Bazı ilkler son kez yaşanırdı ve bazı sonlar ilkler kadar acıtmazdı.
Kendimi son kez yaşanan bir ilkin içinde gibi hissediyordum. Bu ilk, kendimi siyah bir paltonun içinde gizlediğim ve o paltonun yakalarına taktığım ihanet rozetlerimin yere düşmesiyle oluşmuştu.
Yankı bana sarılmıştı, hayatım boyunca istediğim birisi ilk defa bana sarılmıştı. Birinin kolları arasında olmanın güven verdiğini okumuştum, duymuştum, izlemiştim fakat bu his güven gibi değildi. Bu his bana donmak üzere olduğumu hatta çoktan buz kestiğimi ama Yankı'ya sarılınca kurtulduğumu, eridiğimi, çözüldüğümü hissettirmişti.
Bu his bana bir insanın başka bir insanı donmaktan kurtaracağını göstermişti ve bunun belki de Yankı'nın kollarıyla ilgisi yoktu. Uzun zamandır, dünyaya gözlerimi açtığımdan beri farkında olmadan donmak üzere olabilirdim çünkü bütün duygulara öylesine yabancıydım ki tanımlayamadığım duygularım bile sıcaklık karşısında çözülmeye başlamıştı.
Donmak üzere olduğunda uyursan ölürsün, derlerdi. Şu zamana kadar uyuduğumu yeni anlıyordum fakat tekrardan dirilmek benim için zor olmamıştı.
Boynuna o kadar sıkı sarılmıştım ki parmaklarımın ensesindeki saçlara dokunduğunu yeni kavrayabiliyordum. Parmaklarımın ucuna yükseldiğim yerde dizlerim titriyor, Yankı bana sarılmasa yere düşeceğimi biliyordum. Aşağıda tuttuğum kolumda öyle şiddetli bir acı vardı ki tahammül edemeyeceğim bir düzeye gelmişti fakat yine de ondan ayrılmadım ve sıkıca kapattığım gözlerimden acıdan dolayı yaşlar akmaya devam etti.
Kolları belimdeydi ve sıcak avuçları sırtıma baskı yapıyordu. Kokusunu alamıyordum çünkü nefesim kesiliyordu. Tek bildiğim boynunun sıcaklığıydı, yanağıma değiyordu. Kalbinin atışını ise göğüs kafesimde hissediyordum fakat benim acıdan dolayı ne kadar hızlı atarsa atsın onun sakin, düzdü.
Yetimhanenin içinde koşuşturmacalar olduğunu az çok işitebiliyordum ve adım sesleri gitgide bizim olduğumuz yere doğru yaklaşıyordu fakat ben yine de ondan ayrılmadım, o ise beni iteklemedi. Belki çok kısa bir zaman sürmüştü ama bana uzun yıllarımı almış ya da uzun yıllarımın körlüğüne renklerini vermiş gibi gelmişti.
Art arda adımlar çoğaldı ve içeriye birilerinin girdiğini hissettim. Yankı'nın başı hafifçe döndü. Gelen her kimse sırtımdaki elini çekti ve o kişiye karşı bir şeyler yaptı. Kim olduğunu bilmiyordum ama merak da etmiyordum.
Uzun saniyeler sonra, “Helin," dedi Yankı kulağıma doğru. Ensesinde duran elim omzuna doğru düştü ve parmaklarımın ucunda durmak yerine sağlam bir şekilde yere bastım. Başım göğüs kafesine yan bir şekilde geldi, gözlerim hafifçe aralandığında kapıya doğru baktım.
Bartu kapının önünde durmuş bize bakıyordu. Gözlerinde ne demek istediğini bilemeyeceğim bir ifade vardı ama yine biliyordum ki Yankı ne söylemek istediğini anlamıştı. O sırada içeriye Lâl girdi ve gözleri ilk olarak Bartu'ya kaydı sonra bize baktığında duvara çarpmış gibi duraksadı. Hareketleri yavaşladığında elinde tuttuğu bilgisayar çantası yerle buluştu. Donuk bakışları ilk defa değişti, Yankı'ya uzun uzun baktı ve kafasını yana doğru yatırdı.
Koşar adımlarla içeriye Mutlu girdi. "Neler oluyor burada?" Bartu'yla Lâl'in önüne geçti ve bizi gördü. Gözleri uzun süre bizi inceledi ve dudakları aralandı, şaşkınlık gözlerine ulaşırken, “Siktir be," dedi ve kapıdan geri çıktı. Birkaç saniye sonra tekrar girdi sonra, “Gerçek bu," dedi, gözlerini ovaladı. Bartu'yla Lâl ile göz göze geldiğinde ondaki şaşkınlık ikisinde de yoktu. "Hey," diye inledi onlara karşı. "Bu tablo karşısında neden bu kadar sakinsiniz, bu ne biçim fantazi lan!"
Yankı'nın elleri benden uzaklaştı ve ben de geriye doğru ağır bir adım atıp ona sarılmış olan kolumu çektim. O sırada vurulmuş olan kolum daha fazla sızladığından ötürü dişlerimin arasından acıyla inleyip elimi kanayan koluma bastırdım. Yankı, "Helin, kolundan vuruldu," dedi. Lâl dışında diğerleri bana doğru bir adım attı ama Lâl olduğu yerde durmaya ve Yankı'ya bakmaya devam etti.
"Nasıl?" diye sordu Bartu ardından bakışları restoranın içinde dolandı. Rasim'in ve Tankut'un bedeni yere serili şekilde duruyordu. Korumalar neredelerdi bilemiyordum ama burada daha fazla güvende olmadığımızın farkındaydım. "Güzide elimizden kaçtı. Çocukların hepsi silah seslerine uyandı ve aşağıda büyük bir kargaşa var. Polisler birazdan burada olur." Yankı'ya ters bir şekilde baktığında ürkütücü görünüyordu. "Yine bizi yaptığın bir plana dahil etmedin Yankı. Yine bize onlara zarar vereceğini söylemedin."
Neden gizleme ihtiyacı hissediyordu? Onlara gelecek herhangi bir zarardan bu şekilde koruyamazdı, bunu bilmesi gerekirdi. Yankı kafasını onaylarcasına aşağı yukarı sallayıp, “Bartu, sen Tankut'u al," dedi. Diğer söylediklerine cevap vermeyi reddetti. "Onu Önder'e götüreceksin."
"O orospu çocuğunu öldürmedin mi?" Bartu öfkeyle Tankut'un yere serilmiş bedenine doğru ilerlediğinde Yankı onun kolunu kavradı. "Amacın ne senin? Tankut'u mu koruyorsun?"
"Onun yaşaması gerekiyor, dokunma. Sana her şeyi anlatacağım ama şu an değil, zaman yok." Mutlu'yla göz teması kurduğunda Mutlu'nun gözleri benim kanayan kolumdaydı. "Işık nerede?"
"Aşağıda, çocukların yanında," dedi Mutlu ve dayanamayarak hemen yanıma geldi. Kirpiklerinin arasından bana bakarken ilk defa yüzünde alaylı ifadesi yoktu. "Bu nasıl oldu? Canın çok yanıyor mu?"
"Yaşaması mı gerekiyor?" Bartu elini saçlarına geçirdi ve arkasını Yankı'ya döndü. "O şerefsizin tek bir nefes almaya bile hakkı yok. O küçücük kızın bedeni morluklarla dolu, Yankı! Bu kadarı çok fazla anladın mı? Haddini bize bunları yapacağını söylemeyerek aştın zaten. Hep bunu yapıyorsun, hep siktiğim yerlerde kendini öne atıyorsun. Sıktı artık."
Yankı sakin bir sesle, “Bartu," diye mırıldandı. "Seninle şimdi burada tartışalım ve polisler mi gelsin?" Aralarında yine şiddetli bir gerilim oluşmuştu. "Biliyorsun, emin olmadığım hiçbir şeyi yapmam. Onun yaşaması gerekiyor." Ellerini bir ağabey edasıyla Bartu'nun omuzlarına koyup sıktı. "Tek bir çocuğu mu kurtarmak istersin yoksa yüzlercesini mi?" Bartu'nun vereceği cevap belli olduğu için hızlıca devam etti. "Bunun için Tankut'a ihtiyacımız var. Önder çaresine bakacak."
"Bartu," dedi Mutlu ve kaşlarının çatık olduğunu fark ettim. "Bilmiyorum farkında mısın ama aramızdan birisi vuruldu ve çok kan kaybetmişe benziyor. Tartışmayı sonlandırmalısın."
"Mutlu." Sesim o kadar kısık çıkıyordu ki duyup duymadığından emin olamadım, boğazım yanıyordu. "Daha önce de vurulmuştum, önemli bir şey yok." Son cümleden sonra yine acıyla inledim ve koluma sanki birisi kızgın demir bastırıyor gibi oldu.
Bartu, tartışmayı daha fazla devam ettirmeyerek Tankut'a doğru ilerlediğinde onun gergin sırtına bakıyordum. "Çıkalım buradan," dedi Yankı ve gözleri bana döndüğünde bakışlarında endişeli bir ifade vardı. "Kendini nasıl hissediyorsun?"
Ona doğruyu mu, yalanı mı söylemeliydim emin değildim bu yüzden sadece, “Bilmiyorum," demekle yetindim. Başım dönüyordu ve midem de bulanıyordu. Ayaklarımda yeterince kuvvet yoktu ve kolumu hissedemiyordum.
Tekrardan yanıma yaklaştığında bu sefer kokuları alabiliyordum ve restoranın içi keskin bir kan kokusuyla kaplanmıştı. Yan bir şekilde durduğunda eli belime kaydı ve benim bütün kuvvetimi kendine aldı. "Yürüyebilecek misin?" diye sorduğunda hızlı bir şekilde başımı aşağı yukarı salladım fakat bundan pek emin değildim. "Yaslan bana, dengeni ben sağlayacağım."
Ona yaslandım ve gözlerim yüzüne doğru tırmandı. Güven veren gözleriyle bana baktığında ona yaslanmaktan başka bir yolum yokmuş gibiydi. "Lâl," diye kısık sesle konuştu onun yanından geçerken. "Sen Bartu'yla kal ve yanlış bir şeyler yapmasını engelle, Tankut'u Önder'e götüreceksiniz."
Lâl'in gözleri benim koluma doğru kaydı ve uzun uzun baktıktan sonra hiçbir şey söylemeden yanımızdan geçip Bartu'ya doğru ilerledi.
Yankı'yla o şekilde restorandan çıkıp asansöre doğru ilerlediğimizde Mutlu hemen arkamızdaydı. "Mutlu, çocuklar nasıl?" diye sordu Yankı arkasını dönüp bakarak. O sırada birkaç küçük çocuğun köşelerden bizi izlediğini gördüm. Yetimhanedeki çocuklar ürkek bir şekilde bizim kim olduğumuzu çözmeye çalışıyorlardı.
"Kız olan uyuyor, erkek olan sonunu bekliyor." Mutlu kelimeleri kurarken canının yandığı belliydi. "Çok korkak bir çocuk Nadir. Bünyesi de çok zayıf. Onun için bir şeyler yapmalıyız."
Asansör bulunduğumuz kata geldiğinde Yankı oldukça düşünceli bir sesle, “Onun için çok geç olduğunu düşünüyorum, organları iflas etmeye başlamış olmalı," dedi. Başka bir şeyler söylemek istemişti ama ne diyeceğini bilemiyordu.
"Yine de onun için elimizden geleni yapacağız değil mi? Ona bir şey olursa Tankut'u kendi ellerimle öldürürüm, bunu yaparım Yankı." Öyle bir hale gelmişti ki kim olduğunu sorgulamak zorunda kalmıştım. Hep gördüğüm eğlenceli ve umursamaz Mutlu'dan eser yoktu. Tankut'u gerçekten öldürecekmiş gibi bakıyordu ve öldürürdü de bundan emin oldum.
Yankı zemin katın düğmesine bastı ve asansör aşağıya inmeye başladı. "Elbette." Elini kaldırıp Mutlu'nun kolunu kavrayıp sıktı. "O yaşasın diye gerekirse biz bir organımızı vereceğiz ama elimizden geleni yapacağız." Mutlu tebessüm etti ve içi rahatlamış bir şekilde başını kapıya doğru çevirdi.
Asansör zemin katta durduğunda ve kapılar iki yana kayarak açıldığında adımımı atmamla bir adamın vücuduna basmam bir oldu. Olduğum yerde irkildiğimde kolum da acıyla kasıldı ve dudaklarımdan inilti döküldü. "Bartu," dedi Yankı gözlerini devirip. "Yine temiz çalışmadın değil mi?"
Çocuklar bu katta daha fazla çoğalıyordu ve bizi gördükleri gibi yine köşelere kaçtılar fakat içlerinden direkt olarak bize bakanlar da vardı. Bir erkek çocuğu tam köşeden yere çökmüş elindeki çatalla bize bakarken kendini ve arkadaşlarını korumaya çalıştığını anlamıştım.
Yankı tam ortada durdu ve benimle Mutlu'nun da adımları durdu. "Çocuklar!" diye bağırdığında görünürde olan birkaç çocuk da kaçışmaya başladı. İçim acımıştı çünkü öylesine korkuyorlardı ki herkesi kendi düşmanları sanmışlardı. "Size zarar vermeyeceğim, yok mu bir sözcünüz?"
Her yetimhanede bir kişi daha kıdemli olurdu ve diğerlerinin sözcüsü olarak görevi devralır, ne istiyorlarsa dile getirirlerdi. Böyle bir ortamda büyümüştüm fakat Yankı'nın bunu nereden bildiğini kendi içimde sorgulamadan edemedim.
Yarım saniye sonra köşede çatal tutan çocuk ürkek adımlarla bize doğru yürümeye başladı. Adımları, yüzü, gözleri korkak olduğunu bağırıyordu hatta bedeni korkudan dolayı titriyordu fakat Yankı'nın karşısına geçip çatalı ileriye doğru tuttuğunda Yankı'nın gözlerine benzeyen masmavi gözleri parlıyordu.
Yankı, bana baktı ve Mutlu'ya işaret verdi. Mutlu benim ona yaslanmam için öne atıldığında Yankı vücudunu benden uzaklaştırdı ve erkek çocuğuna ilerledi. Çatalı biraz daha öne çıkardığında Yankı, adım atmayı bıraktı ve önünde eğilip onunla aynı boyda durdu. "Adın ne senin?" Sesinde öyle bir şefkat vardı ki hayran olmuştum.
"Neden?" dedi ve çatalı tutan eli titremeye başladı. "Bizden uzak durun, bize dokunmayın. Bizi öldürecek misiniz?"
"Hayır!" Yankı elini çocuğa doğru uzattı fakat çocuk geriye doğru kaçtı. Eli havada kalmış bir şekilde, “Size yardım etmeye çalışıyorum," diye mırıldandı. "Ama görüyorum ki senin bu kuvvetin, bu duruşun, bu korumacılığın varken bana bir ihtiyacınız olmayacak."
"Yankı'ya benziyor." Mutlu konuştuğunda başım ona doğru döndü ve sorgulayan gözlerle yüzüne baktım. "Yankı da böyleydi. Aramızda en tepkilimizdi ve en seslimizdi. Her zaman öne o çıkardı, biz geride kalıp korkardık. Kimse bize Yankı sayesinde dokunamazdı ama onun elinde çatalı bile yoktu. Bu yüzden onun canı bizi korurken çok yandı ve can yakamadı. Ayrıca o da en az bizim kadar korkuyordu."
Kolumdaki acının aynısını kalbimde hissettim ve bunun nedeni bir kurşun değil, bir çocukluktu.
"Bize dokunursanız sizi öldürürüm." Çocuk Yankı'ya güvenmemişti ama onu anlayabiliyordum, güvenmek istiyordu. Kimseye güvenmek istemediği kadar ona güvenmek istiyordu. "Başta onlar da böyle söylediler, bize zarar vermeyeceklerini söylediler ama verdiler!"
Yankı ellerini iki yana açtı. "Elindeki çatalı istediğin yere saplayabilirsin," diyerek ona vücudunu sundu. "Canımı istediğin kadar yakabilirsin. Yine de size zarar vermeyeceğim." Çocuğun titreyen eli yavaş yavaş durmaya başladığında gözlerine güven ulaşmaya başlamıştı ama yine de temkinliydi. "Çok korkuyorsun, biliyorum," dediğinde sanki kendisiyle konuşuyormuş gibiydi. "Çok korkuttular onu da biliyorum ama dinle, sana bir sır vereyim mi?" Çocuk cevap vermedi ama merakla beklediği açıktı. "Korkutulan çocuklar büyüdüklerinde korkutanlardan daha güçlü ve daha tehlikeli oluyorlar. Daha güçlü olacaksınız."
Bazen Yankı'yı kendime öyle yakın hissediyordum ki onun kurduğu cümlelerin sahibi benmişim gibi geliyordu. En önemlisi onu anlıyordum, ne demek istediğini biliyordum çünkü yaşanmışlıklar, yaşatılan hayatların bir gösterisiydi.
Çocuğun elinde tuttuğu çatal yavaş yavaş aşağıya doğru indi ve Yankı elini uzatıp onun yüzüne dokunduğunda geri çekilmedi. Ona güvenmemişti belki ama hissetmişti; karşısında gördüğü adam, geleceğinin belki de bir portresiydi. Eliyle çocuğun yüzünü okşadı. "Geçti," dediğinde erkek çocuğu titriyordu. "Artık onlar size zarar vermeyecekler. Birazdan buraya polisler gelecek ve sizleri başka bir yetimhaneye götürecekler."
Çocuk sabit ve düz bir sesle, “Onlar vermeyecekler ama diğerleri?" dedi ve korkudan gözleri doldu. "Bütün insanlar aynı, hepsi kötü."
Yankı'nın buna söyleyeceği hiçbir şeyi yoktu bu yüzden sustu. Çocuğun gözlerinin içine bakarken belki de az rastlanan şekilde Yankı'nın söyleyeceği hiçbir şeyi kalmamıştı. Kısa bir sessizlik oldu, o sessizliği hepimiz paylaştık. En sonunda Yankı "Sokaklara sığının," dedi çocuğa. "Sokaklar tehlikelidir ve insanlar tehlikeyi sevmedikleri için size orada zarar vermezler aksine sizden korkmaya başlarlar."
Haklıydı. İnsanlar sokakta büyüyen, sokakta yetişen herkesten korkarlardı fakat sokaklardakilerin, onlardan kaçtıklarını hiçbir zaman anlayamazlardı.
Çocuk kafasını aşağı yukarı salladı. O sırada polis siren sesleri uzaktan duyulmaya başlandığında Yankı, bir anda çocuğu kendine çekip sarıldı. "Dikkatli ol, lider," diye fısıldadı kulağına. "Cesaretini sömürmelerine izin verme, kim olduğunu sakın unutma." Çocuğun elindeki çatal yere düştüğünde o da Yankı'ya sarıldı ve kollarındaki morluklara bakmamak için çaba sarf ettim.
Yankı ayağa kalktı ve bize dönüp baktığında gözlerindeki o boş odanın camlarının açıldığını ve buz gibi bir soğuğun o odaya doğru estiğini gördüm. Dudaklarım aralanmış bir şekilde onu izlerken yanıma geldi ve Mutlu'nun görevini devralarak yine ona yaslanmamı sağladı. Bu sefer daha sıkı tuttuğunda sarsak adımlarla dış kapıya doğru yürümeye başladık.
Polis siren sesleri o kadar yakından geliyordu ki Mutlu "Bu sefer istediğimiz gibi ilerlemeyecek gibi görünüyor," dedi ve Yankı da onun haklı olduğunu bildiği için sessizliği kucakladı. O an polislere neler söyleneceğini düşünmeye başlamıştım fakat başım öyle çok dönüyordu ki aklım fazla detaylı düşünemiyordu.
Kapıdan dışarıya çıktığımızda bizi karşılayan iki korumanın sadece iç çamaşırları altlarında olacak şekilde birbirlerine sırt sırta bağlandıklarını ve ağızlarına da kıyafetlerinden yırtılanların tıkıştırıldığını gördüm. Yüzleri kan içindeydi ve oldukları yerde çırpınıyorlardı. Mutlu güldü. "İri Bebek yine rahat durmamış," dedi ve adamlara doğru tükürdü. "Sevişin de izleyelim köpekler."
Polis ışıkları yetimhanenin önüne doğru geldiğinde Yankı adımlarını hızlandırdı ve arabaya doğru yürümeye başladı. Köşeyi döndüğümüzde arabaya ulaşacaktık fakat polisler çoktan bizi yakalardı biliyorduk bu yüzden Yankı ya da Mutlu çok da fazla heyecanlı görünmüyordu.
O anda bir ıslık sesi duyuldu yetimhanenin içinden ve az önce Yankı'nın konuştuğu çocuk eliyle arkadaşlarını çağırıp, “Gelin!" dedi. "Yolu kapatacağız, onları korumamız gerek!" Yüzümüze baktı ve elini salladı. "Koşun, polisleri oyalayacağız!" On üç ya da on dört yaşlarındaydı fakat o kadar güzel bir kalbi, o kadar keskin bir zekâsı vardı ki ona gülümsemeden edemedim.
"Seninle tekrardan görüşeceğiz lider!" diye bağırdı Yankı ve gurur duyuyormuş gibi gülümsedi. "Beni bulacağını biliyorum."
Bu sefer Mutlu ve Yankı gerçekten hızlı adımlarla yürümeye başladılar ve ben de onlara ayak uydurdum. "Sana benziyor," dedi Mutlu ve adımlarını koşuya çevirdi. "Sen de böyleydin."
“Hayır,” dedi. “O sadece bana değil, bütün sokak çocuklarına benziyor.”
Köşeyi döndüğümüzde Işık, bindiği arabadan indi ve bize doğru koşmaya başladı. "Nerede kaldınız?" İlk olarak Mutlu'nun boynuna atladı ve ona dokundu. "İyi misin? Bir sıkıntı var mı?"
"İyiyim," dedi Mutlu ve araca doğru yürüdü. "Ama Helin vurulmuş."
Işık'ın önemsemeyeceğini düşünmüştüm fakat gözleri irice açılmış bir şekilde bana doğru yaklaştı ve eli kolumu tuttu. Acıyla inlediğimde, “Özür dilerim," dedi ve eliyle ağzını kapattı. "Kurşun sıyırdı mı yoksa girdi mi?"
"Bilmiyorum," dediğimde nefesim kesilmiş gibiydi.
"Şimdi zamanı değil," dedi Yankı ve arkasına doğru baktı. "Zamanımız çok az. İlk önce iki çocuğu Yuva'ya bırakın sonra eve gelin. Helin'e bakmamız gerekiyor." Işık ve Mutlu hızlıca kafasını salladılar. "Kamera görüntülerini silmeyi unutma Işık, biz diğer arabaya geçiyoruz."
"Tamam," dedi Işık ve Mutlu'yla beraber ilk çalınan arabaya doğru ilerlediler. Biz de galeriden alınan arabaya doğru ilerlediğimizde adımlarım birbirine dolanıyordu.
"Tamam, geldik," dedi Yankı ve arabanın yanında durduğunda yine açmak için bir şeylerle uğraştı. Bu sefer diğerinden daha kısa bir sürede kapıları açtığında beni yolcu koltuğuna oturttu, emniyet kemerimi de takmayı unutmadı. O sırada gözlerim köşeden yetimhane yolunu gören yere takıldı ve gururla, şefkatle, merhametle o yola doğru baktım.
Çocuklar yan bir çizgi şeklinde yolu kapatmışlardı ve bizim için etten duvar örmüşlerdi. Polis arabalarının ışıkları bedenlerine vuruyordu fakat onları ezip geçemeyecekleri için öylece bekliyorlardı. Hepsinin ıslıkları buraya kadar duyuluyordu.
Yankı sürücü koltuğuna oturduğunda arabaya birkaç dakika içinde çalıştırdı ve gaza basarak geniş bir U dönüşü aldı. Mutlu da hemen bizim arkamızdan hareket ettiğinde dikiz aynasından çocukların olduğu yola tekrardan baktım ve hâlâ aynı şekilde durduklarını, bir yandan da ellerini kaldırıp hareket ettiklerini gördüm.
Öyle güzellerdi ki o çocukları tek tek kalbimin üzerine yaslamak, hepsinin saçlarını okşamak istedim. Saçlarımın okşanmadığı kadar onların saçlarını okşardım ve onlar bir an bile bıkmazlardı, biliyordum.
Başka bir caddeye çıktığımızda Yankı aracı hızlı sürüyordu ve bakışları dikiz aynasına takılıyordu. Mutlu'nun sürdüğü araç arkamızdaydı, polis araçları ise görünürlerde yoktu. Bakışları bana döndü ve, “Üşüyor musun?" diye sordu. Eli ısıtıcıya doğru uzandığında kafamı iki yana salladım. Koluma bastırdığım elimin bile uyuşmaya başladığını hissettim. Boncuk boncuk terler alnımdan dökülüyordu ve değil üşümeyi, acıdan başka hiçbir şeyi hissedemiyordum.
Yankı bir anda üzerindeki ceketi çıkarıp bana doğru attı ardından tek eli direksiyondayken gömleğini çıkarmaya başladı. Ne yaptığını anlamak için onu izlerken hızlıca gömleğin düğmelerini açtı ve kollarından çıkarırken gözleri yoldan ayrılmıyordu.
Çıplak vücudu tamamen göründüğünde yoldaki ışıklar onun kumral tenine çarpıyordu. Göğsünün alt tarafında ve karnının üst tarafında dikiş izleri vardı. Bedeni düşündüğüm gibi pürüzsüz değildi ve izlerinin çocukluğundan geldiğine adım gibi emindim. Özellikle karnının üzerindeki derin bıçak izi, benim bacağımdaki ize çok benziyordu. Hiç zamanı değildi ama fiziği oldukça güzel görünüyordu.
"Bunu yaranın üzerine sar," dediğinde gömleği bana doğru uzattı. "Gidene kadar daha fazla kan akmasını az da olsa engelleyelim." Gömleği elinden aldım ve kandan dolayı sırılsıklam olmuş elimi çekerek gömleği oraya bastırdım. Bağlamam gerekiyordu fakat buna gücümün yeteceğini sanmıyordum. Yankı'nın gözlerinin benim üzerimde olduğunun farkındaydım fakat ona bakmak yerine gömleği koluma bastırarak yola bakmaya devam ettim.
Birkaç saniye sonra Yankı, arabayı köşeye doğru çektiğinde arkamızdaki Mutlu'ya siz ilerleyin hareketi yaptı ve arabanın üst ışığını açarak, “Gömleği ver," dedi. Baskı yaptığım gömleği zorlukla ve dişlerimi sıkarak kolumdan uzaklaştırıp ona uzattığımda çoktan açık renk gömlek kan rengini almıştı. "Siktir, çok kan kaybediyorsun," dedi ve kafasını iki yana salladı. Ona hiçbir şey söylemeden bakarken gitgide yandığımı ve başımın dönerken görüş açımı da kapattığını hissediyordum. "Helin," dedi ve bir anlık onu bulanık görmeye başladım. "Sakın uyuma."
Uyursam ölür müydüm? Ben bugün uyursam ölmezdim, ben hiçbir zaman uyursam ölmezdim çünkü tekrardan nasıl yaşayacağımı biliyordum.
Hafifçe tebessüm ettim. "İşte böyle," dedi ve görüş açım netleşti. Yankı elindeki gömleği yırttı ve bana doğru yaklaşarak kolumu nazik bir şekilde öne doğru çıkardı. Acıyla inlediğimde elim Yankı'nın çıplak koluna tutundu ve tırnaklarımı geçirdim. Yankı'nın gülümsediğini hissettim ardından, “Susman için vurulman mı gerekiyordu?" diye sordu. "Sessizliğini tırnaklarınla mı çıkarıyorsun yoksa geveze?"
Gömleği koluma bağladığında ve çığlık atmama neden olacak kadar çok sıktığında, “Kahretsin!" diye bağırdım. "Canım acıyor." Başka bir düğümü daha attığında bu sefer tırnaklarımı omuzlarına geçirdim ve gözlerimi sıkıca kapatarak, “Yanıyor sanki," dedim. "Daha ne kadar dayanacağım?"
Arabanın tavanındaki ışık turkuaz gözlerini isabet alıyordu, bana bakarken gözleri tedirgin bir ifadeye büründü. "Seni hastaneye götüremem, bu sorgulanmamıza neden olur. Daha önce kaç kez vuruldun?"
Alt dudağımı dişlerimin arasına aldığımda gözlerimi sıkıca kapatıp, “İki kere," diye yanıt verdim. O sırada arabanın motorunun tekrardan çalıştığını ve Yankı'nın park ettiği yerden arabayı çıkardığını anladım. "Birincisinde on üç on dört yaşlarındaydım, kendimi korumak isterken vurulmuştum tam bacağımdan. İkincisi iki sene önce oluyor, bir kumarhane soyguncusu tarafından karnımdan vuruldum."
Gözlerimi araladığımda bana değil de tam yola doğru baktığını gördüm, kaşları havadaydı ve şaşırmış bir şekildeydi. "Neden?" dediğinde işaret parmağını direksiyonda gezdirdi. "Bu hayatın içinde olmanın nedeni ne?"
Ona elbette verebilecek yanıtlarım vardı ama bu benim için çok kötü sonuçlar doğururdu bu yüzden okları ona yönlendirip, “Bunu sen mi söylüyorsun?" diye sordum. "Yaşadığın hayatın farkında değil misin?"
Yankı'nın gözlerinde değişime bizzat şahit oldum, kaldırdığı kaşları aşağı indi ve alayla gülümsedi. "Bazen hayatın, tercihlerin üzere kurulu olmaz, Helin. Senin hayatın tercihlerin üzerine kurulu ama ben bu hayata mecbur bırakıldım."
Beni konuşturmaya çalıştığının farkındaydım, belki de ağzımı arıyordu ama içimden bir ses uyumamam için çaba sarf ettiğini söylüyordu. "Nereden biliyorsun?" Yüzü bana doğru döndü. "Ayrıca şu an hiç de mecbur gibi değilsin, arkanı dönüp gitsen kim sana ne diyebilir?"
Yankı, söylediklerimde haksızmışım gibi bana baktı ama bunun üzerine konuşmak yerine ilk defa, “Kimsin sen?" diye sordu bana. "Annen baban kim? Gerçekten kimsin sen?"
Çekinmeden direkt sorduğu soru kolumdan daha çok kalbimi acıttı. İlk başta sessiz kalmayı düşündüm ve saniyeler geçerken Yankı bir yola bir bana dikkatli bir şekilde bakmaya devam ediyordu. Neredeyse bir dakika sonra, “Anlattım," diye mırıldandım ve elimi gömleğe bastırdım, sırılsıklam olmuştu. "Onları tanımıyorum. Dayım beni sahiplendiğinde adımı da o koymuş."
"Adının anlamını biliyorsun değil mi?" Bunu hiç düşünmediğimi hatta araştırmadığımı düşünerek kaşlarımı çattım. Dayımın bana verdiği adı üzerimde taşımak bile yeterince can yakıcıydı. Cevap vermediğimde konuşmaya devam etti. "Anlamı, yuva.” Derin düşüncelere daldı. “Sıcak bir ev gibi düşün, ışıklar yanık. Ocakta yemek kokusu, çocuklar mutlu. Küçük bir ev, sıcak ama huzurlu. Yuva bana hep bunu anımsatır."
Gözlerimi devirerek, “Belki de soğuk bir ev," dedim. "Kimsenin uğramadığı, içinde tek bir kişinin yaşadığı ve herkesin o kişiyi terk ettiği bir ev. Bilmiyorum, adımı sevmiyorum."
Başını yanındaki cama doğru çevirdi ve gaza bastığında önümüzde Mutlu'nun sürdüğü aracı gördüm. "Çünkü adını dayın koydu diye mi?" Kafasını olumsuz anlamda iki yana salladı. "Ev evdir Helin, soğuktur. Yuva ise daima sıcaktır ve sen bu adı taşıyorsun."
Sorusunu görmezden gelerek, “Sen?" dedim, sesime merak bulaştı. "Annen ve baban? Kaç yaşından beri Sokak Nöbetçisisin?"
Hafifçe tebessüm etti ve gözleri gömleğe doğru kaydığında lafı değiştirerek, “Üşüyorsun," dedi. "Ceketi giy." O söyleyene kadar titrediğimi bile fark etmiyordum fakat çenem kaskatı kesilmişti ve avuçlarım kandan dolayı sıcacık olsa da parmak uçlarım buz kütlesinin içinde gibiydi. Ceketi üzerime giymek yerine hafifçe yukarı çektim ve battaniye gibi üzerimi örttüm.
"Kendin hakkında konuşmaktan hoşlanmıyorsun değil mi?" Yutkundum ve boğazımın kuruduğunu hissettim. "Kendin hakkında konuşursan vereceğin açıklardan korkuyorsun."
Arabayı sağa doğru kaydırdı ve Mutlu'yla aynı hizaya geldiğinde tanıdık caddeye girdiğimizi anladım. Mutlu eliyle bir şeyler söyledi ve Yankı da ileriyi göstererek başka bir yola doğru döndü. Eve giden yoldaydık. "Kendim hakkında konuşursam yalana başvururum ve ben bunu istemiyorum," deyip gözlerini bana çevirdi. "Yalandan hoşlanmam ve yalandan sessizliğimle kaçarım."
İşte bu noktada ona söyleyebileceğim hiçbir şeyim yoktu. Yalanı ya da doğruyu konuşacak kişi ben değildim, bu yüzden başımı koltuğa yasladım ve ileriye doğru baktım. Nefes almakta zorlanmaya başlamıştım. Vurulduğum kolumdaki elim artık hareket etmiyor, parmaklarım uyuşuyordu. Elimi hafifçe ceketin altından çıkardım ve parmaklarımın morarmaya başladığını gördüm. Hareketimle beraber acı kolumdan sanki kalbime doğru saplandı. İnlediğimde başım yana doğru düştü ve kıvranarak dizlerimi kendime doğru çektim. Bulunduğum pozisyonu değiştirmem sanki kolumdaki kurşunu bile hareket ettirmişti.
Yankı bir şeyler söyledi ama sesi öylesine uzaktan geliyordu ki onu işitemedim. Vücudum daha fazla titremeye başladığında, “Kalbim çok hızlı atıyor," diye hırladım ve dişlerimi sıktığımı fark ettim. "Kolumu hissetmiyorum!" Parmaklarımdaki his gitmişti ama dirseğimden yukarısına sanki binlerce zehirli iğne batıyormuş gibiydi. Kurumuş dudaklarımı ıslattım ve başımı düştüğü yerden düzeltmeye çalıştım ama başaramadım. O sırada hareket eden araba durdu ve Yankı oturduğu koltuktan hızlıca indi sonra benim kapımın açıldığını hissettim. Kapıya yaslandığım için bedenim öne doğru gittiğinde başım Yankı'nın omzuna çarptı ve gözlerimi kapattım. "Helin," diyordu, "Uyuma," diyordu, "Geldik," diyordu ama sanki bir radyonun içinde gibiydim.
Soğuk hava bedenime hücum ettiğinde titreyişim sanki bir krize dönüştü ve hissetmediğim elim bile titredi. Yankı başımı arkaya doğru yatırdı ve bir kolu belimden tuttu diğer kolu bacaklarımı kavradı. Beni kucağında arabadan indirdiğinde, “Tutun bana," dedi ve onun çıplak bedeninin sıcaklığı, soğuk havaya rağmen beni ısıttı.
Sonrası karmakarışıktı. Yankı'nın kucağındayken ayağıyla sertçe kapıya vurdu ve birisi açtığında ona bir şeyler söyledi. Koşuşturma sesleri geldi, merdivenden yukarıya doğru tırmandı ve dakikalar sonra kendimi bir yatakta buldum.
Gözlerimi hafifçe araladığımda Önder'in yüzüyle karşılaştım, hemen yanında Bartu ile Lâl vardı. Bartu yüzüme doğru eğilip bir şeyler söylediğinde onu tamamen bulanık görüyordum. "Işık nerede kaldı?" dedi Önder Yankı'ya ve Yankı'nın odanın içinde öne araya giderek elindeki telefonla bir şeyler söylediğini gördüm.
Lâl, yüzümü bir süre inceledi. Gözlerim ona takılı kaldığında çekimser bir şekilde bana baktığını gördüm. Masanın üzerinde duran suya baktım; Lâl nereye baktığımı gördü. Birkaç saniye düşündü sonra hızlı adımlarla sürahiden bardağa su doldurdu ve elini enseme koyarak bardağı dudaklarıma yasladı. Suyu içerken dudaklarımın kenarından aktı. Elimi kaldırıp onun bana su içiren elini tuttuğumda bakışları bardaktan bana doğru döndü, ilk defa o zaman gruptaki herkesin Lâl'de ne gördüğünü anladım.
Bir anne gibiydi. Şefkatli bir anne gibi bana bakıyordu ve o bakışlarında kimsenin göremeyeceği kadar büyük yükler vardı.
Yarısına kadar içtim ardından Lâl bardağın içine parmaklarını soktu ve suyu alnıma değdirdi, terlerimi sildi. Gözlerim buğulu bir şekilde onu gördü ve gözlerim kapandığında vücudumdaki cayır cayır ateşi silen sanki Lâl'in elindeki su değil de bakışları gibiydi.
Vücudum hareket ettirildi, uyumuş muydum ya da uyanık mıydım bilmiyordum ama gözlerimi araladığımda Işık'ın elindeki şırıngayla bana iğne yaptığını gördüm. "Helin, lütfen hareket etme," dedi yüzüme doğru yaklaşarak. Acıyla yutkundum ve onun hemen arkasında gruptaki diğer üyeleri gördüm. Işık yanıma bir sandalye çekmişti ve elinde bir neşter vardı. Yanındaki yani başımın dibindeki sandalyede Yankı oturuyordu, dirseklerini dizlerine koymuş, ellerini birleştirmiş beni izliyordu.
Lâl yere oturmuştu, hemen yanında Mutlu vardı. Bartu kapıya sırtını dayamıştı, Önder ise elini Yankı'nın omzuna koymuştu. Hepsinin yüzünde endişe vardı ama Yankı'nın gözlerinde daha farklı bir ifade vardı, bu ifadeyi tanımlayamıyordum. Tam gözlerimin içine bakarken, “Geçecek," dedi dudaklarını oynatarak. "Daha fazla acımayacak, kapat gözlerini."
Işık, neşteri koluma yaklaştırdığında gözümü kapattım ve tamamen uyuşmuştum. O an, gözlerimin önüne yalnızlığım geldi.
Soğuk bir zeminde uzanıp acıyla kıvrandığım zamanlarımda on altı yaşındaydım. Bir odaya terk edildiğimde ve dayak yediğimde on dört yaşındaydım. Sokağa bırakıldığımda ve yağmurun altında sırılsıklam olduğumda on iki yaşındaydım. İnsanlardan kaçarken yere düştüğüm zamanlar on yaşındaydım. Korkuyla bağırırken, kendimi kurtarmaya çalışırken altı yaşındaydım. Yatağımın altına saklanırken ve kimsenin beni bulamayacağını düşünürken beş yaşındaydım. Canımın acısı, kalbimi ezerken dört yaşındaydım. Hepsinde acı çekmiştim, hepsinde canım çok yanmıştı ama bir şey hepsinden daha çok canımı yakmıştı.
Bütün yaşlarımda yalnızdım ve şimdi acı çekerken, korkarken, canım yok olurken tek kişi değil, birçok kişiyleydim. Bütün yaşlarım kıskançlıkla bana sırtlarını dönerken yirmi iki yaşım ilk defa yalnız olmayışının güzelliğiyle gülümsüyordu. Bu yeterliydi, bütün yaşlarımın ellerini yirmi iki yaşındaki Helin tutabilirdi ve onların yalnız hissetmemelerine neden olabilirdi. Gerçekten bu yeterliydi.
Yanağımda soğuk parmaklar hissettim ve kapalı göz kapaklarım hafifçe aralandığında yanağımdaki ıslaklık beni rahatsız etti, uyurken ağlamış mıydım? Karanlık odada bir gece lambası yanıyordu ve sarı ışık bütün odayı dolduruyordu. Gözlerimi bir kere açıp kapattım. Başımı çevirdiğimde hemen yanımdaki sandalyede oturmaya devam eden Yankı'yı gördüm. Aynı şekilde duruyordu ve gözleri benim üzerimdeydi.
Boğazımı temizlediğimde Yankı hemen yere koyduğu bardağı eline aldı ve dudaklarıma yaklaştırırken beni incitmemek için ekstra çaba sarf ederek elini enseme yerleştirdi. Zorlukla başımı kaldırıp suyu kana kana içtim ve tekrardan başımı yastığa yerleştirdiğimde, “Yankı," dedim hırıltılı bir sesle. "Neler oldu?"
Kolumda bir serum vardı ve içi kan dolu serum torbasının koluma bağlı olduğunu gördüm. Yankı kısık bir sesle, “Işık kolundaki kurşunu çıkardı," dedi. "Ama çok kan kaybettin." Gözleri serum torbasına kaydı ve derin bir nefes aldı. "Dosyanda kan grubun yazıyordu."
Hastaneye gitmeyeceklerini biliyordum, kaşlarım hafifçe çatıldığında, “Kanı nereden buldunuz?" diye sordum.
Bakışları serum torbasından bana döndü. "Lâl ile kan grubunuz aynı yani sıfır pozitif. O sana kanını verdi."
Çatık olan kaşlarım havaya doğru kalktı ve şaşkınlıkla, “Lâl mi?" diye sordum. "O bana kanını mı verdi?" Öylesine çok şaşırmıştım ki neredeyse gülecektim. Sonra aklıma bana uyuşturulmadan önce su verdiği ve bakışları geldiğinde gözlerimi Yankı'dan kaçırdım. "Benden nefret ettiğini sanıyordum."
"Lâl'in duyguları arasında nefret yoktur. Yarın sana yine kötü davranacaktır ama ona gülümse. Ne yaparsa yapsın gülümse, zamanla sana alışacak." Ondan bahsederken Yankı'nın sesinde bir ağabeyin sıcaklığı vardı. "Hepsi seni çok merak ediyorlardı ama uyudular çünkü yoruldular."
Gözlerimi açıp kapattım. "Sen?" diye sordum. "Dün de benim kâbuslarımın sesi yüzünden uyuyamadığını biliyorum. Neden şimdi uyumuyorsun?"
Yankı ilk başta ne diyeceğini bilemedi ve bir süre sessiz kaldı. Gözlerini birkaç saniye benden kaçırdı ve elini dağılmış kumral saçlarına geçirdi, birkaç tutamı parmaklarıyla ayırdıktan sonra yine bana baktı. "Hayatımda bir kere vurulan birisini yalnız bıraktım, bir daha asla kimseyi o halde bırakmam."
Ona merakla baktım ve olduğum yerde doğrulmak istediğimde Yankı elleriyle bana yardımcı oldu ve sırtımı yastığa yasladım. Ellerindeki kan lekeleri hala silinmemişti. Üzeri hâlâ çıplaktı. Yanımdan hiç kalkmamıştı, bu onun göstergesiydi. Ama kimse de onu düşünüp üzerine bir şey getirmemişti.
"Sorsam da anlatmayacaksın," dedim ve elimle üstümdeki battaniyenin ipiyle oynadım. "Yine de iyiyim, uyumanı istiyorum." Kolum hâlâ yanıyordu ve acıyordu ama kesinlikle dayanılmayacak düzeyde değildi. Acıya o kadar alışık bir bünyem vardı ki canımın çıkacağını fark edene kadar ağzımı açmazdım.
Yankı beni şaşırtarak, “Ablam vardı," diyerek söze girdi. "Ben yedi yaşındaydım o da on bir yaşındaydı. Ben hep ondan daha olgundum. O çocuk parkına gitmek isterdi, ben evde oturur onun ödevlerini yapmaya çalışırdım." Hafifçe güldü. "Tabii yapamazdım, okumayı erken sökmüştüm ama onun dersleri benimkilerden daha zordu." Yüzündeki gülümseme takılı kaldığında başını pencereye doğru çevirdi ve havanın aydınlanmaya başladığını yüzüne vuran soluk ışıktan anladım. "Annemle babam iş seyahatinden dolayı şehir dışındalardı ve bizi evdeki dadıyla beraber bırakmışlardı. O gün ablam korku filmi izlemek ve abur cubur yemek istediği için dadımızın yemeğine uyku ilaçlarını koydu, onu uyuttu. Aslında ne kadar da basit bir istek gibi görünüyor değil mi? Fakat böyle istekler bizim evde yasaktı."
"Otoriter bir baban vardı öyleyse?" diye sorduğumda sözünü kestiğim için pişman olmuştum. Cümlemdeki geçmiş zaman Yankı'yı rahatsız etmiş gibiydi ama konuşmaya devam etti.
"Dadımız o gün yemekten sonra resmen uyumadı, bayıldı ve ablam beni de yanına zorlukla çekip korku filmi izletmeye başladı. Öyle çok korkuyordum ki filmin yarısını gözüm kapalı izledim." Başını önüne doğru eğdi. "Şimdi hiçbir korku filmi beni etkilemiyor çünkü o gün gerçek bir korkuyu hissettim." Çevirdiği başını bana yönlendirdi ve gözlerimin içine baktı. "Evin bahçesinden sesler duyduk, korumaların geldiğini düşündük çünkü kapılar korumalarla doluydu ama sesler yaklaştıkça ablam tedirgin bir şekilde beni hep saklandığımız çatı katına gönderdi. Ona gitmek istemediğimi söylediğimde evde korku filmi çekeceğimizden bahsetti, ben de buna inandım." Ses tonu gitgide kısıldı ve elinin tersini parmaklarıyla aşındırmaya başladı. "O gün çatı katının aralığından ablamı izledim. Bir adam geldi, silahı ablama doğru yönlendirdi ve bir an bile düşünmeden, nefes almadan, ablamın konuşmasına bile izin vermeden ona kurşunu sıktı. Bacağından vurdu, sonra benim yerimi sordu. Ablam söylemediğinde başka bir kurşunla da diğer bacağından vurdu."
"Yankı," diye fısıldadığımda devamını dinleyip dinlemek istemediğime emin değildim. Yankı ise beni duymazdan gelip devam etti.
"İşkence çektirir gibi onu vurdu ve benim yerimi sordu, yetmedi saçlarını kavradı ve onu dövdü. Ağzından burnundan kanlar geliyordu. Ablam defalarca evde olmadığımı söylediğinde ve en sonunda adam gittiğinde yere yığıldı, mahvolmuştu. Çatı katının aralığından onu izledim ve acı çekişini gördüm, her anına şahit oldum. Ama o çatı katından ayrılmadım. Ağladım, kendimi yumrukladım, başım yere çarptım ama onun yanına gitmedim. Neden mi?" Büyük bir pişmanlıkla gülümsedi. "Çünkü korktum, o adamın tekrardan gelmesinden korktum. Ablam da bana seslenmedi ve ölümünü acı çekerek bekledi."
Sessizleşti. O zamanlara döndüğünü ve şu an benim yanımda olmadığını, o küçük erkek çocuğu olduğunu biliyordum. "Küçüktün," dediğimde amacım onu rahatlatmaya çalışmak değildi. "Korktun diye kendini suçlayamazsın."
"Kendimi suçlamıyorum ben Helin," dedi ve öne doğru eğilip yüzüme doğru yaklaştı. "Bütün bu dünyadaki insanları ve korkularımı suçluyorum. O gün ablam gözlerimin önünde dakikalarca işkence çekti ve ben belki de erken davranıp onun yanına gitseydim şu an yaşıyor olacaktı."
Gözlerim doldu ve ondan bakışlarımı gizleyip sıkıca yumdum. "Sonra korkmadın," diye fısıldadım. "Sonra bir daha korkamadın belki de."
Anlattıklarının Yankı'nın hayatının çeyreği bile olmadığının farkındaydım. İlk defa birisinin hayatının kendi hayatımdan daha fazla canımı yaktığını hissettim. Yaşadığı, yaşattığı ve belki de yaşamaya devam ettiği her nefeste canı yanıyor olmalıydı çünkü suçlulukla yaşamak demek ölüm gibi bir histi, biliyordum.
"Korkularım bana bir canı kaybettirdi, bir daha korkmamayı ben o kaybettiğim candan öğrendim." Gözlerimi açıp ona baktığımda ifadesi sertleşmişti ve yine o boş odada kendimi görmüştüm. "Sonra ne mi oldu? Benim canım da önemsizleşti, her zaman ilk adımı attım; ilk feda hep ben olmak istedim. Hâlâ yaşıyorsam doğru yoldayım demektir çünkü ilk önce korkuya meydan okumayı öğrendim."
“Bir ölüm, senin çocukluğunu da öldürdü.”
“Hayır,” dedi. “Bir ölüm, benim çocukluğumu büyüttü; zaman çocukluğumu öldürdü.”
“Nasıl yani?”
"Birisi ölür," dedi küçük bir erkek çocuğu gibi. "Ardından başkaları da ölür, yaşamaya devam eden sadece zamandır." Derin bir nefes verdi, ses tonu tekrardan yerli yerine geldi sanki. Kafasını salladı. "Ve zaman senin çocukluğunu da öldürür."
Turkuaz gözlerindeki ifadesizliğine rağmen onun yüzüne bakmaya devam ettim ve dayanamayarak, “İyi birisin," dedim. "İyi bir adamsın. Hayat seni kötü bir insana dönüştürmemiş Yankı."
"Bilemezsin," dedi hızlı bir şekilde ve kaşları çatıldı. "Hiçbir insanı iyi ya da kötü diye ayırmamalısın çünkü biz insanoğlunun elinde iki tercih hakkı da vardır ve hangisini seçersek o oluruz. Bugün iyi biriyimdir, sana sarılır yalnız olmadığını söylerim ama yarın kötü birisi olur, seni yapayalnız bırakırım. Çünkü senin zaafın yalnızlığın ve yalnızlığından kurtuluşun Helin, bunu görebiliyorum."
Gaddarlaşan ses tonu ondan çekinmeme neden olmuştu. "İyi bir insan olmak için nedenlerin yoktur ama kötü biri olmak için nedenlerin vardır," dediğimde yüzüne alaylı bir gülümseme oturdu. "Yalnızlığa alışmış birisini bununla tehdit edemezsin mesela. Çünkü ben oraya alıştım ve sen bana sarıldın diye daima orada olacağına inanmadım. Ben azla yetinmeyi küçüklüğümden öğrendim Yankı. Önüme beş gün yemek koyulmadı, açlıktan bayıldım. Altıncı gün önüme yemek koyduklarında o yemek bana yetti."
"Yemek yedikçe açlığa daha zor alışırsın," dedi ve o alaylı ifadesini silmedi. "Artık sekizinci güne kadar açlığa dayanırsın ama her gün biraz daha acı çekersin." İşaret parmağını kaldırıp gözlerini kıstı. "Dinle, bir konuda haklısın, kötü biri olmak için nedenlerin vardır. Ben iyi biri olmak için çabalıyorum ve nedensiz kötü birine dönüşmem." Yüzümün her zerresinde gözleri gezindi. "Ama Helin, eğer beni sana karşı kötü birine dönüştürürsen açlık bir yana suya bile muhtaç kalırsın."
Tehdit ediyordu ve bunu gizli gizli değil ilk defa direkt yapıyordu. Ürperdim ve ona karşı gerçekçi bir korku hissettim; onun korkuları yoktu ama benim korkularım yerli yerindeydi. Şu an Yankı'ya bakarken o korkularım kalbimin hızlı çarpmasına neden oluyordu. "Tehdit ediyorsun," dedim bir an bile düşünmeden. "Neden?"
"Sence neden?" Tek kaşını kaldırdı. Sorgulayarak beni izlediğinde bakışlarımı ondan kaçırmamak için direniyordum. "Seninle ilk ve son defa bu konuşmayı yapıyorum. Bir daha yapmam. Sakın beni o insana dönüştürme." O an kim olduğumu, ne için yaşadığımı ve ne için bu evde olduğumu hatırladım. Yankı tehdidiyle bile olsun bana bunu hissettirmişti ve ilk defa çıktığım bir yolda kendimi bu kadar korkarken buluyordum.
Canımın yanması değildi konu Yankı kötü biri olup istediği kadar canımı yakabilir hatta fiziksel şiddet bile uygulayabilirdi ama biliyordum, Yankı'nın adalet terazisi ve kötülüğü herkesten daha farklı işlerdi çünkü o diğerlerinden daha farklıydı. Kötü biri olursa bana ne yapacağını bilememenin çaresizliği kalbimin korkuyla kasılmasına neden oluyordu.
"Uyu," dedi net bir sesle. "Dinlenmen gerekiyor."
Üzerimde hâlâ bir uyuşukluk vardı ama konuşmalarımızdan sonra nasıl uyuyacağımı da bilmiyordum. Kafamı ağır ağır aşağı yukarı salladım ve başımı duvara doğru çevirip birkaç saniye gözlerimi kapattım. Sonra dayanamadım geri açtım ve duvara bakarak, “Bir gün korkuların sana geri dönecek," dedim sert bir sesle. "Bir gün bir şeyden öyle çok korkacaksın ki bu dediğimi hatırlayacaksın ve kanına tekrardan korku girdiği için istesen de o kötü adama dönüşemeyeceksin."
Ondan bir cevap vermesini bekledim. Yüzünü göremiyordum ama duvara sanki yüzü yansıdı ve bana inanmayarak baktı. Aksini söylemedi, beni yalancı çıkarmadı da. Sustu, sessizliği benimle paylaştı ama bir gün haklı çıkacağımı bildiğim için gözlerimi tekrardan kapattığımda huzurlu bir uyku beni kolları arasına çekti.
***
"Mutlu!" Işık fısıldıyordu ve ayağını yere çarpıyordu. "Onları rahat bırak." Bir fotoğraf makinesinin sesi geldi ve flaş patladığında yüzümü buruşturup gözlerimi zorlukla açtım. Mutlu'yla Işık kapının dibinde durmuştu, Mutlu'nun elinde bir fotoğraf makinesi vardı. Başımı çevirdiğimde Yankı'nın dirseği yastığımın dibinde eli çenesinde uyuduğunu gördüm. Dudakları hafif aralıklıydı ve üstü hala çıplaktı.
"Resmen romantik bir film karesi," dedi Mutlu fısıldayarak. "Kız vurulur, oğlan başında uyur ve uyandıklarında..." Bana baktı, uyandığımı gördü ve gözlerini açtı. "Uyandıklarında öpüşürler. Vay canına!" Dudaklarımı birbirine bastırdım ve kendimi geceden daha iyi hissettiğimi fark ettim. Yatakta Yankı'yı rahatsız etmeden doğrulduğumda hâlâ aynı şekilde duruyordu. Mutlu'ya bakmaya devam ederken, “Öpüştünüz öpüştünüz," dedi işaret parmağını sallayıp. "Yankı da ne öpüşür ama. Zekâsı ağzından sana akmıştır şimdi."
"Aptal aptal konuşma," dedi Işık dirsek atarak. "Yankı'nın uykusu çok hafiftir biliyorsun."
Düşüncesi karnımın ağrımasına neden olsa da ona aynı yüzle bakmaya devam ettim. "Seksi," dedi Mutlu bu sefer sorgulayarak. "Kanına Lâl karıştı anladık da düpedüz Lâl olmana gerek yok. Bakışlara bak, birazdan hepinizi döveceğim der gibi."
Işık sert bir şekilde Mutlu'nun kafasına vurup, “Sussana, Lâl duyacak," dedi ve bana döndü. "Nasılsın Helin?"
"İyiyim," diye fısıldayıp yine Yankı'ya baktım. "Dün bütün gece uyanıktı keşke daha rahat bir yerde uyusaydı."
"Daha rahat yer mi?" Mutlu gülmeye başladı ve elini karnına koydu. "Adamdaki keyfe baksana, düşünen adam heykeli gibi uyuyor."
"Mutlu." Yankı konuştuğunda hafifçe irkildim ve hâlâ gözleri kapalı şekilde durduğunu gördüm. "Seni durmadan şapur şupur ıslak öpen Osman amcayı hatırlıyor musun?" Mutlu'nun gözleri dehşetle açıldı. "Konuşmaya devam edersen seni onun ellerine bırakırım ve Grey'in o olur."
Işık güldü ve odadan içeriye girip benim yanıma yaklaştı. Eli alnıma dokunduğunda birkaç saniye yüzüme baktı. "Ateşin düşmüş," diye mırıldandı.
"Her saat başı ateşine baktım." Yankı gözlerini açtı ve elleriyle yüzünü birkaç kez sıvazladı. "Bir ara yine otuz sekiz oldu ama ilaç verdiğimde tekrardan indi." Detayları hatırlamıyordum. Masanın üzerindeki ateş ölçeri Işık'a uzattı. "Bir de sen bakmak ister misin?"
Işık kafasını iki yana sallayıp, “Sana güveniyorum," dedi ve onun omzuna dokundu. "Biraz uyumak ister misin?"
"Hayır." Mutlu da öne çıktı ve ellerini çırptı. "Lâl çok güzel yemekler hazırladı. Yankı için özellikle beyaz peynirli zeytinli tostundan yaptı. Bizi bekliyorlar Bartu'yla."
O an burnuma gelen güzel kokularla açlığımı hissettim ve dudaklarımı içeriye doğru kıvırdığımda Yankı ayağa kalktı. "Açsın," deyip eliyle işaret etti. "Gel."
Ona bakmak yerine Işık'a bakarak battaniyeyi köşeye attım ve dün giydiğim elbisenin hâlâ üzerimde olduğunu fark ettim. Işık birkaç saniye duraksadıktan sonra dolabına doğru ilerledi. "Seninle bedenlerimiz aynı bence," dedi ve bir kot pantolonla siyah yarım kollu bir tişörtü yatağa bıraktı. "Bunları giyebilirsin."
"Teşekkür ederim." Yankı ve Mutlu odanın çıkışına doğru yürürlerken Işık da onları takip etti fakat sonra durarak, “Siz gidin," dedi ve ikimiz odada yalnız kaldık. Bana tekrardan döndüğünde yataktan ayağa kalktım ve bacaklarımın uyuşmuş olduğunu fark ettim. Kolumu zorlukla hareket ettirip elbisenin fermuarını açacağım sırada Işık elimi çekti ve kendisi fermuarı aşağıya indirdi.
Bana yardımcı olmak için kalması ona şefkatle bakmama neden oldu. "Teşekkür ederim dün için," dedim. Işık üzerimdeki elbiseyi canımı yakmadan omuzlarımdan çıkardı ve yere düşmesine neden oldu. Sadece iç çamaşırımla onun karşısında kaldığımda ilerleyip çekmecesinden bir tanesini açtı ve yanına aldığı siyah bir sutyeni omuzlarımdan geçirdi. Gözleri yüzümde geziniyordu.
Üzerime tişörtü giydirirken, “Sana hâlâ güvenmiyorum," dedi ve dikkatli bir şekilde tişörtü aşağı indirdi. "Bir anda hayatımızın ortasına girmiş olmana da hâlâ anlayış gösteremiyorum ama sende bir şeyler var. Her insan sana baktığında kendinden bir şeyler bulur ve ben de sana baktığımda kendimden bir şeyler buluyorum."
Yere çöktü ve pantolonumu giymem için bekledi. Ayaklarımı geçirdiğimde pantolonu yukarıya doğru çekti. "Ne buluyorsun?" diye sordum. Bedenlerimiz söylediği gibi aynıydı ve pantolonu üzerime tam olmuştu.
"Bazen kendini inanılmaz işe yaramaz hissediyorsun," dedi ve geriye doğru adım atarak gözlerimin içine baktı. "Bu yönümüz benziyor."
"Işık," dedim ardından şaşkınlıkla gözlerim açıldı. "Dün sen olmasaydın..."
"Hemşirelik okudum," dediğinde gözlerini devirdi. "Her insan hemşirelik okuyabilir yani. Ne demek istediğimi zamanla anlayacaksın ama düşündüğün kadar işe yaramaz da değilsin." Kolumdaki beyaz sargıya baktı ve iç çekti. "Vurulman bile bir işe yaradığını gösterir ama ölseydin böyle bir işe yarama olamazdı."
İlk başta durdum yüzüne baktım sonra gülerek, “Teşekkürler," dedim. "Böyle güzel anlatılamazdı."
O da güldü ve beraber odadan dışarıya çıkıp merdivenlerden aşağı inerek hep oturdukları odaya doğru ilerledik. Işık ilk içeri giren kişiydi, ardından ben girdiğimde Yankı Bartu ve Mutlu'nun masaya çoktan oturduklarını gördüm. Lâl ayakta çayları dolduruyordu, benimle özellikle göz göze gelmemeye çalışıyordu ama görmüştüm. Masada altı tane çay bardağı vardı ve Lâl beni de düşünmüştü.
Bartu, beni görünce, “Vay canına," dedi ve ellerini havaya kaldırdı. "Herkül müsün? Nasıl ölmedin ama..."
Işık'a dönüp bakarak, “Bu kadar mı çok istiyordunuz ölmemi," dedim ve güldüm. "Maalesef benden kurtulamadınız."
Bartu sırtını sandalyeye yasladı. "Kızım çok kötüydün ama be," dedi ve küçümsermiş gibi güldü. "Altı üstü kolundan vuruldun. Azrail yanındaymış gibiydin."
Işık da güldüğünde ona katıldım ve masada benim için ayrılan sandalyeye oturdum. Mutlu elindeki ekmeği Bartu'ya doğru uzatırken, “Diyene bak," dedi ve Yankı'ya göz kırptı. "En son bacağından vurulduğunda kalbinden vurulmuş gibiydin." Ayağa kalktı ve tökezleyerek Bartu'nun hareketini yaptı. Yankı'ya doğru "Yankı, sakat kalmam değil mi Yankı, kesmezler değil mi Yankı," deyip sesini kalınlaştırdı. "Bacağım bana lazım Yankı, bir şeyler yap Yankı. Çok acıyor, Yankı."
Bartu tabağındaki zeytini Mutlu'nun kafasını atıp, “Otur lan yerine," dedi ve başka bir zeytini daha attı. "Bacağım benim işim, bilmiyor musun?"
"Ne gibi işin acaba? Osman amcanın direk dansçısı mısın?" Sandalyesine oturduğunda Lâl de hemen karşıma oturdu ve benimle göz teması kurmadan önündeki peynirden bir parça aldı. "İki tekme savuruyorsun diye kendini önemli görüyorsun."
Işık, “Osman amca demişken," dedi ve Yankı'ya baktı. "Bu akşam eğlenmeye gidelim mi? Dün güzel bir iş başardık, stres atmamız gerek."
"Evet, işte bu," dedi Mutlu ve ortadaki pastırmalı yumurtaya ekmeğini banmak için hamle yaptı ama o sırada Bartu sertçe Mutlu'nun eline vurup yumurtayı kendi önüne çekti.
"Olabilir aslında." Yankı Lâl'in ona özel yaptığı tostundan kocaman bir ısırık aldı ve gözlerini kapatıp yerken keyif aldığını belli edici bir sesle, “Lâl sen muhteşemsin, başka kimsenin elinden yemek yiyemiyorum senin yüzünden," dedi. "Ellerine sağlık."
Bartu geri kalmayarak ekmeğini bandığı yumurtasını ağzına atıp, “Muhteşem de kelime mi?" diye homurdandı. "Yumurtaları sanki tavuktan taze çıkarmış, öyle güzel." Lâl alttan Bartu'nun ayağına vurduğunda Bartu güldü. "Tamam tamam uğraşmıyorum."
Yankı ekmeğini öyle bir keyifle yiyor, öyle bir zevk alıyordu ki tabağıma koyduğum bir parça peyniri çiğnerken iştahımın kapandığını fark ettim. Lâl ile aralarındaki bu ilişki bir anne oğul ilişkisi miydi, bir ağabey kardeş ilişkisi miydi yoksa başka bir şey miydi? Neden rahatsız olduğumu bilmiyordum, senelerdir birliktelerdi ve bundan daha doğal bir şey olamazdı ama aralarında nasıl bir ilişki olduğunu öğrenmek istiyordum.
"Ee?" dedi Işık ve Bartu'yla kesişti. "Kasadan ne kadar para çaldın, dökül."
Bartu sıkılgan bir ifadeyle, “Çok para yoktu," diye homurdandı. "Kırk bin lira aldım."
"Kırk bin mi?" Mutlu önündeki sütünden bir yudum içti ve dudaklarının üstü bembeyaz oldu. "Dişimin kovuğuna, kırbacımın maliyetine yetmez."
"Bence Yuva için yeterli," dedi Yankı ve sırtını sandalyeye yasladı. "Yeni bir binaya geçmemiz gerekiyor, biliyorsunuz. Çocuklar artık oraya sığmıyor."
Kendimi tutamayarak uzun süredir devam ettirdiğim sessizliğimi bölüp, “Yuva ne?" diye sordum. Hepsi birbiriyle bakıştı ve o sırada Lâl ile ilk defa göz göze geldik. Kaşları çatıktı ama emindim, bana artık eskisi kadar öfkeyle bakmıyordu.
"Yardıma ihtiyacı olan çocukları bir yerde topluyoruz," dedi Işık. "Yetimhane gibi ama öyle de değil, yasal yollarla açtığımız bir yer olarak düşünme. İsteyen istediği zaman gidebilir ama geldiklerinde Yuva'nın kapısı onlara hep açık. Bütün masrafları karşılıyoruz. Eğitim, yemek, ihtiyaç, kıyafet. Evsiz kalmış çocukların eviyiz."
Hayranlıkla Yankı'ya baktığımda Bartu boğazını temizledi. "Ayrıca çocukları her gün en azından birimiz ziyaret ediyoruz. Haftada bir oyunlar oynuyoruz. Ayda bir geziye götürüyoruz. Bir tanesi vardı. Geçen sene on sekizini doldurdu ve yurt dışına okumaya gitti."
"Hepsinin parasını çaldıklarınızdan mı karşılıyorsunuz?" diye sordum.
"Çalmak demeyelim," dedi Yankı düz bir sesle. "Kirli paralarını onlardan alıp temiz işler için kullanıyoruz."
"Dün Nadir'i ve kızı oraya bıraktık. Birazdan gidip baksan iyi olur Yankı." Mutlu'nun yüzü düştü ve önündeki çikolatalı ekmeği itekledi. "Nadir için bir şeyler yapmalıyız."
Yankı dirseklerini masaya koyup, “Birazdan gideceğim," dedi ve burnunun kemerini sıktı. "Önder bugün sabah onu hastaneye götürmek için alacaktı, halletmiştir."
Hayal meyal Önder'i gece gördüğümü hatırlıyordum ama uyandığımda yoktu, nedeni bu olmalıydı. "Yankı," dedim sevecen bir sesle. "Ben de seninle gelebilir miyim? Onları görmek istiyorum."
Masada sessizlik oluştu ve herkesin birbirine baktığını hissettim; ben ise sadece Yankı'ya bakıyordum. Yarım dakikaya yakın düşündükten sonra, “Gel," dedi ve başını omzuna yatırdı. "Ama onlar seni tanımıyorlar eğer senden korkarlarsa ya da tepki verirlerse sakın karşılık verme."
"Asla." Net çıkan sesimle beraber omzumu indirip kaldırdım.
"Ee?" dedi Işık ve kaşarlı omletinden bir parça koparıp yedi. Gerçekten Lâl hepsine ayrı ayrı sevdikleri kahvaltılıkları yapmıştı fakat kendi önü de aynı benim önüm gibi boştu. "Akşam Osman amcanın mekanına gidiyor muyuz?"
Mutlu alnına sert bir şekilde vurup, “Adam lama gibi tükürerek konuşuyor ve resmen yüzümü yalıyor," dedi. "Bay Osman resmen bana âşık olduğunu açıkça söyledi, neden oraya gitmeyi bırakmıyoruz? Mesela onun karşısında başka bir bar daha var ve çok güzel, çok yakışıklı erkekler orada birbirine cilve yapıyor, öpüşüyorlar. Kırbacımla içeriye girip hepsine şovumu yapmak istiyorum."
"Oraya gidiyoruz çünkü senin Osman amcaya âşık olman lazım." Bartu Mutlu'nun saçlarına dokundu ve büyük ihtimâl Osman'ın taklidini yaparak, “Mutlu senin bu saçların ne güzeller, sürekli dokunasım hatta öpesim geliyor," dedi. Mutlu saçlarını Bartu'nun elinden kurtarmaya çalışıyordu ama Bartu bırakmıyordu.
"Ben helikopterci, galerici, kırbaççı, şaplakçı Bay Grey'den bahsediyorum siz bana ortamcı, piyasacı, kekocu, kırocu Bay Osman'dan söz ediyorsunuz. Beni hangisine layık görüyorsunuz?" Hepimizin yüzüne baktı ve ayağa kalktı. Boş çay bardağını eline alıp çatalıyla bardağa vurduktan sonra boğazını temizledi. "Evet oylamaya sunacağım. Bay Grey diyenler elini kaldırsın." Hepimiz birbirimize baktık ve kimse elini kaldırmadı. "Bay Osman diyenler elini kaldırsın." Hepsi elini kaldırdı hatta Bartu ayağını da kaldırdı ama ben çekimser durmayı tercih ettim fakat kendimi tutamayarak gülmeye başladım.
"Kabul et," dedi Bartu, Mutlu kendisini sandalyeye bırakırken. "Bay Grey'in arabalarından daha çekici bir şey varsa o da Bay Osman'ın çiçekli gömlekleri ve şortları."
"Helin çekimser kullandı," dedi Mutlu ve umutla bana baktı. "Beni Bay Grey'e layık görüyorsun değil mi?"
"Hım..." Derin bir nefes alıp öne doğru eğildim ve gülümsedim. "Çiçekli gömlek ve şorttan sonra kararım netleşti, Mutlu. Oyum Bay Osman'dan yana."
"Lanet olsun sizlere sayın halkım!" diye bağırdı Mutlu ve Bartu'ya hareket çekti. "Sana ayrı lanet olsun çakma herkül."
Yankı gülümseyerek, “Akşam gidelim de kafa dağıtalım," dedi ve masadan kalkıp bana baktı. "Hadi gidelim geç olmadan. Kız çocuğu yalnız kalmıştır."
Lâl derin bir nefes verdi.
Bartu masanın üzerinden Lâl'in yüzüne doğru eğildi ve çenesini tutarak başını kaldırıp, “Asma yüzünü şöyle," diye mırıldandı. Lâl'in yüzünü hep asması, Bartu'nun da moralini düşürüyordu. "Sana aylar önce verdiğim sözü unutmadım, beklediğin çizgi film vizyona girmiş. Ona gideceğiz, biletleri aldım."
Lâl'in asık olan yüzü anında değişti ve kocaman gülümseyerek bir anda ayağa kalkıp Bartu'nun boynuna sarıldı. Elleri havada kalan Bartu'nun bakışları Yankı'yla kesişti ve o an aralarında yine sözsüz bir bakışma geçti. Sonra Bartu gözlerini kapattı ve Lâl'e kollarını doladı. Lâl'in yüzündeki ifadede huzur vardı ama Bartu'nun yüzü sanki acı çekiyormuş gibiydi.
"Ben de geleceğim," dedi Mutlu ve yumruğunu masaya vurdu. "Ne diyorsam o ulan Bartu kırosu."
Bartu birkaç saniye sonra gözlerini açtı ve kısık bir sesle Lâl ona sarılmışken, “Lütfen Mutlu," dedi. "Yine çok konuştun ama şu an yapma."
"Gidelim," diye mırıldandı Yankı ve onlara arkasını dönerek dış kapıya doğru ilerledi. Peşinden yürüdüm, Yankı'nın kapının önündeki siyah büyük bir poşeti eline aldığını gördüm.
"O nedir?" diye sorduğumda kapıdan dışarı çıkmış, bisikletine doğru ilerliyordu.
"Çocuklar için yiyecek bir şeyler," dedi. "Lâl yapmış."
Bisikletine bindi ve poşeti önündeki sepete koydu. Ona dikkatli bir şekilde bakarken ne yapacağımı bilemiyordum. Bakışları bana döndü ayağını pedala koydu ve o da ilk defa büyük bir şeyi unuttu. "Benim bisikletim yok," dedim tek ayağımın üzerinde durarak. "Nasıl olacak?"
Ayağını pedaldan indirdi, yere koydu ve gözlerini benim üzerimden çekti. Tam karşıya baktı, bir şeyler düşündü ardından, “Bisiklet kullanmayı biliyor musun? Eğer biliyorsan Mutlu'nun bisikletini alabilirsin," diye fikir sundu. Başımı olumsuz anlamda iki yana salladığımda, “Kimse öğretmedi mi?" diye sordu.
"Hayır. Benim hiç bisikletim olmadı, kimse de bana bisiklet sürmeyi öğretmedi." Net cevabımla kendimi daha tedirgin hissetmeye başlamıştım.
Yankı bir süre daha düşündü ve sonunda, “Yapacak bir şey yok," diyerek sırtını geriye doğru attı. Ellerini bisikletin tutma yerlerinden çekti. "Önüme bineceksin."
Afallamış bir şekilde, “Önüne binmek?" diye sordum.
"Bisikletin önüne yani," dediğinde sırıttı. "Sen ne anladın?"
"Yankı!" diye inledim ve elimle yüzümü kapattım. "O anlamda söylemedim. Bisikletin önüne sığar mıyım yani?"
"Sığarsın herhalde," dediğinde düşünceli bir tınıdaydı. "Çok zayıfsın zaten, sana yemek yemeyi de öğretmek gerekiyor." Ellerimi yüzümden çektim ve kaşlarım çatık ona baktım. Birkaç saniye o şekilde dikildiğimde, “Hadi ama," diye homurdandı. "Seni mi bekleyeceğim? Geliyor musun, gelmiyor musun?"
Yapacak başka hiçbir şeyim olmadığını anladığımda hızlı adımlarla bisikletine doğru yürüdüm ve yanında durdum. Yankı bana önünü gösterdi ve yine sırıttı; bakışlarındaki anlam beni utandırsa da görmezden gelip bisikletin demirine oturdum ve ayaklarımı havaya kaldırıp bisikletin önüne tek elimle tutundum, diğer kolumu kaldıramıyordum. Düşündüğümden çok daha rahat oturmuştum fakat uzun süre böyle durursam popom mahvolacak gibiydi.
Yankı'nın ellerini iki yandaki tutma yerlerine koymasına ve yüzünün hemen yanıma gelmesine öyle hazırlıksız yakalandım ki irkilerek ona dönüp baktım. Yüzüyle yüzüm arasında neredeyse hiç mesafe yoktu ve burunlarımız birbirine değmek üzereydi. Kalbim, bir anda hızlı bir şekilde çarpmaya başladığında onun turkuaz rengi gözleri sanki benim kahverengi gözlerimle karıştı; yansımasında kendi yüzümü gördüm. Turkuaz ve kahverengi birbirine karıştığında neden tehlikeli bir renge dönüşüyordu?
Dudaklarından dışarı çıkan nefesler dudaklarıma çarparken nefesimi tutmuştum ve yüksek bir sesle yutkundum. Turkuaz gözlerinin güzelliğinin farkında mıydı acaba? Yakından çok daha güzel görünüyordu ve ben kendimi okyanusun içine düşmüş, yüzme bilmeyen birisi gibi hissediyordum.
"Filmlerde böyle sahnelerde kızın kalbi hep çok hızlı atar ve düşündüğü sadece adamı öpmek olur," diye fısıldadığında burnu burnuma değmeye başlamıştı. Kafamı iki yana art arda sallayarak hızlıca başımı çevirdim ve yola doğru baktım. "Güzel," dedi düz bir sesle. "Gerçekten öpmek istiyormuşsun."
Bir şeyler söylemeliydim, karşı çıkmalıydım ama bunu yapamayacak kadar kendimi gafil avlanmış hissediyordum. Onu öpmek bir yana gözlerinin içine öyle bir dalmıştım ki onu öpeceğimi düşünmesi daha hafif kalırdı. Yankı ayaklarını pedallara koyup hareket ettiğinde rüzgâr yüzüme çarpmaya başladı ve şimdi cevap veremesem de sonrasında bu söylediğinin karşılığını alacağını biliyordum.
Yankı oldukça dikkatli bir şekilde bisikleti sürerken mahalledeki esnaflar Yankı'ya selam veriyor, bana ise uzaylı görmüş gibi bakıyorlardı. Daha önce Yankı'yı yabancı başka bir kızla görmedikleri buradan belliydi, gülümsemeden edemedim.
"Neye gülüyorsun?" diye sordu Yankı. Başımı çevirecek gibi oldum fakat sonra hemen kendimi bu durumdan kurtardım. Yanağı yanağıma değmek üzereydi.
"Hiç kız arkadaşın olmadı mı?" Dayanamayarak sorduğum sorudan sonra Yankı'nın da gülümsediğini hissettim.
"Bu düşünce seni gülümsetti mi?" Yine gafil avlanmıştım fakat bu sefer düşmeyecektim.
"İnsanlar senin yanında beni görünce uzaylı görmüş gibi bakıyor," diyerek güldüm. "Onların gözünde dokunulmazlığı olan bir erkeksin galiba."
Nedense içten içe öyle olduğunu söylemesini bekliyordum ama Yankı "Hayatıma dahil olan kadınları buraya getirmem," dedi. "Ve senin o kadınlarla bir alakan yok."
Sustum ve yola odaklanarak konuyu kapattığımı belli etmeye çalıştım; fazla özele girmiş olabileceğimi düşünmek beni rahatsız etmişti.
Beş dakika sonra bembeyaz bir binanın önünde durduğumuzda bisikletten ilk inen ben oldum, arkamdan Yankı da indi ve bisikleti binanın köşesine dayayıp açık olan kapıdan içeriye girdi. Onun arkasından ben de girerken, “Popom çok acıdı," diye homurdandım.
Yankı'nın sırtı bana dönüktü ama, “Bindiğin yer rahat değildi," dediğinde sesinden bile sırıttığını anlayabiliyordum.
Neye güldüğünü anlamadım. "Daha konforlu olmalıydı," diyerek ona takıldım. "Rahatsız geldim."
Yankı aniden durdu. Yüzüm neredeyse sırtına çarpacağı sırada hızlıca bana döndü ve bakışlarımı inceledi. Uzun süre baktıktan sonra, “Konforlu?" dedi ve gözlerine yine tehlikeli bir ifade yayıldı. "Rahatsız gelmek?" Ona afallamış bir şekilde bakarken ne demek istediğini anlamıyordum ve beynim durmuş gibiydi. Yankı da yüzümden anlamış olacak ki "Bazen çok masum görünüyorsun, saf kovboy," dedi ve içten bir şekilde gülümsedi. "Hoşuma gitti."
O sırada ağlayarak bir kız çocuğu yanımıza doğru koştu ve Yankı'nın bacaklarını yumruklamaya başladı. Tedirginlikle kız çocuğuna baktığımda bu kızın dün o yetimhaneden aldığımız kız çocuğu olduğunu anladım. "Güzide nerede?" diye bağırırken gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. "Baba nerede? Bugün cezasız kaldım, baba nerede?"
Yankı hızlı bir şekilde bacaklarını yumruklayan kız çocuğuna doğru dönüp, “Dur bir dakika," diye seslendi ve havaya savurduğu yumruklarından kaçmak yerine ona isabet almasına izin verdi. Çocuğun psikolojisi yeterince çökmüş bir vaziyetteydi, yeşile çalan gözleri ağlamaktan dolayı kıpkırmızı olmuştu. Üzerindeki elbisesi kirlenmişti. "Ne cezasından bahsediyorsun?"
Kız çocuğu ağlamasının şiddetini artırırken daha sert yumruklarını Yankı'ya geçirmeye devam etti. Yerimden bile hareket etmeyip olanları izlerken hangisinin daha kötü olduğunu ayırt etmeye çalışıyordum. Yaşamak zorunda kaldığı hayat mıydı yoksa yaşamak zorunda kaldığı hayatına olan bağlılığı mıydı?
Yankı elini kaldırıp ona müdahale edeceği sırada kız çocuğu dehşetle gözlerini açtı ve kollarıyla yüzünü kapattı. "Tamam vurma, bir şey demedim." Ağlamasının sesini düşürdü, iç çekişlere dönüştürdü. Zayıf bedeni korkuyla titremeye başladı. Yankı kaldırdığı elini indirdi ve başını kaldırıp ileriye doğru baktı.
"Sana vurmayacağım," dediğinde sesinde belirgin bir çaresizlik vardı Yankı'nın. "Sana öyle bir şeyi asla yapmam."
"Baba bana vuruyor," dediğinde Yankı'nın gözleri yine kız çocuğuna doğru döndü. "Güzide bana vurmuyor. Onları istiyorum." Kollarıyla yüzünü hala kapatıyordu.
Yankı aynı çaresizlikle ellerini saçlarına geçirdi ve ne yapacağını düşündü; kız çocuğu aslında Tankut'tan korkuyordu fakat psikolojisi o kadar çökmüş bir vaziyetteydi ki şiddet onun için ihtiyaç haline gelmişti.
Kendimi tutamayıp bir adım attım ve elimi Yankı'nın omzuna yerleştirdim. Gözleri bana döndüğünde, “İzin ver, ben halledeyim," diye mırıldandım. "Emin ol benimle konuşacaktır."
Yankı hiçbir tepki vermeden yana doğru kaydı ve kız çocuğunun arkasına geçerek kendini ondan gizledi. Ben de onun önünde dizlerimin üzerine çöküp yatıştırıcı bir ses tonuyla, “Gitti," diye mırıldandım. "Sadece ben kaldım, gözlerini açabilirsin." Derin aldığı nefesleri duraksamaya uğradı ama yüzünü açmadı. "Bak ben seni anlıyorum," dediğimde gözlerim bir anlık Yankı'ya kaydı ama sonra ben de o yokmuş gibi davrandım. "Onun cinsleri sana zarar verecek sanıyorsun ama şu an o burada yok. Aç gözlerini."
Ona birkaç dakika süre verdim ve o birkaç dakikalık sürenin sonunda kollarını yüzünden çektiğinde bakışları direkt olarak benimle buluştu. Çöktüğüm yerde onunla aynı boya gelmenin verdiği rahatlıkla uzanıp onun saçlarına dokundum ve bir tutam saçı kulağının arkasına ittim. "Güzide nerede?"
"Güzide artık olmayacak." Çevirmeden, dolandırmadan, direkt olarak verdiğim yanıtla gözleri kocaman açıldı.
"Güzide yoksa baba nerede?"
"Baba da artık olmayacak." Elimi saçlarından aşağıya doğru indirdim ve parmaklarım omzuna dokundu ardından koluna doğru ilerlediğimde irkilerek geriye doğru bir adım attı. Çatık kaşlarla, “İzin verir misin?" diye sordum fakat yanıt vermesini beklemeden üzerindeki elbisenin kolunu yavaşça yukarıya doğru çektim. Belirgin morluklarla karşılaştığımda ve eskilerinin üzerine yenilerinin yapıldığını gördüğümde nefesim kesildi.
Bu morlukları tanıyordum, aynı izleri benim vücudumdan da geçmişti. Onun da sadece kollarında değil, birçok yerinde böyle morluklar olduğunu biliyordum. "Dinle beni," diye fısıldadığımda elim kolundan yüzüne tırmandı ve yanağını okşadım. "Bu morlukları sana babanın yaptığını biliyorum. Neden hâlâ onu istiyorsun?"
Omzunu indirip kaldırdı. "Çünkü o bana ödüller de veriyor. Bana vurmasından hoşlanmıyorum ama bana dokunmasını seviyorum. O benim saçlarımı okşuyor." Yankı ellerini saçlarına geçirdi ve çekiştirerek dudaklarından kısık bir küfür savurdu. Arkasını bize doğru döndüğünde yüzünü benden saklamaya çalıştığını biliyordum.
"Onlar ödül değil." Karşımdaki kız çocuğunun yüzü sanki benim yüzüme dönüştü ve morlukları tek tek benim geçmişimi haykırdı. "Ödül sanıyorsun ama onlar ödül değil. Sana yaptıkları çok kötü şeyler. Ona ihtiyacın yok."
Kız çocuğu başını önüne eğdi ve alt dudağı titrerken, “Ama benim ondan başka kimsem yok," dedi.
Çocukken kimsesiz olmak, bir celladın kollarında bile kendini güvende hissetmekti.
"Hayır!" diye inlediğimde bakışları yerden kalktı ve yüzüme baktı. "Kimsesiz değilsin. Burada birçok arkadaşın olacak, önceden bir kişi sadece ailendi şimdi onlarca kardeşin olacak."
Eli havaya kalktı ve yanağıma dokunup, “Sen de olacak mısın?" diye sordu. Gözlerimi kapattım ve yüzümü eline itekledim. Yumuşacık elleri beni kendime getirmişti.
"Olacağım." Yüzümdeki eline dokundum ve sımsıkı tuttum. "Artık senin ailen ben olacağım, zarar görmene izin vermeyeceğim. Ben artık hep bir adım arkanda değil, bir adım önünde duracağım."
Kafasını aşağı yukarı salladı. "O bana zarar verir mi?" diye sordu. Kastettiği Yankı'ydı. Bunu atlatması zor olacaktı, ondan her seferinde korkacaktı.
"Asla." Gülümsedim ve elimle Yankı'yı çağırdım. Yankı tedirginlikle öne çıktığında kız çocuğu korktu ama tepki vermedi. "Ona iyi bak," dedim hayran bir tınıyla. "Seni kurtaran kişilerden birisi de bu adam. Büyüdüğünde benden önce onu hatırlayacaksın."
Çekingen bir şekilde Yankı'ya baktı ve Yankı dikkatli bir şekilde ona dokunmamak için çaba sarf ederek benim gibi yere çöktü. "Merhaba," dedi sevecen bir sesle. "Seninle tanışalım mı? Adın ne?"
Kız çocuğu açık renk saçlarını arkaya doğru itekleyip dudaklarını öne doğru büktü. Bu bilmiyorum demekti ve Yankı'yla ikimiz birbirimize baktı. "Baba her gün bana farklı bir isimle sesleniyordu."
Yankı'nın çene kasları gerildi ve gözlerini kapatarak kendine birkaç saniye verdi. O sırada kız çocuğu Yankı'yı inceliyordu, kaşları ise çatıktı. Yankı gözlerini açtığında, “Bir adın olsun istersin değil mi?" diye sordu. Kız çocuğu başını olumlu anlamda aşağı yukarı salladı ve daha acılı bir iç çekti. "Burada kardeşlerinden adı olmayanlar vardı, onlara adını biz verdik. Sana da isim vermemizi ister misin?" Yine başını salladı ve elimi sımsıkı tuttu.
Yankı'nın bakışları bana döndü. "Ona sen isim ver," dediğinde başını omzuna doğru düşürdü. Turkuaz gözlerinde derin bir merhamet vardı. "Ona yakışan, adını taşırken daima hakkını vereceği bir isim ver."
Bu düşünce beni rahatsız etmişti çünkü birine adını vermek, o isimle yaşarken daima adını koyan kişiyi hatırlaması demekti. Kendi adımı koyan kişiyi düşündüğümde adımdan bile nefret etmeye başlıyordum fakat bu kız çocuğu için durum daha farklıydı. Onun bir ismi yoktu ve isimsiz yaşamak, nefret ettiğin bir isimle yaşamaktan daha kötü olurdu. "Evet sen ismimi koy," dedi kız çocuğu ve hafifçe gülümsedi. Burnunu çektiğinde ben de ona gülümsedim.
"Düşüneyim," diye mırıldandığımda onun tam gözlerinin içine bakıyor, onda gördüklerimi kendi geçmişimle izliyordum. Aklımda durmadan dönen bir isim vardı ve gözlerine baktığımda o ismin ona yakışacağından, geleceğini inşa ederken kendine pusula belirleyeceğinden neredeyse emindim. "Gözlerinde yarını görüyorum, gözlerinde gelecek zamanı görüyorum. Gözlerinde başkalarının kıyameti olacağını görüyorum." Ellerimi yüzüne yerleştirdim ve tebessüm ettim. "Ferda. Senin adın Ferda olsun."
Yankı derin bir nefes alarak, “Ferda," dedi. "Güzel isim."
Kız çocuğu gülümsememe karşılık verdi ve gözlerine daha büyük bir kıyamet yerleşti. "Ferda," diye fısıldadım kulağına doğru. "İyileşeceksin, beraber iyileşeceğiz ve ikimiz beraber senin kıyametini yaratacağız."
Paragraf Yorumları