logo

44. YANSIMA

Views 331 Comments 4

IŞIK SARCA

Benim hikâyemi kimse anlatamazdı, bir filmin ya da bir dizinin başkarakteri de olamazdım. Ben başkalarının hayatlarındaki o kişiydim ve beni bir yazar bile yazamazdı. Beni sadece ben anlatabilirdim.

Işık Sarca. Önder'in nefret ettiği o kız. Gerçek adı Nil. Nil Göktepe.

Adımı annem vermiş, Nil Nehri’nin güzelliğinden olsun istemiş fakat maalesef kaderim o kadar da güzel olamamıştı. Bağışıklık kazanacak kadar acı çekmiştim, hem bedenen hem de ruhen ama içten içe kendime acısam da bunu dışarıya yansıtmazdım. Aslında zavallıydım, fazlasıyla zavallı çünkü rol yapmaya alışmıştım ve en zavallı insanlar, dışarıya kendini güçlüymüş gibi gösterenler olurdu.

Ben zavallıydım. Bu yüzden hiçbir yazar, hiçbir senarist beni yazamazdı. Zihninde doğsam bile onlara kendimi açmaz, anlatmazdım.

Benim gibi olmayanlar da beni anlayamazdı. Birçok insan beni sevmezdi. Sert gelirdim, belki kibirli, biraz duygusuz? İnsanların hakkımda ne düşündüğünü hiçbir zaman önemsemedim; ben kendi içimde bile kendimi önemsemedim.

Ben bu kadındım. Nil Göktepe. Sonraki adı Işık Sarca. İkisi de aynı kadındı, ikisi de zavallıydı.

Mutlu ve Bartu telefonda oyun oynarken çoktan gece olmuş, ay gökyüzündeki yerini almıştı. Günlerdir kar yağmasına rağmen bu gece kar yoktu. Soğuğu seven birisi değilim, soğuk bana o evden kaçtığımızda küçük vücutlarımızla üşüdüğümüz geceyi anımsatıyordu. O gece de çok soğuktu. Fakat birisi de ellerimden tutmuştu, o soğuktan beni kurtarmıştı.

Lâl’le oturduğu yerden göz göze geldik. İki gün önce Helin'den ayrıldıktan sonra daha fazla sessizliğe gömülmüştü. Aslında artık gözleri de sessizdi, eskiden konuşmasa bile gözlerinden ne söylemek istediğini anlardım ama artık bu da yoktu.

Onun suskunluğu, hepimizin çığlığı olmuştu ama artık onun için çığlık bile atamıyorduk. Lâl benim için kapısı kapalı bir sandıktı, o sandıkta benim de sırlarım vardı ve suskunluğuyla bizi içinde gizlerdi.

Onun için canımı verebileceğim kardeşlerimden birisi de Lâl'di.

"Geri zekâlı, aptal, beyinsiz, öküz!" Mutlu'nun sesi. İç sesimde bile onun gerçek adını söylemiyordum çünkü adını babamız koymuştu. "Göt, bok herif!" Bartu'ya bağırıyordu. "Beni neden öldürdün oyunda? Öldüm lan öldüm! Yaşayabilirdim ama beni öldürdün!"

"Bağırma!" Bartu ayağıyla Mutlu'nun kafasına vurdu. Uzandığı yerden ayaklarıyla sürekli Mutlu'yu itekliyordu.

"Görürsün, kafana birazdan kurşunları dizeceğim." Dudaklarını büküp bana baktı. "Beni öldürdü, karnımdan vurdu beni. Öldüm. Ah canım acıyor, çok acıyor."

"Siz aptalsınız," dedim yüzüncü kez. "Normal hayatınızda silahları kullanan çakma mafyalar olmamışsınız gibi bir de oyunlarda kullanıyorsunuz."

"Sen ne oynuyorsun?" dedi Bartu gözlerini devirip.

Bartu. Evin koca bebeği, çocukluğumun koruyucu meleği ama en huysuzumuz. Küçükken ilk anlaştığım kişi Bartu olmuştu çünkü sürekli kavga ediyorduk ve ben onu dövüyordum. O bana kıyamadığı için vuramıyordu. Uğruna canımı verebileceğim diğer kardeşim oydu. Masumiyeti gözlerindeydi. En çok kalbindeydi. Benim için ağladığı günleri biliyordum.

Benim için çocukken içi çıkana dek ağladığı o günü biliyordum. İntiharımın iki gün sonrasıydı.

"Barbie giydirme oyunu," dedim gülerek. "Kendimi giydirmekten zevk alıyorum."

Bartu güldü. "Sen bu yalanlarınla beni mi kandıracaksın?"

"Evet."

"Nasıl evet?"

"Kanarsın sen, safsın."

Bartu dudaklarını büktü, dikkati dağıldı. "Kanarım arada, doğru ama sana kanarım Işık, bir sana Işık."

"Yine mi bu replikler," dedim gözlerimi devirip. "Yine o aksiyonlu Türk dizilerini izledin, değil mi?"

"Ezel'i izliyor," dedi Mutlu. "Sabahtan beri bana Ramiz Dayı gibi konuşuyor, sen de Eyşan oldun galiba."

"Eyşan suçsuzdu bu arada," dedim yüzüncü kez.

Bu Bartu'nun damarıydı. "Nasıl suçsuzdu? Sevdiği adamın en yakın arkadaşıyla evlendi!" Gözleri kocaman açıldı, oyunu unuttu, istediğim de buydu. "Bazı davranışları zorunluluktandı ama bazılarını yapmak zorunda bile değildi."

Mutlu'ya göz kırptığımda Bartu ne olduğunu ilk başta anlayamadı. Mutlu tam o sırada Bartu'yu öldürdüğünde çığlığı bastı. Koltuğun üzerine çıkıp zıplamaya başladı. "Beynini dağıttım senin, beynini!"

Bartu öfkeyle telefonuna döndüğünde gözlerinden ateş fışkırdı. "Lanet olsun sana Işık!" diye bağırdı. "Yine ikizinin tarafını tuttun, değil mi? Çok kurnazsın!"

"Özür dilerim, farklı yumurtalarda da olsak aynı karında büyüdük. Onun için hepinizi satarım." Bartu yüzüme yastık fırlattı, karşılık olarak ben de üzerine yastık attım. Bu birkaç kez daha tekrar ettiğinde başımı eğdim ve yastık Lâl'in yüzüne denk geldi. İrkilerek Bartu'ya baktığında ikisi de donuklaştı.

"Pardon," dedi Bartu gözlerini kaçırarak. "Sana atmak istememiştim."

Bartu ve Lâl. Küçüklüğümüzden beri hepimiz farkındaydık ki Bartu Lâl'e âşıktı, hem de deliler gibi. Küçücüktük, uyurken gider Lâl'in nefes sesini dinlerdi. Onu her şeyden korurdu ama kendinden koruyamazdı ve hepimiz yine farkındaydık ki Lâl Bartu'dan korkuyordu. Bunu bana sık sık söylerdi Lâl. Ondan korkuyorum, derdi. Bartu bunu çok sonradan fark etti.

Lâl küçüklüğümüzden beri hep gözbebeğiydi, farkındaydım ama bu durum beni hiç rahatsız etmemişti çünkü birilerinin beni korumasına hiçbir zaman ihtiyacım olmamıştı. Ve aslında Lâl'in de hiçbir zaman ihtiyacı yoktu fakat insanların onu korumasını istiyordu. Bir şekilde bunun için çabalıyordu. İstediği zaman, istediği kişiye karşı koyabiliyordu ama birilerinin arkasına saklanmaktan da keyif alıyordu.

Ve arkasına saklandığı kişi hep Yankı oluyordu. Bartu onu korumaya hazırken o hep Yankı'yı istiyordu. Bunun aşk olabileceğini düşünmüştüm fakat Yankı'dan bir karşılık bulamazdı. Bunun farkındaydı. Sonradan anlamıştım, Lâl'in duyguları da aşk değildi.

Acıydı ama sonunda görmüştüm.

Lâl, Önder'in kuklasıydı ve Lâl'in Yankı'nın yanında durmasını bu kadar isteyen de Önder'di. Lâl, Önder'in gözü ve kulağıydı. Yankı'yı en rahat Lâl yoluyla yönetebiliyordu. Buna şahit olmuştum, onlar şahit olduğumun farkında bile değildi.

Hatta Lâl bile bunu bildiğimi bilmiyordu.

Genelde üç maymunu oynamayı severdim, bu konuda Yankı'yla birbirimize benziyorduk.

Gözlerim kolumdaki saate kaydı. Gece on ikiyi çoktan geçmişti. "Bugün de gelmeyecek galiba," dedim Lâl'e. Kimden bahsettiğimi anladığında mutsuz bir ifadeyle dudaklarını büktü.

"Ben konuştum," dedi Mutlu. "Birazdan evde olur."

"Nasıl konuştun?" Şaşkınlıkla ona baktım. "Telefonlarımı açmıyordu, senin telefonunu mu açtı?"

"Bebeğim," dedi Mutlu göz kırparak. "Yankı Sarca en çok bana kıyamaz."

Hayır, dedim iç sesimle. Yankı benden kaçıyordu ama ona bunu dile getirmedim.

On dakika sonra kapının açılma sesini duyduğumuzda hepimiz başımızı o tarafa çevirdik. Bartu dışında. O Yankı'yla konuşmuyordu, yüzüne bile bakmıyordu; Helin'le aralarında ne olduysa hepsinden haberi vardı ve bu yüzden Yankı'ya arkasını dönmüştü. Doğruluğu tartışılırdı, öfkesinden bunu yaptığını biliyordum çünkü bir ay içerisinde Yankı'nın iyi olmadığını, onunla konuşmam gerektiğini bana defalarca söylemişti.

Kapı kapandı, adım seslerini duyduk, ardından kapının önünde Yankı belirdi.

Bir aydır onu en fazla beş-altı kez görmüşüzdür. Doğru düzgün eve gelmiyordu, gelse de ya odasına çıkıyordu ya da oturma odasında uyuyakalıyordu. Gelişigüzel sohbet ediyor, bizi dinlemiyordu. Evet, Yankı bizi dinlemiyordu, dinliyormuş gibi davranıyordu. Bu onun huyu değildi.

Aslında yaptığı hiçbir şey şu an onun huyu değildi. Öyle değişmişti ki artık onu tanıyamıyordum. Hem fiziksel hem de ruhsal olarak. İlk değişimi, Helin'le tanıştıktan sonra olmuştu. Normalde duygularını yansıtmayan Yankı Sarca, Helin'den sonra değişmişti. Sevgisini gösteriyordu, öfkesini de öyle. Hatta nefretini. Normalde çocuklarını seven ama bunu göstermeyen otoriter bir baba gibiyken bize sarılmaya bile başlamıştı. Her zaman her şeyi ben kendim halledebilirim diyen Yankı, bizden yardım istemeye başlamıştı. Yaşamını robot gibi sürdürürken, Helin'den sonra robot olmaktan vazgeçmişti. Duyguları olan birisine dönüşmüştü.

Şimdi ise robot bile değildi. Yaşayan bir ceset gibiydi ve gizlemiyordu, bu en tuhafıydı.

Kapının pervazına omzunu yaslayıp bize baktı. Epey kilo kaybetmişti. Hiçbir zaman çok kilolu olmamıştı ama şimdi kaybettiği kilolar bariz ortadaydı. Gözlerinin altı hep mosmor, içleri kırmızıydı. Uykusuzluktan olduğunu düşünüyordum ama burnuma kadar gelen alkol kokusu aksini söyledi.

"Yankıtu!" dedi Mutlu gülümseyerek. "Hoş geldin benim güzel beybeğim, gel kucağıma, sarılayım sana!" Yanına gidip kocaman sarıldı. Yankı gülümsedi ama içten bir gülümseme değildi, Mutlu’nun saçlarını karıştırdı. Geriye çekilen Mutlu gözlerini kıstı. "Ne yaptın? Alkol banyosu mu?"

Yankı bir kez daha Mutlu'nun saçlarını karıştırdığında, "Ne yapıyorsunuz?" dedi klasik her zamanki sorusunu sorarak. Ne yaptığımız umurunda bile değildi. Bakışları ilk önce Lâl'e döndü, başıyla selam verdi. Onunla artık hiçbir şey paylaşmıyordu. Nedeni, aylar önce günlüğü Ekip'e veren Helin'in yaptığını Yankı'ya anlatmamasıydı. Yankı o zamanlardan beri Helin'in kim olduğunu biliyordu ama davranışları hiç bu kadar değişmemişti.

Ne olmuştu da bu hale gelmişlerdi? Konu Helin'in yaptığı bir şey değildi, konu Yankı'nın yaptığı bir şeydi. Ne yapmış olabilirdi?

Bakışları Bartu'ya döndü, Bartu göz ucuyla onu incelerken göz göze geldiklerinde başını çevirdi ve elindeki oyuna geri döndü.

"Yaşıyoruz," dedim iğneleyici bir ses tonuyla. "Sen?"

"Aynı şekilde." Başka hiçbir şey söylemedi. Bartu'ya baktı, düşündüğümden daha uzun bir süre baktı ama yine karşılık bulamadı. Onunla konuşmayacaktı. En uzun süren küskünlükleri bu olmuştu; normalde Bartu hep küserdi ama dayanamaz konuşurdu fakat bu kez Yankı'yı görmezlikten geliyor, bundan vazgeçmiyordu.

Bu durum Yankı'nın canını yakıyordu, Bartu'ya bakarken bunu da gördüm.

Bir süre sonra odanın içine boş boş baktı, ardından bakışları Helin'in uyuduğu o üçlü koltuğa kaydı. Kaşları çatıldığında, "Ben uyuyacağım," dedi. "İyi geceler size." Bu kadar. İletişimimiz sadece bu kadardı.

"Aç mısın?" dedim duraksamasına neden olarak. "Lâl sevdiğin yemekten yaptı. Tatlı da var."

"Yedim." Sırtı dönüktü, gözleri merdivendeydi. "Belki yarın uyanınca yerim."

"Biz de bunu yedik şu an," dedim ters bir sesle. "Çok fazla kilo verdin, farkında mısın? Bir şeyler yemen gerekiyor, ergen bir çocuk gibisin şu an."

Omzunun üzerinden bana döndüğünde bakışlarında, beni rahat bırak, ifadesi vardı ama Yankı dile getirmezdi. "Tamam," dedi başını sallayıp. "Yarın yiyeceğim." Bir kez daha arkasını döndü. "İyi geceler hepinize."

Bartu'yla göz göze geldik. İkimiz de aynı şeyi düşünmüş olacağız ki, "İki gün önce Helin'le beraberdik," diye bir anda lafa girdim.

Duraksadı, omuzlarının kalkıp indiğini gördüm. Bu kez bana değil, Bartu'ya baktı. Bartu ise gözlerini kaçırmadan Yankı'ya odaklanmıştı. Bir şeyler söylemesini bekledik. Çok kısa bir an düşündükten sonra, "Öyle mi?" dedi duygularını gizleme zahmetine girmeden. "Nasıldı?"

Ayağa kalkıp kollarımı önümde bağladım. "Senden çok daha iyi durumda."

"Güzel." Ellerini üzerindeki montun cebine yerleştirdi. "Sevindim." Sonra hiçbir şey demeden merdivenlere yönelip yukarı çıktı. Artık Bartu'yla değil, bizim onlar için yaptığımız odada kalıyordu. Yine o odaya doğru ilerledi.

Öfke içimde çağlayarak akarken, Mutlu, "O kadar kötü halde ki," dedi başını iki yana sallayarak. "Daha önce onu hiç bu şekilde görmemiştim."

Biz Yankı'yı kendi haline bırakmaya alışmıştık çünkü bize bunu o alıştırmıştı. Morali bozuk olsa bile toparlayacağım derdi ve toparlardı. Yanında olmamızı istemezdi, biz buna alışmıştık ama bu kez toparlayamıyordu, hayatını şu anda hiçbir şekilde toparlayamıyordu.

Yankı gözlerimin, gözlerimizin önünde bitiyordu.

Bartu derin bir nefes alıp verdi. "Ona hâlâ kızgınım ama dayanamıyorum," dedi. "Konuşursam daha kötü bir hale gelebilir ya da onların arasındakini daha kötü bir noktaya sürükleyebilirim ama onu böyle görmeye ben de dayanamıyorum."

"Bartu," dedim hiddetle. "Bu kadar kötü ne oldu? Helin'in onu bırakmasına, Yankı'nın bu kadar bitmesine sebep olan ne yaşandı?" Başını iki yana sallayarak anlatmayacağını gösterdi. "Peki Yankı neden çabalamıyor geri kazanmak için?"

Bartu çok kısa bir an düşündü, düşünürken kaşları çatıldı. "Bence yüzüne bakmaya cesareti olmayabilir," dedi. "Benim olmazdı."

"Bu şekilde olmaz." Daha öfkelendi. "Bu şekilde nereye kadar? Bitmiş olabilir, birbirlerini bırakmış olabilirler ama bu şekilde değil." Kendimi tutamayıp ben de peşinden ilerledim ve Mutlu'nun sakin ol laflarını duymazlıktan geldim. Merdivenleri sert adımlarla çıkıp direkt odaya daldım, ardından onlara ayırdığımız odanın içine girdim.

İlk defa giriyordum bir ayın sonunda. Oda darmadağınıktı; dağınıklık Yankı'ya göre değildi. Yatak dağınıktı, kıyafetler dağınıktı ve birkaç kıyafet de Helin'e aitti. Odada değildi fakat çatı penceresi açıktı.. Evin içine sığamadığını söylemiş Mutlu’ya; dört duvarın üzerine gelmesi ne demek, en iyi ben bilirdim.

Yatağın üzerindeki yorganı elime alıp pencereden yukarıya fırlattım, ardından ben de zorlukla tırmandığımda onu gördüm.

Sırtı bana dönüktü, dizlerini kendine çekmişti ve yanında bir bira şişesi vardı. Hava buz gibiydi, üzerinde sadece mont vardı. Telefonundan bir ses geliyordu, Helin'in gülme sesi, başka da hiçbir ses yoktu. Beni fark etmedi bile. Bu imkânsızdı, dikkatini bir an bile kaybetmeyen Yankı Sarca beni fark etmedi. Gerçekten bitiyordu.

Dikkatli adımlarla yanına gittiğimde, omzunun üzerinden, telefondan bir video izlediğini gördüm. Videoda ikisi vardı, uzanıyorlardı, Helin gülüyordu. Videoyu gizli gizli çektiği belliydi.

"Üşüyor musun?" diye sordu Helin videoyu çekerken.

Yankı gülümseyerek, "Çok üşüyorum, beni sadece sen ısıtabilirsin," dedi. Videoya çekildiğinden habersizdi. Helin kameraya bakıp gülümsüyordu.

Göz kırptı Helin. "Bana çok mu ihtiyacın var şu anda?"

"Tahmin bile edemeyeceğin kadar." Yankı videoyu durdurdu, derin bir nefes aldı, ardından devam etti: "Ve sadece şu an değil."

"Peki çok mu sarhoşsun?"

"Aklımda bizden başka kimseye yer kalmayacak kadar." O kadar huzurlu görünüyorlardı ki içimde bir yerlerin parçalandığını hissettim.

"Bunlar çok büyük itiraflar, değil mi Yankı Sarca?" Helin yeniden kameraya baktı. "Keşke bunları tekrar tekrar dinleyebilsem." Yankı videoyu durdurdu.

Tekrar tekrar dinleyen Helin değil, Yankı'ydı.

Bir süre öylece ekrana baktı, nefes sesinin değiştiğini fark ettim. Sonra videoyu devam ettirdi. Yankı sarhoştu, saçmalıyordu ve Helin onunla dalga geçiyordu. Videonun devamında çekildiğini fark edip Helin'e gülüyordu, ardından çok büyük bir itiraf bırakıyordu.

"Sensiz yapamam," diyordu Yankı. "Sarhoş olup Helinsiz yapamayacağımı söylediğimde. Hem ayık kafayla hem de sarhoş kafayla. Ne olursa olsun, sensiz yapamam." Videoyu yeniden durdurdu, geriye aldı ve Helin'in güldüğü kısımlara geldi. Orada durdurdu.

Daha fazla gizli şahit olmak istemediğim için, "Yankı," dedim. Telefonu gizlemesini ya da benden çekinmesini bekledim ama bunlar yerine omzunun üzerinden bana baktı, ardından yeniden önüne dönüp telefonun kilidini kapattı. Yanına oturup yorganı ikimizin omzuna attım. Gözlerini gökyüzüne çevirip yutkundu. Zayıfladığından ötürü yüz hatları belirginleşmişti. "Konuşmak ister misin?" diye sordum.

Başını yavaşça iki yana salladı. Konuşmadı, konuşursa ne olacağını biliyordum. Boğazına oturan o yumru, ağzını açarsa kendisini gösterirdi. Bu son çırpınışlarıydı.

"O ölmedi," dedim sert bir sesle. "Helin ölmedi. Ölmüş gibi davranmaktan vazgeç." Hiçbir cevap vermeden gökyüzüne bakmaya devam etti. "Sana söylüyorum. Neden bunu kendine yapıyorsun? O hâlâ yaşıyor, bunu biliyorsun." Yine cevap vermedi. Öfkeyle onu omzundan itekledim. "Bana bir cevap ver, neden o ölmüş gibi davranıyorsun?"

Omzunu kaldırdı. Derin bir nefes aldı, elini dağınık olan saçlarına daldırdı. "Konu Yankı'nın onun için ölmüş olması zaten," dediğinde sesi titredi. İlk defa Yankı'nın sesinin titrediğini duydum. "Helin için öldüm."

"Hayır," dedim. Neyime güvendiğimi bilmiyordum, Helin ondan hiç bahsetmemişti, ufacık bile ama öyle olmadığına emindim. "Böyle bir şey mümkün değil. Helin'i hiç tanımadın mı? O sevdiklerinden kolaylıkla vazgeçecek bir kız değil."

"Kolaylıkla vazgeçmedi zaten," dedi Yankı gözünü gökyüzünün bir noktasından ayırmadan. "Yavaş yavaş vazgeçti. Kendi ellerimle ben vazgeçirdim. Öldüm ama bir anda değil, zamanla öldüm onun için." Bakışları ayaklarına kaydı. "Ve ben öldükten sonra acı çektim. Artık yapabileceğim bir şey yok."

Buz gibiydi, vücudundaki soğukluğu hissedebiliyordum. Yüzü bembeyaz kesilmişti. Birasını kafasına dikip büyük yudumlarla içti. "Yankı Sarca gibi davranmıyorsun," dedim kaşlarımı çatarak. "Sen kimsin? Bu değilsin."

"Yankı Sarca," deyip güldü. "Yankı Sarca gibi davranmıyorum, Yankı Sarca gibi değilim, Yankı Sarca şöyle yapar, Yankı Sarca böyle yapar." Birayı yavaşça yere vurdu. "Yankı Sarca hiçbir şey. Bunu fark etmeniz için daha ne olması gerekiyor? Gözünüzde büyüttüğünüz o adam değilim, ben buyum. Bundan ibaretim."

"Kendinden nefret ediyormuş gibi konuşuyorsun."

"Kendimden nefret ediyorum çünkü," dedi gözlerini en sonunda bana çevirerek. "Bunu hep bilmiyor muydun? Hep farkında değil miydin? Açıkça mı duymak istiyorsun? Kendimden nefret ediyorum. İnsanların hayatlarını toplamaya çalışırken o hayatları dağıtıp daha kötü bir hale getiren aptalın tekiyim. Ne doğru diye düşündüysem hepsi yanlış çıktı, her şeyi elime yüzüme bulaştırdım. Bitti." Gözlerimin içine baktı, daha derine. "Bitti, Işık. Bittim. Yankı Sarca bitti. Yankı Sarca artık halledemiyor, Yankı Sarca'nın artık yapacağı hiçbir şey yok çünkü artık bir şeyleri daha fazla mahvetmek istemiyor, anladın mı? Yokum. Ben yokmuşum gibi hayatınıza devam edin. Bu zor bir şey değil."

Sesinde acıdan başka hiçbir şey yoktu ama gözlerindeki nefret sadece kendineydi. "Konu sadece Helin değil, Helin patlama noktası, değil mi?" diye sordum. "Hatta Helin bir ayna, sen kendinle yüzleşiyorsun."

Ellerini yüzüne geçirdi, sanki maskesini çekip çıkarmak için savaş verdi. "Şu kadardım," dedi eliyle göstererek. "Bir şeyleri toplamaya çalıştım. İlk başta Lâl'i toplamak istedim, Lâl yüzünden Koza'yı kaybettim. Koza ilk kardeşimdi, tek sırdaşımdı. Tek kardeşim dediğim insanla düşman oldum, o beni bitirmeye çalıştı, ben onu bitirmeye çalıştım ama ikimiz de birbirimizi bitiremedik." Bir elini yumruk yaptı. "İçimdekileri anlatmamaya o kadar alışmışım ki anlatamıyorum. Anlamıyorsun, değil mi? Anlatamıyorum çünkü. Neden bu kadar sustum? Ben konuşmayı bilmiyormuşum, Işık. Ben hep dinlemişim. Bana neden konuşmayı öğretmedin? Öğretmediniz?" Sonra acıyla tebessüm etti. "Hâlâ bir neden arıyorum. Karşımdaydınız, konuşuyordunuz, dinledim; öğrenmeye çalışmadım."

"Anlat," dedim. "Ne anlatırsan ben seni dinlerim, ben seni anlarım." Çünkü Yankı'yı anlardım, çünkü onunla biz Önder'in acı çektirdiği çocuklardık; elimi ilk tutan kişi Yankı değil, Koza'ydı ama Önder'in ellerinden kurtaran kişi Yankı olmuştu. Ben de onu kurtarmıştım. Bu fiziksel şiddet, bizim acılarımızın da şiddetiydi.

"Her şeyi bildiğini sanan Yankı Sarca," dedi derin bir nefes vererek. "Aslında hiçbir şey bilmiyormuş." Gözleri ilerideki sokak lambasına kaydı. "Çocuktum, büyük gibi davrandım. Haddime düşmemişti, bunu yaptım. Sonra Helin'le tanıştım. Aldı beni, çocuksun demedi, çocukluğumu gösterdi bana. Gülümsedi, içimdeki heyecan bir adama değil, bir çocuğa aitti. O gülümseyince ben çocuk gibi mutlu oldum, o üzülünce ben çocuk gibi üzüldüm. İçimde büyümeyen çocuk onun yanında ortaya çıktı ve o çocuğu o büyüttü."

Gülümsediğimde gözlerim dolmuştu. "Hayatının ikiye ayrıldığını fark ettin, değil mi?" diye sordum. "Helin'den öncesi ve Helin'den sonrası."

"Hayatım ikiye değil, üçe ayrılıyor," dedi sakin bir sesle. "Helin'den önceki Yankı. Bana nasıl tahammül ettiniz? Ben Helin'den önceki Yankı'ya tahammül edemiyorum. O Yankı'nın duyguları yoktu, o Yankı bir robottu. Söylesene, hangi anılarınızın içinde ben de varım?" Farkında olduğumu artık o da anlamıştı. "Geçmişi düşün, anıları. O kadar yokum ki sizin anılarınız içinde. Sadece bir gölgeyim. Siz birbirinizi sevdiniz, ben sizi sevdim ama ben sevgimi bile gösteremedim. Hiçbirinize."

"Hayır." Elimi dizine koyup sıktım. "Hepimiz senin bizi sevdiğini biliyorduk."

Yankı bana inanmadı. "Helin'den önce sadece aklı olan bir robottum. Neyi fark ettim biliyor musun, Işık? Dördünüzden birisi olmasaydı Sokak Nöbetçileri ayakta duramazdı ama bensiz de siz olurmuşsunuz çünkü bir insan aklını kullanmadığında bile yaşayabilir ama kalbi olmadan yaşayamaz." Dudaklarım aralandı, ne diyeceğimi anladı. "Benim aklıma ihtiyacınız vardı çünkü siz aklınızı kullanmak istemediniz. Mutlu'nun ne kadar zeki bir çocuk olduğunu sen de biliyorsun. Sen? Lâl? Bartu da istediği zaman o aklını çok güzel kullanabiliyor." Başını iki yana salladı. "Biz bir binaysak siz duvarlardınız, kolonlardınız; ben o evin bir eşyasıydım."

"Yankı..."

"Hatta bu yüzden beni çoğu zaman görmediniz. Bir eşya kaybolduğunda onu sadece birkaç gün ararsın ama bir duvar çatlağında korkarsın. Aylarca yanınızda olmasaydım, aylar sonra çıkıp gelseydim yine sarılırdınız ama o aylarda yine bensiz devam ederdiniz." Başını iki yana salladı. "Dedim ya, aklınızdaki Yankı Sarca değilim ben. Sokak Nöbetçileri'nin sonuncusu sandığımız Yankı Sarca aslında Sokak Nöbetçileri'nin sadece bir gölgesiymiş."

Elimin tersiyle gözümden akmak üzere olan yaşı sildiğimde, "Sana böyle hissettirdiğim için kendi adıma özür dilerim," dedim. "Ama düşündüğün gibi değil. Haklısın, sen olmasan biz devam edebiliriz ama sen olmadan da devam edebilmeyi öğreten yine sendin. Öyle bir adamsın ki insanların hayatlarında iz bırakıyorsun ama o insanların hayatlarına kalmak için değil sadece iz bırakmak için girmiş gibi davranıyorsun. Bizde iz bıraktın ama biz küçüklüğümüzden beri hep senin gideceğin günü bekledik. Çünkü sen bizden ayrıydın. Ben Yankı olmayacağım, diyordun. Benim bir ailem var, diyordun."

Yine gülümsedi, gülüşünde hayal kırıklığı vardı. Yankı'nın ailesi yaşıyordu. Hiçbirimizin ailesi gibi değillerdi. Zenginlerdi, hayatlarında her şey yolundaydı. Ama Yankı'yı istememişlerdi. Bunun nedenini hiçbir zaman anlatmamıştı ama Önder onu aldıktan sonra her gün, her akşam ailesine gidip onu geri almaları için yalvardığını biliyordum. Kendisine öfkelendi bir anda. “Anlatamıyorum, içimdekileri anlatamıyorum. Hepsini anlatamıyorum. Anlatsam olacak, yapamıyorum. Ama anlıyor musun beni? Yine de anlıyor musun?"

"Lütfen içinden ne geçiyorsa söyle, ben anlamanın bir yolunu bulurum."

"Sizler ailelerinizi terk ettiniz," dedi. "Ben terk edildim ve terk edildiğim o eve gidip geri girmek için çok çabaladım."

"Ama bir gün vazgeçtin," dedim. "Bir yerden sonra vazgeçtin."

"Çünkü ailem için öldüm, bunu anladım."

"Hayır Yankı," dedim acıyla. "Helin'le böyle değil, yemin ederim değil."

"Hayatımın ikinci dönemi," dedi gülümseyerek. Bu sefer sıcak bir gülümsemeydi. "Helin hayatımıza girdi. Bir amacı olduğunu bile bile aldım onu. Sen de biliyordun. Bir süre hepiniz yastıklarınızın altında bıçakla uyudunuz, belki sizi öldürmeye gelen biridir diye. Bartu'yu hatırlasana, benimle en büyük kavgalarının sebebi Helin’di. Şimdi benimle Helin için konuşmuyor." Omzunu kaldırdı. "Ona kızgın değilim hatta onu böyle sevmesi hoşuma gidiyor. Bartu, Helin'i hiç bırakmaz."

Ben de gülümsedim. "Ama hepimiz onu sevdik."

"Çok," dedi. "Çok."

"Ve onu kabullendik."

"Zor bir kabullenişti," dedi. "Onu bana getirenin Koza olduğunu ilk yüz yüze geldiklerinde bile anlamıştım." Gözleri yeniden sokak lambasına kaydı. "Hapishaneye götürmüştüm, ikisi de hiçbir şey fark ettirmedi ama anladım çünkü Koza'yı tanıyordum ve o zaman tek düşündüğüm ne oldu, biliyor musun?" Dudakları kıvrıldı. "Helin'in bir ajan olmasından ziyade, Helin'in ajan olduğunu ona söylersem gidip gitmeyeceğini. Çünkü biliyordum, söylersem her şey bozulurdu. Çünkü biliyordum, düşünürsem her şey yıkılırdı. Gösterirsem giderdi. Gösterirsem gitmek zorundaydım." Başını omzuna yatırdı. "O gün, bir sokak lambasının altında onu her şeye rağmen kabul ettim. Yaptıkları, yapacakları ya da yapmış olduklarını umursamadan."

"Bir şeyi merak ediyorum," dedim dayanamayıp. "Belki de rol yapıyordu, belki de senden nefret ediyordu, belki de amaçları için seni alt ediyordu, ona nasıl inandın?"

"Bütün bu ihtimalleri bilerek onu kabullendim." Başını önüne eğdi. "Ve bütün bu ihtimallerden kaçtım. Helin bana yalanlar söyledi, ben yalan söylediğini bildiğim halde o yalanlara inandım çünkü böyle daha iyi geliyordu. Çünkü bu şekilde o evde bir eşya değildim, bir duvardım. Ve o yuvaydı. Benim yuvamdı."

Birasını kafasına diktiğinde gözlerinin dolduğunu gördüm ama kendini engelledi. Başaramayacaktı, bunu biliyordum. "Koza seni bitirmek için Helin'i sana gönderdi."

"Ve bitirdi de. Ama kendi ellerimle bunu ben yaptım. Şimdi dönüp baktığında böyle bir bitişi o da beklemiyordu." Gözleri kısıldı. "Koza buna zafer değil, yenilgi diyor. Ben yenildim ama o zafer kazanmadı."

"Anlamıyorum, Yankı," dedim dayanamayıp. "Helin'in ajan olmasını bile atlattınız, sizi bitiren neydi? Hiç mi yapacak bir şey yok?"

"Çaresizdim," dedi kendi kendine konuşur gibi. "Çok çaresizdim. Öyle çaresizdim ki yapacak başka hiçbir şeyim yoktu. Ben kendi ellerimle onun saçlarını kestim, o gün benim dönüm noktam oldu. Çaresizdim ve bir şeyler yapmak istedim, yapmaya çalıştım, yanlış olduğunu bile bile." Ellerine baktı, nefret ediyormuş gibi. Bir gün bunun olacağını bile bile yaptım. Ama yemin ederim canımın bu kadar yanacağını bilmiyordum." Bakışlarını bana çevirdi, dolan gözleriyle, "Canım acıyor," dedi sanki ilk defa yüksek sesle dile getiriyormuş gibi. "Ben onu bir sokak lambasının altında kabullendim, o beni bir sokak lambasının altında bıraktı. Canım çok acıyor."

Ağlamaya başladığımda başımı omzuna yasladım ve uzanıp elini tuttum. "Geçecek," dedim. "Hep böyle olacak değil ya."

"Hep böyle olacak gibi Işık," dedi sesi titreyerek. "Hiç geçmeyecek gibi. Nasıl geçecek? Ben acı nasıl çekilir bilmiyorum, nasıl geçeceğini de bilmiyorum. Benim kendim için hiç çarelerim yok. Duruyorum, düşünüyorum, bomboşum. Kendime tek bir cümlem bile yok."

"Neden çabalamıyorsun?" Hiçbir cevap vermedi. "Neden bir şeyler yapmıyorsun?" Yine cevap vermedi. Başımı kaldırdığımda gözünden bir damla yaş aktığını gördüm, elinin tersiyle sildi, başını çevirdi fakat sessizce ağlamaya devam etti. Bir çocuk gibi değil, genç bir adam gibi de değil, yaşlı ve yorgun bir adammış gibi ağladı. Sessizce ve içinden. Ama ağladı. Ben onu ilk defa ağlarken gördüm, o kadar zaman sonra ilkti. "Neden ağlıyorsun?" diye sordum bu kez.

"İnsan mutsuzluğa alıştığında o mutsuzluğun içinde olduğunu fark etmiyor ama bir kez mutluluk ellerinden kayıp gittiğinde bir daha toparlayamıyormuş. Ben hep mutsuzmuşum ve bulduğum o mutluluğu da kaybetmişim." Ağlamaya devam etti. "Hayatımın üçüncü ve en kötü dönemi. Artık her şeyin farkında bir Yankı'yım. Her şeyin farkında olmak beni öldürdü."

Başımı iki yana salladığımda yüzünü tutup kendime çevirdim. Ellerinin tersiyle gözlerini sildi, yenilerinin akacağını bile bile. "Çabalayacaksın," dedim. "Çünkü çabalamayı bana sen öğrettin, sen de çabalayacaksın, bırakmayacaksın." Başını iki yana salladı. "Çabalayacaksın," dedim üzerine basa basa. "Küçücüktün, bir evin önüne gittin günlerce. Onlar seni terk etmişti."

"O evdi," dedi. "Helin yuva. O ev beni dağıtmıştı, ben o yuvayı dağıttım. Helin sadece bırakıp gitti."

"Her ne olduysa, her ne yaptıysan," dedim. "Öncesi ya da şu an önemli değil. Çabalamadan hiçbir şey bilmezsin, değil mi?"

"Işık, anlamıyor musun?" dedi baskın bir sesle. "Ben hiçbir şey bilmiyorum. Ben çabalamayı bile bilmiyorum."

Elimi kalbine götürdüm. "Kalbin ne diyorsa onu yap, ne söylüyorsa peşinden git."

Derin bir nefes verdi. "Yüzüne bakamam."

"Bakacaksın."

"Bakamam."

"Bakmak zorundasın." Kaşlarım çatıldı. "Neyi dağıttıysan onları toplayacaksın."

"Beni dinlemedi," dedi. "Dinlemek istemiyor."

"Sen de onu dinlemek istememiştin," dedim karşılık olarak. "Nasıl bu kadar emin oluyorsun seni bırakıp gittiğinden? Öldüğünden? Helin'in seni nasıl sevdiğine hepimiz şahit olduk. Helin'den bahsediyoruz, öylesine birinden değil. Bana öyle bir sarıldı ki kalbini açtı sanki."

Gözleri yeniden doldu, yutkundu. "Biliyorum o sarılışını."

"O halde?" Başımı öfkeyle iki yana salladım. "Ölmedin, bitmedin. O da ölmedi. Bu hayatta kendini hep bir eşya ve robot gibi hissetmişsin; bir kadın gelip seni değiştirmiş. Şimdi o kadın için çabalamıyorsun."

"Bana güvenmiyor artık," dedi acılı bir sesle. "Helin bana güvenmiyor."

"Sen ona güveniyor muydun?" diye sordum bu kez.

"Hayır," dedi.

"Biliyor musun, Yankı, kalbin aptalın teki." Sinirle cebimden bir sigara çıkarıp yaktım ve derin bir nefes çektim. "Bunların hiçbirini Helin'e söylemediğine o kadar eminim ki. Sen kalbi aptal olan bir adamsın. Onun için ölmedin ama sen Helin için ölüyorsun ve bunu ona söylemiyorsun." Kızgınlıkla ona dedim. "Ayrıca korkaksın. Kendi hatalarınla yüzleşemeyecek kadar korkaksın."

Elimden sigaramı aldı, dudaklarının arasına yaslayıp derin bir nefes çektikten sonra geri verdi. "Konu Helin olduğunda biraz aptallaşıyorum galiba," dedi. "Aklımı durduruyor."

"O zaman artık hem aklını hem kalbini dinleme sırası." Bir nefes daha çektim. "Bir aydır gözlerimin önünde bittiğin yetti artık. Ayrıca sürekli her gece nereye gidiyorsun sen?"

Cevap vermeyeceğini düşünmüştüm ama, "Ailemin evinin önündeki sokak lambasına," dedi.

"Ne?" dedim şaşkınlıkla. "Sen hâlâ onların yanına..."

"Öyle değil," deyip omzunu kaldırdı. "Boş ver. Zaten kimse gelmiyor."

"Kimse gelmeyecek, sen gideceksin." Derin bir nefes verdim. "Onu bir aydır hiç görmedin, değil mi?"

Beni şaşırttı. "Gördüm."

"Nasıl yani?"

Güldü. Uzun zaman sonra ilk defa güldüğünü gördüm. "Ben Helin gibi değilim, ajanlığı daha gizli yaparım. Her gün metroya bindiği saati, derslerini ve çalıştığı yeri bile biliyorum."

"Ne?" Gözlerim kocaman açıldı. "Onu mu takip ettin?" Elimle alnıma vurdum. "Mutlu haklıymış, biz gerçekten paralel evrene geçiş yaptık galiba. Her şey tersine dönüyor."

Bir kez daha güldü. "Yaptığımın kötü bir şey olduğunu biliyorum ama dayanamadım."

"Seni hiç görmedi, değil mi?"

"Görmedi." Başını iki yana salladı. "Dedim ya Helin'den daha iyi bir ajanım ben. Ayrıca kaldığı yerde bir çocuk var, Helin'in çevresinde görüyorum sürekli. Arkadaşı mı? Bir bilgin var mı?"

"Arkadaşı mı? Bana hiç arkadaş edinmediğini söyledi. Hatta..." Bir anda kapının önündeki çocuğu hatırladım. "Ah, aptalın teki. Bence Helin'e yaklaşmaya çalışan aptalın teki." Yankı'nın bakışları değişti. "Bakma öyle, Helin'in umurunda bile değil." Aynı şekilde bakmaya devam etti. "Ayrıca böyle bir şeyin olmasını istemiyorsan kızın peşinde hayalet gibi gezinmeyi bırakıp kendini göster."

Hiçbir cevap vermedi. "Ve Yankı," dedim üzerine basarak. "İçindekileri anlat. Kime olduğu önemsiz, bir şeyleri içinde yaşamaktan vazgeç."

Başını aşağı yukarı salladıktan sonra birasını bana uzattı. Alıp içtiğimde başımı omzuna yaslayıp gökyüzüne baktım. Aynı şekilde durduğunda ikimiz de sessizliğe gömüldük ama ilk defa günler sonra Yankı'nın huzurlu olduğunu hissettim. Ya da rahatlamış.

Onu seviyordum. Yankı Sarca benim sırdaşımdı.

Bir süre sonra hava iyice soğudu ve zorlukla da olsa onu içeriye sokabildim. Odaya yeniden şöyle bir baktığımda, "Çok dağınık," dedim kaşlarımı çatıp. "Yarından sonra şu odayı da toplar mısın?" Gözlerim diğer noktalara daldı ve duvardaki Helin'in fotoğraflarına denk geldim, ardından asılı olan tabloyu Yankı'nın kaldırdığını gördüm. "Tablo nerede yahu?" dedim şaşkınlıkla. "Hiçbir şey değil tablo mu battı gözüne?"

Yankı bir an afalladı ve tablonun olduğu boşluğa baktı. Ne diyeceğini bilemediğinde, "Öyle," dedi. "Canımı sıkıyordu, kaldırdım."

"Bir an düştü sandım ama Bartu iyice sabitlemişti." Yatağın üzerindeki birkaç kıyafeti katladım. "Şunları da kaldır artık."

Yankı'nın ses tonu yükselirken, "Düşecek gibi değil o tablo ya," dedi. "Sikeyim tabloyu. Amına koyduğumun tablosu." Sinirlenip kıyafetleri yatağın üzerinden yere attı. "Lanetim oldu."

"Ha?" Sinirini tablodan çıkarması trajikomikti. "Her şey bitti, tablo suçlu oldu. Al, kır, parçala, rahatla."

Yankı bu kez de gülmeye başladı. "Işık," dedi gülmeye devam ederken. "Bilerek mi yapıyorsun?"

"Neyi?"

"Helin bir şey mi söyledi yoksa amına koyduğumun evreni bilerek mi yapıyor?"

"Neyi Yankı?" Sinirle ona baktım. "Ne dedim ben şimdi?"

"Tamam," dedi ellerini kaldırıp. "Bir şey demedin. Benim sinirlerim bozuldu, ondandır."

"Ah," dedim. "Farkında olman çok güzel." Yatağın üzerindeki Helin'e ait olan tişörtü havaya kaldırdım. "Ajandan öte sapık gibisin." Sonra diğer kıyafeti de kaldırdırınca altında bir defterle karşılaştım. Elime aldığımda beni engellemedi ama çekindiğini anladım. "Bu nedir?" dedim. Rasgele bir sayfasını açtığımda Helin'le beraber fotoğraflarının bulunduğu bir arşiv olduğunu gördüm. Altına notlar düşülmüştü, tarihler yazıyordu.

Açtığım sayfada Helin'le Yankı beraberdi ve yılbaşından bir fotoğraftı. Dans ediyorlardı. Yankı'nın elleri Helin'in yüzündeydi, gözlerinin içi gülüyordu ikisinin de. Altına not düşmüştü:

1 Ocak 2020. Helin bana âşık olduğunu söylediğinde.

Fotoğrafı Lâl çekmişti, çok belliydi.

"Çok özledim," dedi Yankı. "Çok. Sesini bile özledim." Diğer sayfaları çevirmeden defteri yeniden yatağın üzerine baktım. "Bir kere arasan?" dedi bana. "Bir kere sesini duysam?"

"Yankı," dedim dehşetle. "O kadar mı?"

"O kadar," dedi. "Bir kere ara, sesini duyayım, başka hiçbir şey istemiyorum."

"Ama bunu yaptığımı bilirse..."

"Bilmeyecek." Başını iki yana salladı. "Lütfen."

Bunu yapmamalıydım, biliyordum ama yine de Yankı'nın bakışlarına dayanamadım ve cebimden söylene söylene telefonu çıkardım. Çocuk gibi yatağa sabırsızca oturduğunda ellerini koyacak yer bulamadı, sonra yeniden ayağa kalktı.

Arayıp telefonu hoparlöre aldım. "Uyuyor olabilir," dedim fısıltıyla.

"Uyumaz," dedi Yankı.

Tam o esnada Helin'in sesini duyduk. "Efendim?" Yankı'ya baktım. Gülümsedi, gözlerinin içi gülüyordu, başını salladı.

"Helin," dediğimde hiçbir plan yapmadığımı fark ettim.

"Efendim? Uyumadın mı hâlâ?" Sesi yorgun ve halsiz geliyordu, bu benim gözümden kaçmadığı gibi Yankı'nın da gözünden kaçmadı.

"Hayır, uyuyamadım, seni arayayım dedim. Sen de mi uyuyamadın?"

Telefonun ucunda bir hareketlenme oldu. Helin derin bir nefes verdi. "Kâbus gördüm. Kötü bir kâbustu. Uyuyamam galiba." Bir nefes daha verdi. "Sen söylediklerimi hallettin mi?"

Bir anda telefonu hoparlörden aldım; Yankı'nın kaşları çatıldığında, "Helin, seni beş dakika sonra arayayım mı?" deyip yüzüne kapattım.

"Bir problem mi var?" dedi Yankı.

"Hayır." Yalan söylemekten hoşlanmıyordum, o da yalandan hoşlanmıyordu. Bu yüzden ikimiz de böyle durumlarda sessiz kalmayı seçerdik. "Aramızda bir şey." Hiçbir cevap vermeden beni izledi. "Tamam," dedim. "Sen uyu." Geriye çekildim. "Ve dediklerimi unutma. Çabalayacaksın." Hiçbir tepki vermedi. Kapıya gittim, kapatırken, "İyi geceler," dedim. "Mutlaka uyu." Kapıyı kapattığım gibi geri açtım. "Ve bir şeyler ye. Helin seni görünce verdiğin kilo yüzünden bayılabilir." Yeniden kapıyı kapattım ve kitaplığı da çektim.

Odama uğradıktan sonra banyoya girdim. Kapıyı kilitleyip Helin'i yeniden aradım.

İlk çalışta açtı bu kez. "Neler oluyor? Birisi mi yanındaydı?"

"Önemli bir şey yok." Aynada kendimle göz göze geldiğimde yanaklarıma ateşin hücum ettiğini fark ettim. "Bu gece Koza'dan dosyaları almaya gideceğim. Depoda demiştin, değil mi? Beni depoya davet etti." Elimi alnıma götürdüm. Koza'nın üzerimde bıraktığı bu etkiden nefret ediyordum. "Evdekiler uyuduktan sonra orada olacağım. Merak etme, halledeceğim."

Helin duraksadı. "Sesin endişeli ya da heyecanlı geliyor? Hangisi?"

"Endişe." Yalan söyledim.

Helin yalan söylediğimi anladı. "Merak etme, bir şey olursa bütün suçu bana atacaksın, biliyorsun."

"Of Helin," dedim banyodaki dolabı açıp makyaj malzemelerini çıkarırken. "Biz beraberiz, unuttun mu? Sen sadece bana güven. Endişe canlı tutar." Helin güldü, neyi ima ettiğini bilmiyordum ama sorgulamadım. "Kapatıyorum, makyaj yapacağım." Yine cevap vermesini bile beklemeden telefonu yüzüne kapattım ve yeniden aynada kendimle yüzleştim.

Koza. Yankı'nın sözde düşmanı, ilk Sokak Nöbetçisi, ellerimi ilk tutan adam.

Bir yandan da hayatımı bir şekilde çökertmeye çalışan o kişi.

Kalbim ondan başka kimseye atmamıştı, bunu kabullenmiştim ama bütün kalbimle de kimseden bu denli nefret etmemiştim. Elime bir bıçak verip Koza'yı bıçakla deselerdi bunu yapardım, sonrasında yarasını sarmak isteyecek kadar hem de.

Bana verdiği bütün neşterler, benim güçlenmem içindi; Koza benim gücümü veren ve gücümü benden alan kişiydi. Şimdi ise aslında kumar masasında oturanlar Yankı ve Koza değildi, Koza ve bendim. Onların ikisi de birbirlerini alt edemezlerdi.

Bense Koza'yı gerçekten yeneceğim ve beni yendin diyeceği gün için yanıp tutuşuyordum.

Rehabilitasyon merkezindeyken bana demişti ki: "Bir gün beni yenersen sana âşık olurum."

Bir gün onu yenecektim ve o bana âşık olacaktı.

***

HELİN AKTAN

Atkım boynumdan düşmek üzereydi fakat bütün gücümle koşuyordum. İnsanlar bana dönüp bakıyordu ama umurumda da değildi.

Gece gördüğüm kâbustan dolayı doğru düzgün uyuyamamıştım, tam ders saati öncesinde ise masada oturduğum yerde uyuyakalmıştım.

Bakışlarım kolumdaki saate kaydığında nefesimi verip daha hızlı koşmaya başladım. Metronun en kalabalık olduğu saatti bu yüzden yeni seferin kalkış vakti yaklaştıkça önümdeki kalabalık artıyordu.

"Pardon!" diye bağırdım bir anda. "Ben hamileyim de pardon! Yetişmem gerekiyor hastaneye, pardon!" İnsanlar bana yer açmaya başladıklarında bir yandan da elimle karnımı tutuyordum. "Ah bebeğim, pardon!"

Koluma astığım çantam yere düşecekken tuttum, tökezlesem de zorlukla doğruldum. Dışarıdaki kar yüzünden ayaklarım kayıyordu, botlarım daha iyi olamaz mıydı?

Ayrıca bu lanet gün bana neden déjà vu hissini yaşatıyordu?

En sonunda metronun olduğu yere geldiğimde önümdeki kalabalık beni dehşete düşürdü, eğer bunu kaçırırsam dersi de kaçırırdım. "Pardon!" dedim yine yüksek sesle. "Efendim müsaade eder misiniz ben hamileyim de bir kızım olacak kısmetse." Hemen bana yer vermeye başladılar. "Hastaneye yetişmem gerek, bunu kaçırırsam çocuğu da kaçırırım."

"Ah yavrum benim," dedi bir teyze. "Gencecik, zapzayıf bir şeysin sen. O çocuk nerenden çıkacak senin?"

Déjà vu. Teyzeler ve amcalar.

Dudaklarımı büktüm. İyice öne çıktığımda teyze de benden yararlanıp arkamdan gelmeye başladı. Birkaç kişi bana yer vermediğinde, "Hamileyim," dedim acılı bir sesle. "Lütfen yer verir misiniz?"

Tıknaz bir adam öfkeyle bana döndü. "Hamileysen bu kalabalıkta ne işin var? Haberin yok galiba; Çin'de bir virüs çıkmış diyorlar, Türkiye'ye gelme ihtimali bile var. Yaşlıları öldürüyor, hamileler için de zararlı."

"Gelmez o buralara kadar ya," dedim umursamaz bir sesle. "Ta Çin'den buraya virüs gelirse bitmişiz biz demektir."

"Öyle deme kızım," dedi yanımdaki yaşlı kadın. Peşimi bırakmıyordu. "Diğer ülkelere sıçramış."

"Teyzeciğim, otursana o zaman evinde," dedim ters bir sesle. "Yaşlısın sen."

"Ben yaşlı değilim," dedi öfkeyle. Evet, sabahın köründe uğraşmak istemeyeceğim bir muhabbetti. "Sen neden hastaneye tek gidiyorsun? Eşin nerede?" Hiçbir cevap vermeden kollarımı bağladım ve metronun geldiği yöne baktım, sesi geliyordu. "Boyu bosu devrilsin, kahrolsun, yoksa seni bırakıp gitti mi?"

Başımı ona çevirip, "Niye beddua ediyorsun ya?" dedim sanki gerçekten eşim varmış gibi. Ama dolaylı yoldan birisine ulaşabilirdi. "Boyu bosu devrilebilir ama kahrolmasın lütfen."

"Kaç aylık?" diye sordu. "Hiç de belli etmiyorsun."

Derin bir nefes alıp yaklaşan metroya baktım. Hâlâ bir şeyler diyordu ama neyse ki gelen metronun sesi onun sesini bastırdı.

Arkamda başka bir hareketlenme hissettim, birisi omzuma dokundu ama aldırış etmedim. Sıkış tıkış yerde zaten herkes herkesin üzerine biniyordu. Fakat yanımdaki kişi bu kez de kolunu koluma dokundurduğunda yüzüne bakmadan geriye çekilmeye çalıştım. Kaşlarım çatıldı, ağzımın içinde bir şeyler geveledim.

Bir kez daha kolunu kolumda hissettiğimde öfkeyle nefes aldım fakat geri verirken kalbim hızlanmaya başladı. Metro önümüzde durdu, kapılar açıldı ve insanlar inmeye başladı. Bir kez daha nefes aldım fakat veremedim.

Onun kokusuydu. Ondan başka birinin değildi, onun kokusuydu. Ona aitti. Yemin ederim, ona aitti. Ellerim heyecandan titremeye başladı, nefesimi tuttum. İnsanlar indikten sonra yanımdaki insanlar binmeye başladı ama ben hareket bile edemedim. Ruhum çekildi, nefesim çekildi, ellerim, ayaklarım.

Heyecandan ölecektim, heyecandan başka hiçbir duyguyu hissedemedim.

Kalbim yerinden çıkacaktı.

Kokusunu o kadar çok özlemiştim ki kendime kızdım, onu görmeden kokusuyla bile bu hale geldiğim için.

İnsanlar bindikçe metronun diğer kapısındaki yansımada kendimi gördüm, ardından onu. Yanımdaydı. Boy farkımız, duruşu, gölgesi. Oydu. İkimiz de hareket etmedik. Neredeyse herkes bindi, ben adım bile atamadım ama içeriden az önceki teyzenin bağırışıyla kendime geldim.

"Kızım gelsene, sana yer ayırdım, hamilesin sen!"

Kahretsin. Asıl sana kahrolsun, Helin Aktan.

İçeriye son anda girdim ve o da arkamdan girdi. Kapılar kapandığında her yer dolmuştu ve gerçekten o kadın bana yanında yer açmıştı. Demirlere zorlukla tutunarak yürümeye çalıştım ama lanet olasıca dizlerim titriyordu.

"Kızım bembeyaz kesildin sen," dedi kadın. "Yer açsanıza, gelsin buraya. Kız hamile." Önümdeki insanlar yer açmaya başladığında kadının yanındaki boşluğa zorlukla da olsa oturdum ve ellerime baktım. Titriyorlardı, direkt yumruklarımı sıktığımda ne yapacağımı bilemedim.

Kendimi bile dinleyecek durumda değildim; bir taraf sakin ol derken, diğer taraf ona bak diyordu, bir başka taraf küfürler savuruyordu. En sessiz tarafım, kırgın tarafımdı.

Önümde durdu. Yere bakarken siyah botlarını gördüm ve siyah pantolonunu. Üzerinde de siyah montu vardı fakat daha yukarı çıkamadım. Bakışlarının üzerimde olduğunu hissedebiliyordum.

"Yedin mi bir şeyler kızım?" dedi kadın. "Hamilesin, aç durma." Çantasından bir parça poğaça çıkarıp bana uzattı. "Al şunu, at ağzına. Bembeyaz kesildin sen."

"Teşekkür ederim," deyip reddettim. "Yedim ben."

"Sağlıklı besleniyorsun, değil mi?" Kadın dilini damağına vurdu. "Benim kızım da hamile, sağlıksız besleniyor. Eşi de boyu bosu devrilsin, kızı hiç umursamıyor." Sorgulamaya geçecekti, hayır, şimdi olmamalıydı. "Kaç yıllık evlisin? Ne iş yapıyor eşin?"

Hiçbir cevap veremedim, gözlerimi yerdeki siyah botlardan ayıramıyordum. Bak, dedim kendi kendime. Bakma, dedim sonra. Alt et, dedim; yapamazsın, diye karşılık buldum.

Aptal Helin.

"Sanırım boşandın sen," dedi kadın bu kez de. "Olsun kızım, bu çocuğu kendin büyütürsün. Elin kolun var, yetişirsin her şeye."

"Teyzeciğim," dedim, sesim de titriyordu. "Bana konuşmak yasak. Bebek için. Doktor yasakladı."

Botlar bana biraz daha yaklaştı, gölgesi üzerime düştü. Kucağımda bir kitabın gölgesi vardı. Gözlerim yavaşça yukarıya tırmandı, ardından kitabı gördüm: Genç Werther'in Acıları.

Bir sayfasını kıvırmış, tek eliyle tutuyordu; Yankı'yı tanımasam onun da ellerinin titrediğini söylerdim. Neyse ki kitap yüzünü kapatıyordu ama bana dönük tarafındaki sayfada bir paragrafın altı çizilmişti. Bilerek yapmıştı, anlıyordum, artık onu tanıyordum.

Yalnızlığı, tüm dünyanın onu terk ettiğini hissediyordu.” Altını çizdiği cümle buydu.

Tüm dünyanın onu terk ettiği.

Kitabı yavaşça aşağıya indirdiğinde sadece bir saniye göz göze geldik. Sadece bir saniye ama göğüs kafesimin içindeki kalbim dışarı çıkıp sanki ona koştu.

Gözlerimi kaçırdım ama onun turkuaz gözlerini görmek bile yetti. Boğazımda acı, kalbimde heyecan, aklımda dönenler. Ellerim buz kesti, terlemeye başladım. Sanki ilk karşılaşmamızdı. Neden böyle olmuştu? Hazırlamıştım ben kendimi ama şimdi ölecek gibiydim heyecandan.

Daha fazla orada duramadım; bir anda ayağa kalktım ve kalktığım gibi ona çarpacaktım neredeyse. Kadın arkamdan, “Nereye?” diye seslendi fakat rasgele ön taraflara yürüdüm. Uzakta bir noktada durduğumda ona sırtım dönüktü fakat biliyordum, eğer o ilk tanıştığımız zamanki ben olduysa peşimden gelecekti.

Mutlu haklıydı, burası gerçekten paralel evrendi.

Camdaki yansımada kendime bakarken onu gördüm yine. Hayal olabilir miydi? Sanki cevap veriyormuş gibi göğüs kafesi sırtıma dokundu. Sapık diye bağırmalı mıydım? Heyecanım geçer miydi? Bunu düşünmek beni güldürdü, kahkaha atmaya başladım. Gerçek bir kahkaha.

İnsanlar dönüp bana baktığında ise yeniden sustum ve başımı önüme eğdim. Birkaç dakika sonra yeniden yansımamıza baktığımda boyundan dolayı yüzü görünmüyordu ama fiziğini görebiliyordum, gözle görülür bir şekilde zayıflamıştı. Bacakları incelmişti, üzerine giydiği kaşe kabanı da zayıfladığını gizleyemiyordu.

Arkamdan elini üzerimizdeki demire yasladı ve kitabı önüme getirdi. Başka bir altı çizili cümleyi gözlerimin önüne serdi.

Ah, bu boşluk! Göğsümdeki bu korkunç boşluk! Yalnızca bir kez, yalnızca bir kez yüreğime bastırabilsem onu.

Aynısını ben de ona yapmıştım, şimdi tekrar ediyordu. Onu takip ederken aynı şekilde kitap okuduğumu göstermeye çalışmıştım; benim amacım onun dikkatini çekmekti, belki o şekilde çekerdim ama şimdi o...

Aptal Helin. Okuma Helin. Göstersin ama sen okuma Helin.

Gözlerimi kapattım.

Evet, ayakta gözlerimi kapattım. Okulun olduğu durağa gelene kadar da gözlerimi açmadım. En sonunda o durağa geldiğimizde kendimi öyle bir metrodan attım ve öyle hızlı adımlarla okula girdim ki peşimde olduğunu bilsem de aldırış etmedim.

Herkes derse girmiş olmalıydı. Koşar adımlarla dersliklerin oraya yöneldiğimde peşimde olduğunu biliyordum. Aynısını yapacaktı, benimle derse girecekti.

Kahretsin.

Görmezlikten geldim ve sınıfın kapısını bir kez çalıp içeriye daldım. Öğretmen neyse ki yeni girmişti bu yüzden sadece başıyla bana selam verdi, kapıyı kapatacaktım ki o da benim ardımdan içeri daldı. Edebiyat sınıfları çok kalabalık olduğu için dikkat çekmezdi, öğretmen ona da selam verdi.

En arka sıralardan bir boşluğa oturduğumda, o da benim arkama geçti. Benim ona yaptığım gibi.

Nasıl hissettirdiğini anlamıştım. İnsan ne yapacağını bilemiyordu.

Ders boyunca yazarların ruhsal durumları hakkında konuşuldu fakat ben, en sevdiğim konu olduğu halde odaklanamadım. Sürekli arkamda olduğunu bilmek, aklımı dağıtmaya yetmişti.

"Şimdi herkes sevdiği bir kitaptan cümle söylesin desem nasıl olur?" diye sordu öğretmen. Onu azıcık tanıdıysam bu fırsatı göz ardı etmezdi. Elbette ilk elini kaldıran da o oldu. Ondan sonra başkaları da kaldırdı.

Öğretmen ilk ona söz verdi.

Boğazını temizledi. "O beni seviyor," dedi sakin bir sesle. Sesi. Sesi yanımdaydı. "Beni seviyor," dedi sanki buna inanamıyormuş gibi. "O beni sevmeye başladığından beri kendi gözümde değerim arttı." Sustu.

Öğretmen kaşlarını kaldırıp, "Genç Werther'in Acıları," dedi. "Devamında da diyor ki: ‘Nasıl da tapıyorum kendime, beni sevdiği için.’" Hiçbir cevap vermedi, bu kısmı katmamıştı. "Ve kitabın sonunda adam intihar ediyor. Sevgi iyileştirebilirdi ama onu iyileştiremedi. Ruhsal olarak beni etkileyen Goethe eseri Genç Werther'in Acıları'dır. Teşekkür ederiz."

Sonra başkalarının da cümlelerini dinledik ama benim aklım hâlâ o cümledeydi. Beni seviyor, demişti. Ben onun değerini mi artırmıştım? Bana bunu söylememişti hiç.

Ders bittiğinde çantamı ve montumu alıp arkama bakmadan çıktım ve koşar adımlarla tuvalete gittim. Peşimden gelse de beni göremezdi çünkü bu tuvalet, öğretmenlerin tuvaletiydi ve herkes bilmiyordu. Kapıyı kilitleyip yavaşça lavaboya doğru yürüdüm ve ellerimi mermere yasladım.

Başımı kaldırıp aynaya baktığımda yanaklarımda renk vardı, ilk defa bir ay sonra yüzüme renk geldiğini görmüştüm. Bakışlarım değişmişti ama her şeyden önce kalbim çırpınıyordu.

Ölecektim heyecanımdan ama burnumu aşağıya indirmeyecektim.

Buz gibi suyu açıp yüzüme çarptım. Birkaç kez daha tekrar ettiğimde kendime gelmeye başlamıştım. Aynaya bakarak dedim ki: "Yüzleş." Başımı iki yana salladım. "En kötüsüyle de en iyisiyle de yüzleş. Nereye kadar kaçacaksın?"

Kaçamazsın, dedi iç sesim. Kırgın tarafım ağlıyordu ama özleyen tarafım ne yapacağını bilemiyordu.

En kötüsü de ona hâlâ olan kırgınlığımdı.

Kalbimi kırmıştı, beni kırmıştı, ellerimden ona olan güven duygumu almıştı. İşte bu en kötüsüydü. Düzelmezdi. O benimle, bana güvenmeden yanımda olabilmişti ama ben bunu yapamazdım; ben Helin'dim, o Yankı'ydı.

Tuvaletin kapısını açıp dışarı çıktım ve sakin adımlarla yürümeye başladım. Déjà vu mü yaşanacaktı? Yaşayabilirdik.

Bahçeye çıktığımda onu gördüm; bana sırtı dönüktü, elleri cebindeydi ve etrafa bakıyordu. Bir zamanlar olan Helin'di fakat biz birbirimizi artık tanıyorduk.

O Sonuncu Sokak Nöbetçisi, Yankı Sarca'ydı.

Ben Sokak Nöbetçileri'nin sadece Helin'iydim.

Ve onun yuvasıydım, bir zamanlar. Artık bir yabancıydık ama duygularım ellerimdeydi.

Ona doğru yürüdüm. Başını yavaşça bana çevirdiğinde bu kez gözlerimi kaçırmadım. Tam gözlerinin içine baktım, o da gözlerini kaçırmadı.

Zayıflamıştı, saçları daha fazla dağılmıştı ve gözlerinin altı mosmordu. Uyumadığı ortadaydı ama bunların dışında yorgun görünüyordu, bir o kadar da bitkin. Zayıfladığından ötürü olsa gerek, sanki dik durmakta zorlanıyordu.

Ama yine de hâlâ çok güzeldi. Öyle güzeldi ki Yankı Sarca benim bu dünyada gördüğüm en güzel yüze sahip olabilirdi.

Karşısında durdum, turkuaz gözleriyle beni izledi. Gerçek bir izlemeydi. Gözlerime baktı, dudaklarıma, sonra saçlarıma, ardından vücuduma. Yeniden gözlerime tırmandığında aylar sonra aynı yerde karşı karşıyaydık.

O zamanlar “yabancı”ydık, şimdi “artık yabancı”ydık.

Ellerim titriyordu. Bir adım atıp biraz daha yaklaştım. Bir ip sanki bizi çekiyordu; o ip birleşirse çok fena bir yangın çıkabilirdi ama o ipi şu an istemiyordum.

Çekildim ve gördüm. Gözleri doldu.

Karşımda Yankı Sarca'nın gözleri doldu. Önceden mutluluktan dolmuştu, şimdi acıdan. Bunu anlayabiliyordum. Daha önce hiç görmediğim bir yüzüydü.

Gülümsedim, tıpkı aylar önce onun yaptığı gibi.

Sokak Nöbetçileri'nin arasına ajan olarak gönderilen Helin Aktan, Sokak Nöbetçileri'nin liderine gülümsedi.

Dudaklarımı ıslattım.

Sokak Nöbetçileri'nin sadecesi Helin, Sokak Nöbetçileri'nin Sonuncu’su Yankı'yı aylar sonra gördü, aylar sonra Takipçi olan Helin değil, Yankı'ydı.

Nefesimi verdiğimde biraz daha yaklaştım ona.

Özlem ve acı. İki duygu iç içeydi.

"Beni mi arıyordun?" dedim çenemi kaldırarak. Bu ona kurduğum ilk cümle oldu.