Yankı Sarca'nın güncesinden...
09.04.2020
Sevgili güzel kardeşim Nadir,
Bugün seninle paylaştığım bütün sırlarım, bütün mutluluklarım ve bütün gerçeklerim, sen yaşarken sana söyleyemediklerimden ibaret.
Merhameti Bartu'dan, direnmeyi Işık'tan, gülümsemeyi Mutlu'dan, feda etmeyi Lâl'den, bağlılığı Koza'dan, aşkı ise Helin'den öğrendim.
Sense bana hayatın yaşanması gerektiğini öğreten bir çocuk, bir adam, bir kahramandın.
Bugün senelerce elimde tutup okuduğum kitabı bıraktıysam nedeni sensin, nedeni aşk. Nedeni merhamet, direnmek, gülümsemek, feda, bağlılık.
İyi ki vardın, iyi ki varsın ve daima var olacaksın.
Hayata yeniden tutunmamı sağladığın için teşekkür ederim; sana verdiğim sözü tutmaya çalışacağım ve o düğümü hiçbir zaman çözmeyeceğim.
Son kez
"Sonuncu Sokak Nöbetçisi, Yankı"
Bazen geçmişte olan bir an, bir anı, bir nefes, bir resim, bir fotoğraf gelecekte karşınıza çıkabilirdi ve siz aynı şekilde hissetmeye devam edebilirdiniz.
On yaşında olmalıydım veya on bir. Belki de on iki, tam hatırlamıyordum ama yetiştirme yurdunda aylarım geçmişti, bundan emindim.
Mevsim kıştı, kar yağıyordu ve ben üzerimde ince bir pikeyle yatağımda yatıyordum. Herkesin yatma saati aynıydı, çoğu çocuk uyurdu fakat benim için uyumak çoğu zaman imkânsız olurdu çünkü Harun Aktan'ın yanından ayrıldıktan sonra her adım sesinde bile ürperiyor, yanımdan geçen her nefeste irkilerek uyanıyordum.
Yan yatağımdaki kız, geceleri uyurken durmadan kendi kendine konuşuyordu ve çoğunlukla ağlıyordu. Anne veya baba diye seslenmiyordu, bir erkek ismini sayıklıyordu. Kardeşi olabileceğini düşünmüştüm fakat birkaç ay sonra kendisini yetiştirme yurdunun ikinci katından aşağıya atıp intihar ederek sakat kaldığında o kişinin annesini öldüren kişi olduğunu öğrenmiştim.
Benden belki de birkaç yaş büyüktü fakat intikam yeminleriyle uyuyan bir çocuğu dinlemek fazlasıyla acı verici oluyordu.
Yine o gecelerden biriydi. Durmadan aynı ismi tekrar ediyor, dişlerini sıkıyor, yumruklarını yatağına geçiriyordu. Herkes o kıza o kadar alışmıştı ki duymuyorlardı bile ama ben tam uykuya dalacakken onu duyup uyanıyordum.
Acaba ben de böyle miyim, diye merak etmiştim. Kimin ismini sayıklayabilirdim? Dayımın ismini sayıklayamazdım çünkü ondan korkuyordum.
Uyuyamayacağımı anladığımda yatağımdan kalkıp parmak ucumda yürüyerek yatakhaneden çıkıyor ve görevliye görünmeden bahçeye iniyordum. O bahçede meşe ağacı vardı, onun altına oturuyor ve gün aydınlanana kadar gökyüzünü izliyordum.
Bunu neden yaptığımı bilmiyordum veya ne düşündüğümü de ama çoğu zaman orası sığınağım olmuştu.
O ağacın altına yine gittiğimde kar yağmaya devam ediyordu ve hava daha da soğumuştu. Hislerimden önce o soğuğu hâlâ anımsayabiliyordum. Öyle soğuktu ki bu bana dayımın evindeki kırmızı ışıklı odanın zeminini hatırlatıyordu.
Derin bir nefes alıp yeniden gökyüzüne baktığımda meşe ağacının dalında takılı olan küçük bir kutu görmüştüm. Etrafa bakınmıştım, kimse yoktu, buraya da benden başka hiçbir çocuk gelmezdi; hem beni sevmediklerinden hem de burayı ürkütücü bulduklarından ötürü.
Kaşlarım çatılırken o kutunun bana ait olduğu hissi içimi kavurmuştu ve uzanıp kutuyu o daldan almıştım. Kardan ıslanmıştı ama içine su girmediğine emindim.
Yeniden etrafıma baktığımda içimden bir ses birinin beni izlediğini söylemişti. Belki bir çocuk, belki beni yakalamak için bekleyen bir görevli, belki de bir yabancı.
Kutuyu tek seferde açabildiğimde içinden katlanmış bir kâğıt çıkmıştı. O yaşlarımda aşk hikâyelerine merakımdan olsa gerek heyecanla kâğıdı açmıştım. Belki de, diye düşünmüştüm, seneler önce burada büyük bir aşk yaşandı, birisi benim gibi bekliyordu ve o geri gelir diye bu kutu bırakıldı.
Fakat kâğıtta düşündüğüm gibi bir aşk mektubu çıkmadı, kâğıdın arkasında karmaşık el yazısıyla bir şeyler yazsa ön yüzü daha farklıydı. Bir çizim vardı.
Sırtı dönük bir kadın denizin kıyısında oturuyordu. Saçları uzun ve siyahtı, yüzünü göremiyordum ama dik duruşu o yaşımda bile hoşuma gitmişti. Deniz masmaviydi, kadının saçlarının siyahlığını ortaya çıkaracak kadar. Çizim ne çok profesyoneldi ne de çok amatör.
Güneş doğmak üzereydi, ileride güneşin ışığı vardı. Köşede bir ev duruyordu; küçük ama huzurlu. Hiçbir penceresinde kırmızı ışık olmayan bir ev.
Kadının iki yanında ise çocuklar oturuyordu. Bir kız ve bir erkek. Kızın saçları annesi kadar koyu olmasa da siyah tonlarındaydı; kâğıtta silikleşmiş, sanki sular düşmüş üzerine de aşınmış ya da silinmek istemiş. Belki de çizen kişi ağlamış, belki de yok etmek istemiş kızı, bilmiyordum ama zorlanmış o kızı çizerken. Dönük sırtı dik değil, kamburdu.
Diğer tarafında oturan erkeğin saçları altın rengiydi, güneşten bile daha sıcak. O da dik durmuyordu, o da diğer küçük kız gibi hafif öne eğikti ama ne olursa olsun fotoğrafa bakınca o huzuru hissedebilmiş ve gülümsemiştim.
Normalde zihnim bu tür anıları silmeye meyilli olsa da bu anıyı unutamıyordum çünkü görevli beni o ağacın altında, o çizimle yakalamıştı ve direkt nöbetçi müdirenin odasına götürmüştü. O çizimi de o anıyı da elbette ki unutamazdım çünkü müdireden yediğim tokatla yere düşmüştüm ve gözlerimin önünde o çizim parçalanmıştı. Ağzımda kan tadı, yanağımda sızı ve soğuk kış gecesi.
Yere, hemen yanıma o kâğıt parçaları düşerken, arkasında yazan cümleleri de okuyamadığımı fark etmiştim.
Zamanım yetmemişti, o çizimi incelemekten o yazıyı okuyamamıştım.
Ve şimdi o çizim karşımdaydı; diğer çizimlerin hemen yanında, panoya asılı. Paletlerin, kalemlerin, beyaz kâğıtların önünde, duvarda. Diğer çizimlerin hemen ortasında ama en büyüğü.
Koza kırmızı ışıklı odasını çizimlerle doldurmuştu ve boya kokulu kocaman odanın içi anılarla doluydu.
"Merhaba," diye bir ses yükseldi ardımdan, irkildim ama korkumdan değil, bütün bunlarla karşılaşmanın verdiği ağırlıktan. "Bir kez daha tanışıyoruz şu anda, küçük kardeşim."
Gözlerim diğer çizimlere kaydığında, kalbimin ortasında büyük bir acı yeşermişti. Kırmızı ışıklardan mı korkuyorum yine, diye düşünmüştüm ama hayır, korktuğum bu anıların verdiği acıydı.
Solda dayımın kırmızı ışıklı odası çizilmişti, altında bir tarihle. Benim kurtulduğum tarihle.
Kendisini çizmişti, bunu görebiliyordum. Yatağın hemen yanında yatıyordu, elleriyle yüzünü örtmüştü ve cenin pozisyonundaydı. Sırtı dönük bir gölge önündeydi. Elinde bir sopa tutuyordu, belki de kemer, bilmiyordum ama bu kişi Harun Aktan'dı. Yerlerdeki lekeler kan damlaları mıydı?
Kırmızı ışıklar sönmemişti ama açık pencereden güneş çarpıyordu. Güneş kurtulduğumu gösteriyordu, o kurtulamamışken.
Hemen altındaki çizimin içinde bir erkek ve bir kız çocuğu yine o odanın içindeydi fakat kırmızı ışıklar yanmıyordu, her yer aydınlıktı. Yatak derli topluydu, yerlerde kan lekeleri yoktu. Bir gölge yoktu. Yatakta yan yana oturan kardeşler, aydınlığa bakıyordu. Güneş parlak değildi ama dışarıda gece olmasına rağmen odanın aydınlığı iç ısıtıyordu.
Bu Koza'yla ikimizin başka bir evrendeki mutlu anımızdı; o odada kırmızı ışıklar olmadan, beraber büyüdüğümüz bir günden hem de.
Üst taraftaki çizimde o ve bir erkek çocuğu vardı. İkisinin de sırtı dönüktü, bir sokağın ortasında duruyorlardı ve birbirlerinin omuzlarına ellerini atmışlardı. Odanın her köşesi çizimlerle doluydu ama bu çizimi Koza'nın evinde değil, başka bir yerde bile görsem anlardım.
Direkt tanımıştım, Koza ve Yankı'ydı bu çünkü sokak lambaları yanmıyordu, Yankı'nın acısından olsa gerek, sokak lambasını yakmamıştı. İleride bir ev vardı, evin penceresinin kırmızı ışığı göz alıyordu.
O evin içinde belki de ben vardım, belki de beni kurtarmadan öncesiydi ama ikisi çizilmişti.
Canımı acıtan diğer çizim, gözlerimin dolmasına neden oldu çünkü yedi çocuk çizmişti. O kadar amatör bir çizimdi ki kaç yaşındayken çizdiğini bile düşünmek zorunda kaldım ama biliyordum, o çizimdekiler de bizdik. Beraber büyüseydik olacağımız kişilerdi. Bisikletler vardı, yedi çocuk bisikletlerin yanında ve yüzleri görünmese bile mutlu bir çizimdi.
Sırtımı kapıya yasladım veya duvara, farkında değildim ama acıyla titreyen dizlerim beni ayakta tutamıyordu.
Koza yalnızken ve belki de kimsesi yokken kendisini kardeşleriyle çizmişti.
Biz çizim daha vardı, Yankı'yla olan çiziminin yanında fakat bu çizimin yarısı yırtılmıştı. Bir kız çocuğuylaydı ve o Lâl olmalıydı.
Sol tarafta bütün Sokak Nöbetçileri'nin portreleri vardı. Çocuklukları üstte, büyüdükleri halleri altta. Bu yağlıboyayla yapılmıştı. Üzerine notlar yazılmış, sonra karalanmış; tarihler atılmış ama onlar da karalanmış. Bütün yaşadığı içsel hesaplaşmalar içinde yer almış, pişman olmuş ve yeniden intikam almak istemiş ama bir kez daha silmiş.
Sevmiş, vazgeçmiş sevmekten ve bir kez daha sevmiş; hepsini kendisiyle eş tutmuş.
"Kendimi Sonuncu'dan daha yakışıklı çizeceğimden emin olabilirsin," dediğinde keyiften uzaktı ama güldüğünü işitebiliyordum. "Elimden geldiğince onu çirkin çizmeye çalıştım fakat göt gibi de yakışıklı oldu."
Hepsini olduğundan daha güzel çizdiğinin farkında mıydı acaba?
Lâl'in fotoğraflarını banyo ettirdiği kırmızı ışıklı odasında bir fotoğraf görmüştüm, beşinin çocukluğundan kalan. Hepsinin mutlu olduğu, okul çıkışı çekilen bir fotoğraf.
İşte, o fotoğraf çizilmişti ama iki kişi daha eklenerek: ben ve Koza.
Fotoğraflar canlı olurdu, çizimler yani resimler ise hayallerle süslenirdi.
Koza hayallerini çizmişti.
"Bunlar," diye mırıldandığımda sol üstteki Işık'ın çizimini gördüm. Uzaktan, bir evin önünde. Hayalindeki ev, şu an bulunduğumuz ev. O evin önündeydi. Sırtı dönüktü ama Işık olduğunu duruşundan bile anlayabiliyordum.
Işık biliyor muydu? Sanmıyordum. Kim biliyordu bunu? Yankı biliyor muydu? Bu odaya girmiş miydi? Ne hissetmişti?
Aklıma Koza'nın hapishanede olduğu gün gelmişti, duvara yaptığı dört mevsim çizimi. Aslında o gün belli değil miydi? Bunu hiç düşünmemiştim, aklıma bile gelmemişti.
Aşağılarda kendini çizmişti; hiçbirinde yüzü yoktu ama altın rengi saçlarından onu direkt tanıyordum. Birinde yalnız başına bir yerde oturuyordu, birinde kalabalığın içinde yalnızdı, birinde bisiklet sürüyordu ama hepsinin ortak noktası yalnız olmasıydı.
Attığı tarihlerden de anlaşılıyordu. Sokak Nöbetçileri'nden uzaklaştığı zamana aitti.
Diğer tarafa döndüğümde iki erkek çocuğu gördüm, bir pasta ve mutluluk.
"Çamurdan pasta," dedi Koza derin bir nefes vererek. "O anın bir fotoğrafı olmalıydı," duraksadı, "ya da çizimi."
Gözlerimi ona çevirirsem hıçkıra hıçkıra ağlayacağımı biliyordum bu yüzden sessizce bakmaya devam ettim ve asıl olanı gördüm, gördüğüm ise başka bir şaşkınlığın daha bana uğramasına neden oldu.
Sergiye gitmiştik, o sergide duvarlarda çizimler vardı ve her biri Sokak Nöbetçileri'nden birisini simgeliyordu, Yankı'dan o çizimlerin anlamlarını istemişti. Hepimizin tutsak olduğu, ardından içinde belki de biz varken patlayacak o sergi.
Şimdi o çizimler de bu odanın içindeydi. Aslında biz Koza'nın sergisinin içindeydik, onun çizimlerini izlemiştik ve Yankı onları yorumlamıştı.
Kardeşlerinin duygularını tek tek çizen oydu.
"O patlamada hepsi yok olmuştu," dedi Koza, baktığım yeri gördüğünde. "Ben de yeniden çizdim."
"Bunları…" dediğimde yutkunmakta zorlandım ve başımın döndüğünü hissettim. "Kim biliyor?" Başka cümleler kurmak istedim, bunu anladı ve beni bekledi. "Kim Koza?" diye fısıldadım. "Kim hayallerini çizdiğini biliyor?"
"Hayaller mi?" dedi şaşkınlıkla. "Bu çizimler aslında benden alınanların hatırlatması."
Kendini kandırıyordu, öyle değildi. O çizimlerin içinde sevgi vardı, hislerle doluydu fakat ona bunu söylemek istemedim çünkü kendisini kandırmak hoşuna gidiyorsa bu şekilde devam edebilirdi.
"Kim biliyor?" diye sordum bir kez daha.
"Sen," dedi ve sesindeki şaşkınlığı hissettim. Buna hazırlıksız mı yakalanmıştı, gizlemek mi istiyordu yoksa kızgın mıydı? "Bir de Nil."
Gözlerim irileşti ve odanın ortasına yürüdüm. "Yankı bilmiyor mu?"
Dilini damağına vurdu. "Küçükken bir şeyler çizdiğimi biliyordu da bu kadarını tahmin etmemiştir. Belki de etmiştir, bilmiyorum. Sonuncu'ya akıl sır ermez ama Nil biliyor. Bazılarını gördü, bazılarını görmedi ama asıl olan ne anladığıydı bu çizimlerden. Bunu bana hiçbir zaman söylemedi."
İkisinin arasındaki o derinliğin içinde boğulacakmışım gibi hissettiğimde başımı iki yana sallayarak o düşüncelerden kaçmak istedim.
"Onu bu kadar güzel çizdiğini biliyor mu?" diye sordum Işık'ın çizimine dönerek. "Bu hoşuna giderdi."
Gülümsediğini hissettim veya bunu diledim. "Onu ilk çizdiğimde çocuktum," dedi, ardından odadaki büyük dolaba yürüdü. O dolabın içinde de mi çizimler vardı? Kalbim daha fazla sıkıştı. Dönük sırtına bakarken kamburu çıkmış gibi hissetmiştim.
Bir dosya çıkardı, orta boylardaki defteri karıştırıp bir çizimi aldı ve arkasına dönüp bana gösterdi. Gözlerindeki umudu gördüğüm anda bir parçamın dağıldığını fark ettim. "Bak," dedi bana yaklaşarak. "Bu ilk Nil çizimim."
Defteri bana uzatırken gözlerimi gözlerinden bir an olsun ayıramıyordum. Dün gece dizime yatıp Peter Pan okuduğum Koza yani abim Poyraz, şu an bana kendini mi açıyordu?
Defteri aldığımda gözlerimi ondan zorlukla ayırdım ve Işık'ın yüzüyle karşılaştım. Küçüktü, belki on üç yaşında belki de daha küçük. Yemyeşil gözleri, sarı saçlarıyla bir odada oturuyordu. Bembeyaz duvarların etrafında yazılar vardı; Işık ortadaydı ve gülümsemiyordu.
Rehabilitasyon merkezi, diye geçirdim içimden ama ona dönüp söyleyemedim.
Defteri şöyle bir çevirdiğimde mezarlık çizimiyle karşılaştım fakat Koza, bir an bile düşünmeden defteri elimden çekip aldı, ardından, "Bazı çizimler, sırlarla doludur," diye mırıldandı. "Ve bu sırlar benim olmak zorunda değil."
Saygıyla onu onayladığımda sessizliği karşılıklı paylaştık. Ne kadar süre sessiz kaldık, bilmiyordum ama gözlerini kaçıran ilk kişi o oldu. "Eğer bu oda intikam odan ise," diye karşı çıktım. "Neden gizlemek istedin benden?"
Mantıklı bir yanıt vermesini bekledim ama bir süre düşündükten sonra, "Bilmiyorum," diye mırıldandı. "Belki de kendimi çıplak hissediyorumdur, belki de..." Söylemek ile söylememek arasında kaldı ve en sonunda nefesini verdi. "Belki de utanıyorumdur. Aslında küçükken yaptığım çizimlerim de vardı, Helin." Sustu, devam edemedi ya da etmek istemedi.
Yine de sordum. "Ne oldu onlara?"
Arkamdaki boş tuvale bakıp, "Annemi çizmiştim," dedi, "fotoğraftakilerden daha belirgindi yüzü. En azından benim için." Ellerini ceplerine yerleştirdiğinde bana bakmamak için direniyordu. "Hepsini yırttı attı o." O. Babam değil, dayın değil, Harun Aktan değil; o. Hâlâ adını söylemeye bile korkuyordu. "Sonra da beni kemeriyle saatlerce dövdü, ardından kendisini çizmemi istedi." Bakışları bana döndüğünde kırmızı ışıkların mavi gözünü gizleyemediğini görmüştüm. "Benim de ona direndiğim zamanlarım oldu, Helin. Defalarca dayak yesem de çizmedim onu." Eliyle o yatağın oradaki çizimi işaret etti. "Sadece bu şekilde onu çizebilirdim ve öyle kaldı, bütün çizimlerde bir gölge gibi."
"Onu," diye mırıldandığımda tırnaklarım avuçlarıma batıyordu. "Başka şekillerde de mi çizdin?"
Kaldıramazdım bundan daha fazlasını. O yatağın dibinde cenin pozisyonunda yatan Koza'dan daha fazlasını kaldıramazdım. Sorduğuma bile pişman olmuştum çünkü gösterirse bakamazdım. Bakarsam kendimi görürdüm.
Gözleri, yumruk yaptığım ellerime kaydı, ardından gözlerime tırmandı. Göstermek istedi mi, istemedi mi, bilmiyordum ama ne hissettiğimi anladı. Anladı ki omzunu kaldırarak, "Bir yerlerde duruyordur," dedi. Hayır, yerini ezberlemişti. "Çok önceden çizmişimdir." Hayır, belki de birkaç gün önce çizmişti. "Acıtmıyordur belki artık." Acıtıyordu, titreyen sesinden anlıyordum. "Çocukken olmuştur," dedi. Çocukken acıyan yaralar büyüdüğünde izlere dönüşürdü. "Geçip gitmiştir." Geçip gitmemişti.
Nefesimi verip gözlerimi ondan çevirdim ve yeniden bana yetiştirme yurdundayken kutuyla hediye ettiği o çizime bakarak, "Bir kendine, bir bana mı çizdin?" diye sordum.
Şaşkınlıkla, "Hatırlıyor musun?" diye sordu.
"Hatırlıyorum."
"Unuttun sanıyordum," diye mırıldandı.
"Unutmak mümkün değildi, Koza," diyerek iç çektim. "Bu resim yüzünden yediğim tokadın acısını hâlâ taşıyorum. Saklayamadım, yırtıp attılar." Omzumun üzerinden ona baktığımda acıyla yutkunduğu gördüm. "Arkasındaki nota ne yazdığını da bilmiyorum." Kaşları havalandı. "Okuyamadım, yırtılan parçalardan gördüm. Ne yazmıştın? Hatırlıyor musun?"
Bir karar aşamasında gibiydi. "Çok acıdı mı?" diye sordu, daha önce sorduğu gibi. "Tokat yani."
Gülümsediğimde, "Tek bir tokat benim için çocukken ödüldü, Koza," diye mırıldandım daha önce söylediğim gibi. "Acısa da bu kadarla bittiği için minnettar kalıyordum."
O gün beni izleyen sadece görevli değildi demek ki, diye düşündüm. Abim de o gün beni izliyordu ama yanıma bile gelmemişti. Görevli beni götürürken görmemiş miydi? Neden engellememişti?
Bütün bu sorularımı sanki duymuş gibi, "O not, çocuk olan Koza tarafından yazıldı," dedi. "Seni yalnız bırakan Koza tarafından. Gerçekten merak ediyor musun?"
"Ediyorum," dedim diğer söylediklerini duymazlıktan gelerek. "Eğer aklındaysa bana söyler misin?"
"Söylemem," dedi, ardından panoda asılı olan o çizime ilerledi. "Ama senin okumanı sağlayabilirim." Panodan çizimi çıkarırken duraksadı ve bana döndü. "Lütfen içinden oku, olur mu?"
Başımı aşağı yukarı salladığımda büyük çizimi çıkarıp birkaç saniye düşündükten sonra verdi ve geriye bir adım attı.
İçimde bir şeyler dağıldı, ardından geri toparlandı. O Helin'dim. Ağacın altında oturup o kâğıt parçasını okuyan Helin'dim. Ruhumla, sırtımdaki izlerle, yüzümde az sonra oluşacak tokat iziyle ve ağzımdaki kan tadıyla. O Helin'dim ama yalnız değildim.
Derin bir nefes verip çizimin tersini çevirdim.
"Sevgili kardeşim, Helin, belki de Saye. Sen büyük ihtimalle Helin ismini kullanıyorsun ama annem sana Saye ismini vermek istemiş, bunu onun günlüklerinden okudum."
Günlükler. Bakışlarımı ona çevirdim, hangi satırı okuduğumu bile anladı ama gözlerini kaçırdı.
"O günlükte diyordu ki annem; Sayem, seni isteyerek kucağıma almak istiyorum, saçlarını sevmek ve göğsüme yatırmak. İlk defa bir çocuğumu sevgiyle kucağıma alacağım. Masallarla uyutacağım, korkulardan arındıracağım ve seni çok seveceğim. Zorla değil, isteyerek seni büyüteceğim. Sevginin çocuğu olacaksın, nefretin değil." Nefesimi verip gözlerimi kapattım, yutkunmakta zorlandım. Annemin bana olan sevgisi ve Koza'ya karşı olan hisleri bu satırların içindeydi.
Bir çocuk annesinin günlüğünü okuduğunda kendisine olan sevgisini görmek isterdi; Koza, kendi nefretini okumuştu.
"Sevgili kardeşim, Saye," diye devam ediyordu o not. "Ben bir nefret çocuğuyum, annem beni hiçbir zaman sevmezken seni çok sevmek istemiş. Masallarla büyütmekten bahsetmiş, bana hiç okumak istemedi. Belki de ben masallardaki kadar güzel değilim diyedir ya da bu dünyaya gelişim bile masallara yakışmıyordur, kim bilir?"
İçimden okuyordum ama kendi sessiz hıçkırıklarımı duyduğumda ağladığımı o an fark ettim.
"Annem günlüğünün her sayfasında seni yazdı, Saye. O şu an nerede, bilmiyorum ama bir yerlerde seni beklediğine ve sevdiğine eminim."
"Annemin ölmediğini," diye inledim. "O zaman bana söylemiştin aslında."
"Kendimi tanıtmadım, değil mi? Ben Koza. Sadece Koza. Bu kadar. Daha fazlası yok. Ailesi olmayan, yalnız Koza fakat beni hatırlarsın diye söylüyorum, seni o kırmızı ışıklardan kurtaran çocuklardan bir tanesi. Ben abin Koza." Başımı acıyla iki yana salladığımda kâğıdı göremiyordum çünkü her şey bulanıktı. Acı, göğüs kafesimdeydi. Nefes almakta bile zorlanırken hıçkırıklarım daha da yükseldi.
"Ve hiçbir zaman abin olmak istemeyen Koza çünkü çok utanıyorum." Elimin tersiyle gözyaşlarımı sildim. "Çünkü ben sevginin çocuğu değilim ve annem bile beni kabullenmemişken sen hiç kabullenemezdin beni. Sana o kadar acıyı yaşatan adamın kanından olmamı kaldırabilir misin? Kendimi bazı günler ona benzettiğim için ölmek istediğimi duysan yine de beni kabullenmek ister misin?"
Nefesim kesildiğinde gözlerimi ona çevirdim ve aynı acıyla bana baktığını gördüm.
"Kaderimizin aynı olması çok acı ama bilmeni istiyorum ki kaderini değiştirip senin yerine kendini feda eden bendim. O gün, seni kurtardıktan sonra o adama kendimi feda ettim ve kırmızı ışıklar senin için sönse de benim için yanmaya devam etti. Dayak yedim, itildim ama büyüdüm. Büyüdüm, seni görmeye geldim ve kendimden bir kez daha utandım, ardından utancımın bir nedeninin de seni kıskanmak olduğunu anladım."
Saç köklerimde Harun Aktan'ın ellerini hissettim; artık içinde bulunduğumuz kırmızı ışıklar korkutmasa da beni mahvetmeye başlamıştı.
"Bu beni kötü biri yapar, biliyorum ama kendini kurtaramamış bir çocuk olarak senin için hiçbir çabam yok. Büyüyeceksin, acıyla, hırsla ve nefretle. Tıpkı benim gibi. Tamamen büyüdüğünü hissettiğimde benimle olacaksın. Annem tarafından sevildiğini bileceğim, hiç sevilmeyen abin olarak." Başımı iki yana salladım.
"Bir gün beni hiçbir zaman affetmeyeceğin hatalara sürükleyeceğim seni ama sen annem tarafından sevildiğin için her zaman önde olacaksın."
Bir çocuğun kıskançlık cümleleriydi; halbuki Koza bunları yazarken benden yaşça büyüktü. O aslında nasıl da büyümemişti.
"Ve bir gün sana başka bir hayatımızdan bahsedeceğim. Kardeşlerimizin olduğu bir hayattan. Seni kurtardığım gün eğer o hayatı tercih etseydim nasıl da mutlu olacağımızdan söz edeceğim. Hem de sen o hayatın içinde bir kuklayken."
Büyümüştüm, o hayatın içindeydim ama büyüdüğümde o hayata dahil olmuştum. Kim bilir bu notu yazan çocuğun nasıl intikam yeminleri vardı ve beni kim bilir nasıl kullanacaktı da bunları yazmıştı.
"Burada aklından geçen planların yarısını bile hayata geçiremedin, değil mi Koza?" diye sordum acıyla yüzüne bakamazken. "Çünkü o hayatı daha çok seviyorsun ve ailen bildin. Başaramadın Koza; beni kırdın, yaraladın ama hepsi bu kadar bile değildi, değil mi? Daha fazlasıydı." Cevap vermesini bile beklemedim çünkü biliyordum, öyleydi.
"Bu çizimdekiler sen, ben ve annem. Bu da başka bir hayat. Annemin ikimizi de sevdiği bir hayat. İki kardeş ve anne. Hiç yaşanmayacak ve büyüsek de bir daha gerçekleşmeyecek bir hayat. Bu çizimdeki Saye'yi seviyorum, bu çizimdeki Helin'i de seviyorum." Annemden söz ediyordu Helin dediğinde. Bu kadarı fazlaydı. Ayakta duramayacak gibiydim.
"Bu çizimi neden sana verdiğimi ve bunları da neden yazdığımı bilmiyorum. Belki de Önder'in söylediği gibi bir pislik olmaktan vazgeçmişimdir ya da babamın deyimiyle: onun tohumu. Belki de seni seviyorumdur. Belki de senden bir ışık bekliyorumdur. Belki de kurtulmak istiyorumdur. Belki de iyileşmek istiyorumdur. Belki de yaşamak istiyorumdur."
Sırtımı duvara yaslayarak yere çöktüğümde kâğıdı aşağı indirdim ve hıçkıra hıçkıra ağladım. Öyle derin nefeslerle ağladım ki bir an nefesim kesildi ve elim göğüs kafesime gitti. Koza karşımda benimle aynı hizaya geldi ama ona bakamadım bile. Sadece geçip giden zamana, bu notu bana hiç okutmayan o yetiştirme yurduna, yaşadıklarına, yaşadıklarımıza, nefretime, nefretine, acılara, izlerimize, hiç yaşanmamış o hayatlara ağladım.
Öyle bir ağladım ki ağlarsam geçer sandım ama geçmedi.
"Nefretime mi ağlıyorsun?" diye sordu çekinerek. "Sana yaşattıklarıma mı?"
Bunları nasıl düşünürdü? Hiçbiri değildi. Bana yaşattıklarının, yaşadıklarımızın hiçbir anlamı şu an yoktu. Tek düşündüğüm, geri gelmeyecek geçmişte çektiğimiz acılardı. Birkaç saniyeyle mahvolan bizdik.
Duvarlardaki çizimlere bakarken bizi Sokak Nöbetçileri'yle hayal edip çizmesine ağladım, sorumlulara ağlamadım, bu sorumluluğu kaldıran çocukluğumuza ağladım. Yalanlarla büyümeme, ondan habersiz devam etmeme, belki de bir caddede yürürken yanımdan öylece geçip giden Sokak Nöbetçileri'nin varlığından habersiz olmama. Yalnız büyüdüğümüz zamanlara, eksikliğimize.
Onun bana yaptıklarından ağlayacağım daha fazla şey vardı ve o hâlâ kendini sorumlu tutuyordu.
Aslında Koza da çocuktu bunları yaparken ve büyüdüğünde devam etmesi bir anlam ifade etmiyordu çünkü o hiçbir zaman büyümemişti.
Beni merdiven basamaklarında yalnız başıma bırakıp gitmesi, bir asker gibi görmesi, kukla demesi, bir abi gibi korumak yerine bir patronum gibi davranması... Bütün bunlar aslında bir çocuğun intikam oyunuydu, karşımda durmadan büyümemek için direnen bir çocuk vardı.
Göğsümdeki acı daha fazla katlandı ve yeniden kâğıdı havaya kaldırdığımda son satırlarını zorlukla okudum.
"Bu mektubu birkaç gün içinde yazdım, Saye. Karmaşık gelebilir, anlamsız da ama artık karar verdim." Bir cümlenin üzerini karalamıştı fakat bulanık bakan gözlerime rağmen anlamıştım, sevgiden söz ediyordu.
"Neden beraber bir hayatımız olmasın? Belki de sen annem gibi değilsindir ve beni kabullenebilirsin, olmaz mı?"
Kırmızı ışıklar şu an korkutmuyordu ama artık öfke vardı, büyük bir öfke. Kim bilirdi ki Helin Aktan'ın kırmızı ışık korkusunun yerini, çalınan geçmişin öfkesi alacaktı.
"Eğer beni bütün yaşattıklarıma rağmen kabulleniyorsan seni kurtardıktan sonra Umut'un götürdüğü inşaata gel. Orada yeniden buluşalım. Bir hayatımız olsun; seni kıskanmadığım, içimde iyiliğin büyüdüğü ve beraber bir hayatımız. Aile olabilir miyiz, bilmiyorum ama aile olmak için çabalarız. Ben de iyi biri olmak için elimden geleni yapacağım."
Bu satırlar, belirli aralıklarla yazılmıştı, biliyordum. İlk başta nefret vardı, sonra kıskançlık, ardından sevgi ve en sonunda muhtaçlık. Beni istemişti, eğer okuyabilseydim ve gitseydim bu adam olmayacaktı.
Işık'ın çocuğu olabilecekti, bu kadar kırılmayacaktık, bu kadar yaralanmayacaktık. Hiçbir şeyden haberim yokken bile her şeyi iyileştirebilecektim. Geçmiş, geleceği onarabilecekti.
"Eğer gelmezsen sevgili kardeşim, ben kötü bir adam olacağım. Babama dönüşeceğim ve korkuyorum, çok korkuyorum. Ben o kötü adama dönüşmek istemiyorum. Annem sevmiyorsa bile sen beni sev istiyorum."
"Abin Koza"
Kâğıt elimden düşerken ellerimle yüzümü kapattım ve dizlerimi karnıma çektim. Odanın içini ağlama seslerim doldururken onun karşısında güçsüz görünmeyi aylar sonra umursamadım.
Kaybedilen anlar vardı, acılarla beraber. Kendimi suçluyordum, hiç suçlu değilken bile.
"Seni o kutuyu alırken gördüm," dedi Koza; onun da sesinin titrediğini işittim ama yüzüne bakamadım. "Sonrasını bilmiyorum ama gelmedin. Seni o inşaatta saatlerce bekledim ve gelmedin. Annemden sonra senin de beni sevmediğini fark ettim, bu şekilde kabullenilmeyeceğimi." Başımı iki yana sallarken ellerimi yüzümden çektim ve ona acıyla baktım.
"Benim bir ailem yoktu," dedim kelimeler ağzımdan zorlukla dökülürken. "Ne yaparsan yap, ilk sana koşardım. Eğer o notu okusaydım bir an bile düşünmez, gelirdim Koza. Yemin ederim gelirdim ve severdim de seni." Artık onunla konuşurken iki kez düşünmediğim anların içindeydim. "Ben de muhtaçtım Koza. Sana muhtaçtım, varlığını hiç bilmiyorken bile."
O notu okuduğumu sanıyordu, okuduğum halde gitmediğimi. Onun ardından bütün intikam oyunlarının içine düşmüştüm. Onu hapishanede gördüğümde tanımadığımı da mı fark etmemişti?
"Notu okumadığını çok sonra fark ettim," dedi; gözlerinin dolduğunu gördüm onun da. "Hatta uzun bir süre Sonuncu'yla bir oyununuz olduğunu düşündüm, ta ki sana abin olduğunu söylediğimde gözlerindeki o duyguya kadar."
"Hangi duygu Koza?" dedim acıyla. "Nefret mi diyeceksin?"
"Hayır," dedi kısık sesle. "Muhtaçlık. O gün bana ihtiyacın olduğunu anladım."
"Ama yine de devam ettin," dedim ağlamayı sürdürürken. "Sorabilirdin, söyleyebilirdin, kendini gösterebilirdin ama kuklan oldum. Askerin oldum. Affetmedin beni. O notu okuduğuma inanmak seni daha çok rahatlattı, değil mi Koza? Çünkü geçip giden zaman ve benim yaşadıklarım diğer türlü vicdanını daha çok sızlatırdı."
"Hesaplaşma zamanı mı?" diye sorduğunda artık onun da sessiz kalmayacağını fark etmiştim. "Gerçek bir hesaplaşma mı?"
"Lanet olsun," diye inlediğimde yumruklarımı dizlerime geçirdim. "Sen benim varlığımı bilerek büyüdün, bu bile büyük bir ödül ama ben kendimi yapayalnız hissediyordum Koza. Böyle bir yazı yazacağım kimsem yoktu; bu bile rahatlatıcı, biliyor musun? Ama yoktu! Öyle yalnızdım ki kendimden hatta kendi çocukluğumdan bile başka konuşacak kimsem yoktu! Bu ne demek, biliyor musun? Beni anlayabiliyor musun?"
Öfke miydi kustuğum? Hayır, öfke değil, acıydı.
Çenesi kasıldı ve dolan gözlerine büyük bir acı oturdu. "Harun Aktan'ın ellerinden kurtulduktan sonra normal bir hayat mı yaşadım sanıyorsun? Dövüldüm, itildim, dışlandım, ölmek istedim, ölmek için yollara çıktım ve hiç sevilmedim. Hiç sevilmemeyi hissettim ben Koza. Bu ne demek, biliyor musun peki? Bir çocuğun hiç sevilmediğini hissetmesi ne demek, biliyor musun?" Titreyen elimi ona salladım. "Beni seviyordun, değil mi?" Acıyla haykırışım vücudumu titretti. "Bu yazıda beni sevdiğini okuyorum, Koza! Bu beni mutlu etmiyor!" Gözlerimi tavana çevirdim.
"Yemin ederim mutlu etmiyor çünkü beni hiç sevmediğini düşündüm, küçücük bir çocukken bile ve bu da beni rahatlatıyordu. Ama ben hiç sevilmeyen bir çocuk değilmişim ve benim bir abim varmış, uzaktan da olsa beni seviyormuş!"
Benim bir abim var. İlk defa bu cümlenin varlığını kalbimde hissediyordum, en derinlerde. Benim bir abim vardı, Poyraz veya Koza, fark etmez ama beni seviyordu.
Kısık sesle, belki de duymayacağını düşünerek, "Vicdanın hiç mi sızlamıyor?" diye sordum. "Yoksa artık sevmiyor musun?"
Birden ayağa kalkıp, "Vicdanım sızlıyor zaten!" diye bağırdı boğuk bir sesle. "Mahvoluyorum! Her yaptığım için vicdanım sızlıyor ve kendimi affedemiyorum! Anlamıyor musun? Bu vicdanlı adama döndüğümde pişmanlıktan ölüyorum ben ve bu yüzden aynı nefretle devam etmeye çalışıyorum! Açıklamalarımın hepsi yersiz oluyor çünkü birçok şey yaşandı, canlar yandı! İsteyerek yaptım ama istemeyerek acı çekiyorum!"
Susmadım; öfkeme yenik düşüp, "Benimle paylaşabilirdin!" diye haykırdım. "Yanında olabilirdim! Bir yol çizilecekse iyi ya da kötü seninle olabilirdim! Çektiğin vicdan azabını geçirmek için..."
"Geçmiyor!" Bir anda arkasında duran boya kutularını fırlattığında, "Bu şekilde yaşanmıyor!" diye bağırdı. "Sana yaptıklarımla, Nil'e yaptıklarımla!" Dişlerini sıktı ve tuvalleri fırlattı. "Eğer o kız bana bunları yapmasaydı, bütün bunlar da olmayacaktı. Bu notu bile yazmayacaktım sana çünkü hep beraber yaşıyor olacaktık!" Lâl'den bahsediyordu ama nefretten çok canının acıdığını duyabiliyordum. "Her şeyin suçlusu o." Etrafı öfkeyle dağıtırken kendime daha çok sokuldum ve sadece içindekileri dökmesini bekledim, çıldırmış gibiydi.
"Sen sadece kendine bir suçlu arıyorsun!" diye karşı çıktım. "İçini rahatlatıyorsun!" Dayanamadım ve yüksek sesle, "Benim seni affetmem ile senin Lâl'i affetmen arasındaki farkı söyle!" diye haykırdım. Titreyen elleriyle bana baktı ve gözleri irileşti. Bütün o nefret kalktı, yerine acı oturdu, ardından dişlerini sıktığında sırtını bana döndü ve çizimlere baktı.
"Beni sen de affetmiyorsun," dedi kısık sesle, sonra yeniden sesi yükseldi. "Beni hiçbir zaman sevmek için çabalamıyorsun." Başımı iki yana hayal kırıklığıyla salladım ama görmedi. "Beni içten içe kabullenemiyorsun." Omzunun üzerinden bana baktığında yutkunduğunu gördüm. "Belki de geçmişimi mahvedenleri affetmediğim için kimseden de af dilemiyorumdur, Helin." Yeniden tamamen bana döndü. "Ulan, belki de bir kez bile benden af dilenmediği için nasıl affedilir bilmiyordum ya da nasıl af dilenir."
"Bunlar benim kendi içimde defalarca tekrar ettiğim cümleler," diye fısıldadığımda titreyen sesimi gizleyemiyordum. "Kendini dünyanın en kötü adamı ilan et, herkesi mahvet; kabuğuna çekildiğinde sevgin seni öldürecek, Koza."
"Sevgim mi?" diye sordu acılı bir gülümsemeyle. "Ben o yüzden bir kere öldüm, babamı sevmeye çalıştığımda." Bir bıçak, bu cümleden daha az canımı yakardı. "İnsan kendi babasını bile sevemediğini fark ettiğinde, o aptal sevgi iyileştirir de öldürür de cümlesine inanmıyor."
Elimle duvardan destek alarak ayağa kalktım; bizi hep beraber çizdiği o hayale zorlukla yürüdüm ve parmağımla işaret ettim. "Bunu yaptıran nefret mi?" diye sordum.
"İntikam," dedi.
"Kandır kendini," diye karşı çıktım. "Ben artık her şeyi görüyorum ve anlıyorum."
Koza'nın yeniden gözleri doldu fakat bu kez benden gizlemedi. "Bu ne demek?" diye sordu.
"Seni artık tanıyorum," diye mırıldandığımda bunun onu rahatsız edip etmeyeceğinden habersizdim.
Koza'nın bir gözünden yaş aktığında, "Ve bu ne demek?" diye sordu. "Geçmiş, geçmişte kaldı, mı demek?" Çaresizliğini işittim. "O yazıyı şu an okumanın bir anlamı yok, mu demek?" Başını iki yana salladı ve bana doğru yarım bir adım attı. "O zaman severdim ama şu an bu yaşananlardan sonra sevgi yok, mu demek?" Hırsla gözünü sildi. "Affedemem, mi demek Saye?"
Şaşkınlık mıydı yoksa çaresizlik miydi nefesimi kesen, bilmiyordum ama Koza ilk defa benden onun dilinde af diliyordu. Belki de ben öyle istiyordum ama gözlerindeki o muhtaç ifade, ilk defa bu kadar yalındı.
"Severdim, dedin az önce," dedi dudakları bükülürken. "Seviyorum demedin. Zaman geçse de aramızdaki iyileşmez mi yani?"
Çaresizdi, muhtaçtı. O merdivende beni bırakan, karşıma geçip askeri olduğumu söylediği zamanlardaki adamla uzaktan yakından alakası yoktu.
"Pişmanım," dedi bomboş bir sesle. "Eğer duymak istediğin buysa sana yaşattığım her şey için pişmanım." Af nasıl dilenir, özür nasıl dile getirilir bilmiyordu ama gözleri bunu haykırıyordu.
Ben de gözümden akan yaşları sildiğimde titreyen ellerini görmezlikten gelemiyordum.
"Bir gün bunu söyleyeceğimi hiç düşünmezdim hatta kendimden bile beklemezdim ama bana o adamın yanındayken abi dedin ilk defa, o gün benim yaralarım sarıldı sanki." Kurtar, demiştim, duymuştu. "Yine kendimden beklemezdim ama bana bir kez daha abi demen için her şeyi yaparım."
Kırmızı ışıklar yanıyordu, duvarlarda acılı geçmiş ve güzel hayaller vardı.
Bir de ben ve Koza. Helin ve Koza. Saye ve Poyraz. Abi ve kardeş.
Onu hiçbir zaman affedemeyeceğimi düşündüğümde hatta bunun için yeminler ettiğimde bile onu affettiğimi yeni fark ediyordum. Yaralarım derindi, geçecek gibi değildi, düşündüğümde hâlâ canımı yakıyordu ama onu affetmiştim. Bende açtığı yaralardan ona söz edemezdim, bunu yapamazdım.
"Senin varlığını öğrendiğim gün," diye fısıldadığımda boğazım kurumuştu. "Benim de yaralarım o an sarıldı sanki." Sonradan daha derin yaralar açmıştı ama bunu söylemeyecektim. "Eğer bilmek ve duymak istiyorsan, ben seni affettim." Gözlerinde acı, umutla yer değiştirdi sanki. "Ve annemin seni istememesi de Harun Aktan'ın oğlu olman da umurumda değil, ben seni seviyorum."
Gözleri açıldı, burnunu çekti ve ağladığını gizlemeye çalışmadan, "Seviyor musun?" diye sordu. "Gerçekten mi?"
"Seviyorum," dedim hiç düşünmeden. "Ve hep sevdim."
Eli havaya kalktı, ardından bir adım attı, sonra duraksadı ve cesaretsiz bir şekilde eli aşağıya indi. Omuzları düştüğünde korkusunu hissedebiliyordum. Benden mi korkuyor diye düşündüm çünkü yüzüme bakamıyordu. Yine adım attı ama geriye çekildi. Düştüğü ikilem yüzümde acılı bir tebessüm oluşturdu.
"Bir kez sarılır mısın bana?" dedi Koza nefesini vererek. "Bir kez yüzüme bakarak abi der misin? Bir kez Helin, çok ihtiyacım var buna." Başını eğdiği yerden kaldırmadı. "Ben bu duyguyu çizmeyi değil, gerçekten yaşanmayı istiyorum."
Boğazıma yeni bir yumru oturdu; yeniden yüksek sesle ağlamaya başladığımda karşımda gördüğüm, çocukluğu ve kendimden başka hiç kimse değildi.
Bu hissi biliyordum; sarılınca geçeceğini düşünüyordu, belki de beni annem gibi görüyordu, belki de onu affettiğimi kollarımda görecekti ama çok çaresiz bir histi çünkü daha önce yaşamıştım. Yaşamak canımı yakmıştı, bu kadar büyük bir acı çekiyor oluşu canımı yakmıştı. Ona sarılmak istediğimde, sadece annelerimiz ortak, konuşması yapmıştı. Bunu bu kadar önemseme. Ve şimdi belki de benden daha çok buna ihtiyacı vardı.
Düşünerek değil, bütün kalbimle ve büyük bir ihtiyaçla kollarımı iki yana açtım. Birkaç hızlı adımın ardından onu kollarımın arasına aldım. Sarıldığım an, daha fazla ağlayabilirmişim gibi kalbim sızladı ve onu daha sıkı sardım. Kolları aşağıda sallanırken çenesi alnıma değdi, yüzünü göremedim ama şaşkınlığını hissettim, ardından acıyla verdiği nefesi ve ilk defa Koza'nın ayakta durmakta zorlandığını gördüm.
Dizlerinin üzerine çöktüğünde ben de onunla eğildim ve yere oturduğunda, başı göğüs kafesime denk geldi. Titreyen elleriyle yavaşça bana sarıldı; ardından kulaklarımdan silemeyeceğim, o hıçkırarak ağlayışına şahit oldum.
Bana öylesine muhtaç, öylesine ihtiyacı varmış gibi sarıldı ki kollarında bir abinin sıcaklığından daha çok bir çocuğun muhtaçlığını aldım. Bana ihtiyacı vardı, bunu hissedebiliyordum ama gücü azalsa da kollarıyla beni sımsıkı sarmaya çalışması hiç değişmedi.
Bir elim saçlarını okşamaya başladığında diğer kolumla onu daha sıkı sardım; zayıf değildi, ufak değildi ama nasıl kollarımda bu kadar ufak kalmasına anlam veremiyordum.
Helin Aktan ve Koza. Poyraz ve Saye.
Birbirimize ilk defa sarıldık.
Bütün geçmişte yaşananlar, çekilen acılar, intikamlar ve nefretler kül olup uçtu; geriye sadece hisler kaldı. Hislerin en büyüğü muhtaçlıktı ve diğer his ise acıydı. İkimiz de birbirimizden başka şeyler düşündük ama duygularımız aynıydı, biliyordum.
Gözlerimi yutkunarak kırmızı ışıklara çevirdiğimde bizden alınan bütün zamanların aslında bizi büyütmek yerine daha da çocuklaştırdığını fark ettim. Acılar büyütür, lafı yalandı. Acılar büyütmezdi, bizim için bu geçerli değildi.
O tanıdığım, intikamıyla hareket ettiğini sanan, dimdik duran, başını eğmekten bile çekinen Koza'nın kollarımda küçük bir çocuğa dönüşmesinin başka bir anlamı yoktu.
"Geçecek," dedi kendi kendine. Bana mı söyledi, Koza'ya mı yoksa Poyraz'a mı anlayamadım ama iyileşmek istediğini fark ettim.
"Geçecek," dedim onun gibi ve çenemi başına yasladım. "Biz bir gün yeniden sarılacağız; işte o gün, geçmiş olacak, Koza." Başını yasladığı yerden kaldırıp bana baktığında inancı gördüm. "İkinci sarıldığımızda iyileşmiş ve kazanmış olacağız."
Başını aşağı yukarı salladığında içimdeki o çekingenliğe rağmen ellerimle yanaklarını sildim ve o an, başka bir duygunun daha içimde can bulduğunu anladım: güven. Küçücük bir çocuğa sarılıyormuş gibi hissetsem de Koza'nın kollarında bir abinin güveni de vardı. Şu an ne yaşarsak yaşayalım, biz bu haldeyken hiçbir şey olmaz gibi gelmişti.
Burnunu çektiğinde, "Terapistim dedi ki," diye mırıldandı. "Bu halimden birine bahsedersen aklımı kaçırırmışım."
Ağlarken bir anda gülmeye başladım. "Terapistinin tedaviye ihtiyacı var bence," dediğimde o da güldü.
Abi dememiştim, diyememiştim. Beni engelleyen neydi, bilmiyordum ama bunu yapamamıştım. Bir gün, onun yüzüne bakarak abi demediğimin pişmanlığını yaşarsam o vicdan azabıyla devam edemezdim ama abi diyemiyordum.
Öfkeden değil, kırgınlıktan da değil. Bambaşka bir duyguydu.
Bir gün eğer geçerse gerçekten ona abi diyebilecektim çünkü daha temiz olacaktık, ikimiz de. Harun Aktan öldüğünde, o gerçekten benim abim olacaktı; bütün varlığıyla.
İçerideki telefonum çalmaya başladığında Koza, "Geç kaldın, göt herif," dedi, ardından geriye çekilip boğazını temizledi. Başını iki yana salladığında, "İnanamıyorum gerçekten," dedi gözlerini kaçırarak. "Şu an çok utandım."
Ayağa kalktığımızda, "Bu anı da ben çizeyim bari," dedim. "Sonra herkese gösteririm."
Koza gözlerini kocaman açtı. Telefonum bir kez daha ısrarla çaldığında burnumu çekerek odadan çıktım ve hızlıca telefona yetiştim.
LİDERİN arıyor...
"Alo," dedim nefes nefese. Boğazımı temizlediğimde sesimin kısıldığını fark ettim.
"Helin," dedi Yankı, sesi keyifli geliyordu ama bir anda düştü. "Ne oldu? İyi misin?"
Sesimden direkt anlaması gülümsememe neden olurken yürümeye başladım. "Yok bir şey," dedim saçlarımla oynayarak. Koza'nın çalışma masasına yaslandığımda, Koza odadan çıktı ve benimle göz göze geldiğinde yüzünü buruşturdu. "Koza'yla biraz konuştuk." Koza kaşlarını çattığında lafı değiştirip sırıttım. "Beni mi özledin yoksa?"
"Ne diyebilirim ki," dedi Koza diğer tarafından. "Midemi bulandırıyorsunuz."
"Hımm," diye mırıldandı Yankı; sesinin bu kadar etkileyici gelmesi yutkunmama neden oldu. "Eğer Koza yanındaysa kızarmana neden olacak bir şeyler söyleyebilirim."
"Hımm," dedim onun gibi, ardından Koza'ya sırtımı döndüm. "Buna yanına geldiğimde devam edebiliriz."
"Alo!" dedi Koza arkadan. "Buradayım ulan!"
"Duydun," dedim gözlerimi devirerek. "Birazdan geleceğim. Önemli bir şey olmadı, değil mi?"
Yankı'nın güldüğünü işittim, arkadan Bartu bir şeyler söyledi ama Yankı küfrederek onu susturdu. "Hayır, sadece saat ikideki randevumuzu hatırlatmak için aramak istedim."
"Ya," dedim heyecanla. "Unutmadım tabii ki. Direkt buradan da geçebilirim."
"Hayır," dedi hızlıca. "Eve gel, Işık seni bekleyecek, buradan çıkacaksınız. Bu arada, Koza'yı aradım ama ulaşamadım."
"Işık mı?" Koza'ya baktım omzumun üzerinden; kollarını birbirine dolamış, beni dinliyordu. "Sanırım telefonu yanında değil, ona vermemi ister misin?"
"Lütfen," dedi sakince.
Koza'ya telefonu uzatıp, "Seni istiyor," dedim.
"Bir posta da bana mı yürüyecek, gevşek," deyip telefonu eline aldı. Boğazını temizledi, burnunu çekti, duruşunu dikleştirdi. "Söyle her anıma turşu suyu sıkan Sonuncu götü."
"Göt," dedi papağan. "Göt, göt, göt..."
Dehşetle gözlerimi açtığımda, "İnanamıyorum gerçekten," diye mırıldandım, ardından çantama ilerledim. Koza, telefondaki Yankı'yı dinlerken bana arkasını döndü ve bir şeyler mırıldandı. "Nereye?" diye sordu önce, ardından, "Ne zaman?" diye. Her ne cevap verdiyse çok kısa sürdü, telefonu kapatıp bana uzattı. "Ne oldu?" diye sordum. "Benimle geleceksin, değil mi?"
Hiçbir cevap vermeden, arkamda duran çalışma masasına baktı ve kaşları çatıldı. "Sonuncu bir şeylerin peşinde," dedi daha çok kendi kendine.
"Ne gibi?" diye sordum.
"Hiç," diye karşılık verdiğinde gözleri bana döndü. "Nil neredeymiş?"
"Onunla buluşmaya geçeceğim." Duraksadım, ardından kızaran gözlerinin içine bakarken içimin acıdığını hissettim. "Onunla konuşmak ister misin?" Sorudan vazgeçtim. "Konuşmalısın, benimle konuştuğun gibi. Bunu yapmalısın, Koza. Eğer konuşursan..."
"Aynı şey değil," diyerek sözümü kesti. Bakışlarımı ona çevirdiğimde yüzünü buruşturdu. "Aynı şey değil. Seninle konuştuğum gibi onunla konuşamam."
"Deneyebilirsin ama," dediğimde hiçbir çaba sarf etmemesi canımı sıkıyordu.
"Deneyecek hiçbir şey yok," dedi. "Suçluyum."
Hazırlıksız yakalandığım için, "Değilsin," dedim tereddütle.
"Suçluyum, Helin," dedi bir kez daha. "Ve Nil'i azıcık tanıyorsam beni affetmeyeceğini biliyorum."
"Ama affetmeyi deneyebilir," diye fısıldadığımda ona katılıyordum, Işık'ın gözünü hırsları bürümüştü ama sevgi iyileştirmese bile bir insanı değiştirebilirdi. "Bu çizimleri biliyorsa seni az çok anlamıştır, Koza. Daha da ötesi..."
"Daha da ötesi, bilmedikleri de var," dediğinde hızlı birkaç adım attı ve dün masanın üzerinde hızlıca gizlediği dosyaya ilerledi. Sayfaları çevirdiğinde çizim defteri olduğunu anladım ama elime bir çizimi tutuşturduğunda, başka bir acı içimde can buldu.
İlk baktığımda Işık'ın bebekliği sandım, iki-üç yaşları diye düşündüm ama daha dikkatli baktığımda, keşke öyle olsaydı, dedim.
Koza, Işık'ın hayalindeki yeşil gözlü kız çocuğunu çizmişti. O kadar güzel bir çizimdi ki Işık'a benziyordu. Tıpkı onun kadar güzeldi.
Tarih ise bugün değil, çok öncesiydi.
"Bazı hatalar iyileştirilmez ama affedilir," dedi Koza. "Fakat bazı hatalar, hayatımız boyunca karşımıza çıkar, sevgili kardeşim. Ben bu hatayı ne geçirebilirim ne de kendimi affettirebilirim."
Elimle yavaşça ağzımı kapattığımda çizimi elimden aldı, yırtmak istedi ama ondan hızlı davrandım ve çekip aldım. Arkama sakladığımda, "Sen çabalamıyorsan ben bulurum bir yolunu," dedim karşı gelerek. "Ben çabalarım. İyileşmez, geçmez ama anlaşılır, Koza. Ben çaba gösteririm senin için."
Başını iki yana salladığında o an ne yapacağımı bilmiyordum ama bir yol varsa onu bulacaktım.
Her zaman başka bir yol vardı, onlar için de olmalıydı. Birlikte olmasalar bile aralarındaki bu sızıyı dindirecek bir yol olmalıydı.
"Helin," dedi tek nefeste ve başka bir pişmanlıkla. "O gün, o teknenin taranacağından haberim vardı, emri ben verdim." Derin bir keder hissettim. "Ve bu kez Nil sorarsa hiç düşünmeden itiraf edeceğim, bununla yüzleşeceğim."
Paragraf Yorumları