logo

50. VAZGEÇİŞ

Views 162 Comments 0

BARTU SARCA

Bu gece zifiri karanlıktı ve hava hiç olmadığı kadar soğuk gibiydi. Ya da biz çok fazla içtiğimiz için aniden üşüyüp aniden yanıyorduk, bilmiyordum ama içimdeki kötü hislerin alkolden kaynaklandığını düşünmek istiyordum.

Öyle çok üşüyordum ki yanımda yürüyen Mutlu'ya belli etmemek için gösterdiğim çabanın faydasız olduğunun farkındaydım. Zaten ben neyi göstermekten kaçarsam onu görürlerdi bu yüzden soğuktan titreyen ellerimi ceplerime yerleştirip Mutlu'nun hiç susmadığı konuşmaları dinlemeye devam ettim.

Eve yaklaşmak üzereydik, cebimdeki telefon durmadan titriyordu ama benim aklım, bir anda yanımızdan ayrılan Yankı ve Koza'daydı, diğer taraftan ise kızları düşünüyordum.

İçimdeki kötü hissin nedeni neydi? Birlikte olmamak mı?

Artık otuz bir yaşındaydım, hatta otuz iki. Çocuk gibi onlara muhtaç yaşamamam gerektiğini öğrenmeliydim ama ailemden başka hiç kimsem yoktu.

Biliyordum, onlar da birbirlerine bağlılardı ama benim kadar eksik hissedemezlerdi. Çünkü hiçbiri benim gibi sokağın doğurduğu o çocuk değildi. Hepsinin bir anne babası vardı, kardeşleri hatta hâlâ yaşamaya devam eden aileleri. Benim ise onlardan başka hiç kimsem yoktu, evinin önüne gidip acısını yaşayacağım bir ailem bile olmamıştı.

Eğer olsaydı o evin önünde günlerce yatardım, gerçek ailem için. Nasıl hissederdim, merak ediyordum.

Sokak Nöbetçileri'ne ilk girdiğimde, Önder'in bana verdiği isim ödülüm olmuştu. Artık bir adım vardı, bundan olmalı ki hayatım boyunca Önder'e minnet duyacaktım. Bana bir aile vermişti, bir isim ve bir hayat.

Bir tarafım onun kötü biri olduğunu söylese de buna inanmak istemiyordum.

Bir çocuğa aile veren bir adam ne kadar kötü olabilirdi ki?

Kapının önüne yaklaştığımızda Mutlu elini omzuma atıp, "Sana burada, dün internette Host Bey’imi bulduğumu anlatıyorum ama sen kendi bokunu yemiş domuz gibi boş boş etrafına bakıyorsun," dedi.

Mutlu Sarca. Onu kardeşim gibi değil, bazen oğlum gibi görüyordum. Yaramaz ama yüzümü hep gülümseten ve beni hiçbir zaman yalnız bırakmayan o çocuk. Küçükken en acılı zamanlarımda yanımda olup bana sevgisini veren ilk kişi Mutlu olmuştu. Bana göre ilk seven, kaçmayan ve ötekileştirmeyen. Diğerleri benden korkuyor gibilerdi çünkü yabaniydim, Önder öyle söylerdi. Sevgi ne demek bilmezdim, aile nedir öğrenememiştim.

Mutlu, kendisinin ötekileştirilmesini istemediği gibi beni de ötekileştirmedi.

"Host Bey beni biliyor mu?" diye sordum Mutlu'ya.

"Hangi açıdan yakışıklım?"

"Seni kimseyle paylaşmadığım konusunda yani," dedim sırıtarak.

"Ah," dedi elini kalbine koyarak. "Yankı'nın Helin'i, Grey'in kırbacı, Bartu'nun Mutlu'su..."

"Koza'nın Işık'ı," diyerek ona takıldım.

"Anma şu kelebeği," dediğinde cebimden anahtarı çıkarıyordum.

"Neden?" Omzumla omzunu itekledim. "Onu sevdin, sen de kabul et."

Yüzünü buruşturdu. "Benim Koza'yı sevmem demek, felaket demek. Gözleri, dudakları alev alev çağırıyor, yangınlara; öyle bir şey var ki çözemediğim..."

"Mutlu," dedim anahtarı kilide yerleştirirken. "Yine çok konuştun."

"Bir şey diyeceğim," dedi. "Uzun zamandır söylemiyordum, öpeyim mi bir kere?"

"Hayır."

Kapıyı açıp içeriye girdim, Mutlu da ardımdan girerken omzumun arkasından son kez dışarıya baktım. Karanlık sokak öyle sessizdi ki kalbime, bir abdala malum olan kötü his gibi başka bir karanlık doldu.

Mutlu direkt oturma odasına geçtiğinde, ben de mutfağa ilerledim ve dolabı açtım. Cebimdeki telefon ise yine titredi. Mutlu içeriden, "Bana bir buzlu su, bir pasta, bir de kaslarından getirir misin Grey'im?" diye seslendi. "İçimin yangın geçsin istiyorum."

"Kalk kendin al lan, götüm," diye haykırdım içeriye doğru ama buzdolabından suyu alıp tezgâha koydum. Mutlu'nun homurdanmalarının arasından cebimden telefonu çıkarıp ekrana tıkladım ve Rüya'nın mesajlar attığını gördüm.

Rüya:

Annemler seninle tanışmak istiyor fakat seni basketbol antrenörü olarak tanıttım. Olduğun şekilde pek hoş karşılamazlardı, umarım bu yalanı idare edebiliriz. Hem zaten antrenör olacaksın, değil mi? Bunu konuşmuştuk.

Kaşlarım çatıldı. Başka mesajlar da atmıştı.

Bu arada biraz serseri gibi giyiniyorsun, aile evine gelirken şık bir şeyler giyinirsen daha güzel olur. Takım elbisen var mı? Yoksa alabilirim (:

Bu arada babam tek yaşadığını biliyor, beş kişilik bir evde yaşadığını duysaydı kalp krizinden giderdi. Hoş, ben de kısa süreli kalp krizi geçirmiştim... Ayrı eve çıkma konusunu yeniden konuşabiliriz istersen.

Bardağa suyu doldururken kaşlarım daha fazla çatılmıştı. Evet, düzgün bir adam değildim ama neden giyinişimle yargılanıyordum? Doğru olan bu muydu? Manipüle edilmeye müsait olduğumu söylemişti bir keresinde Işık bana, şimdi de bununla mı yüzleşiyordum?

Diğer mesaj daha rahatsız ediciydi.

Annenden ve babandan onların yanında bahsetmezsen daha iyi olur, onlar da sormayacaktır. Bir trafik kazasında öldüklerini söyledim, böylesi daha doğru bence.

Hey neredesin? Seni aradım ama açmadın...

Bu söylediklerim seni kırıyor mu? Aslında kalbinin çok zor kırıldığını biliyorum ama eğer kırıyorsam lütfen söyle. Ben sadece dürüst olmaya çalışıyordum.

Kabullenilmeyecek bir adam olduğumu biliyordum hatta bu hayatın içinden olmayan bir kadınla daha önce ileriye giden bir ilişkim olmamıştı fakat imkânsız değil gözüyle bakmıştım. Her sokak çocuğu, başka bir sokak çocuğuyla olmak zorunda değildi. Rüya normal bir insandı, her şeyiyle. Ama ben ona çok normal gelmiyordum, bunun farkındaydım.

Sokakta büyüdüğümü söylediğimde, günlerce benden uzaklaşmış hatta geçmişim hakkında hiçbir şey öğrenmek istememişti. “Nasıl yani?” demişti sonra da. “Anneni ve babanı hiç mi tanımadın?” Evet, biliyordum, bu fazla ağırdı ama o bakışları hak ettiğimi düşünmüyordum.

"Su!" diye haykırdı Mutlu içeriden. "Getir şunu!"

"Bekle lan, sığır!"

Mesaj kutusundan çıkacağım sırada başa tutturulmuş olan o ismi gördüm ve mesaj attığını fark ettim. Uzun zaman sonra.

Lâl'im:

Ben konuşurken yüzünü çevirmeyeceğini bildiğim için buradan konuşuyorum. (23.32)

Ben Lâl Sarca. Senin Lâl'in. Küçükken bencilliği öğrenmiş Zeynep Elçeri. Bunlar veda değil, aksine sevgi sözleri. Hayatımda tercih edip de çukura sürüklemediğim tek kişi sensin çünkü senin sevgin, benim hayatımdı. Benim nefesimdi. Bencil bir kadını sevmenin ağır geldiğini biliyorum ama ben de bana fazlasıyla ağır geliyorum. Senin tarafından sevilmek, bana bu dünyada güzellikleri tattırdı ama aynısı senin için geçerli olmadı, biliyorum. (23.35)

Hatırlıyor musun, bana küçükken demiştin ki: “Gerekirse kâbuslarından bile korurum seni.” En kötü kâbusları gördüm Bartu ama ben sana gelemedim hiç. (23.37)

Beni artık sevmiyorsun, biliyorum. Çünkü beni artık konuşmuyorken duymuyorsun bile. Canım yanıyor, görmüyorsun. Çünkü sen benden vazgeçtin, bunu biliyorum. (23.44)

Ve bunu hak ettim. (23.45)

Hayır, seni suçlamıyorum, yüzünü asma. Bunlar bencil Zeynep'in cümleleri de değil sadece anla istiyorum. (23.45)

Beni tanıyan Lâl. Beni herkesten daha iyi tanıdığını düşündüğüm Lâl.

Biliyor musun, sen benden vazgeçtiğinde, sanki bütün dünya benden vazgeçti. (23.48)

Aklına ne geliyorsa yazıyormuş gibi, hepsini farklı farklı dakikalarda yazmıştı.

Ben çok korktum, biliyor musun Bartu? Çok öfkeliydin, silahları çok seviyordun, yemin ederim senden çok korktum Bartu. Küçükken senden çok korktum. (23.55)

Sonra da seni sevmekten çok korktum ben ama bu da haksızlıktı, sonradan fark ettim. Sana yaptığım en büyük haksızlık, senden korkmak değildi bu arada, seni sevmekten korkmaktı çünkü seni, sen beni severken sevseydim asıl dünyadaki güzellikler o zaman ayaklarımın altına serilirmiş. Çünkü aşk, çok güzelmiş. Gözlerimin önünde birbirine âşık olan insanları gördüğümde anladım bunları. (23.59)

Seninle bir gün, ağaçların altında beraber gökyüzünü izlemiştik. Ay tepedeydi, yıldızlar yoktu. “Keşke,” demiştin, “seninle gökyüzünde yaşasaydık, o zaman seni her şeyden koruyabilirdim.” Gülmüştüm, üzülmüştün. Gülmüştüm, çünkü seninle yan yana olmak bana zaten gökyüzündeymişim gibi hissettiriyordu, bunu bilmiyordun. Şimdi o ağacın altında yine uzansaydık bunu sana söylerdim. (00.03)

Bunları seni üzmek için de beni yeniden sev diye de söylemiyorum. Bitti, biliyorum. Bartu'nun Lâl'i artık bitti ama şunu anlamanı istiyorum, ben seni kaybettikten sonra sevmedim, ben seni hep seviyordum, sadece kaybettikten sonra sensiz yaşanmadığını anladım. (00.05)

Kendine iyi bak, bu hayatın yükü omuzlarına daha ağır gelmesin. Harika bir baba, harika bir eş olacaksın. Bense hiçbir zaman harika bir anne ve harika bir eş olamayacağım. (00.06)

Seni daima sevdim, seviyorum ve seveceğim. Kalbimle, bütün kalbimle, iyi ki sen, Lâl'in Bartu'su. (00.12)

Saat on ikiyi çoktan geçti. (00.30)

Telefonu sıkıca tutarken elimdeki bardak titriyordu.

Bu bir veda mesajıydı ve benden bir yanıt beklemişti, bense görememiştim.

Fakat duyduğum kurşun sesi gerçeğe dönmeme neden oldu, ardından Mutlu'nun bağırışı ve art arda gelen kurşun sesleri. Gözlerim irice açıldı. Telefonu cebime koyup yere eğildiğimde, "Mutlu!" diye bağırdım.

"Bartu!" dedi içeriden, korkudan titreyen sesini duydum. Camlar tek tek inmeye başladı, ardından duvarlara saplanan kurşun seslerini işittim. Yerde sürünerek odaya giderken Mutlu'yu gördüm. Koltuğun arkasına geçmiş, elleriyle başını örtmüş, bana bakıyordu. "Bartu!" diye bağırdı bir kez daha.

Duvarın arkasına geçtim ilk başta ve üst kattaki camların aşağıya indirildiğini duydum. Başımı iki yana sallarken, "Mutlu," dedim, "köşeye geç." Mutlu sürünerek köşeye gittiğinde, "Koltuğun fermuarını aç şimdi," diye haykırdım. "Çabuk. Yırtık tarafını. Orada bir silah var."

Silah sesleri yaklaşmaya başladığında Mutlu'nun bağırışı aynı oranda arttı. Duvarın arkasından çekilip yerde yuvarlanarak odaya girdiğimde Mutlu silahı bana attı. "Arkama geç," dedim ona, duvarın köşesine ilerlerken. "Yankı'yı ara ya da mesaj at, acil durum!" Mutlu hızla telefonu çıkarıp Yankı'yı aradı. Silahın şarjöründekilerden başka kurşun yoktu ve ateşleyenler oldukça kalabalıktı, bunu anlayabiliyordum.

Ölecektik, ucu yoktu, sonu yoktu.

Yine de karşılık verdim; pencerenin oraya çıkıp iki el ateş ettim ve yeniden duvara yaslandım. Üst katta başka bir cam daha patladı, karşımızdaki koltuk delik deşik oldu. Eğer mutfağa gitmeseydim ve Mutlu eve gelir gelmez yere uzanma huyundan vazgeçseydi o ya da ben ölecektik.

"Açmıyor," dedi Mutlu. "Ne yapacağız?"

Dişlerimi sıkarak, "Arka kapı," dedim; mutfağın orayı kastediyordum ama Mutlu'nun sesinin kesildiğini hatta nefes almakta bile zorlandığını anladım. Bakışlarımı ona çevirip, "Ne oldu?" diye sordum.

"Hüseyin abi mesaj atmış," dedi köşedeki marketin sahibini kastederek. "Bizim hastaneyi patlatmışlar." Gözlerimiz birkaç saniye daha kesişti. Mutlu, "Işık," dedi ve o an Lâl'in attığı son mesaj aklıma geldi.

"Mutlu," dedim fakat devamını getiremedim çünkü Işık dedikten sonra gözleri dolmuştu. "Arka kapı," dedim bu kez. "Sürünerek git, geliyorum."

Mutlu birkaç saniye daha bana baktı, ardından sürünerek mutfağa gitti. Pencereden dışarıya uzanıp birkaç el daha kurşun sıktım ve onlar devam ederken Mutlu'nun peşinden ilerledim. En sonunda duvara yaslandığımda yine cebimden telefonu çıkardım ve direkt Yankı'yı aradım. Telefonu kulağıma bile götürmeden, "Aç şunu," dedim dişlerimi sıkarak. "Ne cehennemdesin, aç şunu! Öldün mü? Aç şunu!" Telefon telesekretere düştüğünde var gücümle, "Eğer ölmediysen benden çekeceğin var," diye bağırdım. "Mahvolduk göt herif! Ne yapacağız?"

Mutlu mutfak zeminindeki halıyı kaydırdı ve parkeleri çekip çıkardığında küçük tünel ortaya çıktı. Silah sesleri devam ederken, ilk önce Mutlu, ardından ben tünele girdik. Bu eve ilk çıktığımızda Yankı kaçmak için bu tüneli hazırlamıştı, gizli oda da yukarıdaydı. Bunu hiçbir zaman kullanamadığımız için dövünürken şu an bu kapıyı kullanmak canımı fazlasıyla yakıyordu.

Dar tünelden zorlukla geçerken toprak ve rutubet kokusu burnuma doldu. Dışarıdaki silah sesleri ise bir anda kesilmişti. Buna rağmen ikimiz de durmadık ve tünelin diğer ucuna kadar nefes nefese ilerledik. Nihayetinde tünelin sonuna geldiğimizde Mutlu tepeyi yumrukladı ama gücü yetmeyince onu kenara çekip sert bir yumruk geçirdim ve tahta kırılarak açıldı. İlk çıkan yine Mutlu oldu, ardından ben de çıktım.

"Sadece koş," dedim Mutlu'ya ve ikimiz birbirimize tek kelime etmeden hastaneye doğru koşmaya başladık; uzaktaki dumanın rengini görebiliyordum. Mutlu bir kez daha telefonunu çıkarıp Yankı'yı aradı fakat açmadığında endişeyle dönüp bana baktı.

"Koza," dedi ardından. "Yan yanalardı." Nefesimin kesildiğini hissettiğimde elimdeki silahı pantolonumun kemerine sıkıştırdım ve duvarın köşesine yaslandım, evin oradaki silah sesleri durmuştu ama o içimdeki his geçmiyordu. Mutlu da hemen yanıma yaslandığında telefon kulağındaydı.

Açacağını düşünmüyordum ama Mutlu, "Koza," dediğinde direkt telefonu elinden çekip aldım. "Koza," dedim ben de.

"Neredesiniz?" dedi direkt.

"Olanlardan haberin..."

"Neredesiniz?" diye sordu daha baskın bir sesle.

"Evden uzaklaştık," dedim ama gözlerim yoldaydı. "Neler oluyor bilmiyorum ama hastanenin oraya gitmemiz gerekiyor; orada çocuklar var, Nadir var." Mutlu'nun acıyla inlediğini işittim. "Beni duyuyor musun? Bir cevap ver. Yankı nerede?"

"Ben sizi hastanenin oradan almaya geleceğim," dedi Koza, sonra bir hareketlenme işittim. "Saklanın, ortaya çıkmayın."

"Neler oluyor?" diye sordum ama Mutlu sertçe telefonu elimden çekip aldı.

"Işık," dedi sadece. Koza her ne dediyse elini saçlarına geçirdi ve var gücüyle, "Işık'a ne oldu?" diye bağırdı fakat cevap vermek bir yana dursun, telefonun ışığı yanıp söndüğünde kapattığını anladım. Mutlu'nun elinden telefonu aldığımda yeniden koşmaya başladım ve onu da kolundan tuttum.

Koşarken düşündüklerimin arasında kendi ölümümden önce diğerlerinin ölümü vardı. Defalarca felaketin kollarına düşmüştük ya da defalarca ölümle burun buruna gelmiştik ama yan yana değilken ya da bu kadar dağılmışken bu hiç olmamıştı. Şimdi öyle bir dağılmıştık ki herkes kendi kuyusunu kazıyordu ve kendi kuyusundan kurtuluyordu.

Kötüyü düşünme, diyebiliyordum kendime ama yüzüme çarpan soğuk beni kendime getirirken tek bir cümle söylüyordu: O bir veda yazısıydı, son sözleri, sanaydı. Ve sen ona hiçbir şey söyleyemedin.

Hastaneyi gören köşeye geldiğimizde elbette ki Koza'yı dinlemeyecektim. Bunun bir göz korkutma ya da bir kumar olduğunu anlamıştım çünkü öldürmek isteyen öldürürdü, o evin içine girerlerdi. Başka bir şeyler vardı fakat bu hastanenin patlamasına neden olacak kadar göz karartan neydi, anlayamıyordum.

Bir kalabalık hastanenin önüne dizilmişti. Üst kat cayır cayır yanıyordu, alevler aşağı katlara da ulaşıyordu ve dileğim, hastanenin boş, Nadir'in yurtta olması yönündeydi. Peki ya yurt? Yanımda olan Mutlu'ya dönüp baktım, donuk gözlerle hastaneyi izliyordu. Aynı şeyi düşünüyorduk ama hareket edecek hali yoktu çünkü aklının nerelerde dolaştığını anlıyordum.

"Ben Nadir'e bakacağım," dedim.

"Ben de geliyorum," dedi bir an bile şüpheye düşmeden.

Herkesin bildiğinin aksine, arabaların olduğu tarafın kapısına doğru yürüdük. Orayı bizden başka kimse bilemezdi ama mahallenin kalabalığı öyle bir artıyordu ki çevresini dolaşmaya başlamışlardı. Birazdan itfaiye gelecekti ve her şey daha da kötü bir hal alacaktı.

"Silahlar," dedim arka kapının oraya geldiğimde. "Belgeler, yazılar, kayıtlar, paralar, kasa; hepsi mahvoldu," diye inledim. "Orada bütün çocukların vekâletleri olacaktı, gizli belgeler ayrılacaktı. Sikeyim!" Acıyla Mutlu'ya baktım ama kapıya yürürken yanımda değil gibiydi. "Mutlu," dedim. "Buraya dön," ilk defa birisi beni değil, ben birisini uyardım, "halledeceğiz."

Hiçbir şey söylememeye devam etti ve beni geçiştirmek için başını bir kez aşağı yukarı salladı, ardından arka demir kapının oraya geldiğimizde, "Önder'i ara," dedim ona. "Yetimhanedeki çocukları çıkarmasını söyle, oraya hiçbir şey olmamış gibi görünüyor ama olmayacağı anlamına gelmez."

Demir kapıyı omzumla üç kez iteklediğimde gıcırtıyla açıldı ve direkt gözlerimin önüne arabaların olduğu yer doldu. O kısmı es geçip diğer tarafa yürümeye başladığımda is kokusu ve sıcaklık gitgide yaklaşıyordu, bunun farkındaydım.

"Açmıyor," dedi peşimden gelirken.

"Yankı'yı ara o zaman bir daha," dedim.

"Açmıyor!" diye bağırdı bu kez. "Bir şeyler oluyor!"

Kolumla ağzıma ve burnuma siper aldığımda onu duymazlıktan geldim ve aynısını yaparken peşimden geldiğini fark ettim. İlk önce arabaların bulunduğu yerden Önder'in laboratuvarına çıktık fakat buradaki bütün eşyaların boşaltıldığını gördüğümde gözlerim irice açıldı, Mutlu da aynı ifadeyle bana bakıyordu.

Hastane yataklarının olduğu tarafa daha hızlı adımlarla ilerlerken duman gitgide yaklaşıyor, sıcaklık çevremize doluyordu. Duvarların gitgide kavlandığını, beyaz renginin değiştiğini görebiliyordum. Zehir gözlerimi yakmaya başlamıştı ama neyse ki alevler bu kata henüz inmemişti.

"Gonca'yı ara," dedim bu kez Mutlu'ya. "Öğren, neredeymiş?"

Mutlu ikiletmeden Gonca'yı aradı ve ardından, "Açmıyor," dedi yine.

"Siktiğimin telefonlarına ne oldu?" diye hırladığımda hastanenin olduğu tarafa geçtik ve beş odayla yeniden karşı karşıya geldim. Defalarca pansumanımın yapıldığı, vurulduğumda geldiğim ve diğerlerinin acılarını paylaştığı odalar. Şimdi duman içinde kalmıştı ve üst katın alevleri bir odayı doldurmaya başlamıştı.

Dakikalardır sakin kalmamın mucize olduğunu bildiğimden ötürü, "Odalara bak!" diye bağırdım ve Mutlu'yla ayrı ayrı odalara bakmaya başladık. İlk baktığım oda neyse ki bomboştu fakat Gonca'ya ait eşyalar da ortalarda yoktu. "Nadir!" diye bağırırken diğer odaya geçtim fakat burası da boştu. "Nadir," diye bağırdım bir daha. "Neredesin abiciğim, biz geldik!"

"Burada," diye bağırdı Mutlu. Sesin olduğu tarafa döndüğümde alevlerin yanındaki odadan geldiğini anladım. Gözlerim daha fazla yanmaya, nefesim daha fazla kesilmeye başlasa da durmadım bile, o odaya doğru koştum. Girdiğimde gördüğüm manzara ise yatakta yan dönmüş Nadir ve başında duran Mutlu'ydu.

"Nadir," dedi Mutlu, onun omzuna dokunarak, sonra elini nabzının üzerine koydu. Ardından boynuna. "Nadir," dedi yine.

"Al onu," dedim alevlerin geldiği yöne bakarak. "Al onu Mutlu."

Nadir'in sarsıldığını ve öksürmeye başladığını gördüğümde, "Nadir," dedi Mutlu onu kucağına almaya çalışarak ama Nadir art arda öksürüyordu.

"Efendim," dedi nefesini vermeye çalışarak ama öksürmeye devam etti. Hiçbir oksijen tüpü bağlı değildi, sadece dumanlar vardı ve Nadir. "Neler oluyor, efendim?"

Mutlu, Nadir'i kucağına aldığında, "Uyanık kal," dedi ona. "Uyanık kal, burada kal, yalvarırım, burada kal." Bakışları bana döndü, acıyla baktı. "Zor nefes alıyor, bir şeyler yap Bartu." Üzerimdeki tişörtü sertçe çekip çıkardığımda Mutlu'ya verdim ve Mutlu o tişörtü Nadir'in ağzına tuttu ama dudağının kenarından ve burnundan kan akıyordu.

"Mutlu," dediğimde gözleri Nadir'den ayrılmıyordu.

"Nefes al," dedi. Nadir yarım gözlerle öksürerek ona bakıyordu. "Nefes al Nadir," dedi yine.

"Mutlu," dedim. Delirmemem mucizeydi, aklımı kaçırmamam mucizeydi, ilk defa ortalığı topluyor olmam mucizeydi. "Çıkalım Mutlu," dedim onu omzundan tutup çekerek. "Daha kötü olacak." Sadece benimle beraber yürüdü ama bakışlarını Nadir'den ayırmıyordu.

Geldiğimiz kapının orayı alevlerin sardığını gördüğümde, "Sikeyim," diye inledim ve üst kata çıkan merdivene baktım. Orası da ateşlerden kapılarla doluydu ve çıkış yoktu. "Sikeyim," dedim dişlerimi sıkarak yine.

Düşün, dedim kendi kendime. Aptal olma bir kez, düşün. Daha fazlasını düşün, olması gerekeni düşün. Nadir için düşün, Mutlu için düşün. Sonra zihnimdeki zillerde bir ses duyuldu ve bakışlarım Gonca'nın odasına yöneldi. Tek demir parmaklıkları olmayan ve camlarının açık olduğu odaydı.

Mutlu'yu hafifçe itekleyerek o tarafa yönlendirdim fakat o kadar çok zaman kaybetmiştik ki Nadir'in artık öksürmeleri durmuştu, zorlukla aldığı nefesleri duyuyordum. Bir de mahallenin itfaiyesinin ve insanların çığlıklarının sesini. İnsanlar neye çığlık atıyordu? Az önce hepsi susuyordu, birisi mi ölüyordu?

Pencereden dışarıya baktığımda topluluğun bir daire çizdiğini ve sırtlarını hastaneye döndüklerini gördüm. Çığlıklar oradan geliyordu.

Dirseğimle pencerenin camına vurduğumda artık Mutlu’yla ikimiz de öksürmeye başlamıştık. Nefes almakta biz bile zorlanırken, Nadir nasıl yaşayabilirdi? Mutlu kucağıma Nadir'i verdi ve kucağımda ufacık kalan o erkek çocuğuna baktım. Her hafta onun yanına gidiyordum ve gün geçtikçe daha fazla zayıflıyor, daha fazla güçsüzleşiyordu. Ama ölümden kaçamasa da mutsuzluktan kaçmaya başlamıştı. Gözlerinin içine hayat sığmaya başlamıştı, umut da öyle.

Şimdi ise ölecek gibi bakıyordu.

"Efendim," dedi kısık sesle. "Ölmek istemiyorum."

Alnımı alnına yasladım. "Ölmeyeceksin," diye fısıldadım fakat bir halatın koptuğunu ve kendimi kaybetmeme çok az kaldığını fark edebiliyordum çünkü yüzündeki renk bile gitmişti.

"Ver onu bana," dedi Mutlu dışarıdan. Camdan dikkatlice Nadir'i ona verdiğimde ben de tırmandım ve camdan atladım, ardından meydana çıkmak için koşmaya başladık fakat kalabalık bizi gördüğü anda bakışlarını önce birbirlerine sonra bize çevirdiler. İtfaiye bile arada sırada dönüp bize bakıyordu, mahallenin içinden çıkmayan hangi sır şimdi onlara ulaşmıştı. Tam donanımlı itfaiyenin gelmesine ne kadar kalmıştı? Belgelerin yanması daha mı iyi olmuştu?

İnsanlar bize bakıp konuşmaya devam etti fakat dairelerini bozmadılar. Kimse bize yaklaşmadı, ateş miydik de yaklaşmıyorlardı? Yoksa ateş mi olacaktık?

"Yaşa," dedi Mutlu Nadir'e, duydum. "Yalvarırım yaşa, benim için yaşa."

"Ne oluyor?" diye bağırdım kalabalığa doğru üçüncü kez aynı şeyi yaptıklarında. "Öylece durup izleyeceğinize yardım etsenize ulan!"

Hiçbiri hareket bile etmedi, bakmaya devam ettiler. Daire gitgide açılıyordu fakat Mutlu'nun artık bacaklarında güç kalmamıştı, yere çöktüğünde, "Ambulansı çağırır mısınız?" dedi bağırarak. Sesi bile artık çıkmıyor gibiydi. "Bir çocuk ölüyor!"

Bir anda karşıma Hüseyin amca çıktı, ardından Osman amca. Ellerini kaldırıp durdurduklarında neler olduğunu anlayamıyordum. "Dur," dedi Hüseyin amca. "Yankı nerede?"

"Neden?" diye sorup kalabalığa baktım ama önümden çekilmediler. "Neden!" diye bağırdım bu kez.

"Sakinleş," dedi Hüseyin amca. "Biz ambulansı çağırdık ama..."

Onu omzundan iteklediğimde ve yeniden önüme çıktığında bir kez daha diğer tarafa onu fırlattım. Artık kimse önüme geçmeye cesaret edemiyordu. "Ne oluyor ulan!" diye bağırdım kalabalığın içine dalarak.

"Yardım edin!" diye bağıran Mutlu'nun sesi arkamdaydı. Artık ağlıyordu. "Biri bir şey yapsın! O ölecek!"

Kalabalıktaki son insanı da iteklediğimde o dairenin ortasında, yerde uzanan yüzü gördüm ve o vücudu. Yerler erimeye yüz tutan, beyaz çamurlu karlarla doluydu ve o beyaz karlara kırmızı rengini veren bir kan akmıştı. Sadece iç çamaşırlarıyla, göğsünün orada bir delikle ve kan içinde uzanan Lâl. Benim Lâl'im. Gözleri kapalı, yüzü yana dönüktü. Bacaklarına darbeler almıştı, morluklarla doluydu, saçları dağılmıştı. Nefes almıyordu.

Birisi haykırdı, bu benim sesim miydi yoksa Mutlu'nun sesi miydi, bilmiyordum ama birileri beni tutmaya çalıştı, birileri önüme geçti, birileri benim Lâl'imin önüne siper oldu fakat kimse beni durduramadı.

Önüme geçen herkesi itekleyip onun yanına çöktüğümde elim ilk başta ensesini tuttu, ardından hiç düşünmeden kulağımı kalbine yasladım. Seslerden, çığlıklardan hiçbir şey duyamadım. Uzaktan gelen gerçek bir itfaiyenin sesi de vardı. "Susturun!" diye haykırdım. "Kalbini duyamıyorum!" Yüzümü yüzüne yaklaştırıp nefes alıyor mu diye hissetmeye çalıştım ama vücudum hissizdi. En sonunda elimi nabzının üzerine koydum ama yine hiçbir şey hissedemedim. Yeniden haykırdığımda vücuduma dokunan elleri ve onu benden almaya çalışan insanları hayal meyal hatırlıyordum.

Tek yapabildiğim onu kucağıma çekip sıkıca tutmak oldu. Elimi yarasına bastırdım, ellerime kanı doldu. Rengi o kadar soluktu ki ölecek sandım, öldü sandım. "Lâl," dedim kısık sesle ona. Bacaklarını bacaklarımın üzerine aldım ve daha sıkı sarıldım. Teni buz gibiydi, dudakları aralıklaydı, ellerinde kendi kanının izi vardı.

O bir veda mesajıydı, veda cümleleriydi ve ben geç kalmıştım.

"Lâl," dedim yeniden ve acıyla inledim. Başı arkaya düştüğünde kalabalığı yarmaya çalışan başka birisinin geldiğini gördüm. Kimdi bilmiyordum, anlamıyordum. "Lâl," dedim yeniden. Konuş diyemedim, bir ses ver diyemedim çünkü konuşamazdı. "Gözlerini aç," dedim ona. "Gerçek değil, değil mi bu? Sen değilsin, değil mi? Kâbus, değil mi? Senin kanın değil bu." Kulağımı yeniden kalbine yasladım.

Lâl Sarca. Küçükken uyuduğunda üstünü örttüğüm, saçlarını okşarken izin istediğim, bazen annem, bazen sadece ailem olarak gördüğüm küçük kız çocuğu. Sokak Nöbetçileri'ne girdiğimiz ilk gün, onu tutup yakalayan ve kaçmasını ilk engelleyen kişi bendim. Gitmek için çırpınmıştı ve bana baktığında nefreti görmüştüm. O günden sonra nefretini geçirmek zor olmuştu ama şimdi o gözlerini açıp bana bakamıyordu bile.

Lâl Sarca. Onun için kendimden bütün parçalarımı verebileceğim kadındı. Küçüktüm, ona âşık olmuştum, kendime itiraf etmekte bile zorlanmıştım ama ona deliler gibi âşık olmuştum. O nefes aldığında nefes almıştım, nefesi kesildiğinde benimki de kesilmişti. O konuşmadığında, konuşamadıklarından onu anlamaya çalışmıştım ve çoğu kez de yanlış anlamıştım ama kendimi sevmediğim için onun beni sevmemesine de anlayış göstermiştim.

Kendimi sevdiğimde ise, o beni sevmiyor diye ona olan sevgimi göstermekten vazgeçmiştim.

Nefesimin kesildiğini hissettim. Dudaklarımı alnına, sonra saçlarına, sonra yanaklarına bastırdığımda buz gibi vücudunu daha fazla hissediyordum. Onu öptüm. Onu bu yaşıma kadar öpmediğim kadar çok öptüm ve yüzü ıslandığında ağladığımı o an anladım. "Yalvarıyorum, ölme," dedim ona. "Ölürsen ben de ölürüm."

Birisi karşımda durdu, başımı kaldırıp baktığımda onu bulanık görüyordum ama kim olduğunu anlamıştım: Koza'ydı.

Gözleri ilk önce bana, sonra kucağımdaki Lâl'e kaydı.

Başımı iki yana sallarken, kalabalığın bizi izlemesini umursamadan, "O öldü mü?" diye sordum. O öldü diyemedim, o ölecek diyemedim. "Anlamıyorum Koza. Lâl öldü mü?" Kulağımı yeniden kalbine doğru götürdüm. "Kalbini duyamıyorum Koza. Nefesini hissedemiyordum. Nabzı sanki yok. O konuşamıyor diye kalbi de mi sessiz? Anlamıyorum. O öldü mü Koza?"

Koza, hızlıca önümde eğildiğinde bir şeyler söyledi ama duyamadım, ardından elini Lâl'in nabzına götürdü, sonra bakışları bana döndü ve kalabalığa bağırdı. Arkama baktığında ise Mutlu'yu gördüğünü anladım.

Cehennem.

Acıyla haykırdığımda kucağımdaki Lâl sarsılmaya başladı ama kendi gücüyle değil, benim gücümle sarsılıyordu. Onu gücümle korkutmuştum ve bağırarak yine onu korkutuyordum.

Sustum bu kez ve ona döndüm. "Tamam," dedim sessizce. "Bağırmıyorum, korkma." Elimle önüne gelen saçlarını çektim, yeniden alnından öptüm. "Bak, çok sakinim," diye inledim fakat dişlerimi sıkıyordum. "Hiçbir şey yok."

Her şey o on dakika içerisinde oldu. Birisi beni ayağa kaldırdı, yürüttü ve bir arabaya bindik. Tek anladığım, arabayı süren Koza'ydı; arkada Mutlu'nun ağlama seslerini duyabiliyordum. Yüzümü Lâl'in boynuna gömdüğümde, "Isıtıcıyı açar mısın?" dedim Koza'ya. "O çok soğuk. Üşüyor olabilir."

Sonra zamanın nasıl geçtiğini bile anlamadım; bir yerde durduk, sonra kapım açıldı. Zorla elimden Lâl'i aldılar, ardından Mutlu'nun da ellerinden Nadir'i aldılar. Gözüme sadece hastanenin kırmızı ışıkları çarptı, başka hiçbir şey çarpmadı. Peşinden koştum, yürüdüm, ilerledim, düştüm. Yine birileri beni tuttu ama Lâl'i benden alıp götürmüşlerdi.

En sonunda hastanenin içinde olduğumuzu fark ettim, bir kapının önündeydik, acil yazıyordu. Birisi karşıma geçti, bu kişi Koza'ydı. Bana bir şeyler söyledi, elleriyle yüzümü tuttu hatta vurdu ama hiçbir şey hissetmedim, ardından beni oturtup suyu dudaklarıma yasladı.

Yanımıza biri gelip Lâl'in kan grubunu söyledi, aramızda birilerinde olup olmadığını sordu. Kanımdan nefret ettim aynı değil diye ama Koza bir şeyler söyledi ve doktorla yanımızdan uzaklaştı. Helin olsaydı onun kanı Lâl’inkiyle aynıydı. Aylar önce ona kanını vermişti, şimdi de Helin verebilirdi.

Ayağa kalkıp Koza'nın gittiği yöne döndüm, sonra karşımdaki duvarı seyretmeye başladım. Görüntüler dönmeye başladığında ellerimi saçlarıma geçirip sertçe kendime vurmaya başladım. "Kendine gel," dedim. "Korkuyor bu hallerinden, sakinleş." Bir kez daha başıma vurdum. "Kendine gel, aptal. Kendine gel."

Defalarca kendime bunu tekrar ettim, defalarca nefes almaya çalıştım ama gözlerimin önünden gitmeyen o görüntü, karların ortasında uzanan yaralı Lâl'e aitti. Sonra Nadir'e. Başımı kaldırıp Mutlu'ya baktım, gözlerimle etrafı aradım ve onu bulamadım. Ardından ileriden Koza'yla beraber gelen Mutlu'yu gördüm.

Koza'nın bir elinde pamuk, damarına bastırıyordu. Lâl'e kanını vermişti.

"Ne oldu?" dedim onlar yaklaştığında. Mutlu mahvolmuştu, gözleri kıpkırmızıydı. "Ne oldu?" dedim tekrar. "Nerede?" Gitmek için hamle yaptığımda, Koza eliyle omzuma dokundu.

"Sakinleş," dedi fakat kendisi de pek sakin görünmüyordu. "Ameliyata alacaklar, çok kan kaybetmiş."

"Sakinleş," dedim kendi kendime ama yumruklarım sıkı sıkıydı. Bakışlarım Mutlu'ya döndü. "Nadir," diye sordum.

Mutlu başını iki yana salladığında, "Ona da bakıyorlar," dedi Koza. Ama başka hiçbir şey söyleyemedi.

"Kızlar," dedim bu kez.

"Planları mahvoldu," diyen Koza nefesini verdi.

En sonunda, "Yankı," dedim. "O nerede?"

Koza, "Bıçaklandı," dedi. "Uyuşturuldu ve uyutuldu, birazdan uyanacak. Yarası hasarlı, dikiş atıldı. İç organlarına bir şey olup olmadığını bilmiyorlar."

Başka hiçbir şey konuşamadık. Üçümüz orada, öylece gelebilecek bütün haberleri bekledik. İlk haber ise Yankı'dan geldi. Bir hemşire Koza'nın yanına gelip, "Uyandı," dedi. "Fakat pek sakin değil. Onunla konuşur musunuz?"

Koza başını sallayıp acilin diğer kapısına doğru yürümeye başladığında biz de onun peşinden gittik. Acilin kapısından hemşirenin onayıyla ikinci kapıya girdiğimizde direkt karşı yatakta onu gördüm.

Yankı Sarca. Küçükken içten içe en çok savaş verdiğim, en çok kavga ettiğim hatta en kıskandığım kardeşim. Bazen babam, bazen yoldaşım, bazen de sırdaşım ama en güvendiğim insan. O olduğunda, yıkılacak duvarlar bile yıkılmaz gibi gelirdi, depremler engellenebilirdi ya da sular taşmaktan vazgeçebilirdi. Bu yüzden belki de onu babam gibi görüyordum ve karşılıklı birbirimize yaptığımız o haksızlıklara rağmen, ona baktığımda minneti, o da bana baktığında merhameti hissettim.

"Yankı," dedi Mutlu ağlayarak onun yanına giderken. "Nadir," dedi ama devamını getiremedi. Üstü çıplaktı, karnında beyaz bir bandaj vardı.

Yankı direkt Koza'ya baktı, yeniden Mutlu'ya döndü. "Ne oldu?" dedi sadece fakat cümlenin devamını bildiğini tahmin ediyordum. "Koza," dedi ona dönerek. "Helin," deyip ayağa kalkmak için hamle yaptı. Ani hareketinden dolayı acıyla inlediğinde eli bandaja gitti. "Neler oldu?" Damarına bağlı hortuma bakıp düşünmeden onu çıkardı, Koza ise üzerine doğru yürüdü.

Mutlu, yatağın köşesine oturduğunda sesindeki acıyı gizleyemeyip, "Nadir," dedi. "Yangında kaldı. Lâl vurulmuş, kızlar yok."

Yankı'nın gözleri irice açıldı ve bakışları Lâl adını duyar duymaz direkt bana döndü. Senelerce ondan Lâl'i kıskanmıştım hatta suçladığım zamanlarım bile olmuştu, ta ki o Helin'i bulana kadar. Görmüştüm, Yankı birine âşık olduğu zaman Helin'e baktığı gibi bakıyordu, Lâl ise onun sadece kardeşiydi.

Belki de ona yaptığım en büyük haksızlık buydu.

"Birisi," dedi Yankı dişlerini sıkarak. "Bana neler olduğunu anlatacak mı?" Koza'ya baktı ve daha sakince ayaklarını yataktan sarkıttı, sonra zorlukla tutunarak ayağa kalktı. Altındaki kot pantolonunun bir kısmı kana bulanmıştı. İlk uzandığı yer, koltuğun üzerindeki ceketi oldu.

"Ulaşamazsın," dedi Koza koltuğun köşesine oturarak.

"Anlat," diye inledi ve yine de telefonu çıkarıp ekrana baktı. "Aramış beni," dedi Helin'i göstererek. Ardından ekranı kaydırıp, "Lâl," dedi. "O da mesaj atmış." Gözleri bana döndü, ekranı gösterdi.

Ona iyi bak, yazmıştı sadece. Başka hiçbir şey yoktu.

Koza nefesini verdi; bana ve Mutlu'ya baktıktan sonra duraksamadan, "Harun Aktan, Önder'le işbirliği yaptı," dedi. Tek cümle ama büyük bir yıkım. Onu babam gibi gördüğüm zamanlara lanet ettim ama neden şaşırmamıştım? "İkisi de bizim dağılmamızı yani bugünü beklemiş. Kısacası kardeşim," Yankı'nın duruşu sarsıldı, "boka battık. Önder, gizli her bilgiyi Harun Aktan'a vermiş. Hastaneyi patlattı, hapishaneyi yıktı ve evi tarattı," diye devam etti. "Nadir'i hastaneden Bartu ile Mutlu kurtardı ama durumu ağır. Lâl'i de Harun'un adamları vurmuş olmalı. Hastanenin önüne bırakmışlar. O da ağır durumda ve kan kaybetmiş." Derin bir nefes aldı. "Ona kanımı verdim." Başını sağa çevirdi. "Helin seni aradı, ulaşamayınca beni. Yardım istiyor. Harun'un elinde. Harun ise okları Önder'in üzerine çekmeye çalışıyor." Başını iki yana salladı ve elindeki pamuğu diğer tarafa fırlattı.

Kısa bir sessizlik oldu. Bütün bu yaşananları düşündüm, olanları ve olacakları.

"Işık," dedi Mutlu acı içinde. "Onunla konuşabildin mi?"

Koza başını iki yana salladı fakat düşündüğü bir şey varsa da onu Mutlu'ya söylemedi, Yankı'ya döndü.

Yankı elini saçlarına geçirip yeniden acıyla inledi, sonra koltuğun üzerindeki kanlı kazağını giymek için hamle yaptı.

"Ne yapıyorsun?" dedi Koza ayağa kalkarak.

"Ne gerekiyorsa," diye hırladı Yankı. "Ne gerekiyorsa."

"Sakinleş." Koza ellerini Yankı'nın omuzlarına yerleştirip onu yavaşça koltuğa oturttu. "Boka batmış durumdayız ve o herif sayıca bizden üstün. Öyle üstün ki sadece Önder değil, Ferda'nın annesinin başına geçtiği mafyalarla bile işbirliği içinde. Bizse sadece dört kişiyiz hatta yaralısın, üç buçukluk adamlarız. Bu şekilde hiçbir şey yapamayız."

Yankı dişlerini sıkarak, "Ne yapmamı bekliyorsun?" diye sordu. "Öylece durmamı bekliyorsan..."

"Hayır," diyerek karşılık verdi, ardından hepimize baktı.

O an ikisi de aynı şeyi düşünmüş olacak ki Yankı, "Kameralar," diye mırıldandı. Bunun üzerine Koza başını olumlu anlamda salladı ve ilk önce odanın kapısını kilitledi, sonra cebinden telefonu çıkarıp yanımıza ilerledi. Hepimiz koltuğun yanına geçtiğimizde bir kamera görüntüsü açtı ve kızları gördüm. Işık, Lâl, Helin. Bir eve giriyorlardı.

"Burada eve girmişler," dedi Koza görüntüleri izletirken. İleriye aldı, ileriye aldığında bir gölge görünce, "Dur," diye karşılık verdim.

"Ne oldu?" dedi Koza ama ne gördüğümü biliyordu.

"Birisi ateş ediyor," dedim. "Lâl'i vuran kişi, geri al."

"Alamam," dedi Koza.

"Alacaksın," diye hırladım. "Al şunu geri."

Yankı, Koza'ya gözlerini çevirip, "Bartu," dedi. "O acıyı yeniden tatmak mı istiyorsun? Şu an çözüm arıyoruz, bunu yapamayız."

Dişlerimi sıktım; yine bir şeyler gizleniyordu, bunu anlamıştım fakat ses çıkarmadan onları izlemeye devam ettim.

Koza videoyu ilerletirken Yankı, "Kırmızı ışıklar yandı," dedi kısık sesle, acıyla. "Helin orada."

"Evet." Koza sessizce mırıldandı. "Orada bir süre durmuşlar."

Başka bir sessizlik daha doğdu. Yankı gözlerini karşısındaki duvara çevirip dudaklarını dişlerinin arasına aldığında nefesleri değişti; Koza'yla yeniden göz göze geldiğinde o öfke, nefret ve kin daha önce onun yüzünde görmediğim duygulardı.

"Sonra," diye devam etti Koza, "o ışık kapanıyor ve bir daha hareketlenme olmuyor. Ta ki," videoyu ileri sardı, "yeniden kırmızı ışıklar yanana kadar." Görüntüleri hepimize çevirdi. "Işıklar yeniden yanıyor ve o odanın yanındaki pencereye bakın." Görüntüyü yaklaştırdı, Işık ve Helin'i gördüm. Işık arkada, Helin öndeydi. Yankı Koza'nın elinden telefonu çekip aldı ve daha fazla yakınlaştırdı, dikkatlice baktı.

"Kötü görünmüyorlar," dedi Koza Mutlu'ya. Halbuki Işık da Lâl gibi çıplaktı ama hepimiz bunu görmezlikten geldik.

"Kaçmaya mı çalışıyor?" dedi Yankı gözlerini açarak. "Ama aşağıda adamlar..." Sonra sustu ve görüntülere bakmaya devam etti. Merak edip eğildiğimde Helin'in pencereden yanındaki kırmızı ışıklı odanın penceresine doğru ilerlediğini gördüm. Sadece ışıklar vardı, ağaç kameranın önüne geliyordu ama Helin o odaya yeniden dönmek için çırpınıyordu. "Ne yapıyor?" dedi Yankı. "Yeniden o odaya girmek istiyor; hem de gizli gizli, pencereden."

Koza başını iki yana salladı. "Hiçbir fikrim yok. Bir süre orada duruyor." Yankı videoyu ileriye sardı. "Ve oradan yine pencereden çıkıp az önceki odaya dönüyor. Bir daha da onlardan hareket yok."

Yankı telefonu Koza'ya uzattı; çenesini sıkıyor, nefesini zorlukla alıp veriyordu.

"Tek başımıza halledemeyiz," dedi Koza, Yankı'nın neler düşündüğünü anlayarak. "Birinden yardım alacağız." Yankı başını omzuna yatırdı. "Hatta aldık."

"Kim?"

"Sadık Orhan." Yankı elini alnına yaslayıp odanın diğer köşesine gitti. "Başka çarem yoktu. O adama güvenmiyoruz ama şansımı denemekten başka çarem yoktu."

"Sonuç ne?"

"Birazdan burada olacak," diye yanıt verdi. "Eğer rol yapmadıysa," dedi, sesinde imrendiğini gösteren bir emare mi vardı? "Helin için endişelendi." Başını önüne eğdi. "Hatta polisler gelip ifade verdiğinde kendi adamlarından birinin adını vermeni istedi, klasik sokak kavgası gibi düşün. Birkaç ay yatıp çıkacak türden. Lâl'e ne olduğunu ise bilmiyoruz, hastane ise gaz kaçağından patladı. Zaten Lâl bir süre kendine gelebilecek gibi değil."

"Ne kadar rahat söylüyorsun," dedim dişlerimi sıkarak.

"Gerçekleri konuşuyorum," dedi Koza.

Tam o sırada odanın kapısına vuruldu, ardından kapının kolu döndü fakat kilitli olduğu için kimse içeriye giremedi. Koza gidip kilitli kapıyı açtığında karşımızda bir doktor belirdi, yanında hemşiresiyle. Yine o korkuyu hissettiğimde, "Kimliksiz çocuk," dedi doktor, Koza'ya bakarak.

Kimliksiz çocuk: Nadir.

"Ne oldu?" diye öne çıktı Mutlu.

Doktor dudaklarını birbirine bastırdı, devamını duymak bile istemediğim için başımı önüme eğdim. "Solunum cihazına bağlı," dedi doktor. "Birkaç saatlik ömrü kaldığını düşünüyoruz, ciğerleri geri döndürülemez şekilde su toplamış durumda. Yapacak hiçbir şey kalmadı. Onu son kez görmek isterseniz benimle gelebilirsiniz."

Hepimiz donup kaldık ve doktora bakmaya devam ettik. Onu kurtardığımızda hepimiz bir söz vermiştik ve hepimiz o verdiğimiz sözleri bu gece yok etmek zorunda kalmıştık. Ben yaşayacağına inandırmıştım, Mutlu oyunlar oynayacağına, Yankı dövüşmeyi öğreteceğine. “Gerekirse onun için ben kendimden vazgeçerim,” demişti ama artık vazgeçme ihtimali kalacak bir hayat bile yoktu.

Yankı sırtını duvara yasladı ve kulaklarımıza sadece odadaki saatin sesleri doldu, ardından Mutlu'nun hıçkırarak ağlayan sesi. "Ben görebilirim," dedi doktora doğru yaklaşarak. "Beni ona götürür müsünüz?" Onun arkasından ben de gittim ve arkamdan Yankı'nın da yürüdüğünü gördüm. Koza, Yankı'ya bir şeyler söyledi ve o bizimle gelmedi.

Yankı koridorda zorlukla kazağını giymeye çalışırken gücünü veremiyordu; bu yüzden arkadan ona yaklaştım ve sakince kazağı giymesine yardım ettim. Gözleri şaşkınlıkla karışık bir hüzünle bana döndüğünde, bunu ilk defa yaptığımı ben de fark etmiştim. Kazağı giydiğinde başını sallayıp beni onayladı ve aynı şekilde karşılık verdim.

Doktor bizi Nadir'in odasının önüne getirdiğinde, içeri ilk giren kişi Mutlu oldu, onun ardından biz girdik. Mutlu çekinmeden yatağa oturup Nadir'in elini tuttu. Üstü çıplaktı, omuzlarında hâlâ geçmişinin izleri vardı ve beyaz çarşafın altında çelimsiz vücudu görünmüyordu bile. Ben ve Yankı ayak ucunda durduğumuzda gözleriyle hepimizi inceledi. Gözkapaklarının direndiği ortadaydı; Nadir de farkındaydı, o ölecekti.

Ve hepimiz de biliyorduk, onun yaşaması mucizeydi ama bugün, ölüm günü hızlanmıştı.

"Efendim," dedi solgun bir tınıyla Mutlu'ya bakarak. "Neden ağlıyorsunuz?" Bakışları bize döndü, Mutlu ağlamalarını durdurmadan başını Nadir'in eline yasladı ve art arda özür dilemeye başladı. "Neden ağlıyor?" diye bize sordu. "Ağlamasın, efendim," dedi.

Yankı yanımdan uzaklaşarak Nadir'in diğer tarafına geçti ve yere zorlukla çökerek diğer elini tuttu, boşta kalan eliyle de saçlarını okşadı. "Bir keresinde," dedi Yankı Nadir'e. "Sana bir hikâye anlatmıştım, hatırlıyor musun?"

"Hangisi efendim, o kadar çok anlattınız ki."

"Dünyayı kurtaran bir çocuğun hikâyesiydi," dedi Yankı, onu yormak istemeyip. Zaten güçlükle nefes alıyordu, konuşmak onu fazlasıyla yoruyordu. "Dünyaya başka bir boyuttan gelen yaralı bir çocuğun dünyayı nasıl kurtardığını hatırlıyor musun? Saflığıyla ve merhametiyle kurtarmıştı." Yankı, Nadir'in elini daha sıkı tuttu, sonra elinin tersini öptü. "Hani bu parmaklarıyla dokunduğu herkese iyilik bulaştırıyordu, zamanla bunu bütün dünyaya yaymıştı ve artık hiçbir çocuk üzülmeyecekti, hatırladın mı Nadir?"

Nadir yutkundu. "Hatırladım efendim," diye mırıldandı. "Finalini söylememiştiniz; ben ölecek demiştim, siz cevap vermemiştiniz. Şimdi finalini mi anlatacaksınız? Yoksa o çocuğun adını mı söyleyeceksiniz?"

Yankı'nın gözlerinin dolduğunu gördüm ama bunu gizlemek istiyormuş gibi tavana bakarak gülümsedi. "O çocuğun adı Nadir," dedi sakince. "O çocuk sensin, Nadir. Sen bize dokundun, sen dünyaya dokundun, sen herkese dokundun."

"Kimse beni tanımıyor ki efendim sizden başka?"

"Tanıyacak," dedi Yankı. "Tanıtacağım seni Nadir."

"Ama masallar mutsuz sonla bitmez ki efendim," dedi bu kez. Elimin tersiyle dolan gözlerimi sildiğimde, Mutlu'dan hıçkırık sesleri yükseliyordu. Nadir birkaç kez nefes almakta zorlanınca Yankı doğrulup yastığını düzeltti. "Ben öleceğim, biliyorum. Hissediyorum. Ellerim uyuşuyor, efendim. Bacaklarımda his yok. Nefesim kesilip duruyor. Ben ölüyorum. Lütfen bu masalı başka çocuklara anlatmayın."

Yankı yeniden tavana baktığında gözünden akan yaşı gördüm, arkasını döndü. Eliyle yüzünü sildiğinde Nadir'in bakışları bana döndü ve kaşlarını kaldırarak gülümsedi, sonra zorlukla ellerini yumruk yaptı. Ona ben öğretmiştim, “Canın yanarsa yumruk yap,” demiştim, şimdi yumruk yapıyordu. Aynı şekilde karşılık verdiğimde, yumruklarımızı çarpıştırıyormuşuz gibi yaptık.

Yankı yeniden Nadir'e döndüğünde bir kez daha önünde çöktü. "O halde, ölmedi, deriz biz de," dedi Yankı. "Sonsuza kadar yaşadı, deriz. Çünkü Nadir, sen bizim için sonsuza kadar yaşayacaksın, senin adını sonsuza kadar yaşatacağım."

Nadir, "Hep bir kahraman olmak istemiştim," dedi nefes almakta daha fazla zorlanırken. Yüzünün solgunluğu sesine yansımıştı. Bağlı olduğu cihazda kalp ritmi düşüyor gibiydi. Ayakta durmakta zorlandığımda ben de ayak ucuna doğru çömeldim. Konuşursam hıçkıra hıçkıra ağlardım, Mutlu ise mahvolmuştu.

"Sen bizim kahramanımızsın," dedi Yankı.

"Teşekkür ederim, efendim."

"Lütfen," dedi Yankı acıyla. "Bize artık efendim deme. Lütfen, son kez isimlerimizi söyle bize."

"Saygısızlık olur, efendim." Daha güçlükle nefes almaya başladı, elini Mutlu'nun yüzünden zorlukla çekip saçlarına koydu. Mutlu acıyla inlediğinde, benim de nefesim bir kıymık gibi kalbime batmaya başlamıştı.

"Beni sevdiğiniz için," dedi bu kez, "teşekkür ederim, efendim. Sevilecek birisi değildim."

Yankı bir kez daha onu elinden öptü, ardından yaklaşıp alnından öptü ve saçlarını okşadı. "Seni çok sevdik," diye mırıldandı. Hiçbir şey söyleyemedim, ağzımı açarsam ölürdüm; kendimi Nadir'den gizleyip onun ayağının ucunda, o ufacık boşluktan izledim.

"Seni çok sevdim ben," dedi Mutlu ağlayarak. "Yalvarırım ölme." Aramızda Nadir'in yanına en sık giden Mutlu'ydu, bunu biliyorduk. Hiçbir şey söylemiyorduk ama sonunun kötü olacağından Işık bize bahsetmişti. "Yalvarırım," dedi Mutlu, başını kaldırıp bana ümitle bakarak. "Ölmesin. Bir şeyler yapar mısın?"

"Ölmek istemiyorum," dedi Nadir fakat artık zorlukla konuşuyordu. "Ama öldüğüm için üzülmüyorum. Acılarım bitecek." Hepimize bakarak, "Birbirinize iyi bakın," diye fısıldadı.

Hiçbirimizden ses çıkmadı, artık Yankı da konuşamıyordu.

"Ve Ferda'ya," dedi, gözlerinde benim Lâl'e olan bakışlarımı gördüm. "Ona çok iyi bakın. En çok ona iyi bakın, olur mu?"

Bir çocuğun kalbi en saf duygulara açıktır. En acısında ve en büyük savaşta bile birini sevebilir. Bir gün ölecek olsa bile, hatta öleceğini bilse bile.

Nadir, öleceğini bilerek hayata tutunmaya çalışan bir çocuktu. Bunu hepimiz biliyorduk ama o da biliyordu. Bir keresinde bana, "Ölmekten korkmuyorum efendim ama ya öldüğümde gittiğim yer daha kötü bir yer olursa?" diye sormuştu.

Bir başkası olsa onun içini daha çok rahatlatırdı ama ben ona sadece, "Senin gittiğin yerde en sevdiğin meyveler olacak," demiştim.

"Erik gibi mi?" diye sormuştu.

"Erik gibi," demiştim. Sonra ona her gittiğimde erik, bulamazsam erik suyu götürmüştüm. İçerken de yerken de mutluydu.

Eğildiğim yerden kalktım, dik durduğumda kapanmak üzere olan gözleriyle bana baktı. "Gittiğin yerde erik bahçeleri olsun, Nadir," dedim fakat artık ağlamamı da gizleyemiyordum. "O erik bahçelerinin içinde sağlıkla yaşa."

Nefes aldı ve verirken gözleri yavaşça kapandı, dudakları son kez aralandı, bir şey söylemek istedi ama başarılı olamadı. Ne söyleyecekti? Hiçbir şey bilmiyordum. Buz gibi bir suyun içine daldığımı hissettiğimde, ruhunun uzaklaştığını da anlayabiliyordum.

Son kez göğüs kafesi kalkıp indi. Ardından kalbinin durduğunu belli eden o ses odanın içini doldurdu, Yankı'nın ve Mutlu'nun elini tutan elleri ise tamamen hissizleşip iki yana düştü.

Mutlu acıyla haykırdı. "Lütfen ölme," dedi art arda. "Ölme, yalvarırım ölme. Yaşa, ne olur yaşa." Çöktüğüm yerde başımı yatağa yaslayıp ağlamaya devam ederken, Yankı son kez Nadir'in elinden öptü. Mutlu'nun bakışları Yankı'ya döndü. "Ölmesin," dedi acıyla. "Bir şeyler yap, ölmesin."

"Hani bizim kurtardığımız o çocuklar ölmezdi? Hani biz ölemezdik?" diye sordum onlara bakarak. "Hani çocukların mezarı kazılmazdı?" Can çekişen o kalbi hissettim. Başımı iki yana salladım. "Ben Bartu'yum diye beni hep kandırdınız ama artık size inanmıyorum."

Yankı’nın hiçbir şey söylemeden bakarken dişlerini sıktığını gördüm, çenesi gerildi, gözlerine öyle büyük bir öfke ve nefret oturdu ki hepimiz yaşadıklarımızın aksine tepkiler veriyorduk, o an fark ettim.

Sokak Nöbetçileri ve onun kurtardığı çocuk, Nadir ölmüştü. İlk değildi ama en çok canımızı yakandı çünkü ne kadar hazırlıklı olsak da değildik.

Küçüklüğümü hatırladım, bir apartman boşluğunda yağmurdan kaçarken oturup kendime sarıldığım o günleri. Öleceğimi düşünürdüm, birinin beni öldüreceğini ya da bir kasırganın beni alıp savuracağını. Çünkü küçükken böyle güçlü değildim, aksine çok zayıftım, Nadir'den de zayıftım ve rüzgârda bile zor yürürdüm.

Ama ölmedim, yaşamayı da sevmek zorunda kaldım. Şimdi olsaydı o küçük erkek çocuğunun canı ile Nadir'in canının yerini değiştirirdim, çünkü o yaşamak istiyordu ama ben hiç istememiştim.

Lâl, dedim kendi kendime. Benim Lâl'im.

Ölümle yüzleşmek, beni yeniden kendime getirdi.

Nadir'in odasından çıktığımda Koza'yı gördüm, kapıya yaslanmış bekliyordu. Yüzümü gördüğünde ne olduğunu anlayıp dudaklarını birbirine bastırdı, ardından nereye gittiğimi bile anladı. "Ameliyata aldılar," dedi. "Onu göremezsin."

"Ya onu son görüşümse, o yerdeki hali…" dedim Koza'ya. "O ölecek." Cevap vermesini bile beklemeden tabelaları takip ederek ameliyathane yazılı yeri buldum; belki orası değildi ama açılamayan kapıya yaslandım. İnsanlar vardı, umurumda değildi.

"Lâl," dedim elimi kapıya yaslayarak. "Beni duyuyorsan eğer, lütfen ölme. Yalvarırım ölme. Ben bunu kaldıramam." Başımı iki yana salladım. "Nadir, öldü," dedim acıyla. "Fotoğraflarını gizli gizli çektiğini hep biliyorum, ölümsüzleştirdin onu. O öldü, onun için yaşa. Seni çok severdi." Beni duysun istedim, konuşamıyordu ama duyardı, biliyordum. "İçimde çok kötü bir his var, Lâl," dedim. "Lütfen içimdeki tek his, sana olan sonsuz sevgim olsun; kötü hisleri yok et, o kötü his ölümün olmasın."

***

Sabah saat altı.

Zaman ilerliyordu; hava hâlâ karanlıktı ama herhangi bir haber alamamıştık. En azından Lâl'den. Ameliyatı devam ediyordu.

Bankta otururken, bütün yaşananları düşünmeye çalışıyordum ama hiçbirine yetişemiyordum. Mutlu'ya sakinleştirici verilmek zorunda kalınmıştı ve en son böyle olduğunda, bir daha yüzü gülmemiş ve hastaneye yatırılmıştı. Işık olsaydı daha durum farklı gelişebilirdi ama o da yoktu.

Yan tarafımda duran Koza ve Yankı sadece planlar düşünüyor, sonra o planları bozuyordu. Herkes ölebilirdi, bunu öğrenmiştim artık. Nadir ölmüştü, diğer çocuklar da ölebilirdi.

Yankı ne olur ne olmaz diye SN Yetiştirme Yurdundan çocukları çıkarttırmış ve mahallede isteyen insanların evlerine dağıtmıştı ama çoğu çocuk bizim geçmişimizdeki gibi sokakta kalmıştı.

Planlarının ortasında, "Çocuklar soğukta çok üşüyecek," dedim ve ikisinin arasındaki konuşma bıçak gibi kesildi. "Onlara bir yer bulmamız gerekiyor."

Koza omzunun üzerinden bana baktı. "Harun Aktan'ın her yer hakkında bilgisi var."

"Önder..."

"Önder?" dedi Yankı sertçe bana dönüp. "Devam et? Önder?" Bu yaşananlardan sonra bambaşka birisine dönüşmüştü. Hayır, onu daha önce öfkeli görmüştüm, nadiren denk gelmiştim ama şimdi gözlerinin içi bile kötü bir adam gibi bakmaya başlamıştı. Nedeni biz değildik ama ondaki bu değişim, bana bir zamanlar, “Herkesi korkutuyorsun,” demesini hatırlatmıştı.

"Bir şeyler yapmalıyız," dedim.

"Sokaklar şu an evlerden daha güvenli," dedi Yankı başını iki yana sallayarak. "Ve yanlarında onlardan büyükler var. Bizim için de sokakların daha güvenli olduğu zamanlar vardı, unuttun mu?"

"Unutmadım," dedim ve oturduğum banktan ayağa kalktım. "Sadece hava çok soğuk."

"Ateş yakarlar," dedi Yankı, Koza da ona katıldı.

"Ateş yakarlar," diyerek söylediğini tekrar ettim. "Ateş yakarlar tabii." Ardından ona doğru bir adım attım. "Bir kayıp daha vermek istemiyorum ben, duydun mu?" dedim sesimi yükselterek. "Şimdi bana geçip kimse ölmeyecek masalını okuma çünkü ölüyorlar, amına koyayım. Ölüyorlar. Bir çocuk öldü. Bunun farkında..."

"Sana bir masal anlatmayacağım," dedi dişlerini sıkarak. "Artık değil. Duymak mı istiyorsun? Ölümler var ve hepimiz ölebiliriz artık. Ne istiyorsun? Zamanı geri almamı mı?"

"Hayır," dedim başımı iki yana sallayarak. "Sadece…" Gözlerimi açıp kapattım ve acıyla yutkundum. Hiçbir şey söylemeden durmaya devam ettim, Yankı ise yeni söndürdüğü sigarasının ardından başka bir sigara daha yaktı. Sırtını bize doğru döndüğünde uzaktan yaklaşan arabayı gördüm ve beklenen misafirin geldiğini anladım.

Siyah bir Range Rover, hastanenin dışındaki bahçenin önünde, hemen yanımızda durduğunda Koza ile Yankı yeniden bakıştı ve arabanın şoförü hızlıca arabadan inip arka kapıya koştu. Ardından kapı açıldığında ilk önce başka bir koruma indi, sonra Sadık Orhan'ı gördüm.

Helin'in babası.

Helin. Onu özlediğimi şu an hissedebiliyordum çünkü beni anlardı, ne düşündüğümü bilirdi. Belki iyi gelecek birkaç cümle kurabilirdi, hiç olmazsa bana sarılırdı. Sonradan bulduğum öz kardeşim gibiydi. Kalbim hâlâ ona yaptıklarımın ve söylediklerimin vicdan azabıyla sızlıyordu, bu asla geçmeyecekti.

Sadık Orhan ceketinin kollarını aşağıya indirip direkt bize baktı. Hepimiz hareketsiz durduğumuzda, Yankı sigarasından büyük bir nefes çekti ve yüzünü buruşturup Sadık Orhan'a doğru bir adım attı. Sadık Orhan kaşlarını kaldırdığında, Yankı sigarasından bir nefes daha çekti, ardından o sigarayı yere attığı gibi Sadık Orhan'ın yüzüne sert bir yumruğu geçirmesi bir oldu. Gözlerim şaşkınlıkla açıldığında, Koza geceden beri ilk defa gülümsedi.

Sadık Orhan geriye sendeleyince iki koruma hızla hareket etti. Elini kaldırıp adamlarını durdurduğunda, patlayan dudağını eliyle sildi ve bakışlarını Yankı'ya çevirdi. "Sen silahlarla merhaba demiştin," dedi Yankı. "Bizimki daha hafif kalıyor, idare et."

Sadık Orhan ceketinin cebinden peçetesini çıkardı ve Koza'ya dönüp baktı. Koza gülümsemeye devam ediyordu.

"Umarım," dedi Sadık Orhan, Yankı'ya bakarak. "Yumruk attığın adamın, âşık olduğun kızın babası olduğunun farkındasındır."

"Senelerce onun izini bile sürmeyen bir baba mı?" diye yanıtladı Yankı, sonra başını iki yana salladı. "Benim elime bir şey ver, hemen. Sana güvenmem için."

Sadık Orhan ellerini kaldırdı. "Fazla sert giriyorsun, genç adam." Peçeteyi sakince yürüyüp çöp kovasına attı, ardından Yankı'ya döndü. "Seni araştırdım," dedi. "Mahir Güneş'in oğlusun."

"Mahir Güneş'i de onun oğlu olduğum günü de sikeyim," dedi Yankı dişlerini sıkarak. "Bana Helin'e ulaşmak için bir şey ver. Onun sesini duymadan seninle tek bir plan yapmayacağım." Biraz daha yakınlaştı Sadık Orhan'a. "Bildiğim kadarıyla, Harun Aktan'ın evine ajanlar koymuşsun."

"Evet," dedi Sadık Orhan. "İki kız da iyi ve..."

"Bana," dedi Yankı dişlerini sıkarak. "Onun sesini duyuracaksın."

Koza Yankı'nın kolunu tuttuğunda, Yankı kolunu Koza'dan kurtardı ve öfkeyle Sadık Orhan'a bakmaya devam etti.

Sadık Orhan'ın rahatsız olmasını ya da tepki vermesini bekledim ama yüzüne belirsiz bir tebessüm oturdu. "Baban gibi değilsin, genç adam," dedi kaşlarını kaldırarak. "Aslında bana benziyorsun." Bakışları yeniden Koza'ya döndü. "Ama sen..."

"İstediğini ver," dedi Koza başını sallayarak.

Sadık Orhan ikisine birden bakarken, ya cehennemin en uç noktasına yeniden dönecektik ya da cenneti hissedecektik, hangisi bilmiyordum.

Bütün bunların ortasında telefonum çalmaya başladığında bakışlar bana döndü ve ekranda, az önce ameliyat bittiğinde haber vermesi için numaramı verdiğim hemşirenin aradığını gördüm.

Acı, korku ve endişe.

"Hemşire," deyip hastaneye döndüm. "Kötü bir şey oldu."

HELİN AKTAN

Saat sabah yedi buçuktu. Odadaki saatin hareketlerini takip etmekten artık başım dönmüştü. Işık yatakta uzanıyordu ve bazen kâbuslar görüp inleyerek, bazen de titreyerek uyanıyor, sonra geri uyuyordu. Elim boynumdaki anahtar kolyemin üzerindeydi. Saniyeleri içimden sayarken, ağlamaktan mahvolmuş gözlerimle camdaki yansımaya yeniden döndüm. Hava yeni yeni aydınlamıştı ve manzaraya bakarken, parmaklarımı uzatıp onlara dokunmak istedim, yanımızda olmayan ailenin diğer üyelerine.

Tek olan, camda kalan parmağımın iziydi.

Lâl nasıldı? Peki ya çocuklar? Nadir? Lâl'e bir şey olursa Bartu mahvolurdu.

Yankı nasıldı? Benim Yankı'm.

Odanın kapısının kilidi açıldığında hızla koşup kapının arkasına geçtim, Işık uyumaya devam ediyordu. İçeri bir adım attığında, arka cebimden neşteri çıkarıp öne doğru ilerledim fakat aynı anda bir silah da bana uzandı ve neşter yere düştü.

Uzun boylu, esmer bir adamın elindeki silahla beni korkutmasını bekledim ama işaret parmağını dudaklarına götürüp beni susturdu ve kapıyı kapattı. Korkuyla geriye gittiğimde, "Ben," dedi sakince. "Sadık Orhan için çalışıyorum." Gözlerim açıldığında, ona inanmayarak baktım ama o bir anda ensesini döndü ve ensesindeki iki parmak dövmesini gösterdi. Yine hiçbir şey anlamadığımda, "Onun için çalışıyorum," dedi yine. "Ve sana haber getirdim ama çok zamanım yok."

Cebinden bir telefon çıkarıp tuşlara bastı; büyük bir dehşetle onu izlerken, Işık yine gördüğü kâbustan ötürü inlemeye başladı.

Birini arayıp telefonu kulağına götürdü ve açılmasını bekledikten sonra, "Efendim," dedi. "Evet efendim, yanımda." Birkaç saniye bekledikten sonra telefonu bana uzattı. Elinden aldığımda ilk karşı tarafın, Sadık Orhan'ın ses çıkarmasını bekledim ama herhangi bir ses vermedi.

"Alo?" dedim sesim titreyerek.

Derin bir nefes ardından, "Helin," dedi. Yankı. Benim Yankı'm. Elimi saçlarıma geçirip pencereye yürüdüm. "Helin," dedi bir kez daha. "Bir şey söyle bebeğim."

Sevinçten gözlerim dolduğunda, "Yankı," dedim. "İyi misin? İyi misiniz? Ben…" elim kalbime doğru gitti. "Lâl yaralandı, her yer zarar gördü, ben yurdu engellemeye çalıştım ama başarılı olamadım galiba. Çocuklar? Elimden gelen her şeyi yaptım..."

"Helin," dedi Yankı beni susturarak. "Her şeyden haberim var ve sana söz veriyorum, kendi canımdan bile olsam seni o evden çıkaracağım. Çıkaracağız. Her şeyi yapacağız. Bana tek bir şey söyle. Zarar gördün mü?"

"Hayır," dedim ama elim yeniden anahtar kolyeme gitti. "Ben," sustum, anlasın istedim ama sadece sesimden anlayamazdı. "Lâl nasıl?" dedim acıyla. "Nadir? Çocuklar? Asıl sen bana bir şeyler söyle." Sessizlik oldu, hiçbir şey söylemedi. "Yankı," dedim acıyla. "Birisi öldü mü?"

"Işık nasıl?" dedi o bana karşılık olarak.

"İyi," dedim net bir sesle. "Yankı, ben... Her şey çok kötüydü. Öyle kötüydü ki, kıyamet öncesi gibiydi. Ölmezsin ama kıyamet yaklaşır, öleceksindir, öyle hissediyorum. Bu ev kıyametimiz olacakmış gibi hissediyorum."

Sessizlik olmaya devam etti. "Yankı," dedim. "Bu hikâyenin bir kaybedeni olmasın, sana yalvarıyorum."

"Helin," dedi o da, acı dolu kısık sesiyle. "Titremesin sesin. O evde titremesin. Bu hikâyenin bir kaybedeni mi olacak? Eğer olacaksa ben olurum." Karşımdaki adam kollarını bağlamış beni izliyordu fakat hemen arkasından bir gölge yaklaştı, sonra Harun Aktan'ın yüzünü gördüm. Silahını kaldırıp adama isabet aldı ve namlu adamın ensesiyle buluştu. Başımı iki yana salladım, ardından sert ve baskın bir sesle Yankı devam etti. "Kıyamet mi gelecek? Söz veriyorum, o kıyamet biz olacağız." Bu cümleye karşılık veriyormuş gibi, Harun Aktan tetiğe bastı, adamın yüzü dağıldı ve kanlar etrafa saçıldı.