. Senin için neden önemli olsun ki?"

Sanki söylememesi gereken şeyleri söylemiş gibi olduğunda çatık kaşları düzeldi ve gözlerini benden kaçırarak arkamdaki yola doğru baktı. Kontrolünü mü kaybetmişti yoksa bilerek mi yapıyordu anlayamıyordum ama parmaklarının açılıp kapanması hızlanmıştı. "Ben senin liderinim," dedi en sonunda yoldan gözlerini ayırıp yüzüme baktığında. "Aramızdaki kimse zarar göremez. Buna izin vermem."

Liderim.

Güldüğümde nedeninin öfke mi, mutsuzluk mu yoksa vicdan azabı mı olduğunu bilmiyordum ama gülüyordum. Daha fazla gülmek istedim ama yüzümdeki ve ağzımın içindeki yaralar buna izin vermediğinde sessizce inleyerek başımı önüme doğru eğdim. Ellerime bakarken, "Aranızdaki mi?" diye sordum. "Hâlâ aranızda mıyım?" Ellerimin titremesi durmuştu, dizlerimin de ve sesimin de. Yankı'nın bu etkisi tuhaftı.

"Evet." Verdiği net yanıt başımı kaldırmama neden oldu. "Senin sevgilinle yaşadıkların, kiminle gitmek istediğin bizi ilgilendirmez. Bize bir zararı dokundu mu?" Ellerini iki yana açtı. "Dokunmadı. Hiçbirimize senin gidişin de dokunmadı." Yüzü sanki bunun aksini söylüyormuş gibiydi ama bana yansıtmadı, bu benim sadece gitmeden önce gördüğüm kalbinin kırıklığıydı.

"Diğerlerinin seninle aynı fikirde olacağını sanmıyorum," dediğimde bakışlarım Lâl'e döndü. "Öyle değil mi Lâl?"

Lâl, bir süre yüzüme baktı sonra bakışlarını Yankı'nın sırtına doğru çevirdi. "En başından beri ben kabul ettiğim için yanımızdaydın," dediğinde sesi artık benden adımlarca uzakta gibiydi ama duygular olarak. "Ve ben istediğim sürece de yanımızda olacaksın, diğerleri istediğini düşünebilir.”

Yankı eğer aralarında artık beni istemediğini söyleseydi vicdan olarak daha iyi hissedeceğimi o an anlamıştım ama bunu yapmıyordu. İfadesiz bakışları, mesafeli sesi ve duruşuyla o aynıydı fakat tek bir fark vardı; yıkılan köprü, bizim aramızdaki köprüydü. Ben artık Yankı'ya ulaşamayacak kadar kendimi uzak hissediyordum.

"Bak bana kızgın olduğunu biliyorum ama..."

"Kızgın değilim." Çenesini havaya kaldırdı. "Sana bunu düşündüren ne?"

Cümleleri toparlamaya çalışırken ellerimle oynamaya başladım ve onun turkuaz gözlerinden kaçmaya çalıştım fakat imkânsızdı. "Sana yanlış kelimeler söyledim," dedim ve öne doğru bir adım attığımda ona yaklaşmak istedim. "Egoist olduğunu, yakınlaşmadığımızı gibi. Bunlar gereksiz ve fazlaydı. Yani ne diyeceğimi bilemiyorum, şimdi diyeceksin ki madem böyle bir konuşma yapacaktın neden onları söyledin ama öyle işte." Başımı salladım. "Sadece boş ver. Saçmaydı."

Bitirene kadar dinledi, dinledi ve dinledi. Sonra, “Açıklama yapmana gerek yok," dedi düz bir sesle. "Benim için bazı anlar, o dakika önemlidir. O dakika bitti. O zaman dilimi de bitti." Kaşlarını kaldırdı. "Sana hesap sormuyorum, bana açıklama yapmak zorunda değilsin."

Ona hesap vermek zorunda hisseden tarafıma karşı gelemeyerek, “Seni kırdım," diye fısıldadım. Bir adım daha attım, aramızda birkaç karış mesafe daha kaldığında Lâl'in evden içeriye doğru girdiğini gördüm. "Bunu yaptığım için üzgünüm, Yankı."

Yüzüme bir süre baktı. Yara izlerine bakmayı bilerek pas geçti, gözlerime baktı ama orası da pek iyi sayılmazdı. Gülümsediğinde alaycı bir sesle, “Kırmak mı?" diye sordu. "Bu hayatta beni sadece dört kişi kırabilir," dedi. "Onlar da bunu yapmazlar."

Beni onlardan ayırması, beni artık önemsiz görmeye başlaması. Bana hiçbir zaman onlar kadar değerli olduğumu söylememişti ki zaten? Bana hiçbir zaman Sokak Nöbetçisi olduğumu da söylememişti. Kendimi bu yüzden kötü hissetmemem gerekiyordu. "Kızgınsın ve kırgınsın," dedim kelimelerin üzerine bastırarak. "Seni Caner'in karşısında küçük düşürdüm, seni yalancı çıkardım."

Gözleri kısıldı, gülümsemesine rağmen bakışlarına farklı bir ifade oturdu. "Sana kızgın ya da kırgın değilim, Helin." Başını omzuna doğru yatırdı, gülümsemesi silindi. "Sen de bana yaptığım yüzünden kızgın ya da kırgın değildin öyle değil mi? Beni anlarsın."

O an aslında ona ne yaptığımı anlamıştım çünkü şu an bana yaptığı daha fazla vicdan azabı çekmeme neden olmuştu. Hissettim, ona karşı kızgınlığımı da kırgınlığımı da hissettim ama ona bunu söylemedim. "Ödeşmek istediğim bir konu değildi," dediğimde elimi kaldırdım ve onun yüzüne dokunmak istedim. "Lütfen bana içinden geçenleri söyle. Hak ettiğim bu değil."

Elim yüzüne doğru yaklaşırken bir anda, eli bileğimi havada tuttu. "Orada kal ve sözlerinin arkasında dur," dedi keskin bir sesle. "Burası benim sınırlarım, sınırlarımı sakın aşma."

Saatler önce onun sınırlarının içinde dört kardeşiyle beraber ben de vardım ama artık o sınırdan içeriye bile giremiyordum.

Altıncı Sokak Nöbetçisi değildim, hiçbir zaman da olamayacaktım ve sınırlarından onları izleyecektim.

Yakınlaşmadığımızı söylemiştim, egoist olduğunu ve her gülümsemeyi ilgi sandığını. Bunların arkasında durmamı istiyordu, hepsinin bir yalan olduğunu bildiği halde bunu istiyordu çünkü Yankı bir kere o yalana inanmıştı artık gerçekler umurunda bile değildi.

Saatler önce tuttuğu elimin bileğini bıraktı, geriye doğru bir adım attı. Sözünün daima arkasındaydı, fevri değildi, düşünüp hareket ederdi, hatalar yapmazdı, hatalar yapsa bile nedenleri olurdu. Ben onun gibi değildim bu yüzden hiçbir zaman beni anlamayacaktı. Yankı'nın iyi bir kalbi vardı, evet ama hatalar, onun için affedilmezdi.

Kendisini hiçbir zaman affedememesinin nedeni de buydu.

"İçeri geçelim." Eliyle kapıyı gösterdi ve benim önden geçmemi işaret etti. Yenilmiş bir yüzle ona bakarken kafasıyla bir kere daha hareket yaptı ve geçmemi bekledi. Onun yanından geçip giderken, arkamdaki adımlarını da duymuştum.

Kapıdan girdiğimiz anda burnuma çok güzel yemeklerin kokusu doldu ve içeriden Bartu'yla Mutlu'nun atışmalarının sesi yükseldi.

"Bir daha çorbamın içine tükürürsen, o çorbayı kulağından damlatır, burnundan getiririm, Mutlu." Bartu'nun sesinde yine yapay bir kızgınlık vardı. "Lan insene kucağımdan!"

Işık'ın gülme sesi geldi. "İnmeyeceğim işte!" Mutlu'nun sesi keyifliydi. "Ayakta yemek yiyemem, senin kucağın daha konforlu ama..." derin bir nefes sesi geldi. "Umarım kalçalarıma batan senin çükün değildir, canımı yakıyor!"

"Mutlu!" Işık'ın bir şey fırlattığını işittim. "Bu kadar detay fazla değil mi?"

Yankı odadan içeriye girdi, onun geçmesini bekledim ardından ben girdiğimde Mutlu, "Onun çükünü ısırır..." derken lafı ağzında kaldı. Sessizlik oluştu, başım yerdeyken onların yüzüne bakamadım. "Hım," dedi Mutlu. "Onun pipisini ısırmak isterdim ama şu an öfkeden dolayı yok olmuş olmalı."

Yankı masaya doğru yürüdü ve ben de başımı kaldırıp onlara doğru baktığımda hepsinin gözlerinin benim üzerimde olduğunu fark ettim. Masada beş sandalye vardı, benim sandalyemin kırılmış olması trajikomikti. Gözlerim sandalyelerde gezinirken Mutlu'nun neden Bartu'nun kucağında oturduğunu anladım çünkü bir sandalyenin üzerinde büyük bir Pembe Panter oyuncağı vardı, Mutlu'nun oyuncağı olmalıydı.

"Tanıştırayım," dedi Mutlu sitemli bir sesle. "Pink Helin." Oyuncağın kolunda ve tam göğüs kafesinin bulunduğu yerde sargı bezi vardı. Başında ise şeytan boynuzları olan bir taç. "Bize senden daha sadık." Oyuncağına baktı. "En azından çüküm tiplilere yanlamıyor. E alıştık biz de sana, üşenmedim, Pink Helin'i yarattım."

Tek gülen kişi Işık'tı ve bu gülüş, komik olduğundan dolayı değildi. Mutlu'nun bana söylediği laftan sonra 'hak ettin' gülüşüydü. Yankı, boş sandalyelerden birine kurulduğunda masadaki yemekler dikkatimi çekti, Lâl yine güzel yemekler hazırlamış olmalıydı ve ben onların yine tatlarını kaçırmıştım.

Bir an odanın ortasında dururken göz ucuyla çevreye baktım. Etrafı toplamışlardı ama temizlememişlerdi. Yerlerde hala cam kırıkları vardı, kırılan tahtaların parçaları da her tarafa saçılmıştı. Yerdeki kırık sandalye kalkmamıştı. Onlar da bu durumu dramatik bulmuş olmalılardı ki görmemi istemişlerdi.

"Pink'ine başlatma," diyen Bartu'nun sesi sakin geliyordu. En öfkeli olan, o olabilir diye düşünmüştüm ama en tepkisiz bakan ve en umursamaz duran bu dörtlü arasında yine oydu. Tabağın içindeki büyük et parçasına çatalını batırdı ve afiyetle yemeye başladı. Kucağındaki Mutlu onu engellese de onu görmezden gelmeye çalışıyordu.

Diğerleri hâlâ yüzüme bakarken beni kovmalarını, Yankı'nın üzerine gitmelerine bekledim. Daha önce de olmuştu, beni kabul etti diye Yankı'nın üzerine gitmişlerdi. Saniyeler dakikaya dönüştüğünde hepsi benden bir açıklama bekliyormuş gibiydi, bunu anladığımda, “Üzgünüm," döküldü dudaklarımdan. "Sanırım sizi yine şaşırtmadım."

Bartu'nun eli duraksadı, yüzünde alaycı bir gülümseme oluştu ama yemeğini yemeye devam etti. Beni tamamen görmezden geliyordu, tamamen yok sayıyordu.

"Beni şaşırttın," dedi Mutlu sert bir sesle. Sertliği yapaydı ama kaşları çatıktı. "Gerçekten o turuncu tüyü seviyor musun? Gerçekten ama. Şaka payı yok. Gerçekten o herif çükümle yan yana gelse benim çükümün daha yakışıklı olacağı o herifi seviyor musun?"

Hafifçe gülümsediğimde yüzüm acıdı ve Mutlu gülümsememe karşılık vermedi. Sorularını ne cevap verirsem vereyim başka bir yalana başvuracaktım bu yüzden, “Onunla gitmeliydim," dedim sadece.

Yankı ve Bartu dışında hepsi yüzüme bakıyordu. Bartu, yemeğini yiyor, Yankı ise boş gözlerle masaya odaklanmıştı. Işık ellerini iki yana salladı ve başını tavana kaldırıp, “Yüzünü bu hale getireceğini bile bile gittin öyle mi?" diye sordu bana. "Her şeyden önce bir kadın olarak buna izin vermemeliydin, o senden üstün değil."

Omzumu indirip kaldırdım ve başımı önüme doğru eğdim. Konunun kadın-erkek ilişkisindeki şiddet olmadığının farkındaydım ama onların gözünde sevdiğinden, sevgilisinden ya da saplantılısından dayak yiyen o kadın konumuna düşmüştüm.

"Hem ne oldu senin dövüş bilmelerine?" diye sordu bu sefer Işık. "Karşılık veremedin mi?"

"Karşılık vermiş gibi mi görünüyor?" diye sordu Mutlu ikizine. "Yüzü mahvolmuş."

"Mutlu." Yankı'nın sesi kısık ve temkinliydi. Onu susturmak istedi ama devamında hiçbir şey söylemedi ve eline çatalını aldı. Bir an ne yapacağını bilemedi, masaya bakmaya devam etti sonra çatalı bıraktı. Yutkunduğunda sırtını sandalyeye yasladı. Yüzümün aldığı hâl gerçekten onu bu derece etkilemiş miydi?

"Bize hiçbir açıklama yapmayacak mısın?" Işık üzerime gelmeye devam ediyordu. "Bu kadarını hak ediyoruz."

Bakışlarım Lâl'e döndü, kollarını önünde bağlamış beni izliyordu. O ikizler gibi meraklı değildi aksine yüzümü incelerken daha farklı bir şeyler görmüş gibi kaşlarını kaldırıyordu.

Sessizlik oldu. Aralarında en öfkeli görünen Işık, tek bir mantıklı cevapla yüzünü yumuşatacakmış gibiydi ama yapmadım, yalana başvurmadım. Sessizliğimi korumaya devam ettim. O sırada Bartu, Yankı'ya, “Tuzu uzatsana," dedi eliyle göstererek. "Lâl'im, bu etin içine tuz koymayı mı unuttun?"

Masadaki herkesin bakışları ona döndü, Yankı, tuzu aldı ve eline doğru verdiğinde bakışları kesişti. Mutlu, kucağında oturduğu Bartu'ya yaklaşıp, “Sen iyi misin?" diye sordu. "Şu an Helin'i çikolata makinesine koyup küp küp çıkarman gerekmiyor muydu?"

Bartu, tuzu ete serperken, “Neden?" diye sordu omzunu indirip kaldırarak. "Helin'in kendi tercihiydi, sevdiği adamla gitmek istedi, gitti. Siz neden öfkeli hissediyorsunuz ki?" Gözleri, Lâl'e kaydı ve Lâl de ona baktığında sözsüz bir anlaşma, gözlerimin önünden geçti. "Burada tek öfkeli hissedecek kişi Yankı aslında." Çenesiyle onu işaret etti. "Öfkeli misin kardeşim?"

"Öfkeli tabii ki!" Mutlu ellerini iki yana açtı. "Onlar öpüşeceklerdi, sevişeceklerdi, boy boy çocukları olacaktı! Ama Helin gitti turuncu tüylünün elini tuttu ve ondan doğacak portakallarının yolunu yaptı!"

"Mutlu!" Yankı'nın sesi yüksek çıktığında kendini kontrol etmek istiyormuş gibi elini kaldırdı ve gözlerini kapattı. "Şu konuyu kapat artık, Helin ve benim aramda hiçbir şey olmayacak. O bizim aramıza sadece eğitilmek için girmiş." Gözlerini açtı, bana baktı ve tek kaşını havaya kaldırdı. "Ve ben onu artık eğitmeye başlayacağım. Her şey kurallarına göre ilerleyecek." Öne doğru eğildi, dikkatli bakışlarında anlayamadığım bir duygu vardı. "Hem de her konuda eğitmek."

Bakışları öylesine uzak, öylesine mesafeliydi ki bunun canımı yaktığını hissettim. Onunla aramızda kilometreler olmadığı zamanlar, kendimi daha güvende hissediyor, daha az kimsesiz oluyordum ama Yankı, bakışlarıyla çoktan o sınırları çizmişti.

Mutlu'nun dudakları büküldü. Başını mutsuz bir şekilde önüne eğdiğinde, “Gerçekten olmayacak mı?" diye sordu. Yanındaki sandalyeden Pembe Panter oyuncağını aldı, kollarını tuttu ve havaya kaldırdı. "Duydun mu Pink Helin, öpüşmek yokmuş artık. Sevişmek zaten asla. Çocuklar?" Oyuncağı inceledi. "E onun için de sende yer yok..." Oyuncağı Yankı'ya doğru uzattı. "Bari bunu öp, içim rahatlasın."

Yankı, Mutlu'ya güldü ve kafasını iki yana sallayarak, “Sana kızamadığımı biliyorsun," dedi. "Ama biraz daha devam edersen Bartu'nun arabalarından birini çarptığını söylerim."

"Ne? Hangisi?" Bartu hiddetle nefesini verdiğinde Mutlu'nun omuzlarını tuttu ardından çenesini tutup yüzünü kendine doğru çevirdi. "Bu doğru mu? Doğruysa kıvırcık saçlarından seni pencereye asarım, Mutlu."

Yüzleri çok yakındı ve Bartu, Mutlu'nun çenesini tuttuğu için dudakları öne doğru çıkmıştı. Mutlu zorlukla konuşarak, “Sahiden Bartu," dedi. "Helin ve Yankı değil de ikimiz öpüşeceğiz galiba. Etkilendim, sırtıma batan çükünse sen de etkilenmiş gibisin."

"Mutlu!" Bartu, Mutlu'nun kafasına vurdu ve çenesini bıraktığında onu itekledi. Mutlu, Bartu'nun omuzlarına tutunduğunda düşmekten son anda kurtuldu. "Sana hangisi dedim?"

"Düşeceğim!" Bartu'nun tek bir iteklemesiyle yere düşerdi ve yerlerde cam parçaları vardı. "Beyaz olan, yeni. Mercedes. Vallahi ben çarpmadım, araba koşarak duvara çarptı, durduramadım. Neymiş efendim, sahibini özlemiş... Arabaları çalarsan böyle olur!"

Bartu, biraz daha iteklediğinde artık Mutlu çığlık atıyordu. Işık, gülmeye başladığında, “Hak ettin yine Mutlu," dedi. "Bartu seni silkelemeyi bırak, çıplak bir şekilde sokakta koştursa yeridir."

Bartu, korkutucu bir şekilde güldüğünde Mutlu "Ona fikir verme!" diye bağırdı. "En son fikir verdiğinde kırmızı peruk ve mini etekle Osman amcanın yanına gitmiştim!"

"E o zaman giyiniktin," dedi Bartu. "Şimdi bir de çıplak git."

"Hayır!" Mutlu bu sefer çırpınarak Bartu'nun kollarından kurtulmaya çalıştığında gözleri Yankı'ya döndü. "Kurtar beni, beybeğim, ne olur! Acımaz bu Bartukıç bana!" Duraksadı, Bartu'ya baktı. "Hey, hâlâ çükün batıyor, çek şunu! Bana mı yürüyorsun?"

Bartu, ayağa kalktı ve Mutlu'yu bacaklarından tutup aşağıya doğru sallamaya başladı. Bu Bartu silkelemesiydi, biliyordum çünkü daha önce de görmüştüm. "Söyle şimdi," dedi silkelemeye devam ederken. "Arabamı neden aldın?"

"Araban mı?" Mutlu'nun yüzü baş aşağı durduğu için kıpkırmızıydı. "Sana ait olmayanı sahiplenemezsin, koca götlü Bartu!" Kaşlarını kaldırdı. "O arabayı çaldığın kişiye yazık değil mi?"

Bartu bir an duraksadı, kaşlarını çattı ve sonra daha hızlı bir şekilde silkelemeye devam etti. "Sen bu arabanın sahibine arabayı götürecektin değil mi?" Işık'a baktı. "O adamla konuşuyor mu?"

Işık, bir şey söylemek istemiyormuş gibi ağzına fermuar çektiğinde, “Bir doksan boyunda, ela gözlü, kumral, kaslı, sıkı götlü, uzun bacaklı, koca elli, cillop Ufuk'u mu diyorsun? Hani şu bakarken Grey'e benzeyen adam?" diye sordu Mutlu. "Tabii ki ona arabasını götürecektim ve karşılığında..."

"Ve karşılığında seni kırmızı odasına mı götürecekti?" diye sordu Bartu. Daha hızlı silkeledi. "Seni şimdi kıpkırmızı yapmaz mıyım?"

"Oo birileri hâkim olaya," dedi Mutlu zorlukla. "Aldın mı taktikleri? Geçen gün internet geçmişine baktım, Jamie Dornan'ın kaslarını araştırmışsın."

"Hey!" Işık ellerini kaldırdı. "Onu ben ve Lâl araştırdık." Bartu, gözlerini kocaman açarak Lâl'e baktığında Lâl alt dudağını içeriye doğru kıvırdı. "Yani ben araştırdım," dedi Işık afallayarak. "Yani ben açtım ve sonra Lâl de baktı ve ikimiz baktık, baktık, baktık..." gözlerini irice açtı, "kahretsin, Lâl. Sana o geçmişi sil dedim."

Bartu hayal kırıklığıyla Lâl'e bakarken, “Ben de kaslıyım," dedi. "Hatta ondan daha iyiyim. Bana niye bakmıyorsun, soyunmam mı gerekiyor?"

Lâl utançla başını çevirdiğinde Işık kıkırdadı. Mutlu, durduğu yerde kendi kendine söylenirken Bartu, Lâl'den gözlerini ayırmıyordu. Yankı ise kollarını önünde bağlamış, onları izliyordu ve yüzünde silik bir tebessüm vardı.

Onların evlerine girmiştim, şu an o evin içindeydim ama kendimi yine kapının dışında kalmış gibi hissetmiştim. Elim kapıdaydı, içeriden gelen sesleri dinliyor gibiydim ve gülümsüyordum ama onlar için o kadar da önemli değildim. Aslında konu da tam olarak buydu. Onlar Sokak Nöbetçileri'ydi, ben misafirdim. Onlar daima bu evin içinde beş kişi kalacaklardı, ben dahil olduğumu düşünsem bile hep onlardan bir adım daha geride duracaktım.

Gözlerimin önündeki tablo, parçalanması imkânsız bir tablo gibiydi. Benden imkânsızı istiyorlardı, o imkânsızlığın içinde yeni bir tablo yaratabilirdim ama o tablonun içine bir resim çizemez, bir fotoğraf koyamazdım çünkü altıncı kişiye yer yoktu.

Arkamı döndüm ve odadan çıkacağım sırada arkamdan Yankı'nın, “Nereye?" diye seslendiğini duydum. Başımı çevirmeden, “Yukarı çıkıp uzanacağım," diye mırıldandım.

"Hayır." Yankı'nın net yanıtıyla omzumun üzerinden ona baktım. Yanındaki az önce Pink Helin'in oturduğu sandalyeyi işaret ederek, “Otur," dedi. "Bir şeyler yemelisin." Bir süre daha yüzüne baktıktan sonra başımı olumsuz anlamda iki yana salladım, bu sefer kaşlarını çattı. "Yiyeceksin. Yemek zorundasın."

Bartu, Mutlu'yu koltuğa doğru fırlattı ve o düşerken sandalyesine tekrardan kuruldu. Mutlu inleyerek, “Cillop Ufuk!" dedi. "Senin için düştüğüm halleri gör de gel beni kırbaçla!"

Tekrardan onlara döndüm ve Yankı'nın yanındaki sandalyeye otururken Lâl, önümdeki tabağa tencereden et sote koydu. Kokusu burnuma geldiğinde elime çatalı alıp, “Ellerine sağlık," dedim Lâl'e doğru. "Çok hoş kokuyor." Lâl, hiçbir tepki vermedi ve o da önündeki yemeğinden birkaç çatal aldı.

Çatalı ete batırdım ve ağzıma attığımda zorlukla çiğnemeye çalıştım fakat imkânsız görünüyordu. Ağzımın içindeki yaralar, yemek yememi engellerken, canım da yanıyordu. Yüzümü buruşturduğumda ve onlara belli etmemeye çalıştığımda eti çiğnemeden yuttum. Tabağın önündeki bardaktan küçük yudumlarla su içtiğimde Yankı'nın gözlerinin benim üzerimde olduğunu hissettim fakat ona bakamadım. Lâl ise masadan kalkıp mutfağa doğru ilerledi.

Çatalı tekrardan ete batırdım, bu sefer onu biraz daha ezdim ve çiğnemeye çalıştım. Gözlerim Bartu ve Işık'a kaydı, onlar da göz ucuyla bana bakıyorlardı. Daha fazla katlanamayacağımı fark ettiğimde başımı önüme eğerek, “Gerçekten aç değilim," diye mırıldandım. "Bir şeyler yedim." Midemde de şiddetli bir ağrı vardı ve bu ağrının nedeni yediğim tekme olmalıydı.

Lâl, elinde çorba kasesiyle geldiğinde Yankı'yla gözleri kesişti. Kâseyi diğer tabağın yanına koyduğunda gözlerim mercimek çorbasıyla kesişti. Başımı kaldırıp Yankı'ya şaşkın gözlerle baktım, o ise, “Katı yemek için kendini zorlama," dedi ve çorbayı işaret etti. "Canın daha fazla yanar, bu yüzden çorba iç." Bakışlarım diğerlerine döndü ve hepsinin beni anlamış olması, mideme sanki başka bir tekme daha yemişim gibi hissetmeme neden oldu.

Boğazıma bir yumru oturduğunda kaşığı çorbaya daldırdım ve karıştırarak, “Teşekkür ederim," dedim içten bir sesle. "Bunu yapmak zorunda değildiniz. Yani beni kabul etmek zorunda değildiniz."

O yumruyla baş etmek zordu, konuştuğumda sesimin titremesine neden olmuştu ve Yankı fark etmiş olacak ki bana doğru yaklaştı. Kaşığı havaya doğru kaldırdığım sırada ani bir şekilde kaşığın içindeki çorbaya birkaç defa üfledi sonra da, “Sıcak," dedi. "Canın daha fazla yanar. Üfleyip iç."

İkinci defa oldu. Birincisi yarama üflemişti.

Parçalandım, yumru daha fazla büyüdü, gözlerimin yanmaya başladığını hissettim. Daha önce kimsenin beni bu kadar düşünmemiş olması, bir yaraydı ve o yaraya Yankı üflüyordu; o yarayı Sokak Nöbetçileri önemsiyordu.

Bir an ne yaptığının farkına varıyormuş gibi oldu, kaşları çatıldı ve uzaklaşarak önündeki tabağa doğru baktı. Sanki bunu düşünmesi tamamen yanlışmış gibi kendine kızmıştı ve biliyordum ki Yankı kontrolünü daima sağlardı.

Çorbadan üfleyerek birkaç kaşık aldığımda tadının muhteşem derecede lezzetli olması Lâl'e bakarak gülümsememe neden oldu. "Gerçekten çok güzel olmuş," dedim. "Ellerine sağlık."

Lâl sadece bir kere kafasını salladı. Az önceki hareketli dakikalardan sonra kimsenin ağzını bıçak açmıyordu ve Bartu, bir an bile doymadan hâlâ yemeğini yemeye devam ediyordu. İkimizin tabak ve kaşıklarının sesinden başka hiçbir ses yoktu. Açlıktan mı yoksa o an oluşan sessizlikten kaçmak istediğimden mi bilmiyorum ama çorbayı sonuna kadar içtim. Son kaşıktan sonra tabağı hafifçe itekleyip yüzleşmem gereken sona kucak açtım.

Mutlu, "Beni de yiyecek misin?" diye sordu Bartu'ya arka tarafımdan. "Hayır yiyeceksen söyle, bedenimin en büyük bölgesini önüne koyayım da bir daha acıkma."

Bartu, ağzı dolu dolu Mutlu'ya dönüp, “En büyük bölgen nereymiş?" diye sordu.

"Sence?" Ayaklandığını hissettim, masada karşımda durduğunda kucağında Pink Helin vardı. "Yazları güneşten korunmamı sağlayan, kışları atkı niyetine kullanacağım bir uzvum var, Grey." Gözüyle aşağı tarafı işaret etti. "Yeni bir telefon hattı bile kurdum."

Işık, gözlerini devirerek, “Sormasak da söyleyeceksin zaten," dedi. "O yüzden neymiş o telefon hattı?"

"AGKÜH," dedi kelimeyi zorlukla telaffuz ederek. "Kısaltmasını yeni buldum. Açılımını tahmin eden?" Ben hariç arkadaşlarının tek tek yüzüne baktı, birkaç saniye sonra devam etti. "Böyle koşan böcek görmüş tavuk gibi bakarsınız. Alo Güneşten Korunma ve Üşümeme Hattı." Ellerini iki üç defa çırptı sonra kendini işaret etti. "Reklam cümlesi: Tek telefonla atkı da olurum, koruyucu da. Sen sadece ara!"

Hepimiz ona dünyanın en saçma cümlesini kurmuş gibi bakarken Bartu son lokmasını ağzına atıp, “Diyorum diyorum anlamıyorsun," dedi. "Mutlu. Yine çok konuştun!"

Mutlu gözlerini devirdi ve sırtını arkasındaki duvara yaslayarak, “Ben konuşmasam hepiniz canlı cenaze gibi oturacaksınız ve bu beni çok sıkıyor," diye homurdandı. "Üstüne üstlük hepiniz hiçbir şey yokmuş gibi davranıyorsunuz ama Helin'e öfkelisiniz. Konunun üzerini kapatmaya çalışmayın." Bakışları bana döndü. "Hepimiz senden hâlâ bir açıklama bekliyoruz farkında mısın?"

Yankı oturduğu sandalyeden ayağa kalktı. "Yeter Mutlu," diye soludu. "Sorguladığın ne? Bu evin içindeki herkes, istediği yere gidebilir değil mi?" Beni işaret etti. "Buna o da dahil."

"Konu istediği yere gitmesi değil," diyen Mutlu'nun sesi kızgın geliyordu. "Konu, evimizi mahveden adamla gitmesi ve sonra hiçbir şey yokmuş gibi geri gelmesi. Çüküm tipli ve yanındaki kılları bize silah doğrulttu, tehditler savurdu. Biz Helin'i koruduk ama o, herifle gitmeyi seçti." Yankı'nın gözlerinin içine baktığında ona bir adım yaklaştı sonra derin bir nefes verdi. "Asıl senin kaçtığın ya da umursamıyormuş gibi davrandığın ne? Alacağın cevaplar mı?"

"Bunu bilerek yapıyorsun," dedi Yankı Mutlu'ya. "Seni tanıyorum, Mutlu. Helin'in bugün gitmesi umurunda bile değil. Umurunda olan başka şeyler." İç sesim, bana gittiğim için değil Yankı'yla söylediklerim için kızgın olduğunu dile getirdi ama Yankı'nın üzerinde o kadar fazla etkim olabileceğini düşünemiyordum. "Dinle," dedi Yankı. "Sorun yok. Gerçekten sorun yok."

"Sorun var." Mutlu'nun başı bana doğru döndü. "Ciddi olmaktan hiç hoşlanmıyorum ama bu ciddi bir konu. Bunu neden yaptın? Gerçekten onu sevdiğin için mi?" Bakışları alaylı bir hal aldı. "Hadi ama buna inanmamızı bekleme, senin Yankı'yla aranda geçenlerden sonra ve sen gittikten sonra Yankı'nın gözlerindeki ifade..."

"Mutlu!" Yankı'nın sesi odanın içinde çınladığında olduğum yerde irkildim ve Bartu bir anda ayağa kalktı. Mutlu, lafının kesilmesiyle gözlerini Yankı'ya çevirse de o korkmuş görünmüyordu. "Onu seçti, onu istedi ve gitti!" dedi kelimelerin üzerine bastırarak. "Ne açıklama yapmasını bekliyorsun? Ağzından 'Ona aşığım' dökülmesini mi bekliyorsun?"

Gerçekten böyle hissettiğimi mi düşünüyordu yoksa Mutlu'nun konuyu kapatması mı için mi böyle yapıyordu? Bartu, bulunduğu yerden Yankı'nın yanına gidip Mutlu'ya doğru "Haklı," dedi Yankı'yı göstererek. "Konuyu çok uzatıyorsun. Bizim problemimiz o sik suratlıyla ve acısını da çıkaracağız. Hayır, anlamıyorum neden bu kadar önemsiyorsunuz?" Beni işaret etti. "Ondan daha farklısını yapacağını düşünüyor muydunuz?" Yankı'ya baktı. "Gerçekten buna inancın var mıydı?"

Yankı sessizliğini koruduğunda ben de ayağa kalktım. Mutlu'nun gözlerinin içine bakarak, “O an gitmem gerekiyordu ve gittim," dedim. "Çünkü aranızdan birisi zarar görecekti, bunu biliyordum."

Bu sefer öfkeli bakma sırası Bartu'daydı. "Buna asla izin vermeyeceğimi biliyor olmalısın." Elini salladı. "Yalan söylemek senin için alışkanlık mı yoksa zorda kaldığın zaman hemen başvurur musun?" Lâl, Bartu'nun birkaç adım uzağına gittiğinde ve gözlerinin içine baktığında, “Umurumda değil aslında," dedi. "Gerçekten samimiyetle söylüyorum senin gitmen de sen de umurumda değilsin. Ama bilmen gereken bir şey var." İşaret parmağını bana doğru salladı. "Biz beş kişiyiz, sen ise tek kişisin. Birimiz zarar görsek diğerimiz o zarar gören için dünyayı yakarız. Ama sen zarar görürsen zarar gördüğünle kalırsın ve öyle de olmuş."

Lâl, Bartu'ya doğru bir şeyler söylediğinde Bartu'nun cümlelerini sindirmek oldukça zordu ama bildiklerimi onlardan birinin ağzından duymak daha fazla üzmüştü ve beni üzmesi bile saçmalıktı. Omzumu indirip kaldırdım. "Bunu biliyorum ki zaten," dedim. "O yüzden gittim. Beş kişiye tek kişi. Benim zarar görmem daha mantıklı geliyor kulağa."

Yankı'nın başı sert bir şekilde bana döndüğünde turkuaz gözleri sanki koyu bir rengi almıştı ve çenesini sıkmıştı. Dudakları aralandı, her ne söyleyecekse vazgeçti. Gözlerini kapattı ardından, “Gece için Nadir'i Yuva'dan almamız gerekiyor," dedi. "Ben dışarıda sizi bekliyorum."

"Ne bakıyorsun Lâl?" dedi Bartu ona sertçe. "Senin için her şeyi yaparım ama ucunda sen zarar göreceksen sözlerini dinlemem." Benim Lâl'e zararım dokunacağını düşünüyordu. "Gün geçtikçe haklı çıkıyorum, gün geçtikçe bu kız beni haklı çıkarıyor."

Işık, ikisinin arasına girdi. "Bartu, Yankı'nın yanına gitmelisin," dedi net bir sesle. "Bence yeterince laf söyledin Helin'e ve o anlamış görünüyor."

Bartu, Lâl'in gözlerinin içine bakarak, “Birileri bana yine küstü," dedi. "Söyleyin o birilerine küsmeye devam ederse daha da kötülerini yaparım." Lâl'i kolundan tutup çekti, kapıya doğru yürüttü. Lâl'in adımları birbirine girerken Bartu'dan kurtulmaya çalışıyordu. "Küsersen hep tutarım seni böyle," dedi kaşlarını çatarak. "Küsmeyeceksin bana."

Kapıdan dışarı çıktıklarında Bartu'nun Lâl'i benden uzaklaştırmaya çalıştığını anladım, onu benden korumaya çalışıyordu ve bu yaptığı ona karşı duyduğum öfkenin artmasına neden olmuştu.

Işık, başını çevirip bana baktı sonra kafasını ümitsizlikle iki yana salladı ve ikizinin yanına geçti. İkisinin bakışları üzerimde gezinirken Mutlu, "Evet, biz beş kişiyiz," dedi bana doğru bir adım atarak. "Ama bilmelisin ki bu beş kişi, kendileri dışında kimsenin önünde durmamıştı. Biz senin önünde durduk, biz seni korumak istedik." Başını omzuna yatırdı. "Ve bunu yaptığımızda biz bile şaşkındık."

Umutsuzlukla nefesini verdiğinde Mutlu'yla aramızdaki eğlenceli anların dışında ilk defa ciddi bir konuşmanın içindeydik. Onu da az çok tanımıştım. Nöbetçilerin en çocuksu görüneni ve en eğlenceli çocuğu. Daima gülümseyen, daima kendi aklına eseni yapan. Onun için en önemli kişi Işık sanıyordum ama o an anlamıştım, Işık neyse diğerleri de oydu. Ciddiyet, Mutlu'nun yüzüne yakışmasa da karşımda duruşu ve cümleleri Yankı'nın hissettirmediği suçluluğu hissettirdi.

"Haklısın," dedim sadece. "Ama söylediğim gibi sizi korumam gerekiyordu..."

Cümlemi tamamlayamadan beni susturdu. "Yankı'ya söylediklerin de mi bizi korumak içindi?" diye sordu hiddetle. "Onu kırmak istedin. Onu küçük düşürmek istedin." Bir adım attı bana doğru. "Bunu neden yaptın?"

"Ben sadece," dediğimde kelimeler ağzımdan zorlukla çıkıyordu. "O şekilde konuşursam Caner bana inanır diye," başımı kaldırıp gözlerinin içine baktım, "o Yankı sonuçta. Etkilenmez ki böyle şeylerden. Zekidir, cümlelerin önemi yoktur. Gerçeklerin önemi vardır. Beni anlamıştır." Işık'a baktım. "Öyle değil mi?"

Işık kollarını önünde bağladı ve derin bir nefes verdikten sonra, “Onu tanımıyorsun," dedi gözlerini benden ayırarak. "Biz bile onu seneler geçtiği halde bazen tanımadığımızı düşünüyoruz ama sen hiç tanımıyorsun. Sana bunu söylemek istemiyordum ama dayanamayacağım..." Bakışları tekrardan bana döndü, bağladığı kollarını aşağıya indirdi.

Mutlu, elini kaldırıp kardeşini susturdu ve sözü o devraldı. "Biz beş kişiyiz evet ama Yankı aslında bizim yanımızda bile hep yalnızdı. Konu bizim duygularımız, bizim hislerimiz, bizim acılarımız olduğunda o hep oradaydı, hep halletti, hep arka çıktı. Ama onun hisleri, duyguları, acıları? İşte bu noktada hep yalnızdı, hep tek başına üstesinden geldi, gelmeye çalıştı ve belki de gelemedi. Bir kere bile ona yardım etmemize izin vermedi, bir süreden sonra biz de buna alıştık." Kaşları çatıldı. "Sen de yalnızsın. Artık bencilliği bırak, eğer gerçekten bizi düşünüyorsan Yankı'yı anla. Hepimiz bazen onun da bir insan olduğunu unutuyoruz."

"O bizim için çok değerli," dedi Işık. "Ve biz kendimize bir söz verdik sen intihar ettikten sonra. Ben Lâl ve Mutlu yani. Ne olursa olsun seni dışlamayacağız, seni anlamaya çalışacağız diye." Eli, omzuma dokundu ve sıktı. "Sen kendini bizden dışlarsan, biz seni anlayamayız. Tamam mı?"

Başımı olumlu anlamda aşağı yukarı salladığımda boğazımdaki yumruyu tekrardan hissetmeye başlamıştım. Kalbimde bir sızı vardı, o sızıdan acımasızlık akıyordu. Farkında olmadan bir an bile onu düşünmeden, hislerini umursamadan cümleleri dikenler gibi ona batırmıştım.

İkisi beraber odadan çıkarken onları takip ettim. "Pink Helin'i bıraksana, nereye götürüyorsun?"

"Hey!" Oyuncağı havaya atıp tuttu. "Onu evde bırakamam. Pink Helin'i kaçırmak için her an çüküm tipli gelebilir."

Evden dışarı çıktığımızda Bartu ve Lâl, evin köşesinde hararetli bir konuşmanın içindelerdi ve Yankı, bisikletinin üzerine oturmuş, dudaklarının arasında bir sigara yolu izliyordu. Gece Nadir'in Tankut'a verileceğini biliyordum ama bir daha bunun üzerine konuşulmadığı için vazgeçildiğini düşünmüştüm fakat plan, aynı şekilde ilerleyecek gibi görünüyordu.

Bartu Lâl'e, “Biraz daha surat yaparsan çırılçıplak soyunurum burada." diye bağırdı. "Soyunurum ve sen o dallamanın kaslarına bakmak yerine benimkilere bakarsın." Lâl, yanından uzaklaşmak istediğinde Bartu, Lâl'i arkası dönükken belinden tutup havaya kaldırdı ve onu bisikletine doğru götürdü. Lâl ayaklarını sallarken ondan kurtulmaya çalışıyordu. Bartu gülerek, “Benden kurtuluşun yok, olamaz," dedi. "Bunu anla artık."

Onları izlemeyi bırakıp adımlarımı Yankı'nın bulunduğu yere doğru yönlendirdim. Dudaklarının arasındaki sigarayı parmaklarının arasına sıkıştırmadan önce başını çevirip bana baktı. Sonra adımlarım durdu, ondan izin alıyormuş gibi baktım ve başını bir kere salladığında hızlı adımlarla hemen yanına vardım.

"Ben de sizinle gelebileceğim değil mi?" diye sordum merakla. "İstemiyorsan eğer..."

"Sorun yok." Öne doğru eğildiği yerden doğruldu. "Bin bakalım önüme," dedi klasik cümlesini kurarak. "Eğitimimizin ilk dersi bisiklet sürmeyi öğretmek olmalı. Zamanı geldi de geçiyor."

Yan bir şekilde önüne oturduğumda gözlerim ona doğru döndü ve yüzüme bakmadığını, ileriye doğru baktığını gördüm. "Hım," dedim sevecen bir sesle. "Sanırım şoförüm olmaktan sıkıldın."

Yankı, gülümsedi ama soğuk bir gülümsemeydi. "Ne bu? Şoför fantezisi mi?" diye sordu. "Hoşuna gidiyor belli ki çünkü ne zaman önüme otursan hep aynı muhabbet, durmadan bunu söylüyorsun."

Kelimelerin üzerine yaptığı vurgusu kaşlarımı kaldırmama neden olduğunda, “Ben mi çok fesatım yoksa sen mi hep bel altı vuruyorsun?" diye sordum. Onunla aramdaki soğukluğu aşmak için espriye vuruyordum. "Ya da ben safım. Saf mıyım?"

"Ne, ben mi bel altı vuruyorum?" diye sordu. "Asla. Katiyen." Kaşları çatıldı. "Sen çok fesatsın ve sürekli aklından benimle ilgili bel altı düşünceler geçiyor. Ben masumum, hep masumdum." Masum kelimesinin üzerine bastırırken gülmemek için kendini tutuyormuş gibiydi. "Söyle bakalım fesat, aklından neler geçti yine?"

Yüzüme hâlâ bakmaması beni tedirgin etse de espriye devam ederek, “Şoför kıyafetli bir adam geliyor aklıma," dedim ve zihnimin içinde onu şoför kıyafetiyle düşünmek gülümsetti. "Ve şey..." Bakışlarımı ondan kaçırdığımda yere baktım. "Önüne deyince aklıma şey geliyor..."

"Hım," dedi ve ellerinden bir tanesi bisikletin direksiyonunu tuttuğunda kokusu, nefesi yüzüme çok yakındı halbuki o sadece eğilmişti. "Şoför kıyafetli adamın kucağında bacakları iki yana açılmış bir şekilde oturan ve ellerini adamın omuzlarına koymuş bir kadın mı düşünüyorsun?" Sorusu dudaklarımın aralanmasına neden oldu. "Hatta kadının üzerinde siyah iç çamaşırları olmalı. Saçları açık." Sesinin seviyesi gitgide düştü. "Elleri omuzlarını sıkı sıkı tutuyor."

Elim boğazıma doğru gitti ve gözlerimi kapatarak, “Bunlar gibi," dedim sadece. "Yani bu tarz bir şeyler geçmişti ama bu kadar açık değildi. Özellikle siyah iç çamaşırı kısmı kesinlikle yoktu." Yanaklarımın kızardığını hissettim.

"Sadece aklından geçenleri söylemek istemiştim aslında," dediğinde nefesi yanağıma çarpmıştı. "Sonuçta o kadını da adamı da tanımıyoruz değil mi? Neden utanıp kızarıyorsun ki?"

"Tanımıyoruz," dedim hızlıca. "Yüzleri yok, yani öyle yok ki hayalet. Puf, uçtular şu an."

Yankı, kafasını salladı ve yüzünün uzaklaştığını hissettim. "Çok fesatsın," dediğinde gülümsüyordu ama yüzüne bakamıyordum. "Bunları düşündüğüne inanamıyorum. Benim aklıma asla böyle şeyler gelmez, kafamın içi tertemiz."

"Hey, yine beni utandırmaya çalışıyorsun," diye inlediğimde gözlerim ona döndü ve dakikalar sonra yüzüme baktığını fark ettim. "Olayı anlatırken yaşayan sendin."

Yüzümün her noktasını izlerken kaşlarının çatıldığını hissettim. "Ben yaşasaydım," dedi başını omzuna düşürerek. "Ben o adam olsaydım..." Her ne söyleyecekse bu düşünce çenesinin kasılmasına neden oldu ve sustu. Gözlerindeki tutkulu bakışlar, dizlerimi titretecek kadar duygu yüklüydü fakat bu sefer dizlerimin titremesi beni rahatsız etmezdi.

Devam etmediğinde, “Sanırım bundan sonrası sır gibi kalacak," diye mırıldandım. "Devamı gelmeyecek."

"Belki," dediğinde gözleri yüzümdeki yara izlerinde gezindi. "Çok acıyor mu?" diye sordu bir anda ve soruyu sorarken gözlerindeki tutkunun uzaklaştığını, yerine öfkenin geldiğini gördüm. Eli cebine gitti ve kapsüllerin olduğu bir ilaç kutusunu bana uzattı. "Ağrı kesici," diye mırıldandı. Şaşkınlıkla ilaç kutusuna baktım, bunu daha önce düşünmüş müydü? Aklımdan geçeni okumuş olmalı ki, "Cebimde varmış," dedi. "İç istersen. Çok acıyordur."

Bakışlarım üzerine giydiği lacivert kazağına kaydığında o kazağın benim daha önce giydiğim kazağı olduğunu anladım. "Hep cebinde ağrı kesiciyle mi gezersin?" diye sordum.

Yankı bakışlarını benden ayırdı ve ayaklarını pedallara koyduğunda iki eli de direksiyonu kavradı. "Cebime ben koymadım ağrı kesiciyi," dedi umursamaz bir sesle. "Elimi cebime attım ve oradan çıktı. Raslantı bu ya, senin de canın yanıyor."

"Bir şekilde uçarak cebine girmiş olmalı," dediğimde gülümsedim ve Yankı bisikleti hareket ettirdi. "Mucizevi güç." Kapsülü itekleyerek çıkardım ve beyaz hapı ağzıma atıp susuz da olsa zorlukla yuttum sonra da ilaç kutusunu kendi cebime koydum.

“Mucizevi güç,” diyerek dediğimi tekrar etti.

Dayanamadım, yeniden üstündeki kazağa baktım. "Bu arada sana ait olan sana daha çok yakışmış."

Duraksadı, gözleri son kez bana döndü. “Eğer izin verseydin,” dedi soluk bir sesle. “Bana ait olan her şey, benden daha çok sana yakışırdı.”

Hiçbir şey söyleyemeden önüme döndüm ve gözlerim, ellerinde bıraktığım izlere kaydı. Kabuk bağladıklarını gördüm. O an, bu izlerin vereceği acıyı hiç düşünmediğimi, iyileştirmek için hiçbir çaba sarf etmediğimi fark ettim. Mutlu ve Işık'ı anladım, o öylesine kendisini boş veriyor, öylesine önemsiz görüyordu ki Yankı'nın canı hiçbir zaman acımazmış gibi geliyordu.

Yankı yalnızdı, kendi duygularıyla, hisleriyle, yaşanmışlıklarıyla yalnızdı.
Sonra ben gelmiştim, bir yalnız başka bir yalnızla tanışmıştı.
İkimiz aslında aynı anda yalnızlıktan vazgeçmiştik.
Artık anlıyordum, birbirimizin yalnızlığı, kurtuluşumuzdu.

Parmaklarım elinin tersindeki kabuk bağlamış yaralara dokunduğunda, “Senin de canın yanmış olmalı," diye mırıldandım. Yankı'nın parmakları direksiyonu daha sıkı kavradı, parmak boğumları beyazlaştı ve sınırları bana hatırlatmak istedi fakat umurumda değildi.

"Hak etmiştim," dedi umursamaz bir sesle. "Senin canın o gün daha fazla yanmıştı."

Yine yapıyordu, yine konuyu kendinden çıkarıp karşısındaki kişiyle yönlendiriyordu. Bu sefer konunun bana dönmesini engelleyerek, “Kendini önemsemiyorsun," diye mırıldandım. "Kendine karşı bu kadar umursamaz olmamalısın."

"Yaraları önemsemekten daha ziyade yaraların nasıl oluştuğunu önemserim," dediğinde omzumun üzerinden turkuaz gözlerine baktım. "Aslında iz bırakan yaralar değil, nasıl oluştuğudur. Yani dediğim gibi, bu izler her baktığımda bana senin kendini tam kalbinden vurmanı hatırlatacak." Gözleri, yüzüme döndü. "Bu yüzden sırf karşılık vermek için beni önemsiyormuş gibi davranmaktan vazgeç."

"Karşılık vermek mi?" Başımı yola doğru çevirdim ve kaşlarım çatıldı. Başka bir gün olsa onunla bu konunun tartışmasına girebilirdim fakat şu an pek de uygun bir zaman olmadığının farkındaydım. "Canımın acımasını sen umursuyorsan ben de seninkini umursayabilirim değil mi? Bunun nesine inanmıyorsun?"

"Acımasın.” Nefesini verdi. “Senin canın acımasın, bunu istemiyorum.” Sonra hızlıca devam etti. "Liderin olarak." Çatılan kaşlarım düzeldiğinde hafifçe tebessüm ettim. "Aramızdaki kimsenin canının acımasını istemem, kendine özel olarak algılama."

Tam o sırada yanımızdan fişek gibi geçen Mutlu'nun elindeki oyuncağı kuyruğundan tutarak salladığını gördüm. "Pink Helin!" diye bağırdı. "Kalbi atan halin beni öfkelendirdiği için daha çok acı çekeceksin!" Şaşkın gözlerle ona bakarken gözlerini bize doğru çevirdi. "Yanına da Black Yankı oyuncağı buldum mu tamam! Durmadan öpüştürür dururum!"

"Şu konuyu kapatmanı söylememiş miydim?" diye bağırdı Yankı ona yetişmeye çalışarak. Bisikletin hızını artırmıştı ve Mutlu bizi zorlukla duyuyordu.

"O yarım saat önceydi ve biliyorsun, bana söz dinletecek tek kişi Grey! O da soyun derse!" dedi Mutlu. "Hem madem siz öpüşmeyeceksiniz, bırak oyuncaklar öpüşsün ne bu tantana beybeğim! Kıskandın mı?"

"Bir gün elimde kalacaksın bak." Yankı ne kadar öfkeliymiş gibi davransa da Mutlu'ya kızamıyordu. "O Pink Helin'i alır..."

"Oha oyuncağa yürüyor!" Mutlu'nun gözleri irice açıldı, kıvırcık saçları epey uzamıştı ve rüzgârdan dolayı yüzüne geliyordu. "Yoksa daha fazlası? İğrenç sapık herif! Vermem onu sana!"

Yankı kendini tutamayarak güldü ve Mutlu da ona karşılık verdi. Bütün konuşmaları duyan Işık, Mutlu'yu yakalamaya çalışıyordu fakat bir türlü ona yetişemiyordu. Birkaç dakika sonra Yuva'nın önüne geldiğimizde Bartu ve Lâl'in çoktan Yuva'nın önünde bizi beklediklerini fark ettim; Bartu'nun elleri belindeydi. "Nerede kaldınız?" diye sordu sıkkın bir tınıyla. "Beş dakikadır sizi bekliyoruz."

Bisikletinden inen Mutlu'yu Işık takip etti, onların arkasından biz de indik. "Yankıtu'yla Helinski'yi bilmiyorum ama ben yolda muhteşem bir yakışıklıyla tanıştım," dedi heyecanla. "Bizim mahalleye yeni taşınmış, yol kenarında sigara içiyordu. Durdum, dayanamayıp çakmak istedim. Sonra çakmağı bana verdi." Dudaklarını büktü. "Sigara içmediğimi unutmuşum onu görünce. Aldım çakmağı yaktım, patlattım bir Müslüm Gürses şarkısı ateşi sallayarak." Daha fazla üzüldü. "Yakışıklı tam etkileniyordu ki Işık geldi, benim ruh hastası olduğumu söyledi adama ve oradan gittik."

Bartu eliyle alnına vurduğunda Lâl gülmeye başladı. "Gerçekten bunların hepsi yaşandı mı?" diye sordu. Işık'a baktı, Işık kafasını salladığında elini daha sert alnına çarptı. "Ben bu çocuğu çok fazla silkeledim de beyni ters mi döndü acaba?"

Işık kahkaha attığında Mutlu hiddetle Bartu'nun omzuna bir tane yumruk attı. O sırada hemen arkamızdan Önder'in, “Hoş geldiniz," diyen sesi yükseldi. O tarafa baktığımızda Önder gülümsüyordu fakat benim yüzümü görür görmez gülümsemesi silindi ve, “Vov," diye nefesini verdi. "Bartu mu yaptı bunu? Güzel çalışma."

"Ha?" Bartu, bir bana bir Helin'e bakarken konuyu ilk anlamadı daha sonra ellerini kaldırdı. "Hayır," diyerek nefesini verdi. "Daha neler. Helin'le dövüşmemiz için onun kadın olduğunu unutmam ve karşımda tamamen bir dövüşçü olması gerek ya da dünyanın en kötü insanı."

Önder, meraklı gözlerle bana bakarken Yankı "Önemli bir şey değil," dedi ve sesindeki umursamazlık fazlasıyla inandırıcıydı. Bir yandan da Önder'in konuyu bilmesini engelliyordu. "Daha sonra anlatırım. Nadir nerede?"

Önder tedirgin edici bir sesle, “Emin misin?" diye sordu sanki defalarca tekrar ettiği bir soruyu yineleyerek. "Nadir'in bu şekilde ölmesini mi istiyorsun?"

Yankı, işine karışılmasını sevmeyen bir ifadeyle Önder'e baktığında, Önder kaşlarını kaldırdı ve omzunu indirip kaldırdı. "Ne zaman emin olmadan bir adım attığımı gördün?" diye sordu. "Onu Tankut'a vermem gerekiyorsa vereceğim."

Başımı çevirip grubun diğer üyelerine baktım ve Bartu'nun kırgın gözlerle Yankı'ya baktığını gördüm, kızgın değil, kırgındı. Bunu her neden yapıyorsa Bartu'yu ezip geçmiş gibiydi. Lâl ve Mutlu ise Bartu'nun aksine ifadesizlerdi. Işık'ın gözleri, ikizine kaydı ve kaşları çatıldı; kendisinin bilmediği bir şeylerin ortada döndüğüne emin oldu.

Mutlu, parmaklarını ağzına doğru götürdü ve üç kere uzun uzun ıslık çaldığında çocukların pencereye doğru çıktıklarını gördüm ardından hepsi sevinçle bağırarak pencereden uzaklaştılar. Yanımıza geliyor olmalılardı.

"İBAK'a uğramamız gerekecek," dedi Yankı düz bir sesle. "Gideceğimiz yere bisikletlerle gidemeyiz. Kaç tane araba var şu an orada?"

Bartu'nun kaşları çatıldı, Mutlu'ya baktı. "Maalesef iki. Göt Mutlu, üçüncüsünü çarptıysa Önder onu tamire vermiştir."

"Boşal da semerini ye ayı," diyen Mutlu orta parmağını gösterdi. "Bana özel araba çalmadığın sürece her çaldığın arabanın içine girip kusacağım. Bak gerçekten bunu yapacağım."

Bakışlarımı onlardan ayırıp karşıya doğru baktığımda Önder'in beni izlediğini gördüm, yüzümdeki izlere bakarken kaşları havadaydı ve kendinden gizlenen bir şeyler olduğunu anlamıştı. Aynı ifadeyle ona baktığımda ona hesap vermeyeceğimi göstermek istedim.

Çocuklar kapıdan çıktılar ve yanımıza doğru koştuklarında Ferda'nın güzel yüzünü o kadar çocuğun arasında tanıdım. Ellerini çırparak bana doğru ilerlediğinde gözlerindeki sevinç ve heyecan her halinden anlaşılıyordu. Kollarımı açıp ona doğru hızlı adımlar attığımda beni şaşkına uğratacak bir an yaşandı ve Ferda, beni görmezden gelerek Yankı'nın bacaklarına sarıldı hatta en başından beri beni görmediğini anladım. Kollarım iki yana açılmış şekilde öyle kaldığımda Yankı güldü ve olduğu yerde çöküp ellerini Ferda'nın omuzlarına koydu.

"Yankı!" dedi Ferda sevinçle. "Masal kitabını almaya mı geldin?"

Kaşlarım çatıldı ve açtığım kollarımı önümde bağlayarak onları izledim. Yankı, göz ucuyla bana baktı ardından bütün dikkatini Ferda'ya vererek, “Hayır, bu sefer senin için gelmedim cimcime," dedi. "Kitabı okuttun mu birine?"

Ferda, heyecanla başını olumlu anlamda aşağı yukarı salladı ve utançla gözlerini kaçırdı. "Gizem abla yarısına kadar geldi. Masal kitabının içinde de bir prens var ve o prensin adını sevmediğim için ben Yankı koydum. Prenses de Ferda." Eliyle yaşça ondan daha büyük bir kız çocuğunu gösterdi, o Gizem olmalıydı. "O isimleri değiştirerek okuyor. Prens ve prenses ikimiz olduk."

Yankı, içten bir şekilde gülümsedi ve bir baba gibi Ferda'nın saçlarını okşadı. "Bu prens neler yapıyor peki?"

"Senin gibi," dedi yere bakarak. "Kahraman o da. Sen de kahramansın. Sonunda prensesi kurtaracak biliyorum," omzunu indirip kaldırdı, "ama yine de dinlemesi zevkli oluyor."

Yankı, Ferda'nın burnuna parmağıyla dokundu. "Bütün prensesler kurtarılmayı hak eder," dedi. "Sen hepimizin prensesisin."

Ferda, kırgınlıkla geriye doğru bir adım attı ve omzunu silkti. "Ben sadece senin prensesin olmak istiyorum ama."

Yankı gülümsediğinde daha fazla dayanamayarak, “Ferda," dedim merakla. "Yankı'yı görünce beni unutmaya başladın bakıyorum da?"

Ferda, sesimi duyunca hiç şaşırmadı ama arkasına da dönüp bana bakmadı. "Seninle konuşmuyorum ben," dediğinde bir daha omzunu silkti. "Öğlen Yankı geldi ama sen gelmedin. Seni sorduğumda 'bir daha gelip gelmeyeceğini bilmiyorum' dedi. Bizi terk mi edeceksin?"

Yankı'nın Ferda'nın sorusundan sonra yüzündeki gülümseme silindi ve çöktüğü yerde doğrulup donuk bakışlarla bana baktı. "Hayır," dediğimde ona doğru ilerledim ve hızlıca önünde eğilerek ellerini tuttum. "Seni asla terk etmem."

Ferda, yerde olan bakışlarını kaldırdı ve yüzümü gördüğünde ilk önce şaşkınlıkla bana baktı daha sonra korkarak geriye doğru bir adım atmak istedi, onu tutuyordum. "Bunu sana baba mı yaptı?" diye sordu Tankut'u kastederek. "O hep bunu yapar."

Benden korkması, canımı yaktığında yüzümü ondan gizlemek istiyormuş gibi doğruldum ve bakışlarımı başka yöne çevirerek, “Hayır," dedim. "Sadece bir kaza geçirdim."

Ferda, Yankı'nın arkasına doğru geçtiğinde ve kendisini benden gizlediğinde yüzümden ziyade, Tankut'tan korktuğunu anladım. Kafasının içinden ne geçiyordu bilmiyordum ama benden kaçmak istiyor gibiydi, bu benim de kendimden kaçmak istememe neden oldu.

"Sahiden bunu sana kim yaptı?" Arkamdan Önder'in sesi yükseldiğinde sorgulayan bakışları yerindeydi. "Bizimkiler sana bunun yapılmasına nasıl izin verdi?"

“Onların izin verebileceği bir durum yoktu,” dedim hızlıca. “Benim kendi tercihimdi.”

“Nasıl yani?” diye sordu Önder. “Ne oldu?”

"Her neyse," diyen Yankı'nın sesi aramıza girdi ve Önder’in lafı ağzına tıktı. "Nadir nerede?"

"İBAK," dedi Önder ve Yuva'nın sağ tarafına doğru yürüdü, Yankı’nın konuyu kapatmaya çalıştığını ise anlamıştı. "Orada sizi bekliyor."

Hep beraber Önder'in gittiği yöne doğru yürümeye başladığımızda başımı çevirip Ferda'ya doğru baktım fakat onun çoktan beni unuttuğunu ve yanında kendisiyle hemen hemen aynı yaşlardaki başka bir arkadaşıyla güldüğünü gördüm. "Merak etme," dedi hemen yanımda yürüyen Yankı. "Senden korkmadı, sana bunu yapanlardan korktu."

Yüzümü buruşturdum ve gözlerimi karşıya doğru çevirdiğimde, “Çok mu çirkin görünüyorum?" diye sordum. "Ya da çok korkutucu?"

Yankı'nın başını çevirip bana baktığını hissettim ama ben ona bakmadım. "Patlamış bir göz ve dudak, şişmiş elmacık kemiği, morluklar, çizikler..." Derin bir nefes verdi, devam edecek gibi oldu ama sonra sustu.

"Ve?" diye sordum. "Evet, çok çirkin görünüyorsun diyecektin galiba?"

"Hayır," diye karşılık verdi. Beklediğimden daha uzun süre bekledi, sonra devam etti. "Yine de gözüme çirkin görünmüyorsun, diyecektim." Başımı çevirip ona baktığımda gözleri kısılmıştı.

"Belki de senin gözlerin bozuktur," dedim omzumu silkerek. "Kime sorsak berbat göründüğümü söyler. Üzmemek için doğruyu söylemiyorsun."

"Belki de ne olursa olsun, neye dönüşürsen dönüş benim gözlerim seni güzel görüyordur," dedi tarif edemeyeceğim kadar etkileyici bir sesle.

Dudaklarım aralandı. "Beni güzel mi buluyorsun?" diye sordum şaşkınlıkla.

“Güzelsin,” dedi hızlı bir şekilde. Bakışlarındaki ifade değişti sonra kaşları çatıldı. "Seni güzel buluyorum. Liderin olarak," dedi. Gülümsemesi bu sefer içtendi. "Liderin olmadığımda ise evet, berbat ve çirkin görünüyorsun, Helin. Ama ben senin liderinim, bu hiç değişmeyecek."

Ben de ona gülümsedim ve Yuva'nın arka tarafındaki bir garajın önüne geldiğimizi fark ettim. Yanıp sönen ışıklı tabelada yazan İBAK gözlerime çarptı. "Daha neler," diye mırıldandım. "Bunu gerçekten yaptınız mı?"

Mutlu, omzuyla omzumu itekledi. "Bartu, yaptırdı. Bakma beni dinlemiyormuş gibi davrandığına. Egosunu okşamama bayılıyor. Ona gerçekten Grey'miş gibi hissettiriyorum." Derin bir nefes verdi. "Lâl onu abisi gibi, o beni kardeşi gibi görür. İmkansız aşklar silsilesi. Siz sevişseniz bu lanet kalkacaktı da ikinizin de çükü kalkmıyor artık birbirinize."

"Mutlu sana kötü bir haberim var," diye homurdandım. "Benim çüküm yok."

Mutlu gülerek garajdan içeriye girdi. "Helin sana güzel bir haberim var," dedi. "İstersen sana çükümü verebilirim."

Kısık bir sesle kıkırdadığımda başım garajın içine doğru döndü ve iki tane lüks arabanın yan yana durduğunu gördüm. Gözlerim şaşkınlıkla açıldığında o arabalardan bir tanesini hatırlıyordum fakat diğeri hakkında bir fikrim yoktu. Bartu, Lâl'i bile boş verdi ve arabalarına, çocuklarının yanına yürüyormuş gibi ilerledi. "Bebeklerim," dedi içten bir sesle. "Siz kirlendiniz mi?"

Mutlu, alnına vurup, “Hashtag Bartukıçımınkenarı için şu kadar önemli olamadım," diye dalga geçti. "Ama yine de kaslarına düşüyorum be adam."

Garajın başka bir kapısı daha vardı ve o kapının nereye açıldığını merak etmiştim. Sağ tarafa başımı çevirdiğimde Nadir'i vücudu arkasındaki duvara yaslı bir şekilde durduğunu gördüm. Gözleri bizim üzerimizde gezinirken Yankı direkt olarak onun yanına gidip omzunu sıktı ve bir şeyler konuşmaya başladı. Daha da kötüleşmişti ve hiç hali yok gibiydi.

"Şu kapı nereye açılıyor?" diye sordum Işık'a doğru, Nadir'in üzerindeki dikkatimi dağıtarak. Ona bakarken kalbim bile atmak istemiyordu, kalbim bile ona yapılanlar için kendini cezalandırmak istiyordu.

"Önder'e ait laboratuvar," diye açıklamada bulundu. "Ve küçük hastanemiz. Normal hastaneye gidemeyeceğimiz yasa dışı işler yapıp yaralandığımız durumlarda kendi hastanemize geliriz, hepimizin önceden verdiği kanlarımız orada var mesela, Lâl'in kanını bu şekilde sana vermiştik. Önder'in eşinin doktor olduğunu biliyor muydun?" Kafamı olumsuz anlamda iki yana salladığımda gülümsedi. "Daha bizim hakkımızda bilmediğin çok şey var Helin. Zamanla tanıyacaksın ama kısacası burası bizim dünyamızdır. Zorunda kalmadığımız sürece kendi dünyamızın dışına çıkmayız."

Önder'e ait laboratuvar. Bu kısım dikkatimi çekmişti, orada neler yaptığını da merak etmiştim fakat bunu Işık'a soramadım. "Hiç bu dünyadan sıkılmadın mı?" diye sordum Işık'a. "Hiç normal bir hayat yaşamak istemedin mi?"

Işık, bakışlarını benden kaçırdı ve Bartu'nun arabasına tüküren Mutlu'ya bakarak, “Ben onun olduğu her dünyaya varım," dedi. "Onun olmadığı bir dünyada da yaşayamam. Biliyor musun, burada olmamın tek nedeni Mutlu. Önder aslında onu istiyordu fakat Mutlu'nun beni bırakmayacağını anladığında beni de yanına almak zorunda kalmıştı." Acıyla gülümsedi. "Önder için Nöbetçilerin en önemsiz kişisi benim, en görmezden geldiği kişi. Hatta o silahıyla bana işkence etmesinin en büyük sebebi de beni vazgeçirip kaçırmaktı. Kaçmadım." Güçlü bir şekilde omuzlarını dikleştirdi. "Kalbime, vücuduma çok büyük zararları oldu ama kaçmadım. Hâlâ o zararların bedellerini ödüyorum."

Önder, elinde deri bir çantayla garajın ortasına yürürken ona büyük bir nefretle bakıp, “Ondan gün geçtikçe nefret ettiğimi hissediyorum," diye mırıldandım. "Size yaptıkları affedilemez."

"Nefret berbat bir duygudur," diyen Işık'ın gözleri bana döndü. "Birinden nefret edersen o kişiyi hayatının merkezine koyarsın ve durmadan o nefret için nefes alırsın. Ben ondan nefret etmiyorum sadece onun gibi, ben de onu görmezden geliyorum. Ben önemsizim ama Mutlu için önemliysem sorun yok."

Işık’ın bu cümleleri bana Patron’u anımsatmıştı, o da her zaman nefret duygusuna yer vermememiz gerektiğini savunurdu.

Bakıldığı zaman Koza ve Işık’ın benzerlikleri de fazlasıyla mevcuttu, bu tuhaftı.

Ona gülümsediğimde elimle kolunu tuttum. "Sen olmasaydın ölebilirdim," diye mırıldandım. "Sen olmasaydın yaralarım da iyileşmezdi. Önemsiz değilsin, bilmiyorum bunun senin için ne kadar önemi var ama benim için de önemlisin."

Işık da gülümsediğinde Yankı'nın, “Işık, Helin," diye seslenmesi aramıza girdi. İkimiz de ona baktığımızda Önder'in çantasının önünde eğilmiş başıyla bizi yanınıza çağırıyordu. Bartu, Lâl ve Mutlu hemen yanındaydı. Birkaç adım atıp onların yanına gittiğimizde çantanın içindeki silahları gördüm. Yankı, silahlardan birisini Bartu'ya uzattı ve Bartu'nun gözleri şaşkınlıkla açıldı. "Kendini son yaptığından sonra affettirmek için adım atabilirsin," dedi. "Ben izin vermeden silahını kullanmayacaksın ve Lâl'i koruman için bu silah verildi."

Bartu, heyecanla silahı aldığında parmaklarının arasında döndürdü. "Yani silahları kullanacağız bugün?" Bakışlarını Nadir'e çevirdi. "Onu vermeyeceğini biliyordum."

Yankı, Bartu'ya ters bir bakış attığında Nadir'in yüzündeki ifade huzursuz bir hal aldı. Silahlardan birisini Işık'a uzatıp, “Sadece Mutlu'yu kollayacaksın sen de," dedi. "Zamanı geldiğinde ne olduğunu anlayacaksın zaten."

Sonra bana baktı, siyah silahı çıkarıp bana doğru uzattı. Bartu'dan daha fazla şaşırdığımda, “Bu grupta benden sonra en iyi nişancı sensin," dedi. "İkinci eğitimimizde seni daha iyi bir nişancı yapacağım ama şimdilik bu kadarı da yeterli." Aynı şaşkın ifadeyle yüzüne bakarken uzattığı silahı elinde kaldı. "Alsana şunu," dedi kaşlarını çatarak. "İstemiyor musun?"

Yutkundum ve elinden silahı alırken, “Sadece şaşırdım," dedim. "Silah kullanmamı istemeyecek kadar bana güvenmiyordun."

"Silahı doğrulttuğunda bizi değil kendini vuruyorsun," dedi ve çöktüğü yerden ayağa kalktı. "Test edildi, onaylandı. Bizi vurmayacağına inanıyorum."

"Ama kendisini vurmayacağı konusunda güvenmiyoruz," diyen Bartu tedirgindi. "Bir anda bunu yapmaz değil mi?" Gözleri bana döndü. Endişe miydi bakışlarındaki? “Yapmazsın değil mi? Kendine zarar vermezsin değil mi?”

Yankı'nın kaşları çatıldı. “İşte bu konuda diyebilecek hiçbir şeyim yok."

Elimi kaldırıp izci selamı verdim. "Kendimi bir daha vurmayacağıma söz veriyorum," diyerek gülümsedim. "Liderime karşı gelmeyeceğim."

"Karşı gelirsen liderin olarak seni tam dizinden vururum ve sakat bırakırım," dedikten hemen sonra yüzünü buruşturdu. "Sonra liderin olarak da sana bakmak zorunda kalırım." Gözlerini devirdi. "Helin, her türlü başıma dert açıyorsun, ne yapacağım ben seninle?"

"Öhöm öhöm." Mutlu'nun sesiyle bakışlarım ona döndü. "Gözümüzün önünde seviştiniz, beş de çocuk yaptınız. Devam ederseniz porno izler gibi sizi izlemeye devam edeceğiz." Yankı'nın omzuna yumruk attı. "Gözlerin çok seksi bakıyor beybeğim. Bakışların çocuk doğurtur."

"Mutlu," diyen Bartu ensesine bir tane vurdu. "Yine ve yine ve yine çok konuştun. Hem de çok."

Yankı, Mutlu'nun söylediklerini duymazdan geldiğinde çantanın içinden iki tane silahı çıkardı ve beline sıkıştırdıktan sonra arabaları işaret etti. Lâl ile Mutlu'ya silah vermemişti. "Bartu, Mutlu, Işık ve Lâl. Siz Tankut'u almaya gideceksiniz. Ben, Helin ve Nadir direkt buluşma noktasına gideceğiz. Mutlu yeri biliyor."

Mutlu asker selamı verdi. "Eyvallah Lider Yankıtu, Prens Mutluga tamamen hazır. Hazırız. Ben, silahım, çüküm ve cesaretim."

"Çükün ne alaka şimdi amına koyayım?" diye sordu Bartu. "Her konuya dahil etmesen olmaz mı?"

"Ah benim minik kurbağam," dedi Mutlu hayranlıkla. "Silahımın şarjörü biterse başka bir silahımın olduğunu belli etmek için söyledim. Çılgınlar gibi ateş eder."

Yankı, gülerek Mutlu'yu omzundan hafifçe itekledi ve arabalara doğru ilerledik. "Uygun adım, Prens Mutluga," dedi. "Konuştuklarımızı unutma. Sana güveniyorum."

Mutlu, içten bir şekilde güldü. Onlar gri arabaya bindiklerinde biz de siyah olana bindik. Nadir arka koltuğa yerleşti, ben yolcu koltuğuna oturdum. Önder, ortalarda görünmüyordu fakat oradan çıkarken aynadan garajdaki diğer kapının açık olduğunu gördüm.

Önder'i sevmiyordum, sevmeyecektim ve onu hiçbir zaman anlamayacaktım. Işık'ın söyledikleri, ona karşı bu hislerimin daha fazla artmasına neden olmuştu. Başlarda bir baba görmüştüm onu ve şimdi yine baba gibi görüyordum ama iyi bir baba değildi; kötü bir babaydı.

Yola çıktığımızda dikiz aynasından Nadir'e doğru baktım ve sessizlikle yanındaki camdan dışarıya izlediğini gördüm. Eli çenesindeydi ve derin düşünceler içerisindeydi. Her ne düşünüyorsa yüzü düşmüştü. Kendi ölümünü mü düşünüyordu? Kaç günü kaldığını? Aldığı nefeslerinin sayısını?

Bir an kendimi onun yerine koydum ve bana karşı öfkeli olabileceğini hissettim çünkü hapishanede kendimi vurduğumdan beri benimle göz teması kurmamış, konuşmamıştı. Birisi ona kendime yaptığımı söylemiş olmalıydı, bu kişi de Önder'den başka kimse değildi. Onun canı gitgide yok olurken, ben kendi canımı isteyerek yok etmeye çalışmıştım.

"Nadir," dediğimde beni duymadı, daldığı düşünceler onu rahat bırakmadı. Tekrardan, “Nadir," dedim yüksek bir sesle ve bakışları dikiz aynasındaki gözlerime odaklandı. "Kendini nasıl hissediyorsun?"

Omzunu indirip kaldırdı. "İyiyim ama yorgunum, efendim. Sadece uykum var."

"Ben de uyumayı çok severim," dedim gülümseyerek. "Bir aralar bütün gün uyurdum ve yataktan hiç çıkmazdım." Nadir, cevap vermedi ve başını tekrardan cama doğru çevirdi. Düşündüğüm gibiydi, öfkeliydi ve belki de gözünde hiçbir değerim kalmamıştı. “Bana öfkeli misin?”

Pencereden dışarıya bakmaya devam ederken, “Haddim değil, efendim," dedi büyük bir saygıyla. "Ama bana kalırsa suçlu olduğunuz büyük konular var."

"Ne gibi?" Soruyu soran Yankı'ydı. Tek eliyle direksiyonu tutarken, diğer eliyle cebinden sigara paketini çıkarıyordu. Nadir, tedirginlikle Yankı'nın gözlerine baktığında Yankı kafasını salladı. "Bizim yanımızdayken düşüncelerini rahatça dile getirebilirsin Nadir, kimse sana kızmaz. Bizim için kıymetlisin."

Duraksadı, derin bir nefes aldı ve boğazından çıkan hırıltılı sesle öksürdü. "İşte bu yüzden," dedi öksürüklerinin arasından. "Ben yaşamak için çabalıyorum ama o ölmek için çabaladı. Bu çok büyük bir suç değil mi?"

Sorusu, uzun bir süre düşünmeme neden oldu ve arabanın içindeki sessizliği Yankı'nın çakmağından çıkan ses bozdu. Birkaç dakika sonra, “Suç," dedi Yankı. "Haklısın. İntiharı, gideceği başka bir yolu olmadığını düşünenler tercih eder Nadir. Ama dinle, her zaman başka bir yol vardır." Gülümsedi. "O yolları göremeyeceğin kadar karanlıkta mısın? Bir sokak lambasıyla o yolu aydınlatırsın. Görünürde hiç mi yol yok? O yolu kendin çizersin."

Nadir'e söylüyordu ama daha çok beni hedef alıyordu. "Benim artık yolum yok," dedi. "Yeni bir yol çizemeyeceğim, efendim. Bu imkânsız."

"Biz seninle imkânsızı başaracağız, Nadir," dedi Yankı umutla. "Ben senin için her şeyi yapacağım, imkânsızlığın içinde bir sokak lambası yakacağım. Sen sadece kendine inan, kendinden vazgeçme."

Nadir'in gözlerine umut ulaşsın istedim, kalbi o umudu hissetsin istedim ama öyle olmadı; gözlerini tekrardan pencereye doğru çevirdiğinde göz kapakları kapandı. Yankı'nın cümleleri, bana bile umut olurken, Nadir'e umut olmadı ama inandım. O Yankı'ydı, imkânsızlığı bile silerdi, umutsuzluğu umuda dönüştürürdü. Nadir'i yaşatırdı, bunu başarırdı.

"Nadir hakkında bir planın var," dediğimde turkuaz gözleri, karşısındaki yoldaydı. "Her zaman bir yolun var. Her zaman yapabileceğin bir şeyler var. Her zaman başkalarına dağıtacağın umutların var. Sanırım seni tanımaya başlıyorum, Yankı Sarca."

"Ya da tanıdığını sanıyorsun," dedi Yankı göz ucuyla bana bakarak. "Bunlar benim gösterdiklerim. Her gösterilene inanıyor musun? Bu senin sürekli kandırılmana neden olur."

Kaşlarım çatıldı, profilini incelerken uzun kirpikleri gözlerinin altına gölge düşürüyordu. Yanından geçtiğimiz sokak lambaları arada sırada yüzünü aydınlatıyor daha sonra karanlığa gömülüyordu. "Göstermediklerini de bazen görebiliyorum," dediğimde nedense öfkelenmiştim. "Bana kızgınsın hatta beni suçluyorsun."

"Neden?" Bakışları bana döndü. "Neden sana kızgınım Helin? Neden seni suçluyorum?"

"Çünkü," duraksadım ve gözlerimi yanındaki pencereye doğru çevirdim. "Çünkü Caner'den hoşlanmıyorsun ve onunla gitmem yanlıştı."

Yankı gülerek, “Kendi düşüncelerini, benim düşüncelerimmiş gibi yansıtmaktan vazgeç," dedi. "Bunu düşünen sensin ama kendine yediremiyorsun, ben düşünüyormuşum davranıyorsun. Kendini bir noktada suçsuz bulmaya çalışıyorsun, nedenler üretiyorsun ama içten içe kendine verdiğin yanıtların seni suçlu çıkarıyor." Çenesini havaya kaldırdı. "Bu mahkemeyi biliyorum, insanın kendisiyle olan en zor mahkemesidir."

"Neymiş o?" diye sorduğumda haklı olması, beni benden daha iyi tanıması canımı sıktı.

"Vicdan mahkemesi," dedi. "Defalarca o mahkemeye çıktım ve bir kere bile suçsuz çıkmadım. İşin en kötü tarafı da neydi, biliyor musun? Benim mahkememin cezası, idamdı. Vicdanım benim boynuma defalarca balta vurdu." Bakışları bana döndü. "Sen de suçsuz çıkmayacaksın kendi mahkemenden. Umarım vicdanın benimki kadar acımasız değildir."

Farkında değildim ama haklıydı.

İçimdeki hesaplaşmamı durmadan geri plana atsam da savaş içerisindeydim, bir tarafın elinde idam ipi var gibiydi diğer tarafım ise bağırarak kendini savunuyordu. Cehennemde defalarca azap çekip o azapların defalarca tekrar etmesi gibiydi ama bir sonuca ulaştıramıyordum. İkiyüzlüydüm ve o iki yüzüm de mahkemenin ortasındaydı.

Vicdan mahkemesinin ortasında.

Kendi acımasızlığımdan, kendime vereceğim cezamdan korktuğum için defalarca bu mahkemeyi erteliyordum fakat Yankı benden önce fark etmişti. O beni tanımaya başlamamıştı, o beni artık tanıyordu ve bu kendime kızmama neden oldu. Ben mi çok açıktım, o mu çok akıllıydı? Ben mi çok dikkatsizdim, o mu fazla dikkatliydi? Ben neden onu tanıyamıyordum? Bencil miydim? Sanırım bencildim, kendi sorunlarımla boğuşmaktan, kendi yollarıma bakmaktan onun gösterdiklerinden daha fazlasını anlamaya çalışmamıştım.

"Belki de senin söylediğin gibi seni tanımıyorumdur," dedim. "Ama seni tanımak istiyorum. Bilmiyorum bu söylediğim hakkında ne düşüneceksin ama seni tanıdığımı düşünmek bile yollarıma sokak lambası oldu." Araba, sağa doğru döndüğünde liman tarzı bir yere geldiğimizi gördüm; karşımızda deniz vardı ve yük gemileri. Yolun kenarına doğru yavaşça sürerken onun cevap vermesini bekliyordum ama o yüzüme bile bakmıyordu. "Söylediklerimden sonra seni tanımama hiç izin vermeyeceksin değil mi?" diye sordum.

Araba durduğunda Yankı'nın eli kapının koluna doğru gitti fakat bir anda elim kolunu tuttu. Bakışları bana döndüğünde, “Bak, zamanı geri alamazsın," dedi. "Ve benim hafızam öyle kuvvetlidir ki zaman silinir, hafızam canlı kalır. Sen eğitilmek için geldin, ben de seni eğiteceğim. Bundan daha başka bir ihtimalimiz var mı?" Soruyu sorduktan sonra hızlıca devam etti. "Yok, sen de bunu söyledin. Bu yüzden konuyu kapat."

Arabanın kapısını açtı ve elim kolundan düştüğünde arabadan indi. Denizin kenarına doğru yürürken, arkasından baktım ve arabada oturmaya devam ettim. Nadir konuşana kadar onun varlığını bile unutmuştum ama o "Yankı abiyi kırmışsınız, efendim," dedi. "Ve o, bunu hak edecek birisi değil."

"Biliyorum." Gözlerimi sıkıca yumdum ve başımı önüme eğdim. "Zamanı geri alma şansım olsaydı alırdım, ona o cümleleri kurmamalıydım."

"Neden kurdunuz efendim?"

"Çünkü Caner'i inandırmam gerekiyordu," dediğimde Nadir hızlıca sözümü kesti.

"Başka?"

Gözlerim açıldı, bakışlarım ona doğru döndü ve dikkatli bir şekilde bana baktığını gördüm. Nadir, başka bir mahkemenin içinde gezindiğinde ben de o mahkemeyle yeni tanışıyordum. "Çünkü Yankı'ya söylediklerime benim de inanmaya ihtiyacım vardı," dedim kısık bir sesle. "Kendime söylediklerimi kabullendirmeye ihtiyacım vardı. Kendimi durdurmam gerekiyordu. Söylediklerimi gerçek kılmalıydım. Ve aslında Yankı bana iyi olmasın istedim, o bana kötü davransın istedim, ben yapamıyorsam o benim yolumdaki lambaları söndürsün istedim. Ama ne o istediğimi elime verdi, ne de ben bir şeyleri kabullendim. Aksine kendimi pişman hissediyorum. Bu iğrenç bir his. Ne yapacağım? Onu kırmış olmak çok kötü. Vicdanım sızlıyor."

"Onu tanımak istediğinizi söylediniz." Bakışlarım Yankı'nın bize dönük olan sırtına kaydı. Yine sigara içiyordu, denize bakarken bir eli cebindeydi. "Zamanı geri alamazsınız ama tekrardan tanışabilirsiniz bence," dedi Nadir sanki öylesine bir konudan bahsediyormuş gibi. "Normal insanlar gibi davranın. Hiçbir şey yokmuş gibi onun karşısına geçin ve bunu ona söyleyin. Başkaları birini tanımak istediklerinde ne yaparlar bilmiyorum efendim, hayatımın çoğunu işkenceyle geçirdim ve hiçbir insanla tanışmadım ama siz biliyorsunuzdur, o insanlar gibi davranın."

"Bilmiyorum," diyeceğim sırada aklıma bir fikir geldi ve gözlerim açıldı. Mutlu'nun sesi kulaklarımda çınladı. Nadir'in söyledikleri aklıma kazındı. Onu anlamak için ikimiz de normal hayatlar sürüyormuşuz gibi davranacaktım. Onunla tekrardan tanışacak, bir şekilde artık onun göstermediklerini de görecektim.

Arabadan indiğimde Nadir de benimle beraber arabadan indi ve beraber Yankı'ya doğru yürümeye başladık. Omzunun üzerinden bize doğru baktığında, “Birkaç dakikaya gelirler," dedi. "Nadir, söylediklerimi unutmadın değil mi?"

"Unutmadım, efendim." Yankı, başını salladı ve bana bakmayarak vücudunu yola doğru çevirdi, Tankut'la beraber diğerlerinin gelmesini bekledi. Başka bir sigara daha yaktığında yanına doğru birkaç adım daha attım.

Ya çok aptalca düşünüyordum ya da en doğru kararı veriyordum bilmiyorum ama onu tanımak için atacağım adımdan neredeyse sonuna kadar emindim. Üzerinde düşünürsem kendimi vazgeçirirdim, üzerinde düşünürsem aptallık olduğuna karar verirdim bu yüzden düşünmek istemedim.

Normal insanları çok tanıdığım söylenemezdi ama filmleri izlemiştim. O filmlerdeki insanlar hep normaldi, ben de olabilirdim, biz de olabilirdik.

Kendimize fırsat tanımalıydık.

Omzumun üzerinden ona baktığımda ihtiyacım olan cesaretti. Yeniden tanışmak. Bunu başaracaktım. Ona dikkatli bir şekilde bakarken, “Yankı," dedim. Yüzü ifadesizdi, gözlerini bile kırpmıyordu.

"Geliyorlar," dedi ilerideki gri arabayı göstererek. "Helin, ben ne dersem onu yapacaksın ve yanımdan ayrılmayacaksın."

"Yankı," dedim tekrardan ve ona biraz daha yaklaştım. "Sana bir şey sormam gerekiyor."

"Sor," dedi ama dikkati tamamen yaklaşan arabadaydı. Dakikalar belki de saniyeler sonra araba duracaktı, içinden diğer Sokak Nöbetçileri ve Tankut çıkacaktı. İlk defa kendimi bu kadar cesur, ilk defa kendimi bu kadar güçlü hissediyordum. Bütün kuvvet elimde gibiydi, bir daha bu olamazdı. Bir daha böyle hissedemezmişim gibi geldi.

Ve ilk defa ben, bendim. Maskesiz, içimden geldiği gibi. Kalbimin üzerindeki duyguya hiçbir leke bulaşmamıştı; o duygu için yaşayabileceğimi bile hissettim.

"Hiç sırası değil, yeri de değil, biliyorum," dediğimde vücudumu ona doğru döndürdüm ve derin bir nefes verdikten sonra tam karşısına geçtim. "Benimle çıkar mısın?"

Arabanın fren sesleri geldi, Yankı'nın dikkatli bakan gözleri birkaç saniye sonra irice açıldı ve donuk bakışları bana döndüğünde dudaklarının arasındaki sigara şaşkınlığından ötürü neredeyse düşecekti, dudakları aralanmıştı. Nadir, hayal kırıklığına uğramış gibi eliyle ağzını kapattığında neyi yanlış anladığımı bilmiyordum. "Ne?" dedi tek solukta. "Nereye?"

"Çıkmak işte," dedim gözlerinin içine bakarak. "İnsan ilişkilerinden anlamıyorum ama bu zamana kadar beni tanımak istediğini söyleyen herkes bana bu saçma soruyu sordu, filmlerde de böyle oluyor. Ben de sana soruyorum. Benimle çıkar mısın? İki normal insan gibi. Sinemaya gideriz belki sonra kahve içeriz. Hiçbir şey yokmuş gibi sohbet ederiz. Benimle çıkmaz mısın? Çıkarsın bence. Ben sen olsam benimle çıkardım."

Nefes bile almıyormuş gibiydi ve donup kalmıştı. Ona bu cümleyi ilk kuran kadın ben değildim, bundan emindim ama hiç beklemediği yerden onu vurmuş, hiç ummadığı anda kıskıvrak yakalamıştım.

O an gördüm, bakışlarındaki şaşkın ifadenin yanına masum olan başka bir duygu daha oturdu. Ya bu benim zihnimin bir oyunuydu, hayal görüyordum ya da Yankı sarca o gün ilk ve son defa gerçekten utanmıştı.

Ben Yankı Sarca’yı utandırmıştım.