Helin Aktan'ın güncesinden...
27.11.2019
Günlüğe unutmamak için yazdığım, yazacağım anılar daima gülümsetmek zorunda mı Yankı? Gözlerinin içine bakarak bu soruyu soramadığım için üzgünüm.
Ama seninle güzel günleri yaratacak, o güzel günleri hep aklımızda tutacaktık, hatırlıyorsun değil mi?
Bu satırlara bakarken tek bir şeyi unutmak istemiyorum; güzel bir günü değil, hayatımın en kötü günlerinden sadece biri ama en unutulmazı.
Beni kovdun.
Ben senden kovuldum.
Benim evimi, soğuk bodrum katı sandın ama unuttuğun bir şey vardı: sana itiraf edemediğim bir şey. Benim evim hiçbir zaman olmadı.
Ve sen beni, ait olduğumu söylediğin o sokaktan bir kez kovdun.
Ben değil senin sokaklarına, kendime bile ait olamadım o andan sonra.
Ve benim kendime ait sokağım bile olmadı.
"Altıncı Sokak Nöbetçisi, Helin"
Üzerini karaladım.
"Sadece Helin"
***
Yankı Sarca'nın güncesinden...
27.11.2019
Onu izledim. Titreyen ellerini, dizlerini, korktuğu zamanlar ürkek bakan gözlerini. Bir Yuva'nın depremini izledim, o depremi durdurabilirdim ama yapmadım.
O an, o Yuva'nın depremden ilk defa yıkıldığını gördüm. Parçalandı, pencereleri kırıldı, taşları döküldü. Enkaza dönüştü.
Ardından gerçekle yüzleştim.
Bir Yuva'yı kovamazdın, o Yuva'yı terk edebilirdin sadece.
Bütün her şeye meydan okuyan, başkaldıran Yankı; terk ettiği bütün sokaklara, bütün evlere, bütün insanlara rağmen bir Yuva'yı terk edemedi, kendinde bu kuvveti bulamadı.
Yıkıntıların ve enkazın ortasında kaldım yine de.
Ama gidemedim.
Çünkü o Yuva hâlâ sıcaktı.
"Beşinci Sokak Nöbetçisi, Yankı Sarca"
"Sonuncu Sokak Nöbetçisi, Yankı Sarca"
Küçüklüğümden beri birçok insandan, birçok evden, birçok yüzden, birçok yoldan, birçok sokaktan, birçok geceden ve birçok gündüzden korkmuştum.
Birçok kez korkudan ellerim, dizlerim, sesim titremişti; birçok kez durdurmaya çalışsam da durduramamıştım. Geceleri karanlığa sığınırdım korktuğumda, gündüzleri ise aydınlığın içinde kendimi çırılçıplak hissederdim çünkü en çok o zamanlar açığa çıktığımı düşünürdüm.
Her korktuğumda kaçardım. Bir sokak korkutuyorsa o sokağa bir daha girmezdim, bir yol eğer ürkütüyorsa o yol benim için silinirdi. Korktuğum insanlar hayatımda olmaya devam etse bile o insanların gözlerinin içine bakamazdım. Evlere bir daha uğramazdım, yakınından bile geçmezdim.
Şu an ise bütün o yollar, evler, gündüzler ve geceler sadece bir peri masalındaki korku hikâyesiymiş gibi geliyordu. Onların hiçbirisi aslında gerçek korkum değilmiş de gerçeğim sanmıştım meğerse.
Kendimi beş yaşımda, altı yaşımda, yedi yaşımda hissediyordum; nedeni ise tam kalbimin üzerinde o yaşlarımdan gelen bir korku tohumunun gitgide yükseldiğini hissetmemdi.
O yaşlarımın hissettiği korku, gerçek korkuydu.
Şimdi ise Yankı Sarca'nın bana yaşattığı olaylar farklı olsa da boyut olarak aynı korkuydu ve ne ironikti ki korkularımla kaçtığım adam bana bu korkuyu yaşatıyordu.
O yaşlarımdaki gibi korktuğumu bilse durur muydu?
Hiç sanmıyordum, durmazdı çünkü şu an onu hiçbir şekilde tanıyamıyordum.
Sıkıca tuttuğu elim elinin içinde eziliyordu ve ne kadar sıkı tuttuğunun farkında bile değildi. Korkuyordum, çok korkuyordum hatta yürüyemeyecek kadar fazla titriyordum ama o bunun farkında bile değildi.
Yankı Sarca'nın öfkesi, benim asla unutamayacağım başka bir korkuma dönüşmüştü.
Onu ilk defa böyle görüyordum ve bu gece, başka hiçbir geceye benzemeyecek kadar ürkütücüydü.
Kendi bisikleti yoktu, onu hapishaneden çıktığımız gün mahvetmiştim. Bu yüzden bana aldığı mavi bisiklete doğru yürürken aldığı nefesleri duyabiliyordum. Gecenin sessizliği değildi duyuran, o çok fazla derin nefes alıyordu.
Elimi sadece birkaç saniye bıraktı ve bu aralıkta bisikleti sertçe, oldukça büyük bir hırsla durduğu yerden çekti. Tekerlekleri dönerken diğer yola döndürdü, bisikletin selesine oturdu sonra gözleri benimle kesişmeden elimi tutup beni önüne çekti.
Bin önüme, demedi.
Benim için masal bitmişti ve şimdi gerçek bir roman okuyor gibiydim.
Sonunda mahvolacağım bir roman. Kelimeler harf harf yazılırken, beni tüketen gece, yok da edecekti. Hiçbir zaman o roman sayfalarındaki gülümseyen baş karakter olamayacaktım.
Sarsılarak önüne oturduğumda ellerim sıkıca bisikletin demirlerini tuttu ama bunu bile beklemeden bisikleti hareket ettirdi. Pedalları öyle hızlı çeviriyordu ki bisikletin zincirleri yüksek ses çıkarıyordu. Saçlarıma vuran nefesinin yanında soğuk rüzgâr da vardı. Kalbim öyle hızlı atıyordu ki dönüp ona bakarsam kül olacağımı bile hissediyordum.
Yutkundum, sırtıma çarpan göğüs kafesinin kalkıp indiğini fark ettim; eğer kalbimin sesi bu kadar kulaklarımı doldurmasaydı onun da kalbinin atışlarını duyabileceğimi düşündüm. Demiri sıkıca tutan parmaklarım titriyordu, bu bisikleti bile titretecek kadar kuvvetliydi.
Yankı bunu önemsemedi.
Belki de görmezlikten geldi.
Roman, benim görmezlikten gelinişimle başladı. Bir saniye... Aslında hayatım kaldığı yerden devam ediyordu da ben masalların olduğu yeni bir kitaba adım atmışım gibi hissetmiştim; şu an fark ediyordum.
Sokak Nöbetçileri'yle tanıştıktan sonra hayatım masallara dönmemişti çünkü yalanlarla kurgulanmış, gerçek bir karakterdim.
Bisiklet sert bir viraj aldığında irkilerek ona yaslandım, gözlerimi sıkıca yumdum. Yüzüme vuran rüzgâr gözlerimi yaşartıyordu. Hayır, ağlamıyordum. Bu gece ağlamamak için elimden geleni yapacaktım çünkü ağlarsam Yankı'nın öfkesi yok olabilirdi.
Hep istediğim bu değil miydi? Onun öfkelenmesi, ağzına geleni sayması hatta benim bütün kötülükleri hak ettiğimi söylemesi. O bana iyi davrandıkça kendi içinde tuttukça daha fazla vicdan azabı çekmiyor muydum?
İşte şimdi tam zamanıydı ama bir şeyler daha farklıydı. Beni, onu yalnız bıraktığım için suçlayabilir, öfkelenebilirdi. Onu anlayamadığım için de yapabilirdi bunu ama gerçek yüzüm için yapmamalıydı.
Buna hazır değildim.
İkimiz de değildik.
Hayır ağlamayacaktım, bunu yaparak onun öfke tohumunu yok etmeyecektim.
Hiçbir şey bilmiyordum. Nereye gittiğimiz, ne yapacağımız, silahları nerede kullanacağımız konusunda hiçbir şey bilmiyordum ama bana, benim gerçeğimle karşılaşacağını söylemişti.
Bütün bunları belki de o kaldırırdı.
Belki de Yankı en başından beri her şeyi biliyordu ve şimdi benim için hazırlanmış büyük bir tiyatro oyununa gidiyordum.
Herkes tam karşıma dizilebilirdi. Koza, Ekip, Yankı ve Sokak Nöbetçileri. Gözlerimin içine bakarak bir taraf seçmemi isteyebilirlerdi, tarafı seçerken bir tarafı öldüreceğimi dile getirebilirlerdi.
En kötüsünü düşünüyordum ki karşılaştıklarım beni daha fazla mahvetmemeliydi.
Ama bu düşünceler bile karnıma şiddetli bir ağrının saplanmasına neden oldu.
Bisiklet İBAK'ın önüne döndüğünde kendimi tutamayarak, "Neden buraya geldik?" diye sordum ama tam da düşündüğüm gibi soruma bir cevap vermedi ve birkaç dakika sonra İBAK'ın önünde durduğunda Önder'in kapının önünde bir arabayla uğraştığını gördüm. Temizliyordu ya da başka bir şeyler, bilemiyordum. Umurumda da değildi.
Üstü başı kir içindeydi, saçları dağılmıştı. Bir an Yankı'nın beni ona verebileceğini bile düşündüm ama Önder bizi görünce şaşırdı, kaşları havaya kalktı ve eğildiği arabadan doğrulup dikkatlice bizi inceledi. Gözleri ikimizi de incelerken Yankı'nın üzerinde daha fazla oyalandı. Doğrulduğunda nedense bir şeylerin ters gittiğini hemen anlamıştı.
Bisikletten indiğimizde Yankı, Önder'in yüzüne bakmadan sert adımlarla İBAK'tan içeriye girdi, beni arkasında bıraktı. Peşinden gitmek yerine arkasından bakarken parmaklarımla oynuyor, Önder’le göz göze gelmemeye çalışıyordum. Ona verecek hesaplarım yoktu, kendime bile hesap veremiyordum.
"Yankı!" dedi Önder yüksek sesle. Gözleri eminim ki benim üzerimdeydi ama içeriye sesleniyordu. "Ne oluyor oğlum? İyi misin?"
İçeriden bir şeylerin düşme sesi geldi, sonra Yankı'nın sessiz küfürü. Önder elindeki koyu bezi yere atıp bana doğru yaklaştı. Bunu yaparken İBAK'ın içine bakmayı da ihmal etmiyordu. "Neler oluyor?" diye sordu en sonunda. Direkt bana sorması kaşlarımı kaldırmama neden oldu.
"Bilmiyorum," dedim sesimin titremesini engellemeye çalışarak. "O öfkeli görünüyor."
"Bilmiyor musun?" Üstten bakışlarını görmek istemediğim için gözlerimi İBAK'tan ayırmadım. "Onun duygu durumlarını benden daha fazla düşünüyormuş gibi görünüyordun, şimdi ne oldu?"
Gözlerim ona kaydı, dudaklarım aralandı. Önder elinin tersiyle alnına düşen saçları geriye itti, cevap vermek istediğimde Yankı İBAK'tan çıktı. Keskin, sert bir sesle, "Arabaların anahtarları nerede?" diye sordu Önder'e. "Hiçbir yerde yok. Bir arabaya ihtiyacım var, hem de hemen."
Önder'i bu soru şaşırtmıştı. "Bartu'ya ceza olsun diye saklıyordum, burayı arabalarla doldurdu. Neden istiyorsun?" Yankı Önder'in tamir ettiği araca baktı. O arabanın Işık'ın yaralı bir şekilde taşındığı araç olduğunu o an fark ettim. Sürücü koltuğunun oraya yürüyüp kapıyı açmaya çalıştı ve açıldığı anda da içeriye baktı. Anahtarları arıyordu ama göremediğini oflayarak geriye çekilmesinden anladım. Önder, "Yankı," deyip onun yanına gitti. "Neler oluyor oğlum? Büyük bir sıkıntın var gibi."
"Şu arabanın anahtarını ver." Kapıyı sertçe örttü, elini öne uzattı ve keskin gözlerini Önder'in koyu gözlerine dikti. Emir cümlesi, benimle beraber Önder'in de kaşlarını kaldırmasına neden oldu. O artık Yankı Sarca değil gibiydi. Bambaşkaydı, kim olduğunu çözemiyordum.
"Neden istediğini söylemediğin sürece anahtarları alamayacaksın oğlum." Önder öylesine sakin konuşuyordu ki bu Yankı'ya yansısın istedi ama başarısız oldu.
Bir süre sessizlik oldu, Yankı'nın çenesi kasıldı ve elini öne itekledi. "Şu siktiğimin anahtarlarını verecek misin?" diye sordu, ses tonu ürperticiydi. "Yoksa senden anahtarları tam da senin istediğin gibi zorla mı alayım?"
Önder dinlerken başını iki yana sallayıp elini Yankı'nın omzuna koydu. "Öfkelisin," dedi ve o an, Yankı'nın öfkeli halinden onun da deli gibi korktuğunu fark ettim çünkü daima itaat edilmesini isteyen Önder, ilk defa itaat ediyormuş gibi konuşuyordu. "Öfke sana yakışmıyor. Bunu çok iyi biliyorsun. Hayatından çıkarman gereken duygular vardı Yankı. Bunun başında öfke geliyordu, biliyorsun." İtaat ediyordu ama yönetmekten de çekinmiyordu. "Ve bir diğer duygu da kardeşlerinden, benden başkasına değer vermemekti." Sırtı bana dönük olduğu için yüzünü göremiyordum ama Yankı'nın omzunu sıktığında az çok ifadesini tahmin edebiliyordum: nefret. "Bunu da çiğnedin."
Yankı gördüğüm kadarıyla birkaç saniye gözlerini kapattı, derin nefes alıp gözlerini açtığında dakikalar sonra bakışları bana döndü. Önder'in son kurduğu cümlenin sorumlusu benmişim gibi gözlerindeki bütün kin bana yöneltilmişti. "Helin, bin arabaya." Tek cümle. Tek emir cümlesi. Neler oluyordu?
Duraksadım, Önder de dönüp bana baktı. Bir an ne yapmam gerektiğine karar veremediğimde Önder, "Sorun ne?" diye sordu tekrar. "Şu kızla alakalı bir durum olduğu çok açık ortada. Onu hapishaneye mi götürüyorsun yoksa?" Alaycıydı ama ciddi olabileceği düşüncesi, arabaya gitmek yerine geriye bir adım atmama neden oldu.
"Hapishane mi?" diye mırıldanırken parmaklarımı sıkıca tuttum. "Koza'nın olduğu hapishane mi?" Yankı'nın içimi rahatlatmasını, Önder'in saçmaladığını söylemesini bekledim.
Büyük bir umutla bekledim.
Ama bunu yapmadı. Gözlerini benden ayırmadı ama Önder'in sorduğu soru daha fazla öfkelenmesine neden oldu ya da bana öyle geldi. "Helin," dedi tehditkâr bir sesle. "Arabaya bin dedim. Hemen."
Seni hapishaneye götürmeyeceğim demedi, sana bunu yapmam demedi. O kadarını hak ediyorsun ama o kadarını yapacak kadar kötü bir adam değilim, demedi.
Tamamen cevapsız kaldı.
Nedense beni oraya götürmeyeceği konusunda bile ona güvenmediğimi fark ettim.
"Hapishaneye gitmek istemiyorum," derken sesim kısık çıkıyordu ama o bunu duyuyordu. "Eğer oraya gidiyorsak..."
"Şu arabaya bin!" diye haykırdığında sesi sokağın içinde inledi, tepemizdeki sokak lambasına konan bir karganın ürkerek uçmasına neden oldu.
Bana bağırıyordu. Yankı bana bağırıyordu. Ama belki de bana sesi ulaşsın istiyordu, bağırdığı kişi ben değildim, Önder'di.
O bana bağırmazdı ki. Bunu yapmazdı.
Arabaya ilerlediğimde Önder'in sert bakışları bana kaydı ama öyle bir baktı ki yine yerimde durmak zorunda kaldım. "Ona ne yaptın?" diye sordu direkt bana. "Onu bu hale nasıl getirebildin? Onun kontrolünü kaybetmesine nasıl neden oldun?"
"Ben hiçbir şey..." diye cümleye başlayacağım sırada Yankı başka bir haykırışla sözümü kesti. "Şu sikik anahtarları derhal bana ver ve o çeneni kapat!"
"Veremem." Önder başını Yankı'ya çevirdi tekrar. "Senelerdir benim yanımdasın ve sadece bir kez gördüm seni böyle. O zaman da neler olduğunu biliyorsun, değil mi? Bu ikinci görüşüm ama aynıları ikinci defa olmayacak, izin vermeyeceğim buna." Başını iki yana art arda salladığında elini Yankı'nın omzundan koluna indirdi. "Seni yine kaybedemem oğlum. Beni duydun mu? Bu değilsin."
Önder'in söyledikleri Yankı'nın umurunda değil gibiydi ama benim umurumdaydı. Koskoca yıllar geçmişti ve o yıllarda sadece bir kez mi öfkelenmişti? Peki o zaman ne olmuştu? Kaybetmek derken Önder neyi kastediyordu?
Kalbimin üzerine başka korku tohumları da ekildi.
Yankı'nın gözlerine öfke tohumlarının daha fazla ekildiği gibi.
Ve bu öfkenin yankısı çok büyük olacaktı.
"Eğer burada durmaya devam edersem," dedi Yankı, sadece Önder duyacak sandı ama ben de duydum. "Sadece sen değil, hepimiz kaybedeceğiz. Duydun mu? Tek tek hepimiz kaybedeceğiz, geri dönüşü olmayacak. Birbirimizi kaybedeceğiz, yok olacağız."
Bahsettiklerinin içinde ben yoktum, bunu biliyordum. Bir an öyle bir korktum ki zihnimden geçenlere tahammül bile edemedim. Birbirlerini kaybetmelerine neden olacak kişinin ben olduğumu mu düşünüyordu?
Önder, "Seni bu hale sadece o getiriyor," deyip başıyla beni gösterdi. "Sana onu bu aileye almamamız gerektiğini söylemiştim ama sen inatla onu istedin ve sonucu görüyorsun. Seni değiştiriyor, kardeşlerini unutturuyor, kardeşlerinle aranı bozuyor. Hiçbir şey olmamış gibi onu yanında tutmaya devam ediyorsun. Yetmiyor, ona hak etmediği şekilde iyi davranıyorsun. Onun kim olduğunu bile bilmiyorsun belki de ama ona kendi içini açıyorsun, değil mi? Açmasan böyle değişmezdin. Sen kim olduğunu unutuyorsun, şu haline bak!"
Yankı bu sefer onu dinledi ama bütün bu söylediklerinden sadece tek bir cümleyi çekip aldı. "Ona hak etmediği şekilde iyi mi davranıyorum Önder?" diye sordu.
Hiç düşünmeden, "Evet," yanıtı verdi. "O bunu hak etmiyor."
Yankı başını iki yana salladıktan sonra Önder'in kolunu tutan elinin bileğini kavrayıp sertçe iteklediğinde Önder'in eli hemen arkasındaki arabaya çarptı. "Birine hak etmediği halde kötü davranmaktan çok daha iyi, değil mi?" Yankı bir anda üzerindeki bordo oduncu gömleğinin iki düğmesini açtı, Önder'e göğüs kafesini gösterdi, orada izlerini gördüm. Önder'in onda bıraktığı izleri. "Bir adam tanıdım ben, bana baba olacağını söylemişti ama işkenceler etti. Hak etmedim. Bir adam tanıdı kız kardeşim, Işık hiç sevilmedi o adam tarafından ve ona sevmedi diye işkenceler etti. Hak etmedi. Hangisi kötü? Seç."
Önder ilk defa bu cümleleri işitiyordu, o kadar belliydi ki geriye bir adım atmak zorunda kalmıştı ya da artan öfke gerçekten korkutuyordu. Gözleri Yankı'nın göğüs kafesine inmedi ama hafifçe tebessüm ettiğinde korkularıma başka korkular da eklendi. "Bana daha fazla benzemeye başladın," dediğinde uzanıp Yankı'nın yüzünü sevdi. Küçük bir çocukmuş gibi, ona ihtiyacı varmış gibi. "Artık bunu çok daha iyi görüyorum, yansımam oluyorsun."
"Yansıman mı?" Yüzünü buruşturdu Yankı. "Senin hiçbir zaman yansıman olmayacağımı biliyorsun."
"Öyle mi?" Elini Yankı'nın yüzünden çekti ama gülümsemesi silinmedi. "Cevap versene o zaman, sen de Helin'in silahı çekip kendini göğsünden vurmasına izin vermedin mi sonuçta? Bile bile yaptın bunu. İşkence çeksin istedin, benim silahımı tanıyordun. Neden istedin?"
Bu, geçmiş olan yara izimin sızlamasına, o izin sanki kanamasına neden oldu. Bunu sadece o an, o günlerde düşündüğümü ama sonrasında aklıma bile uğramadığını fark ettim. Sahiden, Yankı buna neden izin vermişti? Gerçekten kendime bunu yapıp yapmayacağımı mı bilmek istiyordu? Ya da tek istediği işkence çekmem miydi? Bana bunu hiçbir zaman itiraf etmemişti ama bunun yüzünden kendini affettirme sözü vermişti, unutamazdım.
Yankı dakikalar sonra ilk defa öfkeden başka bir duyguyla Önder'e bakıp, "Şu an hiçbir şekilde damarıma basmak istemezsin," dedi ve sorduğu soruyu görmezlikten gelirken dişlerini sıktı. "Şu andan itibaren Helin hakkında bir daha konuşmayacaksın."
Önder kahkaha atarak sırtını arabaya yasladı. "Şimdiden başladı bizi birbirimize kırdırmaya," deyip göz kırpmıştı. "Ama bana cevap vermedin oğlum. Sen neden Helin'in işkence çekmesini istedin, bir yanıtın var mı?" Kaşlarını kaldırdı. "Eğer bir yanıtın varsa ben de aynı sebepten size onları yaptım."
Yankı'nın elleri yumruk halini aldı ama hep yumruklarını gizleyen Yankı, o yumruklarını gizlemedi. "Bir daha uyarmayacağım," dedi. "Onun hakkında konuşamazsın. Bunu artık yapamazsın."
Yankı'yı umursamadı bile Önder, gözleri bana kaydı. "Helin," dedi aynı tebessüm eden suratıyla. "Bana iyi bak. Yankı'nın yirmi yıl sonraki haliyim sadece. Seni onun eğittiği gibi eğitemem ama daha güçlü birisi olmana neden olabilirim. Hem belki bana da kim olduğumu unutturursun kızım. Çünkü bazen borçlar ödenir, senin de borcun bana kim olduğumu unutturmak olur."
Üstü kapalı verdiği mesaj, ona büyük bir nefretle bakmama neden oldu. Günler önce Yankı'yı bulamadığımda, 2 Kasım günü bana yerini söylemiş fakat karşılığını alacağını dile getirmişti. Şimdi ise o şekilde karşıma geliyordu. Yankı öfkeliydi, Yankı harlanıyordu ve Önder, daha fazla odun atıyordu harlanan ateşe. Bunu neden yapıyordu anlayamıyordum ama canını her ne yaktıysa Yankı'nın üzerine gitmek ya da sınırlarını görmek istiyordu.
Belki de ona emir vermesini, karışmasını istemiyordu. Düşündüğümün aksine itaat etmesini istiyor, sürekli karşısına geçip kim olduğunu ona gösteriyordu.
Bunu yaparken de beni kullanıyordu.
O an, çok kısa bir zamanda Yankı'nın hiç ummadığım o sınırlarına şahit oldum. Bir anda kolunu yatay bir şekilde Önder'in boğazına dayayıp sonra ona arabaya yasladığında iri gözlerle ona baktım. "Sana senin anladığın dilden konuşacağım," dedi dişlerini sıkarak. "Senin sokağında bizler varız ama Helin sadece benim sokağımda. Ona tek bir zarar bile veremezsin, bu bir. Onun hakkında artık konuşamazsın, bu da iki." Önder hiçbir ses çıkarmadan Yankı'ya bakmaya devam etti; benim aksime, şaşkın değildi. Nefes almakta zorlanıyordu. "Beni duydun mu Önder? Seni görmezlikten geliyorum ama sen sana itaat ettiğimi sanıyorsun, aptallık. Sana hiçbir zaman itaat etmedim, etmem."
Önder'in yüzünün rengi değişiyordu, nefes almakta zorlanıyordu fakat elleri karşı koymak için hiçbir çaba sarf etmiyordu. "Nefesim kesilsin mi istiyorsun?" diye sordu zorlukla. "Bunu öfkeyle mi yapmak istiyorsun? Biriktirdiklerini ortaya mı dökmek istiyorsun oğlum?" Yankı biraz daha dayadı kolunu, Önder'in dudakları aralandı. "Yap o halde," dedi hırlayarak.
Önder'in tam gözlerinin içine bakarken, "Beni bir volkan gibi düşün Önder," dedi ama bu cümleyi söylerken öyle bir anlamla söylemişti ki Önder'in ilk defa gözlerine korku ulaştı. "Bir gün o volkan patladığında herkesi ve her şeyi mahvedebilirim. Bunu bana sen söylemiştin. Birikiyorum, biriktiriyorsun. Seni öldürmem, nefesini kesmem ama seni hiç edebilirim, hem de düşünmeden. Buna gücüm, aklım var. Çok iyi biliyorsun."
O tarafa doğru yürüyüp, "Yankı," diye mırıldandım ama sesim ona ulaşmak bir yana dursun, dikkatini bile çekmedi.
"Beni karşına mı alıyorsun?" diye sordu bu kez de boğuk bir sesle Önder. "Bunu aklından bile geçirme, sen hâlâ benim himayem altındasın."
"Gerekirse evet, seni karşıma alıyorum," dedi Yankı. "Hatta gerekirse ben seni himayem altına alırım. Büyüttüğünü, değiştirdiğini sandığın çocuk hiç değişmedi ama büyüdü. Bunu unutma."
İşte bu Önder'i şaşırtmıştı. Kaşları çatıldı, başını iki yana salladı. "Çok pişman olacaksın, öfkeden ne dediğini bilmiyorsun."
Yankı gülümsedi. Gülümsemesi ürperticiydi ama o bunun farkında bile değildi. "Seninle bir dejavu yaşayalım," deyip gözlerini kıstı. "Sana ilk tanıştığımız gün sokakta ne dediğimi hatırlıyorsun, değil mi? Tekrar ediyorum. Demiştim ki, unutmayacağım, kim olduğumu her zaman bileceğim." Boğazını serbest bıraktı, yakasını tutup itekledi. Önder'in eli boğazına gittiğinde öksürmeye başladı.
"Unutmadın mı?" diye sordu.
"Unutmadım Önder," diye yanıt verdi. "Unutmadığımı sen de hep biliyordum ama bu saatten sonra karşımıza çıktığın her an sana da unutmadığımı göstereceğim. Ben buyum, ilk gün yanına aldığın çocuğum. Tek bir parçama bile işlemedin. Ben değişmedim."
Elini Önder'in cebine sertçe atıp anahtarları çıkardığında onu omzundan itekleyip sürücü koltuğunun önünden çekilmesini sağladı. Gözlerini Yankı'dan ayıramıyordu. "Peki ya adını unuttun mu?" diye sordu öfkeyle. "Onu da unutmayacağını söylemiştin ama senin gerçek adının, senin lanetin olduğunu öğrendiğinde bu sözünü çiğnedin." Yutkundu. "Çiğnedin, değil mi?"
Yankı onun sorusunu duymazlıktan gelip, "Helin, arabaya bin," dedi ve kapısını sertçe Önder'in suratına kapattı. Bir daha onunla göz göze gelmeden ben de yolcu koltuğuna oturduğumda Yankı aldığı anahtarı kontağa yerleştirip çevirdi. Gazın sesiyle beraber vitesi hareket ettirdiğinde Önder bize bakmaya devam ediyordu. Arabanın içi temizlenmişti, Işık'ın tek bir kan damlası bile yoktu.
"Bu ikinci öfken Yankı!" diye bağırdı Önder, biz arabayla yanından uzaklaşırken. "Bu gece kimi mahvedeceksin bilmiyorum ama üçüncü öfkende sen mahvolacaksın!"
"Gerekirse gerçek adıma dönüşeceğim," dedi Yankı ağzının içinde, sonra arabanın hızını artırıp anacaddeye döndü. "Ama sana hiçbir zaman dönüşmeyeceğim Önder Sarca."
Öfkesi geçer sandım ama geçmedi, bir insan başka birine öfkesini kustuğu zaman sakinleşirdi ama sanki onunki daha fazla artmıştı. Gecenin kör karanlığında hız limitini sonuna kadar aşarak arabayı sürerken gözlerimi arada sırada ona çevirip direksiyonu sıkıca kavrayan ellerine bakıyordum. Onu sakinleştirmem gerekiyordu, değil mi? Bunu yapmalıydım, sakinleşmesi gerekiyordu.
Fakat zihnimdeki sesler durmuyordu. Bir anda, "Beni hapishaneye mi götürüyorsun?" diye sordum, bu soruyla beraber gözlerimi yola çevirdim, bakışlarımız kesişsin istemedim. Yine cevap vermedi ama nefesini verdiğinde alayla gülümsediğini hissettim. "Lütfen cevap ver," diye fısıldadım. "Eğer o hapishaneye götürüyorsan bunu bilmek hakkım."
Hız biraz daha arttı, gecenin körü olduğu için yol kalabalık değildi ama yanından geçtiğimiz araçlar silik bir şekilde kayboluyordu. "O hapishane seni korkutuyor mu?" diye sordu ama hep duyduğum sakinliğinden eser yoktu.
"O hapishane herkesi korkutur," diyerek ucu açık bir yanıt verdim. "Bana cevap vermeyecek misin? Oraya mı götürüyorsun beni?"
Karşımdaki yola Koza'nın o hapishanenin içindeki görüntüsü yansıdı. Dört mevsimi duvara çizmişti ve demişti ki, dışarıda tek mevsim varken burada dört mevsimi yaşıyorum.
Bunu söylerken ne demek istediğini anlayamamıştım ama Koza'nın hapishanede kalmak istediğini o gün bile anlamıştım. Sadece kendi tercihiydi, belki de onun için en güvenli yer oraydı.
"Seni oraya neden götüreyim Helin?" diye sordu ama bu soru, cevabını beklediği bir soruydu. "O hapishaneye kimleri kapattığımızı biliyor musun da bu soruyu soruyorsun?"
Hızlıca, "Kimleri kapatıyorsunuz bilmiyorum," diye fısıldadım. "Ama şu an öyle öfkelisin ki bana oraya layıkmışım gibi davranıyorsun."
Yine gülümsediğini hissettim ama gözlerim hafifçe ellerine kaydığında parmak boğumlarının bembeyaz kesildiğini gördüm. Sıkıca tuttuğu direksiyon parmaklarının arasında eriyip yok olacakmış gibiydi.
"Bilmiyorsan dinle," deyip sertçe diğer yola döndüğünde az kalsın başım yanımdaki cama çarpıyordu. "O hapishaneye gerçek kötüleri kapatıyoruz. O hapishaneye bize zarar vermek isteyenleri kapatıyoruz. Yalancıları, bizi yok etmeye çalışanları..." Gözlerim yüzüne döndü, bana bakıyordu ve fazlasıyla dikkatliydi. "İhanet edenleri," dedi kelimenin üzerine basarak. "Sırtımızdan bıçaklayanları." Titrek bir nefes vererek yutkunduğumda eli çeneme uzandı, sıkıca tuttu ve başımı çevirmek istediğimde gözlerini gözlerime sabitledi. "Bunlardan biri misin Helin? Neden korkudan titriyorsun?"
Onun karşısına geçip roller yapabilirdim, dimdik durabilirdim, yalanlar sıralayabilirdim ama bunların hiçbirini yapmadım. Cümlelerinin üzerimde bıraktığı etkiyi anlayabilmesi için titreyen elimi, çenemi tutan elinin bileğine yasladım ve tam gözlerinin içine bakarak, "Korkuyorum," dedim. "Şu an çok korkuyorum. Lütfen her nereye gidiyorsak vazgeç."
"Vazgeçmek mi?" Hızlıca elini çenemden çekti ve gözlerini gözlerimden ayırıp yola baktı. "Beni şu an hiç kimse kararımdan vazgeçiremez," dedi kendinden emin bir sesle. "Özellikle sen. Asla."
Bu cümlelerinden sonra bir şekilde gözümün önüne bir gerçek düştü; onu tanıdığımı sanıyordum ama aslında belki de onu tanımıyordum.
Her zaman sakin olan Yankı, her zaman düşünceli olan Yankı, her zaman toplayan Yankı. Hep gördüklerim bunlar olmuştu, şu an ise bambaşka bir adamla karşılaşıyordum. Ne yapabileceğinden hiçbir şekilde emin olmadığımın farkına vardım. Beni hapishaneye götürebilirdi, Koza gibi günlerce oraya kapatabilirdi; hak ettiğimi de söyleyebilirdi.
Bir anda beni arabadan bile atabileceğini düşündüm, bu düşüncemi destekleyen hiçbir davranışı olmamıştı ama neden böyle düşünüyordum, bilmiyordum. Ondan hiçbir zaman emin olamadığımı ise yeni yeni anlıyordum. Hep beni ikilemlerle sürüklemişti ve şu an, büyük bir ikilemdeydim.
Öfkeliydi, beni peşinden nereye götürüyorsa oraya sürükleniyordum ve sonunda ne olacağını bilmiyordum. "Sadece şunu söyle," dedim acı ve korkuyla. "Gittiğimiz yerde en çok kimin canı yanacak?"
Yankı başka bir yola döndüğünde bu yol biraz daha dar, biraz daha engebeliydi. "En çok susan kimse onun canı yanar," deyip omzunun üzerinden bana baktı ama ona bakamadım. "Sence hangimiz daha çok sustuk, daha çok gizlendik? Sen mi, ben mi?"
İkimiz diye düşündüm ama ona bunu sesli dile getiremedim. Arabanın içindeki derin nefeslerini dinlemek, beni olduğum yere daha fazla sindirmişti. "Sen öfkeyle fevri hareketler yapabilecek bir adam değilsin," dedim ama daha çok kendime söylüyor, kendimi rahatlatmaya çalışıyordum. Fakat bu söylediğim onu güldürdü, cevap vermedi.
Daha fazla korktum, daha fazla sindim, daha fazla kaçmak istedim. Ona yalanlar söylemek zorunda kalacağımı hissediyordum, ona rol yapmak zorunda kalacaktım belki de. İstemeden de olsa zarar verecektim. Bu gece, benim için çizilmiş bir yol vardı. "Yankı," dedim korkuyla. "Eve gitmek istiyorum. Ne olur, eve gidelim. Vazgeç. Her ne yapmak istiyorsan ondan vazgeç."
"Korkuyorsun Helin," dedi bir kez daha. "Neyden korkuyorsun? Gideceğimiz yer seni neden korkutuyor? Bilmiyorsun bile neresi olduğunu ama öleceksin korkudan. Neden böylesin?"
"Lütfen," diye fısıldadım titreyerek. "Lütfen. İstemiyorum." Beni inceliyordu, her hareketime bakıyordu; bunu yaparken geriye dönmek yerine gazı daha fazla alevlendiriyordu. "Her şey çok kötü bir hal alacakmış gibi hissediyorum, daha fazlası olsun istemiyorum. Lütfen Yankı. Lütfen eve gidelim."
"Ben yanındayken neyden korkuyorsun Helin?" diye sordu bu kez de. "Benden mi korkuyorsun? Yoksa gittiğin yerde olacağın kişiden mi korkuyorsun? Belki de benim olacağım kişiden?"
Yedi yaşındaki çocuk, kendimden korkuyorum en çok, deyip ekledi: Seni kaybetmekten korkuyorum. Ama bunu da sesli dile getiremedim.
"Cevap vermeyecek misin?" diye sordu ama sesinin tonu yükseldi, sabrı artık kalmamış gibiydi. "Sana bir soru soruyorum. Bu denli korkutan ne?"
Yine yanıtsız bıraktım, ellerimi sıkıca yumruk yaptığımda başka bir yumruk kalbimin tam ortasına inmiş gibiydi. O yumruk, izini Yankı'nın bulunduğu yere bırakmıştı. Hayatım boyunca unutmayacağım bir izdi.
Bir anda, "Ben yanındayken neyden korkuyorsun?" diye bağırdığında sesi arabanın içinde çınladı ve olduğum yerde irkilip daha fazla titredim. "Bana artık cevap vereceksin!" İlk defa bana böyle bağırıyordu. Kalın, tok sesi ilk defa yüksek bana ulaşıyordu. Az önce sokakta da bana bağırmıştı, bunu yapmıştı. Bu düşünceyle baş etmem imkânsızdı, Yankı ilk defa bana bağırıyordu.
"Bana bağırıyorsun," dedim korkuyla daha fazla oturduğum yere sinerek. "İlk defa bana bağırıyorsun, kızıyorsun, öfkeleniyorsun. Yankı, bana neden bağırıyorsun?" Acıyla gözlerimi ona çevirdiğimde beni izliyordu ama dolan gözlerimle karşılaştığında sanki büyük bir tekme yemiş gibi hızlıca gözlerini yola çevirdi. Birkaç saniye derin nefes aldı, kaşları çatıldı.
Görmek istemedi, bakmak istemedi ama sesinin ayarını düşürmeden, "Sana soktuğumun şansını veriyorum işte," dedi eliyle sertçe direksiyona vurarak. "Sana, neyden korktuğunu soruyorum ama susuyorsun, yine susuyorsun. Uslanmıyorum, şans vermeye devam ediyorum defalarca ama sen de defalarca susuyorsun."
"Çünkü korkuyorum!" diye bağırdım acıyla. "Korkuyorum işte! Sadece korkuyorum! Bu kadar!"
Gözleri gözlerime kaydı, araba son hızla devam ediyordu ama yol boş olduğundan mı yoksa bir şeyleri boş verdiğinden mi anlamadım, uzun bir süre gözlerimin içine baktı. Onun bakışlarına karşılık verirken ağlamamak için direniyordum. O da direniyordu ama direndiği yaşlar değildi, başka bir duyguydu. O duyguyu anlayamadım.
Savaş verdi. Tam karşımda bir savaş verdi ama yenilen ben oldum. Bir eli şakağına gitti ve sertçe birkaç defa vurdu. "Benim artık şu aklımı durduramayacaksın." Eli, gömleğinin yakasından içeriye girdi, parmaklarını büktü ve kalbini sökmek istiyormuş gibi göğüs kafesinin üzerinde yumruk halini aldı. Bana mı öyle geldi anlayamadım ama söküp atabilseydi şu an bu öfkesiyle yapardı. "Konu sense dinlemeyeceğim aklımdan başka hiçbir şeyi."
Yutkundum, gözlerimi sıkıca kapatıp başımı çevirdim, ağlarsam bile görsün istemedim çünkü aklını dinlemek için böylesine can atıyorken benim tek bir gözyaşım yüzünden bütün düşüncelerini yok etsin istemezdim.
Ama belki de artık gözyaşlarımın bile önemi yoktu.
Saniyeler geçti, dakikalar geçti, gözlerimi açmadım. Nefes bile almadan zamanın akışını beklerken korkularım daha fazla katlandı ama ona yansıtmak istemedim. Aklımı dinlemeyecektim ama kalbime de başvurmayacaktım.
Sadece Helin olacaktım, bütün gerçeğimle. Olması gereken buydu.
"Aç gözlerini," dedi bir anda. "Gerçeklere yaklaşıyoruz."
Söylediğine itaat ederek gözlerimi araladığımda karşımdaki tanıdık yolla beraber direnen tarafım beni terk etti. Ellerim torpido gözüne tutundu, gözlerim karşımdaki yola odaklandı ve kalbimi sıkıştıracak, kulaklarımı çınlatacak kadar fazla titredim. Şeritlerini bile ezberlediğim caddeden şimdi Yankı'yla geçiyordum ve birkaç hafta önce buradayken, onunla tekrar gelmek, beklenilen sonun yaklaştığını gösteriyordu.
Ekip'i son kez gördüğüm ve Koza'nın Sedat'ı vurduğu inşaata doğru gidiyorduk.
"Ne oldu?" diye sordu dikkatlice. "Bu yolları biliyor musun yoksa?" Eliyle direksiyona bir kez vurdu. "Sanmıyorum. Burası sanayi bölgesidir. İnşaatlarla doludur. Penceresiz, camsız inşaatlarla doludur ama tuhaf gelebilir, iyi dinle. O inşaatlardan biri çok önemli. Şimdi oraya gidiyoruz."
Ellerimi hızlıca torpido gözünden çektim, yumruklarımı sıktım ve nefesimi vererek yutkundum. Ona bakamıyordum ama gözleriyle beni izlediğini, incelediğini çok iyi biliyordum.
Her şeyi biliyordu.
Her şeyin farkındaydı.
Kim olduğumun, neden onlarla birlikte olduğumun farkındaydı.
O halde neden hâlâ bana sorular soruyordu?
"Yankı," dedim direndiğim kişiliğimi yok ederek. "Lütfen eve gidelim." Dudaklarımdan çıkabilen tek cümle buydu. Eve gitmek istiyordum, başka hiçbir şey değil. Ya da birisinin beni kâbusumdan uyandırmasına ihtiyacım vardı.
"Eve gidiyoruz zaten," dedi ve cümlesindeki anlam istemesem de bakışlarımı ona çevirmeme neden oldu. "Öyle değil mi? Herkesin bir evi vardır, o inşaat da birilerinin gerçek evidir belki."
Turkuaz gözleri buz gibiydi. Bana hep ilk gün olduğu gibi bakmasından korkuyordum ama şu an öyle bakması için her şeyimi verebilirdim çünkü bakışlarında tek bir ifade vardı:
Düşmanlık.
Beni düşmanı olarak görüyordu.
"Bana öyle bakma," diye fısıldayıp başımı iki yana salladım. "Alışık değilim senin böyle bakmana."
"Ah," deyip gözlerini yola çevirdi. İnşaata yaklaşmıştık. "Sen bana kaç farklı şekilde baktın, kim bilir Helin. Her seferinde hangisine inanacağımı bilemedim ama en samimisi sanırım ilk karşılaştığımız gün olan bakışlarındı."
Cümleler, yeri geldiği zaman hançer olurdu ama ateş olup yaktığına ilk defa şahit oluyordum. "Şu an her ne görüyorsan o kadınım," diye fısıldadım ama araba çoktan inşaatın önüne gelmişti. Sertçe durdurduğunda elleri direksiyonda, karşısına bakmaya devam etti ama korkuyla titreyen elimi yüzüne yerleştirip gözlerini gözlerime çevirdim. "Bak bana. Şu an ne görüyorsun?"
Gözleri bana baktı ama sanki göremedi, kör oldu. Birkaç adım ilerimizdeki Ekip'e ait olan inşaat, benim evim değildi; Sokak Nöbetçileri'nin iki katlı ahşap evi benim yuvamdı. Yatağımın bile olmadığı o evin pencereleri, camları, sıcacık dostlukları, hep hissetmek istediğim kardeşlikleri yeterdi.
Yuvamı istiyordum, bu evi istemiyordum.
"Gördüklerimin arkasındakiler ne olacak Helin?" diye sorduğunda eli bileğimi tuttu, ellerimin titremesini geçirecek sandım ama bıraktığında başını iki yana salladı. "Bu sefer değil, bu sefer arkasındakileri boş vermeyeceğim. Önünde dikilip değer verdiğim insanları bile karşıma alabiliyorsam bunun bir anlamı olmalı."
Arabadan indi, sertçe kapısını örtüp benim kapıma yürüdü. Açmak için mecalim olmadığından o açtı, inmeyeceğimi fark ettiğinde kolumu kavrayıp beni arabadan indirdi. Adım atmamak için direndim, ayaklarımla geri geri giderek kolumu ondan kurtarmaya çalıştım. "Lütfen," diye inledim. "Bırak, lütfen. Girmek istemiyorum."
"Neden?" diye sorup daha fazla çekiştirdi. "İlk defa görmedin mi bu inşaatı?"
"Yankı, lütfen," dedim ama geri geri gitmemi de ona direnmemi de önemsemeden çekiştirerek inşaata götürdü. "Lütfen," diye direnmeye devam ettim ama faydasızdı. "İstemiyorum. Eve gitmek istiyorum. Buraya girmek istemiyorum."
İnşaatın kapısının önünde duraksadı, içeriye baktı ve benim söylediklerimi bile önemsemeden eli belindeki silaha gitti. Korkuyla nefesimi verdiğimde eline aldığı silahı havaya kaldırdı, içeriye doğrulttu. Bana bakmadan, "İstersen silahını sen de çıkar," dedi. "Ama zarar görmeyeceğini düşünüyorsan bunu yapma elbette."
Oradalar mıydı? Sesleri gelmiyordu ama onlar bir misafir beklemiyorlarsa sessizce köşelerine çekilirler, gizlenirler ve davetsiz misafiri en kötü şekilde karşılarlardı. Bir anda onlarca silahın Yankı'nın başına doğrultulduğunu düşünmek ağlamaklı bir sesle, "Neden bunu yapıyorsun?" diye fısıldamama neden oldu.
Elim silahıma gitmedi, bunu o da fark etti, yüzünde alaycı bir gülümseme oluştu; ilk defa Koza'nın alaycı ifadesini onda da gördüm. Benimle kardeş olduğuna inanamazdım ama Yankı'yla her anlamda birbirlerine benziyorlardı.
"Sen bilirsin," dedi gülümsemesini bir an bile silmeden. "Bu senin kararındı." Eli kavradığı kolumu bıraktı, bana tamamen sırtını dönerek sert adımlarla inşaattan içeriye girdi. Orada öylece kaldım, ne nefes alabildim ne seslenebildim, öylece arkasından baktım ve onun kendinden emin, baskın adımları benim korkuyla elimi kalbime götürmeme neden oldu.
Merdivenlere geldiğinde eğer yukarıdalarsa sesimi duymaları için, "Yankı!" diye bağırdım. "Lütfen oraya gitme!" Sırtımdan sanki nedenini bile bilmediğim bir güç iteklediğinde koşarak uzağında durdum ama o çoktan merdivenleri çıkmaya başlamıştı.
Başımı art arda iki yana sallarken, bir gün Yankı'yla Ekip arasında kalırsam silah doğrultacağım yüzü çok iyi biliyordum ve bunu düşünmek canımı daha fazla yakıyordu.
Beni buna zorunlu kılmamalıydı. Beni bu yaşıma kadar istemediğim birçok şeye zorunlu kılmışlardı, bunu başkaları yapmıştı ama Yankı'nın da onlar gibi davranması, bu gerçekliğin canımı yakmasına neden oldu.
"Yankı," dedim arkasından giderken ama o çoktan merdivenlerin son basamağına gelmişti, silahını ise içeriye doğrultmuştu. Adımlarım duraksadı, onun gözden kayboluşuna baktım, ellerimin içi terledi, titredim. Ses bekledim. Silah sesleri, belki gülme sesi. Acının haykırışı.
Bir ses bekledim ama hiçbir ses gelmedi.
Nefesimi verdiğimde basamakları korkakarak yavaşça çıktım. Hızlı adımlarından dolayı kalkan tozlar yüzünden elimle ağzımı kapatmak zorunda kalmıştım. İlk olarak adımlarını gördüm sonra vücudunu tamamen gördüğümde daha hızlı adımlarla üst tarafta birilerini arıyordu.
O an, üst katta ne bir masa ne bir sandalye vardı. Burası normalde Ekip'in toplantılarını yaptığı iniydi, onlardan başka kimse giremezdi fakat şu an, terk edilmiş bir inşaattan farksızdı.
Zemindeki kan lekesi dışında.
O temizlenmemişti. Sedat vurulduğu için olan kan lekesi.
"Hey!" diye bağırdı Yankı diğer taraflara yürürken. O an, Yankı'nın buraya nasıl geleceğini tahmin ettiklerini anlayamadım. Bir şekilde aniden verilen bir karardı, bunu ben bile bilmiyordum fakat Ekip bilmişti.
Belki de Koza bilmişti.
Üst kata tamamen çıktığımda içimdeki tarifsiz rahatlama, Yankı'nın karşıma geçip gözlerini gözlerime dikmesiyle silindi. Elinde tuttuğu silahı beline yerleştirmemişti, tam da beni isabet alacak şekilde tutuyordu ama beni isabet almadığını biliyordum.
Bir adım attı, sonra bir adım daha, ardından başka bir adım daha attığında kurumaya yüz tutmuş kan birikintisinin önündeydi. Ayaklarının ucundaki kana basmamak için durdu ama oraya gözleri kaymadı, bana bakmaya devam etti.
Gözlerimin tam içine bakarak, "Kimse yok mu?" diye bağırdı gür bir sesle.
Başımı ağır ağır iki yana salladığımda yalan mı söylemeliydim yoksa sessiz mi kalmalıydım, bilmiyordum. Hangisi daha fazla öfkelendirirdi ya da hangisi bana bütün gerçekleri dökmesine neden olurdu karar veremiyordum.
Dişleri kenetlendi, o sırada arka taraftan bir ses duyulduğunda Yankı'nın gözleri irileşti ve hızlıca sesin geldiği tarafa koştuğunda bir an bile beklemeden ben de onun peşinden ilerledim. Bir gölge diğer yöne döndüğünde inşaatın karanlık tarafına geçiyorduk ve onu görmem neredeyse imkânsızdı.
"Yankı!" diye bağırdım arkasından ama artık adım seslerinden başka hiçbir ses yoktu. Başka sesler de duyduğumda tek kişi olmadıklarını anladım hatta kalabalık bile olabilirlerdi.
Gölgesini takip ederken karanlığa ilerliyordu. Ya da aydınlığa. Nefes seslerim kulaklarımı doldururken içimdeki korku, ona bir şey olacağı düşüncesiyle dolup taştı. Arkamdan sesler de geldiğinde Yankı'nın, "Dur!" diye bağırdığını işittim ve o an, sesin geldiği yönü fark ettim. İnşaatın bodrum katına ilerliyordu.
Orada dayak yemiştim, orada eğitilmiştim, orada doğrulmuştum ve orada yıkılmıştım.
Benim de inim orasıydı.
Benden birçok parça orada olabilirdi.
Daha hızlı koşarken onu görmeye başlamıştım. Koşmuyor, hızlı adımlarla ilerliyordu ama öylesine dikkatliydi ki her kapının köşesinden geçerken, her tümsekte içerilere bakıyordu. Benim adımlarımı duyunca hızlıca arkasını dönüp silahı bana doğrulttu, o an adımlarım kesildi, ben kesildim.
İşte bu sefer silahı bana doğrultmuştu.
Bir ona, bir de silahın soğuk namlusuna bakarken bu birkaç saniye sürdü fakat direkt o silahı benden uzaklaştırdığında arkasını dönüp tekrar ilerlemek istedi ama onun kolunu tutup durdurdum.
Gözleri bana kaydı, kolunu tutan elime baktıktan sonra bakışları gözlerime tırmandı. Acıyla, hiddetle hatta büyük bir korkuyla, "Lütfen buradan çıkalım," dedim. Sonra ekledim: "Benim için. Sadece benim için çıkalım."
Yankı'nın bir yüzü aydınlığa, bir yüzü karanlığa bakıyordu. Bodrum katının dibindeydi, birkaç basamak sonra bodrumdaydı. İçeriden vuran sarı ışık, direkt bize çarpıyordu. Nefes nefeseydi, göğüs kafesi kalkıp iniyordu ama bana bakarken yorgun gözleri tamamen silinmiş, yerine çok daha büyük bir öfke gelmişti. "Neden?" diye sordu. "Tek soru. Neden, Helin?" Gözüyle bodrumu gösterdi. "Oraya neden inmeyeyim?"
Ekip onu oraya yönlendirmek istemişti fakat bunu ona açıklayamadım. Bütün o adım sesleri, kovalamaca; hepsi Yankı bodrum katına girsin diyeydi. Çok büyük bir sürpriz hazırlanmıştı, belki de benim ruhumun cesedi. Omzumu indirip kaldırdım. "Kötü bir şeyler olacak, hissediyorum," dedim olabileceğim en dürüst şekilde. "Çok korkuyorum."
Sakin Yankı korkmamı istemezdi, sakin Yankı titrememi engellemek isterdi, sakin Yankı o an sadece beni düşünürdi.
Fakat öfkeli Yankı tek kaşını kaldırıp korkularımı görmezlikten geldi. "Buraya kötülükler için gelmedik mi?" dedi bir itiraf bekliyormuş gibi. "Söylesene, en kötü ne olabilir?" Bana birkaç saniye verdi, bu birkaç saniyede hiçbir şey söylemeden başımı iki yana salladığımda ağzından keskin bir nefes verdi. "Siktir etsene, gerçekleri görmeye geldim buraya."
Bana bir anda arkasını döndü, tekrar kolunu tuttuğumda ise hafifçe itekleyip bodrum katının merdivenlerini inmeye başladı. "Yankı," dedim arkasından, korkudan gözlerimin dolduğunu fark ettim. "Ne olur, dur, yalvarıyorum, dur. Yapma!"
Dinlemedi.
Durmadı.
Beklemedi.
Beni umursamadı bile. O an, onun için önemli olan sadece gerçeklerdi ve fark ettim ki Yankı Sarca, yalanlara sadece kendisi için inanıyormuş gibi davranıyordu.
Bodrum katına girdiğinde omuzlarına baktım ve içeriye doğru attığı adımların yavaşladığını fark ettim. Gözden kaybolduğunda birkaç saniye öylece kaldım, elimle yanımdaki rutubetli duvardan destek aldım, gözlerimi kapattım, gerçeklerle bir de ben yüzleşeceğim için bütün gücümü toplamaya çalıştım.
İçeriden Yankı'nın öfkeyle hırlayan sesini duyduğumda basamakları ağır ağır iniyordum. Hep bahsettikleri cehennem basamaklarının sonunda bu bodrum katının olabileceğini hiç düşünmemiştim ama benim cehennemimin son basamağı, bu bodrum katına iniyor olmalıydı.
Elimin tersiyle ağlamamak için dolan gözlerimi sildim ve onunla yüzleşmeye, bodrum katına girdim.
Fakat o an, tam karşımdaki duvarda hiç olmaması gereken bir gerçekle yüzleşmek, kendi gerçeklerimden daha fazla acıttı.
Duvarda Sokak Nöbetçileri'nin fotoğrafları vardı. Çocukluk fotoğrafları, ergenlik fotoğrafları ve son zamanları. Her birinin üç fotoğrafı, beş kişi daire şeklini almışken tam ortada Önder'in fotoğrafı duruyordu. Onun tek bir fotoğrafı vardı ve bu fotoğraf, gençliğine ait gibi görünüyordu.
Bu görüntünün üzerindeki cümle ise arkamdaki duvara doğru gerilememe neden oldu.
"Yarattığın gerçek adaletin sadece korkularından ibarettir."
Koza
Bunu daha önce de okumuştum, hapishanede duvarına yazmıştı fakat şu an burada, onların fotoğraflarıyla beraber olması nefes almakta zorlanmama neden oldu. Yankı birkaç ağır adım attı. Fotoğraflara ilerleyip tek tek onlara baktı.
Bartu'nun çocukluk fotoğrafının üzerine çarpı atılmıştı ve tarih yazıyordu.
Mutlu'nun ergenlik fotoğrafında çarpı işareti ve tarih vardı.
Yankı'nın çocukluğunda da çarptı işareti vardı fakat tarih yoktu, sadece gün yazılmıştı: Unutulmayacak pazar sabahı, saat 08.46.
O an, Işık'ın fotoğrafıyla karşılaştım ve karnıma şiddetli bir acı saplandı.
Çocukluğunda ve şu zamanki fotoğrafında tarihler vardı.
Şu zamanki fotoğrafında olan tarih, vurulduğu tarihle aynıydı.
Ekip, Sokak Nöbetçileri'ne zarar verdikleri tarihleri not almıştı.
Elim ağzıma gittiğinde Yankı sadece, "Bu nasıl olur?" diye fısıldadı ve fısıldadığı anda parmakları fotoğrafların üzerine gitti. O an, Yankı da buraya yönlendirilmek için gönderildiğini anlamış olacak ki silahı neredeyse elinden düşecek şekilde tutuyordu. "Bu fotoğraflar," dedi. "Lâl'in bizzat çektiği fotoğraflar. Nasıl?"
Cümleyi kurar kurmaz bakışları bana döndüğünde gözlerindeki suçlayıcı ifadeyle yüzleştim. Tam arkasında daire şeklinde fotoğraflar duruyordu, Yankı önlerinde onları korumak istiyormuş gibiydi.
Benden korumak istiyormuş gibi.
Sustum, hiçbir şey söyleyemedim ama bu fotoğrafların daha önce burada olmadığına emindim. Bir oyun dönüyordu, birileri eğleniyordu ve bütün her şeyin suçu, benim omuzlarıma yüklenecekti.
Tekrar fotoğraflara döndü. Elinden düşmek üzere olan silahı sıkıca tuttuğunda aslında yumruklarını sıktığını anladım. Omuzları inip kalkıyordu ama artık kendini biraz bile olsun sakinleştirmeye çalışan Yankı'yı görmeyeceğimi anladım.
Saniyeler dakikalara dönüştü. Hareket edemedim, Yankı'ya hiçbir şey söyleyemedim. O görüntüyü izledim. Tam karşımda, onlara zarar vermek için gönderildiğim grubun canlarını çocukluktan beri yakanın Ekip olduğunu bilerek izledim.
Kendimi suçladım, kendimden nefret ettim ama zaman o an dursun da dönüp Yankı benimle göz göze gelmesin istedim.
Fakat öyle olmadı.
Yankı gülmeye başladığında ilk defa onun kahkahasını böyle duyuyordum. Öne eğildi, ellerini dizlerine koyup gülmeye devam etti. Öyle bir kahkaha atıyordu ki bu bir çığlık gibiydi fakat daha fazla susamayacağımı anladığımda, "Yankı," diye seslendim. Gülmesi bir an bile kesilmedi. Başını çevirip fotoğraflara baktıktan sonra ellerini saçlarına geçirdi ve fotoğrafları gösterdi. Her şeyi çözmüş müydü?
"Yankı," dedim ona doğru bir adım atarak. "Yapma."
"Burada," dedi gülmesinin arasından. "Benim kardeşlerim." Nefesini verdi. "Hepsinin geçmişi." Gözleri bana kaydı. "Ortada Koza'nın kurduğu bir cümle. Tarihler." Ellerini saçlarına geçirdi, silahı tutan eli sımsıkıydı. "Işık'ı vuran kişiler..." Gülmesi yavaş yavaş kesildi, ona doğru bir adım daha attım. "Sonra sen," dedi saçlarını çekerek. "Buraya gelmek istememen... Bu tuzak..." Sustu, gülmesi tamamen kesildi ve tam karşısında durdum.
Elimi öne uzatıp silahı almak istedim ama elini çekerek silahı havaya kaldırdı. "Buradan çıkalım," diyebildim sadece. "Bu bir tuzak olabilir."
Dudakları aralandı, tam gözlerimin içine dakikalar sonra çok büyük bir inançla baktı. "Tek diyeceğin şey bu mu?" diye sordu. Gözleri fotoğraflara kaydı yine. Bir süre izledi, belki de bir yanıt vermemi bekledi ama bunu yapamadım. Bu sefer başını tekrar bana çevirdiğinde ateş büyüdü, büyüdü, büyüdü; sonra, "Sikeyim!" diye haykırdı. "Bana cevap ver! Bir şey söyle!" Korkuyla ellerim kulaklarıma gittiğinde gözlerimi ondan kaçırıp yere baktım ama o susmadı. "Bana cevap ver lan cevap!" deyip sertçe göğsüne vurdu. "Buradayım lan ben! Buradayım! Bak bana! Bir şey söyle!"
Dudaklarımdan sadece, "Gidelim," döküldü. Ellerim yüzüme ilerlediğinde bu hayatta beni en fazla korkutacak ikinci şeyin Yankı'nın öfkesi olduğunu fark ettim.
"Gidelim mi?" diye sordu, ardından tek elimi sertçe tutup beni kendisine doğru çekti. "Yüzüme bak," dedi dişlerini sıkarak. Bakmadım. "Bak!" diye haykırdığında diğer elimle kulağımı kapattım ve acıyla yutkundum. "Sen kimsin gerçekte?" diye o en korktuğum soruyu yöneltti. "Bizden ne istiyorsun?" dedi. "Neden geldin?" Başka acı veren soru: "Amacın bize zarar vermek mi?"
Canım acıdı. Korkudan ölecekmiş gibi hissettim fakat son sorusu gözümden bir damla yaş akmasına neden olduğunda, "Size zarar vermem," dedim, ağlamamak için daha fazla direnemedim ama artık gerçekten beni görmüyor gibiydi.
"Benden ne istiyorsun, benden?" diye bağırdı. Bir anda, tuttuğu elime silahı verip geriye bir adım attı, kollarını iki yana açtı. "Bunu mu istiyorsun? Neyi istiyorsun?" Elime bir silah vermişti, karşıma geçmişti ve ona zarar vermemi bekliyordu. Bunu yapacağıma inanıyor muydu gerçekten?
Gözlerim saniyeler sonra yüzüne kaydığında elime tutuşturduğu silahı bir zehirmiş gibi yere atıp, "Ne?" diye fısıldadım. "Ben sana nasıl zarar verebilirim Yankı?" Gözümden bir yaş daha düştü, kırıldım, parçalandım ama en çok bu kadar mı kötülüğe batmış göründüğüm için kendime acıdım. "Ben sana bunu nasıl yapabilirim?" Zor nefes alıyordum. "Sen Yankı'sın, benim tanıdığım o Yankı'sın," dedim büyük bir itirafı dile getiriyormuş gibi. "Ben o Yankı'ya asla zarar veremem."
Yine güldü. "Aklımı kaçıracağım," dedi gülüşünün arasından. "Lan benimle oynuyorsun!" Onun da dudaklarından artık itiraflar çıkacaktı, bunun farkındaydım. "Günlerdir hatta aylardır karşıma geçiyor, bana oynuyorsun. Cevap versene, neden yapıyorsun?" O an, bütün olanları anlatmak istedim fakat Koza'nın cümleleri, Lâl'in cümleleri zihnimin içinde dönerken yine sessizliğe gömüldüm, bu sessizlik Yankı'yı daha çok öfkelendirdi. "Susacak mısın?" diye sordu şaşkınlıkla. "Gerçekten şu tablodan sonra bile susacak mısın bana karşı?"
Ona doğruları anlatamazdım ama belki de en dürüst halimle, tek bir itirafla karşısında dimdik durabilirdim. "Seni kaybetmek istemiyorum," diye fısıldadığımda beni duydu mu bilmiyordum ama öfkeden dolayı aldığı nefesler kesilmemişti. "Yalvarırım, sana zarar vereceğimi düşünme. Hatta buradan gidelim çünkü durursak zarar göreceksin, biliyorum, hissediyorum."
O yüzüme baktı, ben yere baktım, onun botlarını izledim. Kaybolan geleceğimi gördüm, umutlandığım geçmişimi ve yok olan şimdiyi. Hepsinin ortasında çocukluğum ve ben oturmuştuk. Onun kollarını arıyorduk.
Fakat o kollar, bir daha bana sarılmazdı, biliyordum.
Durumun onun tarafından bakıldığında daha karmaşık göründüğünü biliyordum çünkü bir hikâyeyi bilen ve bilmeyenler ikiye ayrılırdı, bilmeyenlerin canı daha çok yanardı sonuçlarından.
Bir insan bir romanın mutsuz sonla biteceğini bilerek okursa kendini hazırlardı ama bilmeden okursa son sayfalara geldikçe mahvolurdu.
Yankı son sayfalara geliyordu, bense mutsuz sonu biliyordum.
"Haklısın," dedi, eğilip yerdeki silahı aldıktan sonra pantolonunun kemerine sıkıştırdı. Ardından kurduğu cümle ise daha büyük bir yangını hissetmeme neden oldu: "Birimizin gitmesi gerekiyor, herkes kendi evinde kalmalı çünkü. En iyisi sen kendi evinde kal Helin."
Cevap bile vermemi beklemedi, bir daha yüzüme bile baktığını hissetmedim; yanımdan rüzgâr gibi geçtiğinde yere bakan gözlerim hızlıca doldu fakat birkaç saniye hareket edemedim. "Git..." deyip zorlukla devam ettim. "Gitmek mi?"
Acıdığımı düşündüğüm, düştüğüm ya da kanadığım zamanlarımın şu an hissettiklerimin yanında cennet bahçesi gibi olduğunu görüyordum. Merdivenleri tırmanan adım sesleri gitgide uzaklaşırken o bodrum katında adım atamayacak kadar acıya bulanmış bir şekilde öylece kalakaldım.
O Yankı'ydı. Beni bırakmazdı. Gitmezdi.
Söz vermişti.
Beni iyileştirecekti.
Bizi iyileştirecekti.
İntikam alacaktı.
Şimdi beni, evim sandığı bu soğuk bodrumda yalnız mı bırakacaktı?
Ben onun sokaklarına ait değil miydim?
Gözlerim yerden ayrıldı, karşımdaki fotoğraf karelerine baktım.
Beş güzel çocuk ve bir daha onlarla beraber olamayacağım düşüncesi.
Benim hiçbir zaman bir ailem olmamıştı ama bir aileye sahip olmak ne demek, onlar öğretmişti. Şimdi öğrendiğimi unutturmak için beni bırakacaklar mıydı?
Hayır, ben bırakılmıyordum, kovuluyordum. Beni kovuyordu.
Geriye bir adım attım, sonra bir adım daha, ardından acıyla bir kez daha yutkunduğumda gözümden art arda yaşlar akıyordu. Onu kaybetmekten korkuyordum, onları kaybetmekten korkuyordum ve şimdi zaten kaybediyorsam neden öylece durup bekliyordum ki?
Gerçeklerimi öğrendikten sonra da beni bırakıp gidebilirdi.
Ama asıl iş cesarette bitiyordu, onun gözlerine bakıp gerçekleri söyleyebilecek cesaretim yoktu. Yine durmadım, ne yaşlı kadını dinledim ne çocukluğumu.
Sadece Helin'e ve hislerine odaklandım.
Ben aslında tek kişiydim.
Merdivenleri hızlı hızlı çıkarken, "Yankı!" diye bağırdım. Adımlarım birbirine dolanıyordu, gözlerim yaşlardan dolayı bulanık görüyordu ama bütün bunları önemsemedim. Karanlıktan inşaatın aydınlık kısmına gelip oradan da koşar adımlarla merdivenleri çıktığımda kalbimi durduran görüntüyle karşılaştım.
Geldiğimiz araba hâlâ orada duruyordu.
Ve o an, Yankı'nın sürücü koltuğunda oturduğunu ama gidemediğini gördüm. Elleri direksiyondaydı, kapısı kapalıydı, tam karşıya bakıyordu ama hareket dahi etmiyordu.
İnşaattan çıktığımda yüksek sesle, "Susmamı istemiyorsun, öyle mi?" diye bağırdım. "Benim evim burası değil! Ben buraya ait değilim!" Öylece durmaya devam etti fakat bakışları yavaşça bana döndüğünde öfkesi sımsıkı tuttuğu direksiyondaydı. "Hiçbir şeye inanma," dedim, daha fazla dayanamayarak hıçkıra hıçkıra ağlayıp. "Ama buna inan. Ben buraya ait değilim Yankı. Ben hiçbir yere ait değilim artık."
Arabadan sertçe inip bana doğru yürüdü, elinde artık silah olmadığını gördüm. Korktum, neyden korktum bilmiyordum ama o an, arkamı dönüp diğer tarafa yürüdüğümde o inşaatın önünde daha fazla durmak istemiyordum. Peşimden geldi, ondan kaçmadım ama o inşaattan kaçtığımı anladı.
En sonunda eli kolumu kavradığında, "Sen hiçbir yere ait değil misin?" diye sordu, bunu sorarken sesinde kin vardı. "Sana söylemiştim. Benim sokaklarıma ait olduğunu söylemiştim ama hiçbir zaman öyle davranmadın!"
"Çünkü bunu hak etmiyorum," dediğimde kendime olan bütün öfkemi, bütün nefretimi artık kusmak istiyordum. "Çünkü karşıma geçiyorsun, bana sokaklarına ait olduğumu söylüyorsun ama bana kim olduğumu soruyorsun. Kim olduğumu öğrendiğinde o sokaklardan kovmayacağını nereden bileceğim?" Gözlerimi gözlerine çevirdim, sokak lambasının sarı ışığı yüzüne vuruyordu ve sokakta başka ışık yoktu. "Ve az önce ben kovuldum." Kendimi durduramadım, ağlamaya devam ettim. "Beni kovdun. Beni istemedin. Beni burada bırakmak istedin."
Öfkesi değil ama gözlerindeki kin silindi. "Ben seni kovmadım, sadece gittim çünkü oraya ait gibi sadece onları koruyorsun. Her şeyi kendi istediğin gibi algılıyorsun, değil mi? Onları tanıyorsun ulan, onu tanıyorsun!" dedi bir anda. "Onları biliyorsun. Kardeşlerimin başına idam ipini geçiren kişileri tanıyorsun." Yine hiçbir şey söylemedim. "Ve," dedi ellerini birbirine çarparak. "Susuyorsun, susuyorsun, susuyorsun. Bunu hep yapıyorsun ve ben de senin için kendimi susturuyorum, görmezlikten geliyorum. Konu benim canım mı? Sorun yok Helin, ben ölürüm ama benim kardeşim zarar gördü, gözlerinin önünde. Bunu nasıl..."
"Bunu nasıl yapabilirim?" diyerek belki de cümlesini tamamladım. "Ona gerçekten zarar vermek isteyeceğimi mi düşünüyorsun?" Bu sefer de o cevap vermedi. "Düşünüyorsun." Artık ben de öfkelenmeye başlıyordum. "Allah kahretsin!" diye haykırdım. "Işık'ı bu denli severken ona zarar gelmesini nasıl isteyebilirim Yankı!" Ellerim saçlarıma kaydı. "Sana nasıl zarar verebilirim?" Konu suçlama mıydı? Bunu sonuna kadar ben de yapacaktım. "Ayrıca birine zarar vermek konu olduğunda senden daha fazla zarar veren yoktur, biliyor musun? Önder haklı, gözlerinin önünde işkence çekmeme izin verdin. Neden verdin?"
"Konu bu mu?" diye sordu hırsla. "Şu an bütün dikkatleri üzerinden çekmeye çalışıyorsun. Kendini akıllı mı sanıyorsun?"
"Aptalım ben, tamam mı?" diye haykırdığımda yankılanan sesim benim bile kulaklarımı acıttı. "Öyle aptalım ki işkence çektirmenin bile mantıklı bir nedeni olduğuna inanıyorum ama sen, benim hiçbir mantıklı nedenim olduğuna inanmak bile istemezsin. Çünkü bana güvenmiyorsun, değil mi?" Ona doğru bir adım attım, cevap vermesi için süre tanıdım ama bildiğim yanıt dudaklarından çıkmadığında sertçe göğüs kafesinden itekledim onu. "Bana güvenme, tamam," diye hırladım. "Ama sizin canınıza zarar vereceğimi düşünecek kadar kendini kaybettiysen bana bir daha sözler verme çünkü ben sana güvenip inanıyorum!" Bir daha itekledim onu. "Sonra kovuluyorum! Ben kovulduğumda..."
"Karşıma geçiyorsun," dedi sert bir sesle, bir anda sözümü keserek. "Her seferinde başka başka yüzlerde geliyorsun. Senin hakkında hiçbir şeyden emin değilim ama tek bir şeyi biliyorum, bana defalarca yalan söyledin." Omzunu indirip kaldırdı. "Defalarca bunu yaptın. Sana her fırsat verdiğimde bir kez daha yaptın. Bunu neden yapıyorsun?"
Sorusunu duymazlıktan gelerek, "Neden gitmedin?" diye sordum, elimin tersiyle yanaklarımdan süzülen yaşları silerek. "Kovdun ve neden gitmedin?"
Yalan söylememek için susar sandım ama susmadı. "Tek bir ihtimal her seferinde beni engelliyor," dediğinde bu sefer kendine öfkeleniyor gibiydi. "Sana zarar geleceği düşüncesi. Giderdim, çekip giderdim ama senin kendi evinde bile zarar göreceğini düşündüm. Aklımı sikeyim, bunu düşündüm."
Gülme sırası bendeydi ama onun aksine gülerken gözümden yaşlar akmaya devam ediyordu. "Beni yalan söylemekle suçluyorsun," dedim titreyen bir sesle. "Ve şu an benim zarar göreceğimden korktuğunu mu söylüyorsun? Yalan söyleyen bir insanın zarar görmesi senin neden korkutsun Yankı? Bu konuda affın yoktur."
Uzun bir süre yüzümü izledi, bunu yaparken çenesi kasıldı, sonra hırlayarak yan taraftaki arabanın tekerleğine sertçe tekme attı. "Çünkü beni gerçekten değiştiriyorsun!" dedi yüksek sesle. "Her şeye aklı yeten Yankı, sana gelince aklını susturmak istiyor! Bir tarafım diyor ki o yalancı, onun kim olduğunu bile bilmiyorsun." Bakışları bana döndü. "Bir tarafım diyor ki..." Devam etmedi, yüzüme öfkeden dolayı alnında ve boynunda belirginleşen damarlarla baktı. "O tarafımın da canı cehenneme. Beni değiştiriyorsun." Ardından arkasını döndüğünde kendini benden gizlemek istedi ya da artık sakinleşmek istiyordu, bilemiyordum.
Koza'nın ve Lâl'in cümleleri yine zihnimde döndü. İkisi onu en iyi tanıyan kişilerdi ve ikisi de Yankı'nın beni bu şekilde kabul etmeyeceğini söylemişti ama ben bir şans daha istiyordum, tek bir şans daha. Saatlerce bu tercih hakkımı düşünebilirdim ama hep biliyordum ki düşünürsem vazgeçerdim bu yüzden birkaç saniyemi aldı karar vermek. "Yankı," deyip ona doğru bir adım attım. Elim sırtına dokunduğunda irkildi ama dönmedi. "Yüzüme bakar mısın? Sana bir şey soracağım."
Birkaç saniye daha nefes aldıktan sonra omzunun üzerinden bana doğru döndü. Ellerimin tersiyle bir kez daha gözlerimden akan yaşları sildiğimde durduramıyordum fakat inceldiği yerden kopması için fırsatım vardı, bu fırsat benim ellerime verilmişti.
Cevap vermedi ama tamamen bana döndüğünde yutkunduğunu gördüm. "Bana zarar geleceği düşüncesi, yalanlarımdan daha önemli," diye tekrar ettim onu. "Peki ben, senin için her şeyden daha önemli miyim? Varsayalım bütün kötülüklerden, yaptıklarımdan, yapmış olduklarımdan? Beni ne olursa olsun kabul eder miydin? Yoksa her şey için çok mu geç olurdu?"
Bu soruyu beklemediğini turkuaz gözlerindeki ifadeden anladım. Bir kez daha yutkundu, bunu kendi içinde bile düşünmemiş miydi? O an, bu sorduğum soru, Yankı'yı benim yanımdan alıp götürmüş gibiydi. "Çok mu kötü?" diye sordu küçük bir çocuk gibi. "Affedilmeyecek kadar mı kötü?"
"Diyelim ki öyle," dedim hızlıca. "Diyelim ki ben hayatın boyunca sana yapılmış olan en büyük kötülüğüm ama itiraf ediyorum bunu. Yine beni kabul eder misin?"
"Hayatım boyunca bana yapılmış olan en büyük kötülük olamazsın," dedi ama bu cümleyi kurarken bile sesinde şüphe vardı. "O kadar değil."
Yılmadım, üzerine gittim. "Bilemezsin," diye karşılık verdiğimde bir yaş daha düştü gözümden. "Bunlar sorumun cevapları değil. Sen bana tek bir cevap ver ve ben sana kim olduğumu göstereyim. Ama sen cevap vermediğin sürece ben sana hiçbir şey anlatmam. Çünkü anlatırsam..."
Omuzları düştü, öfkesi gitgide yok olurken yerine daha başka bir duygu geldi. Sözümü kesip, "Çünkü anlatırsan," diye mırıldandı. "Sonucunda birimiz gitmek zorunda mı kalırız? Birimiz istemesek bile çeker gider miyiz?"
"Belki," dediğimde kendimden emin durmaya çalışıyordum ama gücüm artık yoktu. "Biliyorum, yalan söylemezsin. Tek bir cevap Yankı, tek bir cevap. Beni kim olursam olayım kabul eder misin yoksa kim olduğumun bir önemi var mı senin için?"
Geriye bir adım attı. Bu çok kısa bir anda oldu ama benden uzaklaştığında ruhumun da bedenimden uzaklaştığını hissettim.
Eğer kim olduğunun önemi yok derse ona her şeyi anlatacaktım ama kim olduğumun önemi varsa başka yalanlar sıralayacaktım ve inanıp inanmamak ona kalacaktı.
Bunu Yankı da çok iyi biliyordu.
Yalanları mı seçecekti, gerçekleri mi, emin değildim.
Dakikalar geçtiğinde sokak lambasının cızırtılarından başka bir ses yoktu. Sessizlik, orada bizim en büyük dostumuzdu ama şu an o dostu da istemiyordum. "Tercihini yapmayacak mısın?" diye sordum. "Az önce beni cevap vermemekle suçluyordun."
"Bazen iki tercih de mahveder," dedip gözleriyle beni izledi, bunu yaparken dudaklarını birbirine bastırdı. Öyle uzun bir süre izledi ki ne düşündüğünü bilemedim ama bakışları gitgide değişti; ben mi onu kaybettim, o mu beni kaybetti bilmiyordum ama Yankı, birimizin kaybettiğini sanki bana gözleriyle haykırdı.
"O halde en çok hangisi mahvetmeyecekse onu seç," diye karşılık verdim. "Seç ki ikimiz de gerçek yollarımızı görelim."
Bir anda, aramızdaki o aşılamaz gibi görünen mesafeyi birkaç adımda aştı ve ensemi tutarak başını iki yana salladı. "Yankı Sarca'ya öğrettiğin bir şey var," diye fısıldadı. "Kaçmak." Sonra dudakları dudaklarımın üzerine sertçe kapandığında gözlerimden akan yaşlarla ellerim havada öylece kalakaldım. Büyük bir baskı yaptı, geri çekildi. "Kaçıyorum," deyip bir kez daha öptü. "Kaçmayı öğreniyorum." Yine dudaklarıma yapıştı, belimi kavradı ve beni kendine yasladı. "Ben senden, benden hatta bütün gerçeklerden kaçıyorum, yanıtlardan kaçıyorum. Olacağımız kişiden kaçıyorum. Sen de olduğun kişiden kaç bugünden sonra, benim sokaklarıma gel sadece çünkü benim karşı koyamadığım tek şey, kalbim şu anda."
Cevap vermemi bile beklemeden yine dudaklarıma yapıştığında bu sefer belimi daha sıkı kavradı. Havada olan ellerim omuzlarını bulduğunda şaşkınlıkla açık gözlerim yavaşça kapandı ve ne olursa olsun, kim olursam olayım, nasıl gerçeklerle yüzleşirsek yüzleşelim onu öptüm.
Nemli dudakları dudaklarımın arasına yerleştiğinde ilk defa bu kadar hırçın, bu kadar soluksuz öpüyordu. Bütün öfkesini, hırsını, kinini benim dudaklarıma dökerken ben de ona bütün gerçeklerimi, en gerçeği onu öperek verdim. Karşılık verişlerim düzensizdi ama öylesine ezberden gitmiyorduk ki beni talan ederken ellerinin baskısı artıyor, sadece susamışçasına öpmek istiyordu. Bunun farkındaydım.
Diğer eli ensemden belime kaydığında sıkıca sarıldı ve beni bir anda havaya kaldırdığında bacaklarım beline dolandı. Sıkıca kavradığımda düşmekten korkmuyordum ama heyecandan ölebilecek kadar kalbim hızlı atıyordu. O beni hep öptüğünde, kalbim göğüs kafesimdeki kemikleri kıracak gibi atıyor, çırpınıyor, yok oluyordu. Belimdeki eli sırtımı okşadı, sıkıca tuttuğu yerde bir bütün halindeydik.
O şekilde yürüdüğünü hissettim ama dudaklarımı dudaklarından ayıramadığımda, omzunda duran ellerim saçlarına kaydı, sıkıca kavradım. Yumuşacık saçlarının parmaklarımda bıraktığı hisler, arzularımı doruğa eriştiriyordu. Yankı'ya dokunmak bile bu arzuları yeniden gün yüzüne çıkarıyordu.
Büyük bir yıkılıştı, büyük bir arbedeydi, büyük bir depremdi ama bu depremin ortasında bile dudaklarımı öptüğünde ona karşı koyamamıştım, o da bana karşı koyamamıştı.
Onun gibi öfkeli değildim ama Yankı'nın nefesi, beni kendisine çeken bir ihtiyaç gibiydi. Her öptüğümde daha fazlasını istiyordum, daha fazlasını. Yetmezmiş gibi, çok daha fazlası olmalıymış gibi. Sırtımı sertçe sokak lambasının direğine yasladığında dudaklarına doğru hafifçe inledim ve inlememle beraber alt dudağımı dişlerinin arasına alıp çekiştirdi, hırsını çıkarmak istedi ama bu yaptığı saçlarına asılıp başımı geriye yatırmama neden oldu. Bunu yaptığım an, dişlerini geçirdiği dudağımı iyileştirmek istiyormuş gibi diliyle ıslattı, dudaklarımın çizgisinde dolandı. Sonra daha büyük bir hırsla, açlıkla dudaklarımın her köşesine darbelerini bıraktı.
Bir anda beni geriye çekti ve bir kez daha sokak lambasının direğine sertçe çarptı. Canımı yakmamıştı ama nedense daha fazla heyecanlanmama, kalbimin daha hızlı atmasına neden olmuştu.
Dudaklarını dudaklarımdan uzaklaştırdığında elleri belimden bacaklarıma okşayarak kaydı, baldırlarımdan tuttu. Gözlerimi hafifçe araladığımda yüzüme bakıyordu ve ikimizi aydınlatan sokak lambasının cızırtıları, uçuşan böceklerin sesleri bile ninni gibi geliyordu.
"Ne olacak senin karşında aklımı her seferinde kaybedişim?" diye sorduğunda bir yandan acı çekiyor gibiydi fakat diğer yandan da şehveti de hissediyordum. Dişlerinin arasından verdiği nefesler yüzüme çarptığında sıcak nefesini tekrar dudaklarımın arasında duyma arzusuyla yandım. "Ne yapacağım ben kendimle?"
Aralıklı duran dudaklarıma başparmağını yaslayıp derin bir nefes verdi. "Ne olacak bu benim sana karşı olan tarifsiz bağlılığım?" diye karşılık verdim kendimi tutamayarak, ne söylediğimi bile önemsemeyerek. "Ne yapacağım ben kendimle?"
Konuştuğumda dudaklarım parmağını okşadı, o an çenesi kilitlendi. İlk önce gözlerinin içine baktım, sonra sakince başparmağının ucunu dudaklarımın arasına alıp öptüğümde, hafifçe de dişlerimi sürttüğümde, "Helin," diye mırıldandı ama sesi inler gibi çıktı. Bir süre dudaklarımı parmağında tuttum. Bir daha adımı söylesin istedim ama söylemedi; beni izledi ama izlerken bambaşka düşüncelere dalmış gibiydi.
Başparmağından avucunun içine ilerledim, sonra avuç içini de öptüm hatta bir süre öyle kaldım. Derin nefesler almaya başladı. "Ne yapacağız biz seninle?" diye sordu. Soruyu sorarken kendisiyle konuşuyor gibiydi. "Katlanamıyorum buna."
"Neye?" diye sordum ama cevap vermedi. Büyük bir nefes verdi. Bunun arkasından boğazından çıkan bir hırıltıyla beraber tekrar dudaklarıma kapandığında sırtımı sokak lambasının direğine sürterek aşağıya indi, beni kaldırıma yatırdı.
Biliyordum, sokaktaydık; biliyordum, dışarıdaydık; biliyordum bir kaldırımdaydık ama o an, beni Yankı'dan bütün dünya bile ayıramazdı.
Buna tepemizdeki sokak lambası yine şahitti.
Dizlerinin üzerindeydi, elleri yerdeydi, beni öpmeye devam ediyordu. Dili dudaklarımın arasına yuvarlandığında ben de ona aynısını yaptım. Gitgide hızlanan nefesiyle beraber ellerim boynuna dokununca terlediğini fark ettim, ben de terliyordum.
Bir eli yerden ayrılıp boynuma gitti; orada, nefes borumda bir süre parmak uçlarını gezdirdiğinde karnımın içinde şiddetli bir yanma hissettim, kasıklarım ise kaynadı. Nefeslerim düzensizleştiğinde parmaklarını üzerimdeki fermuarlı cekete ilerletti. Boynuna tırnaklarımı geçirdiğimde dudaklarını dudaklarımdan ayırdı, alnını alnıma yasladı ve daha sonra fermuarı hafifçe aşağıya indirdi.
Sokaktaydık, dışarıdaydık, kaldırımdaydık.
O benim üzerimdeydi.
Göğüs çizgime kadar geldiğinde dudakları çeneme ilerledi, ıslak dudaklarıyla oraya izini bıraktı, daha sonra çene çizgimden aşağıya doğru indi öpüp nefesini vererek. Sıcaklığı altında hafifçe hareketlenmeme neden olduğunda benim üzerime biraz daha eğildi.
Boynuma geldiğinde dişlerini sürttü, bunu yaparken acı çekiyor gibiydi. "Kokun bana yaşadığımı hissettiriyor, sen yaşamaktan vazgeçebilir miydin?" dedi itiraf eder gibi. "Kokun sadece bana yaşadığımı hissettirsin Helin."
Sokaktaydık, sokaktaydık!
Az önce yaşananlar ve sonrası. Akıl sağlığımı bile kaybetmeye başlayacağımı düşünüyordum çünkü kalbimin ve yaşananların hızına yetişemiyordum. O haklıydı ve ben haklıydım. O haksızdı ve ben de haksızdım.
Fakat en sonunda buluştuğumuz yer, bir sokak lambasının altı oluyordu.
Ya bir gün bir sokak lambasının altında her şey son bulsaydı?
"Hey!" diye bağıran bir kadın sesi aramıza girdiğinde ikimiz de yan tarafımızda duran arabaya baktık. Sürücü koltuğunda oturan kadın penceresini açmış, bize öfkeli bakışlar gönderiyordu. Simsiyah saçlarını tepesinde atkuyruğu yapmıştı, üzerinde pijamaları olmalıydı ve öfkeli görünüyordu. "Ne yaptığınızı sanıyorsunuz siz?"
Gülsem mi ağlasam mı bilemedim ama kadına şaşkınca bakmaya devam ettim. Yankı ise gülerek, "Hanımefendi, sokak lambası bizzat bana ait," deyip başını salladı. "Bu kaldırım da." Ardından bakışları bana döndü. "Bu hanımefendi de..."
"Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz?" diye bağırdığında içimden bir ses eşiyle kavga edip evden ayrıldığını ve bütün hırsını bizden çıkardığını söylüyordu. "Polisi arayacağım." Gözleri irileşti. "Hâlâ aynı şekilde duruyorsunuz bir de! Çoluk çocuk sizi görse hoş mu? Hiç mi düşünmüyorsunuz?" Kadın bir an bile susmadan, art arda cümleleri sıralıyordu.
"Ablacığım seni Mutlu mu gönderdi ya?" diye sordu Yankı ağzının içinde, sonra kaşlarını çattı. "Ara polisi, de ki sokak lambasının altında öpüşüyorlardı. Hatta dünyadaki bütün sokak lambalarının altında öpüşeceklermiş diye de devam et."
"Yankı," diye fısıldayıp hafifçe omuzlarından itekledim. Yüzü bana döndü. "Kalksana artık üstümden." Kendisi de yeni farkına varıyormuş gibi kaşlarını kaldırdığında yavaşça üzerimden çekildi ve ayağa kalkıp pantolonunu temizledi.
Kadın eline telefonu alıp, "Öyle mi?" diye sordu. "Bekleyin o halde."
Bir anda yattığım yerden kalkıp, "Hanımefendi," diye seslendim, sonra zorlukla ayaklarımın üzerine bastığımda dizlerimin hâlâ titrediğini fark ettim fakat bu seferki yine korku değildi. Penceresine doğru ilerlediğimde sevimli bir şekilde gülümsedim. "Biz evliyiz."
"Ne?" Yankı arkamdan lafa girdiğinde gözlerimi ona çevirdim ve kaşlarımı kaldırdım susması için.
"Evli misiniz?" diye sordu, birkaç saniye düşünüp hafifçe bana doğru eğildi. "Evliliğimin altıncı yılındayım ama bizim bütün bu heyecanlarımız bitti. Sen kimi kandırıyorsun?"
"Ah," deyip önüme gelen saçımı arkaya attım. "Sormayın, benimki de öyle. Ben zorladıkça ancak bu kadar oluyor." Üzgün bir yüzle ona baktığımda Yankı'nın bütün konuşmaları duyduğuna emindim. "Bence heyecan istiyorsanız siz de farklı yerler deneyebilirsiniz."
"Sen zorladıkça mı?" diye sordu Yankı arkadan.
"Susar mısın sevgilim," dedim gözlerimi devirerek. "Hanımefendiyle konuşuyorum."
"Sevgilim mi?" Yankı'nın yüzü ne haldeydi bilmiyordum ama şaşkınlığı sesinden okunuyordu.
Kadın bir bana, bir Yankı'ya bakarken elindeki telefonu hafifçe yandaki koltuğa koyup kaşlarını çattı. "İşe yarar mı ki?" Başımı olumlu anlamda salladım. "Peki o halde," deyip gözlerini yola çevirdi. "Biz de az önce kavga ettik, beni aldattığını düşünüyorum." Kadın bir anda bana dertlerini anlatmaya girişince şaşkınlıkla onu dinlemeye başladım. "Bana hiç sevgi cümleleri kurmuyor, hiç güzel şeyler söylemiyor," dedi en sonunda uzun uzun konuştuktan sonra. "Sizin böyle bir sıkıntınız var mı?"
Tam bu esnada Yankı muzip bir sesle, "Bebeğim," diye bana seslendi. "Artık gitmemiz gerek. Çocuklar bekler."
"Çocuklarınız da mı var?"
Hazırlıksız yakalandığım için sustum. Arkamdan Yankı'nın adımlarını duydum, eli elimin içine kaydığında başını aşağı yukarı salladı. "Evet. Mutlu adında bir oğlumuz var. Görseniz öyle tatlı ki..." Yankı düşündüğünün tam zıttını dile getiriyor gibiydi. "Çok saygılıdır, sevgi doludur. Gülümsediğinde dünyalar durur. Özellikle kendini prens sanmaları yok mu?"
"Ah," dedim Yankı'ya gülümseyerek. "Onu özledim, hadi gidelim."
Elimi kaldırıp kadına selam verdiğimde Yankı da aynısını yaptı ve kendi arabamıza yürümeye başladık. İnşaatın önünde bıraktığımız arabayla yüzleştiğimde az önce yaşadıklarımızdan sonra bile gülümsediğime, Tanrı’nın bizi gülümsetecek bir şeyler çıkarmasına şaşırıyordum.
Yankı da sanki bir daha inşaata bakmak istemiyormuş gibi gözlerini arabadan ayırmıyordu. Sabit bakışlarında öfkesi artık yoktu, bana karşı şüpheleri varsa da görünmüyordu ama kararlılığı yerindeydi.
Bu işin peşini asla ama asla bırakmayacaktı ve sonunda birçok kişinin öyle bir canı yanacaktı ki Yankı'nın yaktığı canlar bir daha asla dinmeyecekti.
Bu canların arasında belki ben de olacaktım.
Fakat bu işin peşini ben de bırakmayacaktım. Her neyin içine düşürülüyorsam peşinde ilerleyecektim, yolun bir kısmında belki Yankı'yla bile kesişebilirdik ama umurumda değildi.
Yolcu koltuğuna oturduğumda o da sürücü koltuğuna yerleşti, omzunun üzerinden bana baktı. "Seni ilk defa 2 Kasım günü öpmüştüm," dedi. "O zaman ilk olmuştu ve son olmayacağını söylemiştim." Anahtarı çevirip gazı kökledi. "Hatırlatmakta fayda var Helin. Kim olursan ol, son olmaması için seni dünyadaki bütün sokak lambalarının altında öpmek istiyorum."
"Neden?" diye sordum dayanamayarak.
"Çünkü sadece o an ikimiz de gerçeğiz," diye yanıt verdi. "Çünkü sadece o an gerçekten bizim için yollar oluyor ve çıkmaz sokaklar yok oluyor. Çünkü o yolların sokak lambalarıyla aydınlanması lazım Helin."
Onun söylediklerine hiçbir şekilde cevap veremediğimde kısık gözlerle yanımdaki cama baktım, Yankı ise çalıştırdığı arabayla beraber geldiğimiz şekilde değil, sakince yola döndü.
Bugün ikimiz de birbirimizin bambaşka yüzlerini görmüştük. Korkaklığımı, olduğum insandan nasıl kaçmak istediğimi anlamış mıydı bilmiyordum ama bakıldığı zaman hiçbir problemimizi de halledememiştik. Üstü kapalı olan her şey tozlanmak için rafa kaldırılmıştı.
Ama o katlanamayacak duruma gelmiş, kendi sınırlarından çıkmış ve bana ilk defa içinde biriktirdiklerinin çeyreği olmasa bile dökülmüştü. En önemlisi, yalancı demişti, yalanlarımı bildiğini dile getirmişti.
"Ne düşünüyorsun?" diye sorduğunda dalgın bir şekilde yolu izleyen gözlerim tekrar ona döndü. Yüzüne yine hep o bildiğim, tanıdığım sakinliği çökmüştü. Gözleri artık tanıdığım gibi bakıyordu, sesi rahatlatıcıydı.
Dürüstçe, "Az önce olanları…" diye fısıldadım ve sırtımı koltuğa daha rahat yaslayıp gözlerimi boşluğa diktim. "Sana bir şey itiraf etmek istiyorum Yankı." Pencereye düşen yansımasından dikkatlice beni izlediğini gördüm. "Sana güveniyorum, senin cümlelerine sonsuz güveniyorum ama artık bana verdiğin sözler konusunda sana güvenmiyorum." Gözlerindeki ifade değişti, yanından geçtiğimiz sokak lambaları ışıklarını onun yüzüne değil, benim yüzüme vurdu. "Ve benim sende gördüklerim sadece yansıttıklarındı. Biliyor musun, beni şu an bu arabadan atmayacağın ya da hapishaneye kapatmayacağın konusunda senden emin değilim."
Cümleler tükendi, devam edemedim ama bunlara hazırlıklıymış gibi nefesini verdiğinde, "Artık iyi bir adam olmadığımı mı düşünüyorsun?" diye sordu ama sesinde kırgınlık yoktu.
"İyi bir adamsın," diye hızlıca cevap verdim. "Fakat ben senin o kötü yüzünü de gördüm." Sabırla gözlerimi ona çevirdim, turkuaz gözleri uzaklarda bir şeyler arıyor gibi yola dönmüştü. "Ve ben binlerce kötü insanla karşılaşsam da en çok senin kötü yüzünden korktuğumu fark ettim."
Kurduğum cümle, direksiyonu sıkıca kavramasına neden oldu ama bu sefer öfke değildi, her ne düşünüyorsa dengesini sağlamak istiyor gibiydi. "Benden korkuyor musun?" diye sordu, bu sefer sesinde korku vardı.
Hiç düşünmeden, "Artık evet," diye yanıtladım.
Bir cevap vereceğini düşündüm, beni rahatlatabilirdi belki ama sessizliğe gömülüp elini cebine attı, sigara paketini çıkardı, paketin içinden dikkatlice sigarasını çıkarıp dudaklarına yerleştirdi. Ardından ucunu alevlendirdiğinde büyük bir derin nefes çekti.
"En çok ne korkutuyor seni?" diye sordu saniyeler sonra. "Sana en kötü ne yapabilirim?"
Gözlerim ellerime indi. İtiraf edip etmemek konusunda ikilemde kalsam da bir tarafım ona bir şeyleri söylemek konusunda kararlıydı. "Hayatımda artık olmayacağının düşüncesi," diye mırıldandığımda öyle kısık sesle konuşmuştum ki beni duymak için eğilmek zorunda kalmıştı. "Gururumu ayaklar altına alacak birisi değilim ama bir daha böyle bir an yaşanırsa lütfen beni kovma, sen git çünkü kovduğunda gidebilecek kuvveti kendimde göremiyorum."
"Helin, ben seni kovmadım, sadece seni gerçek evinde bıraktım ve ben gittim. Sen olsan ne yapardın?" Sessizlik. Haklıydı, biliyordum ama benden gidecekse benden gitmeyecek gibi de davranmayacaktı.
Eli çeneme uzandı, yüzümü yüzüne çevirdi ve dakikalar sonra bana büyük bir şefkatle baktı. Beni bırakmayacağını söylese de ona inanmazdım. Parmakları çenemden yüzüme kaydı, yanağımda gezindi, merhametle ve şefkatle okşadı. Sonra hiçbir şey demeden elini çekti.
Geriye kalan bütün yol sessizlikle geçti.
Bir daha o da konuşmadı, ben de konuşmadım. İkimiz de yoldan bakışlarımızı ayıramadık, birbirimizi yok saydık ya da birbirimize tamamen sırtımızı döndük; belki de birbirimize daha sıkı sarıldık, daha net bir şeyleri gördük.
Emin olduğum tek bir şey vardı, birbirimize ya sıkı bir düğümle bağlanmıştık ya da o ip tam ortadan kesilmişti.
Hangisinin gerçekleştiğini zaman gösterecekti.
Eve dönen yola girdiğimizde aramızda geçenlerin tek bir Sokak Nöbetçisi'nin bile öğrenmeyeceğinden yüzde yüz emindim. Önce büyük bir öfkeyle yüzleşmiştim, sonra Yankı'ya teslim olmuştum sokağın ortasında. Kalbim iki parçaya bölünmüştü. Bir tarafta mutluluklar, sevinçler varken, diğer tarafta acılar, kaybedişler vardı.
Nasıl hissetmem gerektiğini bilmiyordum, her şey hem çok berbattı hem de çok mükemmeldi.
Artık hayatımın hızına yetişemiyordum.
Araba evin önünde durduğunda ilk inen ben oldum, Yankı da benim arkamdan arabadan indi fakat ikimiz de evin kapısının açık olduğunu gördük. Kaşlarımız çatıldığında Yankı'nın eli belinde duran silaha gitti ister istemez fakat bu sefer ben de aynı şeyi yaptım.
"Neler oluyor?" diye fısıldadığımda Yankı, işaret parmağını dudaklarına götürüp beni susturdu ve eliyle arkasından gitmem için beni yürüttü. Küçük ve ağır adımlarla yürürken hemen yan tarafımızdan tırtıklı yoldaki taşların sesi geldi.
Başımı çevirdiğimde sol tarafımızdan küçük bir oyuncak kamyonetin bize yaklaştığını gördüm. İkimiz de birbirimize baktık, kaşlarım çatıldı, Yankı ise, "Bomba olabilir," diye fısıldadı.
Kamyonet yaklaştıkça üzerindeki oyuncak gülümsememe ve belimde tuttuğum silahtan elimin uzaklaşmasına neden oldu. Pembe Panter oyuncağı kamyonetin üzerine oturtulmuştu, boynunda papyon vardı, başında kıvırcık peruk. Mutlu'ya benziyordu.
Ayağımın dibine çarptığında Pembe Panter'in gözleri tam bana bakıyordu, Mutlu neyin peşindeydi anlayamamıştım ama kucağında duran kâğıtta bir şeyler yazıyordu. Tedirginlikle başımı Yankı'ya çevirdim, onaylarcasına başını salladığında eğilip notu aldım ve Mutlu'nun düzgün el yazısıyla cümlelerini okudum; kalbimde büyük bir şenlik başladı.
Sevgili Helinski Sarcaios ya da Aktanos. Sarcaios olabilirsin çünkü öpüştünüz fakat bunun bir önemi yok. Dün senin kalbini kırmış olabilirim. Prensler ve mafyalar özür dilemez ama benimle barışmayı kabul edersen seninle sütümü paylaşırım.
Not: Süt Pembe Panter'in altında.
Gülümsemem genişlediğinde, hatta kıkırdadığımda başımı kaldırıp sokağın köşesine baktım ve orada elinde kumandayla başını eğip beni izleyen Mutlu'yu gördüm. Hemen üst tarafından başını eğen diğer kişi de Bartu'ydu. Gizli gizli izliyormuş gibi görünüyorlardı ama Bartu öylesine iriydi ki görünemeyeceğini düşünmek imkânsızdı.
Benimle beraber notu okuyan Yankı gözlerini bana çevirdiğinde içten bir şekilde gülümsedi. "Mutlu'nun bu hayatta en nefret şey birinin kalbini kırmaktır," dedi. "Ve onu affetmezsen büyük bir vicdan azabı çekecektir."
"Ona kırgın değilim," dediğimde kalbimdeki bütün korkularım o anlık silinmişti, kendimi fazlasıyla huzurlu hissetmeye başlamıştım. "Mutlu bu zamana kadar benim bir kez bile kalbimi kırmadı, ona kıyamıyorum zaten."
"O halde ona bunu göster." Ellerini cebine yerleştirip arabanın önüne oturdu. "İhtiyacı var çünkü. Senden çekiniyor gibi görünüyor."
Başımı olumlu anlamda sallayıp kamyonete tekrar baktım. Pembe Panter'i kolundan tutup kaldırdığımda altındaki kutu çikolatalı sütle karşılaştım. Eğildim, sütü aldım ve havaya kaldırıp ona baktım. Gökyüzü aydınlanmaya başlamıştı, sabah oluyordu. Benden özür dilemek için sabaha kadar beklemişti.
Köşeden ilk çıkan kişi Bartu oldu, kollarını önünde bağlayıp bana doğru yürüdü. "Vicdan azabından kafayı yedi," dedi göz ucuyla Yankı'ya bakarak. "Sizi beklerken yaşlandık. Onu affettiğini söylemezsen asla rahat edemeyecek."
Güzel çocuğum Mutlu. Kalbi muhteşem çocuğum Mutlu. Ne yaparsa yapsın onun yüzündeki gülümseme silinsin istemezdim.
Mutlu çekingen bir çocuk gibi köşeden çıktığında üzerinde jilet gibi bir takım elbise vardı. Kıvırcık saçlarını sıkıca arkadan atkuyruğu yapmıştı hatta jöle sürmüş, önüne düşen saçlarını da geriye yapıştırmıştı. Üzerine fazlasıyla bol gelen takım elbisenin Bartu'nun olduğuna emindim çünkü takım elbisenin paçaları katlanmış, ceket omuzlarından düşüyordu.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi içine gömlek giymemişti, çıplaktı ama boynunda kravat vardı.
"Mutluga Prens," dedim kıkırdayarak ve onu inceledim. "Neden böyle giyindin?"
O cevap vermeden evin kapısının önünden Işık'ın sesi geldi. "Kendini mafya sanıyor," dedi, büyük bir merakla ona döndüğümde omzunu kapının pervazına yasladığını, dikkatlice bizi izlediğini gördüm. Hemen yanında Lâl de vardı. "Bu aralar da başımıza bu çıktı." Soluk bir şekilde tebessüm etti, iyi olmaya başlamıştı ama gözlerindeki keder uzaklaşmamıştı. "Onu affeder misin Helin? Hepimizin başının etini yedi."
"Gerçek mafyalar insanlara onları küstürecek şeyler yapmazlar," dediğinde tekrar gözlerim Mutlu'ya kaydı. "Hata da yapmazlar. Ama ben biraz yapmış olabilirim..."
"Mutlu..." Birine sarılmaya ihtiyacım vardı, birine sıkıca sarılmaya ihtiyacım vardı ve bu kişi Mutlu olmuştu. Birkaç adım atıp sıkıca sarıldığımda başımı boynuna gömdüm, gözlerim doldu. "Sana kızgın değildim, sana kızmam. Sen beni bu hayatta en fazla gülümseten kişisin."
Mutlu kolunu belime sardı ve Işık'a sarılıyormuş gibi sarıldı bana. Derin bir nefes alıp, "Affediyorsun yani?" diye sordu sakince.
"Affedecek bir şey yok," diyerek geriye çekildim ve dolan gözlerimi silip elimdeki çikolatalı sütü havaya kaldırdım. "Hem olsa bile şu süt yeterli olurdu."
Mutlu içten gülümseyerek Bartu'ya baktı. İkisinin bu planı yaptığını ve benim için çabaladıklarını fark ettim.
"Ben bazen fazla saçmalarım," dedi kendini açıklamak ister gibi. "Fazla ağır konuşurum. Ama sonra çok da pişman olurum. Hayatta gerçekten önemsediğim dört kişi vardı." Gözleriyle kardeşlerini gösterdi. "Lâl, Bartu, Işık ve Yankı. Bunlardan başka kimse umurumda değildi fakat sen Helinski, hayatımıza girdin göktaşı gibi. Tam ortaya düştün. Seni kabullenmek zordu ama seni kabullendiğimi fark ettim." Gözleri Yankı'ya kaydı, ona göz kırptı. "Önemsediğim beşinci kişi oldun Helinski Sarcaios. Altıncımız oldun."
Son kurduğu cümle sildiğim gözlerimin tekrar dolmasına neden olduğunda yanındaki Bartu da gülümsedi. "Benim gibi bir adamın bile sırdaşı oldun," dedi ellerini cebine yerleştirerek. "Seni ilk gördüğümde zerre sevebileceğimi düşünmezdim ama şimdi Yankı'dan başka..." Duraksadı, küs olduğu için gözlerini devirdi. "Yani şu adamdan başka birisi sana yaklaşırsa onu yumruklarımla tanıştırmak için fırsat kollarım." Bu Bartu dilinde beni ne kadar önemsediğini gösteriyordu.
"Şu adam mı?" Yankı arka taraftan Bartu'ya doğru seslendi. "Şu adam ne lan?"
Bartu Mutlu'ya dönüp gözlerini gökyüzüne kaldırdı. "Sineğin sesini duyuyor musun?" dedi ağız ucuyla. "Lider sinek sesi gibi."
"Çocuklaşma Bartu," dedi Yankı ama gülümsemesini engellemeye çalışıyordu; ilk adım Yankı’dan gelmişti, dayanamamıştı. "Dün gece niye uyanıp beni izledin oğlum sen? Deli misin?"
Bartu gözlerini kocaman açarak Yankı'ya baktı. "Seni izlemek mi?" diye sordu şaşkınlıkla ama rol yaptığı belliydi. "Niye kardeş sen Lâl misin de seni izleyeyim?"
Mutlu gülerek, "Uyanıp kocasını izleyen kadınlar gibi Yankı'yı mı izledin?" diye sordu. "Oldu olacak dudaklarına da bir öpücük kondursaydın."
"Laf söyleyene de bakın siz," dedi Işık ve evden çıkıp bize doğru yürüdü. "Yankı, sen değil miydin günler önce hastanede benim yanıma girdiğin zaman Bartu'yu özlediğini söyleyen?"
Mutlu daha yüksek sesle güldü. "Bana da, 'Bartu başını belaya sokacak diye korkuyorum, ona hâkim ol,' diyordu." Gözleri bana kaydı, hayal kırıklığıyla başını iki yana salladı. "Üzgünüm Helinski." Lâl'e de baktı. "Üzgünüm Lâlito, bu ikisi birbirine âşık ama sürekli didişen sevgililer gibiler."
Aralarındaki gerilim parça parça silinirken ikisi birbirine bakıyor, Bartu gözlerini kaçırıyordu. Sessizlik oldu, sonra o koca adamın içinden bir anda kedi yavrusu çıktığında, "Beni özledin mi?" diye sordu Yankı'ya. "Beni merak da mı ediyorsun?" Ellerini önünde birleştirdiğinde romantik bir filmin içinde gibiydik, Mutlu'yla gözlerimiz kesişti ve onun da aynı şeyi düşündüğünü anladım. "Yani bana kızgın değil misin?" diye sordu. "Ben sana vurdum ya hani..."
"Kardeşim, Grey değil misin?" diyen Mutlu, Yankı'ya doğru yaklaşan Bartu'ya bakıyordu. "BDSM senden sorulur. Kıça şaplak yapacağına, yüze şaplak yaptın, ne olacak bundan?"
Işık gülmeye başladığında ben de ona katıldım hatta Lâl de güldü. Evin içinden adım adım çıktığında hepimizin yüzündeki günlerdir süren gerginlik silinmişti.
Bartu Yankı'ya doğru küçük adımlar atarken üzerinde bir prenses kostümüyle bile hayal etmiştim ve bu yüksek sesle kahkaha atmama neden oldu. Prensine kavuşmak üzere olan prenses Bartu... Bu aşkın önünde engel olmak istemezdim.
"Lan ne oluyor," diye fısıldadı Mutlu, omzuyla omzumu itekleyerek. Bartu Yankı'ya yakın durdu, Yankı yaslandığı arabadan doğruldu. Gözleri birbirini izlerken, arkadaki romantik şarkı eksikti. "Lan," dedi Mutlu öfkeyle. "Benim dışımda herkese yeşil ışık yakıyorsun, göt Bartu."
Bütün bunları duymazlıktan gelen Bartu ellerini kaldırıp Yankı'nın yüzüne yerleştirdiğinde Yankı gözlerini kaçırdı, hepimize bakarak, "Bartu," dedi kısık sesle. "Oğlum, bana niye öpecekmişsin gibi bakıyorsun lan?"
"Öpeceğim çünkü seni," dedi Bartu bir anda ve yüzümdeki gülümseme soldu. "Cevap versene, beni özledin mi gerçekten? Ben beni hiç özlemediğini düşünmüştüm."
"Bartu yine romantik tarafını açık unuttu..." Işık gözlerini devirdi. "Bu çocuğun dengesizlikleri beni öldürecek."
Lâl’le göz göze geldik. Günler önce beraber alışveriş merkezinde eğlendiğimiz zamanları anımsamıştım, ikisini böyle görünce o da bunları anımsamış olacak ki dudaklarını birbirine bastırarak gözlerini kaçırdı.
Gülümsemesini engellemeye çalışıyordu.
Yankı kaşları havada Bartu'ya bakarken, "Bil diye söylüyorum," dedi. "Beni şimdi dudaklarımdan öpersen ilk defa yumruğumu suratına yersin."
Bartu güldü. Hepsi birbirine büyük bir sevgiyle bağlıydı ama en büyük bağlılık Bartu'ya aitti çünkü onun ilk ailesi Sokak Nöbetçileri'ydi. Yankı olmadan Bartu mahvolurdu.
"Yankı," dedi Bartu, ellerini yüzünden çekerek. "Bunu başka hiçbir zaman itiraf edemem ama senden yaşça ne kadar büyük olursam olayım, sen bana babalık yaptın." Utançla gözlerini kaçırdı. "Ve nasıl söylenir bilmiyorum ama bana tahammül etmekten hiçbir zaman vazgeçme, olur mu? Ben sikik bir adam olabilirim ama sen de Yankı'sın. Bartu'ya hep tahammül edersin."
"Helinski, kusura bakma ama şu an öpüşseler salya sümük ağlarım şurada," diyen Mutlu duygusaldı. "Çok güzel değiller mi? YanBar aşkı sonsuzdur."
"BarMut'a ne oldu?" diye sordum kaşlarımı çatıp.
"O beni şaplaklasın sadece." Mutlu kıçını döndü bana. "Fakat Yankı'ya sevgisini versin, kabulüm."
Yankı da ellerini Bartu'nun omuzlarına koyup, "Bazen inanılmaz çekilmez bir adam oluyorsun Bartu," dedi. "Ama kendine haksızlık etme, küçükken kimsenin yanında değil, en çok senin yanında ağlardım ben. En çok sana güçsüzlüğümü gösterirdim. Bunu biliyorsun. Sen bizim en merhametli tarafımızsın."
Lâl kollarını önünde bağlayıp başını Işık'ın omzuna yerleştirdi ve ona güç olmak istiyormuş gibi Bartu ile Yankı'yı izledi. Mutlu ise elini omzuma atıp iç çekti.
"Lan," dedi Bartu, sonra bir anda Yankı'yı kendine çekip sıkıca sarıldı ve elini ensesine koydu. "Özledim ulan seni."
Yankı da kardeşine sarıldığında günler sonra ilk defa bu kadar huzurlu gülümsediğini gördüm. "Ama yine söylüyorum," dedi sarılmaya devam ederken. "Dudaklarımdan öpersen yumruğu yersin."
"Yok," diyen Bartu güldü. "Senin dudaklarını öpeceğime gider bir kilo beyin öperim, daha iyi. Ama yine de kollarımın sıcaklığı senin kafanı karıştırmasın." Başını geriye çekti, Yankı'nın yüzünü elleri arasına alıp dikkatlice baktı. "Düştün, değil mi bana? Düştün düştün..."
"Siktir," dedi Yankı, sonra gülerek Bartu'yu itekledi ve ikisi de kahkaha attı. "O replik bana değildi, karıştırdın."
Hepimizin yüzünde o sıcak gülümsemeyle onlara bakıyorduk. Huzurdu, muhteşem bir huzurdu ve gece boyunca yaşadıklarımızdan sonra bunun Yankı'ya çok büyük bir ödül olacağının da farkındaydım.
"Hımm," dedi Mutlu, sonra birkaç küçük adım attı, ardından bir anda üzerindeki ceketi fırlatıp çıplak üstle Bartu'nun sırtına zıpladı. "Sıra bende at herif," dedi ve sarıldığı yerden Bartu'nun yanağına büyük bir öpücük kondurdu. "Yapış dudaklarıma, bitsin bu ateş."
"İn lan sırtımdan!" diye bağırdı Bartu ama gülmeye devam ediyordu. Mutlu ise kollarını daha sıkı doladığında bacaklarıyla bacaklarına vuruyordu.
"İnmeyeceğim, deh, dıgıdık!" diye bağırdı. "Uzun zamandan beri yapmıyorsun, hadi lan, ne olur! Koşsana!"
Bartu kendi kendine söylendi, Yankı'yla göz göze geldi. Yankı ise göz kırptı. "Sen kaşındın," dedi Bartu. "Sıkı tutun." Sonra hızla koşmaya başladığında Mutlu çocuk gibi çığlık attı, Işık ve Lâl arkalarından güldü. Yankı ise büyük bir şefkatle onları izledi.
Sokak Nöbetçileri beş kişiydi. Fevri ama merhameti kalbine bile sığmayan Bartu, kendinden ne kadar çok vazgeçse de hayata kardeşi için tutunan Işık, her zaman gülümsemek için neden bulan neşe kaynağı Mutlu, korkularına rağmen güçlü görünmeye çalışan Lâl, kelimelerle ifade bile edilemeyecek kadar mükemmel olan Yankı.
Ve ben.
Helin. Sadece Helin. Grubun altıncısı değil ama grubun sadecesi Helin.
Onlar benim en büyük mutluluklarımdı ve tek ailemdi.
Paragraf Yorumları