BARTU SARCA
Günlerden perşembe, aylardan nisan, mevsim bahar ve havada yağmur var. Nadir'in ölümünün üzerinden aylar geçti fakat bir perşembe günü öldü. Her perşembe mezarını ziyaret ettim, bu da o günlerden sadece biri.
Nadir öldüğünde hava soğuktu, kıştı. Şimdi bahar var ama hâlâ hava soğuk. Nadir öldüğü için mi bu sene hava bir türlü ısınmıyordu, bilmiyordum.
Girdiğim mezarlıkta ilerlediğim ilk yer, çocukların yattığı o küçük tepecikler. Her adımda ayaklarım çamura daha fazla batıyor ama mezarlar da bir o kadar küçülüyordu. Bebek mezarları, çoğunun adı yoktu.
Sokak Nöbetçileri'yle tanışmadan önce ölseydim benim de böyle bir mezarım olacaktı, biliyordum. Öncelikle ailem olmadığından değil, adım bile olmadığından.
Belki de mezarım bile olmayacaktı. Çocukken benim gibi sokaklarda büyüyen bir kadın bana, “Bizim gibilerin mezarı bile olmaz çünkü başkalarının ölüsü bile bizden kıymetlidir,” demişti. Zamanla soğukta, sokakta ölüp çürüyenlerin haberlerini görmüştüm. Haklıydı.
Neyse ki ben şanslıydım ki bir ailem vardı. Artık vardı.
Nadir'in mezarına yaklaştıkça orada birisinin durduğunu gördüm. Siyah ceketinin kapüşonunu başına geçirmiş, elleri cebinde, ayakucunda duran bir adam.
Sırtından bile tanıyabildiğim kardeşim, Yankı.
O da mı her perşembe geliyordu?
Adımlarım hızlanırken, sesi duydu ve duruşu dikleşti, elinin tersiyle yüzünü sildiğinde yağmuru mu sildi yoksa ağlıyor muydu, ayırt edemedim ama Yankı'yı o kadar az ağlarken görmüştüm ki zihnimde bile canlanmadı.
Dönüp bana bakmadı ama hemen yanında durduğumda, "Bartu," dedi sakince. Ya her perşembe geldiğimi biliyordu ya da adım seslerinden bile bir insanı tanıyacak kadar delirmişti.
"Sen de mi her hafta geliyordun?" diye sordum. Bazı zamanlar beraber geldiğimiz de olmuştu ama çoğu zaman aramızda sözsüz bir anlaşma gibi tek geliyorduk. Belki birbirimize acımızı göstermek istemediğimizden, belki Nadir'le konuşmalarımızın duyulmasını istemediğimizden, belki de Nadir'i daha fazla üzeceğimizi düşündüğümüzden.
Nadir hepimizi başında görürse korkardı, bunu biliyorduk.
"Evet," dedi sakince. Üzerindeki ceketi sırılsıklam olmuştu, botları tamamen çamura batmıştı. Ne kadar süredir burada durduğunu merak etmiştim. İyi miydi, kötü müydü, onu bile ayırt edemiyordum ama içine kapandığını görebiliyordum.
"Helin nerede?"
"Abisiyle." Koza'yla değil, abisiyle.
"Araları iyiye gidiyor, ha?" diye sorduğumda omzum omzuna dokundu.
Gülümsediğini hissettim. "Olması gereken gerçekleşiyor," diye mırıldandı. "Doğrusu buydu. Helin'den daha çok üzülen Koza'ydı, bunu gördüm." Detaylarını sormadım ama bunu ben de hissetmiştim.
Sessizliğe gömüldük. Düşündüğümden daha uzun bir süre hem de. Diğer mezarların üzerleri çiçek doluyken biz Nadir'e hiç çiçek getirmiyorduk. Bu detayın hepimiz farkındaydık ama hiçbirimiz de yeltenmemiştik.
"Acaba Nadir çiçek ister miydi?" diye sordum, daha çok kendime yönelik.
"Nadir için çiçeklerden daha önemli bir şey varsa o da masallardı," dedi Yankı ve en sonunda dönüp bana baktı. "Her geldiğimde ona bir masal anlatıyorum, o masalın kahramanı da Nadir oluyor. Çiçekten daha çok mutlu ediyordur."
Gözlerinin mavisi daha fazla açığa çıkmıştı. "Ben de onunla dertleşiyorum," dedim çenemi kaldırarak. "İnsan bazen küçücük çocuğa da dertlerini anlatabiliyor."
"Nadir çocuk değildi."
"Doğru, olamamıştı." Nefesimi verdim ve yeniden mezara döndüm. "Bugün de masal anlatmaya mı geldin?"
"Hayır." Düşünceli gözlerle bana bakmaya devam ettiğini hissettim ama ona dönmedim. "Sadece herkesten önce bilmesi gereken bir mutluluğumu onunla paylaştım."
Gözlerim irileşti ve ona döndüm. "Mutluluk mu? Biz neyiz burada? Sütlaç mı?"
Yankı güldü ve omzumdan hafifçe itekledi. "Sana da söyleyeceğim oğlum ama şimdi değil." Yeniden mezara döndüğünde yüzündeki gülümseme devam etti ama daha acılıydı. "Helin'in bana çıkma teklifi etmesini sağlayan Nadir'di." Gülüp gülmemek arasında kararsız kaldım. "Aslında, çıkma teklifi et, demedi ama benim Helin'im bunu yanlış anladı. Yine de ne olursa olsun, o günün mimarı Nadir'di."
Dayanamayıp güldüm. "Çıkma teklifi ne lan?"
Yankı kaşlarını çattı. "Ben de Helin'e dün çıkma teklif ettim, bugün buluşuyoruz." Dudaklarım aralandı. "Ve onun teklifinin üzerine tırmanmak için gösterdiğim çabayı duyduğunda şaşıracaksın." Nadir'i işaret etti. "İlk onunla paylaştım." Yutkundu, omuzları düştü. "Bu onu sevindirirdi."
"Heyecan katıp söylemeyeceksin ha?" diye çıkıştığımda ağzının ucuyla gülümsedi. "Bekliyorum lan!"
"Birazdan," dedi başıyla arka tarafı işaret ederek. "Helin ve Işık hariç diğerleri de geldiğinde. Size söylemem gereken bir şey var bundan önce." Işık'ın adını duyunca şaşırmıştım. "Işık biliyor," dedi. "Az önce yanımdaydı."
"Helin şaşkınlıktan bayılacak mı, bunu söyle bana."
Yankı yüzünü buruşturdu. "’Kimse ilk çıkma teklifinden sonra böyle bir şeyle karşılaşmamıştır,’ dedi Işık bana. Sonra da o meşhur, imalı, delirmişsiniz siz, bakışını atıp gitti. Bu yeterli mi?"
Güldüğümde, "Hayal edince ürperdim," dedim. "Helin'i, erkek ırkına güven olmaz, vazgeç bu sevdadan, diye yıldırmaya başlamıştır, diyorum."
"Çoktan başının etini yemeye başlamıştır bile." Gülerek karşılık verdiğinde bakışlarım yeniden mezara döndü ve yere çöküp mezar taşının etrafındaki çamurları temizledim.
Soyadı yoktu. Nadir'di sadece. "Neden Sarca soyadını vermedik?" diye sordum, daha önce sorduğumu bile bile. "Önder bunu dert etmezdi."
"Nadir, Önder'in oğlu olamaz."
Derin bir nefes verip, "Önder istediği kadar kötü bir adam olsun, Yankı," dedim. "Onun benim üzerimde hakkı var. Büyük bir hakkı hem de."
Bir şey söylemeden bekledi, ardından, "Nadir'in üzerinde yok o zaman," dedi.
"Var." Büyük bir nefes verdi ama cevaplamak yerine yine sessizleşti. "Nadir'i çok iyi anlıyorum. Hiçbirinizin bilmediği konuşmalar geçti aramızda. Onu anlıyorum, Yankı. Bir soyadı olsun isterdi."
"Önder gibi birinin soyadını taşımak istemezdi."
"Koza'yla yeniden konuşmaya başladıktan sonra Önder'e nefretin arttı," diye çıkıştım ona. "Kabullenmiştin ve artık onunla savaşmıyordun."
"Bilmediğin şeyler var."
"Neymiş bilmediğim şeyler?"
Sustu.
"Ne zaman konuşacaksın?" Başımı ona çevirdiğimde dudaklarını birbirine bastırdığını gösterdim. "Ne zaman anlatacaksın bir şeyler? Herkesin sırrını heybene alıp kendi sırlarını başkasına vermemek marifet değil. Ne zaman anlatacaksın ulan?"
Susmaya devam etti.
"’Kimsesi olmayan birisinin korkacak hiçbir şeyi yoktur,’ demişti bir keresinde bana Önder. Söylediği anı, yeri ve saati bile hatırlayabiliyorum çünkü bütün gerçeklerin yüzüme vurulduğu andı," dedim kendimi tutamayıp. "Sokakta yatmaya alıştığım için Önder hepimizi alıp şu an yaşadığımız eve yerleştirdikten sonra sessizlikte uyuyamıyordum. Çoğu insan gürültüde uyuyamazdı fakat beni sessizlik ürkütüyordu. Bu yüzden ilk birkaç ay, herkes uyuduktan sonra sokağa çıkar, evin önündeki kaldırımda oturur ve uykumun gelmesini öyle beklerdim."
"Biliyorum," dedi düşünmeden. "Bundan haberim vardı."
"Ve yanıma gelmedin."
"Kaldırımlarda ve sokaklarda bekleyen tek sen değildin, Bartu. Benim de gidip beklediğim kaldırımlar vardı. Biliyordum, haberim vardı çünkü seni anlıyordum."
"Sen bu yüzden mi hiç konuşmuyordun bu konu hakkında benimle?" Hiçbir cevap vermedi ama onayladığını anladım. "Mutlu neden hiç konuşmuyordu benimle? Lâl peki? Kendimde suç buluyordum çünkü ben de sizinle konuşamıyordum, nasıl konuşulur bilmiyordum ama şimdi düşününce..." Sessizliğin ardından devam ettim. "Seninle arada konuşurduk, birkaç kez de Işık’la ama konuştuklarımız sınırlı olurdu. Sen zaten bir süre boyunca evin içinde bile durmak istemiyordun ve sürekli Önder’le savaş içerisindeydin. Hatta bir keresinde hepimizin önünde Önder sana tokat attığında ve yerde tekmeleyerek dövdüğünde günlerce eve gelmemiştin."
Çenesi kasıldı, bakışları direkt bana döndü, ardından yeniden mezara yöneldiğinde ceplerindeki ellerinin yumruk olup olmadığını merak etmiştim.
"Bir daha hiç gelmeyeceğini düşünürken geri gelmiştin, neden geldiğini sorduğumda da hiçbir cevap vermemiştin. Benim gibi sessiz olduğundan ötürü çok konuşma fırsatımız olmamıştı; ilk kırılma noktamız ise aynı odaya geçtiğimizde gerçekleşti. Neden benimle aynı odada kalmak istediğini sorduğumda yine cevap vermemiştin, sonra da geceler boyunca beni konuşturmuştun ama sen hiç konuşmamıştın. Sırlarımı anlattığım ilk kişi sendin, o sırlar içinde birikti ama hiçbirini de kimseye anlatmadın bu yüzden sır tutmayı ilk senden öğrenmiştim."
Yankı da benim gibi yere çöktü, o Nadir'in ayakucundaydı. "Ben de senden çok şey öğrendim," dedi kısık sesle.
"Ben kimim ki sana bir şey öğreteceğim?" diye sordum.
"Sen hepimize merhameti öğreten kişiydin, Bartu," dedi hiç düşünmeden. "Sen olmasaydın ben size bağlanamazdım. Bizi bir arada tutan senin merhametin ve bağlılığındı."
Şaşırsam da bunu ona göstermemek için bakışlarımı kaçırdım.
"Sen öylesin, peki ya diğerleri? Işık sadece bana özel değil, kendi kardeşi dışında kimseyle konuşmazdı. İlk konuşmamız ise, 'Bana senin gibi dövüşmeyi öğret,' olmuştu. Günlerce karşılıklı yumruklarımızı sallamıştık. Ona kendini korumayı öğreten ilk kişi bendim. Her dersten sonra ağlayarak yanımdan ayrılırdı, geceleri o da bazen yanıma gelip kaldırıma otururdu ve sessizliği paylaşırdık. Ertesi gün ise ben yıkılmış olsam bile o yine güçlü dururdu."
Hiçbir zaman Işık'ın geçmişindeki o kadını detaylarıyla öğrenmeye çalışmamıştım ama şu an olduğu kişinin altında çocukluk acısının yattığını bilecek kadar onu tanımıştım.
"Önder'in bizi aldığı günün ardından o evin içinde en mutlu olan sendin, Bartu; biz mutsuzduk." Can yakıcıydı ama doğrular bunlardı.
"Çünkü hepinizin bir ailesi vardı, benim yoktu. Mutlu ve Lâl'in neden benden uzak durduğunu ise anlayamamıştım. Aslında anlamak istememiştim çünkü onların benden farkı olmadığını düşünüyordum." Yankı yüzüme bakmadı, başını hafifçe eğdi ve çamura bakarken ne düşünüyorsa bunu bana yansıtmak istemedi. "Ama vardı, değil mi kardeşim? Varmış." Sustu, gözlerini kapattı. "Bunu bana ilk söyleyen kişi Önder oldu, kaçma benden. Biliyorum her şeyi."
Şaşırmadı ama içinde Önder'e karşı olan o öfkesinin daha da harlandığını fark ettim. Bu yüzden Önder'e kızamazdı, o doğrusunu yapmıştı. "Bir gün Önder sadece beni yanına çağırdığında karşısına oturttu ve bir süre beni izledi. Ardından, ‘Sana hiçbir şey öğretmediler mi?’ diye sordu, Yankı. ‘Kimler?’ diye sordum. ‘Sokaktakiler,’ dedi. O yaşımda ne demek istemediğini anlamadığım için, ‘Dövüşmeyi öğrendim ya,’ demiştim. ‘Kendimi korumayı da öğrendim. Çalmayı da biliyorum.’" Korkmuştum, hiçbir şey bilmediğim için beni evden atacak diye ödüm kopmuştu. "’Senin için her şeyi çalabilirim. Seni de koruyabilirim. Ne istersen yaparım,’ demiştim Önder'e. Endişemi görse de dinlemeye devam etmişti." Önder'in o bakışları zihnime kazınmıştı. "’Birini öldürmemi istersen de öldürebilirim. Bunların hepsini yapabilirim. Benden vazgeçecek misin?’ diye sormuştum Önder'e." Derin bir nefes verdim. "Çok korkuyordum, Yankı. Duydun mu? Çok korkuyordum."
"Keşke bana sorsaydın," dedi Yankı kısık sesle.
"Onun kadar dürüst olmazdın," dedim. "Sen kendini en dürüst sandığın zamanlar bile en çok bana dürüst olmadın zaten." Yüzüme bakmıyordu. "Yüzüme bak, Yankı. Duyduklarının canını yaktığını biliyorum ama yüzüme bak. Geçmiş burada, dinle beni." Gözlerini mezardan kaldırıp bana baktığında ilk defa utandığını gördüm; benden utanmıyordu, benden gizlediklerinden utanıyordu. O gizlediklerini de biliyordum.
"Önder'in yüzüne bir tebessüm oturmuştu, o yaşımda bana güldüğü için mutlu olmuştum ama şu an ciddiye almadığı bir tebessüm olduğunu fark edebiliyorum. ‘Bunlardan bahsetmiyorum, Bartu,’ demişti kendinden emin bir sesle. Sonra da canımı yakan ilk soruyu sormuştu: ‘Yemek yemeyi kimden öğrendin?’"
"’Kendim öğrendim.’" Detaylarıyla düşünmek istemiyordum ama o an, diğerlerinden daha farklı yemek yediğimi bile fark etmemiştim. "’Yanlış bir şey mi yapıyorum?’" Kendimle konuşuyor gibiydim, belki de Nadir'le. Belki de yeniden Önder'le.
"Önder bir süre sessiz kaldıktan sonra, canımı yakan ikinci soruyu sormuştu: ‘Kıyafetlerini yıkamayı kimse öğretmedi mi?’ Üzerimdeki kıyafetleri o vermişti, ilk verdiği an çok mutlu olmuştum ama bunu fark etmemişti. Ona sokaklarda bulduğum kıyafetleri giydiğimi anlatmaya utandığım için, ‘Öğretecek kimsem yoktu,’ demiştim. Herkes nasılsa ben de öyleydim."
Diğer canımı yakan soruyu yeniden söylerken sesim titredi ama bunu Yankı'dan gizlemedim. "’Hiç mi bir ailenin yanında yaşamadın?’ Soruları can yakıyordu, kardeşim. ‘Bizim gibileri aileler istemez,’ demiştim. Tek diyebildiğim buydu. Önder kaşlarını kaldırarak, ‘Ben istiyorum ya,’ dedi kendinden emin. ‘Senin gibiler diye bir şey yok, sen de benim gibisin.’ O gün, o cümleden sonra Önder'e oluşan bağımın haddi hesabı yoktu. Yalnız hissettirmemiş, bu hayatta benden başka birisinin de büyümüş halini görmüştüm. Büyümüştü, güçlenmişti, dik duruyordu ve ben de böyle olabilirdim."
Yankı başını gökyüzüne çevirdiğinde yine kaçıyordu ama yeniden bana baktığında canının yandığını gördüm. "Sadece seni kullanmaya çalışıyordu, Bartu. İşine yarayacağını biliyordu, merhametli yönünün farkındaydı."
"Ama bana farklı hissettirmeyen tek kişiydi," dedim düşündüğümden daha yüksek sesle. "’Sizin gibi biriyle hiç tanışmadım,’ dediğimde bütün bu saydıkları beni istememesi için bir neden olabilir mi, diye düşünmüştüm. ‘Neyi yanlış yaptığımı bilmiyorum, amca.’" Ona ilk kez amca demiştim. "’Amca mı?’ demişti Önder gülerek. ‘Bana böyle hitap etme.’ Korkmuştum kızacak diye ama devamında söylediği daha can yakıcıydı. ‘Baba demek istersen diyebilirsin.’ Gözlerim açılmıştı, şaşırmıştım ve dehşete düşmüştüm. Benim gibi birisinin onun oğlu olmasını mı istiyordu? Bunu sana anlattığımda onun bu sıfata layık olmadığını ve asla yapmamam gerektiğini söylemiştin. Nedenini sormasam da Önder'e haksızlık ettiğini düşünmüştüm."
"Çünkü o bir baba değildi bize, Bartu. Hiç olmadı."
"Öyle mi?" diye çıkıştım Yankı'ya. "Peki neden bir baba gibi bana, ‘Senin değişmen gerek,’ dedi? ‘Yoksa bu ailen de seni istemeyecek.’ Korkuyla Önder'e bakmıştım, beni istemeyecek kişi o sanmıştım. ‘Ben değil, Bartu,’ demişti. ‘Kardeşlerin seni istemeyecek.’"
Yankı başını iki yana salladı ve yine gözlerini kaçırdı.
"’Ama ben onlara kötü bir şey yapmıyorum ki,’ diye savunmuştum kendimi. Önder'in acımasızlığını işte o an görmüştüm. ‘Hepsi bir annenin ve babanın çocuğu, hepsinin bir ailesi vardı, Bartu. Sen ise bir piçsin,’ dedi bana. Bu hakaret değildi, hep duyduğum kelimeydi ama Önder'in söylemesi şaşırtmıştı. ‘Annen de baban da belli değil. Sokaklarda büyümüşsün, bir adın bile olmamış. Yemek nasıl yenilir bilmiyorsun, giyinmeyi de öyle. Yırtık kıyafetleri veriyorum, teşekkür ediyorsun. Kendini temizlemeyi bile zar zor beceriyorsun. Kim seni böyle kabul eder? Senin gibi değiller onlar. Eğer böyle devam edersen dışlanacaksın onlar tarafından da.’"
İnsan bilmedikleriyle yargılanamazdı; çocuk yaşımda söyleyememiştim ama şu an bunu düşünüyordum.
"’Yankı benimle konuşuyor,’ demiştim Önder'e savunma olarak. ‘Işık da öyle. Lâl zaten konuşamıyor, o çok öfkeli bana, gitmesini engellediğim için. Mutlu'nun bana karşı...’"
Yankı gözlerini direkt bana çevirdi, bildiğini anladım. O an gördüm, ne kadarını bildiğinden emin olamadım ama gözlerinden anladım, acıyla gülümsediğinden. "’Mutlu senden utanıyor, Bartu,’” dedi bana Önder. “Dün benim yanıma gelerek senden utandığını söyledi. Sence neden seninle uyumak istemiyor?" Tek bir cümle, bütün hayatımı sarsan o acı ve kulaklarımda durmadan çınlayacak o gerçek. "Ben o an bile sandım ki sen benimle aynı odayı paylaşmayı daha çok istiyorsun. Sen de mi istemiyordun, Yankı?"
"Hayır," dedi Yankı tek seferde. "Aklımdan bile geçmedi böyle bir şey. Senden hiç utanmadım."
"Ama Önder bana, ‘Hepsi senden utanıyor,’ dedi. ‘Acıyorlar sana ama bir gün utançları önüne geçecek, ilk gözden çıkardıkları sen olacaksın.’” Gözlerimin dolduğunu fark ettiğimde bu şekilde olmaktan nefret ettim. "’Değişmen gerekiyor, Bartu,’ dedi bana. Kulağımın dibinde, ‘Anladın mı aptal?’ diye bağırdı. ‘Değişmen ve ders çıkarman gerekiyor. Sana onlar gibi olmayı öğreteceğim.’"
Yankı ne kadarını biliyordu? Mutlu ona da mı bahsetmişti? Önder mi anlatmıştı? Lâl de benden utanıyor muydu? Yankı bunu bildiği için mi Lâl konusunda bana, “Değişmen gerekiyor,” demişti. Konu öfkem değil de bütün bunlar mıydı?
"O an Önder'in bu söylediklerine inanmak istememe nedenim sizi gerçekten sevdiğimden ve her şeyden önce ailem gibi gördüğümden ötürüydü fakat bu konuşmadan birkaç gün sonra dışarı çıkmaya karar verdiğimizde Mutlu'nun dönüp Önder'e, ‘O da gelecek mi?’ diye sorması, yalan söylemediğini gösteriyordu."
Her şeyi duymuştum, biliyordum, sağır değildim. Bunu hiçbir zaman fark etmediler.
"O akşam yeniden Önder'in yanına gidip bana normal bir çocuk olmayı öğretmesini söylemiştim. İlk önce yemek yemeyi öğretmişti, sonra kendimi temizlemeyi, ardından giyinmeyi. Konuşmamı düzeltmeye çalışmıştı, insanların önünde nasıl davranmam gerektiğini göstermişti. Okula yazdırmıştı, sınıf arkadaşlarımdan yaşça büyük olsam da benden korktukları için yanıma bile yaklaşmamalarına şahit olmuştum. O gün fark etmiştim, ailem diye gördüğüm kardeşlerimin aslında beni kabullenmesi nasıl da zordu. Bir şekilde zor da olsa öğrenmiştim normal bir çocuk olmayı. Hem de çocuk değilken. Bir şekilde kabullenilmiştim sizin tarafınızdan; ne zaman kabullenildim, bilmiyordum ama zamanla Mutlu bana yaklaştı. Ona kızamıyorum fakat kalbimin bir köşesinde öyle bir kırgınlık var ki aşamadığım, dönüp ona sorarsam dürüstçe, evet, utanıyordum, diyecek diye ödüm kopuyor. Sadece bu yüzden ona bunu soramıyorum." Elimin tersiyle gözlerimi sildim. "Bu yüzden Lâl'e de hiç sormadım, Yankı. Bir gün sorar mıyım, bilmiyorum ama nasıl sorulur, onu da bilmiyorum. Sadece ne var, biliyor musun, çaresizlik kötü. Önder'den ilk istediğim yemek yemeyi öğrenmek de değildi, temizlik de giyinmek de. İlk ne istedim, biliyor musun?" Sustum, söylemeyecektim çünkü yüzündeki acı beşe katlansın istemedim.
Başımı yeniden mezara çevirdiğimde yutkundum. "Nadir de bana bir gün aynı şekilde geldi. Dedi ki: ‘Ben diğerlerinden farklı mıyım, efendim. Dışlıyorlar beni.’ O da benim gibiydi, Yankı. Öğrenmemişti, öğretmemişlerdi. Yemek yemeyi bilmiyor, giyinmeyi de temizlenmeyi de." Gülümsediğimde canım çok yanıyordu. "Ama sonra dedi ki: ‘Ferda benden utanmıyor, efendim. O benim yanımda duruyor.’" Elimi mezar taşında gezdirdim. "Ferda hiçbir zaman onu, onun gibi sevmese de utanmamıştı. Benim için bir Ferda da yoktu. Bu yüzden belki de ilk defa Nadir benden daha şanslı."
Yankı'nın omuzları düşmüştü ve çaresizlik etrafımızdaydı. "Lâl'in hiçbir zaman senden utandığını düşünmedim," dedi. "Böyle bir şey yok." Mutlu için bir savunması yoktu çünkü doğruydu.
"Özür dilerim, kardeşim," dedim kısık sesle. "Ama geçmiş konusunda sana güvenmiyorum, bu ailede en çok ben kandırıldım." Başımı iki yana salladım. "Benimle böyle bir konuşma yapan Nadir'i anlıyorum, bir soyadı olsun isterdi. Dışlanmamak için. Hepinizin ikinci bir adı varken ve o kişi olabilecekken benim tek bir adımın olması gibi."
Ona Önder'in bütün bu iyiliklerinin ardından bir karşılık beklediğini ve şart koyduğunu söyleyemedim, bunu bildiğinden de emindim çünkü Önder'i tuhaf bir şekilde hepimizden daha iyi tanıyordu ama dile getirmedim.
Çöktüğüm yerden kalktım ve gözlerimi yeniden sildiğimde o ayağa kalkmadı, bana bakmaya devam etti. O sırada arka tarafından diğerlerinin bize yaklaştığını gördüm, birkaç dakika sonra yanımızda olacaklardı. "Bu konuştuklarımızın aramızda kalacağını biliyorum," dedim ve o an fark ettim ki aslında bütün bu sırlarımız onun sırtında bir kamburdaydı. Suçlanacak birisi varsa o suçlanıyordu, ağırlıksa ona veriliyordu ve sonra da sessizliği paylaşabiliyordu. "Ve kendini suçlu hissetme. Büyüdük, en azından yaş olarak. Çocuk değiliz."
Ben ayaktayken o aşağıdan bana baktı. "Bartu," dedi kısık sesle ve hiç ummadığım anda, "Özür dilerim," diye mırıldandı. "Eğer ufacık da olsa dışlandığını hissettirdiysem." Gözlerimi ona çevirdiğimde vicdan azabını gördüm. Aslında bunu hiç yapmamıştı fakat kendini sorumlu görüyordu. "Ve bir şeyleri düzeltmem gerekirken düzeltmediysem, toplayacakken toplamadıysam, mahvettiysem her şeyi, anlamadıysam ya da anlamaya çalışmadıysam." Yutkunduğunda, geçmiş gözlerindeydi. "Özür dilerim her şey için."
"Yankı," dediğimde başımı iki yana salladım ve vicdan azabını hissettim. Anlattıklarımın ağırlığı omuzlarında ve sırtındaydı, ayağa kalkacak gücü bile yok gibiydi. Elimi ona uzattığımda elime baktı, ardından gözlerini kapatıp açarak onayladı ve uzattığım elimi tuttu. Onu yukarı çektiğimde, "Hep böyle kaldırdın," dedim ve diğerlerinin bizi izlemesini umursamadan ona sarıldım. "Ve sen de bir çocuktun. Bunun bilincindeyim artık."
O gün, Nadir'in mezarının önünde elimi uzatıp onu kaldırışım, aramızdaki bağın bir sembolü olacaktı.
Yankı ellerini ceplerinden çıkardığında yumruk olduğunu hissettim. "Bir gün bir şey olursa," dedi, o bir şeyi detaylandırmadı. "Size karşı her ne yanlış yaptıysam kendimi hiç affetmediğimi bilin, olur mu?"
"Ne diyorsun ulan?" dedim acıyla ama gülmeye çalıştım. "Bir şey olursa ne demek?"
"Sadece bilin," dedi. "Beni affetmediğinizde bile, benim de kendimi affetmediğimi bilin."
"Kes sesini, sikmeyeyim seni," dedim itekleyerek. "Git bu konuşmaları Helin'e yap da beş posta dövsün seni, aklın başına gelsin." Gülmedi. "Döver bu arada," dedim. Kaşları çatıldı. "Ciddiyim döver. Beni bile dövdü."
"Harika birisi," dedi yarı alaylı yarı ciddi. "Keşke beni dövse."
Gözlerimi devirdim. "İğrenç bir hanımcı oldun."
"Selamlar," dedi Mutlu, Yankı'nın arkasından ve gülümsediğini gördüm. "Bensiz sarılmanızı doğru bulmuyorum."
Yankı geriye çekildiğinde Mutlu'yu kendime çektim ve göğsüme bastırdım. Saçlarını karıştırırken kaçmaya çalıştı ama buna izin vermedim. Her ne olursa olsun, bütün yaşadıklarımıza ve gördüklerime rağmen, onu bir kardeşten öte, oğlum gibi sevdiğimi bilmeyecekti. Çocuklar da hatalar yaptı, çocuğum da yapardı.
Lâl geride dururken, hemen yanında Koza vardı. Nadir'in mezarına bakarken ürperdiğini hissettim, burada bulunmaktan rahatsızdı. İlk sorusu, "Nil nerede?" oldu Yankı'ya.
"Helin'le beraber," dedi Yankı Koza'ya ve yüzüne dikkatlice baktı. "Ağladın mı sen?"
Nasıl anlamıştı? Koza her zamanki yavşak Koza'ydı. "Niye ağlayayım ulan?" dedi ters bir sesle.
"Helin nasıl?" diye sordu Yankı.
"Sana ne?" dedi Koza.
"Ne demek, sana ne?" Yankı kaşlarını çattı. "Onunla buluşacağız."
"Biliyorum," dedi Koza. "Bu yüzden onu yurtdışına postaladım zengin aileler gibi. Senin gibi bir ucubeyle olmasını istemiyorum."
"Keşke kendini de postalasaydın, Koza," dedim kaşlarımı çatarak. Lâl, Koza'nın yanından benim yanıma doğru yürürken yüzünde yorgunluk vardı, gözleri anlamsız bir şekilde durmadan benim üzerimdeydi.
"Ne konuşacaksın bizimle?" dedi Koza, kaşlarını çatıp Yankı'ya bakarken. "Helin'den gizli olduğu aşikâr. Buluşma noktası da," mezarı işaret etti, "can yakıcı. Her ne iş çeviriyorsan Helin'e hemen yetiştireceğimden şüphen olmasın."
"Sahiden," dedi Mutlu diğer taraftan. "Ne oldu? Bu kadar önemli olan ne?"
Yankı derin bir nefes verdi ve yeniden ellerini ceplerine yerleştirdi. "Direkt konuya gireceğim," dedi sakince ve Koza'ya döndü. "Planları konuştuğumuz gibi yarından itibaren devreye koyuyoruz, Koza. Çok bile bekledik. Bitirme işlemine başlıyoruz." Avuç içlerimin kaşındığını fark ettim, Lâl ise tedirgin bir nefes verdi. "İlk bitirmemiz gereken kişi ne Önder ne de Harun Aktan. Zaten en önemli kişi Harun Aktan bu yüzden onu sona bırakacağız. İlk kişi, Mahir Güneş olacak."
"Baban yani," dedi Koza vurgulu bir sesle ve onun da tedirginlikle hareket ettiğini gördüm.
Yankı başını salladı. "Seninle yaptığımız planı iptal ediyoruz, hep beraber bitirmeyeceğiz onu. Ben bitireceğim, tek başıma." Koza'nın kaşları çatıldı ve öne adım atıp ağzını açtı. "Biliyorsun, Koza. Onu bitirecek tek kişi benim. Bütün açıklarını biliyorum, silahsız yaklaşacak tek kişi de benim. Sizi riske atmama gerek yok, tek başıma halletmek istiyorum."
"O adama güvenemezsin," dedi Koza sert bir sesle. "Hem nasıl bir bitirmekten bahsediyorsun?" Dişlerini sıktı. "Ne sanıyorsun? Eskiden olduğu gibi ben kendim karar veririm ve kimse de benim yanımda yürümez, yalnız başıma hareket edebilirim mi?" Bizlere baktı. "Eskide kaldı, buna izin vereceğimi sanıyorsan senin de amına koyayım."
Yankı ağzından nefesini verip, "Öyle ya da böyle, kabul edeceksin," dedi, ardından bizleri gösterdi. "Onlar biliyor, çoğu işi tek başıma halledip geri dönüyordum..."
"Onların bilmesi ne kadar umurumda ulan?" dedi Koza bizi görmezlikten gelerek. "Helin'in burada olmama nedeni, ondan gizlemen mi? Sen o adamın kollarına gideceksin ve biz de Helin'e hiçbir şey söylemeyeceğiz, öyle mi?"
"Helin'e söylememe nedenim," dediğinde şaşırmıştım çünkü gerçekten de Helin bilmiyordu. "Benimle gelmek için bütün yolları deneyeceğinden. Koza, biliyorsun," dedi üzerine basarak. "Hep beraber gidersek büyük bir risk alacağımızı biliyorsun. Sadık Orhan'la konuştum, her şeyi ayarladım; yarın Mahir Güneş'le bir görüşmem var, onu bitirmek için..."
"Bitirmek dediğin, kendi babanı öldürmek mi?" dedi Koza kısık sesle, sanki Nadir'in duymamasını istermiş gibi. "Bunu başarabileceğini mi sanıyorsun? Sen Önder'e bile bunu yapamıyorken..."
Yankı da dişlerini sıkarak, "Tek başıma yapmak istiyorum," dedi üzerine basarak. "O yüzümü kimsenin görmesini istemiyorum. Helin'in görmesini hiç istemiyorum. Neyi anlamıyorsun, Koza? Mahir Güneş’le tek başıma hesaplaşmak istiyorum."
"Hayır," dedi Koza.
"Kabul edeceksin," dedi Yankı ters bir sesle. "O sergiye, Mahir Güneş'i çağırıp aşağılanmama müsaade eden de sen değil miydin, Koza? Şimdi neden engellemeye çalışıyorsun?"
Koza, bir anda Yankı'yı omzundan itekleyip, "Aptal herif," diye inledi. "Ölebilirsin. Elimiz kolumuz bağlı seni mi bekleyeceğiz?"
"Bekleyeceksiniz," dedi üzerine bastıra bastıra. Koza bir kez daha Yankı'yı iteklediğinde aralarına girdim. "Bu kez yapacağım, başaracağım ama Helin'in gözünün önünde değil. Anlamıyor musun? Helin varken bütün öfkelerim geçiyor benim. O yapma dese, yapmam. Aklım duruyor, bambaşka birine dönüşüyorum."
"Helin'den hiçbir şey gizlemeyeceğim," dedi Koza üzerine bastıra bastıra.
"Kardeşinin canı yansın mı istiyorsun?" diye sordu Yankı.
"Sen kardeşim değil misin, şerefsiz herif?" diye sordu Koza. "Biz Helin'i oyalayacağız, öyle mi? Anlamayacak mı? Annenin cenazesinden bile dövülerek nasıl gönderildiğini..."
"Koza!" diye bağırdı Yankı gür bir sesle ve şaşkınlıkla ona baktık. Bir süre birbirlerine baktılar, o bakışmadan birçok anlam geçti ve en büyüğü sırlardı. Bizim bile bilmediğimiz sırlardı. "Tek başıma halletmek istiyorum," dedi Yankı. "Sonra Önder ve en son Harun Aktan." Sonra Önder. Onu öldüremezdik, hayır. Böyle bir şey yoktu. "Anla beni," dedi bu kez yalvarır gibi. "Çaresizliğimi Helin görsün istemiyorum, hesaplaşmalarımı da öyle. Hepsini. Yaşanacaksa tek başına yaşansın ve bu benim geçmişim. Helin'in geçmişe saygısı var, bunu biliyorum. Ben onun geçmişine saygısızlık yapmamın cezasını misliyle ödedim, ona da ödetmeyeceğim bunu. Söyleyeceğim zaten her şey bittikten sonra. O da anlayacak beni."
Koza dişlerini sıktı ve ellerini yumruk yaptı. Öfkeden mi, hırstan mı yoksa hüzünden mi gözleri doldu, bilmiyordum ama, "Eğer sana bir şey olursa," dedi acıyla, ardından devam etmedi. Kabul ettim de demedi, etmedim de demedi, ardından Lâl'e dönüp öyle bir öfkeyle baktı ki konuyla ilgisi olmamasına rağmen Lâl kendi köşesine çekildi. Hafifçe önüne geçtim.
Ve o an başka bir şey daha fark ettim: Yankı, buraya sadece Nadir'e güzel haber vermeye de gelmemişti, belki bir iç hesaplaşma için de buradaydı. Az önceki bana karşı olan özrünün altında da bu yatıyordu.
İlk koştuğu kişi ise Nadir olmuştu.
Koza arkasını dönüp gittiğinde Yankı da ağzının içinde bir şeyler geveledi ve peşinden ilerledi. Üçümüz birbirimize baktığımızda hepimizin aklından aynı şey geçiyordu.
Biz alışıktık, Yankı'nın tek başına bir şeyleri halletmesine. Anlayış da gösteriyorduk bu yüzden Koza'nın tepkilerini tuhaf karşılamıştık ama aslında tuhaf olan biz değil miydik?
Mutlu'nun omuzları düştü ve hiçbir şey söylemeden o da yanımızdan ayrıldı, giderken çaresizliğini hissettim. Aslında bütün bunlara fazlasıyla hazırlıksızdı hatta hâlâ kaldırabilecek durumda değildi.
Bakışlarım yan tarafımda duran Lâl'e kaydı. Siyah saçlarını küçükken olduğu gibi tek bir örgü yapmıştı. Uzun zamandır onu incelemediğimi fark ettiğimde bakışlarım gözlerinden küçük burnuna, ardından kalın dudaklarına ve minik çenesine indi. Gün geçtikçe güzelleşmişti, benimse hayatımda gördüğüm en güzel kızdı. Soğuktan kızarmış burnu. Üzerindeki bana ait olan kalın kazağa rağmen üşümesini engelleyemiyordu.
"Her perşembe sen de mi buraya geliyorsun?" diye sordu işaret diliyle.
Kendini eksik hissetmesin diye geçmişte olduğu gibi ben de işaret diliyle cevap verdim. "Evet, buraya gelip Nadir'le dertleşiyorum." Cebimden günlüğümü çıkardım. "Ve bunu okuyorum."
Başını aşağı yukarı salladı ve kısa bir süre düşündükten sonra ilk günlüğüme baktı. "Çok zaman geçti, çok şey değişti."
"Değişti." Gözlerini eskiden olduğu gibi kaçırmasını bekledim, bunu yapmadı. Aksine daha dikkatlice bana baktı. "Okuma yazmayı öğrendikten sonra günlüğümün ilk sayfasına seni yazdım," diye itiraf ettim hiç düşünmeden. "Nadir bu sırrı ilk bilen kişi, ikincisi de sensin."
Şaşırmasını bekledim ama o, düşündüğümden daha büyük bir acıyla bana baktı ve gözlerini kaçırdı. Neden gözlerini kaçırdığını anladım. "Sen kimi yazdın?" diye sordum. Eskiden duymaya korktuklarımı şimdi o söyleyecekti.
Sessizlik. Zaten Lâl hep sessizdi fakat bu sessizlik, gerçek bir sessizlik. Sen değilsin, sessizliğiydi.
"Anladım," diye mırıldandım ve onun sessizliğine ortak oldum. Sonra dayanamayıp, "Önder bana ders vermeye başladığında ondan istediğim ilk şey neydi, biliyor musun?" diye sordum. Hızlıca devam ettim. "Seninle iletişim kurabilmek için işaret dilini öğretmesini. O bana herkesin bildiği işaret dilini öğretti, biz de kendi aramızda bir dil oluşturduk. Ama kendimden önce ilk öğrenmeyi istediğim şey de senin içindi. Sen benim için ne istedin?"
Sessizlik. Yine gerçek bir sessizlik. Kendimden önce seni hiç düşünmedim, sessizliği.
"O sokakta seni tutan kişi olduğum ve kaçmanı engellediğim için senelerce vicdan azabı çektim. Bıraksaydım daha güzel bir hayatın mı olurdu, diye düşünmeden edemedim. Sen benim için hangi konuda vicdan azabı çektin, Lâl?"
Sessizlik. Köküne kadar gerçek bir sessizlik. Vicdan azabı çektiysem bile bunu sana dile getiremem, sessizliği.
"Sen ölme diye kaç kez senin için kendimi feda ettiğimi sayamadım, Lâl. Sen benim için kaç kez kendini feda ettin?" Cevap vermesini bile beklemedim. "Bunu istemezdim zaten. Cevap vermene gerek yok."
Gözlerini kapattı, çenesinin titrediğini gördüm. Derin bir nefes aldı ve ardından verdiğinde gücünü toplamaya çalıştığını anlamıştım. Günlerdir, aramızda geçenler hakkında hiç konuşmamıştık ve o gün, bu gün mü olacaktı? Plansızdı ama günlüğümde okuduğum o satırlar, Lâl tarafından hiç kabullenilmemek artık canımı yakıyordu.
"Seni sevdiğim hatta âşık olduğum için boyun eğdiğim her şey bu günlükte yazıyor, Lâl. Senin günlüğünde hiç bana olan aşkın yazıyor mu?"
Sessizlik. Canımı acıtan gerçek bir sessizlik. Âşık değilim, sessizliği belki de.
"Sen böyle susuyorsun diye ben sessizliğinde kaç kez seni anlamaya çalıştım, Lâl. Sen beni duyabildiğin halde kaç kez anlamak istedin?"
Çaresizlik.
Gözlerini açıp bana baktı. "Ben kabullenilmesi zor bir çocuktum." Derin, titreyen bir nefes. "Küçükken her şeyin farkındaydım. Gördüm ve duydum. İlk dışlanmam değildi elbette, alışıktım ama dışlandığım için ilk kez canım acımıştı çünkü siz ailemdiniz. Olsun demiştim, canımı yakacak olan ailem olsun." Günlüğümün ikinci sayfasını açıp okumaya başladım, sesli bir şekilde. "Lâl, benden utanıyor musun? Sen de mi utanıyorsun? Neden benimle konuşmuyorsun? Neden benden kaçıyorsun? Dün akşam sana sarılmak istediğimde bana neden sarılmadın, Lâl? Utandığın için mi?" Yutkundum ve nefesinin hızlandığını duydum. "Beni sevsene, Lâl. Beni bir kez sev." Defteri kapatıp ona döndüm. "İlk günlüğüm, ilk cümlelerim ama hepsi senin içindi. Gözlerine baka baka itiraf ediyorum, ben sana deli gibi âşıktım da sen bana ne oldun, Lâl? Söylesene."
Eli havaya kalktı, bana dokunmak istedi; bunu yaptığı an, ritmi değişen kalbim bile onu sevmekten hiçbir zaman vazgeçmeyeceğini bana haykırıyordu. "Biliyor musun, Rüya beni bu şekilde kabul etmemiş, çok sonradan fark ettim," diye itiraf ettim. "Ama kabullenilmemeye alıştığım için normal geldi, olması gereken gibi." Değiştirmeye çalışmıştı, çaba göstermişti.
Sessizliğinin içindeki sessizliğe devam edecek sandım ama ellerini kaldırıp, "Eğer küçükken o sokakta tutmasaydın ben şu an ölü olurdum çünkü yaşamak istemiyordum," dedi. "Hayatımı sana borçluyum. Hep böyleydi." Onun hayatının zarar görme düşüncesi bile mahvediyordu. "Senden hiçbir zaman utanmadım," diye devam etti ve öyle yürekten baktı ki ona inandım. Ben zaten Lâl'e hep inanırdım. "Ama kendimden çok utandım. Sana hissettirdiklerim için." Elleri aşağıya indi, başını eğdi, yeniden bana baktığında gözleri dolmuştu. "Senin için kendimi feda etmedim ama senin için ölmeyi de diledim." Kaşlarım çatıldı, kalbimin acıdığını hissettim. "Tercih hakkı sunulduğunda sen ve Yankı için, seni seçtim. Yankı bu yüzden işkence çekti." Şaşkınlık mıydı yoksa acı mıydı canımı yakan, bilmiyordum. "Seni günlüğümün ilk sayfasına yazmadım, doğru ama bir gün ölürsem diye günlüğümün her sayfasını, her gün seninle dolduruyorum. İlk sayfa değil ama son sayfa senin için olsun diye."
Başımı iki yana salladığımda kendimi tutamayıp yüzünü ellerimin arasına aldım ve yanağından akan yaşı parmaklarımla sildim. Yumuşak teni parmaklarımın ucundaydı. Burnunu çekti, sessizce ağladı ama onun en sessiz hali, benim mahvoluşumdu.
"Senin için kimseden bir şey öğrenmek istemedim," diye devam etti ellerini kaldırıp. "Ama şu an senden sevgiyi öğrenmeye çalışıyorum. Bana, nasıl güzel sevilir, öğret. Hayal kurmayı. Yaşamayı." Ağlamaya devam ettiğinde parmaklarıma yaşlar daha fazla doldu. "Öğret," dedi elleri titrerken. "Bir şansımız olsun. İkimizin bir şansı olsun."
Ben, Bartu Sarca, başka bir adı olmayan kişiydim ve hayata onlu yaşlarımdan sonra başlamış, ilk gözlerimi açtığım gibi Lâl'e âşık olmuştum. Belli bir yaşa kadar uzaktan ve içten içe, kendimle savaşarak. Belli bir yaştan sonra öfkeyle, onu yanımda tutmak isteyerek ama kıyamayarak. Büyüdüğümü hissettikten sonra ondan uzaklaşarak ve başka birini sevmeyi isteyerek. Onunla uyudum, onunla uyandım; onunla yaşadım, onunla öldüm. Onunla nefes aldım, onunla nefesim kesildi. Yüzüne her baktığımda başka bir parçam kırıldı ama kendim onardım, yine onun için siper oldum.
Ben, Bartu Sarca, Lâl Sarca'dan başka bir kadını sevemedim, hayal kuramadım ve kendimi bir tek ona adadım.
"Seni hak etmediğimi biliyorum," diye devam etti. "Günlerdir konuşmak için çabalıyorum." Daha şiddetli ağlamaya devam etti. "Sesim çıksın diye. Olmuyor. Bir kez kendi sesimden seni sevdiğimi duysan bana inanabilirdin." Başını iki yana salladı. "Senin için bir şey öğrenmeye çalışmadım ama bir tek senin için konuşmayı bu kadar istedim." Elim önüne gelen saçlarına kaydı ve geriye ittiğimde dudakları titredi. Sesli bir şey söylemek istedi ama başaramadı, çaresizce nefesini verdiğinde dişlerini sıktı. Elim çenesine ilerledi ve onu susturdum.
"Bir kez sesini duymak için her şeyi feda ederim," dedim tek nefeste. "Ama eğer konuşamamak seni üzüyorsa ölene kadar ben de senin için susarım ve aynı dili konuşuruz, Lâl." Onu kendime çektim ve göğüs kafesime yasladığımda kolları belime dolandı, benden kısa olan boyuyla parmaklarının ucuna tırmandı. Saçlarından öptüm, ardından kokusunu içime çektim. "Sen iste, dünyamı sustururum. Ağlama, içim gidiyor." Onu seviyordum. Sus dese susardım, konuş dese konuşurdum. Onu öyle büyük seviyordum ki bütün bunların da bir feda olacağını sonradan fark edecek kadar çok seviyordum.
Bir şansımız olsun, demişti. İkimizin bir şansı olsun. Kalbimin içi kırıklarla doluydu ama kalbim de aslında büsbütün oydu. Bu tuhaftı.
"Bana hayatından vazgeçmekten bahsetme artık," dedim ve çenesini kaldırıp gözlerine baktım. "Bana benimle kurmak istediğin hayatımızdan bahset, Lâl çünkü anladım, sana karşı benim duygularım alışkanlık." Nefesi kesildi. "Benim sana karşı duygularım sevgi." Duraksadı. "Benim sana karşı duygularım aşk. Benim sana karşı duygularım ihtiyaç. Benim sana karşı duygularım, bütün güzel olan her şey."
Gülümsediğimde gözlerinin içi güldü.
Kalbim bir kez daha ritmini kaybetti, bunu duymuş olması ise canımı sıktı. "Bence," dedim, eğilip burnunundan ucundan öptükten sonra. "Bu kez gerçekten düştün, değil mi bana? Düştün düştün."
Gülümsemesi genişlediğinde başını salladı ve boynuma sarıldı. Boyu yetişmediğinden dolayı onu belinden tutup kaldırdım ve benimle aynı hizaya getirdim. Nefesi boynuma çarparken güldüğünü hissettim hatta ilk defa Lâl'in sessiz ve içten gülüşünü işittim. Kısık ve tiz. Kıkırdama. Ufacık bir kıkırdama.
Bu yeterliydi, bu bile hayatımda duyduğum en güzel ses olabilirdi.
Gözlerim Nadir'in mezarlığına kaydı ve gülümsediğimde onun bizi izlediği düşüncesi, kalbimin kırılan bir kısmını onardı. "Vazgeçmeyin, efendim," demişti bana Nadir. "Ben olsam vazgeçmezdim. Yaşıyorsanız, nefes alıyorsanız vazgeçmeyin. Benim için yaşayın. Siz benden daha şanslısınız."
Mezarına bakarken başımı salladığımda anladığını düşündüm, benim de onu anladığım gibi. Gülümsedim, zihnimde Nadir de bana gülümsedi.
HELİN AKTAN
"Erkek ırkına güven olmaz, vazgeç bu sevdadan!" Işık belki bininci kez bunu söylüyordu. "Ne bekliyorsun ki şunlardan?" Alışveriş merkezindeydik, Yankı'yla buluşmaya gitmeden önce benimle kıyafet arıyordu ama konuşmalarının çoğu erkek ırkına duyduğu nefretle doluydu. Bugün daha fazlaydı.
"Bence Yankı'yı erkek ırkından saymamalıyız," dedim, elinde tuttuğu abiyeye bakarken. "Ayrıca hamburgerciye gideceğim Işık. Kafama sim de dökmemi ister misin?"
"Yankı erkek ırkının gizli yüzü," diye çıkıştı. "Eğer bütün bunlar bittikten sonra mutlu bir hayatınız olursa onu atletiyle düşünebiliyorum." Tiksinerek bana baktı. "Seni de bıçağın ucundaki elmayı Yankı'ya uzatırken..."
"Atletle seksi olur bence." Sesli düşündüğüm için dudaklarımı birbirine bastırdım ve Işık'ın yüzüme abiyeyi atmasıyla gülmeye başladım. "Hem neden böyle davranıyorsun? Bence Koza da erkek ırkından sayılmaz."
Buluştuğumuzdan beri durmadan Koza'yı övdüğüm gözünden kaçmamıştı ve hepsinde de cevapsız kalmıştı fakat bu kez sondu. Kaşları çatıldı, ardından kısık bir küfür savurup morlu taşlı başka bir elbiseye yürüdü. "Ne yapmaya çalıştığının farkındayım," dedi yüzüme bakmayıp. "Ama Koza'yla aramızdakine bulaşmanı çok istemiyorum."
Sonunda ağzını açtırabildiğime mutluydum. "Bana," dedim umursamaz görünmeye çalışarak. "Çizimlerini gösterdi."
Işık duraksadı ve mor taşlı elbiseden, sapsarı tüylü başka bir elbiseye geçti. Kafası karışık bir şekilde ona bakarken, "Hımm," diye mırıldandı. "Yetenekli birisi kendisi. Hayat kaydırmak konusunda da öyle." Elbiseyi bana tuttu. "Harika bence bu."
Yüzümü ekşitip elbiseyi elinden aldım ve diğer tarafa koyarken, "Ona haksızlık ettiğini düşünüyorum," dedim kendimi tutamayıp. "Bir kez konuşmayı denesen..."
"Helin," dedi uyarıcı bir ses tonuyla. "Gerçekten en son isteyeceğim şey Koza konusunda seninle tartışmak. Anlıyorum, o senin abin." Kelimeyi derin bir anlamla söylemişti. "Ve sen onu affetmiş olabilirsin ki görüyorum, bu böyle." Şaşırmış mıydı? Hayır, şaşkınlık yoktu. "Ama bizim savaşımıza dahil olmak gibi bir hata yapma." Yürümeye başladı hızlı adımlarla ve peşinden koştururken diğer mağazaya girdi. Girdiği mağazanın bebek giyim mağazası olduğunu anladığı an, yüzünde acılı ama şaşkın bir gülümseme belirdiğinde kaçarak oradan çıktı. "İşte, görüyorsun ya," dedi. "Hayat karşıma hep çıkarıyor bir şeyleri." Diğer mağazaya girdi ve burada da spor ayakkabıları vardı. "Sikeyim," diye inledi. "Yok mu güzel bir elbise?"
Kolunu tutup kendime çevirdim ve başka bir mağazanın önünde durduk. Ciddiyetle yüzüne bakarken gözlerini kaçırdı. "Savaşınıza dahil olmak gibi bir düşüncem yok," dedim net bir sesle. "Fakat merak ediyorum, sen olsan ne yapardın?"
Birkaç saniye düşündükten sonra, "Çöpçatanlık yapmayacağım kesin," dedi.
"Bunu yapmaya çalışmıyorum." Kaşlarım çatıldı. "Ortada bir yanlış anlaşılma varsa..."
"Helin," dedi ters bir sesle. "Ne istiyorsun?"
"Onunla bir kez konuşmanı fakat öfkeni bir kenara bırakarak. Hırsını da. Bir kez dinlemeye çalış."
Acıyla yutkundu ve gözlerini gökyüzüne çevirdi. Ellerini saçlarına geçirdikten sonra, "Denedim," dedi keskin bir sesle. "Ve her denediğimde başka bir bıçak yedim. Ne sanıyorsun? Bu son olanlar mı bizi bu hale getirdi? Ben senelerdir onu tanıyorum, Helin. Senelerdir. Yaptıklarına boyun eğmedim ama Koza olduğu için anlamaya çalıştım çünkü lanet bir şekilde ona..." Sustu, omzuma çarpıp diğer tarafa yürüdü. "Bu konu hakkında seninle tartışmayacağım. Gel de şu mağazaya bakalım."
Seslice nefesimi verdikten sonra peşinden ilerledim. "Ya neden kıyafet bakıyoruz?" Altımdaki gri eşofmanı gösterdim. "Ben bununla giderim ve..."
Öyle bir dönüp beni susturdu ki geriye adım attım. "Sen delirmişsin, bugünün ne kadar önemli olduğunun farkında değil misin?"
"Işık, zaten beni süsledin," dedim dalgalı yaptığı saçlarımı işaret ederek. Makyaj yaparken savaşsak da o kısmı bana bırakmıştı. "Ayrıca regl olacak gibiyim, karnım ağrıyor. Her şeye sinirlenebilecek durumdayım. Hamburger yedikten sonra eve döneceğiz. Ne bu savaş?"
Kollarını önünde bağladı ve ayağıyla ritim tutarken şöyle bir beni inceledikten sonra alayla gülüp, "Sen hayatındaki adamı tanımamışsın," dedi başını iki yana sallayarak. "Senin çıkma teklifinin üzerine çıkmak için her şeyi yapar." Arkasını döndü, bir şeyler daha mırıldandı fakat duyamadım.
Mağazaya girdiğinde cebimdeki telefon titredi. Bıkkın bir nefes verdikten sonra telefonu elime aldım ve onun adını gördüm.
LİDERİN:
Erkek ırkına laf söylendiğinden ötürü kulaklarım çınladı. Çok sövüyor mu?
Yankı! Bana taşlı elbiseler gösteriyor! Hamburgerciye o şekilde geldiğimi hayal etsene!
Kendi kendime güldüğümde mağazaya girdim ve Işık'ın elbise bakmaya devam ettiğini gördüm.
Yeniden mesaj geldi.
LİDERİN:
Bizim hakkımızda ne normal oldu ki bu olsun bebeğim?
"Pişmiş pişmiş gülmeye devam edecek misin?" dedi Işık diğer taraftan. Başımı kaldırdığımda aynı ifadeyle ona baktım. "Gerçekten, bütün yüreğimle söylüyorum, erkek ırkı büyü yapıyor."
Gri eşofmanımla gelmek istiyorum.
Çevrimiçiydi, yazdı, sildi, ardından bir kez daha yazıp sildi. Seni her halinle beğenirim, demesini bekledim.
LİDERİN:
Abartmasan mı?
Dehşetle gözlerimi açtığımda, "Erkek ırkı gerçekten de hiçbir şeyi hak etmiyor," diye mırıldandım Işık'a doğru ve burnuma bir elbise uzattı. Geriye çekildiğimde siyah, sırt dekolteli, dar bir elbise olduğunu gördüm. Diz hizamda biterdi büyük ihtimalle, ipleri inceydi.
"Işık," dedim yüzümü buruşturarak.
"Bana güven," dedi kendinden emin bir sesle. "Sadece, hamburgerciye gitmeyeceksiniz."
"Ay!" dedim gözlerimi açarak. "Sinemaya da mı?"
Işık gözlerini devirdi. "Giyin güzelim," dedi beni sırtımdan kabine iteklerken. "Ayakkabıları..."
"Kendi botlarımı giyeceğim!" dedim kabine girerken. "Gerçekten, bu konuda ısrar etme."
Elbette ki dinlemedi ve birkaç saniye sonra siyah stilettoları kabinin altından bıraktı.
Direkt Yankı'ya mesaj attım.
Hamburgerciden kovulacağız.
Işık beni mahvediyor.
Şu an yarı çıplağım ve sana bu mesajı atıyorum.
Çevrimiçi oldu.
Burada olmanı isterdim.
Yazmaya başladı.
Ne saçmalıyorum?
Yankı, yemin ederim rezil olacağız.
Neredesin yahu?
"Helin," diye seslendi Işık. "O kabinden çık artık."
Eşofmanı indirdim ve telefonum titredi.
LİDERİN:
Nerede miyim?
Şu an yarı çıplağım mesajında.
Anlatsana mesela ne kadar çıplak?
Gülmeye başladığımda elbiseyi üzerime giydim ve arkasındaki fermuarı zorlukla çektim. Aynaya baktığımda gerçekten kendimi güzel bulmuştum, özellikle ayakkabıları giydiğimde ama kesinlikle rezil olacağımdan emindim.
Kabinden çıktığımda Işık oturduğu yerden kalkıp bana yaklaştı ve ıslık çalarak, "İşte bu!" dedi. "Âşık oldum!"
"Bak rezil olacağız ve..."
"Of!" dedi Işık, koluma girip beni o şekilde çıkarırken. "Başkalarını ne zamandan beri önemsiyorsun Helin? Kim ne düşünürse düşünsün, sen sensin ve onlar başkaları. Kimse kimsenin giyimine karışamaz."
"Eşofmanım!" dedim elimi kabine uzatırken fakat Işık çoktan kasaya ulaşmıştı. "Gri eşofmanım!"
"Batsın gri eşofmanın!" diye inledi ve kasada hızla elbise ile ayakkabının parasını ödedi.
Telefonum yeniden titredi.
LİDERİN:
Öğlen ikide benimle hamburgercinin önünde buluşmayı unutma. Orada seni bekleyeceğim.
Saat bir buçuktu; daha önce gittiğimiz hamburgerciden bahsediyordu ve buraya yakındı.
Mesaja bakarken gülümsedim ve hızlıca geri döndüm.
Bu bir çıkma teklifi mi?
Şaşırdım, hâlâ nasıl şaşırdığımı bile bilmeden ama ona teklif ettikten sonra yüzünün aldığı hal, benim cesaretim ve afallaması gözümün önünden gitmiyordu. Bir gün, asla onun da bunu yapacağına inanmazdım fakat büyük bir çaba içindeydi.
İki normal insan gibiydik yine. O gün konuştuğumuz gibi.
Mesaj geldi ve o mesajı okuduğumda kalbim tekledi.
LİDERİN:
Yankı Sarca da çıkma teklifi eder, Helin. Umut Güneş ise şaşırtır.
Belki de daha fazlası.
Elim kalbime gittiğinde Işık'la beraber mağazadan çıktık ve her güzelliğin ardından kötü bir şey olacak mı korkusu beni çepeçevre sardı. O an, üzerimdeki kıyafet de ne yaptığımız da anlamını yitirdi.
"Seni taksiye bindirelim," dedi, ardından üzerindeki deri ceketi çıkarıp benim omuzlarıma attı. "Merak etme, meşhur gri eşofmanını ve kazağını sen taksiye bindikten sonra girip alacağım." Başımı salladım ama kafam dağılmıştı. "Ne oldu?"
"Kötü bir şey olmaz, değil mi?"
Işık anlamasam da derin bir ifadeyle bana baktı. "Güven bana," dedi sakince. "Bugün hayatının en güzel günlerinden biri olacak ve hiçbir zaman unutamayacaksın." Tedirginlikle ona bakmaya devam ettim. "Bana güvenmiyorsun, Yankı'ya güven," dedi. "Bugün yaptığını başka kimse yapmamıştır bu hayatta. Hem tuhaf hem güzel hem de komik."
Ellerim terlemeye başladığında zihnim de durmuş gibiydi. Sanki ilk defa buluşmaya gidiyormuş gibi kalbim atmaya başladığında elini tutup kalbime götürdüm. O zamanlar yalnızdım, bütün planı Nadir'imle beraber yapmıştım ama şimdi Işık yanımdaydı. Bir kız kardeş, yakın arkadaş, belki anne gibi destek çıkıyordu. "Kalbim çıkacak, Işık," dedim.
Gülümsedi, gülümsemesinde çaresizlik vardı ama bu benim için değildi, her ne düşündüyse bu onu üzdü. "Canım Helin'im," dedi, ardından bana sarıldı. "Her ne hissediyorsan dibine kadar yaşa. Ben her daim senin yanındayım."
Sarılmasına karşılık verdiğimde heyecandan ellerim titriyordu ve bu gözünden kaçmadı. Geriye çekilip ellerimi tuttu. "Giderken taksi kaza yapıyormuş, takla atıyormuş, ölüyormuşum, Yankı kaza yapılan yere koşuyormuş, koşarken ona da bir araba çarpıyormuş ama ben sakat kalıyormuşum, o ölüyormuş, vicdan azabıyla yaşamaya devam ederken..."
Işık ağzımı kapattıktan sonra, "Ne olur, o aptal filmleri izlemekten vazgeç," dedi inleyerek. "Ayrıca emin ol, biz harika insanlarız, ölümümüz bile normalin üzerinde olur bizim."
"Sağ ol ya," dedim gülmeye çalışarak. "İçimi rahatlattın. Şimdi taksiyi süren ben oldum ve Yankı'yı ezip geçtim, öldü o da."
Işık gülmeye başladığında, "İşte bu harikaydı," dedi. "Yaz bunu, tutar kesin."
Uzaktan gelen taksiyi gördüğümde bir kez daha saate baktım ve yerimde duramayıp taksiye elimi uzattım. O sırada tökezlediğimde Işık koluma girip beni dengeledi ve uyarıcı bakışlarını attı. "Tamam," dedim ona. "Havalı duracağım, ilk buluşma gibi davranacağım ve Yankı'nın kucağına atlamak istemeyeceğim."
"Onu biraz gerçekleştirdiniz ya," dedi gözlerini devirerek.
"Biraz değil."
"Helin." Başını iki yana salladı. "Libidonu gri eşofmanında bırakıp çık buradan."
Taksi önümde durdu. "Bana para verir misin? Taksiye verecek param yok."
Işık gülmeye başladı ve elime para sıkıştırdı. "Ne olur git artık."
Taksiye bindim ve kapıyı kapattıktan sonra şoföre hamburgerciyi tarif ettim. Onayladığında beni izleyen Işık'ı görmek için pencereyi sonuna kadar açtım ve taksi ilerlerken kafamı çıkarıp ona, "Gri eşofmanıma iyi bak!" diye bağırdım.
"Sus!" dedi Işık gülmeye devam ederken. "Kural biri unutma!"
Havalı görünmek. Başımı içeriye aldım ve pencereyi kapatırken bacak bacak üstüne attım. Kesinlikle o zamandan sonra çok şey değişmişti. Yalnız değildim, Işık vardı, benimle yoldaştı ama şimdi çok daha heyecanlıydım.
Takside açık olan radyodan kaza haberleri gelmeye başladı.
"Pardon," dedim şoföre. Aynadan bana baktı. "Ölmeyiz, değil mi?"
"Anlamadım, hanımefendi," dedi kaşlarını kaldırarak.
Kural bir.
"Yani yavaş gidelim," dedim senaryoyu görmezlikten gelerek. "Önemli bir yere gidiyorum da." Taksi şoförü bir şeyler mırıldanmasının ardından hızını düşürdü. Bu kez de o kadar yavaş gidiyordu ki geç varacağımdan ötürü korktum.
Telefonu çıkarıp Yankı'ya mesaj attım.
Biraz gecikebilirim, taksi yürüyerek geliyor.
Yazdığım mesaja güldüğümde çevrimiçi olmasını bekledim ama bu gerçekleşmedi.
İyi misin?
Cevap yok.
Çok heyecanlıyım, kusabilirim.
Yine cevap yok.
Hey!
Yanıtsız.
Yarı çıplak fotoğraf atıyorum.
Yankı çevrimiçi oldu.
Seni lanet sapık herif.
***
Zaman geçerdi, zaman birçok şeyi öldürebilirdi ama benim Yankı'yı her gördüğümde oluşan bu heyecanım, kalbimin ritmi ve gözlerine baktığımda hayata tutunmak istemeye çalışmam hiçbir zaman geçmezdi.
Zaman birçok şeyi öldürebilirdi ama benim ona karşı olan aşkımı öldürmezdi.
Hamburgercinin önündeydi, birkaç adım uzağındaydım onun ama o, elindeki kitaba bakıyordu.
Genç Werther'in Acıları. Onu ilk gördüğümde elinde olan kitap ve sonrasında da öyle. Durmadan okuduğu o kitabı, beni beklerken belki de yeniden bitiriyordu.
Bisikletiyleydi, her şey aynıydı. Siyah bisikletine yaslanmıştı, vücudu hafif eğik duruyordu ama bir o kadar da güçlü. Saçları taranmıştı, dağınık değildi. Yüzünde canlı bir renk vardı, hayatın neşesi mi ya da umudu mu, bilmiyordum; belki de heyecandan onu böyle görüyordum.
Altında siyah bir pantolon vardı, ayaklarında siyah botları. Üzerinde ise koyu mavi bir gömlek. Kol kasları belirgindi, pantolon uzun bacaklarını ortaya çıkarmıştı. Birbirimize en çok yakıştırdığımız renkler üzerimizdeydi. Dövmesinde olduğu gibi.
Bir adım daha attığımda, hissetmiş gibi kaşlarını kaldırdı ama bana dönüp bakmadı. Kitabın son sayfasındaydı, belki de son satırında. Dudaklarını oynatarak o son cümleyi okudu, derin bir nefes alıp duruşunu dikleştirdikten sonra bakışları bana döndü.
Mavi gömleği, turkuaz gözlerini daha fazla ortaya çıkarmıştı, saçları sanki daha kumraldı ve dudakları daha pembe. Beni izlerken gülümsediğinde heyecandan gerçekten de bayılacakmış gibi hissediyordum.
Bisikletinin sepetinden beyaz çiçekleri aldığında, ona bakmaktan bunu bile fark etmediğimi anladım, gerçekten bayılacaktım.
Karşımda durduğunda eli belime sarıldı ve beni kendine çekti. Zihnimde durmadan Işık'ın sesi çınladı ama onun kucağına atlamak istiyordum, yapacak başka hiçbir şey yoktu.
Yanağıma hafif bir öpücük kondurduktan sonra çiçekleri uzattı. "Sana," dedi. "Fakat bu kez papatya değil, zambak aldım."
Çiçeği titreyen elimle aldığımda, "Yankı," diye mırıldandım. Kaşını kaldırdı, teşekkür etmemi bekledi. "Bayılırsam tut beni." Işık'ın bütün kuralları tuzla buz oldu ama öyle bir güldü ki bu bile bana yetti.
"Dur," dedi sakince. "Daha değil."
Zambaklara baktım, ardından kolumla sarıp göğüs kafesime yasladığımda detayların içinde boğulacak gibiydim. "Bu şekilde," dedim onu ve kendimi göstererek. "Hamburgerciye geldik. Normal değiliz."
"Normal değiliz," diye tekrar etti. "Yankı ve Helin'iz." Eli belimdeyken beni hamburgercinin içine yönlendirdi ve girdiğimiz anda bakışların bize döndüğünü fark ettim. Evet, o filmlerdeki aptal sahneyle karşılaştım ama geri döndüklerinde fısıltıyla ne konuştukları umurumda bile değildi. Tam o anda, Yankı'nın elbisemdeki etiketi hızla söktüğünü hissettim. Bakışlarım ona döndüğünde göz kırptı ve eliyle etiketi buruşturdu.
Normal değildik, Yankı ve Helin'dik.
Başıyla soldaki masayı gösterdi ve siparişleri vermeye gitti, gitmeden de elindeki kitabı masaya bıraktı. Sakince sandalyeye oturduğumda kucağımdaki çiçeklere bakmaya devam ettim. Zambaklar aramızda sözsüz bir şifre gibiydi. Dile getirmesek bile içinde anlamlar taşıyordu. Tıpkı masanın üzerindeki kitap gibi.
Ne çok anı vardı.
Çiçekleri masaya bıraktım ve kitaba uzandığımda fazlasıyla eskidiğini gördüm. O kadar çok okumuştu ki sayfaları çevirirken saman kokusunun bile kalmadığını fark ettim. Sadece bu kadar da değil; bazı sayfaların kenarı kıvrılmıştı, bazı cümlelerin altı defalarca çizilmişti.
"Bu dünyada birinin diğerini anlaması o kadar kolay bir şey değil," cümlesinin altını çizmişti önce. Ardından bu cümlenin üzerini de çizmişti. Çizdiği yerin altında bir tarih vardı, 2015 senesini gösteriyordu.
Üzerini çizdiği tarih: 2 Kasım 2019. Onu sokak lambasının altında bulduğum gün.
"Çok acı çekiyorum! Ah, acaba benden önce bu denli acı çeken insanlar olmuş mudur?" cümlesinin altı çizilmişti, sene 2007. O sene ne yaşamıştı?
"Böyle mi olacaktı, insanı sonsuz derecede mutlu kılan şey, aynı zamanda üzüntüsünün kaynağı mı olmalı?" Altını çizdiği tarih: 12 Ocak 2020. Onu terk edip gittikten bir gün sonrası.
"Dünyada çocuklar yüreğime tüm varlıklardan daha yakındır." Altı çizili, tarih Nadir öldükten bir gün sonra.
"Nedir bu kalbimden çektiğim?" Benimle tanıştıktan üç hafta sonra. Belki de saçımı kestiği gün.
“Çünkü anlaşılmamak birçok kişinin olduğu kadar benim de yazgımdır.” Sene 2010.
Üzeri karalanmış, sene yazılmış 2020 diye ama ardından o da silinmiş ve yeniden altı çizilmiş.
"Tüm insanların ümitleri boşa çıkıyor ve umutları yok oluyor." Umutların altı fazlasıyla çizilmiş, sene 2009.
"Savaşmayı bırakıyorum, bunu veda say." Altı çizilmiş, sonuna kendi el yazısıyla anne eklenmiş. Sene 2010. İntihar cümlesi.
"Onunla ilgili olmayan hiçbir şeyin bir önemi yok." Bana evlenme teklifi ettiği gün, yanına Helin ismi eklenmiş.
Bir anda önüme tepsi koyulduğunda irkildim ve başımı kaldırdığımda onu gördüm; o ana kadar da gözlerimin dolduğunu fark etmemiştim. Hızlıca gözlerimi kitaba çevirdim ve masaya koyarken, "Üzgünüm," dedim. "Sadece bakmak istemiştim ama..."
"Ama Yankı Sarca el kitapçığıyla karşılaştın," dedi ve karşıma oturdu. "Sorun değil, Helin, kendini kötü hissetme." Hüznü ve mutluluğu aynı anda yaşıyordum. O kitapta daha ne sırları vardı, ne tarihleri ve ne acıları. Ölmeyi istediğini görmüştüm, mutluluğunu, terk edilişini ve sessizliğini. Anlaşılmadığını vurgulayan bütün cümlelerin altı çiziliydi.
"Seni ilk tanıdığımda da elinde bu kitap vardı," dedim önüme koyduğu patates ve hamburgere bakarken. Kokusu bile acıkmama neden oldu.
"Küçüklüğümden beri durmadan okuduğum tek kitaptı," diye mırıldandı kolama pipet takarken.
"Kitaptı, dedin."
"Çünkü eskiden." Başıyla yemeğimi işaret etti. "Bugün son kez okudum."
Şaşırdım. "Neden?"
"Çünkü artık hak vermiyorum o karaktere. Çoğu konuda. Benim için özellikle bugün sondu."
"Nasıl yani?"
"Boş ver," dedi eliyle kitabı işaret ederek. "Bunları konuşmak anlamsız. Son kez bugün okudum, bugünün bir anlamı var çünkü." Bir patates ağzına attı ve yavaşça çiğnerken beni inceledi. "Ve geçen sefer olduğu gibi mahvolmasına izin vermeye pek de niyetim yok."
"Hımm," diye mırıldandım ve gülümsediğimde ben de patateslerden yemeye başladım. "Yani bu demek oluyor ki hamburger patates yiyeceğiz, ardından güzel bir romantik komedi filmine mi gideceğiz?"
"Hımm," dedi beni taklit ederek. "Doğru ama buradan kalktıktan sonra ufak bir işimiz var, ondan sonra o lanet romantik komedi filmine," bakışlarım değişti, "harika romantik komedi filmine de gidebiliriz."
"Ne işimiz var?"
"Ufak bir iş," dedi ağzıma patates tıkarken. "Hemen halleder, oradan da sinemaya geçeriz."
"Bu bir sürpriz mi?"
"Sayılır," diye karşılık verdi ve sırıttı. Mutluydu, hiç olmadığı kadar. Onu böyle gülümserken görmeyeli çok uzun zaman olmuştu. "Ve sen benim çıkma teklif ettiğim tek kadınsın. İlk ve son, bebeğim. Bu yüzden en güzeli olsun diye çok uğraştım."
"Zirve bende, bebeğim," dedim alayla. "Seni bozguna uğratmıştım." Cevap vermedi ama öyle büyük bir imayla güldü ki karnımın içinde sanki lav gezindi.
Hamburgerimden birkaç kocaman ısırık aldıktan sonra soluksuz yemek yemeye başladığımı o an fark ettim ama bunu umursamadım çünkü Yankı da tıpkı benim gibiydi.
"Bu kez saçma soruları ben sorabilir miyim?" dedi ağzı doluyken. Aklımı kaçıracaktım, o kadar tatlı görünüyordu ki.
Gülerek, "Evet," dedim. "Başla hemen. Hızlı."
"Tarkan şerefsizini çok aradın mı?" Gülmeye başladığımda kaşları çatıldı. "Geçen gün sosyal medyada önerilenlerde karşıma çıktı; önerene ayrı, sosyaline ayrı, medyasına ayrı sokayım.”
“Çıkma teklifi ettiğin kıza, eski sevgilisinin konusunu açman hiç etik değil.” İşaret parmağımı ona uzattım. “Başka soru.”
“Hımm,” dedi, sonra peçeteyle yaklaşıp ağzımın kenarını sildi. "Seni en mutlu eden şarkı ne?"
"Cennet Mahallesi'nin jenerik müziği çok eğlenceli," diyerek güldüm.
Yankı öksürmeye başladığında kolasından birkaç yudum aldı, ardından eliyle ağzını kapatarak, "Bu biraz olmadı gibi," dedi. "Seni en huzurlu hissettiren şarkı ne o halde?"
"Tarkan, ‘Şımarık’," dedim.
"Helin," dedi gözlerini açıp sandalyeye yaslanarak. "Beni delirtmeye mi çalışıyorsun?"
Gülmeye başladığımda, "Tarkan olsa, yani ünlü olandan bahsediyorum, bu sözlerine kırılırdı," diye mırıldandım.
"İkisinden de nefret ediyorum," diye çıkıştı. "Başka şarkı?"
"Ah, ne büyük kayıp ama. Tarkan da kollarını açmış seni bekliyordu." Önündeki patatesi bana doğru attı. Gülmeye devam ettiğimde kaşlarını çattı.
"Söylemeyecek misin?"
"Hımm," dedim birkaç saniye düşündükten sonra. "Ed Sheeran, ‘Thinking Out Loud’. Ne zaman dinlesem huzurlu hissederim. Güzel bir rüzgâr esiyor, deniz kenarındayım, hava çok güzel. Terletmiyor ama üşütmüyor da. Bulutlar açık." Gözlerimi kapatıp gülümsedim. "Mutluyum, herkes mutlu. Hepimiz mutluyuz. Uzakta bir yerlerde diğerleri var, yanımda sen. Dudaklarını omzumda hissediyorum. Kokun yanımda." Gözlerimi açtım ve beni eli çenesinde izlediğini gördüm. "Bahsetmek bile huzur verdi, imkânsız gibi görünse de."
Elini çenesinden çekmeden beni bir süre daha öylece izledi. Hatta öyle büyük bir sevgiyle izledi ki başkaları bile bunu fark edebilirdi. "Neden imkânsız olsun ki?" diye sordu en sonunda. "Seninle bir karavanımız var, Bartu'nun çaldığı. Bunun dışında dünyayı gezme hayallerimiz. Deniz her yerde var. Gökyüzü de öyle. Güneş daima açar, rüzgâr eser. Sokak lambaları yanar, gündüzleri de yakarız istersen. Yeter ki biz, ikimiz ve diğerleri nefes alsın, Helin. İmkânsız değil."
Umut cümleleri dudaklarından çıkarken ben de elimi çeneme yerleştirdim. "Sen dersen inanırım," diye karşılık verdim.
"İnan," dedi içten bir sesle. "Bir gün o karavana bindiğimizde bu şarkıyı açarız belki ve bugünü anarız."
Söylemek istemesem de, "Ama bir gün bu şarkıyı acıyla da hatırlayabilirim, Yankı," diye mırıldandım. "Bunu istemiyorum, hep huzur versin."
Uzanıp çenemde duran elimi tuttu ve tersini öptüğünde eriyip yok olacağımı hissettim. "Huzurun gitmesin diye her şeyi yapmaya hazırım senin için." Elimi bıraktığında gülümsemeye devam etti. "Ve bu seni şaşırtır mı bilmiyorum ama o şarkı bana da hep huzur verir."
Gözlerimi kocaman açtığımda kendi önümdeki patatesler bittiği için onun patateslerine dadandım ve ağzını açıp hiçbir şey söylemedi. "İlk dinlediğimde lisedeydim," dedim ağzım dolu bir şekilde. "Birine âşık olduğumun ve o kişiyle dans ettiğimin hayalini kurmuştum."
"Ne kadar şanslı bir kadınsın ki ben varım burada," dedi kendini işaret ederek. Kolamdan içerken güldüm.
"Sen dans etmeyi bilmiyorsun, Yankı Sarca."
"Koy elleri omza, iki yana sallan. Nesi zor?" Gülmeye başladığımda ters ters bana baktı. "Biz seninle dans da ederiz, Helin," dedi imayla. "Ayakta, yatarak, yerde, havada. Hiç fark etmez. İste, yeter."
Gözlerimi açıp etrafıma baktım. Utandığımı anladığında gülme sırası ondaydı. Birkaç dakika sonra onun önündeki patatesleri de bitirdiğimde, "Ben de sana bir şey sorabilir miyim?" dedim.
"Elbette," dedi rahat bir sesle. İlk çıktığımızda ona soru sorarken bile nasıl çekiniyor ve korkuyordum. Öyle bir andı kis sorduğum her soru, gerçek yüzümü gösterecek diye korkuyordum ve o da her cevabımda bende bir şeyler arıyordu.
"Bir gün çocuğun olursa," başını eğdiği yerden sertçe kaldırdı, "yani çocuğumuz olursa," gözlerine anlamsız bir duygu oturdu, "ona koymak istediğin ismi hiç düşündün mü?"
Yutkundu ve beni inceledi; gözlerinden geçen korkuyu yine gördüm. "Çocuk istemediğim için bunun üzerinde hiç detaylı düşünmedim," diye kesin bir yanıt verdi.
"Hiç mi?" diye sordum.
İlk önce duraksadı. "Erkek için düşünmüştüm," deyip gözlerini kaçırdı. "Poyraz. Belki bir gün Koza'ya ismini sevdirip barışmasını sağlarım diye." Gözlerime büyük bir umut oturduğunda yeniden bana baktı. "Fakat öylesine bir düşünceydi, gelip geçti. Bir daha da düşünmedim."
"Neden bu kadar katısın?" Kaşları çatıldı. "Çocuk konusunda? Senden harika bir baba olur."
"Babalar," dedikten sonra sessizliğe gömüldü birkaç saniye. Yüzüne oturan tedirginlik ve korku bambaşkaydı. "Babalar, kötüdür her zaman, Helin," dedi kesin bir kuralmış gibi. "Ya terk ederler ya cezalandırırlar ya da satarlar. Hiçbir zaman iyi bir babayla tanışmadım."
Yineleyerek, "Senden harika bir baba olur," dedim. "Terk etmezsin, cezalandırmazsın ve satmazsın."
"Evet," dedi düz bir sesle. "Cezalandırmam ve satmam." Terk etmem, demedi. Aklından ne geçiyorsa bunu da dile getirmedi. Konuyu kapatmak istermiş gibi elini sallayıp saatine baktı. "Kalkalım mı? Geç kalacağız."
"Ah," dedim heyecanla. "Nereye gidiyoruz?"
Ayağa kalktığında, yüzüne yine o sevdiğim gülümseme yerleşti. İçtenlikle bana bakarken elini öne doğru uzattı ve ayağa kalkmama yardım etti. "Halletmemiz gereken bir şey var," dedi sakince. "İzin verirsen gözlerini de bağlamak isterim."
Gülümsemesine bakarken dudaklarım aralandı ve çevreme baktım. "Burada mı?" diye sordum şaşkınlıkla.
Yankı'nın gözleri ilk önce tuhaf bir hal aldı, ardından dudağının ucuyla haylaz bir gülümseme takınıp, "Helin, Helin, Helin," dedi başını iki yana sallayarak. "Aklından ne geçiyor senin?"
Aslında aklımdan onun düşündüğü gibi bir şey geçmemişti ama artık zihnimde canlanmaya başlamıştı. Yutkundum ve yanına ilerlediğimde beraber hamburgerciden çıktık. Tedirgin bir nefes verip, "Ya düşersem?" diye sordum bisiklete bakarken. Elimdeki zambakları ise çoktan bisikletinin sepetine koymuştum. O da aynı şekilde kitabını.
Zambaklar ile o kitabının yan yana durmasının bile evren açısından bir anlamı olabilir miydi? Canlı çiçekler ve intiharı anlatan bir kitap, hayatımızın özeti olabilirdi.
"Hayır," dedi rahat bir ses tonuyla. "Bana güven çünkü ben sana güveniyorum."
Daha önce buraya geldiğimizde bana nasıl da güvenmiyordu ve şu an bu cümle dudaklarından çıkarken nasıl da samimiydi. Başımı salladığımda bisikleti kilitlediği yerden çıkardı ve koltuğuna oturduktan sonra o güzel gülüşünden bir kez daha bana gönderdi. "Bin bakalım," dedi ezbere bildiğim o cümleyi kurarak. "Önüme."
"Ay, çok özlemişim," dediğimde bisikletin demirine yan oturdum ve bacaklarımı havaya kaldırdım. Elbisem ve ayakkabılarım bunun için uygun değildi ama bizi düşürmeyeceği konusunda ona güveniyordum. Sırtımı göğüs kafesine yasladığımda cebinden bir mendil çıkardı ve gözlerimi kapatmadan önce bir kez daha benden izin aldı. "Bence," dedim onu onayladığımda, gözlerimi bağlarken. "Benim teklifimin üzerine çıkamayacaksın, Yankı Sarca."
"Ben bu dünya üzerindeki bütün tekliflerin üzerine çıkacağım, Helin," dedi rahat bir sesle ve mendili canımı yakmadan sıkıca bağladı. "Emin olabilirsin."
Heyecan gitgide katlandı, özellikle gözlerim kapalıyken ve her yer karanlıkken. Bacaklarını kalçamda hissettim, kolları vücudumu iki yanından sardı. Gidonu tutarken nefesini yanağımda hissettim, ardından saçlarımda ve boynuma bir öpücük kondurdu.
Kanım daha fazla alevlendi, heyecan daha fazla arttı.
Bisikleti hareket ettirdiğinde nereye gittiğimizi bilmiyordum ama gözlerim kapalıyken o nereye giderse gitsin, onunla ilerleyeceğimin bilincindeydim. Boşluğa düşeceğimi bilsem bile gözlerim kapalıyken, o yanımda, diye düşerdim.
Bunun adı aşktan daha öte bir duygu olmalıydı.
Bisikleti sürerken arada sırada sakalları yanağımı okşuyor, nefesi saçlarımda geziniyordu. Kolları daha sıkı sarıyor ve bacakları daha fazla sürtüyordu. Kokusu hemen arkamdaydı, bu kokuyu seviyordum. Onun kokusunu her yerde tanırdım, adım seslerini bile.
"Az kaldı," diye fısıldadı kulağıma. "Aslında oraya arabayla gitmeyi de düşünmüştüm ama biz Yankı ve Helin'iz, belki bir daha bu iki kişi bile olamayacağız. Sadece bu yüzden bile alışkanlıklarımızdan vazgeçmek istemedim."
"Kim olursak olalım," dedim çenemi kaldırıp rüzgârı kucaklarken, "alışkanlıklarımızdan vazgeçmeyelim istiyorum." Gözümün önüne ikimizin de yaşlanmış hali geldi; eminim o yaşlıyken de yakışıklı olurdu ve ben yine onunla bisiklete binmek isterdim. Bunu ona söylemedim, dalga geçer diye korktum ama zihnimdeki o yaşlı görüntüsü bile gülmeme neden oldu.
"Ne oldu?" diye sordu.
"Hiç," dedim iç çekerek. "Sadece güzel bir hayal kurdum, belki de yine imkânsız."
Burnu saçlarımda gezindi. Sessiz kaldı, aynı şeyi tekrar etmedi ama beni saran kolları bunun haklılığını sanki bana haykırdı.
Çok uzun zaman geçmeden bisiklet durduğunda, ilk önce, "İleride bu anıyı anlatırken, popomun yol boyu ağrıdığını da atlamayacağım," dedim yüzümü buruşturarak.
Yankı güldü ve bisikleti tutarken ilk o indi, elini elimde hissettim. Beni de bisikletten indirdiğinde karanlığın içinde bir koku aradım, belki bir siluet ya da ses. Yolun sesi devam ediyordu, konuşanlar vardı ve uzakta bir yerde alkış.
Elimi tutup beni yürüttü, hemen arkamdaydı ve bana yaslanmıştı. Bir eli belimi sarmıştı, diğer eli elimi tutuyordu. Yolun karşısına geçtik ya da bir kavşağı döndük, bilmiyordum ama burnuma zambakların kokusu geldi ve diğer boşta kalan elime çiçekleri verdi.
Bıçak gibi kesildiğinde sırtı sırtıma yaslı bir şekilde elimi bıraktı. Dizlerim ve ellerim heyecandan titriyordu ve bunun gözünden kaçmadığına emindim. Kuralları hatırladım, Işık'ın koyduğu fakat hiçbirini gerçekleştirecek gibi değildim. Bayılabilirdim, belki de bayılmıştım.
Hayır, bayılmamalıydım, güzel bir anıyı bu şekilde mahvetmemeliydim.
"Hazır mısın?" diye sordu arkamdan kulağıma.
"Hazırım, kahretsin," dedim elim kalbimin üzerine giderken.
Parmakları saçlarımda gezindi, mendilin düğümünün çözüldüğünü hissettim. Kumaş yavaşça gözümden kaydığında gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım ve bulanık gördüğüm için başımı iki yana sallamak zorunda kaldım.
Görüşüm netleşirken hiçbir şey söylemeden bekledi ve karşımda upuzun bir ağaçtan başka hiçbir şey görmedim. Anlam veremediğimde, "Sanırım aklım uçtu yine," dedi ve vücudumu yavaşça diğer tarafa çevirdi.
İlk başta kelimeleri okumak konusunda zorlandım, rüyanın içinde olduğumu sandım; dudaklarım aralandığında dengem sarsıldı ve sırtımı ona daha fazla yasladım. Gözlerim irileşirken okuma yazmayı mı unuttum diye düşünüp gülmeye başladım, ardından sustum ve bir kez daha güldüm.
Şaşkınlık bütün vücudumu kavururken elimle ağzımı kapattım.
Kadıköy Evlendirme Dairesi
Başımın döndüğünü hissettim, elim alnıma giderken yer sanki ayaklarımın altından kayar gibi oldu ve Yankı belimden tuttu. "Ne olur Helin," dedi tedirginlikle. "Bayılma ve Işık'ı haklı çıkarma."
Nefesimi tuttuğumu fark ettiğimde kolları beni sıkıca sarmasaydı çoktan dizlerimin üzerine düşeceğimden emindim. Hayatım boyunca bir kez bile bu kadar büyük bir heyecan yaşamamıştım ve şu an, Yankı Sarca bana ilk defa çıkma teklif ettiği gün beni evlendirme dairesine getirmişti.
Anlamak konusunda zorlanırken, dudaklarımdan ilk çıkan, "Vazgeçtin sanmıştım," oldu, sesim de titriyordu. Evlenme teklifi ettikten sonra bir kez bile konusunu geçirmemişti, kimseye söylememişti. Pişman olduğunu bile düşünmüştüm ama bunu söylemek istememiştim; kendi iç sesimde bile dile getirirken kaçınmıştım. "Ben sandım ki bunun için..."
"Teklifimi kabul ettikten sonra ilk iş randevu almak oldu," dedi. "Işık bu konuda yardımcıydı. Sağlık raporlarını çıkarmak zor olmadı. Bizim de elimizin kolumuzun uzun olduğu konular elbette ki var." Gülümsediğini hissettim ama hâlâ bayılacak gibiydim. "Hiçbir zaman vazgeçmedim, vazgeçmek mümkün mü? Sadece umarım Işık sana 'ilk buluşmaya gelinlikle git utanmadan' şakası yapmamıştır. Bunu yapacağını söylüyordu."
"Yapmadı," dedim soluk soluğa. "Yapmadı ama demek ki bu yüzden..." Bütün o duygulanmaları, beni uyarmaları, güzel görünmemi sağlamaları... "Yankı," dedim gözlerim mutluluktan dolarken. "Bu çok..." Kelimeyi bulamadım. Bu çok büyüktü, bunun bir üstü yoktu.
Yanıma geçti, parmakları parmaklarımı kavradı, benimle evlendirme dairesine bakıyordu. "Yarın ne olacağımızı bilmiyoruz," dedi yüzüme dönmeden. "Büyük bir mayın tarlasındayız ama ben, benden kalacak her şeyin senin olmasını istiyorum, bir gün bana bir şey olursa yani." Acıyla yutkundum. "Güneş soyadını sana verdiğimde, babamdan kalan her şey benden sana geçmiş olacak. Bir gün bana bir şey olursa bu soyadı sen taşı istiyorum, o parayla da istediğin her şeyi yapabilirsin. Sadece para da değil, bir gün ölürsem, benim eşim olduğunu bilerek hayata veda etmeyi isterim. Her şey başlamadan, o mayın tarlasına girmeden önce bunu yapmak istedim." Bakışları bana döndüğünde dolan gözlerimin içine baktı, baktı da hiçbir şey söylemedi.
Savaşa başlayacaktık ve o savaşa girmeden önce bunu düşünmüştü; her şeyden önce ikimizi.
"Yankı," dedim kısık sesle. "Bu çok büyük bir şey."
"Onunla ilgili olmayan hiçbir şeyin önemi yok," dedi Genç Werther'in Acıları'ndaki o cümleyi bana tekrar ederek. "Benim olan senin, her şeyiyle. Güzel bir hayat yaşa diye her şeyi yaparım."
"Bana burada diğer ihtimallerden bahsetme," dedim gerçeklerin içindeyken ama hayatımız da böyleydi. Biz buyduk, hiç normal olmamıştık, hem de her konuda. "Bana burada yarından bahsetme, kötülüklerden ve mayın tarlalarından. Savaştan da öyle. Ne olur, yapma bunu."
Başını salladığında, "Işık senin hiçbir şekilde düğün istemeyeceğini söyledi..." dedi tek solukta.
"Düğünlerden hoşlanmam," dedim yüzümü buruşturarak.
"Ama ben diyorum ki," dedi farklı bir heyecanla. "Güzel bir ihtimalle. Eğer her şey son bulursa ve nefesimiz beraber devam ederse bir düğün yaparız, içimiz rahat bir şekilde." Yüzünü buruşturdu. "Çok anladığım şeyler değil ama herkes kurtulmuşken, bizim de eğlencemiz bu olur. Bütün çocukları da çağırırız, acılarımız biraz daha dinmiş olur. Yanında kimlerin olmasını istersen davet ederiz." Onlarla ilk tanıştığım zaman gördüğüm rüya zihnimde dönmüştü. Evleniyordum, Yankı'yla. Her şey çok güzel başlamıştı ama sonunda herkes karşımdaydı. Yapayalnızdım. Ürperdiğimde bunu hissetti. "Korkma," dedi elimi daha sıkı tutarken. "Çok güzel olur."
İleride, yaşlandığımda, belki de on sene sonra çocuğum olursa anlatacağım bir hikâyem vardı. Nasıl evlendiniz, sorusuna verebileceğim uzun bir cevabım, her detayıyla insanı büyüleyen.
Cevap vermemi beklemeden evlendirme dairesine doğru yürüdü ve beni de yürüttü. Titreyen dizlerime destek olan, onun elimi sımsıkı tutan eliydi.
Kötü bir şey olacak tedirginliği, tam kalbimin üzerindeydi yine. Bu kez daha büyük ve daha can yakıcı. Öyle ki içeriye girmeye bile çekindim ama bunu ona yansıtmadım. Her güzel anımızda bir cehennem karşımızda dikiliyordu, o an dikilmese de sonrasında kötü bir şey oluyordu. Bu kez olmaması için her şeyi yapardım.
İlk başta görevliyle konuştu, ardından sıramızın geldiğini söylediğini işittim. Heyecandan sesleri bile uğultu gibi duymaya başlamıştım. Kalbim daha fazla yerinden çıkacakmış gibi olduğunda, büyük bir salona girdik ve orada şahit koltuğunda oturan iki yaşlı insan gördüm.
"Songül ve Yaşar," dedi onları işaret ederek Yankı. İçimdeki kasvetten uzaklaştım. "Yetiştirme yurdunda tanışmışlar ve yaklaşık kırk beş senedir evliler, mutlular da. Şahitlerin, evli ve mutlu insanlar olması gerektiğini okumuştum bir yerde. Çevremizde böyle birileri olmadığı için onları buldum. Seve seve kabul ettiler."
Pamuk gibi yüzü olan kadın, gülümseyerek bana döndü. Kır saçları dalga dalgaydı, yanındaki yaşlı adam ondan daha uzundu ama hâlâ yakışıklıydı. İkisi de bizi ayakta beklerken, Yaşar amca, "Demek senin anlata anlata bitiremediğin büyük aşkın bu hanım kızımız," dedi beni işaret ederek.
"Evet," dedi Yankı masaya ilerlerken. Heyecanlandığını sımsıkı tuttuğu elimden anlıyordum.
"Merhaba," dedim zorlukla konuşarak ve nefesimi düzene sokmaya çalıştım. Az önce hamburger patates yerken, şimdi evlendirme dairesindeydim. Bu nasıl bir cümleydi? Gülmeye başladığımda tuhaf tuhaf bana baktılar fakat hemen sustum.
Eşlerin oturacağı sandalyelerin önüne geldiğimizde, Yankı sandalyemi çekti ve otururken üzerimdeki deri ceketi de aldı. Şahitler de oturduğunda elimdeki çiçeği masaya koydum ve büyük bir ihtiyaçla Yankı'ya baktım.
Boğazını temizleyerek sandalyesine oturduğunda eli ensesine gitti, ardından derli toplu olan saçlarını dağıttı ve bana gülümsemeye çalıştı ama o da heyecanlı ve bir o kadar tedirgindi.
Yankı da kötü bir şey olacağından korkuyordu, bunu görebiliyordum.
İçeriye nikâh memuru girmeden önce Songül teyze bana doğru eğilip, "Biz de çok kötü yollardan geçtik, Yaşar ölüm tehlikesi bile atlattı," dedi kısık sesle. "Ama sonucunda ikimiz de yaşıyoruz. Çocuklarımız da iyi. Mutlu bir hayat geçirdik, geçiriyoruz. Umut et, kızım. Umut et ki olsun."
Başımı salladım, uzanıp yumuşak elini tuttum ve yutkundum.
Yankı, ellerini koyacak yer bulamazken, saatine baktıktan sonra cebinden telefonunu çıkardı ve birine mesaj attı. Sokak Nöbetçileri’nin tam kadro bu işin içinde olduğu düşüncesi zihnimde canlandı.
Nikâh memuru içeriye girdiğinde şahitler ayağa kalktı ve biz de ne yapacağımızı bilemediğimizde ayağa kalktık. Kırmızı cübbesiyle kendi sandalyesinin önüne geldiğinde eliyle oturmamızı işaret ve kendisi de oturdu. Elindeki büyük defteri açarken, titreyen dizlerimi ellerimle durdurmaya çalıştım ama göz ucuyla Yankı'ya baktığımda onun da titrediğini gördüm.
Kahretsin.
Gözlüklü nikâh memuru ciddiyetle bize baktıktan sonra elindeki kâğıtları inceledi ve şahitlere baktı, ardından yeniden deftere döndüğünde sandalyelere kaydı bakışları. Bizden başka kimse yoktu, buna mı dikkat etti yoksa başka bir şey mi dikkatini çekti, bilmiyordum ama duruşundan bile Mutlu'yla az önce karşılaşmış olma ihtimalini düşündüm.
Çok tuhaf bir histi ama bu kızgınlığı nerede görsem tanırdım.
"Sayın Helin Aktan ve sayın Umut Güneş," dedi nikâh memuru ve evet, kalbimin son atışlarını duymaya başladım. "Evlenmek için belediyemize yazılı müracaatta bulundunuz. Yapılan incelemeler neticesinde evlenmenizde hukuki bir engelin bulunmadığı tespit edildi." Bayılacaktım, gözlerim bulanık görünüyordu. "Şimdi burada, şahitlerimizin huzurunda bu evlenme arzunuzu sözlü olarak tekrar etmek isterim." Ne olur, hemen şimdi gerçekleşebilir miydi? Konuşacak gibi değildim.
"Sayın Helin Aktan," dedi bana dönerek. "Kimsenin baskısı altında kalmadan, kendi özgür iradenizle sayın Umut Güneş'le evlenmeyi kabul ediyor musunuz?"
Dudaklarım aralandı, geri kapattım çünkü konuşmayı unuttuğumu fark ettim. Bakışlarım Yankı'ya döndüğünde turkuaz gözlerinin büyük bir ihtiyaçla bana baktığını gördüm. Bir kez daha nefes aldım ve geri verirken, "Evet," diye fısıldadım çünkü ağlıyordum.
"Lütfen yüksek sesle tekrar eder misiniz?" dedi nikâh memuru.
"Evet!" dedim gür sesle.
Nikâh şahitleri alkışladığında sanki salonun dışında birinin durmadan söylendiğini duyuyordum ya da aklımı kaçırmaya başlamıştım.
Nikâh memuru Yankı'ya döndü. "Sayın Umut Güneş," dediğinde gözlerimden yaşlar akmaya devam ediyordu. Gülüyordum ve ağlıyordum. Mahvolmuştum ama hayatımın da en güzel günüydü. "Kimsenin baskısı altında kalmadan, kendi özgür iradenizle sayın Helin Aktan'la evlenmeyi kabul ediyor musunuz?"
Yüzüne bakamadım, gözlerim salonda gezinirken onun da birkaç kez nefes aldığını duydum. Zorlukla da olsa ona döndüğümde gözlerinin büyük bir minnetle beni takip ettiğini gördüm. "Sonsuza kadar," dedi, benim aksime yüksek sesle. "Evet!"
Şahitler alkışladığında salonun arkasından bir çığlık koptu. Nikâh memuru o tarafa dönüp bakarak kendi kendine söylendi, ardından şahitlere döndü. "Sayın Songül Hanım ve Yaşar Bey, siz de şahitlik ediyor musunuz?"
"Ediyoruz efendim," dedi ikisi de aynı anda ve el ele tutuştular.
"Ben de sizi, hastalıkta sağlıkta, yoksullukta zenginlikte..."
Yankı, eliyle nikâh memurunu susturup, "Her şeye rağmen, sonsuza kadar, bütün nefesimle," dedi kısaca. "Sokak lambaları şahit."
"Her şeye rağmen, sonsuza kadar, bütün nefesinizle," dedi nikâh memuru tekrar ederek. "Sokak lambaları şahit. Sizi karıkoca ilan ediyorum. Gelini öpebilirsiniz."
Bir anda salonu müzik sesi doldurduğunda ve içeriye Nöbetçiler girdiğinde gözlerim şaşkınlıkla o tarafa döndü ve Yankı elimden tutup beni ayağa kaldırdı.
Mutlu'nun elindeki müzikçalardan Ed Sheeran, “Thinking Out Loud” yükseliyordu gümbür gümbür. "Helin!" diye bağırdı gülerek içeriye girerken. Nikâh memuru öfkeyle ona baktı. "Cennet Mahallesi’nin jenerik müziğini çalmama müsaade etmediler, bebeğim!"
O an, boşta kalan eliyle Koza'nın koluna girdiğini gördüm; Koza büyük bir dehşetle bize bakarken, diğer koluna ise Bartu girmişti.
"Kardeşim," dedi Bartu bize yaklaşırken. "Bu herifi serumla getiriyorduk neredeyse."
Hiçbir şeyden haberi yoktu ve yüzündeki şaşkınlık, benim şaşkınlığımı bine katlardı.
Ön tarafta yürüyen Işık ve Lâl alkışlamaya başladı. Işık hangi ara üzerini değiştirmişti, bilmiyordum ama ikisi de çok güzel görünüyordu. Lâl elindeki fotoğraf makinesiyle defalarca fotoğrafımızı çekti, diğer elindeki telefonuyla ise video çekiyordu sanırım.
Koza çırpınmaya çalıştı ama Bartu ile Mutlu onu daha sıkı tuttu, Yankı ise ona öyle bir baktı ki kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum.
"Gelini öpebilirsin!" diye gür sesle tekrarladı Işık.
Yankı vücudunu bana çevirdi ve ben de ona doğru döndüm. Nikâh memuru imzalamamız için defteri önümüze iteklerken Yankı'nın elleri ilk önce omuzlarımı tuttu, ardından yüzümü kavradı.
"Yankı," dedim sessizce. "Şu an bir masal kitabının içinde gibiyim. Lütfen hiç bitmesin bu."
Parmakları yanağımı okşarken dudaklarıma yaklaştı ve o an diğerleri, ortam, hiçbir şey umurumda değildi. Helin Güneş olmuştum, Umut Güneş'in ve Yankı Sarca'nın eşi.
"Seninle birer masal kahramanı olacağız; söz, sevgilim," dedi dudaklarıma yaklaşırken. "Sen zambaklar gibi kokmaya devam edeceksin, ben sadece senin kokun için nefes alacağım." Dudaklarımın biraz uzağında durdu, nefesi yüzüme çarptı, benim de nefesim onun yüzüne. "Sen nefes aldığın müddetçe."
Dudakları dudaklarımın arasına yerleşti, sakince ve büyük bir aşkla. Şehvetsiz, tutkuyla, ihtiyaçla. Eli belime kaydı ve beni kendine çekti. Nefesimi içine çekerek öptüğünde, ıslak dudaklarının verdiği his kalbimi hızlandırdı ve mutluluk gözyaşları yanaklarımdan süzülmeye devam etti.
Kulaklarıma alkışlar doldu; Koza'nın inlemeleri, nikâh memurunun öksürmeleri ama umursamadım. Onu sanki bir daha öpemeyecekmiş gibi öptüm yine. Her seferinde bunu yapıyordum çünkü haklıydı, yarın ne olacağını bilmiyorduk ama ben onu yarın yanımda olmayacakmış gibi öpmeye devam edecektim.
Nefesim kesildiğinde geriye çekildim. Alnı alnıma dokunduğunda, "Ve seneler geçecek sevgilim," diye mırıldandım. "Ben seninle her akşam hatta her öğlen bir sokak lambasının altında buluşmanın hayalini kuracağım." Şarkının verdiği huzur kalbimdeydi, kurduğum hayaller gerçekleşiyordu; imkânsızlıklarla başa çıkmaya çalışan Helin Aktan artık Helin Güneş olmuştu ve umut onunlaydı. "Masal karakterleri de," dedim geriye çekilip turkuaz gözlerinin içine bakarak, "hayallerden ibaret değil midir zaten?"
Paragraf Yorumları