logo

54. UMUT

Views 392 Comments 2

Günlerden 8 Nisan, saat 17.30 ve üç erkek ortalarda yoktu.

"Sinirden delireceğim!" diye haykırdığımda oturma odasının ortasında bir o yana bir bu yana yürüyordum. "Bartu'nun da Koza'nın da hatta o Yankı'nın da etlerini tek tek koparacağım!" Işık beni oturtmaya çalıştı ama asla izin vermedim. "Yetmeyecek, etlerinden köfte yapacağım, afiyetle hayvanlara dağıtacağım!"

"Sakin mi olsan?" dedi Mutlu gülerek. "İçip sızmışlar işte."

"Defalarca alkol yok demiştim!" Elimdeki viski şişesini yine kafama diktim ve acı tada aldırış etmeden yudum yudum içtim, uzaklaştırırken kolumla ağzımı kapattım ve derin bir nefes aldım. "Sarhoş olmuşlar!"

"O kelebeğin başının altından çıktığına eminim," dedi Mutlu. "Ama geliyorlar işte, sakin ol."

Dün Koza gittikten sonra tek başıma mutfaktaki işlerin bir kısmını halletmiş, ardından mantı açmaya çalışmıştım. Bir süre sonra Mutlu geldiğinde Işık ve Lâl yanıma dönmek zorunda kalmıştı ve yaşananları konuşmadan yemekleri yapmaya devam etmiştik. Oda süslemelerinin bir kısmı zaten yapılmıştı, mutfaktaki işlerimiz bittikten sonra süslemeyi de bitirmiş, sonra onları beklemeye başlamıştık.

Bir saat, iki saat ve üç saat geçtikten sonra aradığımda telefonuma sadece Bartu yanıt vermişti. Arkada Yankı'nın kahkahasından başka hiçbir şey yoktu, durmadan gülüyordu. Bir de Koza'nın, "Helin, siz bu gece baş başa kalacaktınız, değil mi?" diye soruları.

Koza resmen, bile bile gece kutlayacağım doğum gününün üzerine konmuş, kendisine eğlence oluşturmuş ve planlarımın bir kısmını mahvetmişti.

Bugün konuştuğumuzda ise gece bir yerde sızıp kaldıklarını, sabah ise polisler tarafından tutulduklarını söylemişlerdi. Neden? Cevap yoktu. İşin tuhaf tarafı, bir saat önce konuştuğumuzda da sesleri sarhoş gibi geliyordu.

Odanın içine bakıp derin bir nefes aldım.

"Bugün daha bitmedi ki," dedi Işık rahatlatmak istermiş gibi. "Hem bütün planlarını bu akşama göre yapmadın mı? Boş versene, Yankı çok mutlu olacak."

Duvarda asılı olan İYİ Kİ DOĞDUN LİDER yazısına bakarak, "Onu lider kızartması yapacağım," dedim. Masaya yerleştirdiğimiz yemeklere ve pastalara odaklandım. "Hepsini mide fesadı geçirene kadar yedireceğim." Üzerimdeki siyah, saten elbiseye dönüp baktım. Ütüsü bozulmaya başlamıştı; onun doğum günü için dün geceden itibaren hazır bekliyordum.

Açık olan dalgalı saçlarımı geriye attım ve elimle yüzüme hava verdim.

"Lütfen bunu yapar mısın?" dedi Mutlu ve Lâl gülmeye başladı. "Çok keyifli olur."

Tam cevap vereceğim sırada kapının açılma sesini duyduk, sonra kahkaha ve bir şeylerin devrilme seslerini. Birbirimize baktık, ardından hep beraber kapıya çıktığımızda gördüğümüz manzara dehşete düşmemize neden oldu.

Bartu ile Koza, Yankı'yı sırtlanıp eve getirmişlerdi ve Yankı iki seksen uzanmış tavana bakıyordu. Elimle ağzımı kapattığımda, Mutlu Bartu'ya eliyle boynunu kesme hareketi yaptı. Tabut taşıyan adamlar gibi hareket ederek eve girdiklerinde keyifleri hiç olmadığı kadar düzgündü.

"Bir şey söyleyebilir…" Bartu gülmeye başladı, ardından Koza da ona katıldı. "Bir şey…" Devam etti gülmeye. "Koza…" Kendini durduramıyordu. "Amına koyayım senin, kaç kişisin lan sen pezevenk?"

Yankı başını yavaşça kaldırıp bize baktı, ardından elini kaldırıp, "Buradayım ben," dedi ve gülmeye başladı. "Bunlar beni eve böyle sokmak istedi, hiç de karşı çıkmadım."

"Bence geldiğiniz gibi geri dönseniz iyi olur," dedi Mutlu başını iki yana sallayarak. "Yoksa Helin sizi köfte yapıp hayvanlara yedirecek."

"Helin beni mi yiyecekmiş?" diye sordu Yankı ve yeniden başını kaldırdığında yere inmeye çalıştı. Koza hemen çekildiğinde zorlukla doğruldu, ayakları yerle buluştu.

"Koza'nın bunu yapmasına şaşırmıyorum," dedim kızgınlıkla. "Fakat siz ikiniz neden bu kadar içtiniz?"

Bartu ile Yankı birbirine baktı, sonra kahkaha atarak gülmeye başladılar. Koza yanlarından ayrılıp benim yanımdan geçerken, "Baş başa gece diyordun, değil mi?" diye mırıldandı ve ıslık çaldı.

Gözlerimi devirdiğimde Bartu karşıma geçti ve ellerini birbirine yaslayıp, "Helin, gerçekten böyle olmasını istemezdim ama…" Gözüne Lâl takıldığında, "Lâl," dedi, "merhaba."

Başımı iki yana salladığımda Yankı'nın üzerindeki kirlenmiş tişörtüne, dağınık saçlarına ve gülmemek için kendini zor tutan yüzüne baktım. Aslında çok öfkeliydim fakat yüzüne bakıldığında çok eğlendiği hatta doğum gününe yakışır bir ruh hali içinde olduğu görülüyordu. Koza onu benden alıp mutlu bir gün geçirmesini sağlamıştı.

Dudaklarını ıslattı, sonra kulağıma eğilip hızlıca, "Çok içtim," deyip geriye çekildi. Etrafa baktı, ardından bir kez daha eğildi. "Ama gerçekten sarhoş değilmiş gibi davranabilirim." Yine geriye çekildi ve kaşlarını çattı, çenesini kaldırdı. Birkaç saniye sonra yine kulağıma eğildi ve fısıldayarak, "Oluyor mu?" diye sordu. "Ciddiyim Helin. Değil mi?"

Dayanamayıp gülmeye başladığımda öfkemin geçtiğini fark etti ve o da güldü.

"Sana hiç bugünle alakalı bir şeyler söylediler mi?" diye sordum. Dilini damağına vurup başını çocuk gibi iki yana salladı. Kolundan çekip, "Yapma şöyle," dedim merdivene yönlendirirken. Işık mesajı alarak başparmağını gösterdi. "Gel, elini yüzünü yıkayıp üzerini değiştirelim."

Duraksadı, gözleri bana döndü ve bütün dişlerini göstererek sırıttı. "Lütfen yapalım bunu."

"Yürü," dedim kolundan itekleyerek. İlk önce onu banyoya sokup kapıyı kapattım. Musluğu açtığımda, "Eğil," dedim.

"Tabii," dedi ve direkt dizlerinin üzerine çöküp yüzünü kalçama yaklaştırdı.

"Yankı!" dedim kaçarak. "Musluğa doğru!"

Onu ayağa kaldırmaya çalışırken gücümün hepsini sarf ediyordum. En sonunda yeniden doğrulduğunda buz gibi suyu yüzüne çarptım, bu derin bir nefes almasına neden oldu. "Ama," dedi, "çok soğuk bu. Çok soğuk. Üşüdüm."

"Öyle mi?" dedim, ardından hiç düşünmeden kafasını musluğun altına soktum ve buz gibi su başından dökülürken inlemelerini umursamadan ensesinden bastırdım. Bir süre sonra suya alıştığında elleriyle yüzünü ovuşturmaya başladı. Soğuk su biraz da olsa onu sersemliğinden kurtardığında musluğu kapattım ve yanda duran havluyu alıp eğilmişken saçlarını karıştırdım. En sonunda çekildiğimde başını kaldırıp bana baktı.

Dağınık nemli saçları, soğuktan kızarmış hatta morarmaya yüz tutmuş aralıklı dudakları ve alkolden dolayı kızarıp turkuaz rengini iyice ortaya çıkarmış gözleri. Bir de kızarmış elmacık kemikleri.

"Sanırım," dedi saçlarında havluyu gezdirirken, ardından başını salladığında saçları daha fazla dağıldı. "Biraz fazla içtik biz ya."

Yüzüne bakıp yutkunduğumda, "Çıkalım mı?" dedim ve cevap vermesini bile beklemeden banyodan çıktım.

"Sen de içmiş gibi görünüyorsun," dedi odasına yönelirken.

"İçtim," dedim. "Ama senin kadar değil. Gel, nereye gidiyorsun?" Mutlu ile Işık'ın odasının olduğu tarafa ilerledim.

"Kıyafetlerimi değiştirecektim," dedi, ardından nereye gittiğimi anladı. "Ama orası, bizim oda..."

"Evet," dedim onu onaylayarak. "Artık orası bizim odamız; kıyafetlerini ve eşyalarını taşıdım. Bir şeyler unutmuş olabilirim, sen sonra bakarsın. Kendi eşyalarımı da dolaba dizdim. Bu arada, bir dolaba daha ihtiyacımız var." Işık ve Mutlu'nun odasına girdik; direkt gizli bölmeyi kaydırdım ve rafta sakladığım anahtarı çıkarıp deliğe yerleştirdim. "Bir ayna koydum; tam yatağın karşısına, tablonun yanına." Anahtarı çevirdim. "Bir de güzel kokular aldım. Portakal kokusu sever misin? Ben bayılırım." Kapıyı açtığımda dönüp ona baktım, ağzı beş karış açık bana bakıyordu. "Ne oldu?" diye sordum. "İstemiyor musun burada kalmak?"

"Yani," dedi ellerini kaldırarak. "Biz artık seninle burada kalacağız, öyle mi?" İşaret parmağıyla içeriyi gösterdi. "Bizim yatağımız yani. Bizim tablomuz."

"Bizim tablomuz ne yahu?" dedim gülerek.

"Ah," dedi nefesini vererek. "Kulaklarıma bir şarkının sesi geliyor, zafer şarkısı olmalı. Bizim zaferimizin."

Gülerek başımı çevirdim ve odaya girip ışığın düğmesine bastım. Masmavi ışık yandığında odanın içine baktım ve Yankı da hemen arkamda durdu. "Evet," dedim sırtımı ona yaslayarak. "Ve biz bugün, bu gece, burada baş başa kalacağız. Neden diye sorma, vardır elbet bir nedeni. Burası bizim odamız."

Yankı'nın hareketlendiğini hissettim, ardından kollarını arkadan bana sardı. "Bir daha söyle," dedi kısık sesle. Gözlerim açıldığında bu kez kulağıma eğildi, sakalları yanağımı okşadı. "Bir daha söyle," diye fısıldadı.

"Hangisini?" diye sordum ben de kısık sesle.

Kendisini bana daha fazla yasladığında sakallarını yanağıma yavaşça sürttü. "Hangisini istediğimi biliyorsun," dedi.

"Bizim odamız," dedi hızla. "Ve baş başa."

"Sence ben," dedi. "Neden diye sorar mıyım?"

"Yankı," dedim ve terlemeye başladığımı hissettiğimde hemen çekildim. "Üzerini değiştir, kapıda bekliyorum."

"Ah," dedi bir anda ve birkaç adım atıp kendini sırtüstü yatağa attı. "Çok sarhoşum, ah! Üzerimi değiştiremem ben, mağdurum, hareket edemiyorum."

"Hayır," dedim karşı gelerek. "Az önce gayet de iyiydin, uydurma."

"Ah," dedi ellerine bakarak. "Kramp girdi ellerime. Bir şeyler oluyor bana."

"Bir ayakların, bir ellerin; ne bu çektiğim senden?" dediğimde kaşlarımı çattım. Parmaklarını hareket ettirmeye çalıştı, sanki başaramıyormuş gibi mutsuz bir ifadeyle dudaklarını büktü. "Bugün ne istersen o olacak," dedim kendi kendime ve dolaba ilerledim. Göz ucuyla beni izlerken ona döndüğümde ellerine üzülüyormuş gibi bakmaya devam etti.

Elim siyah ve beyaz gömleklerinde gezindi; ona baktıktan sonra sırıtıp siyah keten gömleği yerinden çıkardım, ardından temiz bir kot pantolonu.

Kıyafetleri yatağa koyduktan sonra bir dizimi yatağa yasladım ve onu kolundan tutup doğrulmasını sağladım. Yüzü tam göğüs kafesime denk gelirken aşağıdan bana bakıp gülümsedi; üzerimdeki elbiseyi inceledi, yüzümü ve saçlarımı. "Güzelim benim," dedi bir eli bacağımı yavaşça tuttuğunda. "Bugün gözlerimi kamaştırıyorsun."

Dudaklarımı birbirine bastırdım ve eğilip tişörtünün eteklerinden tuttum; tam çıkaracağım sırada, "Helin!" deyip beni engelledi. "Üstüm olmaz! Ben soyunurum!"

Kaşlarım çatıldı. "Neden?"

"Çünkü…" dedikten sonra sustu, ardından devam etti. "Çünkü işte."

"Utandın mı?" diye sordum alayla.

"Hiç sorma," dedi başını omzuna yatırarak. "Utançtan bayılacağım." Başıyla kapının orayı gösterdi. "Çık da giyineyim."

Kaşlarımı çattım. "Sen benimle dalga mı geçiyorsun?"

"Ne oldu?" diye sordu. "Çok mu hevesliydin? Eğer çok hevesliysen altımı sen çıkarabilirsin."

"Hayır, o yüzden değil ama ne olduğunu anlamadım." Omzumu silkip kapıya yürüdüm. "Giyin ve çık, seni bekliyorum. Beraber aşağıya ineceğiz."

"Emrin olur, leydim," dedi ben kapıya arkamı döndüğümde. Hareketlenme sesini işittim fakat ona dönüp bakmadım. Kendi kendine bir şeyler mırıldanırken sarhoşluğun etkisinde olduğunu anlayabiliyordum ama kalbimde bir şeylerin de kırıldığını hissettim çünkü hâlâ doğum gününü hatırlamıyordu.

Elini belimde hissettiğimde dönüp ona baktım. Gülümseyerek beni izlediğinde, "Bugün hakkında hiçbir şey bilmiyor musun gerçekten?" dedim gözlerinin içine bakarak.

Tamamen dürüstçe başını iki yana salladı ve odadan çıktık. "Giyindiğine ve hazırlandığına göre bir şeyler planladınız ama konu ne, inan bilmiyorum. Bir şey kutlayacağız, değil mi?"

Hüzünle gülümsedim, merdivenin başında parmaklarımın ucunda yükselip yanağına öpücük kondurdum. "Kendine bir daha bunu yapmana izin vermeyeceğim." Üzerindeki gömleğinin yakasını düzelttim, omuzlarını silkeledim. "Ve…" diye mırıldandığımda bakışlarımı turkuaz gözlerine çevirdim. "Çok yakışıklı görünüyorsun."

Simsiyah gömlek öyle çok yakışmıştı ki daha önce onu siyahlar içinde gördüğümle aynı hissediyordum.

Ne düşündüğümü fark etmiş olacak ki eli belimi daha sıkı kavradı. "Severiz," dedi kısık sesle, "siyahları ve siyahların getirdiklerini."

Gözlerimi kaçırdığımda bugüne kadar geceyi baş başa geçireceğimiz hususunda hiçbir şey düşünmemeye çalışmıştım ama şu an fark ediyordum olacakları ve Koza'nın kafasından geçenleri. Karnıma bir sancı girdiğinde bunun nedeni heyecandı fakat ona belli etmemek için merdivenleri inerken yüzüne bakmamaya özen gösterdim.

Kapının eşiğine geldiğimizde planladığımız gibi o kapı kapanmıştı. Yankı kaşlarını çatıp bana döndüğünde, "Tamam," dedi. "Bir sürpriz var ve bu belli ki ikimize özel."

"Hayır," dedim elim kapının koluna giderken. "Bize değil, sana özel ve bundan sonra bu hep olacak." Kapıyı açtığımda bir anda konfetiler patladı, balonlar yüzümüze çarpmaya başladı. Odanın içine doğru yürüdüm ve diğerlerinin yanına geçtiğimde Yankı'ya tam karşısından baktım. Işık ise hamburgerlerden yapılmış pastayı elime tutuşturup mumları yaktı.

"İyi ki doğdun!" diye bağıran Mutlu, kendini tutamayıp Yankı'nın kucağına zıpladı ve bacaklarını beline doladı.

"İyi ki doğdun," dedi Bartu, bir balonu sertçe Yankı'nın kafasına atarak. Hatta o kadar sert attı ki balon patladı. Bartu'ya dirseğimle vurdum.

"İyi ki doğdun," dedi Işık elini kalbine koyarak.

Lâl işaret diliyle, "İyi ki varsın," dediğinde yüzünde geniş bir tebessüm vardı.

"İyi ki doğdun," dedi Koza, sonrasında sırıttı. "Sonuncu."

Mutlu, Yankı'nın kucağından ayrılınca pastayla beraber onun karşısında durup gülümseyerek baktım. "Bugün senin doğum günün," dedim neşeyle, "ve biz unutmadık."

Aralanmış dudaklarıyla odayı incelerken şaşkınlığı gözle görülür şekilde anlaşılıyordu. Hatta öyle şaşırmıştı ki bir şey söyleyecek gibi olduğunda bile yeniden ağzını kapatıyordu.

"İnme indi çocuğa," dedi Mutlu. "Biri sarssın şunu."

"Bugün günlerden..." diye başladığında, hepimiz aynı anda, “8 Nisan,” dedik. “Yirmi altı yaşına girdin, Yankı Sarca. Yaşlanıyorsun."

Yankı bize baktı, yeniden odaya baktı, sonra hamburgerlerden yapılma pastaya baktı. Ne yapacağını bilemediğinde bir anda mumları üfleyip sırıttı. Hepimiz birbirimize baktığımızda Mutlu kahkaha attı.

"Tamam," dedim pastayı masaya götürürken. "Mumları yeniden üfletiriz..." Koza da gülmeye başladı. "İlk önce yaşadığı şoku atlatmasını sağlayalım." Bileğinden tutup onu masaya götürdüm. "Bak, neler hazırladık senin için!"

"Hepsini Helin planladı," dedi Işık. "Ve çoğunu kendisi yaptı. Özellikle şu koca kafalı Yankı kurabiyesini."

Yankı masanın üzerindeki mavi şekerlere, keklere, kısıra, yaprak sarmalarına baktı; ardından mantıyı gördüğünde gözleri kocaman açıldı. Koza ise mantıya bakıp, "Kim katletti lan bu yemeği?" dedi gülerek. "Hamur çorbası mı bu?"

Bartu, Koza'yı omzuyla iteklediğinde çenesiyle beni işaret etti.

"Yani," dedim başımı sallayarak. "Mantıyı biraz başaramamış olabilirim çünkü anlamadığım şekilde hamurlar dağıldı ve içindeki kıymalar kendilerini feda etti ama bak!" Kocaman Yankı kurabiyesini havaya kaldırdım. "Seni yaptım!"

Kurabiyenin bir gözü piştikten sonra burnuna doğru inmişti ve ağzı üzgün bir şekilde görünüyordu. Ayrıca gözlerini sonradan gıda boyasıyla yaparken rengi tutmamıştı ve saçlarına boya kalmadığı için kel Yankı olmuştu ama bunun bir önemi olmamalıydı...

İlk önce kimseden çıt çıkmadı ve Yankı dışında herkes kahkaha atmaya başladığında Bartu âdeta kendini yerden yere atarak, "Helin," dedi kahkahayla. "Kusura bakma ama bu ne lan?"

"Sinovac’tan sonra Yankı Sarca," dedi Mutlu gülerek ve eliyle Bartu'ya vurarak. Bartu daha gür bir sesle güldüğünde Koza kurabiyeyi elimden alıp Yankı'nın yüzünün yanına koydu.

"Aman da aman," dedi Yankı'ya. "Sonuncu'ya da ne kadar çok yakışıyormuş bu kellik!"

Yankı dudaklarını birbirine bastırmış şekilde bana baktığında gülmemek için kendini zor tuttuğunu gördüm. Kaşlarımı çatıp omzumu silktiğimde hepsine kızgın gözlerle baktım. Yankı, Koza'nın elinden kocaman kurabiyeyi aldı ve kendine çevirip dikkatlice baktı. "Dalga geçmeyin," dedi beni üzmemek için. "Ben buna baktığımda," duraksadı, "aynaya bakıyormuş gibi oluyorum gerçekten..."

"Sen bir de bizlere bak," dedi Işık ve bir tabağı havaya kaldırdı. "Bartu'nun yumruğuna bak."

Mutlu güldü. "Yumruğa değil başka bir şeye benzedi ama şu an senin doğum gününe hürmeten çok yorum yapmayacağım."

"Lan!" dedi Koza kendini kaldırarak. "Benim bir kulağım niye başımın arkasına kadar gitmiş lan!"

"Benim kafaya bak asıl, üç tane gibi."

Dudaklarım büküldüğünde, Yankı beni kendine çekti ve elini omzuma atıp hepsine ters bir bakış attı. "Daha iyisini yapsaydınız da görseydim sizi," dedi bir çocuğu savunur gibi. "Hepsine bayıldım ben, hepsini de yiyeceğim."

"Gerçekten mi?" dedim neşeyle.

Yankı birkaç saniye düşündükten sonra, "Gerçekten," dedi ve hamburgerlerden pastaya baktı. "Bu da senin fikrindi, değil mi?"

"Evet," dedim gülerek. "Hadi yeniden mumları yakalım ama bu kez dilek dileyip üfle, olur mu?"

Hevesle başını salladığında Işık cebinden çakmağı çıkardı ve beş katlı hamburger pastasının mumlarını yaktı. Masanın başında büyük bir heyecanla bekleyen Yankı'nın gözlerinin içi gülüyordu ve aslında bu bile benim için yeterliydi.

Bütün mumlar yandığında ellerimi birbirine kenetledim ve çeneme yerleştirip büyük bir heyecanla ona baktım.

"Bu benim üçüncü doğum günü kutlayışım. Birincisi..." Sustu. "İkincisi çamurdan bir pastayla oldu." Gözleri minnetle Koza'ya döndü.

"Üçüncüsü şu an," dedim hüzünle. "Dileğini tut ve üfle."

Kısa bir sessizliğin ardından gözlerini kapattı. "Birincisi gibi ölümle sonuçlanmasın," dedi ve mumları tek nefeste söndürdü. Hepimiz sessizleşip birbirimize baktığımızda Yankı gözlerini araladı ve ilk önce bana döndü, sonra belimden çekip sarıldı. "Teşekkür ederim," dedi kulağıma. Bunu benim planladığımı mı yoksa yine diğerlerinin unuttuğunu mu anladığını çözemedim ama bunu ondan yalan da olsa gizlerdim çünkü üzüleceğini biliyordum.

Ona sıkıca sarılıp boynuna bir öpücük kondurdum. "İyi ki doğdun, canım sevgilim benim," dedim ilk defa bu kelimeyi ona kullanarak.

Koza boğazını temizledikten sonra bir anda Yankı'yı benden çekip aldı ve nefesini kesene kadar ona sarıldı. "İyi ki doğdun, canım Sonuncu'm benim," dedi taklit ederek. "Sen sarhoş değil miydin? Bir anda ayıktın sanki."

Yankı geriye çekildi, sırasıyla herkes sarıldı, ardından yemeklere yöneldik. Hamburger pastası bozuldu ve herkes ondan afiyetle yedi ama mantıya kimse uzanmak istemedi, Yankı dışında. Tabağa koyarken dağılan hamurları görmezlikten gelen Yankı ve ona gülen Nöbetçiler’i umursamadan, "Nasıl yaptın ya bunu?" diye sordu. "Çok güzel görünüyor. Hayatımda gördüğüm en güzel mantı."

Tabağa kaşığını daldırdı ve doldurup ağzına attı. Hevesle yerimde zıplayıp, "Nasıl olmuş?" diye sordum.

İlk önce gözleri açıldı, ardından çiğnerken yüzünü buruşturdu ve en sonunda yüksek sesle yutkundu. Masanın üzerindeki su bardaklarından birini alıp kafasına diktiğinde sonuna kadar içti, sonra bardağı bırakıp nefesini verdi. "Elbette," dedi zorlukla. "Güzel olmuş."

Mutlu dayanamayıp Yankı'nın kaşığından bir parça ağzına attı, ardından yüzünü buruşturarak, "Tuz Gölü’nde mi yaptın?" bunu diye sordu tabaktan kaçarak. "Tansiyonum fırladı anında."

"Ama bakmıştım tadına," dedim mutsuz bir ifadeyle; ben de tadına baktığımda genzimi yakacak kadar tuzlu olduğunu gördüm. Ayrıca hamurlar boğaza yapışıyordu ve kıymaların tadı yoktu.

Lâl ellerini kaldırıp, "Nelere tuz koydun?" diye sordu.

"Hamura," dedim ben de su içerek. "Suyuna ve kıymaya. Bir de pişerken de tuz koydum. Az geldi gözüme, piştikten sonra azıcık koydum."

"Üşenmeyip keşke tuzda pişirseydin," dedi Mutlu başını iki yana sallayarak. "’Sağlığa zararlı, ölüm tehlikesi var,’ tabelası asılmalı bu mantıya."

"Abartma," dedi Yankı. "Yiyeceğim ben."

"Yeme," dedim yüzümü buruşturarak. "Gerçekten kötü."

"Önemi yok çünkü sen benim en sevdiğim yemeği hatırladın." Kaşıktan biraz daha aldı, ardından su içti, sonra bir daha aldı ve yine su içti. Kimse mantının yüzüne bir daha bakmadı ama Yankı tabağını zorla da olsa bitirdikten sonra diğer yaptıklarımın da tek tek tadına baktı ve kötü ya da iyi fark etmeksizin hepsi için teşekkür etti.

Herkes yemeğini yedikten sonra bir tarafa dağılmış otururken, Mutlu, "Güne gelmiş gibi olduk," dedi ve Koza'ya döndü. "Bu Kelebek de güne giden dedikoducu, kaçmış çorabı olan teyzemiz."

Koza ağzına kısırı tıkarken, "Ben ne alaka, kıvırcık?" deyip gözlerini kapattı. "Kısırı kim yaptı?" Şaşkınlıkla bana döndü. "Sen yapmış olamazsın çünkü çok güzel."

Yankı'nın yanında oturmuş, sırtımı ona yaslamıştım ve o da kolunu omzuma atmıştı. "Işık yaptı," dedim üzerine basarak.

Koza çiğnerken duraksadı ve Işık'a dönüp baktığında göz ucuyla onu izlediğini gördüm. Hiçbir şey söylemeden tabağı bıraktı, peçeteyle ağzını sildikten sonra, "Madem bu herif doğmuş," deyip ayağa kalktı. "Hediyelerimizi verelim."

Çenesini saçlarımda gezdiren Yankı duraksayıp, "Hediye mi?" diye sordu şaşkınlıkla.

Koza'nın hediye aldığını bilmediğim için ben de şaşırmıştım. "Aslında tam olarak hediye sayılmaz," dedi Koza ve cebinden bir zarf çıkardı. "Sadece yüzünü gülümseteceğini düşündüm." Yankı oturduğu yerden kalktı ve Koza'nın elinden zarfı çekip aldığında kaşlarını kaldırdı. "Amına koyayım," dedi Koza ağzının içinde. "Bu alkolün etkisi niye geçti ki?" Masaya ilerledi ve iki tane bira açıp birini Yankı'ya verdi, diğerini kendisi aldı. "İç, benim canımı da sıkma."

Yankı birayı yan tarafa koyup, Koza'yı duymazlıktan gelerek zarfı yavaşça açtı, içinden bir fotoğraf karesi çıktığında ilk önce arkasında bir tarih ve isim yazdığını gördüm. Yağmur. Yağmur Güneş. Tarih tam okunmuyordu fakat eski bir fotoğraftı. Yerimden kalkıp fotoğrafa yaklaştığımda Yankı'nın Sokak Nöbetçileri'nden bile önce olan çocukluğunu gördüm. Kocaman turkuaz gözlerini, kırmızı yanaklarını ve askılı kısacık pantolonuyla bir kızın kucağında oturduğunu. Kızın da gözleri masmaviydi, saçları sarıydı hatta öyle ki duruşu Işık'a benziyordu.

Yankı fotoğrafa bakarken, "Bunu," dedi başını iki yana sallayarak; sesindeki acıyla beraber mutluluğu duydum.

"Önder, ablanla olan fotoğrafını senden almıştı, onu unutman için ama ben ondan çaldım ve senelerdir saklıyordum." Elini Yankı'nın omzuna koyup sıktı. "Bugün vermem gerekiyormuş. İyi ki doğdun," duraksadı, "kardeşim. Doğum gününü hiç unutmadım ve her doğum gününde senin kutlamayacağını bilsem de senin için bir mum yakıp üfledim."

Yankı, elinde tuttuğu fotoğraftaki bakışlarını Koza'ya yeniden çevirdiğinde bir an bile şüpheye düşmeden onu kendine çekip sarıldı ve öyle sıkıca tuttu ki aralarındaki bağı daha net hissettim ve bu hissettiğimin az bile olduğunu fark ettim. Koza da sarılışına karşılık verdiğinde elini saçlarına geçirdi ve sonra duygu dolu gözlerle onlara baktığımı fark ettiğinde dudaklarını Yankı'nın boynuna bastırdı ve bütün o duygusallığı dağıtarak, "Şimdi seviş benimle," dedi. "İstediğin benim, biliyorum."

Yankı geriye çekilip omzuna yumruk attığında güldü. "Tam bir götsün."

"Helin yerine benimle bu geceyi baş başa geçirirsen sana öyle bir mantı yaparım ki ödül alırız beraber. Sonra karnımda sana mantı yediririm. Yetmez sosunu da..."

"İğrenç," dedi Işık ağzının içinde geveleyerek. "Kusacağım şimdi." Ardından ayağa kalktı ve koltuğun yanında duran hediyeyi Yankı'ya değil bana verdi. "Yankı'ya doğum günü hediyem," dedi üzerine basarak ve Koza'ya bakış atarak. "Emin ol bu onu çok mutlu eder. Şu an açma, yeter."

Koza'nın kaşları çatıldı. Işık, Yankı'ya sarıldı; ona da kırgın olduğunu biliyordum ama tepki veremiyordu çünkü onun da Yankı'dan sakladığı sırları vardı. "İyi ki doğdun, sırdaş," dedi ve bu kelime, şu an olduğundan daha derin geldi.

Yankı gülümsedi, elimdeki poşeti gösterip, "Teşekkürler," dedi ve göz kırptı.

"Sırada ben varım," dedi Mutlu ve paketini Yankı'ya verdi. "Şu an açabilirsin çünkü çok güzel."

"Acaba ne aldın ya?" dedi Yankı ve başını iki yana sallayıp paketi açtı. Tersten açtığı için kıyafet yere düştüğünde eğilip alan ben oldum ve bir baksır çıktı. Mor baksırın önünde ise 'Burayı ancak Hanımeller' yazıyordu ve bisküvi markası vardı.

"Mutlu!" dedim ve baksırı suratına attığımda gülmeye başladı. Benim ardımdan Koza da ne alakaysa, "Kıvırcık!" deyip baksırı onun yüzüne yeniden attı.

Yankı gülerek, "Aksini beklemezdim senden," dedi net bir sesle.

Bartu öne çıktı. "Benim hediyem dışarıda," dedi hevesle. "Ama gidip bakmadan söyleyeyim, sizin için bir karavan aldım." Hepimiz kaşlarımızı kaldırıp ona baktık. "Yani tamam, almadım ama çaldım fakat bok gibi bir adamdı ve bu karavanı hak etmiyordu. Ben de çaldım, değiştirdim, her şeyini hallettim. Hatta maviye bile boyattım." Sırıttı. "Belki o karavanla gezmek hatta bizi de gezdirmek istersiniz."

Elim kalbime gittiğinde, "Çok güzel," diye mırıldandım. "Bu çok güzel."

Yankı Bartu'ya da sarıldı. "Bunun hayalim olduğunu unutmamışsın," dedi. Bartu da ona sarıldığında onların da arasındaki bağı daha net hissettim. Bazı geceler saatlerce oturup konuştuklarına hatta birbirlerine belki de en gerçek yüzlerini gösterdiklerine emindim çünkü en çok ikisi tartışıyor ve birbirlerine en çok ikisi tahammül ediyordu.

"Çocukluk hayalleri unutulmaz," dedi Bartu karşılık olarak.

Lâl, Bartu'nun yanından ileri çıkıp, "Benim de hediyem o karavanın içinde bir pikap ve en sevdiğin şarkıların olduğu plaklar," dedi gülümseyerek. "Hayallerindeki gibi."

Yankı başını inanamıyormuş gibi iki yana salladı ve Lâl ona yaklaşıp sarıldığında saçlarını okşayıp alnından öptü. "Teşekkür ederim," dedi içten bir sesle. "Her şey için. Ve..." Lâl ne diyeceğini anlamış olacak ki başını iki yana salladı ve yanaklarından öptü.

"İyi ki varsın," dedi açıkyüreklilikle. "Hep iyi ki vardın."

Yankı geriye çekilip herkese baktı ve elindeki fotoğrafı zarfa koyarken, hediyemi özel vermek istediğim için diğerlerinin yanında göstermedim.

Hızlı adımlarla masadaki şampanyaya ilerledim ve elime aldığımda, "O halde," dedim. "Kutlama başlasın!" Şampanyayı salladım ve patlatmak için uğraştım ama olmadı. "Başlasın!" dedim bir kez daha ve yine uğraştım fakat olmadı. Bu kez sinirlenerek yaptığımda şampanya gür bir sesle patladı fakat tıpası Koza'nın tam iki bacağının arasına çarptığında acıyla inledi. Neşeyle dağılan şampanyayı izlerken ve herkesi içkiyle yıkarken Koza acıyla inleyerek eğildi. Donup kaldığımda bir de şampanyaya bulanmış suratına baktım ve herkes gülmeye başladı. "Ah!" dedim şaşkınlıkla. "Üzgünüm. Özür dilerim."

"Bu," dedi Koza. "İki oldu!"

Işık masanın üzerindeki şampanya kadehlerini dağıtırken, "Harikasın Helin!" dedi yüksek sesle. "İşte bu yüzden sen!" Şampanyayı kadehlere boşalttıktan sonra hepimiz kaldırdık ve Yankı konuşma yapmak için söz istedi.

"Öncelikle," dedi kadehi havaya kaldırarak. "Hepinize bugün için teşekkür ederim çünkü ilk kez böyle bir doğum günüm oldu ve hediyeleriniz muhteşemdi." Herkese karşı kadehini gösterdi. "Varlığınız için minnattarım, gerçekten," diye devam etti ve herkes duygusal bir ifadeyle bakarken güldü. "Ama yeter bu kadar, yediniz pastanızı, yemeğinizi, kısırınızı. Güne gelen teyzeler gibi saatlerce oturmayacaksınız gerçekten, değil mi? Şimdi gidin de Helin'le baş başa kalayım, amına koyayım."

Şaşkınlıkla beraber kahkaha attığımda şampanya kadehimi kadehine çarptım. "Harika birisi!" dedim neşeyle.

"Kovulduk lan," dedi Bartu şaşkınlıkla. "Hani konsere gidecektik?"

"Sonuncu, bütün samimiyetimle söylüyorum," dedi Koza kızgın bir sesle. "Keşke bisikletten düştüğünde o şişe götüne girseydi."

Hepimiz güldüğümüzde kadehlerimizi tokuşturduk ve tek dikişte şampanyayı içtik, ardından birkaç defa daha doldurduk ve içmeye devam ettik. Evde günün devamını Koza'nın Yankı'yı sarhoş etmeye çalışmalarıyla, Mutlu'nun benim mantım için “tehlikeli madde” tabelası asmasıyla devam etti. Bartu ile Lâl ise yeni tanışıyormuş gibi arada sırada birbirlerine dönüp bir şeyler söylüyorlardı fakat sonra başka yöne dönüp konuyu dağıtıyorlardı.

Konser saati geldiğinde Yankı, "Kimin konserine gideceğiz?" diye sordu.

Koza içkisini püskürtmemek için kendini zor tuttuğunda, "Yirmi7," dedim gülümseyerek.

"Vay," dedi kaşlarını kaldırarak. "Severim. Konser nerede?"

"Buraya yirmi dakika mesafede," dedi Koza detayı atlayarak. "Bisikletlerle bile gidebiliriz."

"Ne?" dedim kafam karıştığında. "Karşıda değil miydi yahu?"

Koza gözlerini kaçırıp, "Hayır, yanlış biliyorsun ya da İstanbul'u tanımıyorsun," diye cevap verdi, birasından son yudumları içip Yankı'ya zorla da içirdi, ardından, “Gidelim,” dedi saatine bakarak. “Geç kalmayalım.”

“Saat onda değil mi Koza?” dedim bu kez de. “Henüz yedi buçuk. Yirmi dakika ise her türlü yetişiriz.”

“Hayır, sekiz buçukta başlıyor,” dedi Koza yine beni düzelterek. “Ve biraz daha durursanız benim bilet paralarım çöpe gidecek, sonra da sizden faiziyle geri alacağım."

"Hem kelebek hem cimri," dedi Mutlu oturduğu yerden ayağa kalkarak.

"Ya!" dedim Koza'nın ne yapmaya çalıştığını görmezlikten gelerek. "Şimdi ben ilk defa bisikletimi sizinle beraber mi süreceğim?"

"Tanrı bizi korusun," diye mırıldandı Bartu ve duymadığımı sandı.

"Evet," dedi Yankı ve kolunu omzuma atıp benimle beraber odadan dışarıya çıktı. "Biraz daha geliştiğinde de benimle yarış yapacaksın, hayatım. İşte o zaman kaybettiğinde yüzünün aldığı hal, harika olacak." Hayatım. Sanırım bir süre bu kelimelere alışamayacaktım ama gülümsememe de engel olamıyordum.

Evden çıkıp bisikletlerimize yöneldik. Lal'i Bartu önüne bindirip götürecekti çünkü hâlâ ameliyatı yeri hassastı ve dikkatlice sürmesi gerekiyordu, hareket etmekte zorluk yaşıyordu.

Heyecanla mavi bisikletime oturdum ve herkes de oturduğunda Koza birasının son yudumlarını içip çöpe attı, Yankı da aynı şekilde. "Nasılsın Sonuncu?" dedi Koza; onun sesi Yankı'dan daha sarhoş geliyordu.

"Dün o kadar içtik ki şimdi çok da etki etmiyor," deyip kaşlarını kaldırdı. "Ama seni çarpmış gibi, ha?"

"Yok, daha neler," dedi fakat sarsak adımlarla bisikletine yürüdüğünü gördüğümde güldüm.

"Ben en önde süreyim mi?" dedim hepsine bakıp. "Lütfen, süreyim mi? Çok istiyorum bunu." Onayladıklarında Koza'ya, "Konserin yerini tarif edersin," dedim, ardından kısa elbiseyi biraz daha yukarıya çektim. "Gidelim o halde," dedim keyifle ve ayaklarımı pedallara koyup dengemi sağlayarak sürmeye başladım.

Yine ilk başta sarsıldım fakat sonra hemen toparlayıp en önde sürmeye başladım. Arkamdan geldiklerini duyabiliyordum ama hiçbiri beni geçmiyordu, bu da çok hoşuma gitmişti.

"İnsanın ait olmak istediği yer kafasındaki dünya ve hayalleridir," demişti bir keresinde yolda öylesine tanışıp konuştuğum bir kadın. En yalnız olduğum dönemdi ve bazen konuşmak için birilerine o kadar çok ihtiyaç duyuyordum ki o kadının yalnızlığımda bana kurduğu bu cümleyi asla unutamıyor, zihnimden atamıyordum.

"Nasıl yani?" diye sormuştum. Orta yaşlarında bir kadındı, saçlarında aklar vardı fakat benim aksime daima gülümsüyordu.

"Bulduğunda anlayacaksın ne demek istediğimi," diye devam etmişti. "Ait olduğun dünyaya eğer ulaşırsan onu kaybetmemek için gösterdiğin çaba, senin geleceğin olacak." O an ne demek istediğini anlayamamıştım ama şimdi, hayallerimi yaşarken ve kafamdaki o dünyadayken neyi kastettiğini görebiliyordum.

Bir geleceğim olacaktı, mutsuz değil mutlu yazılandan. Çabalayacaktım çünkü kader acımasızdı, Tanrı bazen acımasızdı ve insanlar acımasızdı. Ben çabalayacaktım, gerekirse kaderi değiştirecektim ama geleceğimde var olduğum kadına her baktığımda gururlanacak, geçmişimle karşısında dikilecektim. Biz buyuz, diyecektim. Bundan ibarettik ve biz birbirimizi büyüttük.

"İnanabiliyor musunuz?" diye bağırdım kahkaha atarak. Gözlerim yüzüme vuran rüzgârdan mı yoksa mutluluktan mı doluyordu, anlayamıyordum. "Helin Aktan sonunda bisiklet sürmeyi öğrendi! Bir hayalim gerçekleşti!" Arkamda bisikletleriyle Sokak Nöbetçileri vardı ve ben en öndeydim.

Güldüler. Kahkahalarının sesi bile benim geleceğimin melodisi olacaktı.

***

"Koza!" diye haykırdım bütün gücümle ve hırsla fakat o çoktan benden metrelerce uzağa gitmişti ve Sokak Nöbetçileri, Yankı hariç gülüyordu. "Sen bizi nasıl!" Koza'nın üzerine yürüdüm fakat geriye kaçtı. "Bizi nasıl Tarkan konserine getirirsin?"

Koza gülmeye başladığında, Yankı çatık kaşlarla Tarkan'ın posterinin olduğu duvara ve arkasındaki kalabalığa bakıyordu.

"Ne var ya?" dedi saçlarını karıştırarak. "Eğleniriz diye seçtim."

Mutlu gülerek, "Adam yeryüzünden Tarkan'ı silmek istiyor," dedi. "Sen bizi buraya mı getirdin?"

Işık bile olanlara gülüyordu, o kadar trajikomikti ki ne yapacağımı bilemiyordum. Bakışlarımı Yankı'ya çevirdim ve mutsuz bir sesle, "Gerçekten ben bu adama Yirmi7 konseri dedim ve Tarkan olacağını düşünmedim bile," diye açıklama yaptım. "Ama istersen şimdi, şu an gideriz buradan." Koza gülmeye devam etti. "Koza, biraz daha gülersen şakam yok, o yüzünün ortasına yumruğu geçireceğim."

Sustu.

Yankı bir süre sessiz kaldıktan sonra, "Yok ya," deyip Koza'ya göz ucuyla baktı, ne yaptığını anlamıştı. "Çocuk gibi sadece eski sevgisinin adı Tarkan diye, Tarkan'dan nefret edecek değilim ya." Fakat bunu söylerken gözleri başka konuşuyordu.

"Neden öyle söylüyorsun Yankı?" dedi Bartu arka taraftan. "Sen değil miydin geçenlerde YouTube'a girip bütün Tarkan şarkılarını ‘bunu beğenmedim’ diye işaretleyen?"

Yankı Bartu'ya dönüp ters ters baktığında, Koza nefesini tutmuş, gülmemek için kendini durduruyordu.

"Onu şarkıları sevmediğim için yaptım," dedi omzunun üzerinden dönüp bakarak. "Yoksa çocuk muyum ben bir isim yüzünden..." Gözlerini kapatıp bana döndü. "Bir insanın eski sevgilisinin adı neden Tarkan olur ki ya?" diye sordu. "Tarkan ne ya?"

"Ya Sonuncu," dedi Koza alayla. "Böyle ağlayacaksan girmeyelim, tamam, nedir bu?"

Tam o esnada kalabalığın ortasından bir çığlık koptu ve arkamızdaki insanlar içeriye girmek için bizi iteklemeye başladı çünkü Tarkan sahneye çıkıyordu. "Ay," dedim heyecanla. "Yani ne yalan söyleyeyim, hep de canlı dinlemek istemişimdir bu adamı." Hepsi kahkaha attığında Yankı dehşetle bana baktı; insanlar bizi iteklemeye devam ediyordu.

"Giriyor muyuz, gidiyor muyuz?" dedi Işık ortalığa. "Yoksa arkamdan beni durmadan iten şu herifin ağzını burnunu dağıtacağım."

"Ah," dedi arkasındaki adam. "Sizi kızdırdım mı?"

Koza, Bartu ve Mutlu direkt o tarafa yöneldiğinde, hatta Koza Işık'ın yanına geçtiğinde, bu elbette ki Işık'ın gözünden kaçmadı. Gülümseyerek adama döndü. "Hayır," dedi sevecen bir tınıyla. "Üzerinize alınmayın lütfen." Amacını Koza'nın değişen yüzünden anladım. Mutlu bile dönüp Koza'ya bakmış, ardından kaşlarını çatmıştı.

"Giriyoruz," dedi Yankı ve elimi tuttu. Hep beraber içeriye girdiğimizde ilk önce içki satılan tarafa yöneldik ve hepimiz biralarımızı aldık. Yankı en büyük boyunu aldığında Koza'nın keyiflenmesini bekledim fakat onun gözleri, Işık'ın hâlâ sohbet ettiği adamdaydı.

İnsanlar Tarkan diye tezahürat yaparken kalabalığın ortasına âdeta yararak geçtik. Ben de elimdeki bardağı kaldırıp, "Tarkan!" diye bağırdım yüksek sesle ve kalabalığa katıldım.

Yankı elindeki biranın yarısına geldiğinde, "Kafayı yiyeceğim şimdi," dedi ağzının içinde. "Aklımı kaçıracağım."

Bartu, Lâl'i önüne aldığında ve bütün darbelerden korumak istermiş gibi kollarını ona doladığında, eskiden normal gelecek bu görüntü, şimdi daha anlamlı bir yola sürükleniyordu. Bakışlarımız kesiştiğinde bana göz kırptı; heyecanla sahneye bakan Lâl, hiç de rahatsız görünmüyordu.

"Adın ne?" diye sordu Işık'ın yanındaki adam.

Bakışlarımı o yöne çevirdiğimde Koza'nın da hızlıca birasını içtiğini gördüm ve Yankı'yla dalga geçmek için getirdiği yer, onun da cehennemi olmaya başlamıştı.

Işık, Koza'ya baktı, ardından adama, "Nil," dedi üzerine basarak. "Nil benim adım."

"Nil," dedi uzun boylu, esmer çocuk. Yakışıklıydı fakat şimdiden sarhoş olmuş gibi görünüyordu. "Kız kardeşimin adı da Nil, bu çok anlamlı."

"Ah," dedi. "Ben de ismimi çok severim."

Yan tarafımda duran Mutlu, bana doğru eğilip, "Neler oluyor?" dedi sessizce. "Şimdi ben bu uzun boylunun kafasına ayakkabımı geçireyim mi yoksa görmezlikten mi geleyim?"

"Görmezlikten gel," dedim. "Işık sadece küçük bir intikam alıyor."

"Kelebek’ten mi?" Kaşları çatıldı. "İyi de neden?" Koza'ya dönüp baktı. "O fazlasıyla gergin görünüyor."

Şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırdım. "Mutlu yoksa sen Koza ile Işık'ı yakıştırmaya mı başladın?"

Mutlu, gözlerini kocaman açtı ve inkâr ederek, "Hayır!" diye bağırdı. "Sadece..." Elini saçlarına geçirdi, Koza gelince sustu.

"Kafayı yiyeceğim," dedi Koza da. "Aklımı kaçıracağım."

"Aklını sikeyim şimdi senin o zaman," dedi Yankı dönüp. "Kaçmaz hem."

"Keşke siksen," diye karşılık verdi Koza. "Kendi kazdığım kuyuya düştüm."

Bir anda sahnede bir gürültü koptuğunda ve dumanlar etrafı sardığında, "Çıkıyor!" diye bağırıp elimdeki bardağı havaya kaldırdım. Herkes çığlık atmaya başladığında, Tarkan en bilindik şarkısı “Hepsi Senin mi?”yle sahneye çıktı. İnsanlar zıplamaya başladığında, Yankı ile Koza aynı anda biralarını kafalarına dikip son yudumlarına kadar içtiler.

Işık, yanıma geldiğinde dans etmeye başladı ve şarkıya eşlik etti. Ben de ona katıldığımda Yankı'nın suratsızlığı ile Koza'nın suratsızlığı kapışırdı. Mutlu da aramıza katıldığında Işık ona ellerini uzattı ve beraber dans etmeye başladılar. Bartu ile Lâl bile durdukları yerde hareket ederken, kendi kendime olduğum yerde zıpladım ve Koza ile Yankı'ya bakıp kahkahalar attım.

"Nil!" diye bağırdı diğer taraftan uzun boylu çocuk. "İçki almaya gideceğim, gelmek ister misin?" Bakışlarım Bartu'ya döndü, onun neyse ki olaydan haberi yoktu çünkü olsa bütün ilkelliğini ortaya çıkaracağını biliyordum.

"Ah!" dedi Işık keyifle. "Gelirim elbette!" Zıplayarak çocuğun yanına gittiğinde bana göz kırptı ve Koza'nın omzuna çarpıp geçti.

Koza durdu, nefes alıp verdi, ardından Yankı'nın elindeki bardağı alıp, "Ben bi içki alayım," dedi ve yanımızdan uzaklaştı. Amacı sadece ve sadece Işık'ı takip etmekti.

Yönümü Yankı'ya çevirdiğimde bardaktan birkaç yudum içtim ve dudaklarımı bükerek ona baktım. "Tamam, Tarkan sevmiyor olabilirsin," dedim. "Ama keyifli olduğunu inkâr edemezsin." Kalçalarımı hareket ettirdiğimde yeniden yerimde zıpladım. "Yani düşünsene, seneler sonra bu günü hatırlayıp gülebiliriz."

İnsanlar yeniden Tarkan diye tezahürat yapmaya başladığında, Yankı parmaklarını şakaklarına bastırıp ovuşturdu, ardından gözlerini açıp elimden bardağımı aldı ve kafasına dikip bitirdi. Şaşkınlıkla ona baktığımda, “Çok kıskanıyorum ulan seni,” dedi başını iki yana sallayarak. “Şu kıskançlığımın boyutuna bak, isim benzerliği bile çıldırtıyor beni.”

Gülümseyip parmaklarımın ucunda yükseldim ve kollarımı boynuna sardım. O da kollarını belime sardığında sakince dudaklarımı dudaklarına yasladım ve kısa bir öpücükten sonra, "Ama ben bir tek seni sevdim, bir tek sana âşık oldum," dedim gözlerinin içine bakarak. "Yani evet; Tarkan da iyiydi, hoştu, kaslıydı, yakışıklıydı..."

"Helin," dedi Yankı kaşlarını çatarak. "Gerçekten deliriyorum."

Gülerek, "Tamam, şaka yapıyorum," dedim ve bir kez daha dudaklarından öptüm, beni kendine çekip devam ettirmek istediğinde ise geriye çekildim. "Ama bu Tarkan konserinde eğlenmeyeceğimiz anlamına gelmiyor."

"Ah," dedi şakaklarını ovarak. "Sadece biraz daha alkol."

Bu cümleden sonrası ise gerçek bir trajikomediydi. Koza, Işık'ı bulamadan geri gelmişti ve bu da yetmezmiş gibi kolları içkilerle doluydu. Art arda nefes bile almadan Yankı'yla öyle bir içtiler ki yarım saat sonunda Koza, Yankı'ya, "Seni gidi fındıkkıran," diye eğiliyor ve Yankı da onun alnını, "Yakalarsam," diyerek öpüyordu; bunu defalarca tekrar ettiler. Mutlu'yla beraber büyük bir dehşetle onları izlerken, Bartu ile Lâl başka bir tarafa doğru gitmişlerdi ve dünyadan tamamen kopmuş gibilerdi. Işık ise sahiden ortalıklarda yoktu.

"Helinski," dedi Mutlu. "Acaba bugün Kelebek, o cümleleri söylerken dürüst müydü? Karından mantı yemek konusunda yani?"

"Onun dürüstlüğünü bırak," dedim dehşet içinde. "Yankı da bunu istiyormuş zaten. Koza'nın alnı aşındı."

İkisi de kahkaha atarak bize döndüklerinde bir anda Yankı beni kendine çekip önümde eğildi. "Bin bakalım," dedi gülerek. "Sırtıma."

"Ne?" dedim ben de gülerek.

"Bin!" dedi fakat cevap vermemi bile beklemeden bacaklarımın arasına girip beni de kendisiyle beraber ayağa kaldırdı.

"Yankı, düşeceğiz!" dedim fakat kahkaha atıyordum. Bir eli sıkıca bacağımı tuttu, diğer eliyle içkisini içmeye devam etti. Tarkan'ı net gördüğümde bütün korkularımı yok edip ellerimi kaldırarak dans etmeye başladım. Bir anda yanımda aynı şekilde Lâl de belirdiğinde ikimiz birbirimize bakıp güldük. O benim kadar çok hareket edemiyordu ama bu şekilde, Bartu'nun omuzlarındayken daha güvende olduğu kesindi.

Elimdeki bardağı kaldırıp onun meyve suyu bardağına çarptım ve ikimiz de gülmeye başladık. Üzerindeki çiçekli elbisesi yukarıya sıyrılmıştı, yanakları kızarıktı ve gözlerinin içi gülüyordu. Lâl'i bu şekilde görmek imkânsız gibi gelirken, şu an hiç olmadığı kadar mutluydu. Şarkıya yüksek sesle eşlik edemiyordu ama dudaklarını oynatarak benimle beraber söylüyordu.

Ellerini kaldırıp, "Kimse konuşamadığımı bilmiyor şu anda," dedi mutlulukla. "Çünkü herkes bağırıyor zaten ve ben de bağırıyormuş gibi görünüyorum."

Mutlulukla ve birazcık hüzünle kolumu onun omzuna attım, kendime çekip yanağından öptüm, ardından başka bir şarkıya o şekilde eşlik ettik.

Konser neredeyse bitmek üzereyken Işık yeniden yanımıza geldi ve hiçbir açıklama yapmadan bize ayak uydurdu. Koza ile Yankı ise tamamen sarhoş olmuştu fakat sadece onlar da değil, Lâl dışında hepimiz sarhoş görünüyorduk.

Konser bitmeye yakın alandan ayrıldığımızda yolun ortasında yürüyen kalabalıkla beraber ilerledik fakat adımlarımız bile sarsaktı. Şu an, tam da hayal ettiğim gibi herkes mutluydu. Belki alkol sayesinde, belki hırslar sonucunda ama gerçek bir mutluluk söz konusuydu ve bu benim için yeterliydi.

Yankı parmaklarını parmaklarıma geçirip, "Güldük, eğlendik, mutlu olduk, dans ettik," dedikten sonra diğer tarafa yöneldi. "Artık bize müsaade, gidiyoruz. Başınızın çaresine bakın ve mümkünse eve gelmeyin."

Koza dehşetle gözlerini açıp önümüze geçti. "Nereye?" dedi. "Daha…" Etrafına baktı, ardından konser alanının yanındaki lunaparkı gösterdi. "Daha lunaparka gideceğiz."

"Koza," dedi Yankı. "Önümü zor görüyorum ulan, o oyuncaklarda mahvoluruz."

"Gidelim," dedim hevesle ve onu sürüklemeye başladım.

"Of," dedi Bartu çekingen bir sesle. "Başladı benim mesaim ya."

"Korkuyor musun lan koca adam?" diyen Koza, bir anda kolunu Bartu'nun omzuna attı. "Çocuk musun sen oğlum? Lunaparktan korkulur mu? Ne olacak ki?"

"Bunu sen söyleme bari," dedi Bartu gözlerini devirerek. "Kusarsan uçağın düşeceğinden korkuyordun, götlek."

"Uçak ayrı, bu ayrı," deyip gülmeye devam etti. Alkol aldığında tamamen gerçek yüzünü gösteren bir Koza vardı. "Korkan gelmesin, ben gidiyorum."

***

"Sikeyim beni buna bindireni! Kalbim! Kalbim sıkışıyor!" Koza gür bir sesle bağırıyor, herkes onu dinliyordu. "Yükseliyor bu!"

"Lan hani korkmuyordun?" dedi Bartu gülerek; daha henüz hız treninin yükseldiği yerdeydik, hızlanmamıştı bile...

En tepede durduğumuzda Koza dehşetle gözlerini açıp yanında oturan Işık'a baktı. Normal şartlarda Işık ile Mutlu oturacaktı fakat Mutlu, hepimizi şaşırtarak tek başına oturmak istediğini söyledi ve ikisini yan yana oturmak zorunda bıraktı.

Mutlu, gerçekten de onu kabullenmeye başlamıştı ve bu şaşırtıcıydı. Peki ya yaşananları öğrendiğinde ne olacaktı?

Düşünme, dedim kendime; gözlerimi kapatmış, Yankı'nın omzuma attığı elini sıkıca tutuyordum.

En önde Koza ile Işık oturuyordu, arkalarında biz vardık, bizim arkamızda Bartu ile Lâl ve onun arkasında da Mutlu.

"Birazdan aşağıya inecek," diye açıklama yapmak üzere olan Işık cümlesini tamamlayamadan, tren hızla inmeye başladı. Koza'nın ve Bartu'nun çığlığı geceyi dolduruyordu; ben de onlara eşlik ettiğimde, tren hızla indiği yerden yeniden tepeye çıktı ve yan döndüğünde Yankı bile ufak bir çığlık kopardı.

Koza, Işık'a dönüp sarıldığında ve gözlerini kapatıp başını boynuna sakladığında, "Kalp krizi geçiriyorum şu anda," dedi kendi kendine. "Ölüyorum şu anda. Hatta öldüm. Çok kötüyüm." Işık gözlerini kocaman açtığında başka bir dönüşe daha girdik ve Koza başını iki yana salladı. "Cehennemde miyiz amına koyayım? Savaş mı çıktı? Kıyamet mi koptu? Ne oluyor amına koyayım ha, ne oluyor?"

Artık ona gülmekten korkmayı bırakmıştık, neyse ki normal bir şekilde aşağıya indiğinde ve yavaşladığında Işık, Koza'nın yüzüne elini koyarak, "Geçti," dedi. "Geldik, korkma."

Tren tamamen durana kadar gözlerini açmadı ve durduğunda da tek gözünü açıp etrafa baktı, ardından hâlâ sarıldığı Işık'a, sonra bizlere. Duruşunu dikleştirdiğinde boğazını temizlemeye çalıştı fakat sesi kısılmış gibi görünüyordu. Hepimiz inmeye başladığımızda o da hiçbir şey olmamışçasına indi. Önümüzde yürürken gülmemek için kendimi zor tutuyordum.

Bütün yükü Bartu alıp, “Götün düştü bağırmaktan,” dedi treni göstererek. “Git götünü trenden al da götsüz kalma.”

Güldüğümde Koza ters ters Bartu’ya baktı. “Yükseklik korkusu sadece,” dedi ama sesi tamamen kısılmıştı. “Yoksa aynı anda beş adam öldürmüşlüğüm vardır benim; boşuna Koza olmadım ben.”

“Rahat bırakın kadırgalı kelebeği,” dedi Mutlu gülerek. “Yoksa birazdan askerlik anılarını anlatacak.”

“Her neyse,” dedi Yankı ortaya konuşarak. “Gezdik, eğlendik, dans ettik, trene bindik, aksiyon yaşadık ama bize gerçekten müsaade artık. Kendinize iyi bakın, biz gidiyoruz.” Yankı yine onlardan kaçmak için yola yöneldi fakat Koza tekrar önümüze çıktı.

“Nereye?” dedi. “Daha şeye gideceğiz…"

"Neye gideceğiz ulan, neye?" dedi Yankı. "Bi uzaya çıkmadığımız kaldı, daha nereye gideceğiz lan?"

Koza etrafına bakıp dudaklarını bükerek, "Binmez miyiz bi atlıkarıncaya?" dedi.

"Koza, yirmi altı yaşına girdim," diye karşı çıktı Yankı.

"Ama hep hayalimdi."

"Tek derdin zaman kazanmak ama kabullen artık," dedi Yankı sırıtarak. "Beş litre içki de içsem bugünü yaşayacağım."

"Of!" diye mırıldandı Koza öfkeyle, sonra başka tarafa baktığında gözleri kocaman açıldı. Aniden başını çevirdiğinde, "Dün o sokaktaki adamlar," dedi dehşetle. Bartu'ya baktı. "O adamlar burada. Bittik."

"Ne olacak oğlum ya?" dedi Bartu üstünlük taslayarak. "Altı üstü iki kişilerdi," sonra başını çevirdi, ardından, "sekiz kişi olmuşlar, siktir," diye bağırdı.

"Nerede?" diye sordu Yankı umursamaz bir sesle; gördüğü gibi, "Ha siktir," dedi. "Gördüler. Koşun!"

"Ne oluyor?" dememe kalmadan kolumu tuttuğu gibi çekti ve koşmaya başladı. Benimle beraber anlamayan diğer dört kişi de sorgulamaya başladı ama onlara ayak uydurarak koştuk. Başımı çevirip baktığımda adamların da peşimizden ilerlediklerini gördüm ama bizim kadar hızlı değillerdi.

"Sola!" diye bağırdı Yankı ve hepimiz o yöne döndüğümüzde, “Şimdi de sağ!” dedi.

Karanlık bir sokağa girdiğimizde koşmaya devam ettik; üçünün de korkusu görmeye değerdi.

“Ne yaptınız siz?” diye bağırdı Işık koşarken. “Onlar kim?”

“Ben biraz…” dedi Bartu nefes nefese, ardından koşmakta zorlanan Lâl’e baktı ve hızını düşürdü. “Dün çok içip ciddi ciddi uçak çalmaya çalışmış olabilirim.”

“Ne?” dedim şaşkınlıkla.

“Yankı jet istedi…” Bartu nefes nefese durdu ve ellerini dizlerine koydu. “Ben de o kafayla herhalde adamların inlerine girmeye çalıştım ama biz üç dangalak yakalandık ve götümüzü zor kurtardık.” Kendini yere bırakıp yolun ortasına uzandı ve Lâl de daha fazla dayanamayıp yanına uzandı.

Onlarla beraber hepimiz de nefes nefese yere yattığımızda, yedi kişi yolun ortasında uzanmıştık ve zorlukla nefes alıyorduk.

“Doğum gününe bakın,” dedi Yankı nefes almaya çalışarak. “Az kalsın götüme kurşun yiyordum.”

“Keşke,” dedi Koza mutsuz bir sesle.

Dayanamayıp gülmeye başladığımda diğerleri de bana katıldı ve yolun ortasında kahkaha seslerimiz yükseldi. Sokak lambalarından başka yüzümüzü aydınlatan hiçbir şey yoktu ve hepimiz, o anın içinde bütün gerçeklerden ve gerçekleşme ihtimali olanlardan kaçarak kendi başımıza sadece güldük.

Bakışlarımı gökyüzüne çevirdiğimde gülmekten yaşaran gözlerimi sildim, ardından yanımda uzanan Yankı’ya dönüp baktım. Onun da bakışları bana döndüğünde, "Başka bir hayat gibi," dedim sadece.

"Belki bir gün," diyerek bana katıldı ve o da huzuru tamamen hissetti.

BARTU SARCA

Bir ailemin olmayacağını en başında bana söyleselerdi bendeki canı mutlu olabilecek bir çocuğa vermelerini isterdim büyük ihtimalle çünkü gerçekten kimsesiz olmak, kimsesiz hissetmekten çok daha kötüydü.

Kendimi fark ettiğimde üç yaşındaydım, bir kadının kucağındaydım ve bana tadı o kadar da güzel olmayan bir yemek yediriyordu. Üç yaşıma dair anımsadığım tek anı buydu çünkü ilk defa birinin saçlarımı sevdiğini hissetmiştim. Her şey unutuluyordu, lakin hisler daima var olduğu için o üç yaşımdayken hissettiklerimi bir türlü unutamıyordum.

Güçlü bir hafızanın diğer ödülü ise dört yaşında, sokaktaki çocuklar tarafından çırılçıplak soyulup koşturmaya çalışmalarıydı. Benden yaşça büyüklerdi, sadece eğlenmek istiyorlardı. Eğlence malzemeleri ben olmuştum. Üşümüştüm, hiç olmadığı kadar çok; çünkü kış ortasındaydık ve şimdi oturup düşündüğümde, tek hissettiğim o günün buz gibi soğuğuydu.

Bir evin önünde oturup soğuktan ölmeyi beklemiştim. Bir çeşit intihardı, daha geçerli bir intiharım olmasına rağmen bu da intihardı ama kapıyı açıp bana bir kâse çorba veren kadının evine alamadığı için üzüldüğünü de unutamıyordum.

Sıcacık çorba ve bana verdiği kalın bir battaniye o gün hayatımı kurtarmıştı. Sonrasında günlerce hasta yatmıştım fakat ölmemiştim, ölememiştim.

Kaldırdığım bileğimdeki kesik izine bakarken, yedi yaşındaki o çocuğu yine hissetmiştim.

Öfke öyle kolay büyümemişti içimde; aslında önceden çok sakin bir çocuktum ama insanlar o öfkeyi kalbime ilk ektiklerinde, ben de kendi kalbimi kaldıramayıp bir bıçakla aşınana kadar bileğimi kesmeye çalışmıştım. Jiletim yoktu, daha keskin bir şeyim de yoktu. Kör bir meyve bıçağı.

Aşağılanmaya, iznim olmadan dokunulmasına hatta göz yummaya bile alışmıştım ama başkalarına satılacağımı öğrendiğimde bu son damla olmuştu. Öfkeyle insanlara bıçak çekmiş, onları öldürmek istemiş, sonra koşarak kaçmış ve bulduğum bir boşlukta da o kör bıçakla bileğimi kesmiştim.

Yedi yaşında normal bir çocuk ölmek ne demek bilmezken, ben ölmeyi dilemiştim.

Ve yine kurtarılmıştım, belediye çalışanları tarafından. Çöpün kenarından. Hatırladığım kadarıyla o zaman doktor bunun bir mucize olduğunu söylemişti. Ölmem gerekiyordu ama ölmemiştim hatta kaybettiğim kanı bana insanlar vermek istememiş de başka bir evsiz bağışlamıştı.

Sadece bana kanını verdi diye günlerce, aylarca onun peşine takılmış, beni sevmesini istemiştim ama umurunda bile değildim. İyilik yaptığının farkında bile değildi, o an ona baktığımda benim de o adama dönüşeceğimi düşünmüştüm.

Öyle olmamıştı.

Bir sokak ortasında, Önder tarafından evlat edinildiğimde ve bir ismim olduğunda bu bana en büyük hediyeydi. Diğer hediye de Lâl'di.

Onu ilk gördüğüm gün âşık oldum.

Bu nasıl oldu bilmiyordum çünkü kalbim çok sertti, öyle duyguları tanımıyordum ama Lâl'e baktığımda kalbimin attığını hissetmiştim. Gerçek bir kalp atışı, bir nabız sesi. Belki de yaşama tutunma.

Onu sadece sevdim. Onu sadece sevmek de bana yetti.

Senelerce beklentim olmadan onu sevdim. Onun beni nasıl sevdiğini ise düşünmedim. Abisi gibi mi seviyordu? Abisi olurdum. Dostu mu? Dostu olurdum. Arkadaşı mı? Arkadaşı olurdum.

Büyüdükçe ise aynı yolda devam edemedim. İlk önce kıskançlığı hissettim, Yankı'yla aralarındaki bağı çok yanlış anladım, sonra beni sevsin diye saçmaladım ama benden daha çok kaçtı.

Oturup düşündüğüm bir gecede ise sevilmeyecek bir adam olduğuma karar verdim. Sadece Lâl değil, kimse sevemezdi; bu bir gerçekti. Onu içimde ilk bitirdiğim an, o andı. Onu bitirdikten sonra kalbim, yeniden onu tanımadan önceki haline dönüştü.

Ta ki ellerimde kanlar içinde bulana kadar. Bu kez yine kalbim hızlı attı ama aynı duygularla değil, daha kötüsüyle. Birine, “Ölürsen ben de ölürüm,” diyecek kadar bağlanmak ahmaklıktı ve ben Lâl'e bu denli bağlı olduğumu o an fark etmiştim.

Bakışlarımı ona çevirdiğimde sokak ortasında uzanıyorduk. Gözleri kaldırdığım bileğimdeki izdeydi, hikâyesini hiçbir zaman anlatmamıştım belki bana acır diye ama tahmin ettiğini biliyordum çünkü ilk bu ailedeyken ani temaslardan durmadan kaçıyor, geceleri elimde bir bıçakla uyuyordum. Hatta bir keresinde beni uyandırdığında, bıçağı boynuna korkuyla yasladığımı ve neredeyse onu öldürmek üzere olduğumu hatırlıyordum.

Lâl korkmayacaktı da benden, kim korkacaktı?

İleride uzanan Yankı ve Helin'in yavaşça kalktığını ve parmak uçlarında ilerleyerek önümüzden geçtiğini gördüm. İkisinin de yüzünde keyifli bir ifade vardı. Helin bana uyuyakalmış Koza'yı gösterip fısıltıyla, "Biz gidiyoruz," dedi. "Uzaklaştıktan sonra diğerlerini de kaldırın ve burada kalmayın. Koza'yı da evden uzak tutun."

Mutlu ile Işık da diğer tarafta uyuyakalmıştı.

Başımı olumlu anlamda sağladığımda Helin ikimize baktı, keyifle gülümseyip Yankı'nın göğüs kafesine sokuldu, ardından konser alanına bisikletleri bağladığımız yere doğru ilerlediler.

Helin'i ilk gördüğümde hepimizi öldüreceğinden neredeyse emindim; onu böyle seveceğimi söyleseler bir yumruk atıp karşımdakini sustururdum fakat şimdi benim için öyle bir değeri vardı ki bu zamana kadar yanımızda değilken nasıl eksik hissetmediğimize şaşırıyordum. Çünkü o bizim en büyük eksikliğimizdi.

Helin kalbimizdi.

Sadece o da değil, uyuyakalan Koza'ya dönüp baktığımda da, yokluğunda bile o varmış gibi konuştuğumu fark ediyordum. Hatta geçenlerde ona, "Hatırlasana, on yedi yaşında lisedekilerle ettiğimiz kavgayı," demiştim.

"Ben yoktum ki," demişti.

Nasıl olmazdı? Benim için vardı, onu öyle kabullenmiştim.

Yanımdaki Lâl hareketlendi ve ellerini kaldırıp, "Ne düşünüyorsun?" diye sordu.

Eskiden olduğu gibi kendisini kötü hissetmemesi için aynı şekilde işaret diliyle cevap verdim. "Geçen zamanı."

"Bu seni üzüyor mu?"

"Bazen." Bileğimdeki izi göstermek için oturur pozisyona geçtim onun gibi ve kolumu uzattım. "Yedi yaşındayken kendimi..."

"Öldürmeye çalışırken oldu," dedi bana katılarak. "Bunu biliyorum."

Şaşkınlıkla, "Nereden biliyorsun?" diye sordum.

"Bir kez rüyanda sayıklamıştın," dedi Lâl beni daha fazla şaşırtarak. "Parçaları birleştirdim ve anladım." Bileğimi tuttu ve diğer elinin parmakları izin üzerinde gezindi.

"Bu iz, tuhaf bir şekilde bana seni bulduğum günü hatırlatıyor," diye fısıldadım işaret dilini bırakarak. Gözleri hızla gözlerime kaydı. "Halbuki bu intihardı, sen vuruldun Lâl. Ama neden bu iz bana seni hatırlatıyor?"

Yutkunduğunda başını sadece bir kez iki yana salladı ve gökyüzüne baktı. İkimiz de aynı şeyi düşündüğümüzde gülümsedim. Bacaklarımı önüme alıp kollarımı doladığımda bana yeniden baktı. "Beni affedebilecek misin?"

Kaşlarımı çattım. "Hangi konuda?"

Lâl hayal kırıklığıyla başını iki yana salladı. "Senelerce görmezlikten geldim," dedi parmakları yavaşça hareket ederek. "Seni ve sevgini."

Çekindiğimde gözlerimi kaçırdım. "Bunun için seni suçlayamam çünkü beni sevmiyordun, biz bir aileydik. Beni engellemek yerine görmezlikten gelmeye çalıştın."

Lâl, bana yaklaştı ve çenemi hafifçe kavrayıp yüzümü yüzüne çevirdi. Gözlerimin içine bakarak elini çektiğinde, "Lütfen başını çevirme," dedi. "O zaman beni duyamıyorsun ve bu beni üzüyor."

Bir çatlak oluştu sanki kalbimde. Onun sesini merak ettiğim kadar hiçbir şeyi merak etmiyordum ve Lâl'in sesini duyabilmek için her şeyi feda edebilirdim, kendimi bile. Bir kez duyabilmek için o çocukluğumu bile yeniden yaşardım.

"Bana ilk defa böyle," dedim Lâl'in gözlerinin içine bakarak. "İlk defa böyle farklı bakıyorsun." Kaşlarını kaldırdı. "Hayır, hep güzel bakıyordun ama bu kez sadece bana güzel bakıyorsun Lâl."

Boynunda asılı olan fotoğraf makinesini kaldırdı, gülümsememe fırsat bile vermeden fotoğrafımı çekti. Makineden fotoğraf çıkarken gözlerini gözlerimden ayırmadı. Birkaç dakika içinde fotoğrafta yüzüm belirginleştiğinde bana çevirip gösterdi, ardından elime bıraktı.

Gülümsüyordum.

Yüzündeki o çocuksu hüzünle, "Bir gün benden başkasına böyle bakarsan artık sana kızmam," dedi. "Ama özlerim. Özlediğimde de bu anılara bakarım, geçer. Gülümse." Gözleri doldu. "Gülümse, yeter."

"Lâl..."

"Ve kendini beni sevmek zorunda hissetme." Bana biraz daha yaklaştı. "Bunu yapma. Sana onarılmayacak yaralar açtım." Başımı iki yana salladım. "Ve hiç onarmaya da çalışmadım çünkü bencildim." Başını yavaşça omzuma koydu. "Şimdi beni senin sevgin iyileştiriyor diye kendini buna zorunlu hissetme. Başkasıyla mutlu olmak istiyorsan ol. Hatta Bartu," aşağıdan bana baktı, "sen başkasıyla mutlu ol diye giderim. Korkma, yaşarım, vicdan yükü vermem sana. Sadece gittiğim yerden iyi olduğunu bilmek yeter bana."

"Lâl," dedim sözünü keserek. "Neden bunları söylüyorsun? Ben seni..."

"Çünkü bu alışkanlıktır belki," dedi aylar önce ona söylediklerimi tekrar ederek. "Belki de kurtuluştu bana olan sevgin. O günden sonra bana kaç kez sevmiyormuş gibi baktın, biliyor musun? Kızmıyorum sana ama canım yandı diye beni iyileştirmek için sevme."

Her şeye rağmen söylediklerini sorguladım ve o günden sonra kalbimi tamamen kapatmak dışında başka hiçbir şey yapmadığımı fark ettim. Lâl'e karşı hissettiklerim bir alışkanlık mıydı? Rüya'yla olabilir miydik eğer kafalarımız tamamen uysaydı?

"Senden vazgeçtiğim doğru," dedim fısıldayarak. Lâl gözlerini kapattı ve daha fazlasını duymak istemediğini bana gösterdi.

Birkaç dakika sonra gözlerini açtığında yine başını kaldırıp bana baktı. "Ölümden döndüm," dedi. "Ve pişmanlıklarla yaşamak istemiyorum." Yavaşça doğrulup bir elini yüzüme yerleştirdi. "Bir gün gidersem eğer bunu yapmadan ölmüş olmak istemiyorum."

"Lâl," dedim elimi yüzündeki eline koyarak.

"İzin ver," dedi ve gözleri dudaklarıma kaydı.

Yine kalbimin sesini işittim fakat bu kez hiç olmadığı kadar gürdü. Hiçbir cevap vermedim ama bakışlarımdan anlamış olacak ki gözlerini kapatıp bana yaklaştı. Ben de gözlerimi kapattığımda nefesini hissettim, ardından yumuşak dudakları dudaklarımın arasına yerleşti. Ellerimi yüzüne yerleştirdiğimde ağladığını fark ettim, parmaklarıma yaşlar dokundu.

Onu daha önce öptüğümü hayal etmiştim; hatta bazen bunu yapmamak için kendimi durdurduğum zamanlarım bile olmuştu ama bu, hayallerimdekinden bile daha güzeldi.

Dudaklarını dudaklarımın arasına alıp ben de onu öptüğümde diğer elimle belini sıkıca kavradım ve onu kendime çektim. Yüzünde parmağımı yavaşça gezdirirken hissettiğim, onu ilk gördüğüm günle aynıydı ve kalbim de aynı şekilde atıyordu.

Bazen sadece onu kazanamadığım için hırs yaptığımı bile düşünmüştüm ve belki de bunu bana göstermek istemişti.

Geriye çekildiğinde dolu gözlerle bana baktı. "Varlığın için teşekkür ederim," dedi aşağıdan ellerini hareket ettirerek. "Ve seni şimdi sevmedim," diye devam etti. "Seni hep sevdim."

HELİN AKTAN

Kahkahalarla eve girdiğimizde ikimiz de birbirimize sus işareti yaptık ve daha yüksek sesle kahkaha atmaya devam ettik. Karanlıkta yolumu bulamazken birkaç kez takıldım ve belimden tutan Yankı da beni defalarca tutmaya çalıştı. İkimiz de sarhoştuk ama Yankı benden daha beter durumdaydı.

"Koza," dedim kahkaha atarak. "Uyuyakaldı. Gözünü açtığında mahvolacak."

Yankı geri dönüp kapının kilidini çevirdiğinde, "İyi hatırlattın," dedi. "Kapıyı kilitleyeyim de çat kapı gelemesin." Koridorun ışık düğmesine bastı.

Bir anda bembeyaz bir ışık gözlerimi aldığında karanlığa alışan gözlerimle onu görmeye çalıştım ve görüş alanıma girdiğinde çenemi tutup kaldırdı.

Dağınık saçları, yine alkolden kızaran turkuaz gözleri ve bu kez dışarısı biraz serin olduğu için kırmızıya dönen dudakları. Gömleğinin açılan birkaç düğmesi, gergin göğüs kafesi. Yutkunduğumda o da benimle beraber yutkundu ve eliyle önüme gelen saçımı arkaya attı, ardından parmaklarıyla yanağımı okşadığında alt dudağında yavaşça dilini gezdirdi. "Gözüme şu an…" dedi kısık sesle; bir anda havalandığımı hissettim, ayaklarım yerden kesildi, beni kucağına aldı. "Nasıl güzel geldiğini bilemezsin."

"Ah," dedim bir kolumu kaldırarak. "Kucakta mı taşınacağım odaya?"

"Emrindeyim," dedi sırıtarak, ardından merdivenlere yürüdü ve gözlerini benden ayırmadan basamakları çıkmaya başladı. Işık ve Mutlu'nun odasına girdikten sonra açık olan bizim kapımıza yürüdü. Üzerimdeki saten siyah elbise baldırlarıma kadar çıkmış, askılarından bir tanesi düşmüştü.

Odaya girdiğinde ayağıyla kapıyı itekleyip kapattı ve ışığı açmadan beni yatağa götürdü. "Karanlıkta gözlerin ne kadar da net görüyor Yankı," dedim gülümseyerek.

"Tahmin bile edemezsin. Bir de soyunduğunda gör beni." Üzerime eğilerek yatağa bıraktıktan sonra geriye çekildi ve odanın içindeki mini buzdolabına gitti. İçinden bir viski şişesi çıkarıp masanın üzerindeki iki bardağa doldurdu. Çatı penceresinden vuran yıldızların ışığıyla onun gergin duran sırtını görebiliyordum. Sırtımı yatağın başlığına yasladığımda bir bacağımı uzattım ve elbisenin yukarıya tırmanmasını bile umursamadım.

Yankı, dönüp tablonun olduğu tarafa baktı, ardından sırıttı. İnsanı o kadar delirten bir sırıtıştı ki yeniden yutkunmak zorunda kalmıştım.

Bana dönüp bardaklardan birini uzattı ve bakışları yatağın diğer yanında bulunan masanın üzerindeki saate kaydı. "Hâlâ doğum günüm," dedi. "Ve bitmesine bir saat var." Kalçasını masaya yasladığında bardaktan birkaç yudum içip beni izledi. "Sanırım daha önce doğduğuma bu kadar sevindiğimi hatırlamıyorum. İyi ki doğmuşum."

Gülümsedim ve pencereye birkaç damla düştüğünde şaşkınlıkla gözlerimi açtım. "Yağmur atıştırıyor." İkimizin de aklına sokak lambasının altında birbirimizi öptüğümüz gün gelmişti. O gün de sicim gibi yağmur yağıyordu. "Acaba," dedim gülümseyerek. "Başka bir hayatta olsaydık biz yine birbirimizi bulur muyduk?"

"Neden sürekli başka bir hayatta olmak istiyorsun?" diye sordu.

"Çünkü bu hayatta bazen mutlu olamayacağımızı düşünüyorum," diye itiraf ettim. "Hayal kursam bile kursağımda kalıyor, rüyalar görsem gerçekleşmiyor. Ama başka bir hayatta olsaydık böyle mi olurdu? Örneğin sen başka bir hayatta yaşasaydın ne iş yapardın?" Saçlarımı karıştırdım. "Bilgisayar mühendisi?"

"Avukat olmak isterdim," dedi omzunu kaldırarak.

"Ah," dedim. "Avukat Yankı."

"Yankı değil," dedi başını iki yana sallayarak. "Başka bir hayatta olsaydım eğer Yankı hiç var olmazdı. Gerçek adımla yaşardım."

"Gerçek adını bilmiyorum." Sustu. Bana söylemesini isteyecektim fakat bunu yapmadım. Viskiden birkaç yudum aldım ve uzaklaştırırken, "Ben de sanırım anaokulu öğretmeni olmak isterdim," dedim. "Adım da Saye olurdu galiba."

Bardağındaki viskiyi bitirdikten sonra masaya koyup yatağa yaklaştı. "Ve nasıl tanışırdık sence?"

"Şans eseri mi?" diye sordum.

"Hayır," dedi başını iki yana sallayarak ve ayakta durup kollarını bağladı. "Belki bir veli sana dava açardı, sen de avukat isterdin, o avukat da ben olurdum." Gülümsedi. "Ve seni savunurdum."

"Ya da," dedim. "Yeğenin benim öğrencim olurdu. Sürekli gidip geldiğinde seni görürdüm."

"Ya da bir metroda karşılaşırdık," dedi.

"Belki de okulda," diye devam ettiğimde benim olduğum tarafa yaklaştı ve bir dizini yatağa koyup eliyle duvardan destek alarak yüzüme eğildi.

"Yine seni ilk gördüğüm gün olduğu gibi, nasıl bakarsan bak, çekingen ve eli ayağı birbirine dolaşan bir kadın olurdun," dedi kısık sesle.

"Ve sen de ben senin dikkatini hiç çekmiyormuşum gibi davranırdın ama her hareketimi görürdün."

Yüzüme biraz daha yaklaştı, eliyle çenemi yavaşça kaldırdı. "Kısacası öğretmen Saye; ne olursa olsun, hangi hayatta yaşarsak yaşayalım, ben sana âşık olurdum ve sensiz bir hayat yaşayamazdım."

"Peki daha mı mutlu olurduk?" diye sordum gözlerim dudaklarına kayarken.

"Daha az yara almış olurduk sadece," dedi, sonra burnu burnuma dokundu ve nefesi dudaklarıma çarptı. "Ama hep çok güzel olurdun."

Daha fazla dayanamayıp dudaklarımı araladım ve onun dudaklarını dudaklarımın arasına aldığımda, Yankı tamamen üzerime eğildi ve diğer bacağını da yatağa koydu. Dudakları alt dudağımı emdiğinde ve ardından dilini gezdirdiğinde, duvardaki eli belimi kavradı ve beni yukarıya kaldırıp tamamen yatağa yatırdı, ardından üzerime çıktı.

Gözleri yatağa dağılmış olan saçlarıma, omuzlarıma, elbisenin düşen askılarına ve açıkta kalan bacaklarıma kaydı. Elbise yukarıya kadar çıkmıştı ve onun bir dizi, tam iki bacağımın arasında duruyordu, kolları ise gergin bir şekilde başımın yanındaydı.

Aralıklı dudaklarla beni birkaç saniye izledikten sonra yeniden dudaklarımın üzerine kapandı fakat bu kez az öncekinden daha sertti. Dizini yavaşça yukarıya çıkardığında, baskısı iki bacağımın arasındaydı. Dudakları dudaklarımın üzerinde gezinirken, bir elini yaslandığı yerden çekti ve kolunu belime dolayıp beni yavaşça kaldırdı. Dudaklarının verdiği hisle beraber belimdeki eli saten kumaşta gezinmeye başladığında onu doyumsuzca öpmeye devam ettim, ardından belimdeki eli ensemdeki saçlara kaydığında hafifçe mırıldandım.

Dudaklarını dudaklarımdan ayırıp çeneme öpücük bıraktı, ardından boynuma indiğinde dizi iki bacağımın arasına daha fazla baskı yaptı. Dudaklarıyla boynumda ıslak darbeler bıraktığında beni yeniden yatağa yatırdı ve belimdeki eli karnıma, oradan kasıklarıma ve bacaklarıma kaydı. Büktüğüm bacağımı kavradığında dilini köprücük kemiğime indirdi ve elini iki bacağımın arasına ilerletmesiyle kalbimin ritminin değişmesi ve inlemem bir oldu.

"Kokunu," dedi kısık, derinden bir sesle. "Çok seviyorum." Dişiyle elbisenin askılarını aşağıya indirirken, benim de elim pantolonunun kemerine gitti fakat heyecandan ellerim öyle çok titriyordu ki kemerin tokasını bile bulamadım. "Bana yaşadığımı hissettiriyor." O ise askıları tamamen indirdiğinde geriye çekilip bana baktı. Gördüğü ya da görecekleri, sanki o karanlıkta bile turkuaz gözlerini daha fazla koyulaştırırken, "Siyah," dedi tek nefeste.

"Siyah," dedim aynı şekilde.

Üzerime biraz daha ağırlığını verdi ve dudakları göğüs kafesimin oraya ilerlerken, bakışlarını bakışlarımdan ayırmadı. Nefesini vücuduma her bıraktığında o kalp çarpıntısı beni daha fazla mahvetmeye başlamıştı ve bana bakarken içimdeki aşkın daha fazla alevlendiğini hissediyordum.

Daha fazla sevemeyeceğimi düşünürken, onu nasıl olurdu da az önceki dakikadan daha fazla sevebilir ve arzulayabilirdim?

Elbiseyi dişiyle karnıma kadar indirdikten sonra dudaklarını göğüs kafesime, tam kalbimin üzerine, kendimi vurduğum yere bastırdı. Sonra göğüslerimin etrafına öpücüklerini bırakırken, bacağımda duran elini iki bacağımın arasına yavaşça, iç çamaşırımın üzerinden bastırdı. Gözlerimi kapatıp yay gibi gerildiğimde diğer eliyle dantel olan sutyeni yavaşça aşağıya indirdi ve dilinin darbesini göğsümde hissettim.

"Yankı," diye fısıdadım ona.

"Yankı değil," dedi nefesini göğüslerime vererek. Dudaklarıyla beraber dili de hareket ediyordu. İki bacağımın arasında duran parmakları ise yavaş, sakin hamleler yaptı ve beni çıldırtmak için âdeta her yolu denedi.

Okuduğum kitaplar olsun izlediğim filmler olsun hepsinde görmüştüm tutkuyu ama şimdi yaşayıp bütün gerçekliğiyle hissettiğimde içimdeki o büyük aşkın bir tutkuya ve parmakları ile dili hareket ederken, büyük bir şehvete dönüştüğünü anlayabiliyordum.

Dişleriyle göğüs uçlarımı çekiştirdiğinde, "Yankı," diye inleyerek doğruldum, elim saçlarına tutundu fakat beni geri omzumdan itekledi ve saçlarını kavrayan ellerimden birini sıkıca tutup yatağa bastırdı. Parmakları daha fazla hızlandığında artık nefesimi kontrol edemiyor, kısık seslerle inliyordum.

Dudaklarını göğüslerimin üzerinden çektiğinde bu kez de siyah elbiseyi karnımın üzerinde topladı ve parmaklarını sakince iç çamaşırımdan içeriye soktu. Gözlerimi açıp ona baktığımda gülümsediğini gördüm; dudaklarını bacaklarıma bastırdı ve dişiyle sürtünerek yukarıya çıktı. "Nasıl güzelsin," dedi nefesini vererek. "Parmaklarımın ucunda nasıl da isteklisin."

Daha yüksek sesle inleyip, "Yankı!" dediğimde doğruldum ama tuttuğu elimi daha fazla sıktı. Parmakları kadınlığımda küçük daireler çizerken, sanki beni en uç noktalarda gezdirdi, ardından tam kendimi kaybetmek üzereyken elini çekti. Dişlerimin arasından nefesimi verdiğimde onun da nefesi gitgide kasıklarıma yaklaşıyordu.

"Senin için deliriyorum," dedi nefesini zorlukla verirken. "Senin için parçalanıyorum. Senin için ölüyorum."

Boşta kalan elini açık olan göğsümde gezdirdiğinde hırıltılı bir nefes verdi, ardından dudaklarını tam iki bacağımın arasına bastırdı. Nemli dudaklarını iç çamaşırına rağmen hissettiğimde öyle bir inledi ki eli göğsümü kavradı, sonra doğrulup beni de kaldırdı. Üzerimdeki siyah elbiseyi yırtarcasına çıkardığında ve kendi gömleğinin düğmelerini de çözme zahmetine girmeden iki yana açtığında birkaç düğmenin koptuğunu duydum, yağmur hızlandı.

Gömleği çıkardığı gibi yere attı, ardından benim elbisemi de öyle. Üzerimdeki siyah, dantel iç çamaşırlarına bakarken yüzündeki gülümseme daha fazla kıvranmama neden oluyordu. Doğrulduğum yerde aşağıdan gözlerinin içine bakarken, elimle sertçe kemerini çekiştirdim ve açtığımda düğmesine uzandım. Titreyen ellerimi fark ettiğinde birbirimize gülümsedik. Daha önce birbirimize hiç böyle gülümsememiştik.

Fermuarı hızlıca indirdiğimde bacaklarını hareket ettirerek o pantolondan kurtuldu ve sadece siyah baksırla karşımda kaldı. Kopçalarını zorlukla açtığım sutyeni yüzüne attığımda kıkırdadım. Bu, onunla beraber benim de kanımı alevlendirdiğinde yeniden beni yatağa yatırdı ve altımdaki iç çamaşırını çıkarmadan kenara kaydırdı. Bir süre sadece baktı; o esnada kasılan çenesinin gölgesi kasıklarımı hareket ettirmeme neden oldu. "Çok güzelsin," dedi kısık sesle.

Ne yapacağını anladığımda, elim direkt sıkıca saçlarını kavradı ve dudaklarını kadınlığıma yasladığında yüksek sesle inledim. Bir eliyle bacağımı kavrarken, diğer eliyle yine elimi sıkıca tuttu. İlk önce yavaş yavaş, ardından hızlı nefeslerle devam ederken onun bütün nefesini hissediyordum. Dudakları, dili ve bazen dişleri. Beni alt ediyordu, bu kadarı çok fazlaydı çünkü aklımı kaybedecek gibiydim.

"Yankı," dedim nefesimi verip gözlerimi kocaman açarak. Bunun ardından daha hızlı hareket etti ve artık o da hırıltılı nefesler veriyor, kalçasını indirip kaldırıyordu. Dilinin her darbesinde daha fazla kasılıyor, ben de hareket ediyordum.

"Yankı!" dedim yeniden. Her an parçalanabilirdim, dağılabilirdim ya da yanabilirdim. Şu an bu oda yanabilirdi, onu da kendimle beraber yakabilirdim ya da o beni yakabilirdi çünkü eli sıcacıktı ve şehvetten titremeye başlamıştı. "İstiyorum," dedim inleyerek. "Çok istiyorum!"

Boşta kalan eliyle altındaki baksırı çıkarmaya çalıştığını hissettim fakat artık görüşüm bile bulanıklaşmaya başlamıştı. Kalçamın hareketini durduramıyor, elimle onu daha fazla kendime bastırdığımı yeni fark ediyordum.

Gözlerimi kapatıp yataktan aşağıya sarktığımda saçlarım yeri süpürmeye başladı. Vücudum titriyordu, kalbim son atışlarını gerçekleştiriyor gibiydi.

Yankı bir anda beni yeniden yukarıya çekti ve dudaklarını kadınlığımdan uzaklaştırdı. Gözlerimi açıp ona baktığımda dizlerinin üzerinde, karşımda çırılçıplak olduğunu gördüm.

Utanmam ya da çekinmem gerekiyordu belki ama öylesine güzel görünüyordu ki her şeyiyle onu daha fazla istedim.

Uzanıp sol taraftaki çekmeceyi açtı ve oradan bir prezervatif çıkardı. Dişiyle hızlıca açtığında doğrulup ağzında duran parçayı dişimle aldım ve diğer tarafa atıp, "İstemiyorum," dedim net bir sesle. "Seni tamamen hissetmek istiyorum."

Kaşlarını kaldırıp, "Emin misin?" diye sordu bana.

"Hiç olmadığım kadar."

O da vazgeçti ve yeniden omzumdan itekledi, iki bacağımın arasına gelip üzerime eğildi. Tek eliyle iç çamaşırını sertçe çıkardığında yırtılma sesi geldi, yüzünde bir tebessüm oluştu; gözlerimdeki şaşkınlığı ise görmezlikten geldi. “Siyah,” dedi imayla, yırtılan iç çamaşırını diğer tarafa fırlatırken. Kendini yavaşça bana sürttüğünde titredim ve tırnaklarımı omuzlarına geçirdim. Her şeyi yapıyordu, hiçbir şeyi atlamıyordu ve bu beni daha fazla mahvediyordu. Dudaklarını alnıma bastırdı, alnını alnıma yasladı. "Hazır mısın?" diye sordu yine de onay bekleyerek.

"Hazırım," dedim hiç düşünmeden. "Seni istiyorum, senden başka hiç kimseyi istemedim." Üzerime tamamen kapandı, göğsünü göğsüme yasladı. Gözleri gözlerimdeydi, nemli saçları dağınıktı ve dudakları bir nefes uzağımdaydı. "Yankı," dedim onun adını diler gibi.

Soluk alıp verdi, çıplak göğüs kafesi gerildi. "Umut," diye fısıldadı. "Bu gece bana Umut de." Gözleri daha fazla yoğunlaştı. "Bana kim olduğumu bir de sen hatırlat, bu gece gerçek adımla seslen."

Bütün duygular iç içe geçtiğinde, "Umut," diye fısıldadım. "Benim Umut'um."

İnleyerek dudaklarını dudaklarıma bastırdı, ardından yavaşça içime girdi. Bir an nefesimin kesildiğini hissettim hatta havalandığımı ya da gökyüzünde olduğumu fakat dudakları daha sert baskı yaptığında yüksek sesle inledim.

Bir süre öyle kaldı; içimde, benimle bütün ve nefeslerimiz birbirine karıştı. Her parçasıyla benimleydi. "Sana," dedim sesim titrerken. "Çok âşığım."

Kalçasını yavaşça hareket ettirdi ve birkaç defa aynı hareketi yaptı. "Sana," dedi fakat zorlukla konuşuyordu. "Helin!" Dudakları daha sert öpmemek için direnircesine baskılarını artırdı. Bunu hissettiğim an, dişlerimi dudaklarına geçirip çekiştirdim. Gülümsedi ve kalçasını daha hızla hareket ettirmeye başladı. İçimi her doldurduğunu hissettiğimde nefesim kesiliyor, vücudum titriyordu.

Bir anda kendini benden uzaklaştırdı, dudaklarını dudaklarımdan ayırdı. "Gözlerimin içine bak," dedi; tam gözlerinin içine bakarken bir kez daha içime girdi, bu kez daha derine. Gözlerimi kaçıracağım zaman çenemi kavrayıp gülümsedi. "Gözlerini gözlerimden hiç ayırma."

"Gözlerin," dedim nefesimi vererek. "Beni şu an," başımı kaldırmaya çalıştım, "delirtiyor!"

Bir kez daha içimden çıktı ve yeniden aynı şekilde girdiğinde dudaklarından büyük bir nefes verdi, gözleri kısıldı. "Aklımın durduğunu sandığım günler benim aklım varmış," dedi dişlerinin arasından. "Senin için çıldırıyorum." Bacaklarımı tutup havaya kaldırdı ve beline doladı, sonra ensemi tutup beni kaldırdı ve bir de öyle öptü. Nabzımı hissetmemeye başladığımda yüksekten aşağıya düşmek üzere gibiydim ama onun içimdeki varlığı, daha önce hiç tatmadığım bir duyguydu ve öyle güzeldi ki.

O benimdi, bunu hissediyordum. O benimleydi ve hep benimle olacaktı.

Defalarca dudaklarımdan öptükten sonra beni fazla zorlamak istemiyormuş gibi şehvetten hızlandığını fark edip yavaşlamaya çalıştı ama başarılı olamadı. Tırnaklarımı sırtında gezdirirken ve göğüs kafesine inerken, yüksek sesle inleyip çenemi sertçe kavradı. Başparmağını dudaklarımın arasına alıp ısırdığımda, "Yankı," dedim, ardından başımı iki yana salladım. "Umut," diye fısıldadım. Doğruldu ve bacaklarımı bükerek kalçamı havaya kaldırdı. Bana o şekilde üstten bakarken başını gökyüzüne çevirdi. Nemli göğüs kafesi parlıyor ve kasları geriliyordu. Gergin omuzları kasılıyordu.

Dizlerim titremeye başladığında o da daha fazla dizlerinin üzerinde duramadı ve yeniden üzerime düştü. Kalçasının hareketleriyle benim kalçamın hareketleri aynı şekilde ilerlerken başını boynuma gömdü, ben de ona sıkıca sarıldım ve tek vücut olduk.

Bir şimşek çaktı, yağmur daha fazla hızlandı, o şimşekle beraber ikimiz de yay gibi gerildik ve nefeslerimiz birbirimize karışırken aynı anda inleyip, aynı anda geldik. Sanki o şimşek benim zihnimde çaktı, yıldızların görüntüsü hemen odanın içine doluştu ve kollarımdaki hisler benden uzaklaştı. Yankı da hâlâ içimdeyken, üzerime tamamen yıkıldığında hırıltılı nefesi göğüs kafesimi doldurdu.

Saat 00.00'ı vurduğunu bildiren sesiyle odanın içinde yankılandı.

Birkaç dakika sadece ikimiz de nefesimizi kontrol etmeye çalıştık. Birkaç dakika sonunda Yankı yavaşça kendini benden uzaklaştırdı ve yan durup yüzüme baktı. Hâlâ nefes almakta ve titreyen vücudumu dengelemekte zorlanırken onun gözleri başımı daha fazla döndürüyordu.

Parmaklarını; alnımda nemden yapışan saçlarımda gezdirdi, ardından yanaklarımda, sonra burnumda. Dudaklarıma inerken, dudaklarını ıslattı. "Sana hiçbir zaman," dedi titreyen bir sesle; onun da nemli saçları alnına yapışmıştı. "Doyamayacağım."

Derin bir nefes alıp konuşmaya çalıştım ama başarısız olduğumda kıkırdadım. Bir süre daha o şekilde durduğumuzda, Yankı benim yarım duran viski bardağımı aldı ve kafasına dikip içindeki o ateşi sanki söndürmeye çalıştı fakat yeterli olamadı.

Belki altı-yedi dakika sonra kendimi toparladığımda, "Umut," dedim üzerine basarak. "Bana aslında önceden adını söylemişsin." Sesim kısılmıştı, bu kadar olduğunu bilmiyordum. Düşündüğümden daha fazla mı bağırmıştım?

Başını aşağı yukarı salladığında nemli göğüs kafesi hâlâ kalkıp iniyordu. Elini saçlarına geçirip dağıttı, ardından bana baktı. "Evet," dedi derin bir sesle, "ve sen de bana her gün Umut olduğumu hatırlatacağını söylemiştin."

"Ondan sonra..." Gözlerimi kapattım, devamını getirmek istemedim. Bunu söyledikten sonra onu terk etmiştim, biliyordum. Gözlerimi yeniden açtığımda bakışlarımız kesişti. "Umut adını seviyor musun?" diye sordum.

"Bana çocukluğumu hatırlatıyor ve o çocuğu unutmak istemiyorum," dedi omzunu kaldırarak.

"Peki ben sana Umut diyebilir miyim?" diye sordum.

Dudaklarını saçlarıma bastırdı. "İstediğin her an," dedi. "Ben sadece senin için bile Umut olabilirim."

Derin bir anlamı vardı cümlenin. Gözlerim tablonun yanındaki aynaya kaydı ve ikimizi gördüm. Çıplaktık. Yine utanmam gerektiğini düşünüyordum ama öyle güzel görünüyorduk ki bunu saatlerce izleyebilirdim.

Yankı da aynı şeyi düşünmüş olacak ki dişlerini sıkarak, "Şu güzelliğine bak," dedi, sonra yeniden bakışları göğüslerimde ve vücudumda gezindi. "Mucize gibisin." Dudaklarını omzuma bastırdı, ardından yavaşça aşağıya indiğinde kaburgamın oradaki sargıyı yeni gördü. "Ne oldu?" diye sordu kaşlarını çatarak.

"Ah," dedim elimi oraya koyarak. "Bisikletten düştükten sonra fena aşınmış, Işık'la beraber sargı bezi koyduk."

"Ah," dedi Yankı beni taklit ederek. "Bir daha söyle."

"Ah," dedim gülümseyerek.

Gözleri gülüşümde gezindikten sonra çenesini sıktığını gördüm. "Kendimi," dedi fısıldayarak. "O kadar durdurdum ki sana karşı." Bu kez diğerinden daha sert bir şekilde çenemi kavradı ve dudaklarını dudaklarıma yasladığında hiç karşı gelmeden aynı şekilde karşılık verdim. Geriye çekildi. "O kadar istedim ki seni," dedi ve yeniden öptü. Cama vuran yağmurun sesi bir melodi gibi kulaklarımıza dolarken kendimi yeniden Yankı'nın altında buldum fakat bu kez, az öncekinden daha sert öpüyor ve vücudumu kavrıyordu.

Gülümsediğimde kendimi ona bastırıp geriye çekildim, bu onun kaşlarını çatmasına neden olduğunda birkaç defa daha bunu tekrar ettim, ardından bir anda yatakta onu döndürerek üzerine çıktım. Yankı'nın gözleri açıldığında gülümseyerek yüzüne doğru eğilip çenesine öpücük kondurdum, ardından boynuna ve göğüs kafesine. Teninin kokusu, bana daima ve daima umudu anımsatacaktı. Öyle bir kokusu vardı ki asıl beni yaşatan oydu.

Yavaş yavaş aşağı inerken kasıldı ve elini saçlarıma geçirip inledi. Kasıklarına ufak öpücükler kondurduğumda elim yavaşça erkekliğine gitti fakat beni engelleyerek yeniden altına aldı ve bu kez iki parmağını, içime hiç düşünmeden itekledi. Şaşkınlıkla inlediğimde, "Liderinim," dedi sırıtıp. "Unuttun mu?"

Ardından yatakta sertçe beni döndürdü ve yüzüstü uzandığımda parmaklarını sırtımda gezdirdi. Kalçama kadar indikten sonra yavaşça kalçamı kavradı ve havaya kaldırdığımda, "Liderinim," diye tekrar etti dişlerinin arasından. Parmakları kalçamda gezinirken kıkırdayarak hareket ettiriyordum.

Dudaklarını sırtıma bastırdı ve her noktasından öptü. İlk önce ensemden, ardından kürekkemiklerimden ve sonra bel boşluğumdan. Kalçalarıma inerken elini karnıma yasladı ve oradan da aşağıya inip kadınlığımda gezindi, yine parmaklarıyla beni çıldırtmaya başladığında yatağa yüzümü bastırıp kısık sesle inlemeye çalıştım fakat başarılı olamadım.

Yeniden beni çevirdiğinde ellerimi başımın tepesinde topladı. Ne yapacağını anladığımda gülümsemeye çalıştım ve içimi bu kez daha sert doldurduğunda belim gerildi, bacaklarım beline dolandı. Elleri belimi sıkıca kavradıktan sonra beni kaldırıp kucağına oturttuğunda onunla aynı şekilde hareket etmeye çalışıyordum ama onun gücüne yetişemiyordum.

Kucağında, yanağım omzuna yaslanmışken sadece bir anlık o aynadaki yansımada bizi gördüm.

Benim aşağıya dökülen saçlarımı, onun gergin sırtını ve birbirimizi tamamlayan vücutlarımızı. Çırılçıplaktık ve vücudumda parmaklarının izleri vardı. Dağınık saçlarım, onun dağınık saçlarına karışıyordu.

Yüzümü yüzüne çevirdi ve dudaklarını dudaklarıma yasladı. Geriye çekildiğinde, "Nasıl güzel olduğuna mı bakıyorsun?" diye sordu. "Bir de beni düşün, benim seni gören bu gözlerimi düşün." Daha sert hareket ettiğinde kendini artık kontrol etmeye çalışmıyor, tamamen bırakıyordu. Az önceki yumuşak dokunuşlarından eser yoktu, şimdi daha fazlasını istiyormuş hatta yetmiyormuş gibi benimleydi.

Dişlerini boynuma geçirdi, ardından göğüslerime ve beni kucağına daha fazla çekerek bir elini sıkıca belime doladı.

Her hareket edişinde nefesimle beraber sesim de titrediğinde inlemelerim odanın duvarlarında yankılanıyordu. "Ne kadar öpersem öpeyim," dedi dudaklarıma doğru. "Yetmiyor." Ben kucağındayken ve o içimdeyken ayağa kalktı, öpmeye devam ederken beni ilk önce tablonun yanındaki masanın olduğu yere yasladı ve üzerindeki makyaj malzemeleri yere düştü, ardından tablonun olduğu yere geçti. "Bu odanın her köşesinde," dedi dişlerinin arasından. "Seni istiyorum. Bizim odamız. Neydi? Bir daha söyle."

"Bizim," dedim zorlukla nefes alarak. "Odamız."

Sırtımı sert bir şekilde yasladığı yerde ellerimi kaldırdı ve onları da yaslayıp parmaklarını parmaklarımın içine geçirdi. Bacaklarımı beline sıkıca doladığımda kalçasının hızlı hareketleriyle arkamızdaki tablo titremeye başladı fakat Yankı o tabloyu bile çoktan unutmuş gibiydi. Gözleri gözlerimin üzerindeyken ve o yoğun bakışlarıyla beni izlerken ben de nerede ve ne şekilde olduğumuzu unuttum.

Her sert baskısında inlemelerim haykırışa dönüştü ve ona hem, "Umut," dedim hem, "Yankı," diye seslendim.

"Helin," dedi dişlerini omzuma geçirirken. "Senin için yaşıyorum."

"Senin için yaşıyorum," dedim onun gibi. Kalbim kalbinin üzerinde atıyordu ve saçlarım yüzüne dağılmıştı. Bu kez ben dudaklarına sertçe kapandım ve diğer elimle kalçasını sıkı sıkı kavradım. Öyle büyük bir şiddetle içimdeydi ki daha fazlasını istediğime inanamıyordum.

"Helin," dedi bir kez daha tek nefeste.

"Kendimi," dedim zorlukla nefes alırken tavana bakarak. "Dağılıyor gibi hissediyorum!" Arkamızdaki sarsıntı arttığında Yankı dudaklarını göğüs kafesime indirdi. Bir elimi bıraktı ve kalçamı kavrayıp sıktığında yan taraftaki masanın da titrediğini işittim. Bir elinin iki parmağını dudaklarımın arasına iteklediğinde ve parmaklarını emdiğimde inlemeleri yükselmeye başladı. Ardından gür bir ses yükseldi.

Gözlerim açıldığında sırtımdaki boşluk uzaklaştı, ikimiz de birbirimize baktık. "Tablo," dedim şaşkınlıkla ve zorlukla konuşarak. "Düştü." Yere baktım, tablonun olduğu yere ve daha fazla şaşırdım. "Sadece düşmedi," dedim. "Kırıldı."

Yankı gülümsedi ve beni o tablonun olduğu boşluktan ayırıp yere yatırdığında, "Bir daha söyle," dedi. "Bir daha söyle."

"Tablo düştü," dedim gülerek, o da güldü. Yerde, son nefesimize kadar sevişmeye devam ettik sanki ve yine aynı anda birbirimize ulaştık. O zirveden aşağıya yine beraber indik.

Bu kadarla kalmadık, ben ona daha fazla doyamadım ve o da bana doyamadı. Uykuya dalana kadar bir kez daha hissettim onu içimde ve bir kez daha dudakları her yerimde gezindi. Hatta öyle bir açlıktı ki uyursam onu kaçırırım diye korkuyordum ve o da öyle olmalı ki uyumak üzere olsak bile bir kez daha dudaklarını dudaklarıma yaslıyordu. Hatta kulağıma fısıldıyordu, “Bunlar hiçbir şey,” diye. Daha fazlasını istiyordum, sadece tek bir günümüz varmış gibi hepsini aynı anda yaşamak istiyordum.

Bu gece, Yankı Sarca'ya ve Umut Güneş'e kendimi tamamen açtığımda hissettiğim bütün o güzelliklerin yerini daha güzelleri doldurmuştu. Her zaman ve her zaman ona aç olacağımı, hiç bıkmayacağımı ve her zaman aynı hisler içinde olacağımı biliyordum.

O benim nefesimi kesen tek adamdı, her şeyiyle ve her zerresiyle.

Gözlerimi iki bacağımın arasındaki baskıyla beraber açtığımda farkında olmadan inliyordum. Yavaşça aşağıya baktığımda çarşafın altındaki Yankı'nın kafasını gördüm ve sürünerek çarşafın içinden çıkıp bana gülümseyerek baktı. "Günaydın bebeğim!"

Güldüğümde bacaklarımı birbirine bastırdım. Hâlâ çıplaktım ve kasıklarımın sızladığını hissediyordum, bacaklarım ise ağrıyordu. Ellerimi saçlarına geçirip, "Günaydın," dedim uykulu bir sesle. "Saat kaç?"

"Öğlen iki," dedi derin bir nefes vererek.

"Ne?" dedim şaşkınlıkla ve masadaki saate baktığımda sahiden de ikiyi gösterdiğini gördüm.

Yankı çarşafın içinden çıkıp yatağın diğer tarafına gittiğinde üzerinde beyaz tişörtünün ve altında siyah baksırının olduğunu gördüm. Burnuma güzel kokular gelmeye başladığında yan tarafa bıraktığı tostu ve çayı fark ettim.

"Vay canına," dedim. "Bu nasıl havalı bir hareket."

Yeniden doğmuş gibi gülümseyerek tostu elime tutuşturdu ve ellerini ensesine yerleştirip rahatça uzanarak, "Romantik komedi filmleri izlemeye başladım diyelim," dedi. "Ve bugün harika bir gün. Kuşlar cıvıldıyor, ağaçlar yaşıyor, hayvanlar mutlu." Kaşlarını kaldırdı. "Yirmi altı yaşında doğar mı bir insan? Doğuyormuş."

"Sahiden mi?" dedim bütün söylediklerine gülerek.

"Evet," diyerek tostu gösterdi. "Ye."

"Sen kaçta uyandın?" diye sorup tosttan bir ısırık aldım. Sesim hâlâ kısıktı ve yorgunluğumu hissedebiliyordum.

Yankı ise tam zıddımdı.

"Bir saat önce falan," dedi, sonra yüzüme dikkatlice bakıp yeniden doğmuş gibi gülümsemeye devam etti. "Bugün her şey daha net sanki. Her sabah keşke böyle uyandırılsam."

"Ne oluyor?" dedim kıkırdayarak ve o an yaptığımı hatırladım. Sabaha karşı ya da sabah, o uyurken uyandırmış ve aç bir şekilde ona saldırmıştım. Bunu rüya sanıyordum ama değildi çünkü yüzündeki gülümsemenin anlamı buydu.

Gözlerimi kaçırıp odanın içine baktım. Dağılan masaya, düşen tabloya, etrafa saçılan kıyafetlere ve aynada kendimi gördüm. Dağılmış saçlarım, kızarmış yanaklarım, şişmiş dudaklarım.

"Savaşta mıyız ya?" dedim şaşkınlıkla. "Niye böyle oldu ki?"

Yankı güldü ve elimde tuttuğum tostumdan bir ısırık da o aldı. "Ben diyorum ki," dedi ciddiyetle. "Biz hep burada yaşayalım, ne dersin?"

"Aynen, bizimkiler de öyle söylüyordu," diye geveledim, ardından gözlerimi kocaman açtım. "Bizimkiler!" dedim şaşkınlıkla. "Neredeler?"

"On beş dakika sonra burada olacaklar; Koza telefonda âdeta ağlıyordu."

Başımı iki yana salladığımda tosttan son ısırıkları aldım ve tabloya yeniden baktığımda öksürmeye başladım. "Bartu bunu sabitlediğini söyleyip duracak, onlar geldikten sonra çok fena şeyler olacak." Bütün yaşanacakları kafamdan atmaya çalıştım. "Mahvolduk, dillerinden düşmeyecek. Mutlu özellikle..."

"Aslında," dedi Yankı konuyu dağıtarak. "Benim seni uyandırmamın nedeni başka çünkü onlar gelmeden sana bir şey söylemek istiyorum."

Kaşlarımı çattım ve 8 Nisan gününün bittiği yüzüme tokat gibi çarptı, elbette ki gerçeklere dönmüştük. Yüzündeki ciddiyet de bunu söylüyordu. "Kötü bir şey mi oldu?" diye sordum zorlukla konuşarak.

"Hayır," dedi, sonra düzeltti. "Aslında buna sen karar vereceksin."

"Anlayamadım."

Yankı tek eliyle üzerindeki tişörtü başından çekip çıkardı ve karşımda çıplak kaldığında ne olduğunu anlayamadım. "Dün vücudumda bir şey fark ettin mi?" diye sordu. Başımı iki yana salladım, zaten algılarım fazlasıyla dağınıktı.

Yankı yavaşça yan döndüğünde vücuduna yeniden baktım ve dövmesini gördüm, dün karanlıkta göremediğim dövmesi şu an ilk gördüğümden daha farklıydı çünkü mavinin yanına bir de siyah yaprak gelmişti. Yoncasına bir renk daha uğramıştı, bu benim siyahımdı.

Şaşırmıştım ama şaşkınlığımın en büyük nedeni, bunu benim de Yankı'ya doğum günü hediyesi olarak kendime yaptırmamdı. Sargı bezinin altında dövmem vardı ve bu sürprizdi.

Nasıl olurdu da bu kadar aynı düşünürdük?

Heyecanla nefesimi verdiğimde, "Sadece seni sevdim," dedi tek solukta. "Sadece sana âşık oldum ve hayatımın sonuna kadar da bunun olacağını biliyorum, senden başka kimseyi istemeyeceğim." Elimi tutup parmaklarımı dövmesinin üzerine bastırdı. "Geçmişte, şu anda ve gelecekte," dedi tam gözlerimin içine bakarak. "Her anımda," diye devam etti. "Benim tek eşim sensin." Kalbim göğüs kafesimi kıracak kadar hızlı attığında bayılacak gibiydim. "Benimle evlenir misin Helin Saye?"