logo

49. KIYAMET ÖNCESİ

Views 170 Comments 0

Nadir'in güncesinden...

01.01.2021

Yeni yıl. Yeni umutlar ve günlüğümün ilk satırı.

Okuma yazmam olmadığı için bu günlüğü Ferda'ya yazdırıyorum.

“Sokak Nöbetçileri, masal karakterleri,” demişti Mutlu abim. Biz günlüklerimize masallarımızı yazarız.

Bu da benim masalımın ilk cümleleri. Belki de ömrüm masalımı devam ettirmeye yetmeyecek ama benim de kendime ait bir masal kitabım olsun istedim.

Uzun zamandır acı çekmiyorum, kimse beni istemediğim hiçbir şeye sürüklemiyor.

Ferda gülümsüyor.

O çok güzel gülümsüyor.

Ve ben yaşamak istiyorum.

Masallarda kimse ölmez, değil mi?

Değil mi Ferda?

"Nadir"

Her anının kendine has bir kokusu vardı, her anının kendine has bir sesi, her anının kendine has acısı ve kendine has şefkati.

Bu cümleyi kurduğum anda birçok insanın aklında yüzlerce hatta binlerce anı dönebilirdi ama benim Sokak Nöbetçileri öncesine dayanan iyi anılarım o kadar azdı ki.

Altı yaşındaydım, Harun Aktan'ın küçük balkonundan ellerimi demirlere yaslamış, aşağıda oyun oynayan çocukları izliyordum ve çok açtım. Bazen bana yemek vermeyi unuttuğu ve yanına gidip istemeye korktuğum için aç uyuduğum çok gün olurdu, o gün de bu günlerden biriydi.

Balkon demirinden aşağıya bakarken, kaldırıma oturmuş yalnız bir çocuk görmüştüm. Dirseklerini dizlerine yaslamış, elindeki ekmeği ısırırken top oynayan çocuklara bakıyordu. Benim gibi dışlanmıyordu, yorulmuştu ama benim gibi yalnız olan bir çocuğu görmek iyi hissettirmişti.

Dışarıya çıkmam yasaktı, Harun Aktan'ın vücudumda bıraktığı morluklar yeni yeni geçmeye başlamıştı ama altı yaşında bir çocuk olarak korktuğum şiddet değil, çok daha kötüsüydü.

Kaldırımda oturup arkadaşlarını izleyen o erkek çocuğu, karnını doyurduğunda yarım bıraktığı ekmeği kaldırıma koymuş ve koşarak arkadaşlarının yanına gitmişti. Öylece yarım bir ekmek.

Çok açtım.

Balkondan geriye bakmıştım, Harun Aktan evdeydi ama içeride kalabalık arkadaş grubuyla olduğu için benim yanıma uğramayacaktı, büyük ihtimalle yine kumar oynuyorlardı. Bunun bilincinde olarak düşünmeden balkondan kendimi sarkıttım ve demirlere tutunarak aşağıya inmeye başladım. Mevsim yazdı, çıplak ayaklarım sıcak demirlere dokunduğunda yanıyordu ama aldırış etmedim. İlk önce balkon demirleri, sonra zemin kattaki pencerenin demirleri ve sonunda yerdeydim. Sonrasında apartmanın duvarlarını aşıp kaldırıma ilerlemiştim.

Çocuklar top oynamaya devam ediyordu, beni görürler mi diye korkmamıştım bile çünkü beni görmeleri umurumda değildi. Aslında o an hiçbir şey umurumda değildi. Koşar adımlarla yere bırakılan ekmeği alıp çocuklar görmeden geri duvarı tırmandım.

Ben yemeseydim bir sokak hayvanı yiyecekti, o sokak hayvanları kadar değerim olsun istemiştim.

Ekmek parçasını dişlerimin arasına sıkıştırdım, peynir tadı ağzıma geldi. Yüzümdeki tebessümle demirlere tırmandım, ilk başta pencerenin demirleri, sonra balkonun demirleri. Çıplak ayaklarım balkonun zeminiyle buluştuğunda dişlerimin arasından ekmeği elime alıp gülümseyerek ona baktım.

Açtım, çok açtım ve kendi karnımı doyuracaktım.

Ta ki o alkış sesine kadar. Ve şimdi fark ediyordum, Harun Aktan'ın da Koza gibi alkışları vardı. Onunki gibi ritmi ya da anlamı olan değil ama geldiğini belli eden alkışları. Beni takdir eden alkışlar, beni aşağılayan alkışlar. O an elimde ekmekle onun alkış seslerini duymuştum, gözlerimi yavaşça kaldırdığımda ise karşımdaydı.

Açtım, öyle açtım ki bu an, güzel bir an olabilirdi ve ekmek kokabilirdi ama Harun Aktan, hiç düşünmeden ekmeği elimden aldığı gibi balkondan aşağıya attı ve beni kolumdan tuttuğu gibi yere fırlattı. Çarpmayla alnımı duvarın kirişine çarptım ve birkaç saniye sonra alnımdaki ıslaklığı hissettim. Kanıyordu.

Artık bu geçmişteki an, ekmek değil, kan kokuyordu. Artık bu an çocuk seslerini değil, Harun Aktan'ın küfürlerini içeriyordu.

Beni yeniden kolumdan kaldırdı; canımın acımasını, ağlamamı bile umursamadan yüzüme sert bir tokat indirdi. Altı yaşındaydım, sütdişlerim yeni dökülecekti fakat onun tokadıyla bir dişim kırıldı. Artık ona yalvarmamın bir şey ifade etmediğini bildiğim için hıçkıra hıçkıra ağladım ve gelecek olan diğer darbeleri bekledim. Duraksamadı, darbeleri indirmeye devam etti. Bir kez daha yüzüme vurdu, ardından saçlarımdan çektiği gibi yeniden yere yapıştırdı.

Bu anının acısı, altı yaşındaki çocuğun darbelerle dökülen dişlerinde saklıydı.

Ağzımın içi kanla dolduğunda ve yerde tükürdüğümde vücudum tir tir titriyordu, ellerimle dengede durmakta bile zorlanıyordum. Ayağıyla omzumdan itekledi ve sırtımın zeminle buluşmasına neden oldu, onu bulanık görüyordum. Yüzümdeki kanın ıslaklığı ve kokusu midemi bulandırıyordu bu yüzden Harun Aktan da bana hep kan kokuyormuş gibi geliyordu, benim için o kendi kanımdan ibaretti.

Eğilip dizlerinin üzerine çöktü ve parmakları önümdeki kana bulanmış saçlarıma uzandı. Yavaşça geriye çekip okşamaya başladığında kusmaya başladım. Kan kustum, kandan başka kusacak hiçbir şey yoktu ve neredeyse kendi kanımda boğulacaktım.

O saçlarımı okşamaya devam etti.

"Güzel kızım benim," dedi. "Aç mısın?"

Cevap vermezsem daha çok döverdi, daha çok saçlarımı okşardı ya da daha kötüsünü yapardı. Bu yüzden başımı aşağı yukarı salladığımda saçlarımı okşamaya devam etti ve ağzını saçlarımın tepesine yerleştirip öptü. Saç köklerimde hâlâ çektiğinin acısı vardı ama o okşadığı saçlarımı öptü. Midem daha fazla bulanmaya başladı.

Bu anının şefkati, kan kusarken saçlarımı okşayan Harun Aktan'a aitti.

Bunun adını o yaşımda şefkat koyamazdım, nefret koyardım ama büyüdüğümde şefkatin ne olduğunu, sevdiğim kişinin saçlarımı zorlamadan okşadığında anlamıştım. Benim ellerimden aldığı en büyük duygu buydu; küçücük bir çocuktum, şefkati hissetmeden büyümüştüm.

“Bir çocuk şefkatsiz büyürse merhameti de bilmez,” demişti yetimhane müdürü. “Belli ki sen şefkatsiz büyümüşsün,” diye de devam etmişti. Şefkatsiz büyümüştüm, belki de merhametim ölüydü ama hâlâ kimse çocuk olmama rağmen şefkatin doğrusunu da bana öğretmemişti. Ben yirmi iki yaşımda kendim öğrenmiştim.

Bundan olması gerekiyordu ki Yankı'nın parmakları saçlarımı her okşadığında ya da gözleri merhametle baktığında o şefkat küçücük bir çocuk gibi mutlu ediyordu.

Ve karşımda gördüğüm yüz, benim çocukluğumun mezarını kazan o adama aitti; o merhametimi yok eden kişiydi.

Elimin tersiyle pastayı iteklediğimde yere düşüp etrafa dağıldı, ardından Harun Aktan'ı sertçe duvara yaslayıp, Koza'ya ait olan neşteri boynuna dayadım. Eskiden ona aşağıdan bakardım, eskiden önünde dizlerinin üzerine çöktürürdü ama şimdi hemen hemen aynı boydaydık. Direkt gözlerinin içine baktım; o nefret ettiğim koyu renkli gözler, bazen bir mezarın içindeymişim gibi hissettiren o gözler.

Korkmadı, irkilmedi ya da kaçmaya çalışmadı ama şaşırdı, fark ettim. Yüzümün her zerresini incelerken, bana bakmasına bile tahammül edemiyordum.

O ölsün istiyordum; hayır, yaşasın ve bir dilim ekmeğe muhtaç olsun istiyordum. O ölsün istiyordum; hayır, kan kussun istiyordum. O ölsün istiyordum; hayır, dişlerini dökmek istiyordum. Bana çektirdiği bütün acıları tatsın, hissettirdiği bütün duyguları yaşasın istiyordum. Ölmek için bana yalvarmasını istiyordum.

Bunun adı nefret miydi? Bunu adı öfke miydi? Bunun adı bana kalırsa, bir çocuğun mahvolan hayatı için almak istediği intikamıydı.

Tenim onun tenine değdiği an bile midem bulanmıştı ama ona bunu yansıtmadan kolumu boynuna daha fazla yasladım, çenesini daha yukarı kaldırmasına neden oldum. Nabzı atıyordu. Pıt, pıt, pıt. Tam o noktaya neşterin ucunu ufacık dokundursam şahdamarı kopacaktı. Ölecekti, hemen dibimdeydi, bütün çocukluğum karşımdaydı ve bununla tekrar yüzleştim.

Harun Aktan karşımdaydı; en son yedi yaşında gördüğüm, sonrasında karşıma çıkmadığı halde mektuplarını gönderen, cümleleriyle bana o korkuyu veren Harun Aktan tam karşımdaydı. En büyük hataları onun yüzünden yapmıştım, her şeyin ama her şeyin suçlusu oydu.

Peki ya neden öldürmüyordum? Ellerim titremiyordu, dizlerim titremiyordu, gücümü içimde hissediyordum ama onu neden öldüremiyordum? Bunu o da fark etmiş olacak ki dudaklarına bir tebessüm kondurdu, kırmızı ışıkların altında onun gülümsemesini gördüğümde çok küçüktüm, gülümsemesi hâlâ aynıydı.

Neden öldürmediğimi o an anladım; bu intikam sadece benim intikamım değildi, Koza'nın da intikamıydı. Bu intikam ölen annemin de intikamıydı hatta annemin âşık olduğu o adam, Sadık Orhan doğru söylüyorsa, bu onun da intikamıydı. Bu hepimizin intikamıydı.

"Benden korkmadığını görüyorum," dedi; iğrenç nefesi yüzüme çarptığında kolumu boynuna daha fazla yasladım, bu kez nefes almakta zorlandı. Hırıltılı bir sesle devam etti. "Ama benden korkman gerektiğinin farkında değilsin."

Dişlerimi sıktım. "Karşında hâlâ o küçük kızı mı görüyorsun?" diye sordum tek nefeste. Neşterin ucunu dokundur, kaydır ve patlasın damarı, kopsun o hayat bağı. Hayır, Helin. Bu senin intikamın değil sadece. Evet, Helin. İntikamını al. Hayır, Helin. Bu acıları bir tek sana yaşatmadı.

"Hâlâ o küçük kız çocuğu kadar güzelsin," dedi. Bir an bile düşünmedi bana bunu söylerken, şüpheye bile düşmedi. Yaşadıklarımı ve yaşattıklarını bir an bile gözünün önüne getirmedi.

"Hiç mi pişman olmadın?" diye sordum. Neden sorduğumu bilmiyordum, belki de bu soruyu bana çocukluğum sorduruyordu ama bir de ondan duymak istedim.

Tahminimden daha uzun süre düşünürken gözleri yüzümün her parçasında gezindi. İlk önce gözlerim, sonra burnum, ardından dudaklarım. "Ben sana hayatı öğrettim," dedi ucu açık bir cevap vererek. "Kendini korumayı öğrenmişsin."

"Bir çocuğa hayatı onun elinden ekmeğini alıp döverek öğretemezsin," dedim yutkunarak. "Bir çocuğa hayatı kaburgalarını kırıp şefkate muhtaç bir şekilde öğretemezsin." Başımı iki yana salladım, elinin pantolonun kemerine doğru gittiğini gördüğüm anda diğer elimle sertçe bileğini tutup duvara yasladım. "Bir çocuğa, özellikle bu reflekslerini onu istismar ederek öğretemezsin pislik herif. Beni mahvettin, çocukluğumu mahvettin." Sesim yükselmeye başladı ama umursamadım. "Benim çocukluğumun mezarını sen kazdın; öldürmedin, o mezarın içine düşmemi bekledin. Şaşırıyor musun Harun Aktan? Söylesene, ölmediğim için şaşırıyor musun?"

Tebessümü daha korkutucu bir hal aldı ve kırmızı ışık yanıp sönmeye başladı. Yüzü bir karanlığa, bir kırmızı ışıklara dönüyordu ama o gözlerinin içindeki ifade bir an bile olsun değişmiyordu. Kibir ve aşağılama.

"Ölmediğin için mutluyum," dedi duraksayarak. "Yeniden karşımdasın. Bir gün bu buluşmanın gerçekleşeceğini biliyordum küçük Helin'im."

Öfkeyle bağırdım. "Ben artık o küçük kız çocuğu değilim."

"Bunun farkındayım," dedi kaşlarını kaldırarak. "Ama ben de artık o eskiden tanıdığın dayın değilim."

"Bana pişman olduğunu mu söyleyeceksin?" diye sordum. "Değiştiğini? Her şeyin son bulduğunu?" Tiksintiyle yere tükürdüm. "Pişman mısın, Harun Aktan? Söyle."

Nefes alıp verdi. Nabzı atmaya devam etti. Tek bir çizik, dedim kendi kendime. "Pişman değilim," dedi en sonunda. "Hiç olmadım."

"Seni aşağılık..."

"Ama değiştim." Başını iki yana salladı. "Fiziksel olarak değiştim, yaşlandım, belki eskisi kadar kuvvetli değilim ama hayatım da değişti, küçük kızım. Bir bak bana, evime, duruşuma ve hayatıma. Sence eskiden tanıdığın o kişi miyim?" Hiçbir şey söylemeden yüzüne bakmaya devam ettim. "Beni sana kötülükler yapan dayın olarak hatırlamanı anlıyorum ama unuttuğun bir şey de var. Benimle hiçbir zaman savaşmadın; bu yüzden zekâmı, gücümü hatta hiçbir şeyi görmediğini sandığın gözlerimi bile bilmedin." Bileğini elimden kurtarmak istedi ama izin vermedim. "İzin ver de zekâ olarak bana benzemeyen ve güzelliğini annesinden alan şu kızımın yüzünü okşayayım. Seni özlemişim."

Ürperdiğimi hissettim, midem bulandı. "Ne demek istiyorsun?" dedim son söylediklerini duymazlıktan gelerek.

"Senin hakkında hiçbir şey bilmediğimi mi sanıyorsun? Hayatın hakkında? Beni bir apartman dairesinde oturan aptal bir adam olarak mı görüyordun yoksa?" Gücenmiş bir ifadeyle dudaklarını büktü. "Akıllı olduğunu hatta zaman zaman zeki olduğunu duymuştum ve görmüştüm de ama senin eksiğin ne, biliyor musun?" Üstten bir bakış attı. "Kalbinin o aptal duygularına kapılman. Beni kötü bir adam gibi mi görüyorsun?" Yüzünü yüzüme yaklaştırdı, geri çekilemedim. "Öyleyse kötü bir adam nasıl düşünür, hiç bilmiyorsun ve bunu düşünmüyorsun, küçük kızım. Bu da senin en büyük eksiğin."

Aylar önce Tankut'un karşısında Yankı'nın kurduğu o cümleleri hatırladım. İyiler, her zaman kötülüğün dilinden anlar ve isterse kötü biri olabilir ama kötüler, iyiliğin dilinden anlamaz, demişti. Sonra da devam etmişti: Ben seni hep anlayabildim ama sen beni hiçbir zaman anlayamazsın.

Haklıydı; buraya gelmeden önce de planı oluştururken de sadece kendim gibi düşünmüştüm ve Harun Aktan'ın gözünden bakmamıştım ama şimdi fark ediyordum, onun gözlerinden görebiliyordum. Bu kadar rahat olmasının nedeni yalnızca korkularım değildi.

"Ne yaptın?" diyebildim sadece.

Dişlerini göstererek gülümseyip, "İşte şimdi anladın beni," dedi. "Şimdi o sikik neşteri benden uzaklaştırıp bir adım geri gitmezsen sarışın arkadaşının beyni tek bir kurşunla dağılacak ve diğer esmer arkadaşın da kan kaybından ölecek." İrkildim ama geri çekilmedim, yalan olabilir miydi? Gözlerine baktığımda hiçbir duyguyu görmedim. "Yetmedi mi?" dedi. "Bu buluşmayı ne zamandan beri tasarladığımı biliyor musun küçük kızım?" Bir anda boş bulunduğumda beni sertçe itekledi ve çaprazdaki duvara çarpmama neden oldu. Belindeki silahı çıkarıp alnıma yasladı. "Gerçekten bu eve girip öylece beni öldürebileceğini mi sandın, aptal küçük kız?"

Alnımdaki soğuk namludan korkmayı bekledim ama korkumun kaynağı ölmek değil, onun ellerinden ölmek fikriydi. Bunu hak etmemiştim. "Benim için canımın önemi var mı sanıyorsun?" diye sordum. "Şu an ölmekten korktuğumu mu sanıyorsun?"

"Seni öldürmeyeceğim ki," dedi. "Sen benim için bir mücevhersin." Nefretle nefesimi verdim. "Ama sevdiklerini gözümü kırpmadan öldürürüm, umurumda bile olmazlar."

İşte şimdi gerçekten korkuyordum, kalbimin bile titrediğini hissettim ama dik durmaya devam ederek son bir kez şansımı denedim. "Sevdiklerim? Benim gerçekten birilerini sevebileceğimi mi düşündün?"

Harun Aktan iğrenç bir kahkaha attı; öyle iğrenç bir kahkahaydı ki midemin daha fazla bulandığını hissettim. "Önder'in çocukları," dedi Sokak Nöbetçileri için. "Kendi verdiği isimlerle Mutlu, Işık, Bartu, Lâl ve Yankı." Yankı'nın adını söylerken gözlerindeki ifade değişti, her şeyi biliyordu. "Bir de benim oğlum, Önder'in lakabıyla Koza. Bir yandan da senin abin, değil mi?" Gözlerini tavana çevirdi. "Aptal çocuk. Benim ellerimden kaçıp, daha kötü bir kuyuya düştü. Onun da zeki olduğunu duydum ama aynı senin gibi, tek fark, kalbindeki sevgi değil, korku onu yönetiyor. Benden hâlâ korktuğuna eminim."

Tek diyebildiğim, "O senin oğlun değil," oldu.

Gözlerine birkaç saniye şaşkınlık uğradı, neyin şaşkınlığıydı? "Benim oğlum," dedi net bir sesle. "Hem de her şekilde." Koza hakkında duygu ve düşüncelerimi merak ediyordu, bunu görebilmiştim.

Dişlerimi sıktığımda kalbimin nefret pompalamaya başladığını hissedebiliyordum. Rol yap, dedim kendi kendime. Yapabildiğin en iyi şey bu, değil mi Helin Aktan? Bu yüzden ajan olmadın mı? "Koza umurumda mı sanıyorsun?"

"Neden olmasın?" dedi. "Şaşırmadın, abin olduğunu biliyor muydun? Trajik bir sarılma ve ağlama sesleri duyuldu mu? O anı görmek isterdim."

Çenemi havaya kaldırdım; bu bir meydan okuma değil, korkusuzluğumu gösterme işaretiydi ama başarılı olabildim mi, bilemiyordum. "Önder'in çocuklarının arasına Koza tarafından ajan olarak gönderildim," dedim sakince ve dürüstçe. "Ekip'te olduğumu biliyordun, değil mi?" Hiçbir cevap vermedi. "Biliyordun. Ekip'in başında Koza olduğunu biliyor muydun?" Yine hiçbir yanıt vermedi. "Bana senelerce kim olduğunu söylemeden, tıpkı senin yaptığın şekilde, bir hayvanı büyütür gibi büyüttü. Beni hiç sevmedi. Onun abim olduğunu nasıl öğrendim, biliyor musun? Sokak Nöbetçileri'ne bir kurşun, bir asker gibi beni ajan olarak gönderdiğinde. En büyük silahıydım, onları dağıtmam için beni seçti. Eğer beni Koza'yla vurabileceğini sanıyorsan yanılıyorsun. Bana nefret duygusundan başka hiçbir şey kazandırmadı ve onu sadece abim olduğu için sevmem, tıpkı senin gibi bir pisliği sevemediğim gibi."

Sesimdeki kini duyduğunda şaşırmasını bekledim ama herhangi bir şaşkınlık yoktu. Anlattıklarımın hepsi doğruydu, Koza'nın Harun Aktan'a benzemesi dışında. Peki ya neden ona gerçek bir kin duyamıyordum? Yoksa duyuyor muydum?

"Onu öldürsem," dedi sakince. "Umurunda olmaz, öyle mi?"

Kalbim sızladı. Öyle bir sızlamaydı ki bir damarımın koptuğunu hissettim. “Ben de çocuktum,” demişti bana. Koza'ya hem ölesiye kırgın hem de ölesiye bağlıydım. Bu sadece kardeşlik ilişkisi değildi, Ekip'e ilk girdiğim anda düğümlerimiz oluşmuştu.

"Olmaz." Tek yanıt, uzatmak istemedim.

"Peki ya diğerleri?" Sokak Nöbetçileri'ni kastediyordu.

"Ajan olarak gönderildiğim yerdeki insanları sevebileceğimi düşündüren nedir sana?" Bu da doğruydu. İmkânsızı başarmıştık. "Onlar bir aileydi, ben sadeceydim. Hiçbir zaman onlar gibi olamadım ama onları kullandım. Şimdi beni Işık'ı ya da Lâl'i öldürmekle mi tehdit edeceksin?" Omzumu kaldırdım. "Öldür, onlar bir maşaydı, buraya getirmemden belli değil mi?"

Harun Aktan başını iki yana sallarken gözleri kolundaki saate kaydı. "Beni aptal mı sanıyorsun?"

"Asıl sen beni aptal mı sanıyorsun?" diye sordum.

Harun Aktan gözlerini devirip, "Rol mü yapacağız?" diye sordu. "Vakit mi geçirmek istiyorsun?"

"Rol yapmıyorum," dedim en güzel başardığım yola başvurarak. "Ben senden sonra birilerini sevebilecek kalbe sahip olamadım hiç." Gerçekten de böyleydi, ta ki Sokak Nöbetçileri'yle tanışana kadar. "Ne Koza ne diğerleri. Bu yüzden onlara verebileceğin tek zarar, asıl sana zaman kaybı olur. Tabii onları gerçekten tanıyorsan."

"Madem oyun oynamak istiyorsun," deyip başını salladı. "Mutlu ve Işık," diye söze başladı. "İkizler. Muş'ta doğup belli bir yaşa kadar büyüdüler, köklü bir aileler ama töre onların en büyük derdiydi. Aşağıda başına silah dayalı sarışın kızı küçük yaşında bile evlendirmek istediler ve kardeşinin kız gibi davranışları yüzünden neredeyse öldüreceklerdi. Babaları öldü." Benim bile bilmediklerimi biliyordu. "Kaçıp Önder'e sığındılar. Kimliklerinde bu yüzden isimleri değişti. Önder onların bulunmasını engelledi."

Ona bakmaya devam ettim, hiçbir tepki vermedim ama bu kadar şeyi nasıl olur da bilebilirdi? Benim bile bilmediklerimdi. Işık'ı küçücük yaşında evlendirecekler miydi? Çocuk gelin. Başımı iki yana salladım.

"Bartu," dedi. "Onun bir geçmişi bile yok, piçin teki. Gerçek bir piç. Önder'in tahminine göre bir fahişe tarafından doğurulup sokağa atılmış. Hatta bildiğim kadarıyla Önder o fahişeyi, annesini bulmuş ama kadın inkâr edip Bartu'yu hiçbir şekilde kabul etmediğini söylemiş. Bok gibi bir çocukmuş, kötü bir geçmişi varmış ama Önder onu alıp büyütmüş. Saf salak bir şey, bildiğime göre ama kuvvetli olduğu ortada. Hiçbir şeyken Önder almış onu, isim vermiş. Kendinden bilmiş. Bu yüzden kimlikte Önder'in oğlu olarak geçiyor."

Hiçbir şey söylemedim, aksini iddia edemezdim, olabildiğince ifadesiz şekilde ona bakmaya devam ettim. Annesini ve babasını bilmeyen Bartu Sarca. Önder gerçekten böyle bir şey bulduysa neden Bartu'ya anlatmamıştı? Bartu'yu biliyordum, ufacık bir ihtimal için bile bütün dünyayı dolaşabilirdi. Canım acıdı. Çok acıdı.

"Lâl," dedi başını olumlu anlamda sallayarak. "Aşağıda neredeyse kan kaybından ölecek durumda olan esmer kız. Bir köyde büyümüş; annesi ve babası uyuşturucu bağımlısıymış. Neden konuşamadığını Önder bile bilmiyor ama onu maşası olarak gördüğü ortada. Rivayete göre erkek kardeşini kendi elleriyle gömmüş? Ne hikâye ama, çok duygusal." Güldü.

"Bana bunları neden anlatıyorsun?" diye sordum sertçe. "Umurumda değil."

Söylediğimi duymazlıktan geldi. "Yankı," dedi gözlerini gözlerime dikerek. "Mahir Güneş'in oğlu."

Yankı'nın gerçek soyadı Güneş miydi?

"Adam Türkiye'nin en zengin iş insanlarından birisi ama oğlunu hiçbir zaman istememiş ve sokağa atmış. Bildiğim kadarıyla ayda bir kez oğluyla görüşüyor, büyüttüğü sokak çocuğu diyerek derneklere götürüyormuş, Önder'e ise paralar yağdırıyormuş. Ne acı, değil mi? Kabullenilmemiş. Ben seni kabulleniyorum ama yaranamıyorum." Daha fazlasını versin istiyordum, çok daha fazlasını. O ise susup yüzüme bakmaya devam etti.

"Bir iş insanının oğlu muymuş?" dedim kaşlarımı kaldırarak. "Bu hikâye kulağa inandırıcı gelmiyor."

"Ajan olarak onların arasına girdiğini söylüyorsun ama bu bahsettiğim çocuğun yatağına girmek dışında hiçbir şey yapmadın belli ki. Kimlikte bile hâlâ kendi gerçek adını ve soyadını kullanıyor. Bu yüzden hakkında en zor bilgi edinilen kişi hep o oluyor." Cevap vermeden ona baktım.

"O halde sen nasıl ulaşabildin bütün bunlara?"

"Nankörlük, en büyük yıkımdır, küçük kızım," dedi. "Bir aileye nankörlük edersen o ailenin evinin duvarları üzerine yıkılır."

"Ne saçmalıyorsun?"

"Mahir Güneş'in karısı, Yankı'nın annesi yakın zamanda öldü." Sessizlik. Kalbimde büyük bir çığlık. "Ne şekilde öldüğünü bilmiyorum ama oğlu cenazesine bile katılamamış ve yine bir rivayete göre evin kapısından da dövülerek gönderilmiş." Yüzüme bakmaya devam etti, beni anlamaya çalıştı ama donup kalmıştım. Ne gördüğünü bilmiyordum ama öyle habersizdim ki her şeyden, kulaklarım sadece sessizliği duyabiliyordu.

Yankı'nın annesi yeni mi ölmüştü? Hiçbir şey bilmiyordum, onun hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Dövülmüş müydü? Ne zaman? Kafayı yiyecektim ama bunu ona yansıtmamak için çaba gösterdim, yine de anladı.

"Görüyorum küçük kızım," dedi. "Onu sevmişsin ama kendi babasının bile vazgeçtiği bir adamı sevmek aptallıktır."

"Umurumda değiller," dedim bir kez daha ama boşa çabalıyordum. Gözlerimle, hareketlerimle her şey karşısındaydı.

"Koza," dedi başını sallayarak. "Benim oğlum. Aptal oğlum. Zeki oğlum. Seneler önce bu evden kaçtı, onu hiçbir zaman seni sevdiğim kadar sevemedim ama ona ismini veren bendim. Poyraz, demiştim. Koza olarak değiştirmesi onun aptallığı. Önder'den de Sokak Nöbetçileri'nden de nefret ediyor, ailesiz kaldı diye. Çok üzücü başka bir hikâye daha. Sevgiye muhtaç olması acınası."

Poyraz. Koza'nın gerçek adı Poyraz'dı. Ondan duymamıştım, bunu bana söyleyen kişi Harun Aktan olmuştu. Nasıl da ona yakışan bir isimdi. Gülümsedim, nasıl göründüğümü bilmiyordum ama onun adını öğrenmek bile gülümsetmişti.

İkinci kez, "O senin oğlun değil," diyebildim sadece ve aşağılayarak devam ettim: "Sen onun umurunda bile değilsin."

"O benim oğlum," dedi şüpheye bile düşmeden. "Sana söylememesine şaşırdım ama bilmek istiyorsan söyleyeyim, kızım. Onun biyolojik babası da benim."

Onun biyolojik babası da benim.

"Ne saçmalıyorsun?" dedim kısık sesle. "Onun biyolojik babası olduğunu söyleyip bir yandan da benim abim olduğunu nasıl..." Ardından çanlar çalmaya başladı; karnımın içinde, saçlarımda, omuzlarımda. Kalbimdeki paslı demirler sanki birbirine sürtündü ve o çıkan ses, dudaklarımın arasından dışarıya fırladı. "Nasıl?" dedim bir kez daha ve bu gerçekle yüzleşmek, alnımdaki soğuk namludan daha ağırdı.

Tutunmak istediğimde ellerim havaya kalktı ama tutunduğum yerin silaha rağmen Harun Aktan'ın boğazı olduğunu çok sonra fark ettim. Ölmek umurumda değildi. "Sen," dedim boğazını bütün gücümle sıkarken. "Anneme," parmaklarımı nabzına bastırdım, "hayır!" Sen, dedi iç sesim. Koza'ya. Cümleleri tamamlayamadım ve acıyla haykırdım.

Harun Aktan kollarımdan kurtulmak için çaba bile göstermedi, onu sarsmama izin verdi ve o an, ne kadar güç verirsem vereyim parmaklarımda his olmadığını anladım. Zaafım sevdiklerim olmuştu, sırlar sırtıma kambur gibi oturmuştu ve ben hata yapmıştım.

İyi bir insan gibi düşünmüştüm, kötü bir insan gibi değil. Sokak Nöbetçileri'yle tanışmadan önceki Helin olsaydım kötü bir insan gibi düşünür, belki onu alt edebilirdim ama şu an bunu yapmıyordum, cezamın ne olacağını merak ediyordum. Gözlerim nefretten doldu ve en çok anneme üzüldüm. Benim annem. Kaç yaşındayken doğurmuştu Koza'yı? Koza bunu biliyor muydu?

Her şey üst üste geldi, düşünceler birbiri üzerine devrildi ve o kafa karışıklığıyla kollarım onun boynundan ayrıldı. "Nasıl," dedim ona bakarak ama onu göremiyordum. Ağlamayacaktım, bunu yapmayacaktım. "Nasıl böyle kötü biri olabiliyorsun?"

Üzerindeki gömleğin yakasını sakince düzeltti, duruşunu dikleştirdi, sonra bir an bile düşünmeden kolumu kavrayıp beni kırmızı ışıklı odanın kapısından dışarıya çıkardı. O ana kadar avcumdaki neşterle elimi kestiğimi ve neşterin yere düştüğünü fark etmemiştim. Beni kolumdan tutup yürütürken yere kan damlaları düştü. Pıt pıt pıt. Onun nabzı gibi ama bu sefer benim kanımdı. Elimi kokladım, kanın kokusu. Harun Aktan kan kokuyordu.

Yere düşen neşteri son gücümle alıp arka cebime koydum, Harun Aktan bunu fark etti ama sesini bile çıkarmadı çünkü kullanmaya cesaretimin kalmadığını biliyordu.

Merdivenleri indirirken, kulaklarıma çırpınan birisinin sesi ulaştı ya da acı çeken? Zaafım sevdiklerimdi, kendi sevdiklerimi ise uçuruma sürükleyebiliyordum. Işık ve Lâl?

"Umurunda değiller, öyle değil mi?" dedi merdivenin son basamağından inerken. "Hadi bunu test edelim."

Rol yap, Helin Aktan, dedim kendi kendime. Senin eskiden en iyi olduğun konu, yalan ve rol yapmaktı. Şimdi de yap, gerekirse dizlerine kapan yeniden ama onu yeneceğin gün için kendinden vazgeçme. Kaybettiğim gururum, geri kazandığım ise bir korkağın intikamı olurdu; bu bile benim için yeterliydi.

Koza'nın ve annemin fotoğrafını aldığım büyük salona girdiğimizde üzerimde sadece sutyenim vardı, altımda pantolonum. Karşımda yirmiye yakın adam, dış kapının orada ise beş adam. Salonun ortasında ayakta, bir adamın şakağına silah bastırdığı kişi Işık'tı. Göz göze geldik ama baktığımda gördüğüm sadece bu değildi.

Işık'ın çaprazında, yerde Lâl kanlar içinde uzanıyordu. Gözleri açıktı, zorlukla nefes alıyordu ve bakışları tavandaydı. Göğsünün sağ alt tarafı kanıyordu ya da üstü, bilmiyordum ama sesi çıkmıyordu, çıkamazdı. Acıdan çığlık bile atamıyordu, nefes seslerinden ve yanaklarından süzülen yaşlardan başka hiçbir şey yoktu. Kaç dakikadır bu haldeydi? Gözleri kapanmak istiyor gibiydi ama direniyordu. Yere damlayan diğer kan da Lâl'e aitti.

Silah. Lâl'in korkuları onun ölümüne mi neden olacaktı? O silahlardan çok korkardı ama avcunun içinde bir silah tutuyordu; kolunu kaldırabilecek hali bile olmadığı için kimse o silahı almamıştı.

Acıyla inlediğimde karnımda bir sancı hissettim, omuzlarımda bir yara ve nefesimde kesikler. Lâl Sarca. Benim en başından beri anlaşamadığım ama kollarında hep anne sıcaklığını hissettiğim o kız. Yanına gitmek için adım atmak istedim ama Harun Aktan kolumu sıkıca tutup beni salonun ortasına doğru yürüttü. Başıyla işaret verdiği adam duraksamadan televizyonun düğmesine bastı.

Işık inledi, ağzını sıkıca bağlamışlardı ama küfürler savurduğunu biliyordum. Onu soymuşlardı, üzerinde sadece sutyeni ve altında iç çamaşırı vardı. Bunu üzerini aramak için yapmış olmalılardı ama öylesine aşağılayıcı bir hareketti ki Işık'ın inlemelerinin en büyük nedeni buydu. Benim yüzümden olsa da biliyordum, tek sorumlusu sadece ben değildim.

Hata yapmıştım, kötü bir insan gibi düşünmemiştim ve ailemi de kendimle beraber bu kasırgaya sürüklemiştim.

"Umurunda değiller," dedi bir kez daha, ardından televizyona bir gizli kamera görüntüsü yansıdı.

Burayı tanıyordum. Görüntü ikiye ayrıldı, burayı da tanıyordum. Görüntü üçe ayrıldı, burayı da tanıyordum. Birisi Sokak Nöbetçileri'nin hastanesi ve Bartu'nun arabalarının olduğu yerdi. Diğeri Sokak Nöbetçileri'nin hapishanesiydi ve üçüncüsü de Sokak Nöbetçileri'nin ahşap eviydi.

Hepsi Sokak Nöbetçileri'ne ait olan ve sadece kendilerinin bildiği yerlerdi. Bir de...

Işık bu kez acıyla inleyip daha fazla çırpınmaya başladığında Sokak Nöbetçileri'nin evine Bartu ile Mutlu'nun girdiğini gördüm. Görüntü pek net değildi ama Mutlu, her zaman olduğu gibi Bartu'ya bir şeyler anlatıyordu, yüzünde tebessüm vardı. Sarsak adımları onların sarhoş olduğunu gösteriyordu. Kapıdan içeriye girdiler, iç sesim yapmamalarını haykırdı ama kapıyı kapattıklarında Harun Aktan gülümsedi.

Evet, gösterdiği bütün yerler, Sokak Nöbetçileri'nin sırrı olan yerlerdi. Bilen kişiler, Sokak Nöbetçileri ve Önder'di.

Önder Sarca onlara ihanet etmişti.

"Önder'i çok sevdiğim söylenemez," dedi Harun Aktan. "Çünkü onunla anlaşma yapmak oldukça zordu." Işık artık sadece çırpınıyor, Lâl kısık gözlerle ekrana bakıyordu. Hareket etmek istedi ama neredeyse uyuşmuş gibiydi. "Ta ki kendi kurduğu aile tarafından nankörlük edilene kadar. Benim yarattığım ailem beni bitirmeye çalışırsa ben de onları bitiririm, demişti bana." Elini cebine atıp telefonuna baktı. "Ve ona ulaşamazsam bunu yapmamı söylemişti. Hoş, bunu söylemese bile yapardım ama şimdi ona ulaşamıyorum." Bakışları yeniden bana döndü. "Başarılı bir suikast mı istiyorsun, küçük kızım? İzle o halde."

Kendi adamına başına salladı ve çığlık atıp karşı çıkmama fırsat bile vermeden, telefondaki tek bir tuşun ardından ilk önce Sokak Nöbetçileri'nin hastanesinin yüksek sesle patladığını gördüm. Uçan parçalar, ardından patlayan camlar ve dışarıya çıkan lavlar. Işık ağzı kapalı olduğu halde gür bir çığlık attı. Sokak Nöbetçileri'nin hastanesi yanmaya başladı.

Harun Aktan bir kez daha başını salladı. Gözlerime yaşlar dolmaya başladığında, beni tutan kollarından kurtulmak için tekmeler savurdum. Diğer tarafta olan adamların ikisi ise Harun Aktan'ın ellerinden beni alıp zorlukla tutmaya çalıştı.

Adam yine telefonundaki bir düğmeye bastı; kime emir veriyorsa saniyeler sonra hapishanenin duvarları patlayıcılarla yıkılmaya başladı. Kendimi vurduğum hapishane, Koza'nın tutsak kaldığı hapishane, Sokak Nöbetçileri'nin kendine ait hapishanesi. Duvarlar yıkılırken, ekranı kaplayan toz ve Işık'ın inlemeleri birbiriyle yarışıyordu.

"Hayır," diye bağırdım en sonunda üçüncü ekrana geldiğinde. Bartu ve Mutlu'nun girdiği ev. Benim sadece olduğum ev. Benim kabullenildiğim ev. Ne olursa olsun ailemi ilk tanıdığım ev. "Hayır!"

Onun üzerine atılmak için hamle yaptım fakat arkamdaki adamlardan bir tanesi enseme silah dayadı, bu kez namlu daha soğuktu sanki ama artık vücudum da buz kesmişti. Koza ve Yankı neredeydi? Hastanede olabilirler miydi? Harun Aktan'ın ellerindeler miydi?

Nadir oradaydı, hastanedeydi, belirli kontroller için gidiyordu ve bugün kontrol günüydü.

SN Yetiştirme Yurdu.

Ekran dörde bölündü; sanki iç sesimi duydu ve yetiştirme yurdunu gördüm. Önder bunu da mı söylemişti? Bu kadarına inanmak istemiyordum. "Aşağılık herif!" diye bağırdığımda yaşlar yanaklarımdan süzülmeye başladı. "Seni öldüreceğim!" Arkamdaki adam eliyle ağzımı kapattı ama asla izin vermedim. Ne silah ne de beni tutan eller umurumdaydı.

Işık çırpınmaya devam etti, ben de haykırmaya. Harun Aktan'ın gözleri Sokak Nöbetçileri'nin evindeydi, Mutlu içeriye girmişti az önce Bartu'yla beraber. Tek bir düğme, iki ölüm. Bulduğum ailem bir anda parçalanmıştı ve dağılmıştık. O an bunu da fark ettim; bizi alt edebilirdi çünkü parça parçaydık. Hepimiz bir tarafta olduğumu için bizi alt etmek daha kolaydı.

Peki ya buraya geleceğimizi nereden biliyordu? Bütün bunları ne zaman ayarlamıştı? Bunu bilen üç kişiydik. Ben, Işık ve Lâl. Geriye kalanların hiçbiri planı ince detaylarına kadar öğrenmemişti, söylememiştik. Üçümüz de bunu kimseye anlatmamıştık.

Harun Aktan bir kez daha başını salladığında, "Hayır!" diye bağırdım. "Hayır! Bunu yapma! Umurumdalar! Yapma!"

Harun Aktan'ın gözleri bana döndü. "Yoksa bana yalvaracak mısın?" diye sordu kibirli bir sesle. "Bu beni etkilerdi, biliyor musun?"

Hiçbir cevap vermedim. Kapıdan az önce çıkıp giden çocukluğum, şimdi omuzları düşmüş şekilde kapıdan girmeyi bekliyordu yalvarmak için, biliyordum. Hiçbir şey söyleyemedim.

Harun Aktan gözlerimin içine bakarak elini kaldırıp adamına işaret verdiğinde, Sokak Nöbetçileri'nin ahşap evinin camlarının tek tek indirildiğini ve silahların patladığını duydum. Gözümü korkutuyordu, beni deniyordu ya da neleri göze alabileceğimi görmek istiyordu ama silah sesleri gitgide arttı ve bildiğim, o hep beraber oturduğumuz odanın camları kırıldı. Ardından üst kattaki Bartu ve Yankı'nın odası, sonra Mutlu ve Işık'ın odası.

"Yetimhanenin içindeki bazı bölgelere de patlayıcılar yerleştirildi," dedi Harun Aktan. "İlk önce hangi kat olsun istersin?"

Sesim çığlıklarımdan dolayı kısılmıştı. "Hayır," dedim yine de var gücümle. Tam o sırada Sokak Nöbetçileri'nin evinden de karşılık olarak silah sesleri geldi. Bartu ve Mutlu. İkisi beraber ne kadar dayanabilirlerdi ki? Lâl'in bütün o uyuşmuş haline rağmen hareket etmeye çalıştığını gördüm; gözleri ekranda, yaşları yanaklarındaydı. Çığlık atsın istedim, çırpınsın istedim, dirensin istedim ama bunların hiçbirini yapamadı.

Ağlamaya yeniden başladığımda evin çevresini saran insanları da gördüm.

Yalan söyle, dedim kendi kendime. Engelle onu bir şekilde. "Yankı ve Koza," dedim gözyaşlarımın arasından. "Onlar nerede bilmiyorsun, değil mi?" Hiçbir şey söylemeden ekrana bakmaya devam etti, Lâl'in odasının pencereleri de kırılmıştı. "Bütün bunların farkında olmadıklarını mı sanıyorsun?"

Sanki ekrandaki görüntüler bana karşılık vermek istiyormuş gibi yetimhanenin camından bir çocuk dışarıya baktı. Güzel bir kız çocuğu, saçları uzun. Yüzündeki gülümsemeye bakılırsa mutluydu ve belki birkaç dakika içinde can verecekti. Harun Aktan da gülümsedi.

"Tamam," dedim en gür çıkabilecek sesimle. "Onlar umurumda, onlar benim ailem. Tamam, sen benden üstünsün; tamam, ne istersen yapacağım! Bırak artık!" Harun Aktan bakışlarını yeniden çevirip bana yaklaştı. "Lütfen," dedim seneler sonra ona. Omuzları düşük kız çocuğu kapıdan içeriye girdi ve nefretle bana baktı. "Sana yalvarıyorum."

Sana yalvarıyorum, demiştim küçükken ona ve o bütün yalvarışlarıma rağmen devam etmişti. Bu bir oyundu ama bir kez olsun, bunu yapsın istedim.

Harun Aktan diğer elini kaldırıp adamını durdurdu, o an serçe parmağının yerinde olmadığını gördüm. Üstelik eskiden oluşan bir yara da değildi, yeni olmuştu. Direkt elini indirdi. Benden başka da düşmanı vardı, bunu anlamıştım ve elime bir koz vermişti.

"O ikisinden birini arayacaksın," dedi, Koza ve Yankı'yı kastederek. "Bütün bu suikastı Önder'in yaptığını söyleyeceksin ve onları buradan uzak tutacaksın." Onlara ulaşamamıştı, onların nerede olduğunu bilmiyordu. Onlardan korkuyor muydu? Bakışlarında korku yoktu ama başka bir şeyler vardı. "Hatta bütün yükü Önder'in omzuna yıkacaksın; burada olanları ve olacakları bile."

"Bana inanmazlar," dedim gözyaşlarıyla.

"İnandıracaksın," dedi. "En azından bana biraz zaman kazandıracaksın."

"Ne için zaman?"

"Göreceksin," dedi sadece.

"Koza'nın umurunda bile değilim," dedim bu kez. "Anlamıyor musun? Birbirimizden nefret ediyoruz." Tuhaf bir şekilde Harun Aktan buna inanmıştı. "Yankı ise..." Yutkundum, acı damağımda dolaştı. "Onun için kardeşleri benden önce gelir."

Harun Aktan tek kaşını kaldırdı. "Önemsediği sadece kardeşleriyse senin yüzünden neden çoğu işimi yaktı o orospu çocuğu Mahir'in oğlu?" diye sordu, sesinde öfke vardı. "Neden son birkaç aydır ben de ondan uykularımı kaçıracak mektuplar alıyorum?" Dehşetle ona baktım. "Arayacak mısın yoksa gözlerinin önünde ölmelerini mi istiyorsun?"

İlk önce gözlerim televizyon ekranına, ardından Işık'a ve en son Lâl'e kaydı. "Onun yardıma ihtiyacı var," dedim Lâl'i göstererek. Silahlar hâlâ Sokak Nöbetçileri'nin evini hedef alıyordu, zaman kaybediyordum. Mutlu. Işık'ın acılı inlemeleri Mutlu içindi.

"Benimle anlaşma yapacak durumda değilsin," dedi sakince. "Bu şekilde zaman kaybetmek istiyorsan..."

"Lütfen," dedim bir kez daha yalvararak. Bu kez Lâl için direkt ona yalvarıyordum. "O ölecek." Ölecek. Lâl'in gözleri kapanmıştı, göğsü o kadar zorlukla kalkıp iniyordu ki son nefeslerini verdiğinin farkındaydım. Lâl ölürse Bartu da ölürdü. Işık ölürse Mutlu da ölürdü. Hepsi birbirine bağlı bir ip gibiydi, tek bir yeri keserse ipin ucundaki ev asıl o zaman yıkılırdı.

Bu hikâyenin hiçbir zaman tek bir öleni olmayacaktı, bir kişi ölürse altımız da artık yaşamazdık.

Harun benimle anlaşma yapmadı ve bir adamından telefonumu istedi. Masanın üzerindeki telefonu Harun Aktan'a verdi, o da bana uzattı. "Ara," dedi sakince. "Şimdi."

Başka çarem var mıydı? Çareler bitmezdi ama şu an Lâl ve Sokak Nöbetçileri'nden hatta o hastanedekilerden başka kimseyi düşünemiyordum. Üst katlarından alevler çıkıyor, aşağı katlara kadar uzanıyordu. Nadir aşağı kattaydı. İçimden bir ses, sevdiğim başka birilerinin de orada olduğunu söylüyordu.

Direkt telefonu aldım, rehberden Yankı'yı bulup aradım. "Hoparlör," dedi Harun Aktan. İkiletmeden telefonu hoparlöre aldım. Çaldı, çaldı ve çaldı. Kimse açmadığında telesekretere düştü, telefonu kapattım. Neden açmıyordu? Bunu hiçbir zaman yapmazdı. Bir oyun oynuyor olabilir miydi Harun Aktan bana? "Diğeri," dedi. Hiçbir şey söylemeden Koza'yı aradım.

Koza üçüncü çalışta telefonu açtı. "Helin." Sesi sakindi ama direkt anlamıştım, normalde Koza telefonu böyle açmazdı. Arkadaki sesleri ayırt edemiyordum, umudum buraya gelmesini istedi ama bir yandan da gelirse öleceğini biliyordum çünkü adamlar çevremizdeydi. "Helin," dedi bir kez daha.

"Koza," dedim yutkunarak. Poyraz. Harun Aktan'ın oğlu Poyraz. Benim abim Poyraz.

"Neredesin?" diye sorduğunda boğazını temizledi.

"Yankı'ya ulaşamadım." Hiçbir cevap vermedi. "Yanında mı?"

Duraksadı. "Evet.” Başka hiçbir şey demedi. Sesi mi titriyordu? Koza'nın sesi mi titriyordu? Harun Aktan gözlerini benden ayırmıyordu.

"Neden telefonu açmadı?" diye sordum, Harun Aktan ise bana uyaran bir bakış attı. Yapmamı istediği bu değildi.

"O," dedi Koza, sonra düşündüğümden daha uzun süre sessiz kaldı. "Sen neredesin?"

Yankı'nın sesini duymaya ihtiyacım vardı, çığlık atmaya ihtiyacım vardı, onları görmeye ihtiyacım vardı. "Saklanıyoruz," diyebildim sadece.

"Nasıl yani?"

Harun Aktan gözlerimin içine bakmaya devam etti. "Önder," dedim sakince. "Her şeyi öğrenmiş. Buraya gelmeden önce bizi engelledi ve ondan kaçıyoruz." Harun Aktan televizyon ekranını gösterdi. "Bize Sokak Nöbetçileri'ni bitireceğini söyledi. Ev, hastane, hapishane hatta yetimhane."

Koza sessizce bekledi. O sessizliğin doğurduğu bir nefret de vardı, bir sevgi de. Hangisini tercih edeceğimiz bize bağlıydı. "Benden ne istiyorsun?" diye sordu acımasız bir ses tonuyla.

Harun Aktan'ın bakışlarındaki ifade değişti. "Haber vermek istedim," dedim.

"Sizi kurtarmamı mı istiyorsunuz?" diye sordu bu kez. "Bu yüzden mi aradın?" Kalbim rol yaptığını söyledi ama aklım Koza konusunda her ihtimali düşünüyordu.

Sessizlik oldu. Uzun bir sessizlik. Harun Aktan sorgulayan gözlerle bana baktı. "Koza," dedim bir kez daha sonra öfkeyle nefesimi verdim. "Aslında bütün bunların hepsi senin yüzünden oldu. Pisliğin tekisin, hep öyleydin. Eğer bu aileye girmeseydin, beni göndermeseydin onlar bunları yaşamayacaktı. Tek suçlu sensin, bunu biliyor musun? Tek suçlu ikimiziz. Önder nefretinin farkındayım, onları mahvedecek." Harun Aktan keyifle gülümsedi, Koza sessiz kalmaya devam etti. "Mutlu musun? Bana cevap ver."

Koza derin bir nefesin ardından, "Sen de suçlusun," dedi. "Beni tebrik mi etmek istiyorsun? O halde geç karşıma ve alkışla beni. Ama önce kendini alkışla, Helin. Ne Sokak Nöbetçileri ne sen umurumdasınız. Ben dağıtırım ve kaçarım, kendini kurtarmak için Yankı'yı ararsın, tabii ölmezse."

Tabii ölmezse.

Bana Yankı'nın kötü bir durumda olduğunu mu söylemeye çalışıyordu? Yoksa gerçekten böyle mi düşünüyordu? Belki de en başından beri rol yapmıştı ve şimdi gerçek yüzü ortaya çıkıyordu, hepsi roldü. Sokak Nöbetçileri'ni bitirmek istiyordu, Önder'i de öyle ve şimdi bütün bunlar gerçekleşiyordu. Harun Aktan dolayısıyla oluyordu ama oluyordu.

Anlamam gerekirdi, bilmem gerekirdi; Koza'ya güvenmemek benim suçum değildi.

"Karşında olsam," dedim son şansımı deneyerek. "Seni bir hatta iki kez art arda alkışlardım, bize yaptıkların için."

Koza'nın bana Ekip'teyken öğrettiği dilde bir, ardından iki kez hızlı alkış yardım mesajıydı. Biz Ekip'le birbirimizden ayrı kaldığımızda ve ihtiyacımız olduğunda bu şekilde haberleşirdik. Koza'yla hiçbir şey paylaşmadığımı düşünüyordum ama şimdi, beni ellerimdeki bağlardan kurtaran neşter ve alkışlar, onunla aramızdaki o kuvvetli bağı gösteriyordu.

Harun Aktan'ın yüzüne baktım, bir şeyler anlayıp anlamadığını çözmeye çalıştım ama sakin gözlerle hatta Koza'ya nefret kustuğum için memnuniyetle beni izliyordu. Beni Koza da büyütmüştü, hem de en farklı şekilde. Acı çekerek öğrenmiştim ama öğretmişti.

"Helin," dedi. "Sen umurumda olduğunu mu sanıyorsun?" Bitiş çizgisindeydim. "Şu an Harun Aktan'ın yanında olduğunu biliyorum, hatta bütün bu konuşmaları dinlediğini de öyle. Ona söyle, Sokak Nöbetçileri'ne de sana da istediğini yapabilir, umurumda değilsiniz."

Güvenmek ve güvenmemek. Koza'dan başka çarem yoktu ve sırtını mı dönüyordu? "Yankı'ya ne oldu?" diye sordum hepsini boş vererek.

"Planım tıkır tıkır işledi," dedi net bir sesle. "Önder'in işini bitirdim, Sokak Nöbetçileri'ni ise Harun Aktan'ın ellerine vereceğini zaten biliyordum. Tek yapmam gereken Yankı'nın yeniden bana güvenmesini sağlamaktı ve bunu zaaflarına oynayarak yaptım." Nefesimi tuttum. "Ben affetmem, Helin. Ben geçmişi unutmam. Bu artık sen ve Harun Aktan arasında."

Artık hiçbir şey umurumda değildi. "Lâl," dedim. "O ölecek." Tek diyebildiğim bu oldu.

Düşünmedi bile. "Ölsün," dedi.

"Işık da ölecek," dedim.

"Ölsün," dedi bir kez daha. "Zaten o da bana yanlış yaptı."

"Ben," dedim tek nefeste. "Ben öleceğim, Koza. Askerin ölecek."

O an sessizlik oldu. Harun Aktan artık tamamen ikna olmuştu oynadığım nefret oyununa ama artık ben de ikna olmuştum.

Bu hikâyenin kazanını Koza olmuştu, rol ya da gerçek. Bunu artık görebiliyordum.

"Harun Aktan seni öldürmez," dedi. "Süründürür."

"Öleceğim, Koza," dedim yeniden. "Öleceğim, Poyraz."

Yine bir sessizlik oldu. "Helin," dedi kısık sesle. "Ne istiyorsun?"

Gözlerimden yaşlar yeniden dökülmeye başladığında ayakta durmakta zorlanıyordum. Harun Aktan'a baktım, beni izlemeye devam ediyordu ve gözlerine şüphe düşmüştü. "Ne istiyorum, biliyor musun?" dedim. "Ölmeni ve ölmeyi istiyorum." Yaşamanı ve yaşamayı.

Anlasın istedim. Aramızdaki bağı görsün istedim. "Biliyor musun Helin?" dedi o da. "Ben de senin hep ölmeni istedim. Hep öl diye savaştım ama ben küçükken senin gibi hiç ölmek istemedim." Ben de senin yaşamanı istedim. Hep yaşa diye savaştım ama ben küçükken senin gibi hiç yaşamak istemedim.

Arkamdaki adamlar artık beni sıkı tutmadığı için dizlerimin üzerine çöktüm, keşke Koza'nın iç sesini duyabilseydim, bunu demek istediğini bilseydim.

"Abi," dedim en kısık sesimle, belki de beni benden başka kimse duymamıştı.

O sessiz kaldı ve ben de sessiz kaldım. Bütün geçirdiğimiz zamanlarımızı düşündüm. Her zaman ikilemdeydim; bazen ona güveniyor, bazen de güvenmiyordum; hangisiydi, bilmiyordum ama eğer rol yapıyorsa beni bile inandırmıştı ama diğer bir ihtimal, kalbimdeki o ihtimal. Bütünüyle o ihtimale tutunuyorum.

Kendimi yine o merdiven basamağında hissediyordum; beni bırakıp gitmişti, neden şimdi yapamasındı ki? "Abi," dedim gözyaşlarımı tutamayıp. Nasıl göründüğümü bile umursamadım. "Korkuyorum. Çok korkuyorum."

Nefesini verdi. "Helin," dediğinde sanki yanıbaşımdaydı. "O bahsettiğin alkışları duyuyorum," dedi. Yardım çağrını anladım. "Hep duydum. Hep duyacağım." Bana ihtiyacın olduğunu hep bildim, hep bileceğim. "Ve karşılığını vereceğim." Ve yardım edeceğim. "Bunun uğruna ölecek olsam bile." Senin için ölecek olsam bile.

Ardından telefonu kapattı. Ağlaya ağlaya dizlerimin üzerine çöktüğümde telefon elimden düştü.

Harun Aktan ayakta, ben dizlerimin üzerinde, önündeydim. Televizyon ekranındaki silah sesleri durmuştu ama hastane hâlâ yanıyordu.

Bartu ve Mutlu o evin içinde belki de ölmüştü, belki de yaralıydı. Bakışlarım arkamdaki Işık'a kaydı, artık o da ağlıyordu ve gözleri sadece televizyon ekranındaydı. Koza'nın dediklerine inanmıştı. Lâl'e döndüm. Gözleri kapalıydı, artık nefes alıp almadığını bile bilmiyordum.

Dağılmıştık, parçalanmıştık ve mahvolmuştuk. Sokak Nöbetçileri'nde yedi kişi ilk defa gerçekten paramparça olmuştu.

Arkadan biri gelip Harun Aktan'ın kulağına bir şeyler söyledi; Harun Aktan ise kaşlarını kaldırıp bana baktı, ardından karşıdaki adamlarından birine, "İkisini yukarı çıkarın," dedi Işık ve beni göstererek.

Yalvaran gözlerle ona baktım ve Lâl'i gösterdim. Hiçbir şey söyleyemedim, sadece bakabildim.

Lâl'e bir çöp poşeti gibi baktı, belki de öldüğünü düşündü. Belki de ölmüştü. "Onu da hastanenin önüne atın, cesedi ne yaparlarsa yapsınlar."

"Lütfen," dedim kısık sesle. "Lütfen."

Fakat faydası yoktu. İki adam beni sertçe tutup kaldırdı ve âdeta sürükleyerek salondan çıkardı, peşimden Işık'ın geldiğini de duyuyordum. Omzumun üzerinden geriye baktığımda ise Lâl'i bir adam kucakladı ve kolları aşağıya sarkarken diğer tarafa götürdü.

Bu hikâyede kaybeden biri olacaktı, elbette olacaktı ama bu kişi Lâl olmamalıydı. Özellikle bir silahla vurularak olmamalıydı.

Merdivenleri tırmanırken gözyaşlarım sessiz sessiz akmaya devam etti, arkamdan gelen Işık'ta hiçbir ses yoktu. Kırmızı ışıklı odanın değil, yanındaki odanın kapısını açtılar ve benimle beraber Işık'ı içeriye attılar, ardından kapıyı üzerimize kilitleyip gittiler.

Kapatılan kapıya öylece birkaç saniye baktım, sonra yere, dizlerinin üzerine düşmüş olan Işık'a dönüp ona koştum. Hemen önünde çöktüğümde ilk önce ağzındaki bağı çözdüm, sonra önüne gelen saçlarını geriye attım ve hızla yatağın üzerindeki battaniyeyi alıp onun üzerine örttüm. Donuk gözlerle odanın bir köşesine bakarken, elimi çenesine yerleştirip, "Işık," dedim. "Beni duyuyor musun?" Sadece başını aşağı yukarı salladı. "Işık," dedim bir kez daha. "Konuş benimle."

Gözleri o boşluktan yavaşça bana döndü; yemyeşil gözleri ağlamaktan ve öfkeden kıpkırmızı olmuş şekilde beni izledi. Dudaklarını araladı, sonra geri kapattı. Sessizce birbirimize bakarken diyecek hiçbir şeyim yoktu. Tek bir cümle döküldü dudaklarımdan: "Özür dilerim."

Alışkanlığımdan olsa gerek suçlanmayı bekledim, her şeyin suçlusunun benim olduğumu söylemesini bekledim ama o aksine başını olumsuz anlamda sallayarak kollarını boynuma doladı ve dudaklarını saçlarıma yaslayıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam etti. Onu ilk defa bu kadar güçsüz hatta kimsesiz görüyordum. Asla yıkılmazdı, zor ağlardı. "Bana onlara bir şey olmadığını söyle," dedi nefesini vererek. "Lütfen söyle bunu."

Yalan söyleyemezdim, sadece susup ona sarıldım ama vücudum tir tir titriyordu. Dakikalarca o şekilde durduk, başka hiçbir şey konuşmadık ya da söylemedik. Düşünecek halim bile kalmamıştı, Ne olacaktı, bilmiyordum ya da nasıl bir yol çizmeliydim, onu bile göremiyordum.

"Lâl," dedi Işık en sonunda. "Bunu neden yaptı?"

Geriye çekilip ona baktım. "Silahlar," dedim. "O korkuyor," diye devam ettim. "Kendini koruyamadı..."

Duymadı bile. "Bunu bize nasıl yaptı?" dedi bu kez.

"Işık," dedim. "Ne demek istiyorsun?"

"Onu gördüm," dedi, ardından elinin tersiyle gözyaşlarını sildi. "Vurulmadı." Gözlerinin içine baktım, kanlar içinde uzanan Lâl'i düşündüm. "Vurulmadı. O kendini vurdu, intihar etti. İntiharını gizlemek istedi ve bunu, bu evde yaptı."

Dudaklarım aralandı, idrak etmekte zorlandım. "Onu," dedim tek solukta. "Adamlar..."

"Hayır," dedi yüksek sesle. "Kendini vurdu hatta o silahı tutmakta bile zorlanıyordu, elleri titriyordu, bunu yaptı. O namluyu çevirdi kendine, tıpkı senin gibi. Ve sıktı. Gözlerimin önünde yaptı bunu. Helin," dedikten sonra elleriyle yüzünü kapattı. "Neler oluyor Helin?"

Lâl'in günlerdir olan hali gözlerimin önüne geldi. Yedi kişilik masada altı kişiydik hep ve Lâl öteki olmuştu. Unutuyorduk bazen, görmezlikten geliyorduk ya da o kendini köşeye çekiyordu. Hiçbirimiz fark edememiştik ya da fark etsek bile susmuştuk ama o uzun zamandır, sadece kendiyle yaşıyordu.

İlk önce Bartu onu bırakmıştı, ardından Yankı'yla yüzleşmişti ve en son Koza'nın nefretiyle karşılaşmıştı. Bağlı olduğu tek yer Sokak Nöbetçileri'ydi ve onu Sokak Nöbetçileri'ne bağlayan hiçbir şey kalmamıştı aslında çünkü herkes yaşamak için bir nedene tutunmuştu.

Ben Yankı'ya, Yankı bana. Mutlu ve Işık birbirine. Koza intikamına. Bartu Lâl'den vazgeçip belki de Rüya'ya.

Şu an onu anlıyordum, kapının dışında durup izleyen kişi Lâl olmuştu. Konu gözbebeği olmaması değildi artık, konu yaşamak için bir nedeninin kalmamasıydı. Bu ailedeki yedi kişinin de ölmek için birçok, yaşamak için az nedeni vardı ve Lâl'in yaşamak için nedeni kalmamıştı.

Bencil görünmemek için bu evde kendi ölümüne bir başkası neden olmuş gibi davranacaktı. Kendini öldürmüş demeyeceklerdi, intihar etmiş de demeyeceklerdi hatta hiçbirimiz kendimizi suçlamayacaktık. Bizim yüzümüzden demeyecektik, onu öldürdüler diyecektik ve sadece intikam alacaktık.

Çünkü biliyordu ki kendisini öldürseydi tek tek hepimiz kendimizi suçlardık.

Lâl kendini öldürmek istemişti. Hatta bunu en büyük korkusuyla yapmaya çalışmıştı ama silahlardan korktuğu için kalbinden bile vuramamıştı kendisini.

Bu hikâyenin elbette bir kaybedeni olacaktı.

Konuşmadan, kendini anlatmadan, belki de Bartu'ya sevdiğini bile söylemeden ölecekti. Aslında o çoktan ölmüştü. Yaşayan sadece zamandı. Ve Lâl Sarca'nın ölümü, en sessiz ölüm olacaktı. Tıpkı kendisi gibi.

İkimiz de hiçbir şey konuşamadık. Ben sırtımı duvara yaslayıp kollarımı bacaklarıma sardım ve boşluğu izledim dakikalarca, Işık da aynı şekildeydi. Gözlerimin önüne arabadaki son kez silaha bakışı geldi, aslında o an Lâl kararını vermişti.

"O ölmeyecek," dedim kendi söylediğime bile inanmayıp. "Bizim hikâyemizin kaybedeni olmayacak.

Hiçbir cevap vermedi; onu ya da kendimi kandırdığımı biliyordu. Sessizlik içinde beklemeye devam etti.

Ellerimi saçlarıma geçirdim ve akan gözyaşlarımın arasından acıyla nefesimi verdim. "Harun'un söyledikleri doğruydu, değil mi?" diye sordum bu kez. "Sizin geçmişinizle ilgili?"

Işık başını olumlu anlamda salladı. "Beni evlendireceklerdi," dedi. "Küçüktüm, çok küçüktüm, henüz regl bile olmuyordum ama beni, benden otuz yaş büyük bir adama vereceklerdi." Burnunu çekti, elinin tersiyle son gözyaşlarını sildi. "Ama Mutlu'yu öldüreceklerdi. Kız gibi davrandığını düşünüyorlardı; tek yaptığı, benimle beraber bebeklerle oynamaktı. Renkleri sevmek, tokalar takmak. Mutlu'nun avuçlarına hiç baktın mı?" Elleriyle gözlerini kapattı. "Avuçlarında kızgın demir izleri var; babam basardı, o oyuncaklardan vazgeçsin diye. Çığlık atar, canı yanardı ama yine gizli gizli yanıma gelir, benimle oynardı. Saçlarımı ilk ören kişi Mutlu'ydu. Ben simsiyahtım Helin ama o bana küçücük yaşında renkleri sevdirmişti."

"Kendini kurtarmışsın Işık," diye mırıldandım ellerime bakarak. "Kaç çocuğun hayatı tükeniyor, sen sizin için savaşmışsın."

"On yaşındaydım Helin," diye anlatmaya başladı. "Karşımdaki adam ise kırk yaşındaydı. Babam, ‘Öp,’ dedi bana. Ben adamın elini öpüp başıma koydum. Adam yanaklarımı öptü içine çeke çeke. O an anladım, mahvoluyordum. Kim on yaşındaki bir çocuğa yan gözle bakabilir? Ben değil eş, anne bile olamazdım. İncecik bir çocuktum, çelimsiz. Adam kocamandı. Beni parayla satın almak istedi." Başını dizlerinin arasına gömüp gözlerini kapattı.

"Annen?.." dedim, gözlerimin önünde canlanan çocukluğunu kaldıramayıp.

"Annem babamdan yirmi beş yaş küçüktü," diye açıkladı. "O da benim gibi çocuk gelinmiş. Zaten kuması da vardı. Söz hakkı yoktu; tek yapabildiği, Mutlu'nun avuçları yandığında kremler sürüp, gözyaşlarıyla iyileştirmeye çalışmaktı." Sessizliğin içinde bir çığlık yükseldi, Işık'ın çocukluğuna aitti. "Sonradan öğrendik; bizden sonra çok yaşamamış, kendisini asmış bizim odamızda. Babamın ailesi onu dedemle ya da amcamla evlendirmek istemiş çünkü."

"Çünkü Mutlu babasını öldürdü," dedim sakince.

"Aslında ikimiz öldürdük," dedi. "Ama o bunu üzerine almayı seviyor. Bir gün belki o sana anlatır," duraksadı, yeniden gözleri doldu. "Yaşarsa. Yaşar, değil mi Helin?" Hiçbir cevap veremedim yine. "Kaçtık oradan, Lâl gibi bir otobüste saklandık ve İstanbul'a geldik. Sonra Koza'yla tanıştım. Ardından Önder'le." Başını iki yana salladı. "Bize bunu nasıl yapar? Evet, o kötü biriydi, bunu biliyordum ama bunu bize nasıl yapar Helin? Mutlu onu seviyordu, Bartu küçükken ona baba diyordu bazen."

“Nankörlük,” demişti Harun Aktan. "O hiçbir zaman iyi biri olmadı," dedim. "Onun için siz sadece bir piyondunuz. Hep öyle oldunuz."

"Hayır," dedi. "Evet ama sadece ben. Önder'in yanına gitmemizin ardından sadece beni akrabalarıma vermek istedi hatta verdi de. Biliyor musun, beni babamın mezarına götürüp onun toprağını yedirmek isteyecek kadar benden nefret ettiler. Sonra da kendimi öldürmeme izin verdiler." Omzunu kaldırdı. "O günlerin ardından rehabilitasyon merkezinde Koza'yla yeniden karşılaşmak hiç ummadığım bir hayaldi. Beni hayata döndürdü." Gözlerine acı bulaştı. "Şimdi ise ölmemi istiyor."

"Hayır," dedim. "Koza sadece rol yapıyordu." Hiçbir cevap vermedi, buna inanmıyordu, fark ettim.

"Kimse ölmesin," dedi kısık sesle. İlk defa omuzları düşüktü. "Kimseye bir şey olmasın." Bakışları yeniden bana döndü. "Benim hayallerim var, gerçekten hayallerim var. Bilmiyorum, oradan nasıl görünüyorum ama kendi başıma yıkılmaktan yoruldum artık." Başını iki yana salladı. "İlk önce bir sahil kasabasında kendime bir ev almak istiyorum mesela, sonra en sevdiğim çiçek olan lavantaları ekmek istiyorum bahçeme. İki katlı bir evim olsun istiyorum, hepiniz geldiğinizde o evde yaşayın; bu arada sürekli kalamazsınız." Gülümsedi ama gözleri dolmuştu. "Lâl de yaşasın, ölmesin. Mutlu'nun ellerindeki izler bile geçsin, Bartu'nun içindeki acı bitsin, Yankı artık gerçekten yaşamak istesin." Derin bir nefes verdi. "Koza, büyüsün. Gerçekten büyüsün."

"O bahçedeki lavantaları," derken gülümsedim ama sesimde korku vardı. "Görmek için can atardım. Denize yakın, iki katlı küçük ev." Hayali bile güzeldi, başımı duvara yaslayıp pencereye baktım. "Geldiğimizde beş günden fazla kalırsak bizi kovduğunu hayal ettim." Güldüm ama yine korkumu gizleyemedim. "Bir akşam vakti, hepimiz aynı masada, bugünü konuşur muyuz acaba? Seninle birbirimize bakıp sessizce birbirimize, hatırladın mı, diye sorar mıyız? Soralım Işık. Geçsin."

"Geçsin," dedi söylediğimi tekrar ederek. "Her zaman gerçekçi olmaktan çok yoruldum ben Helin, hayallerimi susturmaktan bile yoruldum."

"Başka ne hayallerin var?" diye sordum.

"Ailem olsun istiyorum," dedi.

"Eş ve çocuklar mı?"

"Eş ve üç çocuk," dedikten sonra başını salladı. "Belki dört." Başka bir şeyler düşündü ama söylemedi. Eli karnına gitti. "Çocuğum olsun," dedi tek nefeste. "Ve sevdiğim bir adam. Biliyor musun, âşık olmayı hep çok istedim. Âşık olduğum kişiden bir çocuğum olsun ama bana benzesin."

Karanlık tarafa dönmüştüm, artık gülümseyemiyordum. "Tedavin," dedim, kendim bile zor duyduğum sesimle. "Ne durumda? Doktorlar ne diyor?"

"Hiçbir şey," dedi omzunu kaldırarak. "Ama ben inanıyorum, bir gün çocuğum olacak. İmkânsız değil ya? Neden olmasın Helin?"

"İmkânsız değil," deyip başımı omzuna yasladım. "Oğlun olursa adını ne koymak istersin?"

"Nadir," dedi kalbimi avcunun içine alıp sıkarak. "Çünkü o, bugün hastanedeydi Helin ve ölecek. Belki de ölmüştür. Bir oğlum olurdu, onun adını verirdim. Bütün dünyaya inat, güzel bir şekilde büyütürdüm onu."

Çenemi başına yasladım. "Peki ya kızın olursa?"

"Düşünmedim," dedi dürüstçe. "Ona da hep beraber karar veririz. Olmaz mı?"

"Olur tabii ki," diyerek başımı salladım. "Bunların hiçbiri imkânsız değil," dedim ama bu söylediğime ben bile inanmıyordum. "Bir gün çocuğun olacak, o eve sahip olacaksın, imkânsız değil."

Işık umutla bana bakarak, "Olacak mı?" dedi. "Bir çocuğumun olması, Nadir'in yaşaması kadar imkânsız gibi geliyor. Ama eğer olursa bu imkânsızlığı kırarım."

Günler önceydi, ben dağılmıştım ve o beni toplamıştı. Şimdi sıra bendeydi. "Kurtulacağız Işık," dedim sakince. "Biliyorum, mahvolduk ama kurtulacağız ve hayallerimizi gerçekleştireceğiz."

Hiçbir şey söylemeden başını aşağı yukarı salladı ve gözleri yeniden karnına kaydı. Hâlâ çıplaktı fakat yüzünü güldüren tek şey, elini karnına koyduğu zaman düşündükleri oldu.

Gözlerimi kapattım, uyumadım ama Işık'ın hayallerini düşünmeye başladım. Geniş bir bahçede, kocaman bir masa vardı. Yedi sandalye. Hepsi doluydu, hepimiz yaşıyorduk ve her şey son bulmuştu. Kim kimi affetmişti, kim kimle beraberdi onu düşünmedim çünkü o kısım bile karmaşıktı ama hepimiz mutluyduk. Masaya yaslanmış, bir şeyler anlatıyordum belki de bugünü?

Yanıma Yankı oturmuştu; bir şarap kadehi tutarken, eli yanağında beni dinliyordu. Ne söylersem katılıyor, ne dudağımı bükerse elini belime koyup destek oluyordu.

Koza'yla göz göze geliyor, bugünü anımsıyorduk, bana diyordu ki: "Nasıl da güzel rol yaptım, seni üzdüm ama değil mi?"

"Üzdün," diyordum ona ama sonra ekliyordum: "Sana abi dediğim ilk an, o andı."

Bartu ile Mutlu gülümseyerek bir şeyler izliyorlardı. Lâl. O Bartu'nun yanındaydı, başı omzundaydı. Aralarında yaşananlar bitmişti, ne oldukları yine umurumda değildi ama ikisi de huzurluydu. Kardeş, arkadaş, sevgili, eş. Bunların hiçbiri umurumda değildi. Işık sırtını yaslamış, ailesini dinliyordu.

Ve çocuk sesleri geliyordu. Bir erkek ile bir kız çocuğunun sesi. İçeride, masanın yanındaki odadan. Hayalimin içinde ben bile kendime şaşırmıştım çünkü benim de bir çocuğum vardı. Kız çocuğu. Saçları Yankı'nın saçlarıyla aynı renkti, kumral. Gözleri elaydı. Yüzünün şekli benimkine benziyordu, boyu Yankı'ya. Dudakları benimki, burnu Yankı'nın.

Elindeki oyuncağı Nadir'e atıyordu, Nadir ise ağlayarak Işık'a bakıyordu.

Hayalimin içinde Yankı evhamlı bir babaydı. Nedeni, Koza'nın bana anlattığı baba modeli miydi, bilmiyordum ama koşa koşa kızımızın yanına gitmişti ve kucağına alıp, "Babacığım," demişti ona. "Neden kavga ediyorsunuz? Paylaşabilirsiniz."

Mutlu ise Nadir'i omzuna alıp koşturmaya ve Yankı'yı sinir etmeye başlamıştı.

Koza onu taklit ettiğinde diğerleri güldü. "Anasınıfında," diyordu Koza. "Resmi yamuk çizdi diye geceler boyunca uyku uyuyamayan adama bakın." Sonra Yankı ile kızımızın yanına ilerlemişti. "Dayıcığım," demişti kısık sesle. Kızım dayısını çok seviyordu. Bartu da gidip, "Amcacığım," demişti. Kızım amcasını da çok seviyordu. Koza dalga geçerek, "Dayıcığım, beş dil öğrenebildin mi?" demişti. "Baban kalp krizi geçiriyor; doktor, mühendis, öğretmen, bilim insanı olamayacaksın, diye. Uğraşsa seni siyasetçi bile yapabilir."

"Kapa çeneni Koza." Yankı kızımızın kulaklarını kapattı. "Dinleme onu babacığım, seninle daha Farsça öğreneceğiz, İspanyolca bi bitsin. Dinleme." Ters bir bakış attı. "Çocuğa okey oynamayı öğretmişsiniz, ‘Baba okeye dördüncü gelmeyecek mi?’ diye bağırıp duruyor evin içinde, kıraathanede gibi."

"Harika oynuyor," dedi Koza göz kırparak. Bartu da ona katıldı. "Taş çalmayı da öğreteceğim."

"Çalmak mı?" Yankı gözlerini açtı. Kulaklarını daha sıkı kapattı kızımızın. "Yok kızım, yok. Duymadın öyle bir şey. Yok öyle bir şey."

Kıkırdamaya başladığımda kızım, "Anne," diye bana seslendi. "Yine kavga ediyorlar, beni kurtar."

"Yankı," dedim, kızımı onun kucağından alırken. "Kızın beynini yıkamaktan vazgeç, o ne olmak istiyorsa o olacak." Bir şey söyleyecek gibi olduğunda kaşlarımı çatmıştım, o da susmuştu. Bartu ve Koza ise yine kahkahalara boğulmuştu çünkü onunla sürekli hanımcı diye dalga geçiyorlardı.

"Söyle amcana," dedi Bartu. "Beni mi daha çok seviyorsun yoksa dayıyı mı?"

Kızım bana baktı. Kulağına eğilip, "Dayı de," dedim. "O zaman Bartu amcan kendini sevdirmek için sana her şeyi yapar."

"Dayımı!" diye bağırdı kızımız.

Koza kahkaha attıktan sonra Bartu'yu omzuyla itekleyip kızımı kucağımdan almaya çalıştı ama Bartu izin vermedi, Yankı ise yanıma gelip elini belime attı ve başımın tepesine öpücük kondurdu. "Seni seviyorum," dedi bana derin bir sesle. "Çok seviyorum."

Bir flaş patladı, Lâl bizim fotoğraflarımızı çekiyordu.

Kötü günlerin üzerinden uzun zaman geçmişti, her şey geride kalmıştı. Nadir Işık'ın kucağında yanımıza geldiğinde, Bartu bu kez Nadir'e kendini sevdirmeye çalıştı ve bir daha flaş patladı. Nadir en çok Mutlu'yu seviyordu.

Art arda flaşlar patladı. En sonunda Bartu, "Lâl," demişti ona seslenerek. "Zamanlayıcıyı ayarlayıp sen de gel. Bu anı da ölümsüzleştirelim."

Lâl o içten gülümsemesiyle başını salladı, zamanlayıcıyı ayarladı ve masanın üzerine koyup koşarak yanımıza geldi. Ve hayalimde Lâl konuştu. "Gülümseyin!" diye bağırdı. Sesini hayalimde ikince kez duydum. "Benim için gülümseyin!"

Herkes gülümsedi. Işık'ın kucağında Nadir, yanında Koza. Mutlu yere uzanmış, eli başında. Bartu kolunu Lâl'in omzuna atmış, gülümsüyordu. Benim yanımda Yankı, eli belimde, bakışları üzerimizde. Art arda fotoğraflar çekildik, herkes gülümsedi.

Mutluluk, bir hayalin içine sığdı. Bu hikâyenin bir kaybedeni olmamıştı, herkes yaşamıştı, herkes mutluydu.

Yedi kişiydik, mutluyduk ve acılarımız yoktu. Sokak Nöbetçileri gerçekten mutluydu.

"Babacığım," dedi kızımız Yankı'ya dönüp. "Bu gecede bana Sokak Nöbetçileri masalını anlatır mısın?"

Biz artık mutsuz sonlu bir roman değil, masal olmuştuk.

"Anlatırım, güzel kızım," diyerek alnına öpücük kondurdu.

Hayalimin içinde Yankı'ya döndüm ve ağladığımı o an anladım. Hayalimdeki Yankı'ya konuştum, şu an olan benliğimle. "Çok mu imkânsız bir hayal?" diye sordum.

Gerçekçi olsaydı yalan söylemezdi ama bu benim hayalimdi. "Hayır," dedi gülümseyerek. "Senin rüyalarını gerçekleştirmeye yemin ettim ve gerçekleştirdim, benim güzel yuvam."

Sonra o hayalimin içinde bir şey oldu. O fotoğraf karesinde silinen bir kişi vardı: Yankı ve biricik kızımız.

Korkularım hayallerimin önüne geçti ya da Tanrı gözlerimin önüne bir gerçeği düşürdü; Yankı rüyalarımı gerçekleştirmişti ama o rüyalar için kendi yok olmuştu, hiç doğmayacak kızımızla beraber.

O fotoğraf karesinde ise artık kimse gülmüyordu. Hayallerimin içinde bile mutlu olamıyorduk.

Sokak Nöbetçileri bir masal olmamıştı.

Gecenin saat kaçı olduğunu bilmiyordum ama bir anda kulaklarımıza bir ses doldu ve içine düştüğüm o hayalden sıyrılmak zorunda kaldım; o hayalden ve rüyadan uyandım, belki de uyuyakalmıştım, bilmiyordum. Bilincim yerine geldiğinde odaklanmaya çalıştım.

Bir müzik sesi, belki bir senfoni ya da keman. Belki çello? Işık'la birbirimize baktık, kaşlarımı çattım. Oda fazla büyük değildi; tek kişilik bir yatak vardı, dolap sağımızdaydı ve tam karşımızda da bir pencere bulunuyordu. Pencerelere kilit bile vurmamıştı çünkü etraf adamlarıyla doluydu. Yine de kapalı olan pencereye rağmen kulaklarımıza dolan bu sesin kaynağını merak etmiştim.

Duvardan destek alarak ayağa kalktığımda kollarımı vücuduma sarıp pencereyi açtım. İlk önce eğilip sağa baktığımda karanlıktan ve aşağıda yürüyen adamlardan başka hiçbir şey görmedim, ellerinde silahlar vardı fakat başımı sola çevirdiğimde az önce içinde bulunduğum kırmızı ışıklı odayı gördüm; pencere açıktı, ışıklar dışarıya taşıyordu ve pencerenin önünde bir kadın oturuyordu.

Kolunu dışarıya uzatmış, başını koluna yaslamıştı. Siyah saçları aşağıya sarkıyordu ve bir şeyler mırıldanıyordu.

Ellerimdeki bütün hissin uzaklaştığını fark ettiğimde arkamdaki Işık bana bir şeyler söyledi ama onu anlayamadım hatta duyamadım.

O kadın, az önce yatakta gördüğüm kadındı. Dudakları hareket etmese onu ölü sanırdım yine çünkü donuk bakışları vardı, renksiz bir yüzü. Fotoğraflardan tanıdığım, belki de benzettiğim bir yüzdü: annemin yüzü.

Onun sadece gençliğini biliyordum hatta on dokuz yaşındaki halini, şu an yaşıyorsa kırklarında olmalıydı belki de ellilerinde. Saçlarındaki beyaz tutamları zar zor seçebiliyordum. Gözleri yerdeydi, bana bakmıyordu ama anneme çok benziyordu. Ayakta durmakta zorlandığımı Işık destek olduğunda fark ettim.

Kırmızı ışıklı odada bir kadın yaşıyordu. Az önce benim içinde olduğum odaydı ve o kadın bana hazırlanmış bir sürprizdi. Şu an bile, bana hazırlanmış bir sürprizdi.

Bu anı annem mi kokacaktı? Onun sesiyle mi dolacaktı? Şefkat onun ellerinden mi gelecekti?

"Anne," dedim kısık sesle. Daha önce kimseye anne dememiştim, kendi kendime bile sesli dile getirmemiştim ama şimdi dudaklarımdan bu kelime dökülmüştü.

"Bu kadını tanıyorum," dedi Işık şaşkınlıkla. "Rehabilitasyon merkezine Koza bu kadın için geldi. O da oradaydı ama sonra öldü." Kaşlarını çattı. "Öldü dediler. Koza da sonra gitti zaten."

Gözümden bir yaş aktı çeneme doğru, ardından başka yaşlar da süzüldü. Sadık Orhan, “Annene benziyorsun,” demişti. "Işık," dedim. "O benim annem." Sonra acıyla başka bir cümle daha kurdum. "Sanırım annem."

Yüzünü incelemeye çalıştım ama o içeriye girdi. Elimi cama yasladım; Işık tutmasaydı düşerdim, biliyordum. "Işık," dedim acıyla. "O benim annem olabilir mi?" Başımı iki yana salladım. "Yanına gitmek istiyorum."

Ev iki katlıydı, biz ikinci kattaydık ve yanına geçmek için sadece bir pencere vardı. Oraya tırmandığımda yanına gidebilirdim. Engellenmek istedim, kalbim bu kadarını kaldıramayacak gibiydi. Ama Işık, "Git," dedi sadece. "Bir şey olursa ben oyalayacağım."

"Işık, o benim annem sanırım," dedim bir kez daha.

"Sanırımı silmek için," dedi Işık. "Git onun yanına."

Başımı aşağı yukarı salladım ve yarı çıplak olmayı da soğuk havayı da çıplak ayaklarımı da umursamadım. Yaz mevsimindeki anımın içinde ayağımı demirlere yasladığımda sıcaktı ama şimdi soğuktu, buz gibiydi. Fakat bunların hiçbiri beni durdurmadı.

İlk önce pencerenin pervazına ayağımı koydum, ardından duvardaki klimanın demirine ayağımı yasladım. Işık eliyle destek olurken bir saniye bile beklemeden diğer bacağımı annemin olduğu pencerenin pervazına koydum. Aşağıdaki adamlar başlarını kaldırırsa beni görürlerdi, biliyordum ama bunu umursamadım. Şans, dedim, bir kez yüzüme gülsün. Ve o şans yüzüme güldü. Kimse bana bakmadı ve ben kendimi pencereden içeriye attım.

Kıpkırmızı ışıklar gözlerimi aldı, ardından onu yatakta otururken buldum. Elleri kucağına düşmüştü, parmaklarını birleştirmişti. Masanın üzerindeki eski radyoda bir şarkı çalıyor, ona eşlik ediyordu. Saçları beline kadardı ama azdı. Üzerinde beyaz bir elbise vardı, ona bol gelen. Çünkü çok zayıftı, el bilekleri incecikti. Çıplak ayaklarında çorap yoktu.

Bakışlarını yavaşça kaldırdığında göz göze geldik. Sadık Orhan'ın sesi yeniden kulağımda çınladı, çok benziyorsun annene, demişti. Şimdi anlıyordum, benzerliğimiz sadece fiziksel özelliklerimiz değildi. Bakışları, kendimden nefret ettiğim zaman olan bakışlarla aynıydı. Aynaya bakıyormuşum gibi hissetmiştim.

Beni görünce çığlık atmasını bekledim, karşı çıkmasını ya da yardım çağırmasını ama başını omzuna indirdi ve gözlerimin içine bakmaya devam etti. Korkmadı bile.

Bir hayat. Koca bir yaşam. Senelerce, “Öldü,” demişti bana Harun Aktan. “İntihar etti, bir silahla dağın başında kendi kafasına sıktı ve öldü. Seni hiçbir zaman sevmedi Helin,” derdi. “Bencildi. Çocuk bakamazdı,” diye devam ederdi. “Ama ben sana bakarım, küçük kızım.” Senelerce beni annemden nefret ettirmek için uğraşmıştı ama ben hiç nefret etmemiştim; onun için nedenlerim olmuştu.

En çok ağladığım gecelerde, “Anne,” diye fısıldardım, “beni duyuyor musun?” Duymadığını sanıyordum ama duyabilirmiş, şimdi görüyordum. Belki de hissedebilirmiş. Karşımdaydı, ona doğru bir adım attım. Gözlerimden yaşlar akarken o bana, benim gibi bakmaya devam etti.

Senelerce bir anneye muhtaç yaşamıştım, hep derdim ki kendime, annem olsaydı daha farklı olabilirdi. Şimdi görüyordum, ben olsaydım annem daha farklı olabilirdi çünkü o artık bu dünyada değil gibiydi.

Önünde dizlerimin üzerine çöktüm, korkutmamaya dikkat ettim ama onun ruhundan korkuları alınmış gibiydi. Gözlerini gözlerimden ayırmazken, zorlukla nefes alıp veriyordu.

Bir hayat. Koca bir yaşam. Gözlerimin önünde yitip giden onca sene vardı. Bir ailem olabilirdi mesela. Annem olabilirdi, belki babam da olabilirdi. Bir de abim. Koza. Poyraz. Üçümüz yaşayabilirdik, hiçbir şeye muhtaç büyümezdik ama bunların hiçbiri yaşanmamıştı. En çok canımı yakan, karşımda onu gördüğümde hissettiğim özlem değil, geçen zamandı.

İnsan hiç görmediği birini özleyebilir miydi? Onu nasıl özlediğimi şimdi fark ediyordum.

Anne mi diyecektim? Diyemezdim. "Merhaba," dedim fısıldayarak.

Gülümsedi. Gözleri boş bakıyordu ama gülümsemesi sıcaktı. Hiçbir cevap vermedi. Beni tanımıyordu, bilmiyordu. Belki de öldüğümü düşünüyordu. Kendimi mi tanıtacaktım? Korkar mıydı?

Gözlerim ellerine kaydı, ellerinin tersi kurumuş yaralarla doluydu. Bakışlarım masaya döndü; bir ilaç kutusu ve iğne vardı. Uyuşturuluyor muydu? Hasta mıydı?

Yeniden mi ölecekti?

Elimin tersiyle gözlerimi sildim. "Çok güzel şarkılar dinliyorsun," dedim belki de dünyanın en saçma cümlesini kurarak. "Beraber dinlemek ister misin?"

"Bitti ki," dedi omzunu kaldırarak. Sakin ve dinlendirici bir sesi vardı ama çatallıydı. "Sürem bitti." Bunu söylediğinde radyonun şarjı bitti.

"Ya," dedim acıyla. Kırmızı ışıklar gözlerini daha mı acılı gösteriyordu yoksa daha mı hissiz?

"Sen kimsin?" dedi dolaşmış saçlarına dokunarak. "Yeni kız mısın?"

Yeni kız.

Acıyla yutkundum. "Hayır," dedim başımı iki yana sallayarak. "Ben…" Kızınım mı diyecektim? Korktum, bunu diyemedim. Korkmasın istedim. "Senin için buradayım, seni kurtarmak için."

"Kurtarmak mı?" Kaşlarını kaldırdı, sonra yüzüme yaklaşıp kulağıma fısıldadı. "Kurtuluş yok ki. Kurtulamayız."

Kokusu burnuma doldu, bir anne böyle mi kokardı? Ne çiçek gibi kokuyordu ne de bir orman. Kömür gibi kokuyordu. Yanık kokuyordu. Nedenini ise yakından saçlarına bakınca anlamıştım; yarısını yakmıştı. Bu anı kömür kokmuştu, annemin kömür kokusu.

"Kurtulmak istiyorsan," dedim sesim titreyerek. "Senin önüne siper olur, yine seni kurtarırım."

Kaşları havalandı. O an fark ettim, adını bile bilmiyordum. Onun hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Omuzlarını hiçbir şey bilmiyormuş gibi kaldırdı. Kollarındaki iğne izlerini gördüm. Bunların hiçbirini hak etmemişti.

"Tanışalım mı?" dedim elimi ona uzatarak. "Adın ne?"

Karşımda bir anne gibi değil, küçük bir çocuk gibiydi. Sanki nereye çeksem oraya gidecekti; bu yüzden bu cehennemde yaşıyordu. Yönlendirilmeye ihtiyacı olan, sevgi ne demek bilmeyen bir kadın.

Vücudu öne arkaya gitti, gözlerini tavana çevirdi. "Helin," dedi bir anda. Bana sesleniyor sandım ama öyle değildi, adını söylemişti.

"Adın Helin mi?" Sesim daha fazla titremişti. Harun Aktan bana annemin adını vermişti.

"Evet," dedi yine omzunu kaldırarak. "Helin diyor bana." Dudaklarını büküp bana döndü. "Senin adın ne?"

Acıyla yutkundum, zehir yuttuğumu sandım. Ona kızınım demedim ama belki beni hatırlar diye, "Saye," dedim tek nefeste. Helin diyemedim, diyemezdim. Sesim titredi yine, artık ellerim de titriyordu. "Anlamı gölge. Duydun mu bu ismi hiç?"

Gözlerindeki ifade değişti. Geriye çekilir gibi oldu, omuzlarının sarsıldığını hissettim ama aslında duruşu sarsılıyordu. Dengede durmakta zorlanıyor muydu? Onun omurgası bile olabilirdim, zamanın alıp götürdüğü dik duruşu olmak için kendimi feda bile edebilirdim.

"Kim koymuş ismini?" diye sordu korkuyla.

Benden mi korkuyordu, ihtimallerden mi?

"Annem," dedim sadece. Babam diyemedim ama görüyordum, Sadık Orhan söylediklerinde haklıydı. O belki de düşündüğüm kadar kötü bir adam değildi.

"Biliyor musun," dedi sessizce, ardından bana doğru eğildi. "Ben de anneydim."

"Sonra ne oldu?" diye sordum.

"Öldü çocuklarım." Tekil değil, çoğul konuştu. Koza'yı da beni de biliyordu. Biz ölmemiştik, bunu söyleyemedim. "Bir oğlum, bir kızım vardı. Oğlumu çok hatırlamıyorum," dedi başını iki yana sallayarak. "Ama kızımı hatırlıyorum. Sadece bir gün gördüm, sonra ellerimden kayıp gitti. Öğrendim ki ölmüş ikisi de. Bir evin içinde yanarak kül olmuşlar. Mezarları bile yokmuş, gitmek istemiştim. Götürmedi beni. ‘Yandı onlar,’ dedi. Külleriyle de yaşardım ama rüzgârdan uçmuşlardır." Gözleri pencereye döndü.

"Uçmuş mudur külleri?" diye sorarak tekrar ettim.

"Öyle söyledi," dedi, emri yerine getiriyor gibi. "‘Külleri uçmuştur, parçaları bile kalmamıştır,’ demişti." Başıyla pencereyi işaret etti. "Onları hep pencerenin önünde bekledim, rüzgârla gelirler belki diye. Her ateş, bana onları hatırlatıyor."

Ağlamaya başladığımda tırnaklarımı bacaklarıma geçirdim, kendimi ondan gizlemek istedim ama bir yandan da bir annenin gözyaşlarını silmesi nasıl bir duygudur, merak ettim.

"Onlar yaşıyordur belki," dedim nefesimi vererek. "Ölmemişlerdir." Pencerede bizi beklemişti, onun yanına pencereden gelmiştim.

Pencereye bakmaya devam etti. "Ben yaşamıyorum ama."

"Onları senin için bulabilirim," dedim sanki bir başkasından bahsediyor gibi. "Bunu ister misin? İsimleri ne?"

"Hatırlamıyorum," dedi sakince, ardından bir kez daha ellerini saçlarına geçirdi.

Hayatımın iki çizgisi vardı. Biri şu an yaşadığım hayattı, diğeri belki de annemle yaşayacağım o geçmişimdeki hayatımdı. Sadece birkaç saniye gözlerimi kapattım ve yine hayal kurdum. Karşımdaki kadın yanımdaydı, annemdi; belki Sadık Orhan da vardı. Küçüktüm, büyük değildim, olmak istemiyordum. Belki bir parktaydım, belki sadece dondurma yiyordum ya da belki öylece annemi ve babamı izliyordum ama acılar içinde değil, mutlulukla büyüyen bir kız çocuğuydum.

Geçen zaman, güzel kaderimi mahvetmişti ve ailesiyle mutlu yaşayacak kız çocuğu gerçekten kül olmuştu. Geriye kalan ise bendim; Saye değil, Helin. Saye gerçekten yanmıştı.

Gözlerimi açtığımda bana baktığını gördüm. Söyle, dedi bir tarafım. Ben senin kızınım, de, sarıl ona, bir anneye sarılmak nasıl bir hismiş, öğretsin sana. Ama diğer tarafım, korkutma onu, dedi. Alıştığı bir düzen vardı, eğer bugünden sonra ölürsem daha çok yıkılırdı ve belki de şimdi kendini affetmezdi.

Bunların hepsinden vazgeçtim. "Bir kere," dedim ona. "Ellerinizi tutabilir miyim?"

Kaşlarını kaldırdı, sonra düşünmeden ellerini bana uzattı. Onun elleri benimkiler gibi değildi, sadece korkunca titremiyordu, daima titriyordu. Sadık Orhan yine haklıydı.

Ellerim ellerini kavradı ve buz gibi teni avuçlarıma dokundu. Parmaklarımı elinin tersindeki izlerde dolaştırdım, kabuk bağlamış yaralarında gezindim. "Ellerinizi öpebilir miyim?" dedim bu kez. Yine şaşırdı ama başıyla onaylarken çenesinin titrediğini gördüm. Dudaklarımı ellerinin tersine bastırdıktan sonra avuçlarını öptüm.

Hep muhtaç olduğum, hissettiğim, hayalini kurduğum an, bu andı. Hapsolabilirdim, yok olabilirdim hatta artık ölebilirdim. Kalbimin içinde bir huzur vardı, bu huzur bitecekti, bunu da biliyordum. Çünkü bir eliyle saçlarımı okşadığında, "Senin de ellerin titriyor benimkiler gibi Saye," dedi bana. Adımı söyledi, onun bana verdiği adı. "Sana da mı kötü şeyler yaptılar?"

Bu anının şefkati, annemin ellerindeydi, saçlarımı okşuyordu.

"Çok kötü şeyler yaptılar bana," dedim başımı kaldırıp ona bakarken. "Çok kötü günler yaşadım. Ölmek istedim, öldürmek istedim, sevgisiz büyüdüm, işkenceler çektim, dışlandım, dövüldüm, itildim, kötüye koştum. Ama en çok annesiz büyüdüm. Bu en kötüsüydü."

Çenesi daha fazla titredi; saçlarımı okşarken, bütün o kirli dokunuşlar silindi. "Annene ne oldu?" Saçlarımı okşayan parmakları duraksadı.

"Bana da öldü dedi," diye yanıtladım.

"Yanmış mı o da?"

Gözlerim saçlarına kaydı. "Yakmak istemiştir belki kendini," dedim. "Ama külleri uçmamıştır."

Parmakları saçlarımı okşamaya devam etti. "Hiç mi güzel anıların yok Saye?" diye sordu bu kez. "Hiç mi mutlu olmadın benim gibi?"

Hayalini kurduğum başka bir anı da buydu. Annemin dizlerinin önüne otururdum ve ona kendimi anlatırdım, her şeyiyle. "Oldu," dedim. "Yeni arkadaşlar tanıdım, bir adama âşık oldum ve abim varmış, onu öğrendim." Gözlerinin içi gülümsedi. "Hayattan vazgeçmiştim, her şeyden ama umut beni buldu." Yüzümü eline yasladım. "Buradan kurtulmak istiyorsan seni kurtaracağım. Senin de güzel anıların olacak."

"Ben kurtulamam Saye," dedi elini saçlarımdan çekerek. "Benim güzel anılarım olamaz."

"Sana neler yaptı?" diye sordum acıyla.

Gözleri yeniden pencereye döndü, düşündüğümden daha uzun süre sessiz kaldı. Gözlerindeki hüzün öyle canımı yakıyordu ki ben de önceden böyle mi bakıyordum diye merak ettim.

"Hayatımı mahvetti," dedi. "Çoğunu hatırlamıyorum." Aklı başında mıydı yoksa değil miydi, anlayamıyordum. Dudaklarında bir tebessüm vardı, acılı bir tebessüm ama gözlerinin içi bazen gülüyordu. Bir bağımlı olabilirdi, belki de daha fazlası. "Ama vücudumda izleri var, onlar sadece acıları gösteriyor." Parmakları yeniden saçlarına kaydı, o söylemeden ne diyeceğini anladım. "Saçlarımı sevmiyorum," dedi başını kaldırarak. "Onun yüzünden."

Öyle yürekten anlıyordum ki onu, kalbim sanki kalbinin üzerinde atıyordu.

"Ama o saçlarımı seviyor," diye devam etti kısık sesle. Ardından bakışları bana döndü. "Çok kez saçlarımdan vazgeçmeye çalıştım ama başarılı olamadım. Beni anlıyor musun Saye?" dedi gözlerimin içine bakarak. "Bana yardım eder misin Saye?"

Yine o kırmızı ışıklı odadaydım; karşımda çocukluğum değil, annem vardı ve bu kez, acısını yaşayan ben değil, annemdi. Kaldırabileceğimden daha ağırını yaşıyordum.

"Ederim," dedim zorlukla ama ne diyeceğini biliyordum. Çaresizliği hissettim; aylar önce Yankı'ya hissettirdiğim o çaresizlik, şimdi tam karşımdaydı. Tek fark, annemin neler yaşadığını biliyordum. Sessizce ağlamaya başladığımda saçlarını omuzlarının önüne aldı, yarısı yanmış saçlarını gözlerimin önüne getirdi.

"Saçlarımı keser misin Saye?" dedi bana sakince. "Lütfen keser misin? Dayanamıyorum." Aylar önce aynı cümleleri ağlayarak ben de Yankı'ya kurmuştum. Gözyaşları içinde ona baktım. Ölmek istiyordu, ben de istemiştim.

Ona kurtarma sözü verebilirdim, hayatı vaat edebilirdim ya da ölümü ayaklarının dibine getirebilirdim. Ama her şeyden önce, onu bu acıdan kurtarabilirdim. "Keserim," dedim hıçkırıklarımın arasından.

Sanki neden ağladığımı biliyormuş gibi gözlerimin içine bakarak beni bekledi. Birkaç nefes aldım ama artık kalbim sıkışıyordu. Çöktüğüm yerden kalkıp yanındaki boşluğa sakince oturdum. Vücudunu bana çevirdi. Gözleri yüzümde gezinirken, arka cebimden Koza'nın neşterini çıkardım.

Beni kurtaran neşter, şimdi de annemi saçlarından mı kurtaracaktı? İç içe geçmiş bir hayatımız vardı; hep böyle devam edecekti, biliyordum. Saçının bir tutamını alıp neşteri saçlarına yan sürttüm, kısık sesli hıçkırıklarım ise birbirine karışıyordu. İlk önce bir tutam avuçlarımın içinden akıp gitti, sonra diğer tutama geçtim.

Yavaş yavaş, Yankı'nın benim saçlarımı kestiğinden daha kısa kestim, eğer onu kurtaramazsam hemen uzadığında canı daha fazla yanmasın diye.

Her saç tutamını saklamak isterdim ama hepsi acıydı, biliyordum. "Kız çocukları annelerinin kaderini yaşar, derler," dedi ben onun saçlarını keserken. "İyi ki benim kızım, benim kaderimi yaşamadan ölmüş. Yoksa kaldıramazdı."

Ellerim titremeye başladığında birkaç saniye duraksadım ve gözlerimi kapattım. Yanaklarımdan süzülen yaşlar çeneme ulaştığında, "Onu bulmak için çok uğraştın mı?" diye sordum.

"Çok," dedi. "Çok fazla." Acaba Sadık Orhan'ı hatırlıyor muydu? Diğer tutamı ellerimin arasına alıp onu da kestim. Siyah saçları kısacık kalmıştı ve ufacık, kalp şeklindeki yüzü daha fazla açığa çıkmıştı.

"Peki ya oğlunu?"

Sustu. Hiçbir şey söylemedi. Bir cevap vermesini bekledim ama devam etmedi. Saniyeler dakikalara dönüştüğünde saçındaki son tutamı da kestim ve kulak hizasındaki saçlarına bakarak, "Kestim," dedim solgun bir tınıyla. "İstediğini yaptım."

"Saye," dedi bu kez düşünmeden. "Beni öldürmeni istesem öldürür müsün? Benim ölmeme bile izin vermiyor."

Başımı iki yana salladığımda üçüncü kez, "Seni kurtaracağım," dedim ona. "Seni kurtaracağım, Helin. Söz veriyorum." Kendime sesleniyor gibiydim ama o benim annemdi. "Sadece beni bekle, olur mu? Saye gelecek, seni kurtaracak. Buna inan."

"Saye gelecek," deyip yatağa cenin pozisyonunda uzandı. "Beni kurtaracak." İnandı mı bilmiyordum ama bunu tekrar etti. Ona doğru eğilip yüzünü okşadım; tam o esnada, boynumdaki kolyeye gözleri kaydı. Sallanan kolyeye bakarken çenesinin gerildiğini hissettim.

Elim donup kaldığında parmakları anahtarı tuttu, başparmağı anahtarda gezindi. Nefes alıp verirken, gözleri gözlerime tırmandı. Yaşanmışlıkları gördüm; acıları, geçen zamanı ama en çok da sevgiyi. Dakikalar sonra ilk defa bana sevgiyle baktı.

"Hatırladın mı?" dedim sadece. Başka hiçbir şey söyleyemedim.

Anahtarı daha sıkı tuttu, yutkundu. "Hatırladım, Saye," dedi. "Ben seni hatırladım."