logo

22. GÜVENİN İKİ YÜZÜ

Views 507 Comments 7

Çocuklar karanlıktan korkar, cümlesini yıkanlar genelde sokak çocukları olurdu çünkü onlar karanlıkta büyürlerdi ve çocuk olmaktan aslında büyüdüklerinde değil, o sokaklara düştüklerinde vazgeçerlerdi.

Sokak Nöbetçileri için ise her şey tam tersi istikamette ilerlerdi, bu onların bir kaidesiydi.

Onlar artık yetişkindi.

Onlar artık büyümüşlerdi.

Onlar artık beş kişi değil, yedi kişilerdi.

Onlar büyüdükçe çocukluklarına geri dönmüşlerdi çünkü sevgi, çocukluğun merhemiydi ve onlar artık yedi kişi olduklarında sevgileri merhemleri olmuştu.

Bir vücut artık tamamlanmıştı.

Onları Önder’in aldığı sokakta olduklarını bilmeden büyük bir neşe içindelerdi. Hepsinin yeni adının verildiği o sokakta şimdi gerçek benlikleriyle ve seneler öncesiyle yüz yüzelerdi.

“Nasıl da mutlular,” dedi Önder, sigarasının son dumanını içine çekerken. Yüzünde hem kederli hem de zafer kazanmış bir ifade vardı. “Ve nasıl da kaybetmişler.”

Solundaki eski dostu bakışlarını ona çevirdi. “Biz de böyle değil miydik?”

Sağındaki diğer dostu başını olumlu anlamda aşağı yukarı salladı. “Böyleydik.”

“Hayır,” dedi Önder ikisine de karşı gelerek. “Biz eski Sokak Nöbetçileri, bu kadar masum değildik.”

Sessizlik oldu.

Ailenin lideri Yankı, gücü Bartu, elleri Işık ve Mutlu, bacakları Lâl.

Önder’in bakışları kısıldı. “Biz hiçbir zaman bir bütün değildik.”

Ailenin iskeleti Koza’ydı.

“Biz hiçbir zaman bir kalbe sahip değildik.”

Ailenin kalbi Helin’di.

“Bir gün onlar da mahvolacaklar,” dedi solundaki eski dostu.

“Bir gün onlar da birbirlerine düşman olacaklar,” diye katıldı sağındaki dostu.

Önder’in gözleri sokak lambalarına doğru kaydı. Tek bir sokak lambası yanıyor, gün doğuyordu.

“Bir gün,” dedi hepsinden daha zıt bir şekilde. “Onlar da bizim gibi olacaklar.”

“Ya da ölecekler.” Eski dostunun bu cümlesi Önder’i ürpertti. “Aramızdan ölenler olduğu gibi.”

Önder’in gözleri yeniden Sokak Nöbetçileri’ne döndüğünde yirmili yaşlarındaki çocuklarının halini hiç bu şekilde hayal etmediğini fark etti. “Belki de,” dedi sakin bir şekilde. “Onlar bizim sonumuz olacak.”

Eski dostu gülümsedi ve çenesiyle o yedi genci gösterdi. “Bu söylediğin imkânsız.”

Son sokak lambası da söndü.

Önder gözlerini kıstı. O yedi kişiden birinin bakışlarının ona döndüğünü gördü; sessiz, kısa ve net bir bakışma.

Düşmanlıklar ve dostluklar.

Galipler ve mağluplar.

Doğrular ve yalanlar.

Sevgiler ve nefretler.

“İmkânsız,” dedi Önder başını sallayarak. “Gündüz vakti, sokak lambalarının yanması kadar imkânsız.” Gözleri kendi yansımasına döndü. “Ya bu imkânsızı başaracaklar, gündüz vaktinde bile sokak lambalarını yakacaklar ya da hiçbir zaman başaramayacaklar ve dünyaları karanlığa gömülecek.”

***

Helin Aktan'ın güncesinden...

02.11.2019

Bugün bir sokak lambası yandı.

Bugün bir çocuk gülümsedi, başka bir çocuk ona eşlik etti.

Bugün bir çocuk, başka bir çocuğun yaralarını ilk defa sardı.

Bugün Yankı Sarca beni öptü.

İlk defa.

"Altıncı Sokak Nöbetçisi, Helin"

Üzerini karaladım.

"Sadece Helin"

***

Yankı Sarca'nın güncesinden...

02.11.2019

Bir yuva vardı. O yuva çaresizdi. Bunu benden ve bir sokak lambasından başka hiç kimse bilmezdi.

Sonra o öğrendi.

Bütün çaresizlikler silindi.

Bir ev çaresiz hissettirirken, bir yuva çaresiz hissettirmedi.

Helin, seni öptüm.

İlk defa.

Bu hiçbir zaman son olmayacak ve seni öpen sonuncu kişi de ben olacağım.

"Beşinci Sokak Nöbetçisi, Yankı"

"Sonuncu Sokak Nöbetçisi, Yankı"

Çok yalnızdım.

Öylesine yalnızdım ki kalbimdeki bütün sokaklarım tahrip edilmişti, bütün caddelerim terk edilmişti, şehirlerim fethedilmişti, yıkıntıları geride kalmıştı. Kırık dökük kalbimde yapayalnızdım.

Sonra onu tanımıştım, bir yalnız başka bir yalnızla tanışmıştı.

Onu tanıdığımda kalbimdeki bütün şehirleri ve caddeleri küle dönüştüreceğini ama tek bir sokağı da benim dünyam yapabileceğini bilemezdim.

Ama olmuştu.

Tek bir sokak vardı, o sokakta bir lamba yanıyordu; karanlığımda ışık vardı.

Başka bir yalnız, o sokak lambasını yakmıştı.

Benim şehrim, benim ülkem, benim dünyam Yankı Sarca'nın beni öptüğü sokak oldu.

Bir yalnız, başka bir yalnızla tanışmıştı.

Bir yalnız, başka bir yalnızı öpmüştü.

İşte bu benim yeni dünyamın ilk güzelliğiydi ve son olmayacaktı, öyle söylemişti.

Birkaç saniye dudaklarımdan ayrılmış, gözlerimin içine bakıyordu. Nefesi yüzüme çarparken yağmur da esen rüzgâr da hatta sırılsıklam olmamız da umurumda değildi. Yağmur azalmıştı fakat bana canlı hissettirsin diye daha fazla yağsın istedim.

Kaldırımda yan uzanırken vücudumu bile hissedemeyecek kadar çok titriyordum ve kalbim öylesine hızlı atıyordu ki sanki çiseleyen yağmurun sesini bile bastırıyordu.

Turkuaz gözleri, gözlerimin içine bakarken tepemizden vuran sokak lambasının sarı ışığı onun yüzünü aydınlatıyordu.

Diğer bütün sokak lambalarının ışığı beyazdı, bizim altında öpüştüğümüz sokak lambasının ışığı ise sarıydı.

Bunu bile şu an fark edebiliyordum.

Gözleri öylesine büyük bir istekle bakıyordu ki nasıl baktığımı merak ediyordum. Tepemizden yağan gerçekten yağmur muydu yoksa tenimin böylesine yanmasının nedeni ateşin vücuduma değmesi miydi?

Çenemdeki parmakları oradan uzaklaşıp boynuma doğru ilerlediğinde parmakları sıcacıktı. Gözlerim onun gözlerinden ayrılmazken bakışları kısıldı ve parmakları boynumda gezindi. Tenimde parmaklarını hissetmek, ateşin gerçekten üzerimize yağdığına beni inandırıyordu.

Yutkunduğunda gözleri dudaklarımdan ayrılmadı, kaşları hafifçe çatıldı. Parmakları yavaş yavaş aşağıya inmeye başladığında diğer eli saçlarıma dokundu ve ensemdeki saçları hafifçe kavradı. Nefesimi tuttuğumu anladığımda dudaklarımı aralayıp nefesimi onun yüzüne doğru verdim.

Eli göğüs kafesimin üzerinde durduğunda dudaklarında alaylı bir gülümseme oluştu, gözleri gözlerime tırmandı, bakışları daha fazla yoğunlaştı. Elini göğsümün sol tarafına hafifçe bastırdı.

"Kalbin çok hızlı atıyor," dedi kısık bir sesle ama sesi bile öylesine etkileyici geliyordu ki cevap verebilecek durumda olmadığımı hissediyordum. Elini biraz daha bastırdı, avuç içi sol göğsüme baskı yaptı. "Sanki tek bir kalp değil, binlerce kalp atıyormuş gibi."

Yutkundum. Elim üzerindeki kazağı hafifçe kavradığında ben de onun kalbinin atışlarını hissedebiliyordum. "Çünkü beni öptün," dedim titreyen bir sesle.

Kurduğum cümle hoşuna gitmiş olacak ki hafifçe gülümsedi. "Seni öptüm," dedi tekrar ederek. "Ve kalbin çırpınıyor." Ensemden baskı yaptığında yüzümü yüzüne yaklaştırdı. "Elimin altında. Burada. Hissedebiliyorum."

Kazağını biraz daha avuçladım, gözlerim dudaklarına kaydı. "İlk defa kalbim," dediğimde artık söyleyeceklerime dikkat etmek bile istemiyordum. "Böyle istekli atıyor."

"İstekli atıyor," dedi hızlı bir şekilde. "Benim için."

"Senin için," diye karşılık verdiğimde ensemdeki saçlarımı daha sıkı kavradı, eli daha fazla baskı yaptı.

"Şimdi," dedi gözleri yine dudaklarıma kaydığında. "Seni bir kez daha öpsem." Bunu söylemesiyle beraber sanki kalbim tekledi, nefesimi tuttum. "Kalbin çok daha hızlı atar mı?"

"Bilmiyorum," dediğimde kendimi suyun altında nefessiz kalmış gibi hissediyordum.

"Yoksa heyecandan durur mu?" dedi ve dudakları dudaklarımın biraz uzağındayken nefesini verdi. "Deneyelim mi?"

Hiçbir şey söyleyemediğimde göğüs kafesim kalkıp iniyordu. Sol göğsümün üzerinde duran parmakları hafifçe kıvrıldı, kalbimi avuçlarının içinde tutuyor sandım.

Dudakları, dudaklarıma yaklaşmaya başladığında gözlerimi sıkıca kapatıp onu tekrar hissetmek istedim. Ateşler yanıyordu, yangınlar çıkıyordu, dünyamda sadece o ve ben vardık.

Eli göğüs kafesimden ayrıldı ve bir anda belimi kavrayıp beni kendine yasladığında vücutlarımız birleşti. Tek bir vücut olduğumuzda onu her zerresiyle hissedebiliyordum. Pantolonuna rağmen iki bacağının arasındaki sertliği bana çarpıyordu. Göğüs kafesimin üstünde, onun kalp atışları vardı. Dudaklarıma nefesi değiyordu.

Saçımdan hafifçe çektiğinde başım geriye doğru yattı. Belimdeki parmakları kürekkemiğime doğru çıktığında heyecan bütün vücudumdaydı.

"Daha hızlı atabiliyormuş," dediğinde gülümsediğini hissettim. "Sınırları yok gibi."

"Benimle oynuyorsun," diyerek onun gülümsemesine karşılık verdim. "Bunu neden yapıyorsun?" Bir anda gülümsemem dondu, gözlerim açıldı ve ona baktım. "Lütfen 'liderin olarak' deme."

Nefesini verip geniş bir şekilde sırıttığında sıcak gülümsemelerinden biriydi. "Elbette liderin olarak seni öptüm," dedi. "Sen ne düşünmüştün?"

"Ne?" Gözlerim donuklaştı, kaşlarım çatıldı sonra sertçe kazağının yakasını hesap sorar gibi kavradım. "Sen ciddi misin?"

"Evet." Keyif alıyor gibi gülmeye başladığında bembeyaz dişleri gözlerimin önündeydi. "Liderler altlarındaki kişileri öpmek zorundadır. Hiç duymadın mı? Bu bütün her yerde yazar."

"Ha?" Ona aval aval bakarken kahkaha attı; Yankı Sarca keyifli bir kahkaha attı, bu nadir anlardan biriydi ve başını iki yana salladı. "Liderim olarak beni öptün, öyle mi? Bu bir zorunda olma durumu yani."

"E yani." Eli belimden uzaklaştı ve yine kalbimin üzerine yasladı. "Bak, hâlâ istekli atıyor."

Dizimle bacağına vurduğumda ve kazağını daha fazla kavradığımda dişlerimi sıkarak, "Öyle mi?" dedim şeytani bir gülümsemeyle. "Benim hissettiğim," gözümle iki bacağının arasını gösterdim, "liderim olduğun için mi böyle?" Cümleyi kurduğum an yanaklarımın kızarmaya başladığını hissetsem de ondan gözlerimi ayıramadım.

Yankı'nın gülüşü dondu, gözleri açıldı ve beni incelerken kurduğum cümleyi düşündü. Kısa bir süre sonra, "Çok cesursun," dedi, yine gülümsemesi yerli yerine geldi. Vücutlarımızı daha fazla birleştirdiğinde gözleri ikimizin arasında kalan elime kaydı, kazağını kavrayışıma kafasını salladı. "Ve çok heyecanlı. Hep böyle avuçlayacak mısın?" Sırıttı. "Kazağımı yani."

"Ne?" diyerek ona anlamsız anlamsız baktım. "Ne demek istiyorsun?"

"Ne demek istiyorum?" diyerek masum bir şekilde başını yan yatırdı. "Kazağımı diyorum, hep avuçlayacak mısın?"

"Sen gerçekten benimle dalga geçiyorsun," diyerek kazağını serbest bıraktığımda geriye çekilmek istedim ama izin vermedi.

"Merak etme," diyerek bana takıldı. "Liderin böyle durumlarda cesur olmana ve başkaldırmana izin verir."

Liderim. Liderim olarak. Liderim olarak beni öptü.

Onu onun silahıyla vurmayı akıl ettiğimde çenemi havaya kaldırdım daha sonra elimi havaya kaldırıp hafifçe alnına düşen saçlarına dokundurdum. Yumuşacıktı ve yağmurdan fazlasıyla ıslanmıştı. Parmaklarımı alnında gezdirdikten sonra sakallı yüzüne indirdiğimde dudaklarımı büktüm. "Neyse," dedim omzumu indirip kaldırarak. "Ben de zaten sen benim liderim olduğun için karşılık verdim. Alttaki kişiler, üstteki kişilerin öpücüklerine karşılık vermek zorundadır. Bu her yerde yazar."

Dudaklarına baktığım için gözlerini göremiyordum ama gülümsemesinin yavaş yavaş silinmesi o gülümsemenin bana bulaşmasına neden oldu. Parmakları çenemi kavradığında sıkıca tuttu ve gözlerimin gözlerine çevrilmesine neden oldu. "Sen beni, benim silahımla mı vuruyorsun?" diye sorduğunda kaşları çatıldı. "Fazla akıllısın."

"Eee," diyerek başımı iki yana salladım. "Liderimden öğrendim bu aklı."

Gözleri bir gözlerime bir dudaklarıma kayarken çenesi kasılmıştı. "Seni öptüm," dedi hızlı bir şekilde. "Liderin olarak ya da değil. Ne önemi var?"

Kahkaha attığımda parmakları çenemden uzaklaştı. "Yankı Sarca, şimdi böyle mi oldu?" dedim kahkahamın arasında. "Olabilir ama ben sana liderim olduğun için karşılık verdim. Sadece liderim olduğun için."

"Hayır, öyle değil," dediğinde çocuk gibi kaşlarını çatmıştı. "Canımı sıkıyorsun."

"Evet." Ellerimle yüzümü kapattım. "Senin bir sebebin varsa benim de olabilir, öyle değil mi? Dur neydi..." Onun gibi sesimi hafifçe yükselttim. "Liderim olduğun için lan, liderim olduğun için."

Liderin olarak lan, liderin olarak!

"Gerçekten canımı sıkıyorsun," dediğinde saçımı her zaman olduğu gibi çekti.

Ellerimi yüzümden çekip ona dilimi uzattım. "Üzgünüm, Lider Yankı. Beni eğer sırf liderim olduğun için öptüğünü söylersen ben de..."

Bir anda dudakları dudaklarımın üzerine kapandığında sert bir baskı yaptı ve dudaklarımı aralamama fırsat bile vermeden geri çekildi. Kocaman gözlerle ona bakarken, "Seni öptüm," dedi hızlıca. "Çünkü seni öpmek istedim ve bunun ne kadar büyük bir istek olduğunu asla anlayamazsın. Kızgınken, üzgünken, gülüyorken ya da ağzımın ortasına bir yumruk indirmek istediğin zamanlarda. Ben hepsinde nasıl oluyordu da seni öpmeyi düşünüyordum bilmiyordum ama bu hep böyleydi. Bana bunun nasıl hissettireceğini tahmin bile edemiyordum ama istiyordum ve öptüm. Duydun mu? Bunu istedim."

Gözlerim daha fazla irileşti. Cümleleri bana dokunurken yanaklarımın renginin değiştiğini hissedebiliyordum. "Ne hissettin?" diye sordum sessizce. "Yani sen de kalbin duracakmış gibi hissettin mi?"

Burnundan nefesini verdi, diliyle dudaklarını ıslattı. "Nasıl hissettiğimi boş ver," dedi. "Seni öptüm ve son olmayacak ama seni son öpen kişi ben olacağım." Cevap vermediğimde bakışları kısıldı, ona söz vermemi mi bekledi yoksa onaylamamı mı bilmiyorum ama yanıt bulmak istedi.

"Zaten," dediğimde sesim yine titremeye başlamıştı. "Başka birine izin vermem."

"Verme," dedi hızlıca. "Kilitli hayallerden birisi daha açıldı, anahtarları yine sadece bende."

Başımı aşağı yukarı salladığımda arka cebimdeki telefon çalmaya başladı. Bu sesle beraber Yankı, uzandığı yerden doğruldu ve kaldırıma oturdu. Ben de arka cebimden telefonu çıkarıp onun gibi oturduğumda, "Bartu arıyor," diye mırıldandım. "Beni merak etmiş olmalı."

"Neden?" Sorusu karşısında cevap vermeyip telefonu açtım.

"Alo, Bartu?" Telefonun uzağından gülme ve bağırma sesleri geliyordu, yanıt gelmedi. "Bartu," dedim daha yüksek bir sesle. "Beni duyuyor musun?"

"Helin," dediğinde gülüyordu. "Yankı'yı bulabildin mi?"

Bakışlarım Yankı'ya döndü, onun merakla beni izlediğini fark ettim. "Evet," dediğimde Bartu'nun şaşırmasını bekledim ama o şaşırmamıştı. Farkındalardı, isteselerdi Yankı'yı bulabilirlerdi ama hiçbirisi bu yolu seçmemişti.

"Telefonu ona verebilir misin?" dediğinde arka taraftan gelen Mutlu'nun kahkahaları ve küfürleri fazlasıyla tuhaf bir ortamda olduklarını bana âdeta haykırıyordu.

Hiçbir şey söylemeden telefonu Yankı'ya uzattığımda elimden aldı ve oturduğu kaldırımdan kalkıp tepemde dikildi. "Bartu," dedi, sonra kaşlarını çattı. "Gülmeyi bırak, neler oluyor?" Bartu'nun hışırtılı sesi ona bir şeyler anlattı; Yankı'nın kaşları ilk önce çatıldı, sonra gülümsedi, sonra yine çatıldı, ardından bakışları bana döndü. "Tamam," dediğinde gözlerine ürkütücü bir ifade yerleşti. "Bizi bekleyin, sakın hiçbir şey yapmayın. Geliyoruz."

Ona soracağım, onunla konuşacağım bu kadar çok konu varken gidecek olmamız beni üzmüştü. Bartu birkaç şey daha söyledikten sonra Yankı telefonu kapatıp bana uzattı. "Gidiyoruz," dediğinde anlamlandıramadığım bir keyifle bakıyordu. "Bu akşam güzelleşmeye devam ediyor."

"Neler oluyor?" deyip oturduğum kaldırımdan kalktığımda telefonu alıp tekrar arka cebime yerleştirdim. "Çok keyifli görünüyorsun."

"Keyifliyim çünkü." Cebinden sigara paketini çıkardı, sonra baş hareketi yaparak geldiğim yöne doğru yürümeye başladı. Peşinden ilerlerken gözlerim ıslak kıyafetlerinde, saçlarında geziniyordu. "Hem de epey keyifliyim."

"Bana anlatmayacaksın galiba," dediğimde adımlarım ona yetişmişti. Sigarasını dudaklarının arasına yerleştirip ucunu alevlendirdi ve keskin bir nefes çektiğinde dumanı gökyüzüne üfledi, sonra bunu birkaç kez daha tekrarladı.

"Gidince göreceksin zaten." Bakışları bana dönmüyordu ama yüzündeki gülümseme bir an olsun silinmemişti. "Uzun zamandır beklediğim bir şey gerçekleşecek."

Kollarımı önümde bağlayıp sessizliğimi korudum ve kaşlarımı çattım. Caddeye çıkan yol boyunca tek bir kelime dahi etmedim ama o da dönüp hiçbir şey söylemedi. Taksinin beni bıraktığı yere geldiğimizde Yankı elektrik direğindeki düğmeye bastı, sonra bir duman daha çekip sigarasını söndürdü.

Bakışlarım bir ona, bir boş yola kayarken merakım gitgide artıyordu. Yağmur tamamen durmuştu fakat bu, havanın daha soğumasına neden olmuştu ya da zaten soğuktu ama ben bunu Yankı'nın kollarındayım diye hissedemiyordum.

"Üşüyor musun?" diye sorduğunda bana bakmayı akıl edebilmişti.

"Hayır," dedim ama çenem titriyordu.

"Titriyorsun," dedi, sonra omzuyla beni hafifçe itekledi. "Hem de seni şu an öpmediğim halde. Korkacak da hiçbir şey yok." Kaşları havaya kalktı. "Hey, yoksa korkuyor musun?"

"Neyden korkacağım ki şu an?" diyerek masum masum ona baktım.

"İsteklerimi düşünüyorsundur belki," deyip gülümsedi. "Yani evet, seni öpmeyi istedim, bunu düşündüm ama..." Sustu, sonra alt dudağını dişlerinin arasına alıp emdi. Gerçekten gitgide keyifleniyordu, bunu da bana yansıtıyordu.

"Ama?" Cümlesine devam etmesini beklerken sıkıca bağladığım kollarım gevşedi.

Dudaklarını serbest bıraktı, vücudunu bana döndürdü. "İsteklerim bununla sınırlı kalmayabilir." Nasıl baktım bilmiyorum ama bu onu eğlendirdi. "Ama yani bak, ben çok masum bir adamım, aşırı masum, kafamın içinden asla tahmin edemeyeceğin istekler geçmez." Masum kelimesine yaptığı vurgu, alaylı yüzünde gülümsemeye neden oldu.

Önümde bağladığım kollarımı açtım. Bir ona, bir boş caddeye bakarken gözlerimi de ondan kaçırıyordum. "Neymiş bu istekler?" dediğimde sesimin korkusuz çıkmasını bekliyordum ama başarısız oldum.

"Bilmem," dediğinde yüzüne bakamıyordum. "Yani ben masum bir adam olmasaydım kafamın içinden geçenler, değil senin kalbini durdurmak, yerinden çıkmasına neden olurdu." Ellerini teslim oluyormuş gibi kaldırdı. "Ama masumum." Gözlerim ona kaydı, alayla gülüyordu.

"Diyelim ki masum değilsin," diyerek ona meydan okumaya çalıştım. "Ne düşünürdün?"

"Hımm," eliyle çenesini sıvazladı. "İçinde siyah olan her şeyi hayal edebilirdim ve her yerde hayal ederdim. Siyah. Dantel. İnce." Gözleri yoğunlaştı, parmakları çenesinde duraksadı. "Dur, şurası mutfak tezgâhı mı?"

"Ne?" dediğimde gözlerim irice açıldı. "Siyah mı?"

"Siyah," dedi başını sallayarak. "Simsiyah."

"Dantel mi?"

"Yani," diyerek ellerini cebine yerleştirdi. "Nasıl istersen. Fark etmez."

"İnce bir de?" Kaşlarım çatıldı.

"Şeffaf." Sırıttı.

"Mutfak tezgâhı derken?"

Onun gibi sırıtmaya çalıştığımda bu hoşuna gitti.

"Buzdolabının üstü bile olabilir."

Başını iki yana salladı. "Sınırlar yok, utangaç Leydi. Sınırlar yok."

Birbirimize sırıtırken utançtan neredeyse oracıkta parçalanıp yok olacaktım ve Yankı'nın bunu fark ettiğine adım kadar emindim ama çaktırmamaya çalışıyordu. "İyi ki masum bir adamsın o zaman." Sırıtmayı kestim, ciddiyetle kaşlarımı çattım, sonra omzuna yumruk attım. "Masum olmasaydın aklını çok farklı olaylara yorarmışsın."

Omzunu tuttu. Acımadığını biliyordum ama eliyle ovuşturdu. "Masum olmasaydım kıvrak zekâyı işte o zaman görürdün."

"Yankı," dediğimde diğer omzuna da yumruk attım. "Böyle konularda neden zekâ küpü, toplayıcı, plancı, kuralcı Yankı Sarca olmaktan çıkıyorsun acaba? Masum bir adam olmadığını ikimiz de biliyoruz!"

Taksinin far ışıklarının sadece Yankı'nın yüzüne çarpmasından memnundum çünkü kıpkırmızı yüzümle karşılaştığı anda nasıl dalga geçeceğini tahmin bile edemiyordum.

"Senin yüzünden," dediğinde taksi önümüzde durdu ve Yankı arka kapıyı açıp geçmem için başıyla işaret verdi. "Aklımı durduruyorsun, onunla oynuyorsun. Sonra beni bambaşka birine çeviriyorsun." İçeriye geçmek için adım attığımda koluyla durdurdu. "En önemlisi," dedi hafifçe yüzüme doğru eğilip. "Artık sadece aklımla da oynamıyorsun." Yumuşak bir şekilde dudakları dudaklarıma dokundu.

Her ne söylemek istediyse anlayamadım ve ona bakmaya devam ettim ama o kolunu çekip taksiye binmem için bekledi. Söylediklerini düşünürken taksiye bindim ve o da arkamdan geldi. Şoföre evin adresini değil Yuva'nın adresini verdiğinde merakla başımı ona çevirdim fakat açıklama yapmadı.

Yol sessiz geçmişti. Taksideki radyo açıktı ve gece haberlerini veriyordu. Ne kadar süredir o sokak lambasının altında olduğumuzu bilmiyordum fakat zaman Yankı'nın yanındayken toz bulutu olup dağılıyordu, geriye sadece o ve ben kalıyorduk.

Yüzündeki keyifli ifade bir an olsun silinmemişti. Onu ilk bulduğum zamanki gibi değildi. Ben ona iyi gelmiştim, artık bunu hissedebiliyordum.

Hayatım boyunca ilk defa birisine iyi gelmiştim, ilk defa gülümsemesine neden olmuştum, ilk defa düştüğü uçurumdan çekip çıkarmıştım ve bunu yaparken sadece kalbimin sesini dinlemiştim.

Çaresiz bakan turkuaz gözleri aklıma geldikçe sızlıyordum, tenim acıyordu. Neler yaşamıştı, nasıl bir geçmişi vardı, acılarını sırtlanırken katlanabilir miydim? Katlanamazmışım gibi geliyordu çünkü çok ağır olduğuna emindim ama artık korkmayacaktım; onun acıları geçsin diye yere düşer, sürünürdüm. Çünkü biliyordum, yere düşersem beni kaldırmazdı belki ama o da benimle beraber yere düşerdi; asıl önemli olan da buydu.

Taksi Yuva'nın önünde durduğunda Yankı, parayı birazdan vereceğini söyleyip taksi şoförünü orada bekletti. Cebindeki paraların sırılsıklam olduğuna adım kadar emindim, ikimizi de sıksalar bir kova su çıkardı.

Taksiden ilk inen o oldu, arkasından ben de diğer kapıdan indim. Bakışları bana döndüğünde Yuva'nın arka tarafındaki İBAK'ı gösterdi. "Bizimkiler oradaymış," dedi, sonra sigara paketinden bir dal çıkardı. Bir karar vermeye çalışıyor gibiydi ya da düşündüğü her ne ise bunu yapıp yapmamak arasında kararsızdı.

"E," dedim bir adım atarak. "Neyi bekliyoruz?"

Sigarasından büyük bir nefes çekti, ucundaki kül yere düştü, sonra dudaklarından ayırdığında dumanı yüzüme üfledi. "Beni yaptığım hiçbir şeye pişman etme," dedi ciddiyet dolu kısık bir sesle. "Bunun sözünü veremezsin, biliyorum ama en azından pişman etmemek için çaba göster."

Her neyden bahsediyorsa gerçekten de bir kararın eşiğinde gibiydi. Gözlerim onu incelerken anlamaya çalışıyordum. "Evet," dediğimde ona doğru döndüm. "Sana söz veremem ama bir şeyin garantisini verebilirim." Bir adım attım, tam karşısında dikildim. "Senin aksine, bilerek ve isteyerek kalbini kırmam."

Son cümleden sonra sigarayı içmek için kaldırdığı eli dondu ve bakışları yoldan ayrılıp bana döndü. Onu bu kadar bozguna uğratan neydi bilmiyordum ama kaşları çatıldığında, "Beni o turuncu kafanın önünde küçük düşürdüğünde," dediğinde bakışlarına kırgınlık bulaştı. "O zaman bilerek yapmadın mı?"

"O zaman kalbinin kırılmadığını söylemiştin."

"Bu sorumun cevabı değil," deyip başını iki yana salladı. "O zaman söylediklerinde samimi miydin yoksa?"

Hızlıca, "Değildim," diye yanıt verdim. "Bana inanır mısın bilmiyorum ama o gün, o cümleleri sırf sen benim elimi bırak diye söyledim çünkü Caner'le gitmem gerekiyordu." Tek kaşı havaya kalktı, sorguladı. "Yani eğer gitmeseydim sizden birine zarar verecekti, elinde silahı vardı. Sen bırakmayacak gibi elimi sıkıca tutuyordun, ben de o cümleleri söyledim. Kırması için değil, beni bırakman için."

Sigarasından içti, bunu yaparken gözlerini gözlerimden ayırmadı, sonra sigarayı dudaklarından uzaklaştırdı. "Diyelim ki," dedi İBAK'ın olduğu tarafa bakarak. "Yine aynı durumdayız. Bu sefer ne yaparsın? Elini bırakayım diye aynı sikik cümleleri bana kurar mısın?"

İstediği yanıtı biliyordum ama ona dürüst olmak istedim, artık yalanın izi bile bana bulaşmamalıydı. "Bilmiyorum," dediğimde bu yanıtı beklemiyordu. "Sana ve size zarar gelmeyecek hangi yol varsa o yolu denerim Yankı; bunu senin için yaparım, sizin için yaparım." Gözlerim ellerine kaydı. "Ama sen o gün aslında her şeyi anladın ki. Biliyordun o cümleleri neden kurduğumu. Fakat yine bir yalana inanmayı seçtin."

"O yalana zorla beni inandırdın ve ben bir yalana inanırsam bundan asla vazgeçmem," dediğinde gözleri tam gözlerimin içine bakıyordu. "Bu yalan bir insan olsa bile."

Ne söyleyeceğimi bilemediğimde kendimi yine bir köprünün ortasında hissetmeye başlamıştım ama artık iki tarafımda da Yankı vardı. Bir taraftaki Yankı, ne olursa olsun beni kabul edecekmiş gibi davranıyordu fakat diğer taraftaki Yankı, gerçeğimi gördükten sonra beni o köprüden aşağıya bile atabilirdi.

Cevap beklemedi, elindeki sigarayı yere attı ve botuyla söndürüp yanıma geçti. Derin bir nefes aldıktan sonra gözlerini kapatıp açtı; her neyin kararını verdiyse sonunda o sonuca ulaştı. Bakışları bana döndüğünde elini uzattı. "Tut elimi," dedi keskin bir nefesle. "Ama bir daha sebep ne olursa olsun elimi bırakmayacaksan tut, bırakacaksan sakın tutma."

Gözlerim şaşkınlıkla bana uzattığı eline kaydığında o köprüde yine başka bir tercih hakkıyla dikiliyordum fakat Yankı farkında değildi, aslında bu tercih hakkı onun içindi. Ben onun elini tutardım, ben belki de onun elini hiç bırakmazdım ama o gerçeğimi gördükten sonra elimi bırakır mıydı, bilmiyordum.

"Ne olursa olsun mu?" diye sordum korkulu bir sesle.

"Ne olursa olsun," diye tekrar etti. "Ucunda ölüm bile, ölümüm bile olsa bırakmayacaksın," gözlerim gözlerine kaydı. "Ya da elimi hiç tutmayacaksın."

Başımı iki yana salladım. Bu sözümü çiğnerdim, biliyordum; onun canı söz konusuysa elini bırakmak bir yana dursun, arkamı bile dönüp gidebilirdim, bunu da biliyordum ama o, sonuçlarını bilmediği tercihleri bana sunuyordu.

"Ya pişman olursan elimi tuttuğuna?" diye sorduğumda sesim kırılgan ve titrekti. "O zaman ne olacak?"

Yankı, hiçbir cevap vermedi, sorumu yanıtsız bıraktı. Daima elini tutacağım demedi ama bırakırım da demedi. Yalan söylememek için sessizliğini korudu. Düşündüğümde o benden daha zor bir haldeydi çünkü benim inandığım gerçekler vardı, onun benim hakkımda inandığı gerçekleri bile yoktu.

"Önemli olan bunlar değil," dediğinde beni beklemedi, eli elimi tuttu ve parmakları parmaklarımın arasından geçti. "Önemli olan güvenmediğin birisinin elini ne olursa olsun tutmak." Bakışları bana döndü. "Bu birine güvenmekten çok daha önemli."

Elimi sıkıca tutarken onun söylediklerini aklımın süzgecinden bile geçiremiyordum. Beni ne olursa olsun kabullendiğini mi söylemeye çalışıyordu yoksa ne olursa olsun elimi tutarken beni istediği zaman bırakabileceğini mi?

Güvenin iki yüzü vardı, Yankı hangi taraftaydı bilmiyordum ama benim inancımın iki yüzünden çok daha ağırdı.

Elini tutmamı beklemesinin nedeni ise reddedilmekten ürktüğü içindi.

Soru sormamı bile beklemeden yürümeye başladığında elimi tuttuğu için onu takip etmek zorunda kaldım. Adımları sağlamdı, kendinden emindi ve dimdikti. Elini tutarken ben de kendimi onun gibi hissetmeye başlamıştım. Helin değildim, sanki daha farklı biriydim. Özgür, canlı ve iyi.

Gerçekten iyi bir insan.

İBAK'ın önüne geldiğimizde nefesini verdi, demir sürgülü ağır kapıya baktı, sonra daha fazla düşünmeden kapıyı üst tarafa doğru iteklediğinde içeriye bir adım attı, peşinden ben de girdim.

Gözüme çarpan ilk kişi Önder Sarca oldu. Duvara yaslanmıştı, kollarını önünde bağlamıştı ve gözleri uykusuzluktan kapanıyordu ama kapıdan içeri girdiğimizi gördüğünde ve uykulu gözleri ellerimize kaydığında bakışları kocaman oldu, duvarın kenarından doğruldu.

Sonra Bartu’yu ve Işık'ı gördüm. İkisi de masanın önünde durdukları yerden bize döndüklerinde umursamaz bakışları ve yüzlerindeki gülümseme genişledi ama ellerimizi gördüklerinde Işık'ın dudakları aralandı, Bartu direkt Yankı'nın gözlerinin içine baktı.

Lâl'in gözlerine, ona bakmadan şahit oldum çünkü bakışları çığlık atıyordu. İBAK'ta bir arabanın üzerine oturmuştu. Gözleri direkt ellerimizdeydi. Şaşkınlık yoktu, gözleri büyümemişti, nefesi kesilmemişti ama gözlerindeki kırgınlık öylesine büyüktü ki direkt baktığı kişi Yankı oldu; ona bakarken başını sağa yatırdı, hafifçe başını iki yana salladı.

Gözleri, yapma, dedi; bunu kendine yapma. Ben onun gözlerindeki sesi duydum ama Yankı, Lâl'in yüzüne bakmadı. Parmakları daha sıkı kavradı, başparmağı elimin tersinde gezindi.

Lâl'in gözleri bana uğramadı; bir ellerimize, bir Yankı'ya bakarken korku doluydu, çaresizlik doluydu, nefret doluydu, öfke doluydu.

Birisi bize doğru yürüdüğünde gözlerim tam karşıma döndü ve Mutlu'yu gördüm. Ağır adımlarla bize yaklaşırken üzerinde Pembe Panterli pijama takımı vardı, başında da uyku bandı. Uyku bandı bile Pembe Panterliydi.

Gözleri asla yüzümüze kaymadı, dikkatlice ellerimize bakarken tam karşımızda durdu. Kaşları havaya kalktı, eğildi, sonra ellerimizi inceledi. İlk önce Yankı'nın eline, sonra benim elime dokundu. Korkuyla geriye çekildi, başını iki yana salladı. Eliyle hafifçe yanağına vurdu, sonra bir daha eğildi ve birleşmiş ellerimizi sıkıca tutup havaya kaldırdı. "Tanrım," dedi kısık bir sesle. "Gözlerimin önünde birbirlerinin ellerini mi tutuyorlar yoksa ben halüsinasyon mu görüyorum?"

Elimi çimdiklediğinde acıyla inleyip, "Ah!" dedim. "Ne yapıyorsun Mutlu? Canımı yaktın."

"Rüya mı diye test etmek istedim," dedi yüzüme bakmadan. "Değilmiş."

"Mutlu," diyen Işık, geriden başını sallayarak bize doğru geliyordu. "Rüya mı değil mi diye kendini çimdiklemen gerekiyor..."

"Ben hep rüya âlemindeyim zaten," dediğinde yutkundu. "Helin'in rüyasına dahil olmuş olabiliriz diye onu çimdikledim ama değilmiş."

"Rüya mı?" Mutlu'nun bu cümlesinden sonra ben de sorgulamaya başladım çünkü güzel giden bir yol vardı, genelde hayatımda böyle yollar olmazdı. "Yani rüya değil." Yüzümü buruşturdum. "Sanırım."

"Bunlar el ele tutuşuyorlar; hem de öyle böyle değil, epey böyle yapıştırılmış gibi. Doğru söyle, adamın elini kendi eline mi yapıştırdın Helinski?"

"Mutlu..." Başımı iki yana salladım. "Ben öyle bir şey..."

"İkiniz de sırılsıklamsınız, donunuza kadar ıslanmışsınız." Ellerini yüzüne vurdu. "İki arada bir derede yağmur fantezisi mi yaptınız?"

"Ya Mutlu," dediğimde kaşlarım çatıldı. "Ne saçmalıyorsun?"

"Saçmalamak mı?" Ellerimizi işaret etti. "Adamın elini asla bırakmayacak gibi tutuyorsun. Evden çıktığınızda değil eller, gözleriniz bile sevişmiyordu." Yankı'ya ellerini salladı. "Eğer bir tehdit altındaysan lütfen belli et Yankıtu."

"Sakin ol Mutlu, ben tuttum Helin'in elini," dedi Yankı ama gözleri karşıdaydı, Bartu'ya bakıyordu. "Yapıştırmaya da hiç ama hiç gerek yok."

Mutlu elleriyle yüzünü kapatıp çığlık attı, sonra şaşkınlık dolu bakışları bana döndü. "Büyücü Helinski," dedi. "Yankı Sarca'nın bu cümleleri kurması, benim Bartukıç'a ulaşmamdan daha imkânsızdı." Sevinçle güldü. "Artık bir umudum var, büyücünün adresini ver."

"Mutlu." Yankı, Mutlu'yu işaret parmağını dudaklarına yaslayıp susturduğunda gözüyle masanın olduğu yeri işaret etti, sonra Bartu'ya başını salladı. "Misafirimiz nerede?"

Bartu şaşkınlığını hâlâ üzerinden atamamıştı. Gözleri birkaç defa Lâl'e kaymıştı ama tekrar o tarafa bakacak cesaretim olmadığı için Bartu'ya bakmaya devam etmiştim.

"Burada," dedi Bartu birkaç saniye sonra, ardından masanın önünden çekilip işaret parmağıyla sandalyede oturan kişiyi gösterdi. "Heyecanla sizi bekliyordu."

Gözlerim Bartu'dan ayrılıp sandalyede oturan kişiye yöneldiğinde dudaklarım aralandı, Yankı'nın eli daha sıkı tuttu beni. Caner, masanın yanındaki sandalyede oturuyordu ve öne eğilmiş şekilde elleri ile ayak bilekleri aynı iple bağlanmıştı. Ağzında bir bant vardı, üzeri çıplaktı, sadece siyah baksırı vardı.

"Önünüzde saygıyla eğiliyor," dedi Bartu heyecanla, sonra Caner'in saçını tutup geriye yatırdı. "Öyle değil mi lan, yürüyen havuç tarlası?"

Onu o şekilde görmek kendi var olduğum yere ihanet ediyormuş gibi hissettirse de bu, Sokak Nöbetçileri'ne ihanet etme düşüncesinden daha hafifti. Onun önünde beni dövmüşlerdi, acı çektirmişlerdi, cezalandırmışlardı fakat o öylece izlemeye devam etmişti.

Neden bazen tahammül edilemeyecek şekilde merhametli olabiliyordum?

Ekip'te kadın olan tek bendim, diğerleri erkekti ve hepsi beni dışlamayı seçerdi. Caner'den başka hiç kimseyle konuşamazdım, eğitimlerde genelde yardımcı olan sadece Caner’di, gittiğimiz işlerde Caner'le birbirimizin arkasını toplardık. Şu an ise karşımdaydı ve ben onun düşmanı gibi görünüyordum.

Yankı o tarafa yürümeye başladığında adımlarım artık eskisi gibi sağlam değildi. Caner'in gözleri direkt ellerimizdeydi, öyle öfkeliydi ki ağzındaki bandı açarlarsa söyleyebileceklerinden ölesiye korktum.

"Siz mi buldunuz?" diye sordu Yankı.

"Sen, ‘Peşine düşmeyin,’ dediğin için ben bu kılkuyruğu hiç aramadım," diye açıklamaya başladı Bartu. "Ama bu sikimsonik hiçbir şey yokmuş gibi Önder'in yanına gelip Helin'i sormuş." Güldü ve Caner'in saçlarını bırakıp öne itti. "Bu cesareti nereden buluyor dersin?" Bartu bana baktı. "Senden buluyor. Bu şerefsize çok fazla yüz vermişsin Helin."

Yankı'nın gözleri bir an olsun bana dönmüyordu ama iyi ki de dönmüyordu çünkü bakarsa gözlerimden geçen duyguları direkt okurdu, Caner'e üzüldüğümü anlardı, onun içimi sızlattığını anlardı.

"Sana ne söyledi Önder?" Duvarın kenarından ayrılan Önder'in kaşları çatıktı. Aralarında en öfkeli görünen oydu; ellerimizden mi, Yankı'dan mı, benden mi yoksa Caner'den dolayı mı bilmiyordum ama çenesi kasılıyordu.

"Helin'e ulaşamıyormuş," dedi keskin bir nefes vererek. "Sizin yanınıza gelmiş ama evde değilmişsiniz. Beni buldu."

"E yuh artık," diyen Bartu sertçe Caner'in ensesine vurdu. "Cesarete bak, bir de bizim evimize bir daha gelmiş."

Yankı ciddiyetle Önder'e bakarken neye öfkelendiğini anladı ama bunu umursamadan bakışlarını Caner'e çevirdi, tam o anda gülümsedi ve çenesini havaya kaldırdı. "Küçük enişte, hoş geldin," dedi gülümsemeye devam ederek. "Gözümüz yollarda kaldı, ben de heyecanla seni bekliyordum."

Caner hâlâ ellerimize bakmaya devam ediyordu. Başını iki yana sallamaya başladığında tuhaf sesler çıkarmaya başladı.

"Lan," dedi Mutlu gözlerini açarak. "Evrim geçiriyor, havuca dönüşecek birazdan bu."

Işık kahkaha attığında yerinde zıpladı. "Düşünsene, bir anda havuç oluyor. Elleri, ayakları olan kocaman bir havuç. "

"Of," diyen Mutlu Caner'e doğru yürüdü. "Havuç bile bundan daha güzel, daha zekidir. Bundan olsa olsa turp olur."

Caner başka sesler de çıkarmaya başladığında gözlerinden öfke akıyor, nefret kusuyordu. Mutlu eğilip yüzüne baktı. "Sakin ol çüküm tipli," dedi elini sallayarak. "Gitgide morarıyorsun, evrimini turp olarak mı tamamlayacaksın yoksa?"

Bartu da gülmeye başladığında Yankı'nın yüzünde küçümseyici bir ifade vardı, Mutlu her ona laf söylediğinde daha fazla küçümseyerek bakıyordu. "Mutlu," dedi Yankı. "Sen gidip şu zamanında bahsettiğin boyayı hazırlasana." Mutlu ilk başta ne demek istediğini anlamadı ama gözleriyle anlaştıklarında hevesle ellerini birbirine çarptı. "Havucun rengi solmuş, biraz canlandıralım. Ha bir de dışarıdaki taksinin ücretini öde, paralarım ıslandı."

“Nasıl ıslandı?”

“Islandı işte.”

“Ama nasıl?”

Yankı gözlerini devirdi ve Mutlu’ya baktı. “İki misliyle ödeyeceğim, sus da git.” Mutlu sırıttı.

Caner bütün bu olanları duymuyormuş gibiydi. Algıları tamamen kapalıydı. Gözleri ellerimizden yüzüme kaydığında o bakışlarındaki öfke ve nefret, Yankı'nın elini bırakmama değil, daha sıkı tutmama neden oldu. Korkuyordum ama korkumun nedeni Caner'in iki dudağının arasından çıkacaklardı.

Yankı en sonunda başını çevirip bana baktığında gözlerim Caner'in üzerindeydi. Kulağıma eğilip, "Korkma," diye fısıldadı. "Korktuğun hiçbir şeyin gerçekleşmesine izin vermeyeceğim." Neyden korktuğumu biliyor muydu, anlıyor muydu yoksa daha farklı bir tahmini mi vardı?

Elimi bıraktığında hızlıca ona dönüp baktım ama o, hiçbir şey yokmuş gibi başını sallayıp Caner'in olduğu tarafa yürüdü. Geride kalırken elimde hâlâ Yankı'nın sıcak elinin varlığını hissedebiliyordum.

Caner'in önünde eğilmeden birkaç saniye önce cebinden bıçağını çıkardı. O bıçakla Caner'in bağlandığı ipi tek seferde kesti, doğrulmasını sağladı, ardından ağzındaki bandı sertçe çektiğinde Caner hırlayarak nefesini verdi. Öfkeyle bana bakmaya devam ederken, Yankı diğer taraftaki sandalyeyi alıp ters oturdu, sonra dirseğini sandalyeye yaslayıp elini çenesine koydu.

"Buradayım," dedi Caner'e doğru. "Bana bak, korkuyor musun?"

Caner nefesini verirken öfkeyle, "Helin," dedi bana. "Senin için endişelendim, telefonla ulaşamadım ve buraya geldim. Ama sen..." Yere tükürdü, sonra ayağa kalkmak istedi ama Bartu, onu omuzlarından tutup sertçe geri oturttu. "Bırak lan," dedi Bartu'ya. "Dokunma bana."

"Küçük enişte öfkeli," diyen Yankı alayla güldü. "Bir zamanlar Ayşegül serisi vardı, bilir misin? Çocuklar okurdu. Ayşegül Kamp Yapıyor, Ayşegül Ormanda, Ayşegül Bebek Bakıyor..." Omzunu indirip kaldırdı. "Bunun Küçük Enişte versiyonunu yapalım diyorum. Bugün Küçük Enişte nerede olsun?"

"Küçük Enişte Ölümün Pençesinde nasıl olur?" diyen Bartu kollarını bağlamıştı ve keyifle gülümsüyordu. "Ya da Küçük Enişte Bartu'nun Yumruğunda."

Yankı dilini damağına vurdu, başını iki yana salladı. "Çok korkutucu, Küçük enişte korkar böyle cümlelerden. Daha masum olsun." Caner, bir daha kalkmak istedi ama Bartu onu öyle sert oturttu ki Caner acıyla inledi.

"Buldum," dedi Yankı parmağını şaklatarak. "Küçük Enişte Kaportacıda."

"Kaportacı mı?" Bartu hiçbir şey anlamamış gibi yüzünü buruşturdu. "O niye?"

"Anlamadın mı kardeşim?" dediğinde Yankı yapay bir şekilde şaşkınlıkla nefesini verdi. "Küçük eniştenin ağzıyla burnunun yerini değiştirmemiz gerekiyor, olması gerektiği yerde değil gibi." Yankı'nın bakışları kısıldı. "Kollarıyla bacaklarının yeri de değişse iyi olacak. Bakarken bir şeyler yanlışmış gibi hissediyorum, mesela burnunun olduğu yerde ağzı, ağzının olduğu yerde de gözleri olsa... Güzel olmaz mıydı?"

"Beni korkutmaya mı çalışıyorsunuz?" Caner bir daha yere tükürdü, gözlerini hiçbir şekilde Yankı'ya çevirmiyordu ve bana bakmaya devam ediyordu. "Sizin gibi sokak piçlerinden korkacağıma ölürüm daha iyi."

Bakışlarım Önder’e döndü ama hiçbir tepki vermeden olanları izlediğini gördüm.

"Sokak çocukları her zaman piç olmaz," dedi Yankı sakin bir sesle. "Bazılarının anneleri ve babaları bellidir. Senin annen ve baban belli mi?" Çenesindeki parmaklarıyla şakağına vurdu, düşünüyormuş gibi yaptı, sonra gözlerini açtı. "Belli. Baban İzmit'te edebiyat öğretmeni, annen Ankara'da başka bir evlilik yapmış. Bir erkek kardeşin var, o da annenle yaşıyor." Yankı'nın kaşları çatıldı. "Sen ise konunun ailenle alakası olmadığı halde bir piç gibi davranıyorsun çünkü ruhunda var, bu daha kötü."

Caner'in dakikalardır benden ayrılmayan bakışları Yankı'ya döndü ve öfkeyle bağırarak, "Bunları nereden biliyorsun?" dedi, ağzından tükürükler saçılıyordu. "Onlardan uzak dur! Aileyi karıştırma!" Gözleri tekrar bana değdi. "Sen mi anlattın? Sen mi söyledin?"

Yanıt vermek için dudaklarımı araladığımda Yankı, "Bazen annesi babası belli olmayan bir piç olmak daha iyi, değil mi?" dedi. "Senin bizi tehdit edebileceğin hiçbir şeyin yok mesela." Öne eğildi. "Ama merak etme, bizim de ruhumuz seni ailenle tehdit edecek kadar piç değil."

Nefretle soluklanırken olduğu yerden kalkmak için âdeta çırpınıyordu ama Bartu'nun omzundaki elleri onu olduğu yerde sabit tutuyordu. "Sokak köpeklerini üzerimden çek," dedi Caner bana doğru. "Seninle konuşacağız."

"Ah küçük enişte," dedi Yankı ve saçlarını karıştırdı. "Ona bakma, bana bak. Senin buradan iki bacağınla ya da iki kolunla çıkmanı sağlayacak tek kişi benim."

"Sana ne lan?" diyen Caner bana bakmaya devam etti. "Ona bakmam canını mı sıkıyor? O halde izle, daha fazla canın sıkılacak."

Yankı'nın Caner'in bu söylediğinden sonra bir tepki vermesini bekledim ama o bunu yapmayarak güldü ve kollarını önünde bağladı. "Aksine," dedi keyifle. "Ona bakmak sadece senin canını sıkar."

"O niyeymiş?" Caner gülümsedi.

"Çünkü ona baktığında bundan sonra sadece beni göreceksin." Yankı'nın gözleri bana döndü, baştan aşağı süzdükten sonra oturduğu sandalyeden kalktı, bana doğru yaklaştı. Bacaklarımı bile hissedemeyecek kadar uyuştuğumda beni neyin beklediğini bile bilmiyordum.

Derin bir nefes almamla birlikte Yankı tekrar bana elini uzattı dışarıda olduğu gibi ama bu sefer yüzünde şeytani bir gülümseme vardı. "Helin," dedi keskin bir nefes vererek. "Gelsene yanıma."

Caner başını art arda iki yana sallarken gözümün içine tehdit ediyormuş gibi bakıyordu. Olacakların sorumluluğunu benim üstlenmem gerekecekti, âdeta bana bunu haykırıyordu, korkmamı istiyordu.

Ondan korktuğum için Yankı'nın elini tutmamamı istiyordu.

Güvenin iki yüzü vardı. Yankı iki yüzüne de arkamı dönmemi istemiyormuş gibi beni izledi.

O sırada bana bakarken zihnimin içinde bir şimşek çaktı, o şimşek gitgide yayıldı ve ateş alevlerle beraber beynimin içinde dalgalandığında asıl olanı gördüm.

Koza bile beni tanıdığını Yankı'ya söylemezken, Caner'in bunu söylemeye hakkı olamazdı. Bu zamana kadar tehdit ederek beni boşu boşuna korkutmuşlardı çünkü bunu hiçbir zaman yapamayacaklardı; Ekip'in hakkımda çok daha büyük planları vardı.

Koza bana bunu göstermişti.
Cezaysa Koza'dan gelecekti, ödülse yine o bana verecekti.

Ekip'in nefesi Koza'ydı.

Çenemi havaya kaldırdım, Caner'e üstten bir bakış attım, sonra Yankı'nın bana uzattığı elini tuttum. Parmaklarımın arasına parmakları geçtiğinde gülümsemesi şeytani bir boyuttan daha fazlasına katlandı. Kirpiklerinin arasından beni izlerken Caner'in inleyen sesi aramıza girdi.

Güvenin iki yüzü vardı, ben Yankı bana güvenmezken bile onun ellerine kendimi bıraktım; o iki yüzü de benim için feda etti.

Caner, "Aptallık ediyorsun!" diye bağırdığında ateş püskürüyordu. "Bu sokak köpeklerinin arasında yok olup gideceksin, seni kullanacaklar, seni mahvedecekler!" Ayağa kalkmak için tekrar hamle yaptı ama yine Bartu onu durdurdu. Bu sırada Yankı, başıyla Bartu'ya işaret verip geriye çekilmesini işaret etti.

Bartu'nun kaşları havaya kalktı ama sorgulamadan Caner'i serbest bıraktığında geriye temkinli bir adım attı, sonra yanımıza geldi. Caner de oturduğu sandalyeden kalktığında o sandalye geriye düştü.

Üzerime yürüyeceği sırada Yankı beni hafifçe arkasına aldı, sonra karşısında bir duvar gibi dikildi. Caner'in adımları duraksadığında çenesi öfkeden titriyordu. Bartu ve Yankı önüme geçti, senelerimi paylaştığım Ekip'in üyesinden beni korumak istediler.

"Senin bize gelmeni neden merakla beklediğimi biliyor musun?" diye sordu Yankı, sonra başını yana yatırdı. "Bunu anlayacak kadar aklın vardır herhalde."

Öfkesinin çare olamayacağını anlayan Caner, bir Bartu'ya bir Yankı'ya bakarken ellerini havaya kaldırıp onları durdurdu. Mutlu gelmiş, diğer tarafta bir kovanın içinde boya karıştırıyordu, Işık onun yanındaydı. Lâl ise ortalıklarda görünmüyordu. Önder hâlâ o duvarın kenarındaydı ve bütün bu olanlar umurunda değilmiş gibi sadece ellerimize odaklanmıştı.

"Bakın," dedi Caner nefesini vererek. Bağırmaktan sesi kısılmıştı. "Sizinle bir derdim yok, Helin'le konuşmam gerekiyor." Başını yana eğip bana baktı. "Çok önemli. Çok çok önemli Helin."

"Onun için önemli olan, benim için de önemlidir," diyerek Yankı sözü devraldı. "Her ne konuşacaksan şimdi konuş."

"Yalnız konuşmam gerekiyor." Caner'in gözleri yine beni korkutmak istiyormuş gibi baktı ama etki etmedi. "Bu ikimizin arasında."

"Aranızda hiçbir şey olamaz, sizin ikinizin arasında bir şey varsa bu beni de ilgilendirir," dedi bu sefer Yankı kesin bir dille. Omzunun üzerinden bana baktı. "Öyle değil mi?"

Yankı'nın sorusunu duymazlıktan gelerek, "Caner," dedim ona doğru. "Git." Bu tek kelime, ona ne kadar etki etti bilmiyordum ama benim dudaklarımdan çıkarken neredeyse yalvarıyor gibiydim. "Lütfen git." Yankı'nın elimi sıktı, bunu yapmamı istemedi. "Hayatımdan uzak dur. Dön arkanı git, zarar göreceksin."

"Hayatından uzak mı durayım?" Caner anlamıyormuş gibi gözlerini irice açtı. "Senin hayatın bizden ibaret."

"Siz kim?" Yankı soruyu sorarken öne bir adım attı.

"Caner, git," dediğimde işler berbat bir hal alacaktı.

"Siz kim küçük enişte?" diye sordu üzerine basarak.

Caner başını önüne eğdi, karar vermesi gerekiyormuş gibi kısa bir süre düşündü, sonra başını kaldırdı. "Helin'i bu hale getiren bizleriz," dedi kaşlarını çatarak. "Gücünü, hırsını, kuvvetini veren sadece biziz. Ona bir erkeğin arkasına saklanmaması gerektiğini öğreten biziz ve siz onun kimyasını bozuyorsunuz." İşaret parmağını bana doğru salladı. "Şu haline bak, bir erkeğin arkasından beni izliyorsun. Sen kendine ne yaptın?"

Ekip'le beraber geçirdiğim günler gözlerimin önünden geçmeye başlamıştı. Her görevde en önde ben dururdum; kimseden korkum olmazdı fakat şimdi, en geride duran yine bendim. Nedeni ise Caner'in düşündüğü gibi bir erkeğin arkasına saklanmak istediğimden dolayı değildi, değiştiğimden dolayıydı.

Artık korkularım vardı. Bu korkular canımın yanmasından çok daha fazlaydı, bu korkuların özünde kaybetmek vardı. Bu korkuların özünde, kendi canımı artık umursamak vardı.

Yankı alayla gülerek başını iki yana salladı. "Siz," dedi kaşlarını kaldırarak. "Ona gücü öğrettiniz, hırsı öğrettiniz, kuvvetini verdiniz, öyle mi?" Bir adım daha attığında Caner'le aralarında çok kısa bir mesafe kalmıştı. "Eline bir silah verdiniz, bir insanı nasıl vuracağını gösterdiniz. İnsanları tekmelemeyi ona öğrettiniz. Ama sonra ne yaptınız? Tekmelerinizi ona indirdiniz, başına bir silah dayadınız."

Yankı elimi bırakıp sertçe Caner'in boğazını tuttu ve kendine çekti. Parmakları Caner'in boynuna saplanırken Caner ellerini kaldırıp Yankı'yı tutmak istedi ama Yankı kendini korudu. "O şu an varsa bu bizim sayemizde," dedi Caner zorlukla. "O hayatla bizim sayemizde baş etti. Eğer biz olmasaydık o yok olup gidecekti, bizim sayemizde nefes alıyor."

Yankı gülümsedi. Sakinliğini asla kaybetmiyordu ama fazlasıyla ürkütücü görünüyordu. "Öğrettiklerinizi yok etmek için buradayım," dediğinde sesi baskındı. "Hepsini silip yeni baştan yaratmak için onun yanındayım. Helin'e gerçek gücü göstereceğim, Helin'i bir kalıba koymayacağım, o kim olmak istiyorsa o olacak ve ben bu sırada Helin'i asıl doğrularla tanıştıracağım. Nefesi için de bana minnet duymasını istemeyeceğim çünkü o kimse olmasa da kendi gücüyle yaşayabilecek bir kadın." Boynunu daha fazla sıktı Caner'in. "Bana karşı çıkabilecek misin? Karşımda durabilecek misin?"

"Bırak beni," deyip çırpınmaya başladı Caner. Elleri Yankı'nın omuzlarını tuttuğunda istese çok daha fazlasını yapabilirdi ama Caner karşılık vermemeye çalışıyordu çünkü biliyordu ki karşılık verdiği an canı daha çok yanacaktı. "Onu tanımıyorsun, kim olduğunu bilmiyorsun. Helin’in bir erkeğin arkasına saklanıp ürkek bir kız gibi davranmayacağını bilecek kadar bile onu tanımıyorsun. Onun gerçekleri yoktur."

Yankı Caner'in boynunu bıraktığında Caner, nefesini vererek birkaç defa öksürdü, sonra ellerini dizlerine koyup öne eğildi. "Sen aptalsın," dedi Yankı ve o kadar küçümseyici söyledi ki kelimesinin altında ben ezildim. "Ama yine anla diye tane tane anlatacağım. Helin benim arkama saklanmıyor, ben onun önünde duruyorum." Yana çekilip önümü açtı. "Şu an senin yüzüne bir yumruk geçirmesi için her şeyi verebilirdim." Gözleri bana döndü, bakışlarımı kaçırdım. "Ama bunu yapmayacağını bilecek kadar onu iyi tanıdım. Neden yapmaz, sen biliyor musun?"

Caner anlamsız gözlerle bakarken eğildiği yerden kalkıp çenesini sıktı. "Yapmaz çünkü zarar görmekten korkar," dedi düz bir sesle. Beni fiziksel şiddetin korkutamayacağını bilecek kadar bile tanımıyordu.

Yankı diliyle damağına vurdu. "Yapmaz çünkü bahsettiğin nefesin minneti Helin’de fazlasıyla var. Merhameti çok fazla." Caner'i yakasından tutarak kendine çekti. "Hatta şu an senin zarar görmeni dahi istemiyordur çünkü ona bir kez bile olsun iyilik yaptıysan bunu unutmaz." Yankı'yı durdurmak için adım attığımda elini kaldırıp hareket etmemi engelledi. "Ama ben de onu getirdiğin ya da getirdiğiniz hali asla unutmam, unutmayacağım ve unutturmayacağım da."

Caner gülmeye başladığında, gözleri yakasını sıkıca tutan Yankı'nın ellerine kaydı. "Sokak çocuğu," dedi küçümsemeye çalışarak ama Yankı kadar başarılı olamadı. "Yoksa beni dövecek misin? Ne oldu senin o kıvrak zekâna? Artık problemlerini şiddetle mi çözüyorsun? Senin silahın zekân değil miydi?"

Bartu arka taraftan lafa atladı. "Çok kitap okuyan birisi değilimdir," dedi. "Ama Kafka'yı bilirim ve onun çok güzel bir cümlesi vardır. Der ki: 'Beyinlerimiz savaşsın isterdim ama görüyorum ki siz silahsızsınız.'"

"Doğru, savaş iki taraflı olur," dedi Yankı ve Caner'i kendine çekti. "Ve ben tek başıma silah kullanırsam bu haksızlık olur."

Caner'in yakasını bıraktı, derin bir nefes aldı, sonra birkaç adım atıp sert bir yumruğu yüzüne indirdiğinde Caner geriye yalpalayıp az önce düşen sandalyenin üzerine devrildi. "Anladığın dil bu," dedi Yankı, sonra onu düştüğü yerden tekrar yakasını tutup kaldırdı. "Ben de herkese anladığı dilden konuşurum."

Caner karşılık vermek değil kendini korumak için elini kaldırdığında Yankı, onun elini tuttu, ardından Caner'in çenesine bir yumruk daha indirdi. Kırılma sesi geldiğinde öne bir adım atıp Yankı'yı durdurmak istedim ama bunu başaramazdım, biliyordum; yanımda duran Bartu, keyifle Caner'i izliyordu.

Yankı geriye çekilip kollarını iki yana açtı. "Gel bana küçük enişte," dedi alayla. "Helin'e ne yaptıysan aynısını bana yap."

"Yankı," dediğimde Bartu kolumu tuttu ve beni susturdu. "Havuç tarlası bunu hak etti," dedi başını sallayarak. "Bırakalım da Yankı günlerin stresini bundan çıkarsın."

Mutlu ile Işık diğer taraftan ellerinde kovayla bize doğru yürümeye başladılar. "Aman Tanrım!" diye haykırdı Mutlu. "Fight Club filmini tekrar mı çekiyoruz?" Yanımızda durduklarında keyifle ellerini birbirlerine vurdular. "Hadi ama çüküm tipli. Grubumuzun ilk kuralı, hakkımızda konuşmamak değil, hakkımızda konuşurken sende bıraktığımız hasarları düşünmektir."

"İkinci kural, birinci kuralı durmadan hatırlamaktır," dedi Işık gülerek.

"Üçüncü kural, hasarlar geçtikçe tekrar ayağımıza gelmenizdir." Bartu parmaklarını kaldırdı. "Bana gelebilirsin."

Caner düştüğü yerde dururken elinin tersiyle ağzındaki kanı siliyor ve öfkeyle Yankı'ya bakıyordu.

"Dördüncü kuralı şimdi yazdım," dedi Yankı üstten üstten. "Ne kadar hasar alırsan al pes etmek yoktur. Yoksa pes mi ediyorsun?"

"Pes etmek mi?" Caner, Yankı'nın damarını bulmuş gibi güldü. "Helin'i döverken o pes etmiyordu, ben niye pes edeyim?"

"Yankı," dedim daha yüksek bir sesle ama Mutlu, Işık ve Bartu bana öyle bir baktılar ki olduğum yerde susmak zorunda kaldım.

Yankı yere çöküp Caner'i yakasından tuttu. "Ne yaptın ona?" dedi, sonra yüzüne sert bir yumruk daha indirdi. "Böyle yumruk mu attın?" Başını aldı, sertçe yere çarptı, sonra saçlarını tutup kaldırdı. "Yoksa bunu mu yaptın?"

Caner keyifle gülerken kaşı da patlamıştı ve burnundan kan geliyordu. Kasıtlı bir şekilde Yankı'ya karşılık vermemesinin başka bir nedeni vardı fakat bunu anlayamıyordum. "Yerde tekmeledim," dedi ve bakışları bana döndü. "Onu çıplak görmediğini söyleme, sırtındaki morluklar benim eserim."

Yankı ne kadar sakinlikle karşılasa da yumrukları tam zıddını gösteriyordu. "Öyle mi?" dedi, sonra çöktüğü yerden doğruldu ve Caner'in karnına sert bir tekme attı. "Ama ben onun karnında da morluklar gördüm." Bunu beklemediği için Caner’in gözleri kocaman açıldı, bana baktı fakat Yankı bir tekme daha karnına indirdi. "Karşı gelemiyor musun küçük enişte?" diye sordu. "Yoksa gücünün yetmeyeceğini mi düşünüyorsun?"

"Onunla yattın mı?" Caner'in sesi bana ulaştığında ellerimi saçlarıma geçirip Bartu'nun beni tutan elini silkeledim ve onlara doğru yürüdüm.

Yankı bir tekme daha attığında yumrukları sıkı sıkıydı. "Dur," deyip kolunu kavradım. Yankı durmadı ve bir tekme daha indirdi. Caner büyük bir nefretle bana bakarken gözlerini bir an olsun ayırmıyordu. "Yankı!" diye bağırdım. "Lütfen dur!" Bakışları bana döndü, ardından Caner'i yakasından sertçe tutup ayağa kaldırdı.

"Bu kadar minnet besleme," dedi kaşlarını çatarak. "Şu herife bu kadar merhamet duyma. İstemiyorum."

Sadece Caner'e hırsı yoktu, son zamanlarda canını sıkan her ne varsa hepsinin acısını ondan çıkarıyor gibiydi. "Biliyor musun?" dedi Caner'e. "Bizim gerçekte tek kuralımız vardır, o da sevdiklerimize zarar verilmemesi gerektiğidir."

Bir yumruk daha indirmek için elini kaldırdığında, "O yapmadı," diye bağırdım bir anda. Gözlerin hepsi bana döndüğünde Caner yere tükürdü ve beraberinde bir dişi düştü. "Caner beni dövmedi, bana tek bir kere bile vurmadı. O değildi."

Yankı zaten bunu biliyormuş gibi bana baktığında kaşlarını çattı, sonra Caner'in yakasını sertçe bırakıp itekledi. Bana kim olduğunu sormadı ama Bartu diğer taraftan, "Bu değilse kimdi?" diyerek lafa girdi. "Seni kim o hale getirdi?"

Bartu'nun sorusunu duymazlıktan geldiğimde gözlerimi Caner'den ayıramıyordum. Bana hem öfkeyle hem de büyük bir hayal kırıklığıyla bakarken başımı yana yatırıp özür dileyen bakışlarımı ona gönderdim. Ne olursa olsun, onun bir suçu yoktu, bu hale gelmesi için hiçbir nedeni yoktu. Beni o an kurtaramazdı, bunu yapamazdı.

Caner hiçbir zaman korkusuz birisi olmamıştı, o sadece emirlere uyardı.

Önder diğer taraftan bize yaklaşıp, "Şuna artık bir son verin," dedi ve Yankı'nın gözlerinin içine baktı. "Bu olanlar, bizim için sadece zaman kaybı." Zaman kaybı derken yaptığı vurgu, gözlerinin bana çevrilmesine neden oldu.

"Ama Öndercik," diyen Mutlu yerdeki boya kovasını gösterdi. "Son bir şovumuz vardı. Onu yaptıktan sonra tarlasına göndersek olmaz mı?"

Yankı cebinden sigarasını çıkarıp diğer tarafa yürüdü ve Caner'in olduğu yerden uzaklaştı. Elinin tersi Caner'in kanıyla bulanmıştı. Beyaz sigaraya da kan bulaştığında dudaklarının arasına yerleştirdi, sonra ucunu yaktı. Kaşları çatık bir şekilde direkt bana baktığında yanlışa giden her yolun sonunda kendimi görebiliyordum.

Önder, "Tamam," deyip Yankı'nın peşinden gitti. "Her ne yapacaksan yap."

Mutlu keyifle gülerek Caner'e orta parmağını gösterdi. "Ne oldu lan çüküm tipli?" diye sordu alayla. "Bozulmuş havuca dönmüşsün."

"Ben de bir tur dövseydim ya," diyen Bartu parmaklarını çıtlattı. "Şöyle döne döne cehenneme doğru ilerleseydi."

"Bartu." Yankı'nın sesi bize ulaştı. "Lâl ortalarda yok, sen onu bul."

Bartu bir an etrafına baktı, Lâl'in olmadığını fark ettiğinde şaşkınlıkla hızlı adımlarla İBAK'tan dışarıya çıktı.

"Helin," dedi dakikalar sonra Caner bana. "Çok pişman olacaksın, bunu biliyorsun, değil mi?" Başını aşağı yukarı salladı. "Biliyorsun, farkındasın ama bile bile yapıyorsun. Bir gün bunlar seni sokağa attığı zaman gidebileceğin hiçbir yerin kalmayacak çünkü biz de sırtımızı dönmüş olacağız."

Gidecek yerimin olmaması da beni korkutmuyordu ama bunu Caner'e söyleyemedim, öylece onu dinledim, sonra gözlerimi kapatıp birkaç saniyeyi kendime verdim.

"Merak etme," dedi Yankı diğer taraftan. "Ona sokakların evlerden daha güvenli olduğunu da öğreteceğim. Ona sokakların sizin gibilerden daha sıcak olduğunu da göstereceğim. Onu sokaklara da alıştıracağım."

"Onu da kendin gibi sokak çocuğu yapacaksın yani," diyen Caner güldü.

"Gerekirse evet." Yankı sigarasını içtikten sonra nefesini üfledi. "Git, seni buraya gönderenlere söyle. De ki, Yankı Sarca Helin'i sokak çocuğu yapacakmış, onu sokaklarda tekrar büyütecekmiş. Sonra da ekle, ruhu piçlerin ona yaklaşmasına izin vermeyecekmiş. Üzerine basa basa da belirt, Helin Aktan tekrar size dönmeyecek."

Caner öksürünce ağzının kenarından kan aktı. Eliyle kanı silerken öfkeyle nefesini verip, "Dönecek," dedi. "Onun ait olduğu yer burası değil."

Caner'in defalarca kurduğu cümlesi kulaklarımda çınlamıştı. Benim ait olduğum bir yer var mıydı ki bunu dile getirip duruyordu. Ekip'e de ait değildim, ruhum oraya tamamen tersti.

Yankı Caner'in üzerine yürümek istediğinde Önder onun önüne geçti ama Yankı bunu umursamadan Önder'i hafifçe omzundan itekleyip bizim olduğumuz tarafa tekrar yürüdü.

Yanımda durduğunda, "Helin'in ait olduğu yer benim sokaklarım," dedi ve eli bir kez daha elimi tuttu. "Yankı Sarca, Helin'i asla bırakmayacak. Bunu herkes duysun." Söylediği kişi Caner’di ama Önder’e de gönderme yaptığını anladım.

Arkasını döndüğünde İBAK'ın çıkışına doğru yürüdüğü için peşinden ilerlemek zorunda kaldım. "Yankı Sarca," dedi Caner arkasından. "Sen onu bırakmasan da o seni bırakacak!" Yankı hiçbir cevap vermeyince yürümeye devam etti. Başımı çevirdiğimde Caner sadece hayal kırıklığıyla bana bakıyordu, göz göze geldik. “Bizi bıraktığı gibi sizi de bırakacak.”

O birkaç saniyede seçtiğim tarafa doğru ilerliyordum. Yin ile yang. Bembeyazların içinde siyah bir nokta ve simsiyahların içinde beyaz bir nokta. Ben Ekip'in bir üyesiyken beyaz noktaydım ama şimdi Sokak Nöbetçileri'yle beraberken siyah noktaya dönüşmüştüm.

Hangisinin daha kötü hissettirdiği ise ortadaydı.
Siyahların içindeki beyazlık bir umut olabilirdi ama beyazların içindeki siyahlık sadece kıyameti getirirdi.

Kendimi ilk defa Sokak Nöbetçileri'nin kıyameti gibi hissetmiştim.

"Çok konuşma lan olgunlaşmamış havuç," diyen Mutlu bir anda Caner'in kafasından aşağıya boya kovasını döktüğünde Caner tamamen turuncuya boyandı ve kan izleri bile yok oldu. Şaşkınlıkla nefesini verdi, gözlerini zorlukla açtı, sonra öne bir adım attı. "Heh," dedi Mutlu kovayı diğer tarafa atarken. "İşte şimdi koşarak tarlana dönebilirsin."

Yankı başını çevirdi, Caner'in o halini süzdü, sonra alayla güldü. Caner'in gözleri Yankı'nın alaylı yüzünde gezindi, ardından İBAK'ın dışına doğru yürümeye başladı. Tam o esnada Bartu ile Lâl geldiğinde Bartu öfkeyle nefesini verdi. "Lan Mutlu!" dedi içeriye doğru. "Eğlence için beni bekleyemedin mi?"

Caner kapıdan çıktı, zorlukla adım atarken bir daha yüzüme bakmadan sokağın soluna döndü. Caner'in sırtına bakarken Lâl’in olan hiçbir şey umurunda değilmiş gibiydi.

"Bana bak," dedi Bartu onun arkasından. "Bir daha gelmeye cesaret edersen söyle de bu sefer meyve sıkacağını getireyim, suyunu içerim."

"Yok yok, tavşanları toplayalım," diyen Mutlu Bartu'nun omzuna vurdu. "Kovalayıp dursunlar bunu!"

Caner'in arkasından dalga geçerlerken o dönüp bakmadı ve sarsak adımlarla sokağın diğer tarafına saparak gözden kayboldu. Gözlerim onun döndüğü sokakta takılı kaldığında derin bir sessizlik çöktü. Herkesin bir şeyler söylememi beklediğini biliyordum ama kurabilecek hiçbir cümlem yoktu.

Önder İBAK'tan çıktığında ilk göz göze geldiği kişi ben oldum. Sorgulayan bir ifadeyle kaşları yukarı kalkmıştı, karşımızda durdu. Sigarasını çıkarıp yaktıktan sonra dumanı havaya üfledi. Gözleri uykusuzluktan şişmiş gibiydi ve kırlaşmış saçları hiç olmadığı kadar dağınık görünüyordu.

Elinde tuttuğu mavi dosyayı Yankı'ya uzattığında bakışlarını en sonunda benden ayırdı. "Yarın göreve gidiyorsunuz," dedi düz bir sesle. "Belgeleri hallettim."

Yankı şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı, sonra elimi bıraktı ve dosyayı alıp açtı. "Göreve mi?" Sayfalarda gözlerini şöyle bir gezdirdikten sonra başını kaldırdı. "Neden bundan şimdi haberim oluyor?"

Önder sigarasının külünü yere silkeledikten sonra alayla kaşlarını kaldırıp, "Zamanın mı vardı?" diye sordu iğneleyerek. Gözleri tekrar bana kaydı ama bu sefer direkt beni gösterdi. "Önemsiz birçok konu üzerinde o kadar çok duruyorsun ki asıl önemli olanları unutmaya başladın."

Benden gitgide daha fazla nefret etmeye başladığını hissedebiliyordum. Bana bir kanser hücresiymişim bakıyordu, Sokak Nöbetçileri'ni sanki kanserden ben öldürecektim ve onların hepsinin yok olmasına neden olacaktım.

Bu derece nefret etmesi, kafamın içinde onu sorgulamama neden oldu; başında böyle değilken neden şimdi böyleydi?

Yankı, Önder'in iğnelemesini görmezlikten gelip dosyayı tekrar incelemeye başladı fakat bu sefer dikkatliydi. En sonunda kaşlarını çattığında, "Resim sergisine mi gideceğiz?" diye sordu. "Neden?"

"Resim sergisinden çalınması gereken bir tablo var," diye açıklamaya başladığında elini saçlarına geçirdi. "Hayalet Gözler. Tablonun adı bu."

"Sanata mı merak saldın Önder?" Bartu gülüp Önder'in yanına geçti. "Senin en sevdiğin resim, benim insanların yüzünde bıraktığım resim değil miydi?"

Önder göz ucuyla Bartu'ya baktıktan sonra başını iki yana salladı. "Resmi aldıktan sonra evimin duvarına asıp karşısında viskimi yudumlamayacağım, Bartu." Dosyayı Yankı'nın elinden aldı, bir sayfasını açtı ve resmin olduğu tabloyu havaya kaldırdı. "İçinde bir şifre barındırıyor." Bakışları Yankı’ya kilitlendi. "Tabii bu şifre bizi ilgilendirmiyor, siz sadece resmi oradan çıkarmaya bakın."

"Bu şifre hangi milletvekilinin gizli belgeleriyle ilgili?" Yankı'nın sorusu, Önder'in kaşlarını çatmasına ve direkt gözlerinin bana dönmesine neden oldu, uyarıcı ifadesinde benim yanımda konuşmak istemediğini anlıyordum. "Bu işi bana bırakmalıydın," dedi Yankı ters bir sesle. "Bu sergiyi biliyorum; davetiyeli gidilen, oldukça meşhur bir sergi."

"Söylediğim gibi," derken dosyayı yine Yankı'ya uzattı. "Kendini gönül işlerine fazla kaptırdığın için seni pembe dizinden çıkarmak istemedim."

"Gönül işleri mi?" Yankı nefesini verdi. "Fazla uykusuz ve yorgun görünüyorsun Önder. Bence gidip uyumalısın."

"Bence Öndercik antropoza girmeye başladı," diye lafa atlayan Mutlu, elini Önder'in omzuna attı ve gözlerinin içine baktı. "Metin ol amcacığım, elbet bir gün uçağın tekrar kalkar."

Önder'in ciddi ifadesi silindi, sonra Mutlu'ya gülümseyerek bakıp, "Zevzeklik yapmayı bırak," deyip omuz silkti. "Akşam en büyük iş sende olacak."

"Eee." Işık sabırsız bir ifadeyle Önder'i görmezlikten geliyordu. "İşi anlatsanıza. Ne yapacağız?"

Yankı dosyayı okurken Önder sözü devraldı. "Akşam yedi sularında sergi başlıyor. Sergide beş oda var. Dört odada resimler açıkta sergileniyor, siz o odalardan birinde olacaksınız. Diğer odada kilitli camların arkasında resimler var ki bu odaya sadece yetkililer ve önemli kişiler girebiliyor. Hayalet Gözler bu odada." Dosyayı işaret etti. "Siz de o kadar önemli insanlar değilsiniz."

"Kalbimi kırıyorsun antropoz amca," diyerek dudaklarını büktü Mutlu. "Bana nasıl bir rol biçtin? Umarım Mutluga Prens olmama yakışıyordur."

"Sen bir üniversitenin Fransızca öğretmenisin," dedi Önder. "Adın Colbert." Mutlu keyifle güldü ama Önder'in söylediği, gülümsemesinin silinmesine neden oldu: "Diğer adın da Hasan."

"Hasan mı?" Mutlu alnına vurdu. "Neden inanılmaz seksi bir şekilde yola başlayıp en sonunda aile babasına dönüştüm? Benim kaderim neden böyle?"

"Yapabileceğim bir şey yok," diyerek göz kırptı Önder. "Listeden bulabileceğim sana en uygun kişi bu adamdı. Yarı Türk yarı Fransızsın. Birkaç Fransızca kelime öğren, cümle aralarına sıkıştır, yeter."

"Hımm." Mutlu ellerini birbirine sürttü. "İşte şimdi aklıma güzel fikirler gelmeye başladı. Fransız pornolarını severim."

"Sakın işi eğlenceye de çevirme," deyip uyarısını yaptı. "Bu iş önemli." Sonra Işık'a döndü, ona bakar bakmaz gözlerindeki duygu silindi. "Sen Boğaziçi Üniversitesinin bir öğrencisisin, röportaj yapmak için oradasın. Adın Tuğçe'ydi sanırım, hatırlamıyorum. Dosyada mevcut. Olabildiğince Mutlu'yla uzak durmaya çalışın, benzerliğiniz göze çarpabilir." Küçümseyici bir şekilde güldü. "Ne kadar birbirinize karakter olarak benzemeseniz de."

Işık kinle bakıp, "Kimlik bilgilerimizi boş verip görevimizi anlatacak mısın?" diye sordu.

Önder Işık'tan gözlerini ayırdı. "Bu kadarını da durmadan gönül işleriyle uğraşan Yankı düşünsün, öyle değil mi?" Bilerek yapıyordu, Yankı'nın sinirine dokunmaya çalışıyordu ama bu Yankı'nın umurunda bile değildi, elindeki dosyayı incelemekle meşguldü.

"Lâl," dedi Önder, sonra ona doğru birkaç adım atıp yavaşça saçlarını okşadı. Bu hareketi baba şefkatiyle yapılmış gibi görünse de Lâl rahatsızlıkla başını diğer tarafa çevirmek zorunda kalmıştı. "Sen ve Bartu evlisiniz."

"Ne?" Bartu'nun gözleri irice açıldı, şaşkınlıkla Önder'e baktı. "Evli miyiz? Ne zaman evlendik? Benim bundan niye haberim yok?"

"Bartukıç." Mutlu başını iki yana salladı. "Tanrı seni yaratırken fazladan kas koyayım, fazladan boy bos koyayım deyip beynini unuttu mu acaba?" Bartu Mutlu'ya tekme salladı ama Mutlu kaçtı. "Rol icabı evlisiniz, beynini akıtma kulağından hemen."

Lâl ciddiyetle Önder'i dinliyordu. Bartu ise kaşlarını çatmış, Mutlu'ya bakmaya devam ediyordu. "Beş yıldır evlisiniz, Ufuk ve Didem çifti. Çok zenginsin Ufuk, birkaç tablo satın almaya geldin ama bir yandan da gösteriş meraklısısın. Ona göre giyinin. İBAK'tan da ona göre bir araba al."

"Al işte." Mutlu elini saçlarında gezdirdi. "Yine en güzel rol Bartu'ya gitti, götü tavana değecek havadan." Lâl'e döndü. "Sen de kadınsın diye kaptın taş gibi adamı, elle dur şimdi Bartu'yu."

Lâl öfkeyle Mutlu'ya bakıp koluna vurduğunda orta parmağını Lâl'e gösterdi.

"Yok," diyen Önder gözlerini bana ve Yankı'ya çevirdi. "En güzel rol, Helin ve Yankı'da."

"Ah!" Mutlu elini kalbine koydu. "Kadir İnanır ve Türkan Şoray olarak mı sergiye katılacaklar acaba?"

"Onlardan daha güzel." Yankı dosyayı karıştırdı ama bizim bilgilerimizin yazılı olduğu hiçbir sayfaya denk gelmeyince başını kaldırıp Önder'e bakmak zorunda kaldı. "Poyraz ve Pelin," dedi bize doğru. "İki kardeşsiniz, hatta sen Yankı, Helin'den dört yaş büyük ağabeyisin."

Sessizlik oldu, herkes bize dönüp baktı, Yankı'yla birbirimize baktık, sonra kaşlarımız çatıldı. Aynı anda, "Kardeş mi?" dediğimizde geriye adım attık.

"Kardeş." Önder sırıttı, keyfi yerine gelmişti. "Ne oldu? Sıkıntı mı var? Sonuçta bu gruptaki herkes gerçekte de kardeş gibi değil mi Poyraz?"

Yankı'nın dudakları aralandı, nefesini verdi, elini saçlarında gezdirdi, sonra etrafa bakıp tekrar nefes aldı. Ben de başka yöne çevirdim başımı. İkimiz de bu fikirden fazlasıyla rahatsızdık fakat Yankı dudaklarının arasından, “Poyraz,” diye mırıldandı.

"Siz de ne emmeye ne gömmeye," diyen Mutlu'nun gözleri bizi inceliyordu. "Adam zamanında sizi evlendirdi, o zaman da aynı tepkiyi verdiniz. Şimdi kardeş yaptı, yine aynı tepki." Öne bir adım attı, zorlukla benimle göz göze geldi. "Helinski, neden gözlerinde Cersei Lannister’ı görüyorum..." Yankı'ya döndü. "Sen de Jaime Lannister gibi hareketler yapmaya başladın."

"Saçmalama," deyip kollarımı önümde bağladım. "Sadece tuhafıma gitti."

"Niye?" Bakışları gözlerimde ve yüzümde gezindi, sonra dudaklarıma baktı, sonra yine gözlerime baktığında eliyle ağzını kapattı. "Aklımdan geçen mi?" Başı hızlıca Yankı'ya döndü, omuzlarını tutup sarstı. "Bana aklımdan geçenin olmadığını söyle!"

"Aklından geçen…" Yankı duraksadı, burnunun kemerini sıktı, sonra ensesindeki saçları karıştırırken gülümsedi, aklı hâlâ Önder’in biçtiği rollerdeydi. "Aklından geçen de neymiş? Ne olmuş?"

"Siz ikiniz," dedi parmaklarıyla bizi göstererek. "Yoksa..."

"Yoksa?" Yutkunduğumda fazlasıyla tedirgin göründüğümün farkındaydım. "Ne demeye çalışıyorsun Mutlu?"

"Yapmazsınız," dedi Mutlu. "Bana bunu yapmazsınız, böyle bir kötülük yapmazsınız, sanmıyorum yani."

"Yapmayız tabii." Yapmacık bir şekilde gülümsedim. "Sana neden kötülük yapalım ki? Asla yapmayız."

Mutlu dikkatle bizi incelerken âdeta bir dedektif gibiydi. Yankı benden daha güzel rol yapıyordu ama ben her göz göze geldiğimizde bakışlarımı kaçırıyor, sonra da bir aptal gibi sırıtıyordum.

Bizi kurtaran Bartu oldu. "Yeter bu kadar," deyip eliyle karnına vurdu. "Hadi gidelim artık, ben çok acıktım." Lâl'i kolundan tutup kendine çekti, sonra elini omzuna atıp saçlarını karıştırdı. "Bana menemen yapacak mısın karıcığım?"

"Bartu, içindeki o hödük her fırsatta ortaya çıkmak için bekliyor, değil mi?" Işık başını iki yana salladığında Lâl, Bartu'nun kolunu silkeleyip diğer tarafa yürümeye başladı.

"Hey," dedi Bartu, onun arkasından yürürken. "Sen benim karımsın, öyle arkanı dönüp gidemezsin."

Önder'in gözleri üzerimizde gezinirken Işık bizi inceleyen Mutlu'yu kolundan çekiştirdi. "Hadi," dediğinde gözlerini bizden ayırmıyordu. "Yürüsene, rahat bırak onları."

"Burnuma çok pis kokular geliyor," diyen Mutlu yüzünü buruşturdu. "Eğer aklımdan geçen pis kokular konusunda haklı çıkarsam..." İşaret parmağını kaldırıp bana salladı. "Bittin sen."

"Ben neden bitiyorum?" Yankı'yı gösterdim. "Onu da bitirsene, gücün bana mı yetiyor?"

"Her ne olduysa adamı sen zorlamışsındır," dedi Mutlu. "Buradan çıkarken hiç de normal bir ruh halinde değildi." O an zihnimde beni öpmesi, sonra kaldırıma yatırması ve hırlaması canlandığında karnımın içinde bir sıcaklık peyda oldu, Yankı'yla bakışınca yanaklarım kızardı ve hızlıca arkamı döndüm.

"Of Mutlu," dedim yürümeye başladığımda. "Rahat bırak bizi."

"Sizi mi?" Peşimden yürüdü ama bana yetişmesin diye adımlarımı daha fazla hızlandırdım, o da Yankı'ya yöneldi. "Siz mi?" diye sordu Yankı'ya. "Ne zamandan beri siz oldunuz?"

Onlardan adımlarca uzaklaşmıştım ama son duyduğum Yankı'nın, "Onu tekil mi düşünüyordun?" diye Mutlu'ya sorması oldu. "Eğer düşünüyorsan vazgeç, o artık tekil değil."

***

Bir gün sonra hepimiz tekrar İBAK'a gelmiştik. Gece eve döndüğümüzde ben Mutlu'dan kaçtığım için direkt Lâl'in odasına girmiş, kendimi yorganın altına saklamıştım. Mutlu ise kapıya korku filmlerinde olduğu gibi tıklamış, korkunç sesler çıkarmıştı. Onu kapının önünden uzaklaştıran yine Yankı olmuştu.

Demişti ki, onu rahat bırak, uykuya ihtiyacı vardır.

O an Mutlu'nun gazabından korkmam gerektiğini anlamıştım, bu aşamayı hiçbir zaman düşünmemiştim.

Lâl yanıma gelip benimle uyumamıştı, birkaç saat yatağın içinde onu beklemiştim ama uğramamıştı bile. Uyandığımda onu oturma odasındaki koltukta uyuyakalmış bir vaziyette bulmuştum, sesimi duyduğunda ise kalkıp yüzüme bakmadan odasına gitmiş ve orada uyumaya devam etmişti.

Bu beni rahatsız etmişti, onu odasından ettiğimi hatta rahatsızlık verdiğimi düşünmeye başlamıştım çünkü eskisinden daha öfkeli görünüyordu; daha kırık ve daha tepkili. Yankı'yla aramızda geçenleri anlamış olmalıydı ki sürekli kim olduğumu hatırlatmak istiyormuş gibi bakışlarını bana çeviriyordu.

İBAK'ta dururken zamanın yaklaşmasını bekliyorduk. Hepimiz hazırlanmıştık. Mutlu'nun üzerinde kareli bir gömlek vardı, altında keten bordo bir pantolon. Nefret ede ede giydiği pantolonun rengine bok rengi deyip durmuştu. Saçlarını arkadan sıkıca toplamıştı, kıvırcık saçlarının bazıları dağılmıştı, gözünde ise gözlük vardı.

"Şu tipime bak," diye söylenip duruyordu. "Pantolonunun kumaşı boktan yapılmış bir inek gibi görünüyorum."

Yanındaki Işık siyah, tatlı bir mini etek giymişti, üzerinde boğazlı kazağı vardı. Saçlarını sıkı atkuyruğu yapmıştı, elinde defterleri ve kalemleri vardı. Tam bir çalışkan öğrenci imajı çizmişti ama bakışları oldukça haylaz görünüyordu.

Bana bakıp göz kırptığında başparmağımı kaldırıp ona muhteşemsin hareketi yaptım.

Lâl ve Bartu aramızda en şık olanlardı. Bartu jilet gibi siyah bir takım elbise giymişti, takımın cebinden kırmızı mendili sarkıyordu. Saçlarını özenle taramıştı. Kol düğmelerini düzeltiyordu. Aksi iddia edilemez bir şekilde fazlasıyla yakışıklı görünüyordu ve bunu dile getirmekten bir an bile çekinmiyordu.

Lâl derin göğüs dekolteli, lacivert pullu, abartılı bir elbise giymişti. Bir sergiye değil de bir kokteyle gidiyormuş gibiydi. Işık bunları özellikle giydirmişti, zengin adamın yanındaki zengin eşi her zaman havalı görünmeliymiş, ona bunu söylemişti. Lâl ise nefret saçarak bu elbiseyi giymişti. Ayaklarında çok yüksek topuklu ayakkabıları vardı, incecik bacaklarını ortaya çıkarmıştı ve sıkı topuzuyla, yüzündeki makyajıyla o da nefes kesici görünüyordu.

O an ikisini izlerken, birbirlerine ne kadar yakıştıklarını kendime hatırlatmadan duramadım; karakter olarak birbirlerinden ne kadar farklılarsa da birbirlerini tamamlıyor gibi görünüyorlardı.

Bartu dönüp Lâl'e belki bininci kez baktı, sonra söylene söylene başını çevirdi. "Didem Didem Didem," dedi başını iki yana sallayarak. "Kocana düşmekten dizlerin parçalandı değil mi?" Gülümseyerek gömleğinin yakalarını düzeltti. "Düştün değil mi bana? Düştün düştün."

Lâl gözlerini devirdiğinde uzun zaman sonra ilk defa gülümsedi, sonra ellerini kaldırıp hırsla Bartu'ya bir şeyler söyledi. Bu söylediğinden sonra bütün Sokak Nöbetçileri gülmeye başladığında anlamaz gözlerle onlara baktım, Işık açıkladı.

Lâl diyor ki, "Bartu çok konuşma." Kahkaha attı. "Asıl sen bana düştün, değil mi? Düştün düştün..."

Güldüğümde bakışlarım yanımdaki Yankı'ya döndü.

Altında koyu renk kot pantolonu vardı, üzerinde ise boğazlı siyah kazağı. Saçlarını gelişigüzel taramıştı ama yine dağınık görünüyordu, bu hoşuma gitmişti. Onu incelediğimi fark ettiğinde bakışlarını bana çevirip ellerini cebine yerleştirdi. "Pelin," dedi gülümseyerek. "Neden bana öyle bakıyorsun?"

Bakışları üzerimdeki kıyafetlerde gezindi. Işık dize kadar olan dar bir siyah elbise giydirmişti. İnce ipleri vardı, arkasında da hafif bir yırtmacı. Çok yüksek olmayan siyah topuklu ayakkabılarım Yankı'ya biraz daha yaklaşmama neden olmuştu. Saçlarımı yarım toplamıştım, yüzümde ise hafif makyaj vardı.

Burnumu kırıştırıp, "Poyraz," dedim. "Üzgünüm abiciğim, dalmışım."

Bakışlarından tuhaf bir ifade geçti, sonra bunu aklından silmeye çalışıyormuş gibi başını iki yana salladı.

"Abiciğim mi?" Yankı'nın yüzündeki gülümseme silindi. "Şunu söyleme." Başını çevirdi. "Abi mi?" Yine bana baktı. "İğrenç."

Mutlu ileriden her hareketimizi incelerken, "Bundan sonra böyle," deyip kulağına yaklaştım. "Mutlu her hareketimizi inceliyor, mümkün olduğu kadar abi kardeş olmaya çalışmalıyız yoksa ondan kurtulamayız."

"Siz ne konuşuyorsunuz?" Mutlu diğer taraftan lafa atladı. "Komik bir şey varsa söyleyin de hep beraber gülelim."

Yankı Mutlu'ya cevap vermedi ve adımlarını İBAK'ın içindeki büyük dolaba yönlendirdi. Şu an içeride dört araba vardı ve Bartu bu çalma işini gitgide abartıyordu. "Planı anlatıyorum," dedi Yankı dolabı açarak. "Mutlu ve Işık, siz resmi kilitli yerden çıkarmakla görevlisiniz." Dolabın içinden bir çanta çıkardı. "Bartu, sen o odanın önündeki adamları halletmekle görevlisin." Çantanın fermuarını açtı ve silahları gördüm. "Lâl, sen kilit açıldıktan sonra resmi alıp direkt koşacaksın, arkana bile bakmayacaksın. Bartu seni kollayacak." Silahları ortaya çıkardı. "Helin, sen ve ben, o odadaki insanları resimden uzaklaştıracağız. Ayrıca olası bir durum için," deyip silahın birini bana uzattı. "Bunu kullanacağız."

"Silah mı?" Ona doğru hızlı adımlarla yürüdüm. "Resim sergisinde silah kullanacak kadar önemli bir şey olacağını düşünmüyorum."

Yankı alayla güldü. "Size bizimle beraber üç grubun daha o resmin peşinde olduğunu söylesem ne dersiniz?" Uzattığı silahı aldım; daha önce bana verdiği silahın aynısıydı. "Dün araştırdım, bu mesele o kadar da basit değilmiş." Kendisi de bir silah alıp beline sıkıştırdı ve kazağını üzerine kapattı. Ben de bana verdiği silahı kolumdaki siyah çantaya attığımda ağırlaşmıştı. "Her şeyi öğrendim: Kaç adam var, kaç kişiler, nerede duruyorlar…" Sonra birbirimizi duyabilmemiz için plastik cihazları çantadan çıkarıp hepimize uzattı. "Buradan haberleşeceğiz."

"Eee," dedi Bartu kaşlarını çatarak. Hepsi cihazları kulaklarına yerleştirirken en sona ben kaldım. "Bize silah yok mu?"

"Kafayı yemiş şekilde silahlarla etrafı taramayacağımız için sana silah yok," dedi Yankı Bartu'ya. "Bu da sadece bir tedbir zaten."

Bartu bu söylenilenlerden hoşlanmasa da hiçbir şey demeden başını çevirdi ve Lâl'e bin birinci kez baktı. Lâl ellerini kaldırıp Yankı'ya bir şey söylediğinde Yankı kaşlarını kaldırdı, sonra gözleri bana döndü. "Helin mi?" diye sordu, her ne söylediyse bu onu şaşırtmıştı. "Neden sordun?" Lâl başka şeyler daha söylediğinde Yankı duruşunu dikleştirdi. "Aramızda benden sonra en iyi silah kullanan kişi Helin," dedi düz bir sesle. "Neden sordun?"

Benim hakkımda ne sormuş olabileceğini deli gibi merak etsem de bunu sesli dile getirmedim. Lâl yanıt vermedi ve Yankı'nın üzerinden bakışlarını ayırıp bana dönmüş olan Bartu’ya baktı. "Silahlar konusunda iyi," dedi alayla. "Ama dövüş konusunda pek de iyi olduğunu düşünmüyorum."

Tek kaşımı havaya kaldırarak, "Bu da nereden çıktı?" diye sordum.

"Havuç tarlası ya da onun gibiler seni dövebiliyorlar," deyip bana doğru birkaç adım attı. "Ve sen kendini koruyamıyorsun. Dövüşmeyi mi bilmiyorsun yoksa yenilmekten mi korkuyorsun?"

"Sadece karşılık vermedim," deyip parmaklarımı çıtlattım. "Ve senin gibi, insanları kum torbası olarak görmüyorum Bartu ama dövüşmek konusunda çok iyiyimdir."

Bartu alayla başını salladı ve ellerini ceplerine yerleştirdi. "Attığın yumruk insanı sarsmaz bile." Canı sıkılmıştı ve benimle uğraşıyordu, aklı sıra zaman öldürmeye çalışıyordu.

"Öyle mi?" deyip ben de ona doğru bir adım attım. "Sana bir kez yumruk attım, hem yüzünde iz bıraktım hem de sarsılmana neden oldum. Yanlış mı hatırlıyorum?"

"Ooo." Mutlu keyifle ikimizin ortasına geçti. "Çok pis koydu, yumruk atsa daha az koyardı!"

Bartu öfkelenmedi, eskiden olsa bana öfkelenirdi ama bu sefer öfkelenmedi. Gülerek, "O zaman ben buna izin vermiştim," dedi ve ellerini cebinden çıkardı. "İzin vermemiş halimle baş edemezsin küçük kardeş Pelin."

"Öyle mi?" dedikten sonra öne eğildim ve ellerimi yumruk yapıp bir dövüşçü gibi durdum. "Deneyelim mi?"

"Hey!" Işık gülmeye başladı. "Siz ne yapıyorsunuz?"

Yankı diğer taraftan Işık'ı durdurdu. "Karışma," dediğinde sesi keyifli geliyordu. "Bakalım hangisi gerçekten haklı?"

"Çok heyecanlı, tuvaletim geldi," diyen Mutlu geriye bir adım attı. "Hakem benim. Üçüncü hamleyi yapan kazanır!" Ben ellerimi yumruk yapmış dururken Bartu öylece durmaya devam etti. "Üç!" dedi Mutlu elini kaldırıp. "İki!" Sonra ellerini birbirine vurdu. "Bir! Başla!"

"Gel bakalım üzerime Helin," dedi Bartu ve öyle durmaya devam etti.

Üzerimdeki elbiseyi hafifçe yukarıya çektiğimde, "Ama senin karakterinde birinin üzerine gelmesini beklemek yok," dedim Bartu'ya. "Direkt dalıyorsun. Şimdi de onu yapsana."

Bartu güldü, sonra başını sallayıp bana doğru birkaç adım attı ve ben de onunla beraber geriye gittim. Mutlu telefonundan Pembe Panter'in şarkısını açtığında ıslığıyla da eşlik ediyordu, Işık bizi videoya çekiyordu.

Bartu yavaşça öne elini salladığında çevik bir hareketle başımı geriye çektim, sonra onun arkasına geçip sırtına vurmak istedim fakat o da eğildi ve canımı yakmayacak şekilde bacağıma hafif bir tekme vurdu. "Bir-sıfır," dedi Bartu alayla. "Canın yandı mı?"

Hiç beklemediği anda karnına ondan daha sert bir yumruk atmak istediğimde o yumruğu tuttu ve diğer elimi havaya kaldırdığımda onu da kavradı, ardından beni itekleyerek koluma yumruğunu geçirdi. "İki-sıfır." Nefesini verdi. "Yankı," dedi Bartu. "Gerçekten bu kıza bir şeyleri bizim öğretmemiz lazım." Gülümsedi. "Derslere ne zaman başlıyoruz?"

Yankı başını aşağı yukarı salladı ve göz göze geldiğimizde çenesini havaya kaldırdı. "Ona her şeyi tekrar öğreteceğiz zaten," diye mırıldandı. "O zaman çok daha iyi olacak."

"Çok erken konuşuyorsunuz," dediğimde Bartu'nun dengesini dağıtmak için sağa yürüdüm ve o da sola ilerledi. Beni incelerken yalandan sol elimi ona yumruk atmak için kaldırıyormuş gibi davrandım, sonra o elimi tutacağı sırada eğilip bacağına ondan daha sert bir tekme geçirdim. Bu tekmeden sonra Bartu nefesini verdiğinde havadaki yumruğumu tuttu ama ben diğer elimle karnına vurup arkasına geçtim. "İki-iki," diye fısıldadım. "Ne diyorduk?"

"Vay," dedi Bartu ve eliyle karnını sıvazlayıp yüzünü buruşturdu. "İşte bunu beklemiyordum."

Bunu, o an uzaktan izleyen Yankı'yla da yapmayı istedim ve başımı çevirip elimle onu çağırdım. "Her zaman tek bir kişiyle dövüşemem, değil mi?" diye sordum. "Bazen iki kişi olurlar."

"Gözlerimin önünde birbirleriyle seks dövüşü yapacaklar," dedi Mutlu. "Gözlerim bunları görecek. Gün bugündür dostlar..."

Bartu geriye çekildiğinde Yankı kaşlarını kaldırıp bana baktı. "Bunu," dedi kelimenin üzerine basarak. "Şu an mı yapmak istiyorsun?" Bana doğru yürümeye başladığında tüm gözler ikimizin üzerindeydi ve onun cümleleri beni isabet alırken yanaklarımın böyle bir durumda kızarması hiç normal değildi.

"Sadece," dediğimde tam karşıma geçmişti. "Zaman öldürmek. Öyle değil mi Bartu?" Baktığımda Bartu yanımdan uzaklaşmış, diğer tarafa gitmişti.

Gözleri etrafa kaydı, bize en yakın duran kişi Mutlu'ydu ve ne söylesek duyacakmış gibi dikkatlice bizi inceliyordu. Yankı bunu fark etti, bana biraz daha yaklaştı, sonra kısık bir sesle, "Bu dövüşü," dedi gülümseyerek. "Başka yerde, başka zaman, baş başa mı yapsak?" Turkuaz gözleri gözlerimde gezindiğinde derin bir nefes verdi. "Emin ol o an tek bir kişi kadar da güçlü olmam. Üç Yankı Sarca, hatırladın mı? O kadar güçlü olurum."

Yumruklarım havada ona öylece bakakaldığımda dengem tamamen şaşmıştı ve afallamıştım. Bir anda Yankı belindeki silahı çıkardı, beni ters çevirerek sırtımı kendine yasladı, silahın soğuk namlusunu şakağıma dayadı. Dehşetle nefesimi verdiğimde elim çantama bile gitmeden öylece havada asılı kalmıştı.

"Üç-iki." Gururlu sesi baskındı. "Bazen," dedi Yankı kulağıma doğru. "Düşman senin dikkatini dağıtır ve elinde bir silah olur. O zaman ne yapacaksın?" Dört kardeşinin de gözleri üzerimizde gezinirken Mutlu'nun dudakları aralanmıştı. Rahatsızlıkla kıpırdandığımda omuzlarımdan sıkıca tutan kolları beni kendisine kilitlemişti. "Ben söyleyeyim. Yanında her zaman bir bıçak daha taşıyacaksın, eğer düşman direkt seni vurmazsa o bıçakla onu etkisiz hale getireceksin." Aşağıda duran bileğimi tuttu, sonra elimi bacağına götürdü, kasığının altına bastırdı fakat o kısım vücudunda daha sıcaktı. "Tam bu noktadan bıçaklarsan adamın ayakta durmasını sağlayan sinirini parçalarsın. Dengesini kaybeder ve o silahı elinden alırsın."

Şakağımdaki soğuk namlu beni korkutmuyordu çünkü silahı elinde tutan kişiye fazlasıyla güveniyordum fakat bulunduğumuz durum, kendimi rahatsız hissetmeme, yanaklarımın daha fazla kızarmasına neden olmuştu.

Birkaç saniye geçti, gözler bizi izlerken bana bir şey öğretiyormuş gibi görünen Yankı'ya bakıyorlar, sonra kıpkırmızı yüzüme şahit oluyorlardı.

En sonunda Mutlu dayanamayıp, “Lan,” diye lafa atladı. “Eğitim ayağına kıza dayıyorsun şu anda lider bozuntusu.”

Yankı alayla güldü, şakağımdaki silahı uzaklaştırdı, sonra namluyu Mutlu'ya çevirdi ve bir elimi yakalayıp silahı tutmamı sağladı. "Bir diğer düşman da bu," dedi Yankı gülerek. "Çok konuşur, çok soru sorar. Çantanın içinden bir bıçak ver Helin’e. Sadece silahla durmasını istemiyorum."

Mutlu kendisine doğrultulan silaha bakarken, "Siz gerçekten bizden ayrıldığınız o birkaç saatte ne haltlar yediyseniz bambaşka insanlara dönüşmüşsünüz," dedi. "Her an birbirinizi yatağa atacakmış gibi davranıyorsunuz. Yankıtu sen değil miydin bu kızı görmezlikten gelen?" Burnunu kırıştırdı. "Bakın size sonsuz güveniyorum, benim izlemediğim noktalarda yakınlaşmadığınızı umuyorum."

Yine Yankı'nın dudaklarını dudaklarımda hissettim ve sırtımı ona daha fazla yapıştırdım, bununla birlikte kalçam hareket ettiğinde silahı tutan Yankı’nın parmakları benim elimin üzerine baskı yaptı.

“Size diyorum lan,” dedi Mutlu, sonra saçlarını karıştırıp kardeşlerine baktı ama onlar bizi görmezlikten gelmeye çalışıyorlardı. "Burada aranızdakini gören tek kişi ben miyim?"

"Aramızda ne var ki?" diye sorduğumda gülümsemeye çalıştım. "Bana bir şeyler öğretiyor."

"Evet. Lideri olarak," dedi Yankı ve kaşlarını kaldırdı, ardından benden uzaklaştı. "Poyraz abisi olarak."

Mutlu benden gözlerini ayırdı, Yankı'nın gözlerinin içine bakarak birkaç saniye öylece bekledi, sonra öfkeyle nefesini verip, "Yankıtu," dedi. "Sana tek bir şey soracağım, tek bir cevap istiyorum." Parmağıyla beni işaret etti. "Helinski seni zorla öptü mü? Eğer öyleyse ve zor durumdaysan göz kırp."

"Ne?" dediğimde kaşlarım çatıldı, sesim yükselmişti. Yankı beni susturmak için kolunu daha sıkı sarsa da susmadım, kendimi tutamayıp, "Hiçbir şeyi zorla yapmadım ben," diye inledim. "Hiçbir şey zorla olmadı."

Tam bir dakika geçti. Bir dakika boyunca Mutlu bize donmuş bir ifadeyle baktı. Tek bir parçası bile hareket etmedi ama gözleri gitgide büyüdü. Dudakları aralandığında burun delikleri açıldı, sonra çığlık atıp, "Siz öpüştünüz!" diye bağırdı ve dizlerinin üzerine çöktü. "Siz birbirinizi öptünüz, hem de ben yokken, ben izlemezken bunu yaptınız! Dondurma gibi birbirinizi yaladınız ve ben bunların hiçbirini görmedim!" Ellerini dizlerine vurmaya başladı. "Komşular! Halkım! Yetişin! İçim yanıyor!"

Silah havada öylece donakaldığımızda Bartu ve Işık şaşkınlıkla bizi izlemeye başladılar, Lâl ise arabalara doğru yürüdü. Bu ana şahit olmak istemediği için aralarından en lüks olan arabaya bindi ve kapıyı örttü. Bartu ise birkaç saniye sonra onun peşinden gitti.

Ağıt yakmaya başladığında, "Mutlu," dedim elimle ağzımı kapatıp. "Öyle bir şey olmadı, bak," yalan söylemek de istemediğim için kekeledim. "Yani dondurma yalamak değildi. Mutlu..."

"Yankıtu'yu öptün!" diye bağırdı. "Dondurma değil, beyin yalamak gibidir zaten bu!"

Yankı güldüğünde benim aksime o bu durumdan keyif alıyor gibiydi. "Yankı," dedim sessizce. "Bir şeyler yap."

"Sen kaşındın," deyip aynı şekilde durmaya devam etti.

Işık arkadan geldi, Mutlu'nun kollarından tutup kaldırmaya çalıştı ve bize bakarak, "Gerçekten bunu pat diye söylediniz mi?" diye sordu. "Mutlu bunun etkisinden günlerce çıkamaz şimdi."

"Biz bir şey söylemedik," diye kendi kendime mırıldandım. "Mutlu..."

Ağlıyormuş gibi davranırken Işık onu ayağa kaldırdı. Mutlu olmayan gözyaşlarını elinin tersiyle sildi, sonra dudaklarını büküp bize baktı. Çocuk gibi, "Sizinle konuşmuyorum," dedi ve işaret parmağını salladı. "Ellerimde büyüdünüz ama arkamdan iş çevirdiniz, öyle mi? Sizi sildim," telefonunu çıkarıp birkaç tuşa bastı. "Telefon rehberinden de sildim. Bittiniz benim için."

Yankı gülmeye devam ederken ben şaşkınlıkla, "Mutlu..." dedim. "Lütfen böyle yapma, teklif ettiğimi ilk sana söylemiştim, hatırlasana..."

Mutlu Işık'ın iteklemesiyle arabalara yürürken silaha baktı. "Yankıtu," dedi ona doğru. "Sırtımı dönüyorum, yüzüm sana ağır gelmesin. Sen beni sırtımdan vurmayı seversin."

"Mutlu," dedi Yankı gülerek. "Kardeşim..."

"Sus, bana kardeşim deme," dediğinde sesi İBAK'ın içinde inledi. "Yemedim birbirinizi yemenizi istedim, içmedim birbirinizi içmenizi istedim. Bu bana yapılır mı? Vicdansızlar!"

Işık onu daha orta segment bir arabaya zorlukla bindirip kapıyı kapattı ve sürücü koltuğuna ilerledi. Ama Mutlu pencereyi indirip başını kaldırdı ve bize art arda orta parmağını gösterdi.

Işık arabayı çalıştırdı ve eliyle Bartu'ya işaret verdi; Bartu diğer taraftan, "Bizi takip edin," diye bağırdığında garajdan ilk çıkan Bartu ve Lâl'in arabası oldu. Tam çıkarken Bartu pencereden kafasını çıkardı. “İki ikide kaldık Helin! Bunu unutmam! Devam edeceğiz sonra!” Işık da geri geri giderek arabayı çıkarmaya başladığında şaşkınlıkla onları izliyordum.

Mutlu orta parmağını göstermeyi bırakıp bize doğru tükürmeye başladığında, "Bittiniz benim için!" diye bağırdı ve araba diğer tarafa döndü. "Bunu bana unutturamayacaksınız!"

"Unutturacağım," dedi Yankı da yüksek sesle ama araba gözden kaybolduğunda biz öylece durmaya devam ettik.

"Unutturacak mısın?" diye sorarken yutkundum. "Nasıl yani?"

Yankı biz kez daha arkamdan sarıldığında başımı çevirip ona baktım, sakalları çıplak omzuma sürtünüyordu. Bana kendini biraz daha yasladığında nefesi yüzüme çarparak, "Sana söylemiştim," dedi ve ekledi. "Son değildi ve son olmayacak."

"Sanırım," dediğimde silahı tutan elim terlemeye başlamıştı. "Artık gitmemiz gerekiyor."

"Evet," dedi ama duruşunu bozmadı. "Gitmemiz gerekiyor." Hareket etmedi, derin bir nefes aldı, sonra burnunu hafifçe yanağıma sürterek aşağıya indirdi. Verdiği nefes tenime çarptığında kalbim yine hızlı atmaya başlamıştı ve sıcaklık bedenimi sarmıştı.

Sakalları omzuma daha fazla sürtündü, yüzü boynuma yaklaştı. "Yankı," dediğimde titremeye başlamıştım. "Gitmemiz gerekiyor." Nefesimi verdim. "İş. Çalışma. Resim."

"Evet," dedi ama yanıtı bana değilmiş gibiydi. Boynumdan kokumu içine çektiğinde silahı tutan eli elime dokundu, sonra parmakları kolumda gezindi. Silah sadece benim elimde öylece havada kaldı. Bir kolu bana dolanmışken, diğer parmakları kolumu okşuyordu. "Biliyor musun," dediğinde dudakları boynumda hareket etti. "Kokun bir insana gerçekten yaşadığını hissettirir." Nemli dudakları boynuma dokundu, bir süre öyle kaldı, öptü, sonra geri çektiğinde omzuma ilerledi. "Kokun sadece bana yaşadığımı hissettirsin."

Omzuma dudaklarını bastırdığında nefesini daha sert verdi. Elimdeki silah ben farkında olmadan yere düştüğünde bunu bile çıkan sesten anladım, elimin boşluğunu hissedemedim. Başım yavaşça yere döndü, silaha bakarken elim de aşağıya indi.

Yankı dudaklarını omzumdan çekti, sonra arkamdan ayrılırken kolları beni serbest bıraktı. Önüme geçip silahı yerden aldığında ve yine pantolonunun kemerine sıkıştırdığında etkileyici bir ifadeyle gülümsedi. "İş," dedi tek kaşını kaldırarak. "Çalışma. Resim." Orta segment başka bir arabayı gösterdi. "Gidelim."

Yürümeye başladığında birkaç saniye öylece kaldım, sonra kaşlarımı çatarak, "Bunu neden yaptın?" diye sordum. "Liderim olarak mı?"

Arabanın yolcu kapısını açıp sürücü koltuğuna ilerledi. Ben yolcu koltuğuna oturduğumda o da sürücü koltuğuna yerleşerek arabayı çalıştırdı. Geri geri gidip garajdan çıktığında arabanın içindeki bir kumandayla da garajın kapısını kapattı. Ona bakmaya devam ederken, onun yüzünde hâlâ gülümsemesi duruyordu.

Sokağı döndüğünde cevap vermeyeceğini düşünüyordum ama o radyoyu çalıştırmadan önce, "Emin ol," diye mırıldandı. "Bunların hepsini liderin olarak yapıyorum."

"Lider olarak bunu herkese yapıyor musun peki?" Boynumda hâlâ dudaklarının hissi ve nefesi vardı. Öylesine tuhaf bir histi ki asla geçmeyecekmiş gibiydi. O bana yaklaştığı her an, ben kendimi sürekli böyle mi hissedecektim?

"Lider olarak bunu sadece sana yapıyorum," derken gülümsedi. "Ve sadece sana yaparım." Omzunu indirip kaldırdı, arabanın hızını artırdı.

"Liderim olarak her şeyi yapıyorsun," dediğimde başımı pencereye çevirdim. "Canının istediği her şeyi hem de."

"Evet," dediğinde sesi kısıktı, camdaki yansımadan yüzünü görebiliyordum. Gülümsüyordu ama gülümseyişi alaylı değildi. "Belki de," dedi mırıldanarak. "Liderin senin her şeyindir." Çenemi tutup yüzümü yüzüne çevirdi. "Ve benden başka hiçbir lider de senin her şeyin olamaz. Bunu unutma." Ekip’e gönderme yaptı bu kez de.

Söylemek istediklerinde derinlik vardı, her derin cümlenin sonunda farklı anlamlar çıkıyordu ama ben başımı sallamaktan başka hiçbir şey yapamadım. Yankı ise gözleriyle emniyet kemerini gösterdi. "Kemerini tak," deyip başını yola çevirdi. "Arabayı hızlı kullanacağım, liderin ölmeni istemez."

O kemerini takmamıştı fakat bunu dile getirmedim, emniyet kemerini kilide taktım ve gözlerim onun üzerinden caddedeki sokak lambalarına kaydı.

Her sokak lambası, bana sadece Yankı'yı ve dün akşamı hatırlatacaktı.

***

Resim sergisinin olduğu yere geldiğimizde Sokak Nöbetçileri'ne yetişebilmiştik. İçeriye birbirini tanımayan üç farklı grup olarak girecektik. Benim ve Yankı'nın silahı olduğu için biz arka kapıya yönelmiştik. "Buradan giren insanların hepsinde silah var," dedi Yankı önümüzdeki birkaç kişiyi göstererek. "Yani pek iyi insanlar değiller ve her şey olabilir. Hazır mısın?"

"Hazırım," deyip omuzlarımı dikleştirdim. "Yani sanırım hazırım." Takım elbiseli adamlar, elit kadınlar... Önümüzde duruyorlardı.

Yankı gözlerini bana çevirdikten sonra başını sallayıp sol elimi tuttu. Bu hareketiyle beraber gözlerini tekrar kapıya çevirdiğinde başını yana eğdi. "Artık hazırsın. Ben elini tutarken seni ne korkutabilir ki?"

Cümlesi bana hapishaneyi ve Koza'yı hatırlatmıştı ama bu düşünceleri hızlıca zihnimden kovup ben de kalabalığa baktım. Kulağımızdaki cihazlardan Bartu içeriye girdiğini söyledi, ardından Işık da öyle ama Mutlu çıt çıkarmıyordu. En sonunda "Bartu," dedi Mutlu öfkeyle. "Ben içeriye girdim, sapık Yankıtu'ya ve satıcı Helinski'ye iletirsin."

Birbirimize bakarak gülüp başımızı iki yana salladık.

Beş dakika sonra kapıya geldiğimizde adamlar bizi inceleyip isimlerimizi sordu. "Poyraz Kale, Pelin Kale," dedi Yankı ciddi bir sesle. Ve bunu söylediği an tuttuğu elimi bıraktı; kardeş olduğumuzu unutacak kadar dikkati dağılmıştı...

Adam elindeki listeden isimlere baktıktan sonra başını sallayıp üzerimizi aramadan arka kapıyı gösterdi. "Girince sola dönün Poyraz Bey," dedi ciddiyetle. "Sergiye ulaşacaksınız."

Yankı hiçbir şey söylemeden yürümeye başladığında ben de onu takip ettim. "Kafamı bulandırıyorsun," dedi Yankı kaşlarını çatarak. "Kardeşim..."

"Pardon," deyip hemen yanına geçtim. "Abiciğim..."

"Bartukıç!" Mutlu'nun sesi hırıltılı geldi. "Sapık adama ve yanındaki dondurma yalayıcısına de ki, onların fantezilerini dinlemek zorunda değiliz."

Bartu, "Mutlu, sus," dediğinde alana girmiştik. Arka tarafta montların bırakıldığı yer vardı ve karanlığa bakıyordu. Hızlıca orayı geçtikten sonra kapıdaki adamın dediği gibi sola dönünce ışıkları gördük. "Siz neredesiniz?" diye sordu Yankı etrafı incelerken.

"Ben rengârenk, saçma sapan bir tablonun önündeyim, karım da ellerimi tutuyor." Nefesini verdikten sonra başka sesler geldi. "Pardon, karım şu anda beni dövüyor da..."

"Ben resimleri çizen adamı arıyorum, ikinci odadayım," diyen Işık güldü. "Burada çok yakışıklı beyefendiler var."

"Işık! Seni mahvederim!" Mutlu durunca hırıltılar geldi. "Bonjour madame." Büyük ihtimalle biriyle karşılaştı. "Ben Fransız olmak, resimler çok bokaciks."

"Tamam, her şey yolunda," dedi Yankı. "Biz de yarım dakikaya oradayız."

Yankı'nın da söylediği gibi yarım dakika sonra resimlerin olduğu alana çıktığımızda ilk gördüğüm Bartu ve Lâl olmuştu. Bir tablonun önünde duruyorlardı, Bartu sıkıca Lâl'in elini tutmuştu ama Lâl, onu kimsenin fark edemeyeceği şekilde itekleyip duruyordu. Mutlu önündeki kısa boylu bir kadınla konuşuyordu, sesi kulaklarımıza ulaşsa da saçmaladığı için önemsemiyordum. Işık ise ellerinde sıkı sıkı tuttuğu kitaplarla insanları inceliyordu.

"Herkes iyi görünüyor," deyip Yankı'ya baktığımda gözlerini tek bir noktaya odaklandığına ve bir an bile kırpmadığına şahit oldum. Baktığı yöne döndüm ama tanıdık kimseyle karşılaşmayınca kaşlarım çatıldı. Tam o esnada bir adam da Yankı'yla göz göze geldiğinde ikisinin bakışları birbirlerinde takılı kaldı.

"Yankı," dedim ona dönüp. "Neler oluyor?"

Gözünü kırpmadı, hareket etmedi ve sessizce sadece benim duyabileceğim bir şekilde dudaklarını oynatarak, "Babam," dedi. "Burada ve kendisi de büyük ihtimalle Hayalet Gözler resminin peşinde."