Evleniyordum.
Elimde bembeyaz papatyalarla dolu bir buket tutuyordum ve üzerimde bembeyaz bir elbise vardı; elbisenin alt tarafı kabarıktı, beyaz spor ayakkabılarımla koşuyordum. Yüzümde kocaman bir gülümseme vardı, ellerimle elbisemin eteklerini tutarken güneş en tepedeydi ve yakıcı da olsa tam karşımdaki kişiye koşarken onun sıcaklığını hissedebiliyordum. Saçlarım olduğundan daha uzundu, bukleler alnıma yapışmıştı. Daha kiloluydum ya da daha sağlıklı bilemiyorum fakat kendimi çok iyi hissediyordum.
Kocaman koridorda koşarken karşımdaki yüz, elini öne doğru uzatıp elini tutmamı bekledi. İki tarafa ayrılan çevremdeki onlarca insan bana bakıyordu, onların umurumda bile olmadığını anımsıyordum. Gözlerim Mutlu'yla kesişti, büyük bir hevesle ellerini birbirine çarpıyor bir şeyler söylüyordu fakat onu anlayamıyordum.
Koşmaya devam ettim, üzerimdeki gelinliğin ince ip askısı omzumdan düştü ama aldırış etmedim. Işık ıslık çalmaya başladı, Mutlu daha fazla alkışladı. Misafirler de onlara eşlik etti. Herkesin elinde bir kadeh şarap vardı, keyifle şaraplarını yudumluyorlardı. Bartu'nun önüme doğru çıktığını gördüm, kollarını açmış bana sarılmak istiyordu ama ona öfkeliydim, ona hala büyük bir öfke içerisinde olduğum için onu itekledim.
En sonunda bembeyaz masanın önüne geldiğimde Lâl beni ellerimden tuttu, sıkıca tuttu, canımın yandığını bile bile tuttu ve kendine çekip sıkıca sarıldı. Ona sarılamadım çünkü heyecanlanan kalbim, göğüs kafesimi delecek kadar hızlı atıyordu. Lâl, kısık bir sesle, “Mutlu olacaksın," dedi bana. Sesi, ahengi öyle güzeldi ki. Onun sesini, ilk o zaman duymuştum ve bir daha ömrüm boyunca unutamazdım. Huzur vericiydi. "Ömrünün sonuna kadar mutlu olacaksın, söz veriyoruz."
Geriye doğru çekildiğinde elimi masanın gerisindeki elin içine bıraktı ve tebessüm ederek geriye çekildi. O elin parmakları sıkıca elimi kavradı, sonra diğer elimi de tuttu. Turkuaz gözleri, daha önce hiç görmediğim şekilde bana sevgiyle bakıyordu. Evet, bu bakış sevgiydi; hiç karşılaşmadığım kadar sıcak bir sevgiydi. "Sonunda," dedi Yankı. Üzerinde simsiyah bir damatlık vardı, gömleği bile siyahtı. Öylesine nefes kesici görünüyordu ki misafirleri unutmuş, sadece ona odaklanmıştım. "Yanımdasın ve bundan sonra sadece benim için yaşayacaksın."
Sıcacık parmakları vardı ve sıcacık teni. Ona bir şeyler söylemek istedim ama Mutlu'nun sesini duyuyordum, bir şeyler söylemek istediğimde sürekli sözümü kesiyordu. "Nasıl da gülümsüyor," diyordu Mutlu derinden gelen bir sesle. "Haklı ama. Film karesinden çıkmış gibi görünüyorlar. Umarım yanlışlıkla benim görmediğim arada öpüşmemişlerdir."
Yankı, gülümsedi ve onu duymuyormuş gibi beni yanına çekip sandalyeyi geriye doğru çekti. Bu kibarlığı gözlerimi açmama neden olsa da sandalyeye oturdum ve gülümseyerek misafirlere doğru döndüm. Yankı hemen yanımdaki sandalyeye oturduğunda eli, elimi bırakmıyordu; kendimi hiç olmadığım kadar güvende hissettiren bir sıcaklığı vardı.
Sonra onun sesini duydum, zihnimin gerisinde bu gerçeklikle karşılaşacağımı bilsem de yüzümdeki gülümseme soldu ve Önder "Bu kadarı fazla değil mi?" dedi. Misafirlerin içinde onun yüzünü aradım fakat göremedim. Ses nereden geliyordu bilemiyordum ama Yankı'nın sıcak eli, bir anda benim elimden uzaklaştı. "Helin'i kendiniz gibi görmeyin, o iyi birisi değil."
Başımı hızlıca yanıma çevirdim ve sandalyenin boş olduğunu gördüm; ayağa kalkarak etrafıma baktım ve misafir sandalyelerinin de bomboş olduğuna şahit oldum. Mutlu'yu aradım, Işık'ı hatta Bartu'yu. Hiçbiri yoktu, sandalyelerden birisi sadece doluydu ve o sandalyede de çocukluğum oturuyordu. Ayaklarını sandalyede sallıyor, eli çenesinde beni izliyordu. "Herkes nereye gitti?" diye sordum ona ağlamaklı bir tınıyla.
"Hepsi bir hayaldi," diye karşılık verdi. "Şimdi ise gerçeğin içindesin. Bizi kimse sevmeyecek." Başımı iki yana salladım ve o an hemen arkasındaki sandalyede bir gölge belirdi, o gölge gitgide çocukluğumun bedenini sardı; onu simsiyahların içinde yok etmeye başladı. Bağırmak istedim, çırpınmak istedim, onu kurtarmak istedim ama yerimden bir an bile hareket edemedim.
Bakışlarım zorlukla üzerime doğru kaydığında gelinliğimin yok olduğunu, çiçeklerimin parçalandığını gördüm. Çırılçıplaktım, üzerimde tek bir parça bile kıyafet kalmamıştı. Kendimi utanmış hissederken başım tekrardan yukarıya kalktı ve misafirler yerlerindeydi. O gölge çocukluğumu içine tamamen hapsetmiş, simsiyah bir buluta dönüştürmüştü.
Yanımda artık kimse yoktu, tam karşımda bütün Sokak Nöbetçileri duruyordu; yüzlerinde nefret vardı. Bir cezaydı, belki de ihanetimin karşılığı bilemiyordum ama artık onların tarafında değildim.
Yankı, "Gerçeklere hoş geldin," dedi. "Seni olduğun kişiyle ve geçmişinle kimse istemeyecek." Ve bir anda yanında birisi belirdi, daha önce gördüğüm ama unuttuğum bir yüz.
Bir gözü mavi, bir gözü kahverengi. Yankı’yla beraber beni izliyorlardı, ikisinin ortasında bekleyen çocukluğum ise artık gülümsüyordu.
Acıyla nefes verdiğimde ve tepemde bir fotoğraf makinesinin flaşının patladığını hissettiğimde gözlerimi aralayarak zamanın varlığına erişmeye çalıştım. Birkaç saniye içerisinde her şeyin bir rüya hatta kâbus olduğunun düşüncesi zihnime uğradığında, başka bir his de bedenimde yayılmaya başladı. Bu da rüyamdaki gibi sıcacık ellerin, ellerimdeki varlığıydı.
Fakat o elleri pürüzsüz değil aksine yeni olmuş yaralarla, diş izleriyle, kesiklerle doluydu. Hepsini dün benim yaptığımı biliyordum ama düşündüğümden daha kötü bir haldeydi, diş izleri biraz daha zorlarsam etini koparacağım kadar kötü görünüyordu. Kan toplanmıştı, yer yer morlukları ve kızarıklıkları vardı. Tırnak izleri derindi.
Ona çok fazla zarar vermiştim, o ise canının yanmasını bir an bile umursamamıştı.
Yan bir şekilde uzanmıştım ve tam karşımda Yankı da o şekildeydi, derin bir uykunun içinde gibiydi. Yüzü yüzüme öylesine yakındı ki nefes aldıkça kirpiklerine nefesimin çarptığını görebiliyordum. Alnı alnıma, dizleri dizlerime değiyordu ve eli, elimin üzerinde sıkıca tutuyordu. Öyle masum, öyle hiçbir şeyden habersiz görünüyordu ki dudaklarındaki tebessümüne sonradan dikkat edebilmiştim. O uykusunda gülümsüyordu ve bu daha önce hiç görmediğim kadar güzel bir tabloydu. Kirpiklerini sayacak kadar ona yakınken, ben onun gülümsemesiyle sayı saymayı bile unuttuğumu fark ediyordum.
Birisi boğazını temizlediğinde ve yine flaş patladığında elimi onun elinden refleksle kurtarmak istedim, Yankı ise buna izin vermedi. Yüzündeki tebessüm silindiğinde kaşları çatıldı; onun uykusunun ağır olmadığına emindim, şimdi ise uyanmıyordu.
"Bana sakın uyurken öpüştüğünüzü söyleme Helinski," diyen Mutlu'nun sesiyle irkildim. "İkiniz de gülümsüyordunuz ve bu 'Seni ne güzel yedim ama' gülümsemesi gibiydi." Güldüğünü hissettim. "Gerçi Bay Beyin öpüşmekten daha fazlasını yapıyormuş gibi gülümsüyordu da neyse."
Yankı uyuduktan sonra uzun bir süre boyunca oturduğum yerde uykuya direnmiş, ona bakmamak, onu izlememek için kendi kendime masallar anlatacak duruma bile gelmiştim. Çünkü biliyordum ki onu uyurken izlersem, az önce hissettiklerimden daha fazlasını hissetmek zorunda kalırdım ki şu an bile ondan gözlerimi ayıramıyordum.
En sonunda uykuya esir düştüğümde tek hatırladığım ona sırtımı dönüp uyuduğumdu. Rüyamı anımsamak, kâbusuma dönmek istemiyordum fakat aklımda dönen Yankı'nın nefes kesici görüntüsü ve ona koşarken hissettiklerim, kendime defalarca ve defalarca şaşırmama neden oldu. Bütünüyle kâbustu, her anı kâbustu! Öyle olmalıydı, öyle hissetmeliydim.
"Yankı, uyan." Bu Önder'in sesiydi. Tekrardan irkildiğimde içimde ona karşı olan öfkemin de çoktan filizlendiğinin farkındaydım. Az önce rüyamda duyduğum sesler, gerçek konuşmalarıydı. "Sen ağır bir uykuya dalamazsın, öyle bir hakkın yok."
Hakkı yok muydu? Buna Önder mi karar veriyordu? Bakışlarımı en sonunda Yankı'dan ayırdığımda başımı kaldırıp tepemizde dikilen yüzlere baktım. Mutlu'yla Önder bizi izliyordu, diğerleri ortalarda görünmüyorlardı. Mutlu'nun boynunda Lâl'in fotoğraf makinesi asılıydı. "Hakkı yok mu?" dedim ve sesim beklediğimden daha öfkeli çıktı. "O günlerdir uyumuyor ve çok yorgun."
Önder'in gözleri Yankı'nın yüzünden bana doğru kaydığında bakışlarımdaki öfkeyi fark etmiş olacak ki "O da bundan hoşlanmayacaktır," dedi düz bir sesle. "Nasılsın Helin? Vurulduğunu anlattılar."
"Nasıl mıyım?" Gülümsediğimde Yankı'nın derin nefesleri düzeldi. "Vurulmadım, kendimi vurdum. Neyse ki ölmedim çünkü senin silahındı." Sesimdeki imanın Önder'i rahatsız etmesini bekledim ama herhangi bir duygu değişimi olmadı. "Sen nasılsın?"
"Ne kadar şanslısın." Dalga geçtiğini düşündüm ama yüzü oldukça ciddi üstelik endişeleniyormuş gibiydi. "Eğer o silah normal bir silah olsaydı şu an aramızda olamayacaktın. Bu üzücü olurdu çünkü senin gün geçtikçe bizi şaşırttığını görüyorum." Bakışları Yankı'ya kaydı ve o an lafının bana değil ona olduğunu anladım.
"Sana minnettar mı olmalıyım o halde?" dedim iğneleyerek. "Emin ol çektiğim acı, ölümü dilememe neden oldu."
Parmaklarının elime şiddetli bir baskı yaptığını hissettiğimde, “Uyanığım Önder," dedi düz bir sesle Yankı. "Ağır bir uykudayken bile söylediklerini duyabiliyorum ve sesin öfkeli geliyor." Gözleri hala kapalıydı ama kaşlarının çatık olması, onun da Önder'e karşı kızgın hissettiğini gösteriyordu. "İzin verirsen uyumaya devam etmek istiyorum, sonra öfkelenirsin."
"İstiyorum mu?" diyen Mutlu adeta heyecanla bağırmıştı. "Lanet olasıca elinle kızın elini biraz daha tutarsan kangren olacak, baksana kan gitmiyor."
"Mutlu biliyorsun bu hayatta beni iki şey çok öfkelendirir," dedi Yankı. "Birincisi uyurken rahatsız edilmek."
Mutlu gülerek, “İkincisi de tuttuğun elin kangren olması mı?" diye sordu.
"Hayır," diye karşılık verdiğinde gülümsedi. "Birinin elimi uyurken zorla tutması ve bir an bile bırakmaması." O an, gözlerim şaşkınlıkla ona döndüğünde gözlerini hafifçe aralayarak bana baktı. Yorgun bakışları, uykulu gözleriyle beni inceledikten sonra baskısı arttı. "Elimi bırak Helin, merak etme bir yere gitmeyeceğim."
Kâbusun görüntüleri zihnimin içinde dönerken ondan elimi kurtarmaya çalışarak, “Sen tutuyorsun ya," dedim ve kaşlarım çatıldı. "Ayrıca istediğin yere gidebilirsin."
Yankı, son söylediğimden sonra gülümsediğinde elini elimden uzaklaştırıp sırtüstü yattı; bakışları tavana odaklandı. "Sakinleş, bir daha ki sefere parmağımı da çocuk gibi emersin."
"Bu çok seksi oldu ama," diyen Mutlu'nun sesi aramıza girdi. "Parmak emmek..." Bakışlarım ona öylesine sert döndü ki anlık olarak duraksadı ve sonra, “Seksi mi?" diye düzeltti. "Seksi de ne demek? Ne?"
Bir şeyler söylemek istedim ama dudaklarımın aralanıp kapanmasından başka hiçbir şey olmadı. Yattığım yerden doğrulup ayağa kalktığımda başım uzun zamandan beri bu kadar derin uyumadığım için ağrıyordu. Mutlu'nun bakışları üzerimde gezinirken, gözlerimi ondan kaçırıp masanın üzerindeki sürahiden bardağa su doldurup büyük yudumlarla içtim.
Önder, Yankı'nın yanında diz çöktü. "Yankı konuşmamız gerekiyor," dedi ama ona meydan okuyormuş gibi değil de onun meydan okumasına karşılık veriyormuş gibi. "Şu an uykunun sırası değil."
"Konu ne?" Gözleri hala tavandaydı ama yüzündeki gülümseme silinmişti. Önder'e öfkeli olmasının nedeninin, Mutlu'ya silahı verdiği için olduğunu biliyordum.
"Ferda," dediğinde ikimizin de gözleri hızlıca Önder'e döndü; Yankı uzandığı yerden doğrulup oturdu.
"Ne olmuş Ferda'ya?" diyerek öne doğru bir adım attım. "Bir şey mi oldu?"
"Hayır, o iyi," dediğinde bakışları hala Yankı'nın üzerindeydi. Beni ciddiye almıyormuş gibiydi, bu rahatsız etti. "Fakat yakında büyük problemler olacakmış gibi görünüyor." Yankı'nın meraklı bakışları Önder'in yüzünde gezindiğinde Mutlu, koltuğa kendini bırakırken kaşları çatılmıştı. "Güzide, Ferda'nın öz kızı olduğunu söylüyormuş, onu geri almak istiyor."
Elimdeki bardakla öylece kaldığımda, “Öz kızı mı?" diye sordu Yankı. Oturduğu yerden hızlıca ayağa kalktığında elini saçlarına geçirip dağılmış olan saçlarını daha fazla dağıttı. "Onun üzerine kayıtlı mı görünüyor?"
Önder, dakikalardır elinde tuttuğu mavi dosyayı Yankı'ya doğru uzatırken, “Araştırmamı istemiştin. Gerçek adı Yeşim," dedi Ferda için. "Kimlik bilgileri bu yönde. Güzide'nin eski kocasının soyadını taşıyor. Yani yasal olarak Ferda ona ait."
Bardağı masaya koyarken gözlerim bir an olsun Önder'in üzerinden ayrılmıyordu, söylediklerini kendi kafamın içinde ayrıştırdığımda konunun nerelere gideceğini az çok anlamıştım ve bu düşüncelerle, “Ne demeye çalışıyorsun?" diye sordum. "Ferda ona geri mi verilecek?"
Yankı elindeki dosyanın sayfalarını karıştırırken Önder bana bakarak, “Şimdilik bize bu şekilde vekil göndererek anlaşma sundu," dedi. "Ferda'yı geri istediğini söylüyor, eğer ona geri vermezsek yasal yollara başvuracakmış." Söylediği onu güldürmüştü, gözleri Mutlu'ya kaydı. "Sizin babanız da sizi almak istemişti ama yasal yollara başvuracak durumda değildi. Maalesef Güzide'nin sicili tertemiz hatta kendisi bir okulda öğretmenlik bile yapıyor. Yetkililer gözü kapalı ona Ferda'yı verecektir."
Sessizlik oluştu. Bu sessizliği bozan tek şey, Yankı'nın elindeki dosyadan çıkan kağıt sesleriydi. Öne doğru adımlar atarak Yankı'nın hemen yanında durduğumda korkuyla, “Bunu yapamayız," diyerek başımı salladım. "Güzide'nin iyi bir kadın olmadığı Ferda'nın korkularında gizli. Ona zarar verdiğine adım gibi eminim."
"Buna hepimiz eminiz," dedi Mutlu dakikalardır olan sessizliğini bozarak. "Fakat yasalar Ferda'nın Güzide'ye verilmesi gerektiğini söylüyor."
Yankı dosyanın kapağı kapattığında hiçbir şey söylemeden öylece duruyordu, bir şeyler düşündüğü açıktı. "Yapabilecek bir şey yokmuş gibi görünüyor maalesef," diyen Önder'e öfkeli bakışlarım döndü. "Eğer yasalara başvurursa bu sefer damgalandığımız konuda kendimizi açığa veririz."
Korkuyla yutkunarak öne doğru bir adım daha attım ardından, “Buna asla izin vermem," dedim sert bir sesle. "Siz izin verseniz bile ben izin vermem, Önder. O kızı asla bırakmam."
Ferda'nın gözlerinde gördüğüm korkuyla yine yüzleştiğimde acının onun elini tutan ellerime yerleştiğini hissettim. Ona söz vermiştim, ne olursa olsun onun geleceğini beraber inşa edecektik ve ben bir an olsun onun yanından ayrılmayacaktım.
"Tankut şerefsizini kullansak?" Mutlu'nun teklifi Önder'in hoşuna gitmemişti. "Ya da Ferda'yı alıp başka bir yere kaçırsak?"
"Bunların hepsi imkânsız çünkü birincisi Tankut Güzide'nin umurunda bile değil. İkincisi, Ferda'yı kaçırsak bile diğer çocukları da mı kaçıracağız? Güzide'nin direkt gidip yasalara başvurmamasının ve bizimle anlaşma yapmaya çalışmasının tek nedeni, Tankut'un ölmesini istemesi."
"Ne?" Gözlerim irileşti. "Onlar düşman mı?"
Önder beni küçümseyici bir şekilde süzdükten sonra, “Bu topraklara bu kadar mı yabancısın?" diye sordu. "Bu piyasada herkes birbirinin ayağını kaydırmaya çalışır." Onun küçümseyici bakışlarına karşılık vermek istedim ama haklılık payı vardı. Herkes birbirine en kötüsünü yapmak için savaşıyordu.
"Düşünüyorum." Yankı'nın sesiyle gözlerim ona döndü, elindeki dosyayla bir ileri bir geri yürüdüğünde yine tırnaklarını yemeye başladı. Birkaç saniye sonra adımları duraksadığında direkt olarak Önder'e, “Aslında aklıma bir fikir geliyor," diyerek kaşlarını kaldırdı. Bu fikir onu rahatsız etmişti, bu belliydi. "Güzide karşılık bulamadığında polise gidip şikâyette bulunacak. Ferda için kayıp ilanı verilecek, bu kayıp ilanıyla her yerde Ferda aranacak. Birkaç gün sonra onu, bizimle alakasız bir yerde bulduklarında geriye bir şey kalacak: Ferda'nın kendi isteğiyle Güzide'den, Tankut'tan Rasim'den kaçtığı gerçeği."
Söylediklerini tek tek düşünürken Yankı'nın belli bir noktayı atladığını fark ederek, “Ferda kendi kaçmadı, biz onu aldık," diye düzelttim. "Onu böyle bir konuda tembihlememizi mi istiyorsun?"
Ellerini iki yana açtı. "Başka çaresi yok. Eğer onun şiddet gördüğüne hatta daha kötüsü..." Susup derin bir nefes verdi. "Bunlara inanırlarsa onu Güzide'ye vermezler."
"Ee onu Güzide'ye vermezler ama yetiştirme yurduna götürürler," dedi Mutlu ayağa kalkarak. "Kızı kaçırdığımız noktaya tekrardan mı bırakacağız? Emin ol, bırakılan yurt yine Güzide'nin sahip olduğu bir yurt olacaktır."
"Mutlu haklı." Önder çenesini kaldırdı. "Güzide düşündüğümüzden daha fazlasıymış. Bütün işleri aslında o yönetiyormuş, Tankut ise buna izin veriyormuş. Rasim aralarında bir kuklaydı, sen bir kuklayı öldürdün Yankı."
"Ben bir kuklayı öldürmedim," diye keskin bir nefes verdi Yankı gözlerini açarak. "Ben sapkın düşünceli bir şerefsizi öldürdüm, bir an bile düşünmedim. Şu an karşıma geçse, bir an bile düşünmem yine nefesini keserim."
Kollarımı önümde bağladığımda Rasim'in ölürken olan bakışlarının bana haz verdiğini yeni fark edebiliyordum; birinin ölümünden haz duymak, ruh hastalığı gibi görünürdü ama onun gibi kötü insanların acı çektiğini görmek bambaşka bir duyguydu.
"Sonra ne olacak?" Soruyu sorarken vücudumu Yankı'ya çevirdim. "Mutlu haklı, onu yurtta bırakamayız."
Yankı'nın kaşları çatıldı. "Sonrası basit. Önder gidip başvuracak ve onu da kendi siciline geçirecek."
Önder geriye doğru bir adım atarak kafasını iki yana salladı. "Üzerime kayıtlı üç çocuk var, Yankı, üç," dedi gözlerini açarak. "Ve onlar da seneler önce kimsesizdi. Bu dikkat çekecek bir şey, biliyorsun. Şu an yuvadaki çocuklarla Ferda'yı da eş tutamazsın çünkü onları arayan kimse yok, hepsi Bartu gibi. Onun da kimsesi yoktu, üzerime almak zor olmamıştı."
Işık, Bartu, Lâl, Mutlu ve Yankı. Neden üç çocuk olduğunu söylemişti? Bu şaşırmama neden oldu. "Bir şekilde evlat edinilmesi gerekiyor," dedi Yankı düşünceli bir sesle. "Bunun da bir çaresine bakabiliriz." Önder'i işaret etti. "Gonca'yla evlisin diye evlat edinmekte sıkıntı yaşamadın ama tek başına evlat edinmek fazlasıyla zor. Her detayını araştırıyorlar."
Önder'in gözlerindeki ifade değişirken imalı bakışları yerine yerleşti. Koyu saçlarının arasına düşen beyaz tutamları karıştırarak iğneleyici bir tınıyla, “Belki yeni evlenmiş ama çocukları bir türlü olmayan bir aile Ferda'yı sahiplenir," dedi. "Sen ve Helin gibi. Az önce evlenmek üzere olan çift gibiydiniz."
Dudaklarım şaşkınlıkla aralandığında gözlerim yuvasından çıkacakmış gibi oldu. Mutlu'nun, “Anasının bilmem neresinde at çiftliği mi?" diye inledi. "İşte bunu hiç beklemiyordum Öndercik, bu beni heyecandan delirtir."
Elimle yanımdaki koltuktan destek aldığımda az önce gördüğüm rüya zihnimin içinde büyük bir şiddetle dönmeye başlamıştı; bu şiddet başıma daha fazla ağrı olarak döndü ve boğazıma yumruyu oturttu. Hafifçe öksürdüğümde gözlerim Yankı'ya kaydı. Beklediğimden daha şaşkın bir yüzle Önder'e bakıyordu, ifadesi çok zor değişen Yankı bile şaşkınlıktan dilini yutmuş gibiydi.
Mutlu oturduğu yerden ayağa kalkıp ikimizin karşısına geçti. "Hey," diyerek güldü. "Hep filmlerde gördüğüm senaryo şu an karşımda oynuyor ve sizin yüzleriniz kıçımdan daha beyaz oldu. Sakin olun, Önder sadece şaka yapıyor."
"Evlenmek mi?" döküldü Yankı'nın dudaklarından ve kaşları hafifçe çatıldı. Öyle bir bakıyordu ki sanki benim gördüğüm rüyayı biliyordu ya da o da aynı rüyayı görmüş gibiydi. "Helin ve ben. Karı ve koca. Evlilik. Eş."
"Adama inme indi." Mutlu Yankı'yı omuzlarından sarstı. "Şu an bakir erkek gibisin Yankıtu, birazdan gerdeğe gireceksin de heyecandan çükün kalkmıyor gibi."
"Evlenmek," diye tekrar etti Yankı derin bir nefes vererek.
"Gerdek mi?" diye sordum hemen onun arkasından. "Çük mü?" Elimi alnıma götürdüm ve hızlı hareketle masaya doğru gidip sürahiden bardağa tekrardan su doldurdum.
"Haklısın sen de tabii," diyen Mutlu'nun sesi keyifliydi. "Yankı'nınkine çük demek saygısızlık olur."
Mutlu'ya hızlıca başımı çevirip baktığımda sürahiden bardağa su dolmaya devam ediyordu fakat bunun farkına su taştıktan sonra vardım. Yankı, masanın yanına gelip taşmış olan bardaktaki suyu kafasına dikti, hızlı hızlı içti sonra geri masaya bırakırken Önder "Şakaydı," dedi ama sesi ciddiydi. "Fakat Mutlu'dan başka kimse gülmedi."
"Sadece gülmeseler iyi," diyen Mutlu bile tepkilerimize şaşırmıştı. "İkisi de Türkçe sözlük gibi kelimeleri tekrar ediyorlar: Eş, karı koca, düğün, zurna, davul."
İkimiz ne yapmamız gerektiğini bilmiyormuş gibi etrafımıza bakarken, birbirimizle göz temasına girmemek için çaba sarf ediyorduk. En sonunda Yankı "Espriler ve Önder," dedi ağzının içinde geveleyerek. "Komikmiş." Duraksadı, kaşları çatıldı. "Çok komikmiş. Epey komik, gülüyorum." Oldukça ciddiydi.
"Evet," diye karşılık verdim. "Çok komik." Masanın yanından ayrılmak için ikimiz de aynı anda hareket ettiğimizde birbirimize çarptık, sonra yüzümüze bakmadan farklı köşelere ayrıldık. "Ben de çok güldüm," dedim düz bir sesle. Elim ayağıma dolaşmıştı, rüyalar başkalarının zihnine de aynı şekilde uğrayabilir miydi?
"Her neyse," diyen Önder Mutlu'ya bakıyordu. "Ferda'ya bugün için söz verilmiş, yurttaki bütün çocuklar sizi bekliyor. Lâl, Işık ve Bartu şu an orada. Siz de hemen hazırlanın da çıkalım."
"Harika!" diye bağırdığımda başımı önüme eğip hızlı bir şekilde kapının dışına doğru yürüdüm. "Hemen hazırlanıp geliyorum." Büyük adımlarla merdivenleri tırmanıp kendimi banyoya attığımda kapıyı bile kapatmadan çeşmeyi açarak ellerimi buz gibi suyun altına tuttum. Bir süre öyle durduktan sonra soğuk suyu yüzüme çarptım ve aynaya baktım.
Saçlarım dağılmıştı, gözlerim çok fazla uyuduğum için şişmişti ayrıca yanaklarım tam da umduğum gibi alevler altındaydı. Boynuma doğru ilerleyen kızarıklığın nedeni utanç olmalıydı.
Kendime bakmayı keserek hızlı bir şekilde dişlerimi fırçalayıp birkaç kere daha yüzüme su çarptım. Tam banyodan çıkacağım sırada bir bedene çarparak geriye doğru sendeledim fakat bir el, beni sıkıca tuttuğunda Yankı'nın gözleriyle karşılaştım. "Görmedim," diye fısıldadım. "Kusura bakma."
Yankı, benim aksime durumu toparlamış gibiydi. Onun da yanaklarının kızarmasını isterdim ama kumral teninin, bir kere bile renk değiştirdiğini görmemiştim. "Kıyafetlerin o odada değil," deyip açıklamada bulundu elini uzaklaştırarak. "Şimdilik benim odamda. Sağdan üçüncü kapı." Sonra bakışları üzerimdeki kazağa kaydı, yavaşça güldü. "Fakat benim kıyafetlerimi giymek konusunda ısrarcıysan giysi dolabımdan istediğini alabilirsin."
Kırmızı ışıklı odaya tekrardan girmeyeceğimin verdiği rahatlamayla derin bir nefes verdiğimde, “Teşekkür ederim ama bunlar elbise gibi duruyor," dedim kapının önünden çekilerek. "Teklifin için teşekkürler, aynı teklif senin için de geçerli." Ne saçmalıyordum? Şaka yapmaya çalıştığımı göstermek için güldüm ama başarısız oldum, Yankı ise alayla bana baktı.
"Saçmalıyorsun Helin," dedi keyifle. "Utandığında ve kızardığında daha fazla saçmalıyorsun, masumlaşıyorsun. Bunu yapmaya devam edersen üç saniye içerisinde daha fazla utanacağın durumlar olacak."
Orada kalıp ona diklenmek, meydan okumak istedim ama adımlarım geri geri giderken, “Şu an buna hiç gerek yok," diye fısıldadım. Sonra bir şey demesini beklemeden sağdan üçüncü kapıyı açıp kendimi odanın içine attım. Sırtımı kapıya yaslarken, gözlerim yatağının üzerindeki kıyafetlerimin olduğu valize doğru kaydığında beni bu hale getirenin ne olduğunu düşünmeye çalışıyordum.
Korku? Hayatımı başka biriyle paylaşacağımın korkusu olabilir miydi? Küçüklüğümden beri korkarak büyümüştüm ve şu an kalbime dokunduğumda korkunun hissettirdiklerini değil de heyecanın verdiği hazzı hissedebiliyordum.
Odada iki tane tek kişilik yatak vardı, Yankı'nın yatağı pencerenin hemen önündeydi, ayak ucunda da siyah giysi dolabı vardı. Bartu'nun yattığı yerin hemen yanında posterler asılıydı ama Yankı'nın tarafındaki duvar tertemizdi, tek bir yer hariç. Bir kısımda atılmış olan çentikler vardı, bu çentikler oldukça eski görünüyordu ama silinmemişti de.
Kapının önünden ayrılıp valizin fermuarını açarak içinden rastgele beyaz bir kazak ve siyah pantolon çıkardım. Üzerimdeki Yankı'nın kazağını çıkarırken göğüs kafesimde hissettiğim şiddetli yanmayla gözlerim o tarafa doğru döndü. Kendimi vurduğum yerde dün Işık'ın sardığı bandaj vardı fakat çevresi kızarmış, yer yer morluklarla dolmuştu. Omuzlarımı önüme doğru indirdiğimde ağrı artıyor, bandaj daha fazla geriliyordu. Kalbimin teklediğini hissettiğimde beyaz kazağı giyerek altıma da siyah pantolonumu geçirdim.
Saçlarımı sıkı bir şekilde tepemde at kuyruğu yaparken kapıya iki kere vuruldu. Çantamın içindeki telefona bakıp Caner'in defalarca aradığını gördüğümde gözlerimi devirdim ve telefonu cebime koydum. "Girebilirsin," dedim Yankı'nın olduğunu düşünerek fakat kapı açıldığında ve içeriye Önder girdiğinde beklemediğim için kaşlarım çatıldı. "Yankı'nın olduğunu düşünmüştüm."
Kafasını olumsuz anlamda sallayıp odadaki siyah, eski koltuğa yerleşti ve eliyle yanını işaret ederek oturmamı emretti. Ona karşı gelip ayakta dikilmeye devam ettim. Uzun bir süre gözlerimizin içine baktık, o benden ben de ondan bir şeyler söylememizi bekledik ama ikimiz de sessizliğimizi koruduk. Tek kaşımı havaya kaldırdığımda en sonunda dayanamayarak, “Bana kızgın olduğun çok belli," dedi Önder. "Yankı sana silahı anlatmış olmalı."
Ağzımı aradığının düşüncesiyle, “Evet," dedim kısaca ve devam etmesini bekledim.
"Merak ettiğim bir şey var," diyerek eğildiğinde ellerini önünde birleştirdi, dirseklerini dizlerine yasladı. "Düşündüğümden daha uzun süre katlanmışsın, bir saat kırk sekiz dakika. Bunu nasıl yapabildin?" Neyi sorguladığını anlayamadığım için ona bakmayı sürdürdüm. "Yani söylemek istediğim, tüplerin içindeki ilaçların etkisini kaybedip kaybetmediğini merak ediyorum, uzun zamandır silahımı kullanmamıştım."
Ona afallamış bir şekilde bakarak, “Sen ciddi misin?" diye sordum. Beni resmen bir test objesiymiş gibi sınava sokuyor olması, hiddetle nefes vermeme neden olmuştu. "Ve ilaç mı? O lanet olasıca silahın içindeki tüpler zehirden başka hiçbir şey değil. İlaçlar ne zamandan beri işkence veriyor?"
Hiç beklemiyordum ama Önder gülümsedi. "O silahı çektiğinde ben yoktum Helin, o silahı göğsüne de ben dayamadım. Bana karşı bu kadar öfkeli hissetmenin nedeni nedir? İşkence çekmek mi? Zaten ölmek istemiyor muydun?"
Ağzımı aramaya devam ediyordu, ona istediğini vermemek için, “Öfkeli olmamın nedeni, bir insanın neden böyle bir silaha ihtiyaç duyacağı," diyerek işaret parmağımı ona kaldırdım. "İşkence aleti olduğu o kadar belli ki. Bir gün küçük bir çocuğun eline geçmesinden korkmuyor musun?"
Gülümsemesi daha fazla genişledi, kaşları havaya kalktı. "Çocuklarıma küçük yaşlardan itibaren silah kullanmayı öğretirim, hayatı bu kadar pembe görmemelisin."
Kafamı iki yana sallayarak başımı Yankı'nın odasındaki pencereye doğru çevirdim. "O tüpün içinde ne var? Bu kadar işkence çektiren nedir?"
Derin bir nefes verdiğini işittim sonra ayağa kalktı ve yanıma gelerek kollarını bağladı. "İçinde birçok ilacı barındırıyor." İlaç demesiyle başım yine ona döndü. "Tabun Gazı var, daha önce hiç duydun mu bilmiyorum ama..."
"Duydum," dediğimde dudaklarım aralanmıştı. "O gaz insanı anında öldürebilen bir gaz."
"Ve öldürmediği de olabilir," dedi beni göstererek. "Düşündüğümden daha güçlü olman dikkatimi çekti." Meydan okuyan gözlerle bana bakarken, geriye doğru adım atma isteğime çıkarak ona dik dik bakmaya devam ettim. "Fakat unutma, kalbine bu zehir bulaştıysa izini bırakacaktır. Birkaç defa daha bu tekrar ederse seni mahvedebilir."
Tehdit miydi bu yoksa havaya diktiği çenesiyle meydan mı okuyordu? "Bana karşı ilk tanıştığımız zamanlar böyle değildin," dedim sorgulayarak. "Bir anda bana karşı değiştiğini görüyorum. Nedeni nedir?"
Gözlerini gözlerimden ayırdı, başını pencereye doğru çevirip, “Kendini çok akıllı sanıyorsun," dedi gülümseyerek. "Seni almamın nedeni..." Sustu, devamını getirmek istemedi fakat bakışları bana döndüğünde kaşları çatılmıştı. "Seni uyardığım konuları hatırlıyor musun?" Yüzümü inceledi. "Uyarılarım, emirlerim karşılığını bulamadığında bu benim sana karşı değişmeme neden olur."
"Sanırım bu silahını bana karşı kullanmak isteyeceğin anlamına geliyor." Bu sefer kendimi koruma içgüdüsüyle geriye doğru adım atmak zorunda kalmıştım. "Beni tehdit ediyorsun," diye fısıldadım. "Uyarılarını dinlememi, emirlerine karşı gelmememi istiyorsun. Sen benim sana itaat etmemi istiyorsun."
Başını olumlu anlamda aşağı yukarı salladı. "İşte şimdi daha akıllı bir kız olduğunu görebiliyorum."
O an, en başından beri gördüğüm gözlerle bana baktığını ama onu yeni yeni tanımaya başladığımı görebiliyordum. Tehlikeli bakışlarının arkasında iyi bir insan yatıyor olabilirdi ama o iyi insan, içinde kendisine meydan okuyan yüceliğin altında eziliyordu.
Önder Sarca, kendi dünyasının sahibi olduğuna kendisini inandırmış, insanları da kuklaları yapmaya çalışan bir adamdan başka hiçbir şey değildi.
Kapı açıldığında içeriye Yankı'nın girdiğini gördüm. Bakışları benim yerime direkt olarak Önder'e kaydığında kaşları çatıldı. Kan içindeki kıyafetleri hâlâ üstündeydi. Sorgulayan bakışlarla bir yanıt beklerken Önder "Helin'le baş başa konuşmak istedim," dedi tebessüm ederek. "Ve şimdi de gidiyorum. Aşağıda bekliyoruz."
Yankı bir yanıt vermedi ve Önder onun yanından geçip gittiğinde ben hala aynı şekilde durmaya devam ediyordum. Bakışlarım boşlukta gezinirken Yankı giysi dolabına doğru ilerledi, bir an bile düşünmeden üzerindeki kazağı çıkararak yatağın üzerine attı; kazak yatağın üzerinden yere düştü. "Sana neler söyledi?" diye sordu.
Kafamın içinde ona her şeyi anlatıp anlatmayacağım konusunda düşünürken, “Benim ağzımı aradı sanırım," dedim ve gözlerim kendimi tutamayarak onun vücuduna doğru kaydı. Boynundan aşağıya doğru bakışlarım kayarken karnındaki kaslarında takılı kaldığımda yutkundum. "Yani benim ağzımı aradı, dedi ki," eli pantolonun düğmesine doğru gittiğinde, “dedi ki sen silahı," pantolonun düğmesini açtı. "Silah konusunda öfkeliymişim ve o silahı," fermuarı indirdiğinde gözlerim irice açıldı. "Lanet olsun silah konusunda ona öfkeli olmak ya da olmamak. Ne yapıyorsun?" Arkamı döndüğümde gözlerim pencerede gezindi.
Güldüğünü hissettim ve yere pantolonu düştü. Camdaki yansımadan onu görmeye devam ediyordum, gözlerimi ayırmak için çabalasam da bunu yapmadım. Üzerinde sadece siyah boxer vardı, başka hiçbir şey yoktu. Uzun bacakları, fit fiziği ve kaslı karnı... Sağ tarafında kaburgasının üzerinde bir dövmesi vardı, o dövmenin ne olduğunu anlayamamıştım ama daha fazla incelemeye devam edersem utançtan dolayı toz bulutuna dönüşeceğimi düşünüyordum. Gözlerimi direkt camdaki yansımasından da ayırdım. Lafı değiştirmek ister gibi "Kıyafetindeki kanlar bana mı aitti?" diye sordum.
Bana doğru yürümeye başladı, attığı büyük adımlar, benim geriye doğru kapıya ilerlememe neden oldu. "Hepsi değil," diyerek net bir cevap verdiğinde utanmış olduğumun da farkındaydı. "Kendi kanım da vardı." Cebimdeki telefon titremeye başladı, Yankı aldırış etmedi ve ben de telefonu çıkarıp arayan isme baktıktan sonra meşgule attım.
Kendimi tutamayarak bir anda ona dönüp baktım, kaşlarım havaya kalktı. "Kendi kanın mı, nasıl yani?"
Vücuduna bakmamak için çaba gösterdiğimin farkındaydı ve buna inat, duruşunu dikleştirip bana biraz daha yaklaştı. Ellerini öne doğru çıkardığında onda bıraktığım izleri tekrardan gördüm, parçalanmış ellerine odaklandığımda, “Ellerimi parçaladın ellerimi," dedi alayla. "Bana her baktığımda seni hatırlayacağım izler bıraktın."
Ellerimi kaldırdım, yaralanmış yerlerini tutmak istedim ama bunu yapmak yerine ellerim havada bir şekilde, “Üzgünüm," diye fısıldadım. "Fakat sen de tam kalbimin üzerinde bir iz bırakmama neden oldun."
Gülümsedi. Bir elini arkamdaki kapıya yasladı, benim daha fazla geriye kaçmama neden oldu. Diğer eli de kapıya yaslandığında kafeslendiğimi hissetmiştim. Onun üzerinde hiçbir şey yokken, benim utançtan dolayı yanaklarım kızarmışken ve tam gözlerimin içine bakarken nefes bile alamayacak durumdaydım. "Kalbinin üzerinde iz bıraktım demek," dedi sessizce. Turkuaz harelerinde parçalanan bir duyguyu hissettim. "Bu iz hiç geçmesin o halde."
Nefesi yüzüme çarptı, uzun kirpikleri profiline düşen karanlıktan dolayı gölgesini benimle paylaştı. Gözleri dudaklarıma doğru kaydığında yüzünün yüzüme daha fazla yaklaşmaya başladığını fark ettim. "Yankı lütfen şunu yapma," dedim kaşlarımı çatarak. Zorlukla nefes aldığımı anlamıştı. "Benimle oynamak hoşuna mı gidiyor?"
"Evet." Net verdiği cevapla beraber gözleri dudaklarıma bakmaya devam etti. "Utanıyorsun ve utandığın zamanlar bakışların değişiyor, yanakların kızarıyor. Dudaklarını aralıyorsun, nefes almayı bile unutuyorsun." Bakışları kısıldı. "Sen de bunları yapma."
"Bir gün ben de seni utandıracağım ama," dedim sinirle. "O zaman ne halde olacaksın acaba?"
"Ben ve utanmak?" diye sorduğunda gülmeye başladı. Bir elini aşağıya doğru indirdi, parmakları silik bir şekilde kızarmış olan yanağıma dokundu. Öyle sıcaktı ki bunu hissederek kaşlarını kaldırdı. "Bunu hemen yapmalısın, emin ol çok utanacağım."
Elini çekti. Kendimi kafesin içinde hissediyordum ama o kafesin kapısı aslında açıktı, Yankı sadece kafesin içindeydi ve bana o kafesten çıkabileceğimi de gösteriyordu. Yerimden bir an bile hareket ettirmeyen her neyse o duyguya lanet ettim. "Seni bir gün utandıracağım," diye yineledim. "Ve bu senin taktiklerinle olmayacak."
Arkamdaki kapının açıldığını duyduğumda neredeyse kapı sırtıma çarpıyordu, geriye doğru çekildim. Yankı açtığı kapıdan sonra eliyle dışarıyı gösterdi, vücudu benden uzaklaşmıştı. "Bu hayatta beni iki şey çok utandırır," dedi göz kırparak. "Birincisi aptal insan." Derin bir iç çekti, göğüs kaslarının hareket ettiğini gördüm. Daha aşağılara bakmamak için çaba sarf ettim.
Gözlerimi zorlukla devirdiğimde odadan çıkmıştım. "Pekala Bay İkilem," dedim keyifsiz bir tınıyla. "İkincisi nedir?"
"İkincisi de karşımda siyah iç çamaşırlarıyla ve kızarmış yanaklarıyla duran bir kadın." Göz kırptı, şaşkınlıkla ona baktım. "Siyah iç çamaşırlarına zaafım vardır, Helin. Bunu bana yaparsan çok utanırım."
Sonra kapıyı bir anda o ifadesiyle yüzüme kapattı, beni kapının dışında bıraktı. Dalga geçmesi bir yana, kafasının içinde beni o şekilde düşünürken yüzünün aldığı hal, daha fazla utanmama, karnımın içindeki sıcaklığın daha fazla yakmasına neden oldu. Yankı Sarca'nın üzerimde bıraktığı bu etkiden ve onun durmadan beni alt etmesinden nefret ediyordum.
Önder, ben, Mutlu ve Yankı kapıdan çıkarken Mutlu yüzüme dikkatli bir şekilde bakıyordu ama ben ona bakmamaya dikkat ederek bisikletlerin olduğu tarafa doğru yürüyordum. Önder'in, “Helin, benimle gel istersen," dediğini duydum. Ona bakmadan Yankı'nın bisikletinin önünde durduğumda hemen arkamdan Yankı geliyordu. Üzerinde siyah bir kazak, altında koyu renk kot pantolonu vardı. Önder, cevabını almış gibi birkaç saniye sonra arabasına doğru ilerlemeye başladı. Onunla bir daha yalnız kalmak istemiyordum aslında onunla konuşmak da istemiyordum.
"Bin bakalım önüme," dedi Yankı keyifli bir tınıyla. "Fazla alıştın şoförün olmama ve önüme binmeye."
Bisikletinin koltuğuna oturduğunda ben de demirine oturdum ve ayaklarımı havaya kaldırarak, “Liderlikten şoförlüğe," dedim alayla. "Seni parmağımda oynatıyorum Yankı Sarca. Bir Leydi olduğumdan eminiz artık."
Elleri bisikletin direksiyonlarını tuttu. Önder arabasını hareket ettirdi, birkaç adım uzağımızda duran Mutlu hızlıca geçip gitti ve Yankı ayaklarını pedallara koydu. "Sıra seni parmağımda oynatma ve yalvartma zamanı o zaman," dedi. "Sıkı tutun, Leydim," dalga geçiyordu, "birazdan uçacaksın."
Sonra hiç ummadığım şekilde bisikleti öyle hızlı sürmeye başladı ki Mutlu'nun yanından rüzgâr gibi geçtiğimizde Mutlu'nun bağırdığını işittim; başımı çevirip büyük bir şaşkınlıkla ona baktığımda, “Libidosu tavan yapmış erkek modeli," diye haykırdı Mutlu. "Yemezler Yankı Sarca, senin havanı söndüreceğim."
Yüzüme rüzgâr çarpıyor, at kuyruğu yaptığım saçlarım bile dağılıyordu. "Yankı," diye bağırdığımda gözlerime çarpan rüzgârdan dolayı yaşarmaya başladıklarını hissediyordum. Sırtımı onun göğüs kafesine yaslarken, ellerim sıkıca onun direksiyonu tutan ellerini kavradı, nefesimi tuttum. "Düşeceğiz, yemin ederim düşeceğiz ve paramparça olacağız! Küfür etmek istemiyorum ama yavaşla!"
"Etsene," dedi ve beni zorlamaya devam etti. "Leydiler küfür etmez ama unutma."
"Hayır!" Bisiklet bir o yana bir bu yana titremeye başladığında bunu bilerek yaptığını biliyordum ama kendimi tutamayarak, “Siktir" diye haykırdım. "Yavaşla diyorum sana! Leydisine başlatma!"
Önder'in sürdüğü araba yavaşlamaya başladığında onu da geçtik ve Mutlu'nun birkaç mesafe uzağımızda bize yetişmeye başladığını gördüm. Havada tuttuğum ayaklarım sarsılıyordu, dengemi sağlayan tek şey Yankı'nın vücuduydu. Gözlerimi açamayacak duruma geldiğimde başımı iki yana sallamaya başladım ve o kulağıma doğru "Gözlerini kapat," dedi. "Kendini uçuyormuş gibi hissedeceksin."
"Kendimi ölüyormuş gibi hissediyorum!" diye bağırdım. "Ne uçmasından bahsediyorsun?"
Mutlu hemen yanımıza geldiğinde Yankı'ya yetişmek için bütün gücünü verdiğini görebiliyordum. "Sen Yankı Sarca," dedi kelimelerin üzerine bastırarak. "Zekâsıyla herkese ayaklarını öptüren adam. Yaptığın şovlara bak." Kafasını iki yana salladı, yarışta biz öndeydik. "Hadi bir de bayıl istersen Yankı!" Başka bir zaman olsa ona gülerdim ama bunu yapamadım.
Yankı Mutlu'ya, “Seni de az önüme bindirmedim," dedi. "Sana da mı şov yaptım kıvırcık?"
"Ah beybeğim," diye inledi. "Keşke beni gerçekten önüne bindirsen ve muhteşem zekâlı çocuklarımız olsa..."
"Yankı tamam, lütfen," dediğimde kalbimin sesi kulaklarımdaydı. Gözlerimi açamayacak gibi olduğumda kapatmıştım. "Ben Leydi filan değilim. Yavaşla, düşersek parçalanırız."
"Korktun mu?" diye sordu Yankı. "Kalbine bir silah dayamaya benzemiyormuş değil mi Helin?"
"Hey bu bir intikam mı?" diye sorduğumda parmaklarımı onun ellerine bastırıyordum. "Ben de senden intikam alacağım, göreceksin!"
Yankı bedenini bedenimden uzaklaştırdığında geriye doğru düşüyormuş gibi oldum fakat hemen sonra tekrar desteğini sağladı, tırnaklarımı elinin tersine batırdım. "Beni taklit etmekten vazgeç, Sahte Leydi," dediğinde sesi çok yakından geliyordu. "Eğer yavaşlamamı istiyorsan soracağım bir soruya yanıt vermeni istiyorum."
Dişlerimi sıkarak, “Buna gerek var mıydı gerçekten?" diye inledim. "Sor!"
Arabayla yapılan hızları seviyordum fakat bu bambaşka bir deneyimdi, hiçbir şekilde korumam yoktu, Yankı'nın dengesini bir an bile kaçırması çok kötü sonuçlar doğururdu. İçten içe ona bu konuda güvendiğimi hissedebiliyordum ama yine de adrenalinden dolayı hissettiğim tedirginliğimi aşamıyordum.
"Bana bir tane çocukluk hayalini söyle," dedi derin bir nefes vererek. Gözlerim kapalı olduğu için ne tarafa gittiğimizi bilmiyordum ama dönüş aldığında bedenim de yana doğru kaymıştı ve dudaklarımdan çığlık kaçmıştı.
Bunun cevabını almak için beni korkutmasına gerek yoktu ama ona bunu söylemeyecektim. Çok kısa bir an düşündüm, zihnime canımı yakan bir anı düştüğünde, “Hiç çocukluk arkadaşım olmadı," dedim tek nefeste. "Hiç oyun arkadaşlarım da olmadı. Bunlar hep çocukluk hayallerimdi. Beni seven arkadaşlar yani." Kendime süre tanıdım, anı daha fazla canımı yaktı. "Ama bir keresinde oturduğumuz evin aşağısındaki sokağa inmiştim, çocuklar oyun oynuyorlardı." Başımı önüme doğru eğdiğimde, anılar ürpermeme neden olmuştu. "Dayımı oturduğumuz yerde kimse sevmezdi. Hiçbir çocuğun ailesi de çocuğunun benimle konuşmasını istemezdi. Benden vebalıymışım gibi kaçarlardı."
"Hiç mi arkadaşın olmadı?" diye sordu. Sesinde şaşkınlık yoktu ama hüznü hisseder gibi oldum.
"Olmadı." Net verdiğim yanıtla beraber anıya devam ettim. "Sokağa iner, kaldırıma oturur, çocukları izlerdim. Bütün gün onları izledikten sonra eve geri çıkardım. Fakat bir keresinde beni oyuncularından biri eksik diye dahil etmek istediler," kaşlarım çatıldı, "hiç unutamıyorum. Çocuğun adı Ahmet'ti. Senin gibi liderleriydi. Bizimle oyna dediğinde çok mutlu olmuştum." Yankı'nın hızı yavaşlattığını hissettim ama bu konuya dikkat çekmeyerek devam ettim. "Saklambaç oynayacaklarını ve ebenin eksik olduğunu söylediler. Ben de ebe oldum. Tam anlamıyla saymayı bile bilmiyordum ve Ahmet bana canın istediği zaman dönüp bizi aramaya başla, dedi. Adil olsun diye onlara sırtımı döndüm ve içimden tam on kere ona kadar saydım. Yani yüze kadar saydım ve arkamı döndüğümde hiçbiri yoktu."
Uzun bir sessizlik oldu, anının devamını anlatıp anlatmamak konusunda kararsız kalsam da Yankı'nın hızı yine arttırdığını hissettim bu yüzden devam ettim. "Sokak çok büyük değildi ama her noktaya baktım. Arabaların altına, köşelere, binaların içine hatta zemin kattaki balkonlara bile. Dakikalar saatlere dönüştü, ben onları aramaya devam ettim." Omzumu indirip kaldırdığımda boynumda geçmişimden kalan acının verdiği his yüzümü buruşturmama neden oldu. "Hava karardı, onları aramaktan yorulduğum için kaldırıma oturup 'Sizi bulamıyorum, kaybettim, çıkın ortaya' diye bağırdım. Yine çıkmadılar. Onların oyunlarını bölmemek için orayı da terk etmedim. Sonra dayım geldi, saat çok geç olmuştu. Ondan habersiz sokağa indiğim, üstelik geç kaldığım için beni o sokakta dakikalarca dövdü."
Elimin bir tanesi sırtıma doğru gittiğinde bir şeyler demesini bekledim ama o hiçbir şey söylemeden bisikleti sürmeye devam etti. Gözlerimi hala açamıyordum ama nedeni korkudan dolayı değil, hissettiklerimden ötürüydü. "Sonra?" diye sorduğunda bir umut o çocukların çıkarak beni kurtarmalarını beklediğini biliyordum.
"Sonrası kaburgamda çatlak olması," diyerek gülümsedim. "Yüzümde de morluklar. Ertesi gün sokağa indiğimde hepsi bana gülmüştü. O günden sonra saklambaç oyunu beni korkuttu, hayallerim olmaktan çıktı ve bir daha sokağa inip onları da izlemedim. Haklılardı Yankı, ben onlar kadar masum değildim. Ben çocukluk hayalleri olamayacak kadar suçluydum."
Bisiklet durduğunda elinin çeneme yerleştiğini hissettim, başımı çevirdi ve, “Gözlerini aç," diye mırıldandı. Ona karşı gelmeyerek gözlerimi açtığımda turkuaz rengi gözlerinin kısık bir şekilde bana baktığını gördüm. "Seni bıraktılar diye çocukluk hayallerinden korkmana ve onlara küsmene izin vermiyorum." Keskin bir nefes verdi sonra hafifçe gülümsedi. "Kim olarak mı? Liderin olarak."
Omzumu indirip kaldırdığımda, “Büyüdüm," diye fısıldadım. "Artık hayal olarak kaldılar."
"Hayır," dedi net bir sesle, parmakları çenemde gezindi. "Gözlerinin içindeki ve kalbindeki çocuk ölmediği sürece hayallerini yaşamaya devam edebilirsin. Kız çocuğunun ölmediğini görüyorum, hayallerini yaşatacağız."
Henüz cevap vermeme fırsat bile kalmadığında çocuk sesleri işitmeye başladım, sonra koşturmalar. Başımı çevirip etrafıma baktığımda çoktan yuvanın önüne geldiğimizi fark ettim. Mutlu hemen yanımızda durduğunda çocuklar onlara doğru koşuyordu. Şaşkınlıkla onlara bakarken hepsi Yankı'nın ve Mutlu'nun adını haykırıyordu.
Bisikletten indiğimizde çocuklar Yankı'nın bacaklarına sarıldı ve ona bir şeyler söylemeye başladılar. Mutlu ise çocuklar ona doğru koşarken kaçmaya başladı ve gülerek onu yakalamalarını söyledi. Bakışlarım ileride duran Lâl ile Bartu'ya kaydığında ikisinin de yorgun gözlerle bize baktıklarını fark ettim, saatlerdir çocuklarla oynuyor olmalılardı. Işık ise Mutlu'nun peşine takılmıştı.
O kadar kalabalığın içinde iki çocuk dikkatimi çekti; birisi Nadir'di, yüzü acı çekiyormuş gibiydi ama gülümsüyordu ve mutlu olduğunu anlayabiliyordum. Diğeri ise o kadar çocuk arasında bana mutlulukla koşan Ferda'ydı. Bir anda bana sarıldığında, “Geldin!" diye bağırdı. "Gelmeyeceksin diye çok korktum!"
Bana gösterdiği sevgisi, kalbime güzel çiçekler ekmeme neden olmuştu. Yere çöktüm ve ben de onu kendime çekip sarıldığımda kalbime ektiğim çiçeklerin kokusunun, saçlarından geldiğini anladım. "Unutur muyum hiç?" diye fısıldadım kulağına doğru. "İddiaya girdik, kaybettiğini görmeye geldim."
O sırada Ferda'nın bana sarılırken uzaktan uzaktan Yankı'ya baktığını gördüm. Geriye doğru çekilirken utangaç bir sesle, “İddiayı kazandım," dedi. "Buradaki bütün çocuklarla arkadaş oldum." Gözlerim irice açıldığında ayağıyla yere daireler çizmeye başladı, Yankı'ya bakmaya devam etti. "Sen onu ikna edebildin mi?"
"Yankı'yı mı?" diye sorduğumda başını aşağı yukarı salladı.
"Yankı'yı," dedi. Abi dememesi gülümsememe neden oldu ve o an çocukluğun verdiği hayranlığı, Yankı'ya duyduğunu hissettim.
Gülümseyerek, “Sence?" dedim ve yanağından makas aldım. "Burada olduğuna göre ne istersek onu yapacak."
"Ferda, hiç yorulmadın mı?" Bartu'nun sesiyle başımı kaldırıp ona baktığımda omuzlarında bir erkek çocuğunu taşıdığını gördüm, dört ya da beş yaşlarında bir çocuktu. Parmaklarıyla Bartu'nun saçlarını çekiyor, kahkaha atıyordu. "Köşe kapmaca oynadık, sek sek oynadık, yakar top oynadık hatta uzuneşek bile oynadık."
"Sahiden mi?" diye sordum Ferda'ya. "Bunların hepsini bizsiz mi yaptınız?"
Ferda'nın kaşları çatıldı. "Bartu abi bana sizin gelemeyecek kadar yorgun olduğunuzu söyledi," dedi. Bartu'ya baktığımda, onun gözleri arkamızda kalan Yankı'daydı.
"Hayır tabii ki," diye mırıldandım ve çöktüğüm yerden kalkarak elimi ona doğru uzattım. "Sadece ufak birkaç işimiz vardı hem umarım yorgun değilsindir, daha çok eğleneceğiz." Yine telefonum titremeye başladığında keskin bir nefes verip kafamı iki yana sallayarak arayan kişiyi yine meşgule attım. Caner, bir an bile vazgeçmeden arayıp duruyordu.
Yankı yanımıza geldiğinde Mutlu da uçak sesi çıkararak bir erkek çocuğunu uçuruyordu. Uzakta kalan Nadir ile gözlerimiz kesiştiğinde gülümsedim ve onu yanımıza çağırdım, ağır adımlarla gelirken Bartu'nun, “O çok yoruldu," dediğini duydum. "Dinlenmesi gerekiyor."
Yankı, bir kız çocuğunun elini tutarken Ferda'nın bakışları kız çocuğuna doğru kaydı, kaşları çatıldı. Kıskançlıkla benim arkama doğru saklandığında Yankı da ne olduğunu anlamış olacak ki "Ferda," diyerek gülümsedi. "Yüzüme hiç bakmıyorsun."
Ferda omzunu indirip kaldırdı ve kızgınlıkla benim elimi çekiştirerek eğilmemi işaret etti. Eğildiğimde kulağıma doğru "O masallardaki prenslere benzemiyor mu?" diye sordu bana. Yankı'nın bir gözü bizim üzerimizdeydi ve ne konuştuğumuzu duyduğunu adım kadar emindim.
Yankı'yı baştan aşağı süzdükten sonra, “Masallardaki prenslere değil de masallardaki prenslerin bindikleri atlara daha çok benziyor," dedim gülerek. Yankı'nın cevabımla beraber kaşları çatıldığında Mutlu aramızdan bir rüzgâr gibi geçti, omzuma doğru çarptığında, “Mutlu!" diye bağırdım. "Uçağın düşecek, az kaldı."
Mutlu gülerek yanımıza doğru geldiğinde nefes nefeseydi. Ferda'ya baktı ve bağırarak, “Aman Tanrım burada bir prenses var!" deyip elini öne doğru uzattı. "Prens Mutluga emrinizde."
Ferda'nın yüzü düştü, dudaklarını bükerek, “İyi de sen prenslere benzemiyorsun ki," dedi ardından Yankı'yı işaret etti. "O daha çok benziyor."
Mutlu afallamış bir yüzle Ferda'ya bakarken gülmeye başladık ve o an Bartu'nun da kendini tutamayarak gülmeye başladığını gördüm. "Mutluga," dedi alayla Bartu. "Çocuklar her zaman gerçekleri söyler, şimdi girdiğin masallar aleminden çıkma zamanı."
"Sus sen Nasrettin Hoca'nın hikayesindeki eşek," dedi Mutlu ters bir sesle. "Ferda dışında bütün çocuklar benim daha çok prense benzediğimi söyler."
Bartu'nun bozulmasını bekledim ama o gülerek, “Sana prens diyecek tek bir kişi var," dedi. "O da Osman amca ve maalesef çocuk olamayacak kadar büyük."
Mutlu bir anda öksürdü ve boğazını temizledikten sonra, “Çocuklar, toplanın buraya!" diye bağırdı. Bartu'yu duymazdan geldiği çok belliydi. Etrafa dağılmış olan çocuklar çevremize toplandığında Lâl, hemen yanımda durdu ve nefes nefese bana bakarak gülümsedi. "Şimdi size cevabından emin olduğum bir soruyu soracağım." Çocuklar hevesle Mutlu'nun yüzüne baktılar. "Ben masallardaki prenslere benzemiyor muyum?" Hepsinde bir duraksama, afallama oldu. Uzun kızıl saçlı kız çocuğu güldü ve sadece o kafasını olumlu anlamda salladı. Mutlu birkaç saniye bekledi yanıt alamadığında, “Peki Yankı mı daha çok prenslere benziyor, ben mi?" diye sordu. Çocuklar düşünmeden parmaklarıyla Yankı'yı işaret ettiklerinde kendimi tutamayarak kahkaha attım ve Bartu da bana eşlik etti.
Kızıl saçlı kız çocuğu Mutlu'yu gösterirken ona doğru ilerledi ve bacağına sarılarak, “Mutlu abi sen prenssin," dedi kaşlarını çatarak. "Çünkü bana hep çikolata alıyorsun."
"Gerçekten sırtımdan bıçakladınız çocuklar," diyen Mutlu kızgın gözlerle Yankı'ya bakıyordu. "Her gün size çikolatalar getiren beni değil, şu suratsız adamı seçtiğinize inanamıyorum." Sonra aklına bir şey gelmiş gibi sırıttı, bakışları bana döndü. "Ama onlar Helin'le evleniyorlar ve prensler evlenirlerse hiçbir havaları kalmaz."
Duvara çarpmış gibi olduğumda Yankı'nın da kaşları çatıldı. Ferda elimi çekiştirerek, “Siz evlenecek misiniz?" diye sordu direkt olarak bana. Ne diyeceğimi bilemeyerek ona baktım, bakışları Yankı'ya döndü ve ondan da bir yanıt bekledi.
Bartu ve Lâl ne olduğunu anlamıyormuş gibi Mutlu'ya bakarken Yankı, "Bartu o meşhur repliğini çalıyorum," dedi ve devam etti. "Mutlu, yine çok konuştun."
"Az önce dişisini etkilemeye çalışan orangutan gibiydin," diyerek güldü Mutlu. "Şimdi ne oldu, havan mı söndü Bay Libido."
Yankı kafasını iki yana salladı. "Bunun acısını senden fena çıkarırım," dediğinde sesinde eğlenceli bir tehdit vardı. "Biliyorsun, yaparım."
Mutlu dilini çıkararak, “Sen ilk önce öpüşmeyi..." Sonra çocuklara baktı, gülümsedi ve kısık bir sesle devam etti. "Öğren." Yankı'ya yaklaştı, sadece bizim duyacağımız şekilde fısıldamaya devam etti. "Sabahtan beri izlemediğim aşk filmi kalmadı. Yetmedi pornolara kadar baktım. Hepsinde öpüşme dondurma yalamaya benziyor."
Yüzümü buruşturduğumda Bartu ve Lâl de aynı şeyi yaptı. Işık ise Mutlu'nun karnına dirseğiyle vurup, “E ne yapacağımıza karar verelim artık," dedi. Bakışlarım Nadir'e döndüğünde keyifli bir şekilde bizleri izlediğini ama arada sırada yüzünü acıdan dolayı ekşittiğini gördüm.
"Nadir," dedi Yankı derin bir nefes vererek. O da benimle aynı şeyi düşünmüş olmalıydı. "Ne yapmak istersin? Sen ne istersen onu yapalım."
Bartu, elini Nadir'in omzuna doğru atıp kendine çektiğinde gözlerinden acı geçti, çaresizce kafasını salladı. Hepimiz onun yüzüne bakarken Nadir, utangaç bir sesle, “Olur mu öyle şey efendim," dedi gereğinden fazla saygıyla. "Siz ne derseniz onu yapalım."
Canım acıdı, hepimizin canı acıdı, karşımızda ufalırken girdiği hal nefesimi yüksek bir ses çıkararak vermeme neden oldu. Yankı, ileriye doğru bir adım atıp Nadir'in omzuna elini koyduğunda, “Ben senim efendin değilim," dedi sevecen bir tınıyla. "Abin, arkadaşın, dostun, her şeyin olabilirim ama efendin değilim."
Nadir, başını önüne eğdiğinde onun hala isteğini söylemesini bekliyordum ama bunu yapamayacağını anlamıştım. Lâl o sırada ellerini kaldırarak bir şeyler söylediğinde Bartu, gülümseyip, “Benimle barışacak mısın o zaman?" diye sordu. Lâl'in elleri duraksadı, kaşları çatıldı ama dudaklarına silik bir tebessüm kondu. "Barışacaksın barışacaksın," dedi ve göz kırptı. "Oldu o zaman bu iş." Yankı'ya baktı. "Lunaparka gidiyoruz."
Bütün çocuklar hevesle oldukları yerde zıpladıklarında benim de kalbim heyecanla attı ve bakışlarım Yankı'ya döndü. Çocuklardan daha mutlu hissettiğime emindim, belki de daha umutlu. O da bakışlarımdan ne geçtiğini anlamış olacak ki kafasını salladı. Bir oyun arkadaşı değil, iki oyun arkadaşı değil, onlarca oyun arkadaşım olmuştu ve ben kendimi hepsiyle aynı yaşta görüyordum.
"Pekâlâ," dedi Yankı ardından Lâl'e baktı. "Nadir'in aklına bu şekilde mi girdin?"
Lâl gülmeye başladığında Nadir de güldü. "Lâl abla bana lunaparkı çok sevdiğinden bahsetti ve benim de sevmem gerektiğini söyledi. Onun için gitmek isterim, evet." Işık'a baktı. "Işık abla bunları söyledi yani."
Yankı gülümseyerek, “Yürüyelim o zaman," dedi ve hep beraber o kocaman kalabalıkla yürümeye başladık. "Lunapark çok uzak değil." Ben Ferda'nın elini tutuyordum, Yankı Nadir'in yanındaydı. Hemen arkamızda Mutlu'yla Işık vardı. Çevremizdeki onlarca çocuk ise koşuyor, zıplıyor, gülüyorlardı. Uzaktan bakan insanlar köşelere çekiliyorlar, onlar da gülümsüyorlardı.
Önümüzde yürüyen Bartu ve Lâl'e baktım. Bartu, ona bakıyor, Lâl ise ona bakmamak için çaba gösteriyordu. "Çocuksun hala çocuk," dedi Bartu Lâl'e ve bir anda kolundan çekip onun omzuna elini attı. Lâl kendini ondan kurtarmaya çalışsa da Bartu buna izin vermedi, çenesini Lâl'in başına yasladı; gözlerini kapatıp derin bir nefes çektiğinde bu kısa zaman dilimini sadece ben gördüm. Saçlarını kokluyordu. "Ne istersen yaparım yeter ki bana gülümse. Sen bana küstüğünde, ben çok kötü bir adama dönüşüyorum Lâl, biliyorsun."
Lâl'in bakışları Bartu'ya döndü; bir şeyler söyledi ve yine ondan kendini kurtarmaya çalıştı. Lâl her ne söylediyse Bartu omzunun üzerinden bana baktı fakat tam o anda başımı çevirdiğimde onları izlediğimi fark etmedi. Birkaç saniye sonra tekrardan Lâl'e baktığında, “Bunu yaparsam gülümseyecek misin bana?" diye sordu. Lâl kafasını olumlu anlamda salladı. "Tamam o halde, senin için bunu da yaparım. Gülümse."
Bartu kalbimi sızlattı. Kendisi değil, Lâl'e bakarken çektiği acı, kalbimi sızlattı. Hiçbir zaman ellerinin arasına alamayacağı bir umuda bakıyormuş gibi Lâl'e bakıyordu ve inancı olmasa bile onun için her şeyi yapabileceğini görebiliyordum.
"Yankı'ya âşık mısın?" diye sordu Ferda merakla ve dikkatimi ona vermeme neden oldu. Kaşlarım çatıldığında, “Bu da nereden çıktı?" diye sordum.
"Çünkü evlenecekmişsiniz," dedi ve dudakları büküldü. "Ben büyüyünce Yankı'yla evlenemez miyim?"
Gülmeye başladığımda, “Ferda maalesef sen büyüdüğünde Yankı dede olacak," dedim. "Onun yüzüne bile bakmak istemeyeceksin. Hem bunlar da nereden çıktı? Yankı'dan korktuğunu sanıyordum."
Omzunu indirip kaldırdı. "Bana her gün Önder amcayla şekerler gönderiyor," dediğinde cebinden küçük bir poşet çıkardı; içinde renkli renkli şekerler vardı. "Daha önce kimse bana şeker almamıştı."
O an, tam karşımda kendimi görür gibi oldum; Yankı'nın gözünde de Ferda kadar küçük bir kız çocuğu gibi mi görünüyordum? Onun kurduğu cümlenin hemen hemen aynısını ben de bisikletim için kurmuştum.
Farkında olmadan iyiliğiyle hayatımızdaki boşlukları dolduruyordu Yankı Sarca. Benim çocukluğuma en güzel ödüldü çünkü boşluklarına yarabandı sarmıyor, o boşlukları güzellikleriyle kapatıyordu.
Gözlerim ona döndü, Nadir'le kısık bir sesle sohbet ediyordu, yüzü ise çok ciddiydi. Mimiklerini inceledim, iki kaşının ortasında oluşan o çukura baktım. Tereddütteyken ya da fazla düşünürken oluşan o çukur. Onu tanımaya başladığımı hissettim. Elini saçlarına geçirdi, bakışlarını Nadir'den ayırdı, karşısına doğru baktı. Ne olursa olsun yapabileceği bir şeyleri olduğunu düşünüyordu. Şu an kendini çaresiz hissettiğini anlayabiliyordum.
Yüzü bana döndüğünde bakışlarımı ondan kaçırdım, tam karşımızdaki lunaparka doğru baktım. Çocuklar koşarak lunaparkın kapısından içeriye girdiklerinde adımlarım yavaşladı, dönme dolaba baktım ve gülümsedim. Ferda elimi bırakıp lunaparka ilerledi, Lâl ile Mutlu da çocuklarla beraber koşmaya başlamışlardı. Işık, Mutlu'yu takip etti, Bartu da Lâl'i.
Geride ben, Yankı, Nadir kaldık. Nadir diğer çocuklar gibi değil, ağır adımlarla lunaparktan içeriye doğru girdiğinde düşük omuzları artık hayattan hiçbir beklentisi kalmadığını gösteriyordu. Onun için bir şeyler yapmak istedim ama yapabileceğim hiçbir şeyin olmadığı gerçeği onun zorlukla adım atan bacaklarında, hareket bile zor eden kollarındaydı.
"Daha önce hiç lunaparka geldin mi?" diye sordu Yankı. İkimiz de büyük dönme dolaba bakıyorduk.
"Evet," dedim heyecanla. "Lisede durmadan okuldan kaçar tek başıma lunaparka gelirdim. Çok severim." Tereddütle başım ona döndü. "Sen geldin mi?"
Kafasını salladı. "Lâl lunaparkı çok seviyor, küçükken durmadan onu getirirdik ama ben çok sevmiyorum."
"Neden?" diye sorduğumda ağır adımlarla lunaparktan içeriye girdik.
"Çünkü bana ablamı hatırlatıyor." Tek cümlesi, karşımda yıkılmış bir erkek çocuğuna dönüşmesine neden oldu. "O da senin gibi tek başına kaçar, lunaparka gelirdi. Ben korktuğum için onu uzaktan izlerdim. Her lunaparka baktığımda aklıma o geliyor."
Uzun kirpiklerine bakarken gözlerinin kısılmış olduğunu fark ettim. "Benden korkularımın üzerine gitmemi istemiştin," dedim ona gülümseyerek. "Sen de canını sıkan her şeyin üzerine gitmelisin. Lunaparkı ablan sevdiği için sevmemek yerine onun için sevmelisin."
Yankı'nın dudakları aralandı, cevap verecek gibi oldu ama sonra dudakları tekrardan kapandığında telefonum yine çalmaya başladı. Öfkeyle nefes vererek cebimden telefonumu çıkardığımda Yankı'nın, “Sevgilin seni merak ediyor," dediğini duydum. "Açıp konuşmalısın. Küçük enişte fazla öfkelenirse burayı bile patlatabilir."
Telefon ekranında yazan Caner'in ismini hangi ara görmüştü bilmiyordum ama hızlıca telefonu meşgule almak yerine tamamen kapattığımda onun söylediğini cevapsız bırakarak lunaparktaki oyuncaklara bakmaya başladım. Mutlu, yanındaki kızıl saçlı kız çocuğuyla atlı karıncaya binmişti ve önündeki kızı atıyla takip ediyormuş gibiydi. Gülümseyerek onlara baktığımda Mutlu bana bakıp, “Helinski!" diye bağırdı. "Prensin atına binmek ister misin?"
Diğer tarafta Lâl ile Bartu, yanlarında diğer çocuklardan yaşça daha büyük olanlarla hızlı trenin önünde sıra bekliyorlardı. Bir anda birisi kolumdan çekiştirdiğinde bu kişinin Işık olduğunu gördüm. "Hadi Helin," dedi heyecanla. "Bugün biz de çocuklar gibi eğleneceğiz! Bugün çocuk olacağız!"
Gülümsediğimde babasına bakan çocuk gibi Yankı'nın yüzüne baktım, o ise sakin bir şekilde başını salladığında bir daha arkama bakmadan Işık'a ayak uydurdum, beni nereye götürüyorsa oraya gittim. İlk önce Işık'la baş başa gondola bindik ve adrenalin yükseldikçe avazımız çıktığı kadar bağırdık, aşağı indiğimizde gülmeye başladık. Ondan sonra Işık'ı kolundan bu sefer ben çekiştirdim ve hız trenine doğru ilerledik. Yolda Bartu'yu peşinden sürükleyen Lâl ile karşılaştık, hız trenine tekrardan binmek isteyen Lâl bize katıldı, Bartu ise derin bir nefes almak için köşesine çekildi.
Hız treninde aşağıya doğru inerken Işık bana sıkıca sarıldı, Lâl ise hemen önümüzde tek başına oturduğu halde ellerini havaya kaldırarak sallamaya başladı. "Lâl, korkmuyor musun?" diye bağırdım ve daha yüksekten aşağıya inmeye başladık. "Lâl, sen ruh hastasısın!" diye bağıran Işık başını boynuma gömdü. "Midem bulanıyor sanırım kusacağım!"
Hız treninden indikten sonra bu sefer beni kolumdan çekiştiren Mutlu'ydu. Neler olduğunu anlayamadan beni çektiği yöndeki korku tüneliyle kesiştim. Yankı nerelerdeydi bilemiyordum ama Mutlu "Şimdi kollarımda ağlayacaksın Helinski," dedi hevesle. "Ve Mutluga Prens seni koruyacak bebek."
Yüzümü buruşturdum ve ikimiz korku tüneline bindiğimizde hemen arkamızda hareketlenme oldu, başımı çevirdiğimle Bartu'yla Lâl'in de bindiğini gördüm. Sonra Işık'ın sesi geldi ve Yankı'yı kolundan çekiştirdiğini gördüm. Işık, beni zorla kolumdan tutup kaldırdı, Yankı'nın yanına oturttu ve kendisi Mutlu'nun yanına oturdu.
"Siz ciddi misiniz?" dedi Yankı yüzünü buruşturarak. "Bundan keyif mi alacaksınız?"
"Öyle deme," diyen Işık gülüyordu. "İstanbul'daki en iyi korku tünelidir. Birileri ayaklarımıza değiyormuş gibi olacak."
"Birileri ayaklarıma değerse o ellerini parçalarım," dedi Bartu öfkeyle. "Hiç sevmem öyle şeyleri. Ben binmek istemiyorum."
Mutlu kahkaha atmaya başladığında Lâl de gülüyordu. "Ulan koca adam bir doksan boyundasın, yüz kilosun ama hala korku filmi izleyemiyor, korkunç olaylara gelemiyorsun. Merak etme, öperim geçer."
"Diyene bak," dedi Bartu Mutlu'nun kafasına vurarak. "En son korku filmi izlediğimizin gecesinde bana sarılıp uyudun."
"O bahaneydi aşkım Grey," diyen Mutlu göz kırptı. "Sıcacık bedenin beni ısıtsın diyeydi, bedenlerimiz birbirimizle bütünleşsin diyeydi. Ama sonuç! Kükreyerek yanımda horladın!"
"Bu saçmalık," diye homurdandı Yankı yanımda. "Şu koyduğumun oyunu başlayabilir mi artık?"
Gülerek, “Korkarsan bana sarıl," dedim Yankı'ya. "Merak etme, ben yanındayken seni öcülerin yemesine izin vermem."
Mutlu bizi duymuş olacak ki ellerini omuzlarımıza koydu, sonra başlarımızı birbirimize yapıştırdı. "Eğer korkarsan Yankıtu, Helin'in dudaklarına yapış. Yemin ederim heyecandan Bartu'nun dudaklarına yapışırım ben de!"
"Çüş lan çüş!" Bartu, Lâl'i dürttü. "Eğer sen de korkarsan bana sarıl, ufaklık," dedi. "Biliyorsun, güvende hissettiririm."
"Susun artık." Işık gülüyordu. "Herkes bizi dinliyor." O an trenin bütün koltuklarının dolduğunu ve herkesin bizi dinlediğini fark ettim. Çocuklar yoktu, aksine büyük yaştaki insanlar binmişti.
"Evet, biraz sessiz olur musunuz lütfen?" dedi orta yaşlardaki sarışın bir kadın. "Buraya sizi dinlemeye gelmedik."
"Tipe bak tipe," diye fısıldadı Mutlu ve onu sadece biz duyduk. "Aynaya baksa daha çok korkacak haberi yok."
Gülmeye başladığımızda tren ses çıkararak hareket etti ve karanlığa doğru ilerlemeye başladı. İlk başta hiçbir şey yoktu ve etraf bir mağara gibiydi, gaz lambalarıyla aydınlanıyordu. Sonra bir anda tam karşımızdan siyah bir gölge geçtiğinde, “Ha siktir!" diye bağıran Mutlu'nun sesiyle irkildim. Başımı çevirdiğimde Bartu, irkilerek gölgeye yumruk atmaya çalıştı.
Sonra korkutucu bir kahkaha sesi yükseldi, bu kahkaha sesine karşılık Mutlu onu taklit ettiğinde yüzümüze doğru su fışkırtıldı ve renginin kırmızı olduğunu gördüm. Kan diye düşünülen bu sıvıya bakarken, “Hay kanına koyayım," dedi Yankı sessiz bir şekilde. "Bu ne şimdi?"
Bir anda rüzgâr esmeye başladı, sonra saçlarımda eller hissettim. Korkuyla inlediğimde Bartu "Hay elini sikeyim, birisi kafama dokunuyor!" diye bağırdı. Işık, “Benim de!" diye bağırdığında hepimiz ona katıldık.
Mutlu ise o sırada, “Ulan benim niye birisi kıçıma dokunuyor şu an," dedi ve sesi sinirli geldi. "Korku tüneline kim getirdi lan Osman amcayı?"
Bacaklarımda parmaklar hissettiğimde yukarıya doğru kaldırdım, o sırada girdiğimiz tünel daraldı, daraldı, havasızlaştı ve çığlık sesi yükseldi. Korkuyla ayaklarımı yukarıya çekerek Yankı'ya sokulduğumda Mutlu "Öpüşün hadi!" dedi. "Şimdi tam sırası hadi! Evet, oh mis, öpüşün! Evet! Hadi beybeğim, yala onu."
"Mutlu!" diye bağırdı Bartu. "Seni öldüreceğim, buradan indikten sonra seni öldüreceğim! Elektrikleri kim kesti ulan?" Artık her yer karanlıktı, göz gözü görmüyordu.
"Beni değil, yiyorsa Lâl'i öldür Grey," dedi Mutlu Bartu'ya. "Yer mi bunu senin o kılıbık götün?"
"Susun artık biraz!" diye bağırdı bir adam bize doğru. "Kaç yaşındasınız siz?"
"Sana ne lan kel," dedi Mutlu ve gülmeye başladı. "Karanlığa rağmen kafan burayı aydınlatıyor."
Bir anda sesler yükselmeye başladığında kavga çıktığını anladım. Hareket eden tren durdu, karanlıkta yumruk atma sesi geldi sonra Bartu'nun hırlaması. Yankı yanımdan kalktığında ben tam karşımdaki kuru kafayla öylece kalmıştım.
Yirmi dakika sonra altı suçlu çocuk gibi lunaparkın içindeki banklarda otururken hiçbirimiz konuşmuyorduk. Bir yanımda Mutlu, diğer yanımda Lâl vardı. Işık, Bartu'nun yüzündeki kızarıklığa bakıyordu, Yankı ise rahat bir tavırla sigarasını içiyordu.
"Gerçekten adamın ağzına kuru kafa sokmana gerek var mıydı?" diye sordu Mutlu Bartu'ya. "Adamın ağzını yüzünü dağıttın zaten."
Bartu öfkeyle Mutlu'ya baktı, dişlerini sıkıyordu. "Karanlık olmasa o salladığı yumruğu yüzüme de denk gelmezdi de dua etsin, karanlıktı. Nerede hem o herif?"
"Bartu artık sakinleşir misin?" dedi Işık. "Adam sana dava açsa sonuna kadar kazanırdı. Yankı olmasa mahvolmuştuk, adamın kelinde resmen davul çaldın."
Bartu, konuşan adamı dövmüş, üstüne üstlük korku tünelinin içini dağıtmış sonra da adama zorla oyuncak kuru kafayı yedirmeye çalışmıştı. Adam kaçmak isteyince de kafasını kolunun altına almış, kafasını davul gibi vurmuştu. Zorlukla insanlar ayırdığında adam o arada Bartu'nun yüzüne yumruk sallamış, Bartu ise bu öfkeyle adamı aydınlığa çıkarıp bir de orada dövmeye devam etmişti. Yankı ise köşede Bartu bütün stresini atana kadar beklemiş sonra Bartu yorulduğunda adamı çekip onunla konuşmuştu, her nasılsa olayın büyümemesine yardım etmişti.
"Bu hayatta iki şeyden nefret ederim," dedi Yankı gülerek. "Birincisi lunaparklar."
"İkincisi?" dedi Mutlu keyifle ve merakla.
"İkincisi korku tüneline binen kel adamlar," diye devam ettirdi Bartu. Yankı'yla Bartu birbirlerine baktıklarında aralarında esen soğuk rüzgârın sıcak esmeye başladığını fark ettim. İlk gülümseyen Bartu oldu, Yankı ise karşılık verirken sigara paketinden bir tane sigara çıkarıp Bartu'ya attı. Bartu havada kaptığında, “Eyvallah," dedi ve dudaklarının arasına yerleştirdi, çakmağıyla ucunu alevlendirdi. "Her kavgadan sonra bir tane yakarım."
Başımı iki yana salladım ve en sonunda dayanamayıp gülmeye başladığımda hepsi bu anı bekliyormuş gibi benimle beraber güldüler. Kahkahalarımız birbirimize karışırken o an, bizimle gelen çocuklar bile yorulmuş bir şekilde etrafa dağılmışlardı biz ise hala çocukluğumuzu yaşıyor, enerjimizi tüketiyorduk.
Biz altı yetişkin. Yaşlarımız yirminin üzerinde.
Biz altı çocuk. Yaşlarımız onun altında.
Biz her ikisiydik. Onlar benim ilk oyun arkadaşlarımdı, ilk çocukluk hayallerimin mimarları ve ilk gerçek eğlencelerim.
Sokak Nöbetçileri benim her parçam olmaya başlamıştı, minnettarlığımın ölçüsü artık olamazdı.
"Onlardan daha yaramazız," dedim çocukları göstererek Yankı'ya doğru. "Onlar bizden daha uslu."
"Yaramaz çocuklar olmasaydı bu hayatın eğlencesi kalmazdı Helin," diyerek gülümsedi Yankı ve sigarasını botunun altında ezerek söndürdü. "Ve bizim en yaramaz çocuğumuz ne yazık ki otuz bir yaşındaki Bartu."
"Yok artık!" Bartu, öfkeyle ayağa kalkıp ellerini iki yana açtı. "Adamın ağzını burnunu dağıttım diye mi yaramaz oldum?"
"Yaramaz ve korkak." Mutlu gülüyordu. "Utan biraz, Lâl senden daha cesur." Lâl heyecanla kafasını salladığında Bartu ona baktı ve bu onu susturup sinmesine neden oldu çünkü olanların sorumlusu biraz da Lâl'di. Bartu'yu korku tüneli için ikna etmişti.
"Ben korkak değilim." Bartu çenesini havaya kaldırdı. "Belki de aranızda en cesur olan benimdir?"
"Ha ha ha," Mutlu ellerini karnına koydu. "Bana bunu kanıtlamaya var mısın Koca Grey? Kamikazeye binelim."
"Ne?" Bartu'nun rengi attı, başını çevirdi, gözlerini kaçırdı sonra derin bir nefes verdi. "Kamikazenin neresi korkutucu ki? Hiçbir yeri. Başka bir şey bul."
"Korkaksın işte. Korkak olmasan tamam derdin." Bartu'nun gaza gelmeyeceğini düşünüyordum ama beklediğim gibi davranmadı. "Tamam ulan!" dedi tek nefeste. "Ama hepimiz bineceğiz."
Yankı omzunu indirip kaldırdı. "Çok isterdim ama Önder'i aramam gereken bir konu var, hem de hemen." Ayağa kalktı, cebinden telefonunu çıkardı ve hızlıca yanımızdan uzaklaştı.
"O da mı korkuyor?" diye sordum Mutlu'ya.
"Yok o böyle şeylerden korkmaz ama bir planı var gibi," dedi ve kaşları çatıldı. Kısa bir süre boyunca Yankı'nın arkasından baktıktan sonra ayağa kalktı. "Hadi o zaman!" diye bağırdı. "Kamikazeye gidiyoruz."
Sonra Yankı hariç hepimiz kamikazeye bindik. En önde Bartu'yla Lâl oturuyordu, arkalarında ben tek başımaydım. Benim arkamda ise Mutlu'yla Işık vardı. Bizden başka oradaki kimse kamikazeye binmeye cesaret edemiyordu, küçük çocukları da zaten bindirmiyorlardı.
"Tanrım sen Koca Grey'ime zeval verme," dedi Mutlu gülerek. "Onun nefesini kıçına kaçırma, korkudan ölmesine izin verme."
"Kes lan sesini marul," diyen Bartu'nun sesi gergin geliyordu. Adamlar korumalarımızı kapatmıştı ve kamikaze ağır ağır hareket etmeye başladığında nefesimi tutmuş bir şekilde aşağıya doğru baktım. O sırada Yankı'nın aşağıdan bizi izlediğini ve bir yandan da kamikazeyi hareket ettiren adamla bir şeyler konuştuğunu gördüm. Mutlu bir anda daha hızlanmamışken çığlık attı sonra güldü. Bunu neden yaptığını o bile bilmiyordu, emindim.
Kamikaze hızlanmaya başladığında ilk çığlık atan kişi Işık oldu. Elleri sıkıca korumaları kavrıyor, "Mutlu sen beni öldüreceksin!" diye bağırıyordu. Gülmeye başladığımda kamikaze en tepeye doğru çıkmaya başladı, Mutlu adrenalin patlamasıyla bağırdı ve Lâl ellerini birbirine çarptı. Bartu'nun sesi soluğu çıkmıyordu.
Birkaç saniye sonra kamikaze daha fazla hızlandığında ve en tepeye geldiğinde birkaç saniye öyle durdu, hepimiz nefesimizi tuttuk sonra bir anda aşağıya indiğinde kendimi tutamayarak çığlık attım. "Götünü başını sülaleni soyunu sopunu gelmişini geçmişini!" diyen Bartu'nun sesiyle hepimiz gülmeye başladık sonra daha hızlı döndük. "Geçmişini gelmişini! Geleceğini! Ananı avradını! Hay sikeyim!" Bir daha döndüğümüzde bu sefer çok sert düştük. "Sike sike sikeyim, Mutlu!"
"Beni mi lan?" diye haykırdı Mutlu. "Ciddi misin sen? Oha aşk itirafı!"
Bir anda kamikaze en yukarıya geldiğinde başımız aşağıya doğru inmiş şekildeyken kamikazenin motorlarının sesi ağır ağır kesildi, öylece kaldık. Oyunun bir parçası olabileceğini düşündüm ama saniyeler geçerken, “Neler oluyor?" diyen Işık'ın sesini Mutlu'nun avazı çıktığı kadar çığlığı kesti.
"Tanrım lütfen ölmeme izin verme! Bartu için dua ettim ama önce beni koru ne olur! Öldürme beni, kimseyle öpüşmeden beni öldürme! O Bartu kızların ağzını yemiştir, ben yemedim beni koru ne olur!" Tedirginlikle hareket ettiğimde başımı çevirip Mutlu'ya baktım. "Helin! Seksi Helinski!" diye haykırdı. "Örümcek Adam da olduğu gibi ben tersken öpsene! Kimseyle öpüşmeden ölmeyeyim!"
"Mutlu, sus!" diye haykırdık Işık'la aynı anda. Bartu'nun sesi çıkmıyordu ve merakla ona baktığımda gözleri açık bir şekilde tam aşağıya baktığını gördüm.
Lâl onu dürtüyordu ama hareket dahi etmiyordu, nefes bile almıyordu. Dayanamayarak, “Bartu," dedim. "Hey, oyuncağın motorunda bir sıkıntı olmuş olmalı. İyi misin?"
Birkaç saniye daha öyle durdu sonra, “Öldük mü şimdi biz?" diye sordu. "Öldük de dünyayı tersten mi görüyoruz?" Başı Lâl'e döndü. "Seninle beraber mi öldük? Sen nasıl öldün, geri dön, ölmene izin veremem."
Elimle alnıma vurup, “Hayır, Bartu, ölmedik," dedim ve aşağıya doğru baktım. O sırada olan biten her şeyi anladım, Yankı gülümseyerek bize bakıyordu.
"Bartu Sarca!" diye bağırdı aşağıdan. "Son zamanlardaki saçma sapan tavırların yüzünden bunu hak etmiştin kardeşim!" Gülerek el salladı. "Mutlu Sarca! Sana saçma sapan şakalarının hesabını soracağımı bugün söylemiştim! Işık ve Lâl, siz araya kaynadınız!" Bizzat bana baktı, gözlerimiz mesafeye rağmen kesişti. "Ve Helin!" Bir süre sessiz kaldı sonra gülerek, “Sadece keyfim seni böyle görmek istedi, biliyorsun, seninle oynamayı seviyorum," dedi.
Mutlu aşağıya doğru tükürdü, sonra bir daha tükürdü. "Seni lanet olasıca yürüyen beyin!" dedi. "Azıcık bir beynim vardı, şimdi o da kulaklarımdan aktı, indir bizi!"
Yankı, yanındaki adama kafasıyla işaret verdiğinde Bartu'nun tek nefeste, “Lâl," diye fısıldadığını işittim. Lâl’in aşağıya doğru sallanıyordu, gözleri kocaman açılmıştı, yüzü kızarmıştı. Bir an bile düşünmeden devam etti. "Ölüyoruz ama sen şu konumdayken bile hâlâ çok güzelsin."
Gözlerim şaşkınlıkla açıldı, Lâl de aynı ifadeyle Bartu'ya baktığında Işık, “Bartu hayır," dedi. "Yankı! İndir bizi! Bartu saçmalıyor ve beynine kan gitmiyor!"
"Adamın kalbi beynine doğru ilerledi galiba ters durunca," diyen Mutlu gülüyordu. "Bakın, cesaret geldi."
Kamikaze bir anda hareket ettiğinde birkaç kere daha hızlı şekilde döndük sonra yavaş yavaş hareket ederek durdu. Başım dönüyor, midem bulanıyordu. Kamikazenin korumaları açıldı ama hiçbirimiz inmedik, öylece karşımıza baktık. Yankı hemen yanımıza geldiğinde dirseğini kamikazenin demirine yaslayarak, “Ee," diye soludu. "Ölmediniz ama yaşıyor da sayılmazsınız. Renginiz atmış, iyi misiniz?"
Mutlu, bu sefer yukarıda olduğu gibi yine tükürdü fakat Yankı tükürükten kaçtı. "Beynim yok artık beynim!" diye bağırdı. "Beni kıskanıyordun, beynimi kıskanıyordun ve onun kulaklarımdan akmasını istedin!"
Işık kamikazeden inip Yankı'ya, “Seninle iki saat konuşmayacağım," dedi ve hiçbir şey söylemeden yürümeye başladı. Mutlu da onu taklit ettiğinde, “Hıh," yapıp yanından geçti.
Lâl, afallamış bir şekilde hala tam karşısına bakarken Yankı ona doğru "Lâl?" dedi. "İyi misin yoksa öfkeli misin?" Lâl, Yankı'ya baktı ve uzun bir süre onu izledikten sonra kafasını olumsuz anlamda salladı, kaşları çatılmıştı. O an korkudan dolayı değil, yukarıda Bartu'nun söylediği cümleden dolayı renginin atmış olabileceğini düşündüm. Yankı'ya bakarken her ne düşündüyse bu düşünce onu bozguna uğratmıştı. Yutkundu, bir daha Bartu'ya bakmadan kamikazeden indiğinde tutunarak aşağıya doğru indi.
Yankı'nın bakışları Lâl'e dönüktü. "Kötü bir şey mi oldu yukarıda?" diye sordu bana. Lâl'in ifadesini o da fark etmişti. Gözleri Bartu'yla kesişti. "Yukarıda heyecanla kıza küfür mü ettin öküz herif?"
"Bilmiyorum ben..." Konuşamadı, kekeledi. O koca adam sanki bir anda yok oldu. Bartu, donuk bakışlarla Yankı'ya bakarken, “İlk defa ona çok güzel olduğunu söyledim," dedi tedirgin bir tınıyla. "Ve bana öyle bir baktı ki daha önce hiç böyle bakmamıştı." Kamikazeden indi, parmaklarını şakaklarına bastırdı ve gülümsedi. "Bana ilk defa kardeşiymişim gibi bakmadı, Yankı ve bu çok tuhaftı." Bir anda Yankı'yı kendine çekti ve ona sarıldı; bunu Yankı da beklemiyordu ama karşılık olarak gülümsediğinde eliyle sırtını sıvazladı. “Belki de yukarıda beynime kan gitmediği içindir ama öyle baktı. Evet, baktı. Bakmıştır değil mi?”
"Sana söylemiştim," dedi Yankı Bartu'nun kulağına doğru. "Lâl'in en çok sana ihtiyacı var, en çok senin cümlelerine."
Bartu'nun yüzündeki şaşkınlık yok oldu, yerine tedirginlik geçti. "O ifade öfke de olabilir. Bana kızmış mıdır?" Tedirginliği hareketlerine yansıdığında bir an ne yapacağını bilemeyerek etrafına baktı.
"Bunu onunla konuşarak anlayabilirsin," dediğinde eliyle Lâl'in gittiği yönü gösterdi. "Hadi kardeşim, git."
Bartu kafasını hızlıca aşağı yukarı salladı ve koşar adımlarla Lâl'in arkasından ilerledi; görünürlerde Lâl yoktu fakat içten içe onun hemen Lâl'i bulmasını istediğimi fark ettim.
Gözlerim Yankı'ya döndüğünde onun da bana baktığını fark ettim. Kaşları yavaş yavaş çatıldığında, “Öfkelendin mi yoksa öfkeli gibi mi görünmeye çalışıyorsun?" diye sordu bana. Turkuaz gözlerine ulaşan eğlenceli adamın yerini, başka bir duygu aldı. "Bak, yaptığım güzel bir olaya sebep oldu."
Tereddütle, “Bartu, Lâl'e aşık," dedim. Bu cümleyi ilk defa dile getiriyordum. Kendi içimde bile böyle bir eminliğe ulaşmamışken Yankı'ya dile getirirken çekinmemiştim. Gülümsedim, Yankı'nın gözleri gülümsememe takıldı. "Ve yukarıda kurduğu cümle aralarında köprü oluşturacak bir cümleydi, bu yüzden güzel bir olaya vesile olmuş olabilirsin." Sonra gülümsemem silindi, kaşlarım bir daha çatıldı ardından hiç ummadığı anda karnına sert bir yumruk attım. Yankı öne doğru eğilerek elini karnına bastırdığında afallamış bir şekilde bana baktı. "Fakat bu bugün benimle defalarca oynadığın için karnına yumruk yemeyeceğin anlamına gelmez, Yankı Sarca."
Yanından geçip giderken bir daha ona bakmadım. Gülümsediğimde uzun zamandır yapmak istediğim şeyi yaptığım için kendimi huzurlu hissediyordum. Arkamdan, “Hey!" diye bağırdı. "Bu yumruk yukarıda korktuğun için mi, ben çıplakken heyecanlandığın için mi yoksa seninle evlenmiyorum diye mi?"
Adımlarım bir anda bıçak gibi kesildi, gözlerim irice açıldı ve ona baktım. Peşimden gelirken eli hala karnının üzerindeydi. Yüzündeki ifadesi hoşuma gitmişti, bu şekilde tepki vermem onu keyiflendirmişe benziyordu. Bir süre daha yüzüne bakıp diyecek hiçbir şey bulamadım ve yürümeye devam ettim. Akşam üstüydü ve güneş, bulutların arkasına gizlenmeye başlamış, akşam geleceğinin haberini daha serin rüzgarıyla bildiriyordu.
Çocuklar, bizi lunaparkın dışında bekliyordu; hepsinin gözü Yankı'nın üzerindeydi. Yanımda adımlamaya başladığında, “Uzun zamandır karnına sert bir yumruk atmak istiyordum," diye açıklamada bulundum. "Sonunda yaptım. Bir daha benimle oynarsan yumruğum karnına olmayacak, haberin olsun."
Yankı gülümsedi, gözleri beni baştan aşağı süzdü. "Bir dahaki sefere bana yumruk atarsan karşılığını çok fena bulacaksın," dediğinde eli bir anda at kuyruğuma gitti, beni at kuyruğumdan kendine doğru çekti başımın geriye doğru yatmasına neden oldu. Yüzüm yüzüne yaklaştığında nefesini verdi. "O zaman da saçını böyle toplamanı isterim."
"Hey!" diye bağırdığımda canım yanmıyordu ama küçük bir çocuk gibi saçımı çekmesi kaşlarımı çatmama neden oldu. "Bıraksana saçımı ya!" Bırakmadı, at kuyruğumu bozdu ve saçlarımı karıştırdı. Dağılan saçlarıma bakan çocuklar gülmeye başladıklarında nefesimi vererek, “Ben de tam sana teşekkür edecektim!" diye inledim. "Etmiyorum işte!"
Yankı, dağılmış olan saçlarımı bıraktığında gözlerini açarak bana baktı. "Ne için teşekkür?" Çocuk gibi dilimi çıkarıp ona uzattığımda bunu beklemiyordu. Her ne olduysa dişlerini sıktı, çenesi kasıldı. "Yapma şöyle," dedi derin bir nefes vererek. Bir daha dilimi çıkardığımda kolumu tuttu, beni kendine çekti sonra dişlerini sıkarak, “Yapma şunu, dikkatimi dağıtma," dedi.
Kolumu ondan kurtardım ve sırıttım. O bana öylece bakarken, arkamda bırakıp çocukların arasına karıştım, Ferda bana sarıldı ve ben onun saçlarını sevdim. Bir daha ona dönüp bakmadım, lunaparktan yuvaya kadar da çocuklarla beraber koştum. O an, bütün çocukların kalbi, benim çocukluğumla beraber kalbimin üzerinde atıyordu.
Evin kapısının önüne geldiğimizde akşam olmuştu ve hepimiz fazlasıyla yorgunduk. Lâl ve Bartu yan yana duruyorlardı fakat birbirlerinin yüzlerine bile bakamıyorlardı, sessizce kapıyı açmak üzere olan Işık'ı izliyorlardı. Mutlu uyukluyordu, başı Işık'ın omzundaydı, ağzının içinde bir şeyler geveliyordu.
Işık kapıyı açtığında ve içeriye Mutlu'yla girdiklerinde onları Lâl ile Bartu takip etti. Yankı beni arkasında bırakıp içeriye girmek istediğinde bir anda kolundan tutup, “Yankı bir saniye," dedim ve gözlerinin bana dönmesine neden oldum. Merakla yüzüme bakarken başımı omzuma yatırıp kolunu tutan elim, ağır ağır eline doğru indi. Yankı, ne yaptığımı anladığında kaşları havaya kalktı. "Bugün için teşekkür ederim," dedim tek nefeste. "Biz sana minnettarız, çocukluk hayallerim gerçekleşti."
Parmaklarım avucunun içine dokunduğunda yavaşça serçe parmağını tuttum. Yankı, elini tutan elime baktı sonra bana baktı sonra tekrardan elime bakarak, “Çocukluk hayallerinin sınırı yoktur," dedi içten bir sesle. "Zamanla sana her şeyi öğreteceğim. Zamanla gücü de öğreneceksin, hayallerinin güzelliğini de, gerçeklerin acısını da." Ardından hiç beklemediğim bir anda teşekkürüme karşılık olarak centilmen bir erkek gibi elimi havaya kaldırdı ve tersini gözlerimin içine bakarak öptü. “Leydi.”
Gülümsedim. Tam o anda evin içerisinden Bartu'nun bağıran sesi geldi ve Mutlu "Yankı!" diye bağırdı. Ne olduğunu anlayamadan Yankı elimi bıraktı ve içeriye doğru koştu, ben de peşinden ilerlediğimde ayaklarıma eşyalar çarpmaya başladı bakışlarım evin içinde dolaştı ve her yerin dağılmış olduğunu gördüm. Yankı, arkadaşlarının olduğu odaya girdiğinde bütün eşyalar yerle birdi, duvarlardaki çerçevelerin hepsi kırılmıştı, fotoğraflar yerlerdeydi. Koltuklar dağılmış, parçalanmıştı. Masanın bir bacağı kırıktı, sandalyeler parçalar halindeydi. Hep oturduğum o oda, mahvolmuştu.
Gözlerim şaşkınlıkla açıldı, her adım attığımda ayağımın altındaki cam parçaları sesler çıkarıyordu. Odada Bartu'nun hırlamalarının sesinden başka hiçbir ses yoktu. Yankı'nın arkasından öne doğru çıktığımda onun yüzünü gördüm; onun gözlerini ve sadece bana bakıyordu.
Caner'in elindeki Sokak Nöbetçileri'ne ait çocukluk fotoğrafı yere düştüğünde yanındaki üç adam onun bir adım arkasındaydı. "Sana iki gün vermiştim," dedi kaşlarını çatarak. "Ait olmadığın yerdesin, Helin."
Paragraf Yorumları