Ben doğduğum anda meydan okumayı öğrenmiştim sonra da baş kaldırmayı. Acıya, nefrete, öfkeye; mutluluğa, güzelliğe, sevgiye. İyi ya da kötü fark etmeksizin bütün duygulara baş kaldırmış, hepsine meydan okumuştum.
Vücudumda ayak izleri vardı, ayak izleri. Sonra el izleri. Parmakların kirli lekeleri. Saçlarımdan damlayan kanlar. Hepsini üzerimde bir imza gibi taşıyordum, sudaki yansımama baktığımda kendimden önce o imzaları görüyordum.
İlk önce ayak izlerine meydan okudum ama geçmedi, el izlerini temizleyemedim. Parmaklarını silemedim. Saçlarımı defalarca kestim ama kökünden koparamadım, kanların zihnimin içinden aktığını fark edemedim.
O suyun karşısına geçtim, kendimi izledim. Çenemi dik tuttum, kendime bile meydan okudum ama sonra onu suda görmeye başladım; turkuaz gözleriyle beni izledi. O su ikimizin de imzalarını gösteren bir aynaydı, ben sadece kendi imzalarıma bakıyordum ve o da benim imzalarıma.
Utandım, utandığımı anladı. Korktum, korktuğumu anladı. Yalan söyledim, yalan söylediğimi anladı. Kendime meydan okudum, izledi. Ona meydan okumak istedim, yapamadım.
Sudaki yansımam gerçek yüzünü göstermeye başladı, o gerçek yüzümü görse bile arkamda durmaya devam etti; Yankı Sarca beni imzalarımla kabul ediyormuş gibi baktı bana.
Bana dedi ki yansıması 'İlk önce titreyen ellerine çare olacağım, sonra da dizlerine. En son sesine.' Devam etti. 'Ben buradayım.' Gözlerime baktı; gördü. Kendi imzalarını benden gizledi. 'Ben seni kurtaracağım' diye fısıldadı. Sanki yanımda oturan çocukluğumu fark etti, onun saçlarını okşadı, ellerine kan bulaştı ama korkmadı. 'Ben sizi kurtaracağım.' Son cümlesini bana değil, çocukluğuma söyledi.
Benden önce çocukluğum Yankı Sarca'ya güvendi, inandı.
"Hey." Sesiyle irkildiğimde başımı yasladığım yerden kaldırıp ona baktım. Teknenin köşesinden ayaklarımı sarkıtmış, başımı demire yaslamıştım. Onun yanından kalktıktan sonra bana bulduğu kâğıt ve kalemle günlüğümü yazmıştım. Ağlamam geçmişti, kâğıtta ise gözyaşlarımın izi vardı.
Ne kadar süredir böyle durduğumu bilmiyordum ama sabah çoktan olmuştu, diğer Sokak Nöbetçileri oldukları yerde uyuyakalmışlardı. Yankı dışında. O gözlerini ayırmadan beni izlemişti, bunu biliyordum.
"Hey," dedim aynı şekilde karşılık vererek ve hafifçe tebessüm ettim. "Uyumadın mı?" Cevap vermedi, gözlerinin altı morarmıştı. O da benim gibi teknenin köşesine, yanıma oturdu ve çıplak ayaklarını aşağı doğru sarkıttı. Üzerindeki kot pantolonu hala nemliydi. Saçları da aynı şekilde ve daha dalgalı görünüyordu, daha fazla dağılmış. Alnına düşen saçlarına dokunmak istediğimi hissediyordum. Elinde tuttuğu sigarasını dudaklarının arasına yerleştirdi ve çakmağının ucuyla ateşlendirdi.
Bakışları bana değil de karşısındaki İstanbul manzarasına odaklanmışken, “Uykuyu pek sevmiyorum," diye mırıldandı. "Özellikle kendimi güvende hissetmediğim zamanlar. Şu an bu tekne pek de güvenli görünmüyor." Aklıma o an, benimle beraber uyuduğu zaman geldi, fazlasıyla derin uyuyordu.
"Hım," diye mırıldandığımda gülümsemeye devam ettim. "O halde benim yanımda kendini güvende hissetmiştin çünkü fazlasıyla derin uyuyordun."
Yankı'nın kaşları havaya doğru kalktı ve fark etmediği bir pot kırmış gibi o kaşlarını çattı. Başı yavaşça bana döndüğünde gözleri nemli saçlarımda gezindi. "O gün uyumadım, bayıldım," dedi gözlerini kaçırarak. "Çünkü senin yanında uyumanın güvenli olacağını pek sanmıyorum."
"Nedenmiş o?" Benim de kaşlarım çatıldı ve bu ifadem Yankı'yı gülümsetti.
"Daha önce beni tam kalbimden vurmakla tehdit ettiğini sonra kalbime bir silah dayadığını düşünürsek," diye mırıldandığında dudaklarımı içeriye doğru kıvırdım. "Tabii bunların önemi yok. Ölümden çok korkan birisi değilim. Ama ya beni çırılçıplak soyup bağlarsan? Bazen bunu istiyormuş gibi bakıyorsun da."
Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı, gözlerim sabitlendi ve kısık bir tonla, “Sen ölümden değil de seni çırılçıplak soyup bağlayacağımdan mı korkuyorsun?" diye sordum.
"Helin," dedi o da gözlerini açarak. "İnkâr etmek yerine buna bozuldun mu sen?"
"Bozulmadım." Yüzüme alayla baktı, dudakları aralandı ama hiçbir şey söylemedi. "Bozulmadım ya," diye inlediğimde ayaklarımı sallamaya başladım. "Hem sen kafana turkuaz külot geçirildiğinde korkmamış adamsın, bağlanmaktan neden korkasın?"
"Hâlâ inkâr etmiyorsun," diyerek lafı değiştirdi. "Sanırım uyurken kapımı kilitlemeliyim ya da ben senin ellerini bağlamalıyım..." Kaşları çatıldı. "Bağlamak… Evet… Hayır… Ne?"
Öfkeli bir ifadeyle yüzüne baktığımda sigarasından çektiği dumanlar, rüzgarla yüzüme çarpıyordu. "Aklımdan öyle bir şey geçmiyordu ama artık geçiyor," dediğimde gülümsedim. "Seni artık soymak istiyorum, bağlamak da istiyorum. Ama sokağa o şekilde atmak için. Görsün herkes o muhteşem zeki Yankı Sarca'yı."
Gözlerime bakarken ciddi olup olmadığımı anlamaya çalışıyordu fakat birkaç saniye sonra dehşetin bakışlarına ulaştığını fark ettiğimde, “Sen ciddisin," diye fısıldadı. "Bunu yapabilirsin."
"Evet." Gülmemek için kendimi zor tutuyordum. "Ayağını denk al Yankı Sarca, üzerime fazla gelme. Kilit açma konusunda da fazlasıyla ustayımdır, odan da güvenli değil."
"Hadi ama," dediğinde dehşeti silmeye çalışıyordu. "En ufacık bir konuşmada bile yanakları kızaran Helin mi söylüyor bunları? Doğru söyle, hayallerinde beni çıplak düşündüğünde de kızarıyor musun?"
"Hadi ama," dedim aynı şekilde. "Seni hayallerimde çıplak düşündüğümü mü sanıyorsun?"
"Evet," diye yanıt verdiğinde sigarasından biraz daha içti ve gülümsedi. "O gün uyurken seni izledim, gülümsüyordun ve rüyanda ne görüyorsan mutluydun. İtiraf et, beni rüyanda çıplak görüyordun, değil mi?"
Gördüğüm rüya, zihnimde canlandığında başımı dayadığım yerden kaldırdım ve salladığım bacaklarım duraksadı. Yutkunarak, “Seni çıplak görmedim," dedim. "Yani çıplak değildin. Hem gülümsüyor muydum?" Ardından gözlerim irileşti. "Ne? Uyurken beni mi izledin?"
Dudaklarına doğru ilerlettiği sigarası havada asılı kaldı ve dondu; itiraf mı etmişti yoksa yanlış mı telaffuz etmişti bilmiyordum ama bir süre bana baktı. "Yani," dedi bakışlarını benden ayırıp sigarasına bakarak. "Uyandım, karşımda sen vardın, ben de öyle birkaç saniye baktım." Tek kaşımı havaya kaldırdım, yalana asla başvurmayacağını biliyordum. "Yani birkaç saniyeden daha uzun olabilir. Belki birkaç dakika. Beş dakika? On? Tamam on beş." Kaşları çatıldı. "Gülümsüyordun, dikkatimi çekti. Ne var bunda?"
Dudaklarımı birbirine bastırdığımda onu kıvranırken izlemenin hoşuma gittiğini fark etmiştim. "Yankı," dedim canlı bir sesle. "Beni izledin. Neden?"
Sigarasını içmeye başladı. İlk önce bir duman, sonra bir duman daha ardından bir duman daha. Zaman kazanmaya çalışıyordu, gözleri arada sırada bana takılsa da sonradan ayrılıyordu. En sonunda sigarasını bitirdiğinde kaçabileceği hiçbir yer kalmamıştı; izmariti teknenin köşesine söndürdükten sonra denize atmak yerine yere bıraktı.
"Evet," dedim keyifle. "Neden izledin?"
"Biliyorsun, ben senin liderinim," dedi hızlıca. "İstediğim her şeyi yapabilirim. Uyuyordun, gülümsüyordun, rüya görüyordun. Ben de liderin olarak seni izledim, rüyanı anlamaya çalıştım."
"E yuh," dediğimde gülmeye başladım ve kafamı iki yana salladım. "Liderim olarak yüzüme bakıp rüyamı anlamaya çalışmak mı?"
"Evet." Dirseğini demire yasladı, elini çenesine koydu ve gülüşümü bir süre izledikten sonra o da gülümsedi. "Sonuçta rüyanda bir şeyler söyleyebilirdin ve söyledin de."
Kıkırdamalarım durduğunda gözlerim irice açıldı. "Ne?" Sesim beklediğimden daha yüksek çıkmıştı. "Ciddi olamazsın."
Kafasını aşağı yukarı salladı, keyifli olma sırası ondaydı. "Yankı dedin," diye mırıldandı. "Gülümsedin. Sonra dedin ki 'Çıplak vücudun hayal ettiğimden daha güzelmiş, lütfen biraz daha soyun.'"
"Hayır," diye inlediğimde elimle ağzımı kapattım. "O gün seni gördüm ama yemin ederim, çıplak değildin."
Yankı, beklediği cevabı almış gibi çenesini havaya kaldırdığında, “Hım," diye mırıldandı. "Zaten konuşmamıştın, Helin. Sadece seni denedim." Öfkeyle koluna sert bir yumruk attığımda geriye doğru çekildi ve yumruğumdan kurtuldu. "Dur," dedi ellerini kaldırarak. "Sakin ol ve beni rüyanda nasıl gördüğünü anlat."
"Ölsem de anlatmam," diye karşılık verdiğimde ben de dirseklerimi demire yasladım ve iki elimi de çeneme yaslayıp başımı manzaraya doğru çevirdim. "Beni oynattın."
Yankı, başını eğip yüzüme doğru baktı ama ona bakmamaya dikkat ederek kaşlarımı çattım. "Pişt," dedi biraz daha eğilerek. "Anlatmayacak mısın gerçekten?" Omzumu silktim, güldü. "Çocuk musun sen? Küstün mü?" Yine omzumu silktim. "Yapma şunu, büzme dudaklarını," dediğinde sesi daha yakından geliyordu. "Yine bütün dikkatimi dağıtıyorsun."
Hiçbir şey söylemeden manzaraya bakmaya devam ettim, o ise hızlıca saçımı tuttu ve çekti. Kaşlarımı çatarak ona baktım, elini itekledim ve sonra yine aynı şekilde durdum. "Hadi ama," dedi gülmemek için kendini zor tutarken. "Çocuk gibi küsecek misin?" Göz ucuyla ona baktığımda, turkuaz gözlerinin içi gülümsüyordu. "Senin benimle küsme süren en fazla bir dakika ve o süre doldu. Barışacaksın benimle."
Yine hiçbir şey demediğimde nefesini sesli bir şekilde dışarıya doğru verdi, bana doğru yaklaştı. "Tamam dinle," dedi başını biraz daha eğerek. Yüzü yüzüme yakındı, nefesi çarpıyordu. Sıcaklığını da soğukluğunu da hissetmeye başlamıştım, omzu omzuma dokunuyordu. "Ben de sana bir şey itiraf ederim, ödeşiriz olur mu?"
Ona küsmemi neden önemsiyordu ki? Neden üzerime düşüyordu? Çocukluklarıma neden tahammül ediyordu? Bir daha ona göz ucuyla baktığımda kaşlarını kaldırdı ama cevap vermedim. "Söylüyorum," dedi duraksayarak. "Ama yine barışmazsan seni şu suda boğarım Helin. Benimle küsmek, sana yasak. Herkese küsebilirsin ama bana küsemezsin çünkü liderlere küsülmez."
Merakla itirafını bekliyordum ama ona yansıtmamak için çaba sarf ederken, yanaklarımın içini ısırdım. "O gün tek rüya gören kişi sen değildin," dedi. "Ben de rüya gördüm." Bakışlarımı ona çevirdim, gözlerimin içine baktı; turkuaz gözleri aydınlandı. "Ben de seni o gün rüyamda gördüm."
Dirseklerim demirden düştü, kızgın yüzüm afalladı. "Gerçekten mi?" diye soluduğumda yalan söylemeyeceğini biliyordum. "Nasıl gördün?"
"Sen anlatırsan anlatırım," diyerek burnuma fiske vurdu. "Anlatmazsan asla öğrenemezsin."
Benimle aynı rüyayı görme ihtimali var mıydı? Bu bir mucize olurdu hatta imkânsızdı. Yanaklarımın kızarmaya başladığını hissettiğimde, “Anlatamam," diye mırıldandım. "Yani anlatamam ki. Çok şey..."
"Pozisyon nasıldı? Hangimiz üstteydik?" diye sordu bir anda. "Sen mi ben mi? Umarım benimdir."
"Yankı," diye bağırdığımda bir daha koluna yumruk attım ve bu sefer isabet etti. "Sevişmiyorduk! Neden hep bunu düşünüyorsun?"
Daha fazla kızardım, bakışlarımı ondan kaçırdığımda yüzünün aldığı hali göremiyordum. "Rüyana girdim ve sevişmiyorduk," dedi düşünceli bir sesle. "Rüyadaki Yankı, bunun bir üstü ne yapmış olabilir? Hem de seni gülümseten bir şey. Liderin olarak rüyalarını kontrol etmem gerekiyor."
"Lidergillerden Yankı," dedim alayla. "Siz rüyanızda liderim olarak ne yapıyordunuz acaba? Ben ne yapıyordum? Umarım seni gülümsetebilmişimdir."
Gözlerim ona döndüğünde dudaklarını birbirine bastırıp gülmemek için kendini durdurmaya çalıştı. "Rüyamda liderindim," dedi ve rüyayı düşünmeye başladığını gözlerini kıstığında anladım. "Ama bu bildiğin bir liderlik değildi. Tamamen üst alt ilişkisiydi. Saçların dağılmıştı, üzerinde siyah..." Duraksadı, nefesini verdi. "Bir şeyler vardı işte. Ayrıca gülümsetmek mi?" Rüyayı düşünmek, gözlerine tutkuyu kazandırmıştı. "Gülümsetmek hafif kalır. Daha fazlasıydı." Yüzümü incelemeye başladı, en sonunda dudaklarıma baktığında omzunu indirip kaldırdı. "Önder'in sesi rüyamı yarıda kesmesiydi, uyandığımda o rüyayı gerçekleştirirdim, öyle bir etkisi vardı."
İçimde sesli bir şekilde konuşan iki kişi vardı; bir taraf kanımı bile alevlendirecek sözcükleri benim önüme getirirken, diğeri onu susturuyordu. Ellerim ayaklarım buz gibi olsa da yanaklarım alev alev yanıyordu, Yankı bunu görüyordu. "Yani," dedim kuruyan boğazımı temizleyerek. "İmkânsız bir rüya değildi, gerçekleştirebileceğin bir rüyaydı."
"İmkânsız değildi," dedi tam gözlerimin içine bakarak. "Rüyalarımda bile imkânsıza yer yok. Senin gördüğün imkânsız bir rüya mıydı?"
"Evet," dedim hızlıca. "İmkânsız bir rüyaydı."
Yüzüme doğru yaklaştı. "Rüyanda beni görmüşsün," dedi keyifli bir tınıyla. "O zaman imkânsız değildir çünkü içinde Yankı Sarca'nın olduğu rüyalarda bile imkânsıza yer yoktur. Merak etme, seni gülümseten o rüyayı elbet bir gün gerçekleştireceğiz."
Gülümsediğimde beni heyecanlandıranın ne olduğunu anlayamıyordum, onunla evlenme düşüncesi mi? Öyle birisi kesinlikle değildim, böyle yaşantılar bana tamamen uzaktı. "Neyden bahsettiğimi bilmiyorsun," dedim gülümsemeye devam ederek. "Sana inanıyorum, güveniyorum ama buna inanmamı bekleme."
"Bana her koşulda inanacaksın," dediğinde sesi net, bakışları sabitti. "Ve güveneceksin." Gökyüzüne doğru baktı, bakışları kısıldı. "Saat sabahın sekiz buçuğu olmalı. 25 Ekim 2019. Bu tarihi unutma çünkü rüyan gerçekleştiğinde tam bugünü hatırlayacağız ve sen bana o rüya gerçekleştiği zaman ne gördüğünü anlatacaksın." Elini bana doğru uzattı, sıkmamı bekledi.
Bir ona bir eline bakarken, “Anlaştık," dedim ve elini sıktım. "Ve sen de bana rüyan gerçekleştiğinde anlatacaksın o halde."
Yankı, elimi daha fazla sıktı ve bir anda beni kendine doğru çekti. Başım öne doğru eğildiğinde dudaklarını kulağıma yaslayıp, “Ben rüyamı anlatmayacağım," diye fısıldadı. "Göstereceğim, Helin. Beraber rüyamın aynısını yaşayacağız."
Hissettiğim nefesi, boynundaki denizin teniyle demlenen kokusu, saçlarının nemi. Hepsi beni ona çekerken, başımı yavaşça çevirdim ve ona doğru baktım. Tutkulu gözlerinde turkuaz rengi, en sevdiğim renk haline gelmeye başlamıştı. Bana bakarken, kendime ilk defa çok büyük bir itirafım oldu; Yankı'nın gözleri hayatım boyunca görüp görebileceğim en güzel gözlerdi.
Geriye doğru çekildiğinde elimi bıraktı ardından, “Barıştık o halde," dedi.
"Barıştık," dedim ve gülmeye başladım. "Çocuk gibi davrandığım için üzgünüm ama bana ayak uydurmaya devam edersen, seni bütün çocukluklarıma alet ederim."
Yankı yine gülüşümü izledi. Sesim sabahın ilk ışıklarında çınlarken, daha fazla gülmeye devam ettim ve onu da güldürdüm. Gözleri kısıldı, içten olan gülüşlerinden birisini yine bana gösterdi. İçten gülünce öyle güzel görünüyordu ki saatlerce onu izleyebilirmişim gibi geldi.
"Çocuksun," dedi gülüşünün ardından. "Beni gerçekten güldürüyorsun."
Tam o anda arkamızdan bir flaş patladığında ikimiz de başımızı çevirip gülümseyen bir yüzle geriye baktık ve başka bir flaş daha patladı. Işık elinde tuttuğu fotoğraf makinesini aşağıya doğru indirirken yanındaki Mutlu ellerini kaldırıp bizi alkışlamaya başladı daha sonra kollarını önünde bağladı. "Neye gülüyorsunuz bu kadar?" dedi kaşlarını çatarak. "Komik bir şey varsa söyleyin, hep beraber gülelim." Kollarını indirdi, sağa doğru geçti. "Kapa çeneni, Mutlu," dedi kendine. "Senin konuşmaya hakkın yok geri zekâlı mahluk."
Işık, fotoğraf makinesini aşağıya indirirken kafasını iki yana salladı ve biz de olduğumuz yerden kalkıp Mutlu'yu izledik. "Ne oluyor Mutlu?" dedi Yankı ona doğru yaklaşarak. "Kiminle konuşuyorsun?"
"Kendim kendimle konuşuyor ama kendim kendime küs," dedi kaşlarını çatıp. Sonra sola geçti. "Aptal," dedi tuhaf bir tınlamayla. "Her şey daha farklı olabilirdi, aptal." Sağa geçti. "Bilerek yapmadım, lütfen beni affet." Yine sola geçti, biz onu tenis topu gibi izledik. "Seni asla affetmeyeceğim. Öldür kendini, bunu hak ediyorsun." Diğer tarafa geçti. "Abartma Mutluga Prens, bir de bayıl istersen."
Yankı hızlıca Mutlu'nun yanına gitti ve omuzlarını tutarak onu durdurdu. "Hey," dedi sarsarak. "Kendine gel, delirdin mi?"
"Sus!" İşaret parmağını Yankı'nın dudaklarına yasladı. "Konuşma. Dudakların hareket etmesin? Neden biliyor musun? Çünkü o dudakların Helin'in dudaklarını öpmesini engelledim ben. Daha fazla konuşmasın, yakmasın canımı."
"Mutlu," dedim elimle alnıma vurarak. "Hâlâ o konuyu kapatamadın mı?"
"Konuyu kapatmak mı!" diye bağırdı Mutlu. "Rüyamda dudaklar vardı ve beyinler. İnanabiliyor musun? Uçan beyinlerin arasından hoplayıp zıplıyordum, çok mutluydum ama sonra ne oldu biliyor musun? Azap gibi durmadan o an canlandı. Siz yakınlaşmıştınız, saniyeler kalmıştı, Yankı delirmiş gibi ağzını yalayacaktı ama ben geldim." Yankı'ya döndü. "Çok acı çekiyorum Yankıtu, öldüreceğim kendimi."
"Uyanıp uyanıp beni de uyandırdı," dedi Işık keyifsiz bir sesle. "Durmadan 'Kendimi öldüreceğim!' deyip durdu. Lütfen şu kırık yumurtanın içini rahatlatın, öpüştük filan deyin."
Yankı, başını çevirip bana baktı ve ben de omzumu indirip kaldırdım. "Vicdan azabı çekiyorum," diye inledi Mutlu. "Nasıl yaşayacağım bu acıyla Yankıtu?" Yere doğru çöktü, Yankı'nın bacaklarına sarıldı. "Gözlerimin önünde birbirinizi yiyecektiniz, ben bunu engelledim. Nasıl katlanacağım?"
"Mutlu, abartmıyor musun sence de?" diye sordu Yankı Mutlu'yu tutup kaldırırken.
Yankı'nın yalan söylemeyeceğinden emin olduğum için ben devreye girdim. "Öpüşmeyecektik ki," dedim masum bir tınıyla. "Yani yanlış anlamışsın."
"Çüş artık." Mutlu dizlerinin üzerinde yürüyüp benim yanıma geldi. "Yankı neredeyse küçük dilini ısırmak üzereydi, nasıl öpüşmeyecektiniz? Bademciklerinin boyutunu biliyordur adam."
Ellerimle yüzümü kapatıp, “Mutlu!" diye inledim. "Lütfen şu konuyu kapatır mısın?"
"Bir şartla." İşaret parmağını havaya kaldırdı, parmaklarımın arasından ona baktım. "Şimdi şu an öpüşürseniz bu acım geçer, ölmem." Ellerimi yüzümden çektim. "Biliyor musunuz? Uyurken kalbim üç kere durmuş, iki kere de kalp krizi geçirmişim. Solunum cihazı vardı içeride, ona bağlandım. Işık, kanını verdi bana filan. Bana kıyabilir misiniz?" Yankı'ya döndü. "Hadi be Yankıtu, sen ki liderlerin lideri. Hangi işini yarım bırakmışsın şimdiye kadar? Göster kendini."
Işık, nefesini verdikten sonra Mutlu'yu omuzlarından tutup zorlukla oturduğu yerden kaldırdı. "Bence onları artık rahat bırakman gerekiyor, Mutlu. Sen böyle yaptıkça asla öpüşmeyecekler..."
Mutlu, başını önüne eğip oturduğu yerden kalktığında mutsuz bir şekilde dudaklarını büktü. “Lanet olsun size ya."
Yankı, Mutlu'nun saçlarını karıştırdı, Mutlu ise omzunu silkip ondan kaçtı. Gerçekten kendini suçlu hissettiğini görebiliyordum ama konu onunla alakalı değildi, bunu bilmeliydi. Biz defalarca Mutlu'nun olmadığı bir yerlerde de baş başa kalmıştık. Olması gereken olurdu, o an o şekilde gelişmişti. Bir daha tekrar eder miydi? Sanmıyordum. Bunu düşünmek bile Yankı'da olan gözlerimin ondan ayrılmasına neden oldu.
"Yaklaşan bir sürat teknesi var." Işık, eliyle gözlerine gölge yaptı ve dikkatli bir şekilde kıyıya doğru baktı. "Umarım gelen kişi Önder'dir yoksa başımız yandı diyebilirim."
Hepimiz o tarafa doğru baktığımızda Yankı "Eğilin," dedi ve bunun bir koruma içgüdüsü olduğunu anladım. "Yaklaşana kadar Önder olup olmadığını bilemeyiz." Hepimiz aynı anda eğildiğimizde Yankı, Işık'a dönüp, “Bartu ve Lâl'i uyandır," dedi. "Ve Nadir'i de yattığı yerden kaldır. Kilitli odada değil."
Işık, bir kere kafasını salladı ardından dizlerinin üzerinde diğer tarafa yürüdü. "Of," dedi Mutlu heyecanla. "Sürat teknesinin içinden inanılmaz yakışıklı bir adamın çıktığını ve o adamın da benim için denizleri aştığını düşünsenize. Siz hiç böyle bir şey duydunuz mu?"
Göz ucuyla Mutlu'ya bakıp, “Ya da yaşlı, çirkin bir adam çıkar ve seni alıp kaçırır, Mutlu. Düşünsene, Osman amca kadar da sevimli değil. Ne yaparsın?"
Gözleri dehşetle açıldı, bakışları teknenin üzerindeyken daha fazla eğildi. "Bartu’m buna izin vermez." Tedirgindi, yine de güveni yok gibiydi. "Yani vermez değil mi?" Saf saf Yankı'ya baktı. "Gerçekten beni Osman amcayla yakıştırıyormuşsunuz gibi davranıyorsunuz, bu doğru mu?"
Yankı gülümsedi ama gözlerini tekneden ayırmadı. "Seni seviyor," dedi düz bir sesle. "Seni korur da. Ee yaşlı ama o kadar da çirkin değil Mutlu. Ayrıca..." Başını Mutlu'ya çevirdiğinde söyleyip söylememek arasında kararsız kaldığı bir konu var gibiydi. "Bartu arabasını çarptığın için öfkeli anında sizin için bir adım atmış olabilir..." Mutlu dehşetle bağırdığında Yankı, yüzünü buruşturdu ve olabilecek sonu cümlelere başladığı anda gördü. "Osman amca bir ara seni bizden istemeye gelecek çiçeği çikolatasıyla."
Sessizlik oldu. Bir kuş, uçarak tepemizden geçti, dalga tekneye vurdu. Gözlerimle Mutlu'yu izlerken donuk bakışlarla Yankı'ya baktığını gördüm, çığlık atmasını, ağlamasını, gülmesini, yumruklamasını bekledim ama öylece bakmaya devam etti. "Mutlu," dedim bir dakika sonra. "İyi misin?" Kaşlarım çatıldı. "İnme indi."
Yankı, Mutlu'ya doğru eğilip gözlerinin içine baktı. "Mutlu?" dedi sorgulayarak. "Yani eğlence gibi düşün, Bartu seni vereceğini söylüyor ama ben izin vermem. Kendine gel."
"Hey." Bartu'nun sesiyle gözlerimiz yukarı çıktığında onun ayakta dimdik durduğunu fark ettik. "Niye öyle duruyorsunuz ulan?" Şaşkındı, uykudan dolayı gözleri şişmişti ve yanındaki Lâl, başını Işık'ın omzuna yaslamıştı, gözleri hala kapalıydı. "Önder geliyor."
Tekrardan gözlerimizi tekneye doğru çevirdiğimizde Önder'i gördük. Rahat bir şekilde çöktüğümüz yerden kalktığımızda Yankı elini kaldırıp Önder'e salladı ve Önder de karşılık verdi.
Işık, “Mutlu'ya ne oldu?" diye sordu. Onu hâlâ dizleri ve elleri yerde aynı noktaya bakarken bulduğumda dudaklarımı birbirine bastırıp gülmemek için kendimi zor tuttum.
Yankı ellerini cebine yerleştirip, “Dayanamadım söyledim," dedi omzunu indirip kaldırarak. "Osman amcanın onu istemeye geleceğini biliyor."
"Ne?" Işık kahkaha atmaya başladığında Lâl'in kapalı gözleri aralandı ve o da şaşkınlıkla Mutlu'ya doğru baktı. Bartu, bir Mutlu'ya bir Yankı'ya bakarken kafasını iki yana salladı. "Bu müjdeli haberi ben verecektim, neden bunu yaptın?"
Mutlu hareket etmiyor, nefes almıyor, gözlerini bile kırpmamak için çaba sarf ediyor gibiydi. Işık, gülerek Mutlu'ya yaklaştı ve omzuna dokunup, “Mutlu, hayırlı olsun," dediğinde hepimizi kahkahaya boğacak bir an yaşandı. Mutlu, taş kesilmiş bir şekilde yana doğru devrildi ve sonra sırt üstü durdu. Elleri ve dizleri hâlâ havadayken bir heykel gibiydi.
"Lan bu donmuş," dedi Bartu gülerek. "Lan bu taş kesilmiş, tipe bak." Elini saçlarına geçirip kafasını iki yana salladı. "Mutlu, kıyafetlerini hazırlamamak için yapıyorsan unut bunu, seni Osman amcaya vereceğiz. Çiçekli elbisen hazır."
Lâl, yaklaşıp parmağının ucuyla Mutlu'nun bacağına dokundu. Mutlu bir silindir gibi iki yana sallandı ve yine aynı konuma geldi. Gözleri irice açılmıştı, boş boş gökyüzüne bakıyordu. "Mutlu," dediğinde Işık'ın gözlerinden artık gülmekten yaş geliyordu. "Demek yumurtanın içinde ben beynimi yiyordum ha? İşte şimdi bittin sen. Çünkü seni ben de kurtarmayacağım."
Islık sesi duyduğumuzda Önder'in bulunduğumuz tekneye çok yaklaştığını gördüm. "Çocuklar!" diye bağırdı bize doğru. "Sizin burada ne işiniz var?"
Bartu, teknenin kenarına ilerleyip, “Hiç, film çekelim istedik," dedi alayla. "Baktık deniz var, tekne var. Geceyi teknede geçirdik, malız çünkü biz."
Lâl, gözlerini devirdiğinde Bartu, onun yüzüne bakmıyordu, her neye tepkiliyse Lâl ile konuşmadığı belliydi.
Bartu, Lâl farkında olmadan acaba onunla kaç defa küsmüş, kaç defa barışmıştı? Kalbi kırılıyordu, sonra kalbini yine kendisi onarıyordu. Bartu, en çok kendisine küsüyordu ama bunun farkında bile değildi.
"Tankut, tekneyi hareket ettirdi," dedi Yankı açıklama yaparak. "Her şeyi hallettik, tekneyi durdurabildim ama geri dönemedim." Önder tam teknenin aşağısına geldiğinde şaşkınlıkla o da Yankı'ya baktı, kulaklarına inanamıyordu. "Yeter," diye mırıldandı Yankı. "Lan bir şeyi de bilmesem olmaz mı? Bana böyle bakmayın."
Önder'in yanında tekneyi kullanan bir adam vardı, arada sırada bizi incelemek için bakışlarını çevirse de sonra tekrardan açıklığa doğru bakıyordu. "Sizin neden üstünüz başınız nemli peki?" Gözleri Bartu'ya odaklandı. "Sen niye çıplaksın?" Yankı'ya döndü. "Sen de öylesin. Neler oluyor?"
Bartu, göz ucuyla Lâl'e baktığında, Lâl'in de onun çıplak vücuduna baktığını ama Bartu ona döndüğü an başını çevirdiğini gördüm. "Çünkü Mutlu üzerime kustu." Önder'in gözleri açıldı. "Ben de üzerimi çıkardım." Yankı'ya tekrardan baktığında bu sefer de onu sorguladığı belliydi. "Hım," dedi Yankı'ya dönerek. "İşte şimdi bu noktada Mutlu'nun eksikliğini hissediyorum çünkü buna verebileceği mantıksız bir yanıtı olabilirdi."
"Hey," Önder tedirginlikle nefesini verdi, "Mutlu nerede? Ona bir şey mi oldu?" Gerçekten korktuğunu hissettiğimde bakışlarım Işık'a döndü ama onun gerçekten umursamaz bir şekilde Önder'i izlediğini gördüm.
Hepimiz yere doğru baktık, sonra tekrardan gülmeye başladık. "O çevrimdışı şu an," dedi Yankı kelimeleri bulmaya çalışarak. "Bir süre hayatına heykel olarak devam edecek gibi görünüyor."
"Artık konuşmayı bitirip buradan gitsek mi?" Işık sıkılgan bir nefes verdi. "Hepimiz hasta olacağız, adım gibi eminim."
"Ben hasta olmam." Bartu, çenesini havaya doğru kaldırdı. "Ben olsam kaslarım hasta olmaz."
"Tabii," diyerek alaya aldı Işık. "Aramızda en fazla hasta olan sensin ve hasta olduğu zaman cenaze marşı çaldıran da sensin. Kime neyin şovunu yapıyorsun, anlamıyorum ki. Hepimiz seni biliyoruz Bartu."
Bartu'nun kaşları çatıldı, Lâl'in gülerek Işık'a baktığını fark ettiğinde, “Çok mu komik?" diye sordu ona. "Parmaklarını nasıl da gezdirmek istiyorsan ama baklavalarımın üzerinde. Sen bana çok pis düşüyorsun bak."
Mutlu, inleyerek ses çıkardığında tekrardan ona baktık ve göz ucuyla Bartu'nun karnındaki kasları izlediğini gördük. Dilini çıkardı, salladı ardından, “Şu an sadece iki yerim hareket edebiliyor," diye mırıldandı dişlerini bastırarak. "Dilim ve çüküm. Bartukıç, Osman amcanın şekerparesini değil, senin baklavalarını istiyorum."
"Mutlu!" diye bağırdı Önder. "Kendini göstersene oğlum."
"Onu boş ver şimdi." Yankı teknenin kenarındaki aşağıya doğru inen merdivene doğru yürüdü. "Hemen buradan ayrılalım, çok dikkat çekmişizdir."
Önder başını salladığında ilk merdivenlere yönelen Yankı oldu. Tek bir hamleyle bacağını demirin kenarından attı ardından ellerini merdivenin kenarlarına koyarak inmeye başladı. Sürat teknesi ve merdiven arasında bir adımlık mesafe vardı. Hepimiz onu izlerken gayet rahat bir şekilde merdivenlerden indi ve bir adımla beraber sürat teknesine atladı. "Nadir'i gönderin ilk," dedi bize doğru.
Nadir öne doğru çıktığında korkuyla aşağıya doğru baktığını gördüm. Rengi daha fazla solmuş, dudakları daha fazla kurumuştu. Gözlerinin içi kıpkırmızıydı, belini dik tutamayacak bir durumda gibiydi. Hepimiz ona süre tanıdık ama cesaret edip de bacağını demirin diğer tarafına atamadı. Ona doğru yaklaşıp elimi sırtına yerleştirdiğimde irkilip geriye doğru kaçtı; temastan hoşlanmıyordu.
Elimi kaldırdım, ona zarar vermeyeceğimi belli eden bir tınıyla, “Yapabilirsin, Nadir," dedim. "Sen hayatımda gördüğüm en cesur çocuklardan birisisin."
"Yüzme bilmiyorum." Sesi korkudan titriyordu. "Ya suya düşersem, efendim. Boğularak ölmek istemiyorum."
"Nadir." Bartu'nun sesi kısıktı. "Bak biz burada kaç kişiyiz, senin boğulmana izin verir miyiz? Hem öyle bir şey olmayacak, aşağıda Yankı seni bekliyor."
Hepimizin yüzüne baktığında cesaret vermek istiyormuş gibi gülümsedik. Bartu, öne doğru ilerleyip elini uzattı ve benim gibi düşünmeden hareket etmek yerine ona dokunmak için izin istedi; Nadir Bartu'nun elini tuttuğunda titrediğini yeni fark edebiliyordum.
Zorlukla da olsa Nadir'i demirin diğer tarafına yerleştirdiğinde, “Sadece merdivenleri in," diye mırıldandı. "Birkaç basamak. Denizi unut, her şeyi unut. Birkaç basamak, Nadir. Yapabilirsin."
"Yapabilirim, efendim," dedi Nadir kuru bir sesle. "Yapabilirim değil mi efendim?"
"Evet, yaparsın sen," dediğinde inançlı sesi, benim hoşuma gitmişti. "Seninle biz daha çok şey başaracağız. Dövüşmeyi öğreteceğim sana çocuk."
Nadir, bu dediğine inanmasa da hiçbir ses çıkarmadan bir basamak indi ve nefesini tuttuğunu anladım. Aşağıdan Yankı "Evet, Nadir," diye seslendi. "Başaracaksın." Yavaş yavaş birkaç dakika içerisinde basamakları indiğinde son basamakta takılı kaldı ve Yankı ona doğru kollarını uzatıp, “Sadece zıpla," dedi. "Ben seni tutacağım." Nadir inanmıyordu, onun kimseye güveni yoktu. "Tutacağım, Nadir. Seni bırakmayacağım. Seni kandırmıyorum. Bana güven."
Küçük bir çocuğun güvenini kırmak, bir camı kırmak kadar basit değildi çünkü çocuklar, hayata güvenerek başlardı, insanlara inanarak ilerlerdi. Defalarca güvenleri boşa çıksa da umursamazlardı. Nadir'in güvenini, binlerce camı parçalar gibi kırmışlardı ve o artık dünyaya kırık bir camdan bakıyordu bu yüzden bize güvenmesini bekleyemezdik.
Nadir, yapabileceği hiçbir şeyi kalmadığında gözlerini kapatıp sürat teknesine doğru zıpladı. Önder ile Yankı aynı anda onu tuttuklarında titreyen dizleriyle beraber olduğu yere çöktü. "Teşekkür ederim efendim," diye mırıldandı zorlukla. "Beni tuttunuz."
Acıyla nefesimi verdiğimde, tek bir insanı değil, kötülüğü değil, dünyayı çocuklar için affetmeyeceğimi hissediyordum çünkü sorumlu herkesti, hepimizdik.
Nadir, bir süre sonra sakinleştiğinde Yankı bana bakıp, “Helin," dedi. "Hadi ama in sen de."
Başımı sallayıp üzerimdeki poları, demirin kenarına attım ve bacaklarımı diğer tarafa yerleştirdim. Merdivenlerin basamaklarından inmeye başladığımda, “Bu merdiven sallanıyor," deyip güldüm. "Bartu inerken kopmasın da." Yankı'nın bir cevap vermesini bekledim ama o cevap vermedi ve bakışlarım ona döndüğünde şaşkınlıkla gözlerim açıldı çünkü gözleri yüzümde değil, kalçalarımdaydı.
"Hey," dediğimde kaşlarım çatıldı. Nadir ile ilgilenen Önder neyse ki hiçbir şeyin farkında değildi. "Nereye bakıyorsun sen?"
Yankı'nın gözleri kalçalarıma takılmaya devam ederken son basamağa geldim ve başının yavaş yavaş inişi bile daha fazla kaşlarımı çatmama neden oldu. Bir bacağımı öne doğru uzattım, derin bir nefes verdim ve sürat teknesine doğru atladım. Yankı, dengemi sağlamak için beni kollarımdan tuttuğunda vücudum vücuduna sarıldı. Gözleri, odaklandığı yerden gözlerime tırmandığında, “Ben bu inişini beğenmedim," dedi tuhaf bir tınıyla. "Bir daha mı insen merdivenden?"
"O niye ya?" Dengemi çoktan sağladığım için kollarından ayrılmak istedim ama izin vermedi.
"Şimdi merdiven inip çıkmak eğitim için çok önemlidir," dediğinde o da saçmaladığının farkındaydı ama gülümsüyordu. "Liderin olarak seni izlemek zorundayım."
“Bütün kızların lideri olduğunu öğrendim teknede,” dedim. “Artık bu sökmüyor bana.”
"Bir şeyi unutuyorsun," dedi gülümsemeye devam ederek. "Ben onların lideri olmak istemiyorum. Ben senin liderinim." Kollarını benden uzaklaştırdı. "Ve başka birinin lideri olmak isteyeceğimi de pek sanmıyorum."
"Bu bir sahiplenme mi?" dediğimde alayla güldüm. "Liderler bu kadar sahiplenici mi olurdu?" Cevap vermedi.
Yankı sormadan Bartu "Mutlu hâlâ hareket etmiyor amına koyayım," diye bağırdı. "Ne yapacağız? Seni burada bırakırız diyorum ama yine hareket etmiyor."
"O zaman onu taşı," diyen Yankı burnunun kemerini sıktı. "Mutlu'nun inadını biliyorsun, vazgeçmez."
"Ben onu vazgeçirmesini bilirim de..." Bartu, dişlerini sıkarak aşağı doğru eğildi ve birkaç saniye sonra omzunda Mutlu'yla beraber tekrardan karşımıza çıktı. Gözleri Mutlu'nun kalçalarına doğru kaydı sonra kafasını iki yana sallayarak, “Hayaller hayatlar," diye mırıldandı. Daha önce Lâl'i de böyle taşımıştı.
Merdivenlerden inmeye başladıklarında gerçekten merdiven olduğundan daha fazla sallanıyordu ve içten içe bir şey olmaması için tedirgindim. Fakat Bartu ne kadar sıkılgan ise Mutlu'nun yüzünü profilden gördüğümde o kadar keyifli durduğunu fark ettim. "Seni Grey'im yapacağımı söylemiştim," dedi yine sadece ağzını oynatarak. "Bir kıçıma şaplak atmadığın eksik."
Bartu, merdivenin son basamağında nefesini sesli bir şekilde dışarıya verip, “Tek kelime daha edersen seni denize fırlatırım," dedi. "Ve bunu yapacağımı biliyorsun, Mutlu."
Mutlu sustu. Yankı, eğilip Mutlu'yu Bartu'nun omzundan zorlukla aldı ve Mutlu'nun kurşun geçirmez inadı, beni şaşkına uğrattı. Tek parmağını bile oynatmadan onları kukla gibi yönetti. "Ne diyeyim," dedim Mutlu sürat teknesine geçtiğinde. "Tebrikler, bu yaptığını kimse yapamazdı."
Mutlu yine sessizliğe gömüldüğünde Işık ve Lâl de hızlıca tekneden aşağıya indiler. Dakikalar sonra sürat teknesi durdurduğu motorunu tekrardan çalıştırdı ve hareket ettiren kişi kıyıya doğru sürmeye başladı. Hepimiz zar zor sıkışıp tekneye oturduğumuzda ayaklarımızın ucunda Mutlu vardı. Onunla ilgilenmemizi beklediğinin farkındaydım ama diğerleri de bunun farkında olmalı ki hiçbiri ona bakmıyordu.
Önder, Yankı'ya dönüp, “Her şeyi hallettiniz mi?" diye sordu. Benimle katiyen göz teması kurmuyordu, ben yokmuşum gibi davranıyordu. Işık'a olan tavırlarıyla birebir aynı olsa da zaman geçtikçe Önder'in bana karşı olan nefretinin artması, beni şaşırtıyordu.
Yankı, kafasını aşağı yukarı sallayıp, “Tankut artık yaşamıyor," diye mırıldandı. "Ve o oda da artık onlara ait değil. Çocuklar nasıl?"
Önder, Nadir'in duymasını istemediği bir şekilde, “İyiler," diye mırıldandı. "Nadir kadar kötü bir durumda değiller, en azından iyileşme umutları var." Derin bir nefes verdi, başını kıyıya doğru çevirdi ve bakışları kısıldı. O gözümde ne kadar kötü bir insana dönüşürse dönüşsün, çocuklara karşı kendini durduramayacağı bir şefkatinin olduğunu görebiliyordum.
Bir anda bakışları bana doğru döndü ve kaşlarını kaldırdı. "Onun hakkında bir şeyler anlattı mı?" Gözleri beni süzerken, benimle muhatap olmayıp Yankı'ya sorusunu yönlendiriyordu. Bana karşı saygısının olmadığını daha nasıl gösterebilirdi?
Bartu cevap vermek için ağzını açtığında Yankı "Evet," dedi ve onun yalana başvurmayacak olması, beni tedirgin etti. "Anlattı bir şeyler." Cebinden sigarasını çıkardı, dudaklarının arasına yerleştirdi ve çakmağıyla ucunu yakmak istedi ama öyle çok rüzgar vardı ki defalarca denediyse de olmadı ve çakmağı yere doğru doğru attı. Önder ise zipposunu çıkarıp onun sigarasını yaktı. "Önder bana bakmaktan vazgeç," dedi bir anda. "Anlatacak başka bir şey yok."
"Sana ne anlattığını söylemeyecek misin?" Önder'in sesinde hem şaşkınlık, hem de öfke vardı. "Bunu bilmem gerekiyor, Yankı. Bu kıza güvenmiyorum."
Oturduğum yerde kıpırdandığımda hemen yanımda oturan Bartu'nun kaşları çatık bir şekilde beni izlediğini gördüm. Bu konuda hâlâ benden mi şüpheleniyordu yoksa sorgulamak mı istiyordu bilmiyordum ama bakışları öylesine rahatsız ediciydi ki hızlıca gözlerimi ondan kaçırdım.
Yankı, başını çevirip Önder'e baktığında tek kaşını havaya doğru kaldırdı. Diğer yanımda oturan Işık'ın da bana baktığını biliyordum ama gözlerim sadece önümde oturan Yankı'nın profilindeydi. Korkuyordum, korktuğumu biliyordu; tedirgindim, tedirginliğimi görüyordu. Yankı bunların hepsinin farkındayken, Önder'in eline böyle açık bir pusula vermezdi.
"Burada Helin ile ilgili her konuyu senin değil, benim bilmem gerekir, sana ne oluyor, Önder?" Başını yana doğru eğdi. "Yoksa Helin ile ilgili hoşuma gitmeyecek planların mı var?" Son sorusu aklıma Yankı ve Işık'a yaptığı işkenceleri getirdiğinde kalbim sızladı.
"O aranıza yeni girdi," dedi Önder umursamaz bir tınıyla ama odağının direkt ben olduğumun da farkındaydım. "Dosyalarından başka bilgimiz yok, sana daha önce de söylemiştim. En azından onun hakkında daha fazla bilgim olursa..."
"En azından onun hakkında daha fazla bilgin olursa onun sınırlarını da, sınırsızlığını da görebilirsin değil mi? Sonra yeni bir oyuncağın olur," dedi Yankı bu sefer. "Hepimize ulaşmaya çalıştın, çoğumuzu da ulaştın kendi yöntemlerinle. Ama Helin'e bunu yapmana izin vermeyeceğim, bu yüzden sorgulamak da güvenmek de güvenmemek de sadece bana düşer. Sen burada beş kişiden sorumlusun, Helin'den sadece ben sorumluyum."
Önder, Yankı'nın sert tepkisinden sonra afalladı, böyle bir karşılık beklemediği ortadaydı. Aralarında diğerlerine göre daha fazla soğukluk vardı, bunu fark etmiştim ama tepkisi, bu beni de çok şaşırtmıştı. Önder'in bir süreden sonra Yankı'nın ondan üstün olduğunu kabullendiğini kanaat getirmiştim fakat şimdi baktığımda aralarında hâlâ soğuk bir savaş var gibiydi.
"Bir kuş alırsın, o kuşu büyütürsün," dedi Önder Yankı'ya sakin bir sesle. "Yemini verirsin, suyunu verirsin, uçmayı öğretirsin." İşaret parmağıyla onu gösterdi. "Şimdi o kuş, başka bir kuş için benim elimi ısırıyor öyle mi? Bu gaddarlık Yankı."
"Bir kuş alırsın," dedi Yankı da ona karşılık vererek. "Kafese kapatırsın. Uçmayı sadece o kafesin içinde öğretirsin. Sonra o kuş, özgürlüğünü ister. Ben senin kafesinden kaçtım, geri dönmemin tek nedeni de kardeşlerimdi. Bunu biliyorsun. Şimdi hiçbirimiz senin kafesinde değiliz ve bize artık elini uzatırsan o eli ısırırım." Hafifçe tebessüm etti. "Ayrıca sen o kuşa istediğin kadar Yankı de. Ben gerçek adımı hiçbir zaman unutmadım, hiçbir zaman da silmedim."
Soğuk savaş.
Daima o kafesin içinde yaşatmak isteyen Önder ve gökyüzünde özgürce uçan kuş. İkisi de birbirine benziyordu; Yankı Önder'in iyi kalbiydi; Önder Yankı'nın liderliğiydi.
Işık, Yankı'ya bakıp gururla gülümsüyordu, kendi cümlelerini sanki Yankı dile getirmişti. "Kafanın dikine git," dedi Önder geri adım atarak. "Umarım Helin konusunda yanılırım ama eğer yanılmazsam hepiniz zarar göreceksiniz."
"Orada dur." Bartu'nun sert tepkisiyle gözlerim ona kaydı. "Böyle bir şey asla olamaz, izin vermem. Beşimizden birinin kılına zarar veremez eğer verecek olursa..."
"Bartu." Işık başını eğip ona baktı. "Helin burada değilmiş konuşmaktan vazgeçin, bilmiyorum farkında mısınız ama o sağır değil."
Kendimi savunmak ya da konuya dahil olmak istesem de sessizliğimi korudum ve gözlerim ayaklarımın ucundaki Mutlu'ya kaydı. Ortamdaki gerginlikten dolayı girdiğim duygu durumunu en net o görmüştü ve bakışları benim üzerimde gezinirken gülümsedi; gerginliği yok etmek istiyordu. Ben de ona karşılık verip gülümsediğimde, “Bence sırtın tutulacak," deyip kısık bir sesle ona takıldım. "Kalksana artık."
"Osi'nin sırtımı kırması mı yoksa sırtımın tutulması mı?" diye sordu alayla. "Hayatımın sonuna kadar böyle devam etmek istiyorum."
"Hayatının sonuna kadar böyle devam edersen Grey'ini bulamazsın maalesef." Işık da gerginliği toz bulutu gibi uçurmak istercesine omzuyla omzuma dokundu. "Biz çift yumurta ikiziyiz, Helin ve onun yumurtasına aptallık da katmış annemiz. Yapacak bir şey yok."
Mutlu'nun kaşları çatıldı. "Senden iki dakika büyüğüm koca götlü," dedi üstünlükle. "Ben doğduğumda sen sarı ışıkta bekliyordun, ben önden çıktım çünkü prensler her zaman birincidir. Benim gibi muhteşem olmayışın nereden geliyor, anlamıyorum. Tam kafan çıkarken kırmızı ışık yandı da beynin mi gelişmedi acaba?"
Kendimi tutamayıp güldüğümde Işık, ayağıyla sertçe Mutlu'ya vurdu. "Sen ilk çıktın, çünkü malsın. Ben son çıktım çünkü assolistim kırık yumurta. İlk ben konuştum, ilk ben okuma yazmayı çözdüm. Sen ne yapıyordun? Yedi yaşına kadar emzik emdin." Yüzünü buruşturdu. "Ha bir de sümüğünü yiyordun."
"Sümüğün tadı o yaşlarda güzeldi!" Mutlu'nun sesi yüksek çıktığında diğerleri de onlara baktı. "Yankıtu, şu benden aşama aşama düşük olan ikizime bir şey söyle, hayatın en büyük lütfu olan kardeşinin bile farkında değil."
"Size ne oluyor?" Yankı omzunun üzerinden onlara baktı. "İki gündür bir dövüş içerisindesiniz, uzun zamandır böyle değildiniz."
"Ne olacak," dedi Mutlu sinirle. "Onun için dünyadaki erkek oranını yüzde sıfıra hatta kadınların oranını bile sıfıra indiriyorum diye bana deli oluyor. Sıfır mı? Eksi. Dünya üzerinde o cesarette birisi olabilir mi?"
Kıyıya doğru yaklaşmıştık, motorun sesi ağır ağır duruyordu. Işık, başını gökyüzüne doğru kaldırarak, “Şunun daha az kıskancını gönderemez misin?" diye sordu. "Çünkü ben artık katlanamıyorum da."
"Göndersin de bak neler oluyor, gör," dedi Mutlu gülerek.
"Mutlu," dedi Bartu göz ucuyla bakarak. "Yine çok konuştun."
"Ama Grey'im," diye inledi. "Işık'ın hayatına biri girebilir mi? Düşünsene Lâl'in hayatına birisi girdi."
Bartu'nun gözleri kocaman açıldı, bir anda hareket etmeye yavaş da olsa devam eden teknede ayağa kalktığında dengesini sağlayamadı ve tekrardan geri yerine oturdu. "Lâl'in hayatına amına koyduğumun züppesi mi girmiş? Ölmek mi istiyormuş? Kimmiş o?" Lâl'e döndü. "Hayatına girmemiştir o, hayatının çevresinde dolanmıştır sonra bana çarpmış yok olmuştur. İmkânsız."
Mutlu eğlenerek, “İstemeye gelecekmiş," diye takıldı. "Çiçek çikolata falan. Neymiş efendim, Lâl'e aşıkmış, onsuz yapamıyormuş."
"Onu toprağa eker, çiçek gibi çıkarırım," dediğinde Lâl'e bakmaya devam ediyordu. "Ne çiçek gibi çıkarması? Onu toprağa ekerim, durmadan budarım. Âşık mıymış? Onsuz yapamıyor muymuş? Lâl'siz mi yapamıyormuş? Lâl'im olmadan mı yapamıyormuş?" Yumruğunu gösterdi. "Bak bunu görüyor musun Lâl? Onu bu yumrukla öldürürüm."
Lâl'in dudakları şaşkınlıkla aralandığında bir yandan da korkuyordu ve kafasını iki yana salladı. O an, Lâl'in Bartu'nun bu öfkeli ve bir o kadar da kaba hallerinden korktuğunu anladım. Mutlu keyifle gülmeye devam ederken, Bartu'yu öfkelendirecek cümleler söylemeye devam ediyordu ve Bartu daha fazla sinirleniyordu.
Arkadan Bartu'nun kulağına doğru yavaşça eğilip, “Biraz kibar ol," diye fısıldadım. "Lâl'e yine abisi gibi yaklaşıyorsun, onu koruyacaksan da bu kadar kaba olma."
Bartu, bir anda bıçak gibi kesildi, yumruğunu aşağıya doğru indirdi ve bakışlarını Lâl'den kaçırdı. Birkaç saniye düşündükten sonra bana baktı ve kaşlarımı çattığımı gördüğünde yutkundu. "Yani," dedi ağzının içinde geveleyerek. "O beyefendi hazretlerinin ağzının burnunu dağıtmak isterim yüksek müsaadenle Lâl. O şerefini kaybetmiş piçimsi herif kafasını benim yumruğuma vurmak isteyecektir. Değil mi canım?" Yüzünü buruşturdu, çenesi kasıldı. "Değil mi tatlı pıtırcığım?"
"Pıtırcığım mı?" diye mırıldandığımda Işık da, “Tatlı pıtırcık mı?" diye inledi. Yankı'nın yüzü Bartu'ya doğru döndü, kafasını sallayarak, “Pıtırcık ne lan? Bir de tatlısı da var," diyerek karşılık verdi. Mutlu ise heykel gibi durmayı bıraktı, olduğu yerde zıpladı ve eliyle ağzını kapatarak, “Pıtır ne?" diye bağırdı. "Pıtırcık mı? Pıtır ve cık mı? Hem de tatlısından pıtırcık. Tekrardan kusacağım şimdi."
Lâl büyük bir dehşetle Bartu'nun yüzüne bakarken eliyle yüzünü kapattı ve art arda kafasını iki yana sallamaya başladı. Bartu'nun bakışları bana döndü, ben de, “Gerçekten bunu mu anladın?" diye sordum.
"Pıtırcık işte amına koyayım," dedi hepimize doğru. "Sevimli pıtırcık Lâl. Size ne? Ne anlarsınız sevgi sözcüklerinden."
Lâl işaret parmağını dudaklarına bastırarak onu susturmaya çalıştı; hem utanıyor hem de Bartu'ya üzülüyordu ama ilk defa Bartu'yu bu kadar sevimli görüyordum.
Tam o sırada Nadir arkamdan bana doğru eğilip, “Yanlış anlamayın efendim ama bence burada en son akıl verecek kişi sizsiniz," dedi. "Bunun bir üstü çıkma teklifi olacak gibi." Başımı çevirip ona baktığımda gülümsediğini gördüm.
Nadir söylediklerinde maalesef haklıydı. Benim kendime çizdiğim yollar bile bu kadar mantık dışıyken Bartu'ya nasıl olurdu da akıl verebilirdim? Ama en azından o an fark ettim ki Bartu'yla gerçekten birbirimize benziyorduk. Duygularını dışarıya vururken ne yapacağını bilemiyordu ve eline yüzüne bulaştırıyordu.
Sürat teknesi durduğunda hepimiz indik ve Önder, adama para verdiğinde bize doğru döndü. "Siz gidin, ben tekneyi bu tarafa çektireceğim."
"Ve?" dedi Bartu ellerini ceplerine yerleştirerek. Üzeri hâlâ çıplaktı, limandaki insanlar dönüp dönüp ona bakıyordu. En azından Yankı'nın üzerinde polar olması onun çıplaklığını az da olsa gizliyordu. "O tekne de bizim olacak. Çalıyorum." Ellerini birbirine vurdu. "Hatta çaldım."
"Oha!" diye haykırdı Mutlu. "Kendimize ait teknemiz de mi olacak? Kaçıncı seviye bu?"
Önder, kaşlarını çattı. "İlk önce araştırmamız, siciline bakmamız gerek. Tekne işleri yaş, sıkıntı çıkabilir."
"Araştır." Bartu'nun sesi netti. "Eğer sıkıntı çıkmazsa tekne de bize ait olacak, sürmeyi öğreneceğim."
Düşüncesi bile öylesine tuhaf geldi ki yüzümden bu okundu. Bartu hırsızlık yaparak birçok arabaya sahip olduğu gibi, şimdi de tekneye sahip olmak istiyordu. Onun bu durumunun küçüklüğünden kaynaklandığına neredeyse emindim.
"Ben de sizinle geleceğim," dedi Işık Yankı’ya ardından Mutlu'ya ters bir bakış atarak. Çantasından arabanın anahtarlarını çıkarıp Yankı'ya verdi, Yankı kilidi açtı. "Bu kırık yumurtayla bir süre daha aynı ortamda kalamayacağım."
"Sen yüzümün değil, kıçımın ikizisin," dedi Mutlu omzunu silkerek. "Uzak dur benden."
Ben, Nadir, Yankı ve Işık arabaya bindiğimizde Yankı sürücü koltuğundaydı. Ben yolcu koltuğunda, arka koltukta ise Nadir ile Işık oturuyordu. Yankı, anahtarı kilide taktı ve çalıştırdığında motorun sesi yükseldi. O sırada Işık, sırt çantasından telefonlarımızı çıkarıp bize uzattı. "Her zaman emrinizdeyim, Işık A.Ş. olarak."
"Teşekkürler," dedim telefonumu ondan alırken. "En azından liderimiz olarak değil..."
Yankı, göz ucuyla bana birkaç saniye baktı sonra gülümsedi. Arabayı sürmeye başladığında bakışlarım onu izlemeye başladı. Saçlarındaki nem gitgide azalmıştı, daha fazla dalgalı bir hal almıştı. Turkuaz gözleri daha parlak bakıyordu, sokak lambalarının ışığında değil de onun turkuaz rengi gözlerinin ışığında kendi yolumu çizebileceğimi düşündüm.
Beni bu yaşıma kadar kimse sevmemişti, bunu hissetmiştim. Herkes terk edip gitmişti, annem en başından istememişti zaten babam, adımı bile bilmezdi çünkü dayımın söylediğine göre onun için sadece bir parçadan ibarettim. Benim ondan olduğumu bile düşünmemişti, merak bile etmemişti.
İzlediğim filmlerde, okuduğum kitaplarda, dinlediğim insanlarda öğrendiklerim hep onu terk edenlere karşı öfke duyduklarıydı. Günlerce, aylarca belki de senelerce ben de böyle olmak için çabalamıştım ama sonucunda yine kendimi suçlu bulmuştum.
Lanetli olduğumu düşünüyordum. Bu kulağa tuhaf ve zedeleyici geliyordu ama lanetimin herkese bulaşacak kadar zararlı hale geldiğinin de farkındaydım. Kimi seversem seveyim o kişinin gideceğine inanıyordum, bu o kişinin suçu da değildi. Bu benim suçumdu. Daha kötüsü, birine âşık olursam, o kişinin ben âşık olduğum için öleceği düşüncesiydi.
Kendimin ve lanetimin farkına vardım varalı insanlardan duygusal olarak uzak kalmaya çalışıyordum çünkü insanları lanetimle yok etmek, öldürmek istemiyordum.
Başımı koltuğa yaslamış bir şekilde onu dakikalardır izlediğimin farkında bile değildim ama Yankı'nın sesi ikimizin arasına bir balta gibi indiğinde, “Oradan manzara güzel mi?" diye sordu. Uzanıp arabanın radyosuna dokundu ve rastgele bir şarkıda durduğunda kaşları havaya doğru kalktı, müziğin sesini yükseltti.
"Losing My Religion," dedim şarkının adını söyleyerek. "Defalarca dinlesem de bıkmayacağım tek şarkıdır, çok severim."
"Benim de öyle," dedi Yankı dikiz aynasından Işık ve Nadir'e doğru bakarken. İkisi de pencereden dışarıya dalmış, bambaşka duygular içerisindelerdi. "Öyle bir etkisi var ki bana hep ölümü hissettirir. Kendi ölümümü. Birgün bu hayatta artık yer almazsam geride kalanların bu şarkıyı dinleyip beni hatırlamasını isterim."
Elimdeki telefon titredi ve mesaj geldiğini anladım ama Yankı'nın cümleleri benim nefesimi öyle bir kesmişti ki ona odaklanan gözlerim artık kıpırdamadı bile. "Ölmek mi?" diye sordum solgun bir tınıyla. "Hem de senin ölmen mi?" Kafamı iki yana salladığımda bunu kabullenmek oldukça zordu. "Sen benim gözümde ölümsüzsün. Yankı Sarca ölemez."
"Neden?" diye sorduğunda hem alaya alıyor gibiydi hem de düşüncelerimi merak ediyordu. "Benim de normal bir insan olduğumun farkındasın değil mi? Küçükken çok mu fazla vampir kitapları okudun sen?"
"Vampir kitapları umurumda değil," dediğimde telefonum tekrardan titredi. "Yankı Sarca ölemez çünkü her zaman başka bir yol vardır. Bunu bana sen öğrettin öyle değil mi?"
Gülümsediğinde dudaklarının kenarında oluşan çizgiler, gözlerimin önüne serildi. Gün ışığı onun yüzüne vururken, olduğundan çok daha güzel görünüyordu. "Ölümden başka bir yol," dedi düşünceli bir tınıyla. "Vampire dönüşüp ölümsüzlüğü kendim için yaratmak." Dalgaya alıyordu ama düşünceleri daha farklıydı, bunu görebiliyordum.
Gülümsediğimde arabayı sağa doğru kırdı ve daha yavaş kullandığını fark ettim. "Keşke o kadar bencil olsan," diye mırıldandığımda telefonuma başka bir mesaj daha geldi. "Ama sen hayatımda gördüğüm en bencil olmayan adamsın Yankı Sarca. Diyelim ki öleceksin ve sana ölümsüzlüğü sunuyorlar. Sen ne yaparsın biliyor musun? O ölümsüzlüğü kendine değil, en sevdiğin kişiye verirsin. Çünkü hayatının sıralamasında bile sen kendin için en sondasın."
Yankı, başını çevirip bana baktığında artık gülümsemediğini, kaşlarının çatıldığını gördüm. Onu çözmüş müydüm yoksa çözdüğümü mü düşünüyordum? Hangisiydi bilmiyordum ama düşüncelerim onu rahatsız etmiş gibi görünüyordu. "Öyle mi?" dedi kendisi de daha önce bunu düşünmemiş gibi. "O halde madem bu kadar iyi tanıdığını düşünüyorsun, söyle bakalım kime ölümsüzlüğü verirdim?"
Kısa süre düşündüm ardından elimi çeneme koyarak, “İlk önce gerçek ailene," diyerek tedirginlikle nefesimi verdim. İlk defa onunla bu konuyu konuşuyordum. "Çünkü hâlâ kendi öz ailene bağlı olduğunu, onlar için her şeyi yapabileceğini düşünüyorum. Ama bilemiyorum, belki de onlar artık hayatta değillerdir ve..."
"Hayattalar," dedi hızlıca ve bakışlarını benim üzerimden çevirdi. Gözleri kısıldığında gökyüzünün karnından yeni doğan güneş, onun bakışlarına çarpıyordu ve cam gibi görünmesine neden oluyordu. "Ailemin her bir üyesi hâlâ hayatta."
Işık bir anda konuya dahil olarak, “Aramızda ailesiyle hâlâ muhatabı olan tek kişi Yankı," dedi rahat bir sesle. Dikiz aynasından Yankı ona ne kadar bakarsa baksın umursamadı. "Babası inanılmaz zengin bir iş insanı, bir dönem milletvekilliği de yaptı, annesi ise Yankı'nın dedesinin trilyon mal varlığına sahip bir kadın." Başka bir şeyler daha anlatmak istediğinde Yankı ona öyle bir bakış attı ki, Işık ağzına fermuar çekmiş gibi bir anda sustu.
"Gerçekten mi?" diye sordum şaşkınlıkla. "Onlarla görüşüyor musun?" Birkaç saniye bekledim ama Yankı cevapsız bıraktı, sanki hiç soruyu sormamışım gibi davrandı. "Baban iş insanı, annen milyarder," devamında ne söyleyeceğimi bilemediğim için duraksadım ama Yankı kafasını aşağı yukarı sallayarak devam etmemi istedi. "Sen bu hayatın içine nasıl düşmüş olabilirsin ki?"
Yine sessizlik oldu, Yankı hayal kırıklığıyla gülümsediğinde kafasını iki yana salladı fakat yine beni cevapsız bıraktı; başımı çevirip Işık'a baktığımda yanlış bir soru sormuşum gibi dudaklarını birbirine bastırdığını gördüm. "Herkes bu soruyu sorar," dedi ve o anda yine telefonum titredi, başka bir mesaj daha geldi. "Beni şaşırtmadın, Helin. Beni bir kere şaşırt." Gözleri kucağımdaki telefonuma kaydı. "Ve şu mesajlarına cevap ver, birisi fazla ısrarcı görünüyor."
Yine aklıma geleni söylemiş, yine aklıma geleni söylemenin cezasını kendime kesmiştim. Umursamaz bir şekilde elime telefonu aldım ve tuşuna bastığımda aklım Yankı'ya sorduğum sorunun onun kalbini kırmış olup olmadığındaydı. Ekrana bir süre boş baktım ardından kendimi toplamak istermiş gibi silkelediğimde defalarca mesaj atan ismin 'Caner' olduğunu gördüm.
Onlarca mesaj atmıştı. Kaşlarım çatık, attığı mesajları okurken, başka bir mesaj daha ekranıma düştü.
Caner:
Her ne yapıyorsan umarım mesaj atmaman için geçerli bir nedendir. İki gündür nerelerdesin? Ulaşamıyoruz. Bugün okuluna geleceğim ve seni yine göremezsem o sokak çocuklarının evini basıp bu sefer hepsini doğduklarına pişman edeceğim. Özellikle o başlarındaki kendini bir bok sanan piçi mahvedeceğim. Onun geçmişini hiç araştırdın mı? Aklının bile alamayacağı şeyler bulduk.
Ondan uzak dur.
Kaşlarım havaya doğru kalktığında direkt olarak mesajlara girdim ve çevrimiçi olduğunu gördüm.
Caner, teknedeydik ve telefonlarımız çekmiyordu. Bir olaya girdik, şu an eve dönüyoruz. Ayrıca okula gelmek mi? Yankı'dan mı bahsediyorsun? Ondan zaten uzak duruyorum.
Ondan zaten uzak mı duruyordum? Denizin içindeki halimiz gözlerimin önüne gelmedi, bizzat hissettim ve kanımın bile aktığı yerde tekrardan canlandığını fark ettim. Kalbim tekledi, teklerken elim dudaklarımın üzerine doğru gitti. Caner'in yazıyor olması bile umurumda değildi, mantığımın dışına çıkıp ilk defa düşünüyordum. Yankı beni dudaklarımdan öpecekti.
Mesaj geldiğinde gözlerimi yumdum ve derin bir nefes alarak mesajı okudum.
Caner:
Yankı mıdır, ses midir her ne haltsa? Şu başlarındaki çirkin olan adamdan bahsediyorum.
Duraksadım ve gözlerimi devirdiğimde Caner'in kıskançlığının onu aptallaştırdığını düşündüm. Gözleri gören hiçbir insan, Yankı'yı çirkin bulamazdı çünkü bu imkânsızdı. Arada sırada onu gözümde çok mu büyütüyorum diye düşünüyordum ama ne zaman ona baksam, bana diğer günden daha güzel görünüyordu.
Caner cevap vermediğimi fark ettiğinde devam etti.
Cevap da vermiyorsun öyle mi? Önemi yok. Senin için söylüyorum, ondan uzak dur ve bugün okula gel. Seninle konuşacağız.
"Kötü bir şey mi var?" Yankı'nın sesiyle irkildiğimde hızlıca telefonun ekranını çevirdim ve bakışlarımı yola döndürerek kaşlarımı çattım. "Tedirgin görünüyorsun."
"Tedirgin değilim," dedim hızlıca. "Bugün okula gitmem gerekiyor, beni okula bırakabilir misin?"
Yankı bir telefona bir bana bakıyordu ama benim ona attığım kaçamak bakışların da farkındaydı. "Benim de gitmem gerekiyor zaten," dedi düz bir sesle. "Eve gidelim, duş alalım, öyle okula gideriz."
"Hemen." Hızlıca verdiğim yanıtla bakışlarım ona kaydı. "Yani şimdi hemen. Çok önemli. Kaçırdığım bir ders varmış."
Yankı inanamıyormuş gibi yüzüme baktığında, “Helin," dedi sakin bir sesle. "Eve gideceğiz, duş alacağız sonra gideceğiz dedim. Bugün günlerden Cuma ve senin Cuma günleri dersin öğleden sonra başlıyor."
Şaşkınlıkla gözlerimi ona çevirdiğimde, “Bunu da mı biliyorsun?" diye sordum. "En başından beri benim seni takip ettiğime emin miyiz?"
Yankı umursamaz bir tınıyla, “Takip edilenler her zaman daha dikkatlidir," diye geçiştirdi. "Aklımda kalmış."
"Okul mu?" Işık'ın sesiyle bir kez daha irkildim. "Ben de geliyorum, Helin'le beraber derse girerim. Mutlu'yla yüz yüze gelmek istemiyorum bir süre."
"Olmaz!" diye bağırdığımda ikisinin de gözleri bana döndü ve beklediğimden daha yüksek bağırdığımı fark ettim. "Yani olmaz çünkü bugün dersin hocası misafir öğrenci istemiyor."
Işık dudaklarını büktü ama daha sonra, “O halde gelir, kantinde beklerim seni," diye mırıldandı. "Kantine de hocalar karışmıyordur herhalde?"
Buna verecek hiçbir cevabım olmadığı için başımı aşağı yukarı salladım ve tekrardan telefonuma yöneldim.
Caner, okula geleceğim ama Işık da benimle beraber geliyor, müsait zamanım olmayacak gibi. Hem Yankı da o okulda ders görüyor, biliyorsun. Rahat edemeyiz. Başka bir zaman konuşsak?
Caner:
Işık kimdi? Şu dilsiz şeytan mı?
Öfkelendim.
Onun hakkında düzgün konuş, sadece konuşamıyor. Ayrıca o değil, ikizlerden kız olan. Yankı da şu çirkin, turkuaz gözlü olan adam.
Caner:
Onun turkuaz gözlerini bilye yapar, oyun oynarım.
Tekrardan gözlerimi devirdim.
Ben bir çaresine bakacağım, okulda görüşürüz. Öptüm, güzellik, yaraların iyileşmeden yenilerinin oluşmasına sakın neden olma.
Cevap vermeden ekranı kapattığımda ve başımı kaldırdığımda Yankı'yla göz göze geldik, bir açıklama yapma gereği duyarak, “Arkadaşım günlerdir okula gitmediğim için endişelenmiş," diye mırıldandım. "Ve anlatacağı dedikodular birikmiş sanırım... Eski erkek arkadaş, yeni sevgili muhabbetleri filan..."
Öyle rahat yalana başvuruyor, öyle huzurlu bir şekilde yalan söylüyordum ki bu beni rahatsız etti. Önceden etmezdi, Yankı'yı tanımadan önce. Ama şimdi konuştukça dünyanın en büyük suçunu işlemişim gibi hissediyor, onun tam gözlerinin içine bakarken, sayfa sayfa yalanlar döşerken bir an bile yüzümün kızardığını hissediyordum. Herkese yalan söylemek isterdim ama Yankı'ya istemezdim çünkü bu adil değildi.
Bana baktı, beni yine anlıyormuş gibi baktı ama bu sefer anlamasını istemediğim için bakışlarımı ondan kaçırdım çünkü yalanlarımı görürdü biliyordum.
"Anladım," dedi kısık bir sesle ve yalanıma ortak oldu. "O halde arkadaşını daha fazla endişelendirmeyelim, hemen okula gidelim de sen de onunla görüş."
***
Üzerime giydiğim kırmızı kazağımın eteklerini aşağıya çekiştirirken okuldan içeriye doğru giriyorduk. Eve gitmiş, hepimiz duşumuzu almış sonra hızlıca –daha çok benim hızlı olmamla- çıkmıştık. Yankı, Işık ve Lâl yanımdaydı; Mutlu ile Bartu ise okulun çıkışına geleceklerini söylemişlerdi. Yankı'yla defalarca metroda karşılaşmamıza rağmen bu sefer arabayla okula gelmişti. Nedenini soramıyordum çünkü dakikalardır benimle tek kelime konuşmuyor sadece hareketlerimi izliyordu.
Okula doğru bakarken nedense kendimi tuhaf hissetmiştim. Defalarca bu okulun içinde ona ulaşmak için çabalamış, bütün çabalarımda ellerim boş dönmüştüm ama Yankı, bütün bu çabalar umurunda değilmiş gibi davransa da hepsini benden daha fazla ezbere biliyordu, bunu bana açıkça göstermişti.
"Derse gitmeyecek misin?" Öylece durup etrafa baktığımı fark eden Yankı önüme doğru geçti. Koyu mavi oduncu gömleği giymişti, kollarını ise kıvırmıştı. Saçlarını yine dağınık bırakmıştı. Sakalları gün geçtikçe daha fazla uzuyordu, zamanı olmadığı için olsa gerek kesmeye fırsatı olmuyordu. "Hey," dedi ona dikkatli bir şekilde baktığımı fark ettiğinde. "Acele ediyordun şimdi öyle bekliyorsun, derse girmen gerek."
Işık da önüme geçti. "Hadi, Helin," dedi heyecanla. "Çok hevesliyim." Işık da olduğundan daha şık görünüyordu. Üzerine siyah dar bir bluz giymişti, altında koyu mavi kot pantolonu vardı ayaklarında ise topuklu botları. Benden beş altı santim daha uzun görünmesine neden olan botlarına baktıktan sonra gülümsedim.
"Gidelim, dev Işık," dedim alayla ardından gözlerimi Yankı'yla Lâl'e çevirdim fakat tam o anda Yankı'nın arka tarafında sigara içerek bizi izleyen Caner'i gördüm. Yüzümdeki gülümseme solduğunda, “Görüşürüz," diye mırıldandım.
Arkamı dönüp gideceğim sırada Yankı “Helin bu arada,” dedi, eliyle kolumu tuttu ve elektrik çarpmış gibi kolumu ondan çektiğimde başımı çevirdim. Ne olduğunu anlamayarak bana bakarken, elini havaya kaldırdı ve kafasını iki yana salladı. Cebinden bir telefon çıkarıp bana uzatarak, “Bu telefon senin," dedi düz bir sesle. "Bizimle iletişim kuracaksan bu telefondan kur, hat benim üzerime kayıtlı." Başımı sallayıp elinden telefonu aldığımda gözlerinin içine bakmamaya dikkat ediyordum, Caner'i de görmezden gelmek istiyordum ama onun oradaki ruh gibi varlığı beni endişelendiriyordu.
"Görüşürüz," dedim kuru bir sesle tekrardan.
"Neden öyle davrandın?" Işık'la beraber kampüse doğru adımlamaya başladığımızda cebimdeki kendi telefonum titriyordu, Caner'den mesaj geldiğine adım kadar emindim.
"Sadece irkildim," dedim kampüsten içeriye girerek. "Ani temaslardan pek hoşlanmıyorum da." Lafı değiştirmek istermiş gibi bakışlarımı ona çevirdim ve süzdüm. "Senin neden bu kadar şık olduğuna bir açıklaman var mı? Normalde salaş giyinmekten hoşlanıyorsun."
Işık, işaret parmağını dudağına bastırıp bana sus işareti yaptı ve dersimin olduğu sınıfa doğru beraber ilerlerken etrafı dikkatli bir şekilde inceledi. "Söylerim ama aramızda kalacak," dedi yalın bir sesle. Hızlıca başımı sallayıp onu onayladığımda etrafına baktı, birilerini arıyormuş gibi davrandı daha sonra kulağıma doğru eğildi. "Etrafta Mutlu'nun olmadığına emin olmaya çalışıyorum. Bugün kendime birini ayarlayacağım, Helin." Gözlerim şaşkınlıkla açıldığında ellerini kaldırdı. "Hayır, sakın tepki verme. Mutlu sanıyor ki ben ondan habersiz hiçbir şey yapamam, bir haftalığına iddiaya girdik. Görsün bakalım kardeşi Işık'ı."
"Işık..." dedim ve dudaklarımı birbirine bastırdım. "Gerçekten bunu yapmak istiyor musun? Kampüsümden kimsenin kalçalarına iğneler batsın istemem."
"Öyle bir şey olmayacak," deyip sırıttı. "Sen sadece benim seninle derse girmeme izin ver."
Derse girebilirdi, giremeyeceğini söylememin tek nedeni Caner ile konuşmak istememdi ama her türlü beni engelleyeceği için, “Şansımızı deneyelim," dedim ve sınıftan içeriye adımımızı attık. "Ama bak söylüyorum, benim sınıfımdakiler genelde kafayı Rus Edebiyatı'yla bozmuş tiplerdir. Bu hoşuna gider mi?"
"Bunların önemi yok," dedi gözlerini devirerek. "Sadece Mutlu'ya karşı iddia kazanmak istiyorum hepsi bu. Neden mi? Çünkü göt olacak."
Güldüm ve sınıfın içinde yürümeye başladık; yukarıya doğru çıkan sıralardan herhangi birine yöneldiğimde hemen yanımda Işık, keskin ve kısık gözlerle etrafa bakıyordu. Yanıma oturduğunda herkesin yüzüne tek tek bakmaya dikkat ediyordu, bir işmiş gibi öylesine ciddiydi ki "Işık bu kadar korkutucu bakma etrafa," diye mırıldandım. "Böyle bakarsan olmaz, bizi döver bu kız derler kaçarlar."
"Ne?" dedi ve yüzünü düzeltmek istiyormuş gibi acayip hareketler yaptı. Parmaklarını kaşlarını bastırdı, yukarıya doğru çekti sonra samimiyetsiz bir şekilde gülümsedi. "Böyle nasıl?"
Soğuk bakışlarına zıt olan gülümsemesini izlerken cevap vermek istedim ama tam o anda sınıfın içinde kahkaha sesi yükseldi. Başımı tahtanın olduğu tarafa doğru çevirdiğimde üç tane erkeğin el ele tutuşup daire yaptıklarını gördüm. Anlamaya çalışırken Işık da benimle beraber aynı noktaya baktı. Erkekler, bizim onlara baktığımızı fark ettiklerinde, “Mut," dedi bir tanesi içinden. "Lu," dedi diğeri. "Ga," diyen sonuncu kişi sırıttı. Üçü bir ağızdan, “Mutluga, Mutluga," dediğinde o çemberin içinden Mutlu çıktı ve ellerini iki yana açarak güldü. "Selam kızlar!"
Sınıftakiler kahkaha atmaya başladıklarında elimle ağzımı kapatıp şaşkınlıkla ona doğru baktım. "Yok artık!" dediğimde Mutlu, daire oluşturan çocuklara sarıldı ve Işık'a hareket çekerek yanımıza doğru yürüdü. "Işık ben doğru mu görüyorum?"
"Kahretsin," diye hırladı Işık. "Senin burada ne işin var Mutlu?"
Önümüzdeki boş yere oturdu ve kollarını önünde bağlayarak bize döndü. "İyilerin kraliçesi Mutluga karşınızda kızlar," dedi gülerek. "Işık kafa." Yüzünün aldığı hale bakarak gülmeye devam etti. "Gerçekten salak olduğumu mu sanıyorsun? Seni yalnız bırakacağımı filan? Gelinin kız kardeşi gibi süslenip okula geldin, yer mi Mutluga Prens bu numaraları?"
Işık öfkeyle, “Sen gerçekten berbatsın," dedi. "Ama bunlar hiçbir işe yaramayacak, kaybedeceksin."
Mutlu alayla kafasını sallayıp onu geçiştirdi. "Siz gelmeden önce sınıftaki herkesle konuştum, hepsi senin çamaşır suyu içiren bir sapık olduğunu biliyor."
İçeriye kadın öğretmen girdiğinde çatık kaşlarıyla sınıftaki herkese tek tek baktı ardından aynı öfkeli ifadesiyle masasına kuruldu. “En acımasız öğretmendir,” dedim. “Umarım bir sıkıntı çıkmaz.” Bakışlarım Işık ve Mutlu’ya döndü. “Yani umarım bir sıkıntı çıkarmazsınız.”
Mutlu, ellerini pes diyormuş gibi kaldırıp, “İkizim uslu durduğu sürece,” dedi. “Ben daima usluyumdur, Helinski. Derdini ona anlat.”
Öğretmenin derse geçeceğini önündeki kütle şeklindeki kitapları açmasından anladım. Ben de gelişi güzel çantama tıkıştırdığım kitapları ve defterleri çıkarırken bir yandan da cebimden telefonumu çıkarıyordum. Işık'ın göremeyeceği şekilde ekranı aydınlattığımda, yine onun ismiyle karşılaştım.
Caner:
O sokak çocuğunun sana dokunmasına izin vermedin. Akıllanmaya başlamışsın, Helin. Kızlar tuvaletinde seni bekliyorum, ikinci kapının arkasındayım. Burada kızlar dedikodu yapıyor, hemen gelmezsen bütün okul hakkında bilgim olacak.
Yüzümü buruşturdum ve mesaj yazmaya başladım.
Şu an gelemem, derse yeni girdim. Ayrıca yanımda sadece Işık yok, Mutlu da var. Kıvırcık saçlı olan. Sakın onu hafife alma, fazla akıllıdır ve dikkatlidir.
Caner:
Şu geri zekâlı, aralarında en fazla çocuğa benzeyen mi? Tek parmağımla döverim. Acele et.
Mesajı kapattım ve sertçe telefonu masaya koyduğumda Işık, başını çevirip bana baktı ama farkında değilmiş gibi hocanın anlattıklarına odaklanmaya çalıştım; aklımda dönüp duran bütün düşünceler, beni bekleyen gerçeği dile getiriyordu. İhanetin son düzlüğündeydim ve benden artık bir şeyler yapmamı isteyeceklerdi. Kabul etmek zorundaydım, reddetmek imkânsızdı ama belki başka bir yol da izleyebilirim diye düşünmeden edemiyordum.
"Hey, Helin," dedi Işık kısık bir sesle. "Şu iki ön sıramızdaki kumral adam. Dönüp dönüp bakıyor, göz göze geldiğimizde bana gülümsedi. Onu tanıyor musun?"
Başımı eğip o tarafa baktım ve daha önce görmediğime kanaat getirip, “Hayır," diye mırıldandım. Kumral saçları, açık renk gözleri vardı. Boyu uzun görünüyordu, iki yanağındaki gamze gülümsemediğinde bile ortaya çıkıyordu. Fazlasıyla iri vücudu elbette Bartu'yla yarışamazdı ama kuvvetli görünüyordu. "Işık, bence boş ver. Mutlu fark ederse fena olur."
"Umurumda değil," dediği anda kumral adam tekrardan dönüp Işık'a baktı ve hafifçe tebessüm etti. Işık, bunun arkasından ona daha geniş bir şekilde gülümsediğinde bir anda önümdeki defteri aldı. "Mutlu görmeden, hızlı olmam lazım," diye fısıldadı. Kalemi de elimden çektiğinde hızlıca beyaz sayfaya büyük ihtimâl kendi numarasını yazdı ve defteri adama karşı havaya kaldırdı. Adam ilk başta afalladı, kaşları havaya kalktı ardından gülerek cebinden telefonunu çıkardı ve Işık'ın verdiği numarayı kaydetti.
"Yuh," dedim şaşkınlıkla. "Sen gerçekten çapkınmışsın ya."
Adam, dudaklarını oynatarak, “Teşekkür ederim," dediğinde Mutlu'nun başı adama doğru döndü ardından bir anda bize baktı fakat Işık, öyle hızlı bir şekilde defteri önüme attı ki Mutlu bunu fark etmedi.
"O güneşte fazla yanmış gibi görünen salatalık sana mı teşekkür etti?" diye sordu Işık'a kıskançlıkla. "Eğer öyleyse onu salatanın içine doğrarım."
"Hayır," dedi Işık düz bir sesle ve omzundan Mutlu'yu itekledi. "Önüne bak, sen buradayken birisiyle nasıl flört edebilirim ki?"
Mutlu'nun gözleri bu sefer de bana döndü ama ellerimi kaldırdığımda, “Ben hiçbir şey görmedim," diye karşılık verdim. "Ders dinliyorum, suçsuzum."
"Helinski," dedi sinirle. "Eğer bana doğruları söylemezsen bir parti verir, Yankı'ya âşık bütün kadınları çağırırım. Hepsine turkuaz iç çamaşırı hediye eder, partiyi de turkuaz külot partisi haline getiririm. Duydun mu?"
"Mutlu," dedim ellerimle yüzümü kapatarak. "Lütfen beni araya sokma, hiçbir şey görmedim diyorum."
"Ben gördüm." Mutlu'nun yanında oturan kısa, gözlüklü kız kaşları çatık bir şekilde bize baktı. "Yalan söylüyorlar. O kumral adam, okulun en havalılarındandır. Herkesi düşürmeye çalışır, iki gün birlikte olur ayrılır. Az önce senin kardeşine bakıp gülümsedi sonra her ne olduysa ona teşekkür etti."
Mutlu öfkeyle bize doğru döndüğünde ikimiz de birbirimize bakıp sırada aşağıya doğru kaydık ve Işık, gözlüklü kızın yüzüne doğru silgi attı. "İşte şimdi bittiniz," dedi Mutlu ve telefonunu çıkardı. "O yanık salatalığı mahvedeceğim, Işık senin ışığını söndüreceğim, Helinski turkuaz külot partisine hazır ol."
Telefondan birilerine mesaj attı ardından birini arayarak kulağına götürdü. Birkaç saniye bekledikten sonra, “Bartukıç Sarcaios," dedi nefesini vererek. "Beklediğimiz son gerçekleşti. Kod adı salatalık, Işık'a yürüdü. Işık da karşılık verdi." Bekledi ve gözlerini açtı. "Dur, koşarken kimi düşürdün? Ne hocayı mı? Kaldır onu!" Yüzümüze döndü. "Edebiyat sınıfı, A6 dersliği. Grey'im yetiş, adam kocaman. Beni makas gibi açıp açıp kapatır bu."
Telefonu kapattığında işaret parmağını bize salladı sonra boğazına götürüp bittiniz siz hareketi yaptı. Işık, tedirginlikle telefonunu eline aldı. "Kahretsin, şarjım yok," diye inledi. "Helin, hemen Lâl'e haber ver, buraya gelsin. Ve Yankı'yı da çağır. Olay çıkacak."
"Kahretsin," dediğimde Yankı'nın bana verdiği telefonu çıkardım ve ekranı aydınlatmak için tuşa bastığımda karşımda gördüğüm görüntüyle gözlerim kocaman açıldı. Yankı, ekrana aylar öncesine ait beni gizlice çektiği bir fotoğrafı koymuştu. Aslında özçekimdi. Kantinde çekilmiş bir fotoğraftı. Yankı çekmişti, arkasında masada oturan ben görünüyordum. Üzerimde simsiyah bir elbise vardı, simsiyah bir makyaj. Dudaklarımı büzmüş Yankı’nın sırtına bakıyordum, fotoğraf çekildiğimden habersizdim. Yankı’nın dikkatini çekmek için taktığım başka bir maskeydi ve fotoğrafta gülümseyen Yankı’yı gördüğümde bunun hoşuna gittiğini anladım.
Ah. Siyahlar.
Hızlıca rehbere girdim ve sadece beş kişinin kayıtlı olduğunu gördüm. Bartu Sarca, Mutlu Sarca, Işık Sarca, Lâl Sarca ve... Yankı, değil LİDERİN.
Büyük harflerle, LİDERİN.
Adına tıklayıp mesaj atmaya başladım.
Yankı, bu fotoğraf da neyin nesi? Sen gerçekten delirdin mi? Bu fotoğrafı nasıl çekebilirsin? Hem "LİDERİN" de ne demek?
Hızlıca Lâl'in adına geldim ve ona yazmaya başladım.
Lâl, hemen edebiyat A6 dersliğine gelmen gerekiyor. Bartu, bir adamı mahvedecek, sadece sen engel olabilirsin.
Mesajı gönderdiğim anda üstten Yankı'nın mesajı düştü.
LİDERİN:
Nasıl mı fotoğrafını çekebilirim? Elbette "LİDERİN" olarak.
"Helin," diye inledi Işık bana doğru. "Yankı'yla flört mü ediyorsunuz sahiden?" Başımı çevirdiğimde mesajları okuduğunu gördüm. "Onu buraya çağırır mısın?"
Kafamı hızlıca aşağı yukarı salladım ve tekrardan mesaja döndüm.
Sana laf yetiştirmekle, baş kaldırmakla uğraşırdım ama yeri değil. Birazdan sınıfta olay çıkacak, Bartu geliyor. Edebiyat, A6 dersliği. Hemen gel, "LİDERİM OLMAYARAK YANKI!"
Bir anda sınıfın kapısı çalmaya başladı ve öğretmen gir demeden, kapı sertçe açıldı. Bartu’yu gördüğümde gözlerim kocaman açıldı ve Işık hızlı bir şekilde ayağa kalktı. Mutlu ise ellerini birbirine çarparak, “Bro Sarcaios,” diye mırıldandı. “Adamım benim.”
“Pardon?” dedi öğretmen kaşları çatık bir şekilde.
Bartu, bizim yüzümüze baktı sonra Mutlu’yla gözleri kesişti. Mutlu, kumral adamı gösterdiğinde onaylayıp, “Hocam rahatsız ediyorum,” dedi Bartu ardından cüzdanını çıkardı ve havaya kaldırıp bir şey gösterdi sonra hemen indirdi. “Ben polis memuru Seyfi Kurtuluş,” diye mırıldandı. “Bir öğrenciniz için soruşturma açılmış bulunmakta. Kendisini karakola götürmek zorundayız.”
Sınıftaki herkes birbirine baktığında ve kendi aralarında konuşmaya başladıklarında Işık alnına sertçe vurdu. “Hangi öğrencim?” diye sordu öğretmen sakin bir sesle. “Ve sakıncası yoksa nedenini öğrenebilir miyim?”
Bartu öğretmenin sorusuna cevap vermeden kumral adamın yanına doğru ilerledi ve tepesinde dikildi. İlk önce etrafına bakan adam sonra kaşlarını kaldırdı. Korkmamıştı, bu bana alışkın olduğunu hissettirdi. Şımarık bir edayla, “Yine ne yaptım?” dedi. “Avukatım olmadan hiçbir yere gelmem.”
Bartu, masanın üzerini ellerine koydu, adamın yüzüne doğru eğildi. “Eğer şimdi benimle gelmezsen,” diye kısık sesle soludu. “Avukata değil, doktora ihtiyacın olacak.”
“Anlamadım?” Kaşları havaya kalktı.
Bartu sanki tahminlerinde yanılmıyormuş gibi “Narkotik,” dedi dişlerini sıkarak. “Yeterli mi?”
Adam yutkundu, kaşları daha fazla havaya kalktı sonra çevresine baktı ardından ayağa kalkıp eşyalarını toplamaya başladı. Bartu, kollarını önünde bağlayıp onu beklerken ben de ayağa kalktım, sonra da Mutlu.
“Size ne oluyor?” dedi öğretmen bize ama aldırış etmeden ikimiz de eşyalarımızı toplayıp Bartu’yla adamı beklemeden sınıftan çıktık, arkamızdan Mutlu da geldi. Öğretmenin arkamızdan söylendiğini duyabiliyordum ama herkes o kadar şaşkındı ki kimse bir şey yapamıyordu.
Birkaç dakika sonra Bartu, kumral adamla beraber sınıftan çıktı ve onu yakasından tutup yürütmeye başladı, biz de peşlerinden ilerledik. "Sen misin benim kardeşime yan gözle bakan lan?" diye sordu Bartu en sonunda.
“Türk erkeği birinci cümle,” dedi Mutlu gülerek. “Yaklaşıyor yaklaşmakta olan.”
“Ne?” dedi kumral gözlerini açarak. “Nasıl yani?”
Bartu, kumral adamı okulun dışına çıkardı ardından onu bir duvara dayayıp ellerini yakasına geçirdi. "Sen kimsin lan?" dediğinde hemen hemen aynı boyda olduklarını gördüm. "Seni cacık yapar, üzerine afiyetle yerim. Sen kimsin?"
"Sen kimsin mi?" Mutlu eliyle alnına vurdu. "Türk erkeği ikinci cümle, süpersin Bartu’m!"
Aralarında itişme başladığında onların olduğu tarafa doğru yürüyüp, “Bartu, sakin ol!" diye bağırdım. "Hiçbir şey olduğu yok."
Kumral adam Bartu'yu itekledi. "Asıl sen kimsin lan böyle posta koyabiliyorsun?" Gözleri bize doğru döndü. İlk başta gülümsedi sonra rahatlamış bir nefes verdi ardından kaşları çatıldı. “Polis değilsin, değil mi?” diye sordu.
"Sürpriz amına koyayım," dedi Bartu ve onu bir kez daha itekledi. “Polis olmam için dua etmene son birkaç dakika kaldı.”
"Bartukıç'ım!" diye haykırdı Mutlu. "Döv onu, parçala. Onu salatalıktan cacık, patlıcandan karnıyarık yap. O beni dövmeye çalıştı, ah bacağım, bacağıma bıçak sapladı! Koptu, diktim tekrardan!"
"Mutlu abartma!" dedi Işık. "Yalan söyleme!"
Kumral adam neler olduğunu anlamadı ama ilk atak ondan geldi. Bartu'nun karnına yumruk attığında, Bartu geriye doğru sendeledi ardından, “Bittin sen,” dedi ve bu kez de o sert bir yumruğu adamın yüzüne geçirdi.
Ben ve Işık onları ayırmak için hamle yaptığımızda ise boşaydı, çoktan birbirlerine girmişlerdi.
Bir anda Mutlu, arkadan adamın sırtına zıpladığında kafasını tuttu. "Sen kim oluyorsun da benim kardeşime o çirkin ağzını oynatarak teşekkür ediyorsun ha?" Bir anda adamın sırtını ısırdığında gözlerim kocaman açıldı, adam haykırdı. "Seni mahvederim yanık kafa!"
Işık, bana dönüp, “Lâl, mesaja cevap vermedi değil mi?" diye sordu. Başımı aşağı yukarı salladım. "Git ve onu bul! Bartu'yu sadece o sakinleştirebilir!" Sakinleşecek gibi görünmüyordu. Seslere terasta oturan birkaç kişi bile seyirci olmaya başlamıştı ayrıca pencereden de öğrenciler bakmaya başlamıştı.
"Tamam," diye bağırdığımda hızlı adımlarla koştum ve büyük alana çıkacağım sırada birisi kolumdan sertçe çekip beni hemen yan taraftaki yangın merdivenine itekledi. Gözlerim Caner'in ela gözleriyle karşılaştığında, “Ne yapıyorsun," diye hırladım. "Ödüm patladı!"
"Bütün bu sokak çocukları bir an olsun birbirinden ayrılmaz mı lan?" diye sordu bana. "Sürekli olay, sürekli birlikteler. Seni hiç yalnız yakalayamayacak mıyım?"
Başımı eğip birkaç metre ilerideki kargaşaya baktım ardından onu daha fazla görünmeyeceğimiz bir yere çekip, “Çabuk söyle," diyerek kaşlarımı çattım. "Lâl'i bulmam gerekiyor yoksa okul karışacak."
Mutlu'nun çığlık sesleri geliyordu, Bartu'nun hırlamaları ve Işık'ın ağlamaklı sesi. Kumral adam ise küfürler savuruyordu. "Sana verilen sürenin sonuna gelindi," dedi net bir şekilde. "Elimize bir şeyler vereceksin değil mi? Eğer vermezsen neler olacağını da biliyorsun."
Önümde bağladığım kollarımı ayırdığımda gözlerim tekrardan kargaşanın oraya yöneldi ve verebileceğim bir cevabım olup olmadığını düşündüm; Caner de bunu hissetmiş olacak ki kaşlarını çatarak yüzüme bakmaya devam etti. "Sanırım veremeyeceğim," diye mırıldandığımda gözlerim ona döndü. "Onlar hakkında hâlâ bir şeyler bilmiyorum. Bana sırlarını açmıyorlar."
Caner, bir anda sertçe kolumdan tuttu ve beni kendine doğru çekti. "Senden sırları isteyen kim? Senden gerçekleri istiyoruz. Sanıyor musun ki bu saatten sonra sadece bir dayakla kurtulacaksın. Ekip hayatını karartmaya çalışacak, Helin. Geçmişini unutma."
Kolumu ondan kurtarırken, sertçe omzundan itekledim. "Sakın, bir daha bunu yapma." Dişlerimi sıktığımı ve öfkemi yeni fark ediyordum. "Karşında eski Helin yok artık." Bu cümleleri bana kurduran neydi?
"Eski Helin yok mu?" Beni baştan aşağı süzdü. "Tam bir sokak çocuğuna dönüştüğünü kabul ediyorsun yani ama sen tam olarak eski Helin'sin. Sadece maskeni çok sevdin, o kadar." Alayla güldü. "Bize bu gece onlar hakkında bir şeyler vereceksin, Helin. Yoksa seni mahvedecekler." Çenemi tutmak istediğinde geriye doğru kaçıp ondan kurtuldum. "Ayrıca o götünde dolaştığın sokak çocuklarının liderinin nasıl bir geçmişi olduğunu da tahmin bile edemezsin. Zamanımız tükeniyor, Patrona ulaşmamız gerekiyor."
Cebimdeki Sokak Nöbetçileri'ne ait olan telefon titremeye başladığında çıkarıp ekrana baktım ve LİDERİN yazısını gördüm.
"Liderin mi?" diye sordu Caner. "O senin liderin mi oldu? Bunu kabullendin mi? Sen? Helin? Birinin üstünlüğünü kabul mü ettin?"
Telefonu meşgule attıktan sonra, “Lider değil, Patron yazsaydı daha az şaşırırdın herhalde?" dedim düz bir sesle. "Ayrıca emin ol, bana sizden daha fazla iyiliği dokunmaya başladı."
"Ne gibi?" dediğinde kargaşadaki seslerin yavaş yavaş sustuğunu fark ettim. O tarafa doğru yeniden baktığımda telefonum yine titredi ve Caner kolumdan tuttu. "Ne gibi, dedim."
Kolumu ondan kurtarıp, “O Yankı Sarca," dedim ve kapıya yürümeye devam ettim. "Ve sen onu tanımıyorsun."
“O Yankı Sarca,” dedi söylediğimi tekrar ederek. “Ve sen de onu tanımıyorsun, nasıl bir adam olduğunu bilmiyorsun.”
Onu duymazdan gelip tartışmanın olduğu tarafa doğru yöneldiğimde, “Bu gece," diye bağırdı arkamdan. "Bu gece kendi isteğinle bize gelmezsen biz değil, sen yanacaksın, Helin."
"Öyle mi?" Başımı ona doğru çevirdim, kaşlarımı kaldırdım ve dudaklarımdan, “Yanayım o halde," döküldü. "Çünkü kendimi daha az umursuyorum artık."
“Sana daha fazla zarar verecekler,” dedi bir kez daha.
“Versinler,” dedim korkusuzca.
“Seni o çukura yeniden itecekler,” dedi bu kez.
“İtsinler,” dedim yine korkusuzca.
“Aptal,” dediğinde köşeyi dönmek üzereyim. “Onlar da zarar görecek ve bu senin yüzünden olacak. Kendi ellerinle onun ölümünü yazıyorsun.”
Yine korkusuzca cevap vermek istedim ama yapamadım. İç sesim, onları koruyacağını söyledi ama bunu bile dile getirmedim. Ne olacaksa olsundu artık.
Ondan tamamen uzaklaştığımda yine telefonum titredi ve Yankı'nın aradığını gördüm. Açıp kulağıma götürdüğümde sakin bir sesle, “Neredesin?" diye sordu ama arkada bağırış sesleri vardı, Işık ile Mutlu kavga ediyordu. "Hemen gitmemiz gerek."
"Geliyorum," deyip kampüsün arka kapısına doğru koşmaya başladım. "Siz neredesin?"
"Arka kapıdan çık." O söylemeden zaten bunu yapmıştım. "Bahçede köşedeyiz, seni bekliyoruz."
Daha hızlı koştum ve kapıdan dışarıya çıktığımda ön kapıdan içeriye doğru giren gerçek polis üniformalı adamları gördüm. Şaşkınlıkla bahçenin köşesine doğru giderken gözlerime ilk önce Bartu ulaştı ardından hepsini birden gördüm.
Yanlarına vardığımda Işık ve Mutlu hararetli bir tartışmanın içinde gibilerdi. Lâl Bartu'nun önünde durmuş, elleri karnında onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Dudağının kenarı kanıyordu, yanağında kızarıklık vardı. Yankı beni gördüğünde, “Neredeydin," diye sordu düz bir sesle. Onun da üzerindeki gömleğinin bazı düğmeleri kopmuştu, büyük ihtimâl ayırmaya çalışırken olmuştu.
"Lâl," dedim nefes nefese ve yutkundum. "Onu bulmaya gitmiştim ama o çoktan gelmiş."
"O salatalık tipli sana niye teşekkür etti?" diye sordu Mutlu Işık'a. "Ona öpücük mü attın yoksa?"
"Sana ne!" Işık öfkeliydi ama Mutlu yine keyifli görünüyordu. "Düş yakamdan ya! Ben de evleneceğim, aile kuracağım, çocuklar yapacağım. Geleceğimi niye engelliyorsun!"
"Rüyanda görürsün." Mutlu orta parmağını gösterdi. "Senin ailen de çocuğun da benim işte. Evlenemezsin ya."
"O herifi parçalara ayıracağım." Bartu öfkeyle nefesini veriyordu. "Kendine çok güveniyordu, bana yumruk attı. İnanabiliyor musunuz? Yumruk attı."
"Bartu," dedi Yankı gözlerini devirerek. "Ne yapmasını isterdin? Yumruklarını öpmesini mi? Adamın burnu kırılmış. Rapor alsa seni süründürür."
"Helinski," dedi Mutlu sinirle. "Sen böyle bir şeye nasıl izin verirsin?"
Kafamı iki yana sallayıp, “Çok abartıyorsunuz," diye karşılık verdim. "Beraber çıkıp bir kahve içmesinden ne olacak ki?"
"Bu kız taktı çıkmaya," diyen Mutlu Yankı'ya baktı. "Şunun ağzından burnundan kulağından kahve damlat da kendine gelsin ya." Bartu'ya döndü. "Biliyor musun, Helin de Işık da benden gizledi, yanımda oturan kız bana her şeyi anlattı. Bunları da silkelesene hadi."
Bartu'nun gözleri öfkeyle ikimize döndüğünde bir süre yüzümüze baktı sonra Yankı'ya döndü. "Bu aralar, bu grupta bir şeyleri gizlemek moda oldu," dedi. "Başlangıcı sen yaparsan, devamı da böyle gelir."
Lâl, Bartu'nun yüzüne bakmaya çalıştı ama Bartu ona bakmıyordu. "Bir şeyleri gizlemek?" dedi Yankı Bartu'ya. "Neyden bahsediyorsun? Yine içinde tuttuğun neyi dökeceksin Bartu?"
Bartu'nun koyu gözleri bana döndüğünde neyi kastettiğini aslında hepimiz anladık ama Yankı açıkça dile getirmesini istedi. "Tankut'un sana Helin hakkında söylediği her neyse," dedi çenesini havaya kaldırarak. "Önder'e söylemek istemedin, anlarız tamam ama bize söylemek zorundasın çünkü o her an bizim içimizde, bilmek hakkımız."
Nefesim kesildiğinde ve gözlerim Yankı'nın profiline kaydığında Lâl, kafasını iki yana sallayarak Bartu'yu susturmak istedi ama artık her şey için çok geçti. Bartu, bana karşı olan şüphelerini, öfkelerini tüketmemişti. Bunu zaten yapmayacağını bana her fırsatta belli etmiş hatta söylemişti ama şimdi tekrardan yine dile getiriyordu.
Fevri Bartu Sarca, istediği anı bulmuştu.
"Sizi ilgilendiren bir şey yok," dedi Yankı boğazını temizleyerek. "Hiçbirimizi ilgilendiren bir şey yok. Tankut'un söylediği benim içimde, Tankut'la beraber de denizin dibinde çürüyecek."
"Neden?" diye sordu Bartu öfkeyle ve dişlerini sıktığını gördüm. "Bana nedenini söyle. Onu neden koruyorsun?" Dudakları kinini kustu. "Çünkü her ne duyacaksak bu ona daha fazla güvenmememize neden olacak değil mi? Sen bile bile sırf ondan etkileniyorsun diye onun gerçek yüzünü gizlemeye çalışıyorsun belki de."
Lâl, Bartu'nun yüzünü elleri arasına almak istedi ama Bartu ondan kaçarak geriye doğru gitti. Yankı, derin bir nefes aldıktan sonra gözlerini kapattı ve nefesini tekrardan verdiğinde gözlerini açtı. "Saçmalamayı kes," dedi sakin bir sesle. "Ben size zarar verecek bir şeye neden izin vereyim?"
"Çünkü onun için," dediğinde beni gösterdi. "Tankut, Helin hakkında bir şeyler biliyor. Tankut ve Helin arasında nasıl bir bağlantı olabilir ki? Düşünüyorum, anlamaya çalışıyorum ama aklım almıyor. Sana ondan daha fazla şüpheleneceğimiz bir şeyler verdi, değil mi?"
Bu zamana kadar Bartu Sarca bana ne söylediyse her seferinde haklıydı. Evet, sert bir üslubu vardı, evet, kalp kırmak onun için çok basitti ama bu üçüncü bana yaptığı haksızlıktı. Aynı konuda üçüncü haksızlığıydı. Suçlu olduğum konularda boynumu onun önüne indirir, baltayı saplamasına izin verebilirdim fakat şimdi tamamen suçsuz olduğum halde beni yine berbat bir konuyla suçluyordu.
Orada, acı çeken geçmişim, Tankut'un dudaklarının arasından çıkmıştı; Yankı o geçmişimdeki sırrı avuçlarının içine almış, saklamış ve denize atmıştı. Bartu ise o acı çeken geçmişimi ayaklarının altına alıp, ezmek istiyordu.
"Yeter," dediğimde Bartu'nun karşısına geçtim ve öfkeyle bağırmaya başladım. "Anlatmıyor, anlatamaz çünkü Tankut benim bir sırrımı Yankı'ya verdi ve Yankı bu sırrı benim için saklıyor! Ne sanıyorsun? Tankut'la iş birliği içinde olduğumu mu?"
"Tankut sırrını mı biliyor?" dediğinde aramıza giren Lâl'i elinin tersiyle itekledi ve Lâl, sarsılarak geriye doğru çekildi. "Birine sırrını verdiysen o kişi senin yakınındır. Tankut'la nasıl bir yakınlığın vardı?"
Ellerimi saçlarıma geçirip, “Bilmiyorum!" diye haykırdım. "O benim en büyük korkumu biliyor ama nasıl bildiğini bilmiyorum!"
Bartu alayla güldü, dudağının kenarındaki kanı elinin tersiyle sildi. Yankı'ya döndüğünde, “Bu söylediğine inandın mı?" diye sordu. "Sen bu kızdan etkilenmeye başladıkça aptallaştın."
Birkaç adım attıktan sonra onu sertçe itekledim ve hırsım, öyle bir kuvvete dönüşmüştü ki onun arkasındaki ağaca çarpmasına neden oldum. "Evet inandı çünkü o Yankı!" dediğimde öfkeden gözlerimin dolduğunu hissediyordum. "Ve sen hiç kimse için Yankı olamayacaksın! Neden mi? Çünkü anlayışsız pisliğin tekisin." Onun cümleleriyle, onu vurmuştum; bir sır, başka birinin sırtına bu şekilde saplanırdı. Tankut da benim sırtıma saplamıştı.
Bartu'nun gözlerine kırgınlığın ulaştığını gördüğümde kibirle gülümsedi ve üzerime doğru yürüyeceği sırada bir anda Yankı önüme geçip beni arkasına aldı; Bartu'yla karşı karşıya geldiler. "Tankut'la nasıl bir yakınlığın olduğunu anladım sanırım," dedi Yankı'nın gözlerinin içine bakarak. "Sırlarınızı nerede paylaştığınızı da."
Öfke. Kin. Nefret. Bu üç duygu insana öyle cümleler kurdururdu ki ne sırta giren bıçağın acısı bunu tanımlayabilirdi ne de yanan ateşin parçaladığı beden. Yankı, ellerini arkada birleştirdi, yumruklarını sıktı ve Bartu'nun yüzüne bakarak, “Sus," dedi sadece. "Sus."
"Bana vuracak mısın?" diye sordu Bartu Yankı'ya. "Ellerini birbirine kelepçeleme kardeşim, seni tanıyorum."
"Sus," dedi bir daha Yankı, yumruklarını daha fazla sıktı. "Beni tanıyorsan sus."
Yankı benim önümdeydi, beni kendi kardeşinden korumaya çalışıyordu ama cümleler, fiziksel şiddetten daha acıydı. Bartu'nun söyledikleri, benim zihnimde gizlediğim bir acıyı, kanattı. O kan akarken, gözümden bir damla yaş düştü; o yaşın kan olabileceğini bile hissettim.
Elimin tersiyle yanağımdaki yaşı sildiğimde baktım ve kan rengi olmadığını gördüm ve daha kötüsüyle yüzleştim. İçim kanıyordu, zihnimdeki acı, içimi kanatıyordu. Kendime bile itiraf edemediklerimi, Bartu bana itiraf etmişti.
Yankı'nın arkasından çıktığımda Bartu'nun yüzüne baktım ve başka bir yaşın daha yanağımdan süzüldüğünü hissettim. Mutlu bana doğru yaklaşmak istediğinde elimi kaldırıp onu durdurdum. "Tankut benim en büyük korkumu, kırmızı ışıklı odamı biliyor, Bartu," dedim tek nefeste. "Bilmiyorum belki de haklısındır. Sırrımı, tam da düşündüğün gibi öğrenmiştir çünkü ben çok küçüktüm." Elimi aşağıya doğru indirdim. "Şu kadarcıktım. Şu kadarcık bir çocuğu suçluyorsun ve ben o çocuğun suçlu olduğunu zaten biliyorum."
Yankı, başını önüne eğdiğinde gözlerini kapattı ve çenesini sıktığında belirginleşen kemikleri açığa çıktı. Bartu'nun verebileceği bir cevabı var mıydı, yüzüme nasıl bakıyordu, bilmiyordum ama ben ona bakmayı es geçerek Yankı'ya döndüm. "Gördün mü?" diye sordum ona. "Anladın mı beni? Ben o çocuğu hiçbir zaman sevmeyeceğim, Yankı. Sen sevsen de ben o çocuğa sarılmayacağım. Ben o çocuğu artık kurtaramayacağım."
"Helin," diyen Işık'ın sesi titriyordu. Ama onu da elimi kaldırıp susturdum ve yaşları sildim. Yankı'nın elinde tuttuğu arabanın anahtarlarını sertçe alarak park ettiği yere doğru ilerledim ve arkamdaki bakışlarını bile görmezden geldim. Arabanın kilidini açarak ön koltuğa değil, arka koltuğa oturduğumda kapıyı da arkamdan sertçe çarptım.
Yanıma birisi oturdu, o birisi benim çocukluğumdu ve bakışlarımı ona çevirdiğimde gülümsediğini gördüm. Korkutucu bir gülümsemeydi, adil olmayan bir gülümsemeydi, bana kötü bir insan olduğumu hatırlatan bir gülümsemeydi; o gülümseme kırılan kalbimden akan zehirin gülümsemesiydi.
Ben kötü birisiydim.
***
Elimde tuttuğum kalın kapaklı günlüğe bakarken gözlerim üzerindeki isimde geziniyordu. Geceydi, evdeki herkes uyuyordu ve ben dış kapının önünde durmuş, dakikalardır günlüğü izliyordum. İçimde tarifi olmayan bir öfke vardı, tarifi olmayan bir nefret ve tarifi olmayan bir korku. Bu korkum kendime değil, kaybedeceklerimeydi ama artık hiçbir şey umurumda değildi.
Elimi kalbime doğru götürdüğümde bir parça umut, bir parça şefkat, bir parça sevgi aradım. Parmaklarımın ucuna dokunsunlar istedim, dokundukları yerden beni iyileştirsinler istedim ama her dokunduklarında iyi olanlar da kötülüğe dönüştü.
"Sen kötü birisin," dedim kendime fısıldayarak. "Biz kötü biriyiz. Biz suçluyuz. Biz her zaman suçluyduk."
Günlüğü tutan elim ne kadar titrerse de titresin bu umurumda olmadı. Dizlerim de öyle ve sesim de. Bu sefer Yankı'nın yanına gidip titremelerimi ona göstermek, geçirmesini dilemek istemedim. Titresin istedim, korkayım istedim, kötülüğün içinde korkularımla kendimi yok edeyim istedim.
Her zaman başka bir yol vardır, diyordu Yankı Sarca. Yol olmadığı zaman kendi yollarını çizersin. Ben yollarımı çizebilecek kadar yetenekli değildim bu yüzden onun çizdiği yolda yürüyordum.
Adımlar atarken, gözlerim tepemdeki sokak lambalarına kayıyordu. Onları benim yoluma Yankı Sarca koymuştu, karanlığımı aydınlatsın diye. Ben birazdan, umut olsun diye yaktığı sokak lambalarını tek tek söndürecektim; kapkaranlık yolun ortasında yalnız kalacaktım.
Ben o yoldan geri dönerken, boş elimle yere bir damla kan dökecektim damarlarımdan, karanlık yola ihanetin ilk lekesini bırakacaktım.
Yankı Sarca gelecekti, karanlık yolumu görecekti; sokak lambalarını tekrardan aydınlatmak isteyecekti ve lekeyi gördüğünde anlayacaktı.
Ben ihanet etmiş olacaktım.
Dış kapıyı açtığımda adımlarım sağlam, başım dikti. Sıkıca tuttuğum elimdeki günlüğüm titrese de gözlerim sabit, ifadesizdi. Helin Aktan, tam olarak bu kadındı. Caner'e söylediğim tamamen yalandı, yeni fark ediyordum. Ben hâlâ eski Helin'dim.
Peki ya neden canım yanıyordu? Neden kalbim acıyla kasılıyordu? Ben o yolda bir damla kan akıtmak istiyordum ama nedense kan kaybından ölecekmişim gibi geliyordu.
İhanete alışıktım, etmeye de edilmesine de. Peki ya neden şimdi onların sırtına saplayacağım bir kurşunun, ilk önce benim sırtımdan geçtiğini hissediyordum.
Ben neden kendi çocukluğumu haklı çıkarmak isterken, Sokak Nöbetçileri'nin çocukluğunun ellerini bıraktığımı hissediyordum?
Ben neden mahvoluyordum?
Ben neden yeni tanıştığım Helin'i öldürürken, kalbimin de eskisi gibi atmayacağını düşünüyordum?
Ben neden ölüyordum?
Köşede duran Caner'le gözlerimiz kesişti. Adımlarım daha fazla hızlandı, yol ayağımın altında titredi, gökyüzü titredi, rüzgâr saçlarıma dokunduğunda bu sefer şefkatle okşamadı.
Hayat, üvey evladının sırtından itekledi; öz evladının saçlarını okşamayı bıraktı.
Ben hayata arkamı döndüm.
Onun yanına vardığımda gözlerimin içine baktı dikkatli bir şekilde. Gülümsemesini, zafer kazanmasını bekledim ama yüzüme dikkatli bir şekilde bakarken, “Çok kötü görünüyorsun," diye fısıldadı. "Ağlamışsın, gözlerin şişlikten görünmüyor gibi."
"Önemi yok." Sesim kısılmıştı, konuşmak da istemiyordum zaten. Bakışlarım elimde tuttuğum günlüğe kaydı, onun gözleri de benimle beraber günlüğe döndüğünde şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı.
"Onların günlüğünü mü getirdin?" diye sordu, bu kadarını beklemiyordu.
"Sadece birisinin," dedim düz bir sesle. "Yalan söyledim, Caner. Ben hâlâ eski Helin'im." Günlüğü havaya kaldırdım, gözlerimi kapattım ve o yolun içinde yürümeye başladım. Ben adım attıkça arkamdaki sokak lambaları tek tek patladı. "Ben vazgeçmeden bunu al."
Gözlerimi açmamı bekledi ama açmadım. O karanlık yolun ucundaki çocukluğuma bakarken, aynı gülümseyen ifadeyle beni izlediğini gördüm. O bana ihanet etmişti, ben kendime etmiştim. Sonra durmuştum; ihaneti kanıma karıştırmıştım.
Ben bir annenin doğurduğu evlat değildim, ben ihanetin doğurduğu evlattım.
"Kimin günlüğü?" diye sorduğunda gözlerimi açtım. "Kendini buldun sonunda," diye mırıldandı. "Sen busun, sen her zaman bu oldun."
"Ben buyum," dediğimde günlüğe bakışlarım kaydı. Üzerinde yazan isime bakarken bu canımı daha fazla yaktı. Bartu Sarca'nın canını, Bartu Sarca yakamazdı, onu bu kadar tanıyabilmiştim. "Göz bebekleri," dediğimde bir anda o yoldaki bütün sokak lambaları yüksek bir ses çıkararak patladı. Kendi canımı, öfkem yakamazdı. Kendi canımı, vicdansızlığım yakabilirdi. "Lâl Sarca'nın günlüğü."
Paragraf Yorumları