logo

9. KORKU TOHUMU

Views 637 Comments 18

Hayatımdaki güven duygusunun yerini sorguladım. Güvendiğim insanları düşündüm. Güvenip ilerlediğim yolları gözden geçirdim. Bütün bunları düşünmem bana sadece tek bir duyguyu hissettirdi: Hayal kırıklığı.

Bu zamana kadar güven duygusunun adım attığı her nokta bana sadece ve sadece hayal kırıklığını hissettirmişti. İnsanlar güvenlerimi parçalanmış bir kâğıt gibi önüme atmışlardı, güvenip ilerlediğim yolların sonu uçuruma değil de hep çıkmaz sokağa ulaşmıştı. Uçuruma çıksaydı, hayal kırıklığını hissetmek yerine o uçurumdan atlardım, biliyordum; kâğıtları parçalamasalardı yine o kâğıtları okur yine onlara inanırdım. En kötüsü de çıkmaz sokağın ortasında parçalanmış kâğıtlarla öylece kalmıştım; önümde ise aşılmaz bir duvar vardı.

Yankı Sarca'nın turkuaz gözlerinde bunları gördüm; ne yaşadıysam hepsini onun gözlerinde gördüm. Hayal kırıklığıydı. Çıkmaz sokağı bakışlarında görüyordum, parçalanmış kâğıtlar rüzgârdan uçuşuyordu.

Oysaki Yankı Sarca bana hiç güvenmemişti.

Bana güvenmiş miydi? Bana hiçbir zaman güveniyor gibi bakmamıştı, bana hiçbir zaman güveniyormuş gibi davranmamıştı. Başımı ağır ağır zamana bile meydan okuyacak kadar yavaş bir hızda iki yana salladım. Mahzenin içinde derin bir sessizlik oluşmuştu. Bütün Sokak Nöbetçileri'nin bakışları benim üzerimdeydi, hepsi Tankut'a bakmak yerine bana bakıyordu ama şu zamana kadar hepsinin gözlerindeki ifadeler, ifadesizliğe dönüşmüş; bana daima ifadesiz bakan Yankı'nın gözlerinde yoğun hisler vardı.

Mutlu'nun hıçkırıkları derin nefeslere dönüştüğünde Işık, küçük adımlar atıp Mutlu'yu Yankı'nın kollarından aldı. Yankı, karşı çıkmayarak onu Işık'a verdiğinde, benden korumak istiyormuş gibi Işık onu benden uzak bir köşeye götürdü. "Işık," dedi Yankı gözlerimin içine bakmaya devam ederken. "Mutlu'yu buradan çıkar."

"İyiyim." Mutlu, zorlukla nefes alıyormuş gibiydi. Eli kalbine doğru gitmişti, kirpiklerinde hala asılmış olan yaşları vardı fakat burada, benim karşımda durmak istediğini anlayabiliyordum.

"Işık." Yankı nefesini verdi, yutkundu. "Onu çıkar buradan ve Nadir'i de. Onları buradan hemen uzaklaştır, kötü şeyler olacak." Ürkütücü çıkan sesi, tenimi bile ürpertmişti. Birazdan her ne olacaksa, onların önünde olmasını istemiyordu.

Bana zarar mı verecekti?

Dudaklarım mühürlenmişti. Elimde bir silah vardı, o silah elime ağırlık yapıyordu ama kendimi korumak istermiş gibi onu elimden de bırakamıyordum. Bana böyle hissettiren neydi?

Mutlu karşı çıkmak istedi ama ayakta duramayacak halde olduğu gerçeği de ortadaydı. Işık, "Kardeşim," dedi Mutlu'ya. "Nadir için. Bak, o çok kötü." Gözlerini büyük bir nefretle bana çevirdi, dişlerini sıktı. "Şimdi çıkalım, iyi olalım. Sonra geri geleceğiz zaten." Yankı'dan bakışlarımı ayıramasam da Mutlu'nun ifadesiz bakışlarının arkasında hangi duygunun olduğunu biliyordum o da büyük bir nefretti. Hissettiği ve hissettirilen bütün duyguların sorumlularından birisi olarak beni de görmeye başlamıştı.

Birkaç dakika sonra Bartu, Nadir'i yerden kaldırdı, Işık onun da koluna girdi ve demir parmaklıklardan çıktılar. Nadir'in sarsak adımları vardı, güçsüz bedeni ve kederle dolmuş kalbi. Başını çıkmadan hemen önce bana çevirmişti, bakışlarında yine umudu görmüştüm fakat bu sefer umudu kendisi için değil, benim içindi.

Tankut, derin nefesler alarak yine güldü. "Hey, onun kim olduğunu bilmiyor muydunuz yoksa?" Yere tükürdü ve kanla dolu olan tükürüğü çenesinden aşağıya doğru aktı. "Hadi ama! Onu kendiniz gibi iyilik için yaşayan salaklardan mı sandınız?" Bartu, hırlayarak geriye doğru döndü ve sert bir yumruğu yine Tankut'un burnuna geçirdiğinde kırılma sesini duydum, geriye doğru bir adım attım.

"Bartu." Yankı, başını çevirdi ama bana bakmaya devam etti. "Tankut'u baygın istemiyorum, zihni açık olsun. Sakın ona şu an zarar verme." Yankı'nın alnı terlemişti ve dalgalı kumral saçlarının bir tutamı alnına yapışmıştı. Onların hapishanesinin içi oldukça sıcaktı ve bu iyi bir sıcaklık değildi; cehennemi yaşatmak istiyormuş gibi bir sıcaklıktı.

"Onun ne dediğini duydun, değil mi?" diye sordu Bartu Yankı'ya. "Gerçekten böyle bir şey olabilir mi?" Bartu'nun bakışları bana döndü, üzerime doğru hızlı adımlarla yürüyüp, “Sen," diye inledi. "Gerçekten onların tarafında mısın?" Titreyen ellerini yumruk yaptı, kızarmış gözleri direkt olarak beni hedef aldı ve üzerime yürümeye devam etti. O yumruk belki de yüzüme inecekti. Onların tarafında olma ihtimalim bile o yumruğun yüzüme inmesine neden olacaktı fakat Lâl, ellerini kaldırıp Bartu'nun önüne geçti, onu durdurdu. Bu beni şaşırttı. Lâl bunu neden yapmıştı?

Yankı, cansız bir manken gibiydi. Sadece nefes alıp verişinden kalkıp inen göğsünü görebiliyordum. Gözlerini bile kırpmıyordu. Bartu'yu engellememişti, onun bana vurma ihtimalinin farkındaydı ama hareket dahi etmemişti.

Bir şeyler söylemem gerekiyordu, benden bir şeyler söylememi bekliyorlardı ama mühürlenmiş olan dudaklarım aralanmıyordu. Lâl, Bartu'yu geriye doğru itekliyordu fakat Bartu, üzerime gelmek için
Lâl ile tartışıyordu.

"Yankı," dedim kısık bir sesle. Hiçbirine değil, kendimi ona açıklamak istiyordum. Bu zamana kadar beni arkasına alan adama açıklamak istiyordum. Bartu'nun yüzüme indireceği bir yumruğu, Yankı'nın mahveden bakışlarına tercih ederdim çünkü yıkıcıydı, yaralayıcıydı. Devam etmemi bekledi ama sustum.

"Konuşsana!" diye haykırdı Bartu öne doğru eğilerek. "Kendini savunsana!"

Yankı, bir adım attı, sonra bir adım daha attı ve sonra bir adım daha. Tam karşımda durduğunda aramızda bir adımlık mesafe kalmıştı ama ilk defa o bir adımlık mesafeyi aşmaktan korktum. Gözleri kısıldı, yüzümden bir şeyleri çözmek istedi ama ona nasıl bakıyorsam istediği sonuca ulaşamadı. "Aramıza dahil olduğundan beri," dediğinde onun da sesi kısık çıkıyordu. "Hak etmediğin her şeyden seni korudum." Kelimelerin üzerine yaptığı vurgusu, elimdeki silah, onun elindeymiş de kalbime baskı yapıyormuş gibi hissettirmişti. "Ama eğer bu doğruysa hak ettiğin her şeyin yaşatılmasına izin veririm, Helin."

Doğru olma ihtimalini önüme sunuyordu. Kafamı yine iki yana salladığımda sanki dudaklarımdaki mühür kırıldı, boğazıma saplandı ve acılı bir sesle, “Hayır," diye fısıldadım. "Ben öyle birisi değilim. Ben belki kötü birisi olabilirim ama hiçbir çocuğun canının acımasına izin vermem, onların canını yakan insanlarla aynı yolda yürümem."

"Senin gerçek adını nereden biliyor o zaman?" diye bağırdı Bartu. Gür sesi yankılandı, demir parmaklıkların arkasındaki herkesin bizi dinlemesini bir an bile önemsemedi. Yankı Bartu'nun sorusunun cevabını almak istiyormuş gibi başını yana yatırdı.

Aklımın oyunu değilse, hapishaneden bir adamın gülme sesini bile işitir gibi oldum.

"Bilmiyorum," dedim ve silah olmayan elimi saçlarıma geçirdim. "Yemin ederim bilmiyorum." Gözlerim Bartu'dan ayrıldı, Yankı'ya döndü ve bir adım attım. O ise elini kaldırıp beni durdurdu. "Yankı," dediğimde yaşadığım iftiranın ağırlığının altında eziliyordum. "Yemin ederim onu tanımıyorum, bilmiyorum. Yemin ederim hiçbir alakam yok!"

"Yemin etme," dedi Yankı düz bir sesle. "Yalanlar, yeminlerin arkasına gizlenir ve benim yeminlere inancım yok."

Bu sefer hayal kırıklığıyla bakma sırası bendeydi, o da bunu görmüş olacak ki bir anlık afalladı. "Gerçekten buna inanabiliyor musun?" diye sordum. Onun için böyle bir ihtimalimin bile olması, kalbimi en derinden parçalamıştı. "Gerçekten bu kadar iğrenç birisi olacağıma inancın var mı?"

Ve bir anlık haksız olmadığını fark ettim, ona, birçok yalan söylemiştim.

Gözlerini gözlerime uzun bir süredir kenetliyordu ama bu sorunun arkasından gözlerini kaçırdı. Bartu, elini saçlarına geçirdi, o çok öfkeliydi, o tamamen benim böyle bir insan olacağımdan emindi çünkü benimle hiçbir şey paylaşmamıştı. Ama Yankı?

"Sen benim için her ihtimalsin," dediğinde sesinde inancın tek bir izi bile yoktu. "Sen benim için izlediğim bir tiyatro sahnesindeki başarılı oyuncusun ve ben tiyatroyu izlerken dahil olmak yerine biteceği anı bekledim. Şu an bittiği an olabilir."

"Hayatımıza bir anda girdi." Bartu'nun keskin nefesleri ikimizin arasına girdi ve hemen Yankı'nın arkasında durdu. "Bu adamın işleriyle, onun senin peşine takılma zamanları hemen hemen aynı."

"Kahretsin!" diye bağırdığımda Bartu'nun yüzüne bakıyordum. "Madem onların tarafındayım, neden o gece vuruldum? Neden onlara kim olduğumuzu söylemedim? Neden Rasim'in ölmesine izin verdim?"

Bartu alayla güldü. "Senin tek bir iş için aramızda olacağını da kim söyledi?" diye sordu. "Tankut sadece tek bir kişi mi? Onlarcası var. Onlarcası!"

Her şeyi hak edebilirdim. Beni itmelerini, ezmelerini, dalga geçmelerini hak edebilirdim ama şu an yapılan haksızlıktı, bunu hak etmiyordum. Bakışlarım yine Yankı'ya döndü. "Asla," dedim tek nefeste. "Onlar beni tanımıyorlar ama sen az çok tanıdın, Yankı."

Bakışları boşluğa takılmıştı, benim kurduğum cümleden sonra boşluktaki gözleri hızlı bir şekilde bana döndü. "Tanıyor muyum?" Çenesini havaya kaldırdı, dudakları düz bir çizgi halini aldı. "Seni senin anlattıklarınla ve gösterdiklerinle tanıyorum, ötesi yok."

Kötü biri olabilirdim, onlara kötülükler yapabilirdim ama hiçbir zaman bir çocuğun canını acıtmazdım, acıtmalarına izin vermezdim. Hırsla ve öfkeyle Yankı'yı sertçe omuzlarından iteklediğimde, “Haksızlık yapıyorsun!" diye haykırdım. "Bu orospu çocuğu sadece yem bile atıyor olabilir ve sen de düşüyorsun! Ben bir çocuğa nasıl zarar verebilirim? Benim Nadir'e ne kadar üzüldüğümü sen biliyorsun!"

Gücüm onun hareket etmesine bile neden olmamıştı fakat öfkelenmem onun da yüzünün sertleştirmişti. Çenesini sıktı, yanağındaki kemikler hareket etti ve burnundan derin bir nefes aldığını işittim. Sakindi, yine sakindi; insanı çıldırtacak kadar sakin duruyordu ama kontrol edemediği bir dürtüsü de onu ele geçiriyor gibiydi.

"Yem mi?" Tankut'un sesiyle hepimizin bakışları ona döndü. "Seni tanıyorum, bu bakışları biliyorum. Güzel rollerinden birini oynuyorsun fakat seni koruyamayacağım çünkü benim canım tehlikede."

Yankı'nın yüzü de Tankut'a döndü ve bir anda ona doğru ilerleyip eliyle sertçe çenesini kavradı sonra oturduğu yerden onu kaldırıp duvara yasladı. Parmakları boğazına doğru ilerlediğinde yaptığı baskı, parmak boğumlarını beyazlaştırmıştı. "Eğer oyun oynuyorsan aldığın nefes bile sana zehir olur," dedi Yankı.

"Beni öldüremezsin." Tankut boğazı sıkıldığı için zorlukla konuşuyordu fakat yüzünde yine o şeytani gülümsemesi vardı. "Bana ihtiyacın var, diğer çocukları kurtarmanın anahtarının bende olduğunu biliyorsun."

Hepimiz haklı olduğunu biliyorduk. Bartu, hiddetle öne doğru atıldığında Lâl onu kolundan tuttu fakat göz göze geldiğimizde bana öyle bir baktı ki elimdeki silah onun elinde olsaydı çoktan alnıma dayayabileceğini görüyordum. Lâl'in gözleri bir an olsun bana dönmüyordu ama dönerse Yankı'dan sonra en çok onun bakışlarının altında ezileceğimi de biliyordum.

Yankı, Tankut’un boynunu yine de bırakmadı ama gevşettiğini anlayabiliyordum. "Seni öldüreceğimi söylemedim," dedi gaddar bir tınıyla. "Ölmek senin için bir kurtuluş, değil mi?" Başını aşağı yukarı salladı. "Ölmek üzere olursun, nefes zor alırsın ama ölmene izin vermem. Damarların kurur, kalbin zor atar ama ölmene izin vermem. Ellerin, ayakların, ciğerlerin parçalanır ama ölmene izin vermem. Mahvolursun, çürürsün ama ölmene izin vermem. Duydun mu? Seni ödüllendirmem."

Tankut'un yüzündeki gülümseme daha fazla genişlediğinde küçümseyici bir sesle, “İşkenceden de korkacak birisi değilim," dedi. "Senin beni hapishane diye getirdiğin yer, benim için cennet bahçesi, çocuğum." Yankı, dirseğiyle sert bir şekilde Tankut'un çenesine vurduğunda geriye doğru bir adım attı. Tankut, yüzü kanlar içinde öne doğru eğildi, öksürmeye başladı. "Baksana," dedi öksürüklerinin arasından. "Yanına aldığın hatta kucağına aldığın belki de yatağına aldığın şeytanı bile tanımıyorsun. Düşündüğümden daha aptalmışsın!"

Yankı yumruklarını sıktı, parmakları avuç içlerini neredeyse parçaladı. Kenetlediği çenesini sıkarken neredeyse dişleri kırılacaktı, aldığı derin nefesleri onu sakinleştiriyor muydu yoksa daha mı fazla öfkelendiriyordu, anlayamamıştım. Kendisine tanıdığı sürenin sonuna geldiğinde arkasını Tankut'a döndü ve gözlerinin kapalı olduğunu fark ettim. Birkaç saniye sonra gözlerini açtığında kontrol tamamen onun ellerindeydi; gözleri yine ifadesiz bakıyordu ve yumrukları açılmıştı. "Onu tanıdığına neden inanayım?" diye sordu Tankut'a.

Tankut, Yankı'yı kışkırtamamıştı ve bu hamlesi boşa gitmişti; yüzünün şekli değişti. Kontrolü bu kadar kolay sağlamasına şaşırmıştı. Yüzündeki gülümseme silik bir şekilde asılı kalırken, “Sana inanman için bir şeyler vereceğimi mi sanıyorsun?" diye sordu. "Emin ol, şu an şu konumdayken yalan söylemem için hiçbir nedenim yok." Yüzüme baktı. "Onu tanıyorum hem de epey yakından tanıyorum."

"Yalan söylüyor!" Tankut'un tam karşısına geçtim ve Yankı'nın hemen yanında durdum. "Yalan söylüyorsun! Beni suçluyorsun! Seni tanımıyorum, seni hayatımda ilk defa görüyorum!"

"Yalan mı söylüyorum?" Tankut gerçekten tanıyormuş gibi bana baktı ve baştan aşağı süzdükten sonra kafasını iki yana salladı. "Söylesene Helin Aktan, kırmızı ışıklardan hâlâ korkuyor musun?"

Derin bir sessizlik oldu. Sessizlik omuzlarımdan tutup beni iki yana savurdu sanki ve dengemi sağlayamadım. Geriye doğru sendelediğimde ayağımın altına bir cam battı, o cam avuçlarımın içine de battı, karnıma da, göğüslerime de, bacaklarıma da, kalçalarıma da. Binlerce cam bedenime çarptı, battı, kanattı. Geriye doğru bir adım daha attım; bu sefer ayağımın altındaki acı daha fazla katlandı ama ruhuma batan camların acısı, fiziksel hissettiğim acıları tamamen yok saydı.

Durdum. Geçmişimin, karşımda tek bir soru cümlesiyle dimdik duruşunu izledim. Nefesim kesildi. Bakışlarım ağır ağır Yankı'ya döndüğünde onun karşımdaki düşük omuzlarını gördüm. Soru cümlesi ne kadar kendinden eminse Yankı o kadar zıttıydı.

Dudakları aralandı. Bana günlüğümü yazdığım gün olduğu gibi baktı; o gün bir şeyler olduğunu anlamıştı ve şimdi tek bir soru cümlesi, onun yanıtı olmuştu.

"Onu tanımıyorum," döküldü dudaklarımdan ama daha başka bir şey söyleyemedim.

Yüzüme tam aksini söylememi istiyormuş gibi bakarken Bartu'nun bir şeyler söylediğini duyabiliyordum ama ne söylediğini anlayamıyordum. "Helin," dedi ve turkuaz gözleri sanki simsiyah oldu. Tankut'a bahsettiği zehir, gözlerine yerleşmiş olabilir miydi? "O seni tanıyor, değil mi?"

Cevap vermedim. Ona yalan söylemedim ama doğruyu da dile getirmedim. Tankut "Yalan söylemiyordum," dediğinde onun kim olduğunu da artık merak etmiyordum. Hayatımda nasıl bir yeri olduğunu, beni nereden tanıdığını sorgulamayacaktım. Bunlar benim için felaketlerin ışığı olurdu ve o ışığın rengi sadece kırmızıydı. “Helin Aktan,” dedi Tankut bana. “Kelebek tutsak olduğu kozasına geri döndü, beni anladın mı? Artık kaçma.”

Kelebeğin tutsak olduğu koza.

Koza.

Göğsüme bir tohum ekildi, bu tohumu eken kendimdim fakat o tohumun filizlendiğinde neye dönüşeceğini bilmiyordum.

"Cevap vermiyor," dedi Bartu ve algılarımın açıldığını hissettim. "Tanıyor, değil mi?" Tankut'a dönüp baktığında eliyle saçlarını kavradı ve başını geriye doğru yatırdı. "Ne zamandan beri sizinle çalışıyor?"

Tankut, gözlerimin içine bakarak, “Çok uzun zamandır," diye fısıldadı. Bu sefer yalan söylüyordu fakat dudaklarımdan artık yalan söylediğini savunacak kelimeler dökülemezdi. Tankut belki de geçmişimi biliyordu, korkularımı biliyordu, korkup kaçtıklarımı biliyordu, kaçıp saklandıklarımı biliyordu, belki de her yaşımı biliyordu.

"İnkar etmeyecek misin?" Yankı'nın sorusuna karşılık vermedim, ellerimin titrediğini hissettim ve dizlerimin. Geriye doğru adımladığım yerde en sonunda yosunlaşmış duvara yaslandım. Eğer bir yere yaslanamazsam ayakta duramayacağımı biliyordum. Gözleri ellerime kaydı ve sonra dizlerime. Kulaklarımda o günlüğü yazdıktan sonra söyledikleri çınladı, yine o cümleleri söylesin istedim. Ne gördü bilmiyorum ama, “İnkar etsene," diyerek sert bir sesle soludu. "Şunu yapsana."

Ne olacak bu senin durmadan titreyen dizlerin?

Tohum, benim geçmişimin kirli kanıyla filizlenmeye başladı; Yankı kanıma karışan kiri göremedi ama filizlenen tohumu göğsümden söküp almak istiyormuş gibi bana baktı. Ben o tohumun ne olduğunu bilemedim ama Yankı ben bilmeden ne olduğunu gördü.

Ellerimi havaya kaldırdım, üzerime doğru yürüyen onu durdurmak istedim. Gözleri titreyen ellerime kaydı, o kadar çok titriyordu ki silah elimden kayıp düşecekti neredeyse.

Ve titreyen ellerin?

"Helin." Adımı sanki ilk defa söylüyordu, adımı söylerken sanki ilk defa hissediyordu, adımı söylerken sanki ilk defa anlamıyla birlikte söylemek istiyor gibiydi ya da bunların hepsi benim girdiğim ruhsal çöküntüden kaynaklanıyordu. "Bir şeyler söyle," dedi. İnkar etmemi bekliyordu. Turkuaz gözlerine ilk defa yalanın renginin bulaştığını gördüm. Yalan söylersem ortak olacaktı ve yalan olduğunu bile bile koşulsuz inanıyormuş gibi davranacaktı, biliyordum. O benim filizlenen duygularımı görüyordu. "İnkar et."

Gözlerimi yumdum ve ellerimi aşağıya indirirken, “Söyleyecek hiçbir şeyim yok," dedim. Sesim titredi, boğazıma oturan yumrunun verdiği acı beni ağlatabilirdi ya da ben o acının beni ağlattığına inanabilirdim. Sesim öyle bir titremişti ki kendi sesimi tanıyamamıştım.

Ve titreyen sesin?

Tohum biraz daha filizlendi; göğüs kafesimden ona doğru ilerledi ve Yankı'nın gözlerindeki ifade değişti. Dudaklarını birbirine bastırdı ve bana büyük bir hatanın içine düşmüşüm gibi bakmaya başladı. Filizlenen duygularıma ellerini uzatmadı, onu görmezden gelmek istedi.

Dizlerim, ellerim, sesim. Titriyordu fakat Yankı bu sefer iyileştirememişti.

Bartu öfkeli nefesler eşliğinde küfürler savurdu hem bana hem Tankut'a. Ben ise onun söylediklerini duymazdan geldim. Büyük bir girdabın içine girmişim de gitgide yok olacakmışım gibi hissetmeye başlamıştım.

Bartu, Tankut'u ayağa kaldırdı ve çenesini sertçe kavrayarak, “Amacınız ne?" diye sordu. "Onu aramıza sokarken amacınız neydi? Bizim hakkımızda neler biliyorsunuz?" Yumruğunu kaldırdı, Tankut'a vurmak istedi fakat sonra geri indirdi. "Neyin peşindesiniz?"

Tankut, tutulan çenesinin ardından, “Onu nereden tanıdığımı da neler bildiğimi de nelerin peşinde olduğumuzu da anlatırım," dedi. "Ama tabii ki karşılıksız olmaz."

"Ulan bir de kumar mı oynuyorsun?" diye sordu Bartu ve onu sarsarak duvara çarptı. Tankut acıyla inledi ama gülerek ona karşılık verdi.

"Gerçekten bizi küçük adamlar mı sandınız?" Kafasını iki yana salladı. "Düşündüğünüzden daha büyük amaçlarımız var ve bunlar direkt sizi bitirecek şeyler." Yankı'ya döndü. "Bak bana, küçümseyeceğin kadar aptal birine mi benziyorum? Rasim kadar aptal mıyım? O sigaranın zehirli olduğunu bilecek kadar çok şey yaşadım."

"Ve ben de o zehirli sigarayı içmeyeceğini bilecek kadar çok orospu çocuğu tanıdım," diyerek döndü Yankı Tankut'a ve diziyle sertçe Tankut'un erkekliğine vurdu. Tankut bu sefer acıyla feryat ettiğinde Lâl, sırtı bana dönük duruyordu fakat korkudan zorlukla nefes alabildiğini işitebiliyordum. Ben ise artık o ortamdaki yabancıya dönüşmüştüm, konunun dışındaymışım gibiydim ama aslında merkezde olduğumu da biliyordum.

Tankut hala acıyla kıvranırken, “Sen diğerleri gibi değilsin," dedi Yankı'ya. "Kafan çalışıyor ama senin zekânı bile küçümseyecek bir şey var, çocuğum. O da ne biliyor musun? Kötü bir adam olamamak. Benimle empati kuramıyorsun çünkü o kadar da kötü biri değilsin. Hatta kötü biri değilsin. Sizin gibiler sadece bu yüzden yenilir."

Tehdit ediyordu; bu tehdidi üstü kapalı değil, direkt olarak Sokak Nöbetçileri'nin yenileceğini söyleyerek yapmayı tercih etmişti. Yankı hafifçe gülümsedi, Tankut'un hangi söylediği onun dudaklarına tebessümü kondurmuştu bilmiyordum ama kibirli gülümsemesini nerede görsem tanırdım.

Kendinden emin, sakin, ne yaptığını bilen ve yollarını, ucu görünmeden çizmeye başlayan Yankı Sarca. Onun kibirli gülümsemesinde birçok yaşanmışlık vardı.

"Şartların nedir?" diye sordu adeta yenilgiyi kabul ediyormuş gibi. Bartu'nun yüzü öfkeyle Yankı'ya döndü ama hiçbir şey demeden öyle baktı.

Tankut da gülümsedi ama bu daha çok aptal bir adamın gülümsemesiydi. "İşte anladığım dilden konuşuyorsun," diye mırıldandı. "Aslında sizi zor durumda bırakmak istemedim ve size iki şık sunmak istedim. Hangisini seçerseniz seçin, size istediğinizi vereceğim. Ama..." İşaret parmağını kaldırdı. "Hiçbirini seçmezseniz ben de size hiçbir şeyin yanıtını vermem."

"Heyecan mı katıyorsun amına koyduğumun şerefsiz evladı," dedi Bartu tek bir nefeste ve onu ayağa kaldırıp arkadan kollarını tuttu.

Tankut, Bartu'yu önemsemiyordu. İlgisi direkt olarak Yankı'nın üzerindeydi, onun gözlerinde her ne gördüyse o noktaya oynamaya çalışıyordu. "Serbest kalmak isteyeceğimi düşünüyorsun ama şartım bu olmayacak çünkü biliyorum, serbest kalsam bile en sonunda yakalanırım, bir kere bu kuyuya düştüm." Bartu, kollarını daha fazla sıktı. "Bu yüzden ilk şartım, yarım bıraktığım bir işi tamamlamak." Kaşları havaya kalktı. "Nadir'i bana geri vereceksiniz, ona düşündüğünüzden daha fazla ihtiyacım var. O bana Rasim'in emaneti, biricik oğlum."

"Orospu çocuğu!" diye bağırdı Bartu ve ensesindeki saçlardan daha sert bir şekilde çekti. "Bunu kabul edeceğimizi nasıl düşünürsün?"

"Diğer şartın ne?" İlk şartını duymak bile istemiyormuş gibiydi. Yankı'nın sorduğu soruyla beraber Tankut'un gözleri bir anlık bana kaydı ve sonra Yankı'ya bir daha baktı.

Uzun bir sessizlik oldu, tahammül edemeyeceğim ya da kimsenin tahammül edemeyeceği kadar büyük bir sessizlik oldu. Yankı Tankut'un gözlerinden ne olduğunu anlamış olacak ki duruşunu dikleştirdi. "Onu bana vereceksin," dedi beni göstererek. "Ne istiyorsam onu yapacak, nereye dersem oraya gelecek, ona ne istersem yapabileceğim. Sen de istersen o sırada yanımızda olabilirsin hatta yataktayken bile yanımızda olabilirsin ve eşlik bile edebilirsin. O artık benim askerim olacak." Tankut başını sağa doğru yatırdı. "Eğer bu iki şarttan birini kabul edersen, ben de sana onu nereden tanıdığımdan, amacımızdan, nelere ulaştığımızdan bahsederim."

Tohum daha fazla filizlendi, dalları boynuma doğru ilerledi ve beni boğmak istedi. Burnuma o filizlenen tohumdan kötü kokular geldi; kötü kokular geçmişimdeki adama aitti.

O an içimde filizlenenin korku tohumu olduğunu anladım.

Bütün korkularımın durdukları yeri; hissizliği ve o hissizliğin ini olan arafı terk ettiğini hissettim. Bütün unuttuklarım ya da unutmaya çalıştıklarım gün yüzüne çıkmaya başladı. Geride bıraktığımı sandığım bütün duygularım, ellerindeki keskin hançerlerle bana doğru ilerledi. Her yer sanki kıpkırmızı bir renge boyandı, az önce battığını düşündüğüm camlardan daha büyük bir acıyı duydum; haykırmak istedim, yere çökmek istedim. Kıpkırmızı renk, kırmızı ışıklara dönüştü; kırmızı ışıkların altında bir adam bana doğru baktı.

"Bunu şart diye sunuyor musun bir de?" diye sordu Bartu, Tankut'a. Birkaç saniye sonra Yankı'ya dönüp baktı. "Bu kız zaten onlardan. Bırakalım, ne halleri varsa görsünler. Bu sadece bir oyundan ibaret Yankı, Tankut hâlâ oynamaya devam ediyor, bizim iyi tarafımızı deşiyor."

Dallar boynuma doğru dolandı; canım yandı. Hissettiğim acıyla gözlerimi Bartu'ya çevirdim, bana bakmasını bekledim, beni hissetmesini bekledim, beni görmesini bekledim ama o bana bakmadı bile. Nadir'den daha değerli değildim onun için biliyordum hatta gözünde hiçbir değerim yoktu ama bu kadarına göz yumacak birisi de değildi. Onlardan olduğuma emindi, o kadar emindi ki beni bir celladın kollarına bırakacak kadar nefretle soluyordu.

Yankı'nın arkasının bana döndüğünü gördüm, artık onun yüzünü göremiyordum. Bartu, Yankı'nın yüzüne bakarken ben Lâl'e başımı çevirdim. Sadece o benim yüzümü izliyordu, gözlerimin içine bakarken ne gördüyse bana doğru bir adım atmıştı ve duvardan destek alsam bile ayakta duramadığımı fark ettim, yere düşmek üzereydim.

"Yankı," dedi Bartu dişlerini sıkarak. "Neyi düşünüyorsun? Düşünecek ne var? O kız aramızdaki bir casusmuş."

Bunu yapmazdı. Yankı beni görmüştü, Bartu'nun aksine beni anladığı zamanları olmuştu ve korkularımı hissediyordu. Bedenini hafifçe çevirdiğinde profilini gördüm, yüzü sabitti. Tankut'a bakıyordu, kirpiklerinin gölgesi yanaklarına düşmüştü ve saçları alnına daha fazla yapışmıştı. "Nadir'i bu kadar istemenin başka bir nedeni var, değil mi?" diye sordu. Benim konumla ilgilenmemişti, önemsiz bir detaymışım gibi köşeye atmıştı.

Tankut hiçbir şey söylemedi. Yankı'yı desteklemedi ama dürüst bir yanıt da vermedi. Gözleri bir anlık tekrardan bana takıldığında, “Sanırım ikinci şartım gerçekleşecek," diye fısıldadı. "Sen de bize katılacak mısın, çocuğum?"

Bu son damlaydı. Bu damarlarımda akan kanın bile sanki son damlasıydı. Bu tohuma damlayan kanın son zehriydi.

"Hayır!" diye bağırdığımda duvarın kenarından ayrıldım ve geriye doğru zorlukla adımlar atarak demir parmaklıkları olan kapıya doğru yürüdüm. Lâl ne yapmaya çalıştığımı anladı, hızlıca kapının önüne gitti ve çıkmamı engelleyeceğini bana gösterdi.

Her şey bir anda oldu. Adımlarım hızlandı, bedenim kapıya doğru döndü ve çıkmak için Lâl'i omzundan itekleyip koşmaya yeltendim fakat güçlü bir el, kolumu sertçe kavradığında ve beni içeriye doğru savurduğunda dengemi sağlayamayıp duvara doğru çarptım. O güçlü el Bartu Sarca'ya aitti, Tankut'un sahibi olduğu yurda gittiğimizde onu sakinleştirmek için koluna girdiğim adam beni tek bir hamleyle savurmuştu.

"Kaçabileceğini mi sandın?" diyerek üzerime doğru yürümeye başladığında kafamı iki yana sallayarak duvara daha fazla sokuldum. "Senin gibi bir pisliği öylece bırakacağımızı mı sandın ha?"

Vücudum titrerken, üzerime doğru gelen Bartu'ya, “Uzak dur benden!" diye bağırdım fakat o üzerime gelmeye devam etti. Gözlerindeki nefrete, öfkesi daha da fazla eklenmişti. Beni öldürebileceğini bile görebiliyordum. O yurttaki öfkesi tekrardan yerine gelmişti ve şu an bütün hepsini benden çıkarmak istiyor gibiydi. "Gelme üzerime! Bana dokunma!"

Lâl bu sefer onu engellemedi, üzerime doğru gelmesine izin verdi. Adımları hızlandı. "O adamla beni bırakamazsınız!" diye haykırdım bütün gücümle.

“Siz zaten aynı taraftasınız, bu neyin oyunu!” Tam karşımda durduğunda onu itekledim fakat yerinden bile hareket etmedi; kolumu sertçe kavradığında ise Tankut'a doğru iteklemeye yeltendi fakat acıyla bağırıp onun yüzüne olabilecek en sert yumruğu attığımda yüzü yana doğru döndü ve dudakları aralandı.

Lâl, bu yaptığımdan sonra büyük bir hiddetle bana doğru yürümeye başladı. Yüzü kan dondurucu bir ifadeyi aldığında Bartu'nun gözleri de bana döndü. O an, yapabileceğim tek bir şey vardı ve ben de onu yaparak elimdeki silahı onlara doğru kaldırdım. İkisinin de gözleri silaha döndü, Lâl'in adımları duraksadı ve Bartu bir anda Lâl'in yanına doğru yürüyüp onu arkasına sakladı, önüne siper oldu.

"Beni bu adamla bırakamazsınız!" Bakışlarım Yankı'ya döndü. Gözleri silaha çevrildi ve o da Bartu'nun bulunduğu yerin önüne geçerek tam karşıma durdu. Aramızdaki üç dört adımı aşmak istemiyordum, o da aşmak istemiyordu ama gözleri silahtan da ayrılmıyordu. Parmaklarım silahın ağırlığını taşıyamayacak kadar kötü durumdaydı, ellerim öyle bir titriyordu namlu her noktaya isabet edebilirdi. "Bunu yaparsanız sizi mahvederim!"

Yankı'nın gözlerinin içine baktım, bana doğru bir adım atmak istedi. İnleyerek, “Sakın!" dedim. O an gözlerimden birkaç damla yaş kendini feda ettiğinde elimin tersiyle yanaklarımı sildim. Beni ağlatanın ne olduğunu bilmiyordum fakat yaşları ne kadar silersem sileyim durmaksızın akmaya devam ediyordu. Onlara silahı çektiğim için mi ağlıyordum? Korkularım mıydı beni ağlatan? Nefes almakta zorlanıyordum. Geçmişim miydi beni bu hale getiren? Hiçbirinin cevabını bilmiyordum ama ağlıyordum ve elimdeki silah ne kadar titrerse titresin onlara yönlendirmeye devam ediyordum.

Yankı bir adım attı. Aramızdaki mesafe azaldı ve ondan kaçmak istiyormuş gibi geriye doğru bir adım attığımda zaten duvarın dibinde olduğumu fark ettim. Kafamı iki yana salladığımda gözlerimdeki yaşlardan dolayı onu bulanık görmeye başlamıştım. "Bunu yapmazsın," diye fısıldadım büyük bir umutla ve belki de ümitsizlikle. "Yapmazsın değil mi? Sen yapmazsın. Sen öyle birisi değilsin."

Durmadı, adım atmaya devam etti. Silah, onun göğsüne doğru denk geldiğinde, “Ellerin titriyor," dedi. Durmadan titreyen ellerim. "Seni korkutan ne?"

"Beni ona verecek misin?" Acıyla nefesimi verdim ve göğsümde kocaman bir ateşin yükseldiğini, nefesimi bile yaktığını hissederek, “Bunu yapacaksın!" diye bağırdım. Ateş filizlenmiş olan korkularımı da yakmak istedi ama o kadar zehirliydi ki ateş bile söndü. "Masum olduğumu bile bile bunu yapacaksın!"

"Hala masum diyor!" Bartu bulunduğu yerde hareket etti fakat Yankı elini kaldırıp onu durdurduğunda bakışları bir an olsun benden ayrılmıyordu. Nadir'i veremezdi ama beni de öylece Tankut'un kirli ellerine sunamazdı.

O Yankı Sarca'ydı. Her zaman gideceği başka yolları olurdu, başka başka planları ve izleyeceği gerçekleri. Şu an yapabileceği birçok şey olabilirdi ama o beni öylece bırakmayı mı tercih edecekti?

"Beni hiç mi görmedin, Yankı?" diye sordum ve hıçkırarak ağlamaya başladım. "Beni hiç mi anlamadın?" Düşündüklerime karşı çıkmasını bekledim. "Sen kötü birisi değilsin ki," dedim omzumu indirip kaldırarak. "İyi birisin sen. Bunu yapmazsın."

Turkuaz gözlerinde hangi cümleler, hangi kelimeler geçiyordu, anlayamıyordum. Öylesine sakin, öylesine keskin bakıyordu ki ilk defa onun sakinliğinden nefret ettim. "Kötü birisi olmamı istiyordun," diye fısıldadı sadece ikimizin duyacağı şekilde. "Ve daha önce de söylemiştim, nedensiz kötü birine dönüşmem."

Vurulmuştum, o gün bütün gece benim yanımda durmuştu ve bir an bile yanımdan ayrılmamıştı. Gece boyunca ateşimi kontrol etmişti, gözlerine bir an bile uyku girmemişti. O gece bana ilk ve son defa uyarısını yapmıştı, iyiliğini reddetmemişti ama kötülüğünden de asla kurtulamayacağımı söylemiş, suya bile muhtaç olacağımı dile getirmişti.

İnanamıyordum. O adamın gaddarlaşıp beni korkularımın üzerine iteceğine inanamıyordum.

"Hayır," diye hırladığımda nefesim daha fazla kesildi, geçmiş beni boğuyordu. "Yalan söylüyorsun, benimle oynuyorsun. Masum olup olmadığımı anlamaya çalışıyorsun, son ana kadar beni deniyorsun."

Gözlerine baktım, zorlukla turkuaz gözlerini görmeye çalıştım ama her şey o kadar bulanıktı ki silik bir anının içinde gibiydim. Omzunu indirip kaldırdı, derin bir nefes verdi. "Benim yalan söylemeyeceğimi biliyorsun, Helin." Başka bir anının içine devrildim. "Ben yalan söylemek yerine sessizliği tercih ederim."

Onu tanıdığımı bana göstermeye çalışıyordu aslında tam karşımdaki o adamın tanıdığım adam olduğunu söylemeye çalışıyordu. O an en çok ne için ağladığımı fark ettim ve bu daha fazla ağlamama neden oldu. Ona inanmak istemiyordum ama biliyordum, o yalan söylemezdi. Hiçbir zaman yalanı tercih etmezdi, edeceği zaman sessizliğin koynuna girerdi.

"Seni öldürürüm," dedim tek nefeste ve beni asıl ağlatanın ne olduğunu açığa çıkararak. Ona, onlara zarar verme düşüncesi beni ağlatıyordu çünkü bunu yapabileceğimi biliyordum; bedenimde o kuvvet olmasa da kalbimde o kuvveti hissedebiliyordum. "Eğer gerçekten beni ona vermeye karar verdiysen seni öldürürüm." Ona doğru dönük olan silahı, bu sefer net bir şekilde ona sabitlemeye çalıştım.

Lâl'in gırtlağından keskin bir hırlama döküldü ve Bartu'nun arkasından çıkarak bana doğru atıldığını gördüm. Bartu ise onu sımsıkı belinden kavradı. Havaya savurduğu yumrukları bana ulaşmıyordu fakat Yankı'yı korumak için verdiği çabası tam karşımdaydı. Bartu, o bedeniyle bile Lâl'i zorlukla tutuyordu; Yankı'yı korumak için kurşunun önüne atılırdı. Bir an bile düşünmezdi, kendini onun önüne siper ederdi. Bartu onu tutarken, “Yankı," dedi ve sustu. Devam edemedi. Gözlerimde bunu yapabileceğimin kuvvetini görmüşlerdi. Bartu ve Lâl bunu görmüştü fakat Yankı görmemiş gibi bakmaya devam ediyordu. Kurduğum cümle onda herhangi bir duygu değişimi oluşmasına neden olmadı.

Bana biraz daha yaklaştı, titreyen silah onun göğüs kafesine çarpmaya başladı. Yankı bileğimi tuttu, sonra parmakları titreyen elimi kavradı. "Ellerin titrerken beni öldüremezsin." Namluyu sabit bir şekilde kalbinin üzerine yasladığında yine titreyen ellerime çare bulmuştu fakat bu sefer bulduğu çare, kalbine girecek bir kurşun içindi. Sıcacık eli, elimin üzerindeydi. "İşte şimdi öldürebilirsin." Onun yüzüne baktım, parmağım tetikteydi. "Elindeki silahta dört tane kurşun var. İlk beni öldür, benden sonra Bartu ve Lâl'i öldür çünkü öldürmezsen onlar seni öldürür." Hafifçe tebessüm etti, tebessümünde renk yoktu. "Benden önce onları öldürürsen, ben seni öldürürüm."

Lâl, ağlıyordu. Bartu, onu belinden sımsıkı kavramıştı, bedeni öne doğru eğilmişti ve çırpınırken sessiz sessiz ağlıyordu. Boğazına nefesi takılıyordu, elleri boğazına sarılıyordu fakat yüzünü bana doğru çevirdiğinde daha fazla ağlıyordu. Başını iki yana salladı bana bakarken, dudaklarını oynatarak lütfen, dedi ama yine konuşamadı. Öyle çok acı çekiyordu ki Yankı'nın onun kalbindeki yeri, ruhundaki yeri çektiği acı yüzünden daha fazla acı çekmeme neden oldu.

Bartu, "Yankı, yapma," dedi ve onun da zorlukla nefes aldığını duydum. "Hiçbir şeyin önemi yok, hiçbir şeyin senden daha fazla önemi yok. Bırak gitsin, ne olduğu umurumda bile değil. Bırak çekip gitsin."

Yankı onu duymazdan geldi. Dudakları aralandı, bana bir şeyler söyleyecek gibi oldu ama o söylediğinden vazgeçtiğini gözlerinden anladım. "Beni tek bir hamleyle metrelerce uzaklıktan tam kalbimden vurabileceğini söylemiştin," dedi başka bir anının kollarına beni atarak. "Metrelerce uzağında değilim ama tam kalbimin üzerinde bir namlu var, senin elinde de silah. Bunu yapabilirsin."

Beni Tankut’un ellerine belki de bırakmayacaktı ama şu an onu gerçekten vurup vuramayacağımı mı anlamaya çalışıyordu? Ya da onlara gerçekten zarar verip vermeyeceğimi?

Bu anı nedense gülümsememe neden oldu, yaşlar art arda akarken gülümsemek, aklımı kaçırdığımı gösterir miydi?

Ben demiştim ki, peki ya tam kalbinden vurursam?
O demişti ki, benim elimde de bir silah olur ve sen beni vurmadan önce ben seni çoktan vurmuş olurum.

O bana en büyük silahını çoktan doğrultmuştu ve ben çoktan vurulmuştum; bunu o da, ben de biliyordum. Yankı Sarca yine bir söylediğinde haklı çıkmıştı ve ben o zamanlar ne söylediğini anlamasam da şu an ne söylediğini anlayabiliyordum.

Parmağım tetiğin üzerinde gezindi, avucumla silahı daha sıkı kavradım. Onun silahı elimden alacak kuvvetinin olduğunu biliyordum ama bunu yapmamıştı. Şu an ne düşündüğünü anlayamıyordum ama benim düşündüğüm, onun atmaya devam eden kalbiydi.

Benim göğsümdeki o korku tohumunu kurutacak olan, Yankı Sarca'yı kalbinden vurmak mı olacaktı?

"Yankı." Ne diyeceğimi bilemiyordum ama adını söylemek, daha kötü hissetmeme neden olmuştu. Her şey, kalbimde yer aldığı kadar sancı çekiyordu ve Yankı'yla bu kadar kısa sürede kurduğum bağ, sancılarımı artırıyordu. Ne yapmaya çalıştığını anlayamıyordum ama beni o adama vermek için kendini bile kurşunun önüne getirmesini aklım almıyordu; başka bir şeyler vardı. Ne olduğunu anlayamadım ama bir şeyler olmalıydı. "Şu an bunu istemiyorsun."

Lâl çırpınmayı bırakmıştı ve dizlerinin üstüne çökmüştü. Bartu da onunla beraber yere çökmüştü, kollarını ondan ayıramıyordu ama artık çırpınmadığı için sımsıkı da tutmuyordu.

"Korkuyorsun," dediğinde gözlerim tekrardan onun turkuaz gözlerine döndü. "O kadar çok korkuyorsun ki beni öldüreceğini söylüyorsun. O kadar çok korkuyorsun ki, beni öldürünce korkuların geçecek sanıyorsun." Filizlenen yapraklara baktım; kurumuyor aksine daha fazla yeşeriyorlardı. "Yap bunu, yapmazsan senin için her şey çok kötü olacak."

Omzumu indirip kaldırarak, “Benim için her şey çok kötü bir durumda ki zaten," dedim çaresizlikle. "Anlamıyorsun. Her şeyi kaldırabilirim, her acıyı göğüsleyebilirim." Fısıldıyordum, sadece onun duyabileceği şekilde fısıldıyordum. "Beni anlamıyor musun?" diye sordum. "Çok korkuyorum, çok fazla korkuyorum." Gözlerimi sıkıca yumdum ve sanki gözlerimin altındaki karanlığı kırmızı ışıklar kapladı, titreyerek gözlerimi tekrardan açtım. "Kaldıramam, çok fazla."

"Fazla olan ne?" diye sordu. "Korkularının üzerine gitmekten neden kaçıyorsun?"

"Anlamıyorsun," dediğimde titreyen sesimi destekleyen yaşlar hızla gözlerimden düştü. Beni sana karşı kötü birine dönüştürürsen açlık bir yana suya bile muhtaç kalırsın, demişti. "Ben kendimi suya muhtaç gibi değil, merhametine muhtaç gibi hissediyorum." Kurduğum cümle, kaşlarını kaldırmasına neden oldu. "İzin ver, gideyim."

İzin vermedi, yolumdan çekilmedi; elimi tutan elimi bırakmadı ve gözleri silaha doğru kaydı. Birkaç saniye sonra tekrardan gözlerime baktığında, “Ya korkularının üzerine gideceksin ya da korkularını yok etmek için beni vuracaksın," dedi.

"Yankı!" diye bağıran Işık'ın sesiyle irkildim ve başımı kapıya doğru çevirdiğimde Mutlu'yla beraber onların kapıda durduğunu fark ettim. "Neler oluyor?" Bize doğru yürümek için hamle yaptı fakat Yankı, onu da eliyle durdurdu. Mutlu'nun gözlerinin içi kıpkırmızıydı, saçları sırılsıklamdı. Az önce yaşadıklarından sonra Yankı'yı kaybetmenin vereceği korku bakışlarına doldu fakat o Işık gibi öne atılmadı, aksine geriye doğru bir adım attı.

Hissetmiştim ve hissettiğim beni mahvetmişti; Mutlu benden korkuyordu, Tankut'tan nasıl korkuysa benden de öyle korkuyordu.

Hapishanenin içindeki birinin alkış sesini duydum, aklımın oyunu değildi, gülen kişiyle aynı kişi olduğuna emindim.

"Helin," dedi Bartu bana doğru. Onun da sesinde korku vardı fakat bakışlarındaki nefret silinmemişti. "Yapma." Yankı onlar için, onlardan daha değerliydi. Önder, Yankı olmazsa onların nefes alamayacağını, makineye bağlanan bir insan gibi olacaklarını söylemişti ve hepsi şu an bana sanki son nefeslerini veriyormuş gibi bakıyorlardı.

Yankı dışında herkes ölmek üzere gibiydi, Yankı ise yeniden yaşamak için bir adım atıyormuş gibi bakıyordu.

Hayatıma izini bırakmış bütün zamanlarımı düşündüm. Doğduğum anı bile düşündüm. İlk nefes alışımı, ilk dünyaya gözlerimi açışımı ve ilk defa annemin kucağına verildiğim anı. Dayımın söylediğine göre annem kucağına beni aldığında yüzüme uzun uzun bakmış, alnıma bir öpücük kondurmuş ve hayatın beni için çok zor geçeceğini söylemişti. Bunu bana dayım anlatırken, karşımda yarı çıplaktı ve elleri saçlarımda dolaşıyordu. Annem beni kucağında bir dakika bile tutmamış, bir dakika bile sevmemiş ve bahsettiği zor hayatın kollarına bırakmıştı.

Anneme hiçbir zaman bu yüzden kızmamıştım, beni bırakıp gittiği için onu hiçbir zaman suçlamamıştım çünkü dayım, annemin beni bıraktıktan günler sonra intihar edip öldüğünü düşünüyordu. Evden elinde bir silahla çıkmış, kimse onu durdurmamış ve saatler sonra yaşadığı köyün yukarısından bir silah sesi duyulmuştu. Ona kızmamamın nedeni, ölmüş olma ihtimali değildi; ona kızmamamın nedeni ölecek bir anne olarak çocuğuna umut vermemesi, sıcaklığını paylaşmamasıydı.

Annem beni doğduğum an terk ederek ilk ihaneti tattırmıştı; ona hissettiğim en büyük öfke bu yüzdendi çünkü ihanet, yeni doğmuş bir bebek için fazlasıyla ağırdı, yeni doğmuş bir bebeğin hissedeceği sıcaklık, ihanetin ateşi olmamalıydı.

Zaman ilerlemişti, kalbimdeki tohumu damarlarımdaki geçmişin kiriyle sulamıştım ve ben hala o yeni doğmuş bebek kadar kendimi kimsesiz hissediyordum.

Sonra onları tanıdım.

Sokak Nöbetçileri'ni.

Beni yalnızlığımdan ve kimsesizliğimden çekip çıkaran beş güzel çocuk.

Bana bazen öfkeyle, bazen nefretle, bazen kinle bakan beş küçük çocuğun yüzüne baktım; o an onlar benim için küçük çocuklardı. Ne kadar uzak dursa da merhametli tarafını gizleyemeyen Işık. Yüzümü gülümseten, beni hangi ruh halinde olursam olayım o ruh halinden çekip çıkaran Mutlu. Mesafesini korumaya çalışsa da kalbinin temizliğini gizleyemeyen Bartu. Benden ne kadar nefret ederse etsin, beni dördü arasında en iyi anlayan Lâl.

Gözlerim ona döndü. Yankı Sarca'ya. Uzun uzun turkuaz gözlerine baktım, sonra yüzünü izledim. Keskin bakışları vardı. Bazen insanı tamamen güvende hissettiren bazen ise tamamen güvensiz hissettiren, derinliğini çözemediğim bakışlarına yakışan uzun simsiyah kirpikleri kısık bakışlarına yakışıyordu. Biçimli burnunun üzerinde küçük bir izi vardı, aldığı bir darbeden kaynaklanıyor olmalıydı fakat ona çok yakışıyordu. Kalın dudakları aralıklıydı, üst dudağının çizgileri belirgindi ve sakallarına rağmen o çizgi bembeyaz görünüyordu. Kumral saçları şu an karanlıktan simsiyah görünüyordu. Alnına düşen saçlara uzun zamandan beri dokunmak istediğimi yeni hissediyordum. Kemikli yüzüne parmaklarım dokunmak için can atıyordu, bunu da yeni fark ediyordum. İlk gördüğüm andan beri düşündüğüm tek bir şey vardı; Yankı benim için göz alıcı bir güzelliğe sahipti ve emin olduğum bir şey daha vardı; o bunun farkında bile değildi.

Hayır, onun ruhunu ve benim için ifade ettiklerini tanımlamayacaktım; şu an bunu yapmayacaktım çünkü düşünmek bile boğazıma daha fazla yumru oturmasına neden olurdu, biliyordum. Ne olursa olsun beni arkasına alan Yankı'nın göğsüne dayadığım silaha bakışlarım kaydı; o an en başından beri bunu yapamayacağımı bildiğimi fark ettim. O ne yapacağımı anladı, teslim oluyorum sandı.

Kalbimdeki tohumu annem doğduğum an ekmişti, kanıma kirini çocukluğum bulaştırmıştı ve damlayan kan korkularımı büyütmüştü. Filizlenen yapraklardan yere kan değil, gözyaşı damlıyordu. Çocukluğum haykırarak ağlıyordu.

Her şeyin sorumlusu bendim. Başkalarının atan kalpleri, benim tohumumu kurutamazdı. Silahı yavaş yavaş aşağıya doğru indirdiğimde ayakta zor durduğumu fark ettim ve dizlerimin üzerine çöktüm.

Hareketlenme oldu, başımı kaldırdığımda Lâl'in Bartu'yu itekleyerek Yankı'ya doğru koştuğunu gördüm. Sonra ona sarıldı, ona sımsıkı sarıldı ve başını göğsüne dayadı. Göğsünde nefes nefese kalmış bir şekilde ağlamaya devam ederken diğer Nöbetçiler de onun yanına geldi. Yankı'nın gözleri ise benden bir an olsun ayrılmıyordu.

"Teslim mi oluyorsun?" diye sordu bana. Şaşırmıştı, bunu sesinden anlayabiliyordum, beklemiyordu.

Çöktüğüm yerde ağır ağır başımı aşağı yukarı salladım. "Teslim oluyorum," diye fısıldadım. Yüzüme beklemediği bir gülümseme yerleştirdiğimde son bir damla yaş, gözümden düştü ve yanağımda süzüldü. Teslim olmam sanki en iyisiymiş bana bakıyordu, bunu istiyordu. Elimdeki silahı havaya doğru kaldırdığımda gözleri silaha kaydı, yutkundu. Silahın soğuk namlusunu kalbimin üzerine yasladığımda yapraklarımdan damlayan yaşlar, yok oldu. "Ama annem gibi teslim oluyorum." İçimden bir ses, annemin de kalbindeki tohumu kurutmak için kendini kalbinden vurduğunu söylüyordu.

Daha önce defalarca ölümle burun buruna gelmiştim, defalarca beni kovalamıştı ve ben de ondan defalarca kaçmıştım ama şimdi ölümü ilk defa bu kadar gerçekçi, yanımda nefes alıyormuş gibi hissediyordum. Azrail'in nefesi; omzumun üzerindeydi, silahı tutan elimdeydi, tetiğe dokunan parmağımdaydı.

Azrail'in elleri saçlarımda dolaşıyordu ve Azrail'in nefesi annemin alnımı öpen şefkatli dudaklarındaydı.

Yine ölecektim, biliyordum çünkü artık kaldıramazdım, ben kaldırsam çocukluğum kaldıramazdı. Beşinci yaşım, altıncı yaşım ve yedinci yaşım. Onlar kaldıramazdı. Saçları dalgalı, korkak, dizlerinin üzerine çökmüş kız çocuğu kaldıramazdı.

Ben kendime bütün kötülükleri yapabilirdim ama artık o kız çocuğuna böyle bir kötülük yapamazdım.

Boynumu saran dallar, boynumu sıkmayı bıraktı. Nefesim özgürlüğe kavuştu. Yapraklar kurumaya başladı, filizlenen dallar yerlere döküldü. Tohum, kurumak için kalbime isabet edecek olan kurşunu bekledi.

Birçok filmde izlemiştim, birçok kitapta okumuştum. Son anda kendini öldürmek isteyen kişi vazgeçerdi ya da karşısındaki kişi onu intihardan vazgeçirir, elinden silahı zorlukla alırdı ama şimdi hiçbirisi olmayacaktı. Yankı, yüzüme hala sakin bir ifadeyle bakıyordu; belki de yapmayacağıma inanıyordu ama beni engellemedi. O tek kurşunla korkularıma son vereceğime inandığımı gördü.

Zaten çabalasa da artık hiçbir kuvvet elimdeki silahı benden alamazdı.

Son kez onların yüzüne baktım. Birbiriyle iç içe oluşlarına, kardeşliklerine ve sevgilerine. Hepsinin gözü benim üzerimdeydi ve son olarak söyleyecek bir şeyler düşündüm. Aklıma birçok şey geldi ama bunu yapmadım. Bir kitapta okumuştum, karakteri insanların ölmeden önce söyledikleri cümlelere takıntılıydı ve hoşuna gidenleri not alıyordu. Benim son kurduğum cümlem, bir yere not edebileceği kadar güzeldi; sadece o karakter için bunu bozmak istemedim.

Annem gibi teslim oluyorum.

Kalbim tohumu için hızlı hızlı attı, kirli kanıyla solmuş yaprakları canlandırmak istedi ama geçmişim de biliyordu ki, hayattan vazgeçtiğimde artık o tohum bir daha yeşermezdi.

Gözlerimi yumdum, parmaklarımın ucundaki Azrail'in nefesi soğuk tetiği sanki sıcacık yaptı; tohum çürümeye başladı.

Derin bir nefes aldım. Bir an bile düşünmedim, ölecektim.
Son bir nefes verdim. Düşündüklerimden kaçtım, ölmek üzereydim.
Nefesimi tuttum, Azrail nefesini tuttu. Tohum tamamen çürüdü; son gelecek bir damla kanı bekledi.

Kalbim sanki son kez attı ve Azrail bana cesaret verdi, annem bana cesaret verdi, ben de tetiğe bastım.

Lâl Sarca'nın güncesinden...

20.10.2019

Bugün fotoğraf karelerime bile duygusunu veremeyecek bir kadının, dakikalarca acı çektiğini gördüm.

Bugün bir silahın ve o silahtan çıkan kurşunun bir kadının kalbini parçalamaktan daha fazlasını yaptığını gördüm.

Bugün o silahı, o kadının eline biz verdik, gözlerimizin önünde kendi ölümünü harf harf yazmasını izledik.

Bugün biz o kadını hür irademizle engellemedik.
Bugün biz biraz daha kötülüğümüzün içinde kimsesiz çocuklara dönüştük.
Ve belki de bir masumun kalbinin parçalanmasına izin verdik.

Biz bugün hiçbir şey olduk, biz bugün onun masumiyetiyle tanıştık ve tanıdığımızı sandığımız o kadını kendi ellerimizle toprağa verdik.

Hepimiz bugünü günlüklerimize yazarken aynı duyguyu hissedeceğiz: Pişmanlık. Kaleme alırken bir noktaya odaklanacağız ve zamanı geriye almak isteyeceğiz fakat tanıştığımız günden beri imkânsız olduğunu bildiğimiz durum, karşımızda dimdik dikilecek. Sonra onu düşüneceğiz, onun için elimizden gelen her şeyi yapacağız ve biliyorum, zamanla aramızdan tek bir kişi hariç kendimizi affedeceğiz.

Biz dört kardeş. Ben, Bartu, Mutlu ve Işık. Biz bu yaşımıza kadar her zaman kendimizi affedecek yolları bulduk ve affettik. Zaman geriye akmadı ama biz o zamanları unuttuk; geriye akan sadece pişmanlıklarımız oldu.

Kalbiyle depremlere sebep olan ve o depremleriyle benim hayatımı kurtaran Yankı. Defalarca. Bir an bile vazgeçmeden, hayatımı kollarından tutup çekti.

O bizim günahlarımızı da göğüsleyecek, bizim bu ağırlığı taşımamızı istemeyecek.

O hiçbir zaman kendini affedemeyecek.

O hiçbir zaman bugünü unutmayacak.

O bizim günahlarımızın altında yok olurken bile bizi düşünecek.

Tuhaftı, ben bugün duydum. Yankı'nın kalbi acıyla attı ve bu ses, daha önce duyduğum acılı atışların hiçbirine benzemiyordu.

O kendini affetse bile kalbi onu affetmeyecek ama ben onun kalbinin her atışı için yine de Tanrıya minnettar kalacağım çünkü benim hayatım ona her zaman minnettar olacak.

"Dördüncü Sokak Nöbetçisi, Lâl Sarca"