HELİN AKTAN
Gözlerim diğerlerine kaydı. İlk önce Bartu'ya. Bana baktı ve anladım, o biliyordu. Sonra diğerlerine baktım; o biliyorsa ve söylemediyse diğerleri de bildiği halde söylememişti.
Başımı iki yana sallarken, insanın soyadının değiştiğinin ertesi günü, böyle bir cehenneme dönmemeli diye düşünmüştüm. Böyle bir cehenneme merhaba dememeliydi.
"O belki de ölüme gitti," dedim Koza'ya açıkça. "Ve gitmeden de her şeyini bana bıraktı."
Bu kadardı. Aslında her şey bu kadardı. Kalbimdeki acı katlanırken, silah seslerinin kulaklarımda çoğaldığını duydum. Koza'dan başka kimseye acıyla bakmadım ve gözlerimde ne gördüyse dişlerini sıktı, ardından Işık'ın sesini işittim.
"Mutlu," dedi kısık sesle, ardından acıyla inledi. "Mutlu! O dışarıda! Kardeşim!" Bir anda fırlayıp koşmak istediğinde, Koza onu kolundan sertçe tuttu ve sırtını göğüs kafesine yasladı. Arkadan sarılırken Işık çırpınmaya başladı; acı çığlıklarındaydı. "Mutlu!" diye haykırdı. "Bırak beni!"
"Böyle çıkamazsın!" dedi Koza, onu durdurmakta zorlanırken; ama Işık tekmelerini bacağına geçiriyordu. "Hayır, Nil! Dur! Yalvarırım dur!"
"Bırak beni!" diye haykırdığında bu kez elleriyle çırpınmaya başladı ama Koza onu öyle sıkı tuttu ki bir türlü kurtulamadı.
"Bartu!" dedi Koza dönüp bakmadan. "Sadık Orhan ve adamları dışarıda!" Sadık Orhan. Babam. "Ama yeterli kişi yok. Silahlarınız nerede, biliyor musun?"
Işık'ın çığlıkları gözyaşlarına dönerken, dışarıdan gelen her kurşun sesi aslında Mutlu'ya isabet edebilirdi ve kendimi suçlu hissediyordum; onu dışarıya gönderen bendim.
"Şu an bilmi…" dedi Bartu kekeleyerek. "Bilmiyorum. Yankı benden gizliyordu, burada var mı bilmiyorum, hiçbir şey bilmiyorum..."
Koza gözlerini sertçe Lâl'e çevirdi. "Sen biliyor musun?"
Lâl başını iki yana sallarken, Bartu onu gizlemeye çalışıyordu.
"Yerde!" diye bağırdı Işık, gür sesle. "Masanın altında, parkenin içinde! Bırak beni! Yerini göstereceğim!"
"Gitmeyeceksin," dedi Koza, onu bırakmıyordu. "Bizsiz çıkmayacaksın!"
"Tamam," dedi Işık bağırarak, ardından derin bir nefes verdi ve çırpınmayı bıraktı. "Tamam," dedi daha kısık sesle. "Bırak beni, gitmeyeceğim, söz."
Koza birkaç saniye düşündükten sonra ona dolanan kollarını gevşetti ve Işık onun ellerinden kurtulduğunda direkt benim olduğum yere doğru koştu. Geriye çekildiğimde bütün gücüyle masayı itekledi. Sandalyeler dört bir yana dağılırken çekmeceyi açtı ve içinden bıçaklar düşerken bir tane meyve bıçağını aldı.
Sivri ucunu parkeye geçirip çıkarmaya çalışırken eli titriyordu ve kendi elini kesiyordu. Acıyla inlediğinde, Koza yanına eğilip elinden bıçağını aldı ve daha sakin bir şekilde parkeyi yerinden çıkardı. Parça parça sökerken içinden çıkan silahları gördüm.
Sadece üç tane vardı.
Koza, "Sikeyim," diye bağırdığında derin bir nefes verdi, ardından beline yerleştirdiği silahı hiç düşünmeden arkasını dönüp bana uzattı. Kendisini korunmasız bırakıp silahı bana verirken, "İlk önce kendi canın," dedi ve yeniden o silahların olduğu deliğe döndü. "Benden önce senin canın."
Elimde onun silahını tutarken, avcunun sıcaklığını kabzasında hâlâ hissediyordum.
Silahlardan bir tanesini hızlıca Bartu'ya verdi, ardından diğerini Işık hiç düşünmeden aldığında geriye tek bir silah kalmıştı ve iki kişi: Ya Koza alacaktı ya Lâl.
Koza silaha baktı, ardından dişlerini sıktığını gördüm ve birkaç nefes verdi. Saniyeler geçiyordu fakat fazla zamanımız yoktu; silahların ve parçalanan camların sesi kulaklarımızdan gitmiyordu.
Eline silahı aldığında çöktüğü yerden ayağa kalktı ve bakışlarını Lâl'e çevirdi. Silahı Lâl'e uzattığında, "Hedefin düşmanlar olsun," dedi imalı bir sesle. "Koruman gereken kişi de kendin."
Korunmasız olmayı seçti, Lâl'e ise kendini koruma hakkı verdi.
Lâl şaşkınlıkla ona bakarken, artık ne düşünmem gerektiğini bilmiyordum.
Lâl silahı almadığında, Koza aşağıda duran elinden bir tanesini tutup çekti ve silahı sertçe avcunun içine bıraktı. "Duydun mu?" dedi, hemen yanından geçmeden önce kulağına. "Hedef düşmanların olsun, bir aptallık yapma."
Cevap vermesini bile beklemeden kapıya doğru yürümeye başladığında, Bartu arkasından, "Ne yapacağız?" diye sordu.
Koza kapının önünde durup, "Çatışacağız," dedi. "Ya kazanacağız ya kaybedeceğiz."
"Koza," dedim arkasından yürüyüp. Bakışları bana döndüğünde, "Arkama geç," diye emir verdim. "Seni ben koruyacağım." Bartu da hemen yanımda durdu ve başını beni onaylarmış gibi salladığında onun da Koza'yı koruyacağını anladım.
Koza ağız ucuyla gülümsediği; acılı ama samimi bir gülümsemeydi. "Bu sahneye daha sonra duygulanacak ve sizinle dalga geçeceğim," dedi. "Kölem olduğunuz için."
"Kapa çeneni, yavşak," dedi Bartu ama tedirgindi. "Beynini patlatırım."
Koza silaha baktı, ardından başını salladı. "Umarım mecazi anlamdadır." Kapının kolunu çevirmeden önce gözlerini Işık’a çevirdi ve dikkatlice ona bakarken, "Sakın bizden ayrılma," dedi. "Sakın, Nil."
"Aç şu kapıyı," dedi Işık, söz vermeyerek.
Koza, söz vermeyeceğinden emin olsa da gözlerinde ne gördüyse kapıyı açtı ve önüne ilk önce ben geçtim, ardından benim önüme de Bartu geçti. Arkamızda Lâl ve Işık kaldığında, adımlarımız sakin ve kendinden emin bir şekilde ilerledi fakat çıktığımız anda, apaçık ortada silahların hedefi olduk.
Her taraftan kurşunlar yağarken, ilk gördüğüm kişi Sadık Orhan oldu. Büyük bir aracın arkasında silahını doğrultmuştu ve direkt göz göze geldik. Beni gördüğünde ve Koza'ya başını salladığında hepimiz başka taraflara dağıldık. Bartu sola koşup duvarın arkasına geçti, Lâl soldaki aracın arkasına saklandı ve Işık köşedeki elektrik direğinin orada durdu.
Koza'ya baktım, o da bana baktı, ardından kolumu onun omzuna dolayarak eğilip koşmaya başladık. Sadık Orhan'ın olduğu tarafa ilerlerken, bir kurşun nefes kadar uzağımızdan geçti, ardından Koza'nın acıyla inleyen sesini duydum. Durmaya fırsat yoktu, sadece koştum ama sarsıldığını anlayabiliyordum. Vurulmuştu.
"Koza," dedim kolumla onun üzerine daha fazla kapanarak. Sadık Orhan da bizi korumaya başladığında, isabet edecek her silah geri tepiyordu.
En sonunda o aracın önüne gelip sırtımızı yasladığımızda, yan tarafımızda Sadık Orhan vardı. "Silah ver bana," dedi Koza dişlerini sıkarak. Gözlerim omzunun olduğu tarafa kaydığında, deri ceketinin ıslandığını ve omzundan vurulduğunu gördüm.
"Koza," dedim omzuna bakarak.
"Silah ver bana!" diye haykırdı Sadık Orhan'a, Koza. "Yoksa bu kez yumruğu benden yiyeceksin!" Üzerindeki deri ceketi çıkardığında siyah tişörtünü gördüm; tişörtün aşağı kısmını sertçe yırtıp omzuna bağlamak istediğinde acıdan elleri titriyordu.
"Bekle," diye mırıldanıp tişörtün parçasını almaya çalıştım ama izin vermedi. "Bekle," dedim bir kez daha ama çırpınmaya devam etti. "Bekle!" diye haykırdım. "Ben yaparım, buradayım!"
Eli duraksadı ve bakışları bana döndüğünde ne hissettiğini anlamıştım; insan yaralarını bile yalnız başına sarmaya alışınca bir başkasının bunu yapmak isteyeceğine inanamıyordu. Koza da aynı durumdaydı.
Silahı dişlerimin arasına alırken devam eden yağmur, kanayan yeri gizliyordu. Elimle yoklarken bir yerde acıyla inledi ve başını omzuma yasladı. Başımı salladığımda, omzuma yaslanmaya devam etti.
Kumaş parçasını koltuk altından geçirdim, omzundan dolayıp sıkıca bir düğüm attığımda, "Her şey planladığımız gibi ilerliyor," dedi kendi kendine. "Fevri davrandı."
Kaşlarım çatıldı, tişörtün parçasını daha sert sıktığımda acıyla inledi; bakışları omzumdan kalkıp bana döndüğünde ağzımdan silahı çektim. Bakışlarımdan ne demek istediğimi anladığında, "Bir şey olmayacak," diye beni rahatlatmaya çalıştı fakat direkt gözlerimi ondan ayırdım.
Acı çekiyordum, korkuyordum ve bütün bunların ortasında onun varlığı olmadan savaşmaya çalışıyordum. Geçerli nedenler bir yana dursun, eğer buradan canlı ayrılabilirsek onu gördüğümde diğerleriyle beraber bir kez vuracaktım.
Onu gördüğümde... Onu göreyim, dedim tüm kalbimle dua ederken. Lütfen onu göreyim.
Sadık Orhan sırtını arabaya yaslarken bakışları bize döndü ve dikkatlice baktıktan sonra, "Arabanın içinde silahlar," dedi.
Arabanın önüne geçmek, cehenneme yürümek gibiydi.
"Koza," dedim önüne geçerek. "Seni koruyacağım, arabadan silahları alacaksın, tamam mı?" Elini omzuna bastırdı, ardından dişlerini sıkarken düşünmeye başladı. "Düşünecek bir şey yok," diye çıkıştım. "Arkama geç."
Elini omzundan ayırıp avcuna baktığında kanın rengini gördüm. Koyu kan, avcunun içindeydi. Bakışları bana yeniden döndüğünde derin bir nefes verdi, ardından tek koluyla beni kendine çekip sarıldı. Zihnim geceye yöneldi, aynı sarılıştı sanki; aynı hislerdi fakat bu kez tamamen uyanıktım. Diğer kolu havaya kalkmazken, tek kolu bile güven veriyordu.
Ona yine de dayanamayıp karşılık verdiğimde gözlerim parmağımdaki yüzüğe kaydı. Bir yüzük ve onun yüzünü görmedim. Sarılıyordu ve bu da mı bir vedaydı.
"Bana bunu yapmayın," diye inlediğimde ağlamanın sırası olmadığını biliyordum ama acı kalbimden taşıyordu. "Yalvarıyorum."
Koza geri çekildi ve yüzüme bakarken Sadık Orhan'ın adamlarından bir tanesinin ayaklarımızın dibine düştüğünü gördüm, ensesindeki dövme bunu bize gösteriyordu.
Sesler sanki çınlamaya dönüştü, yağmur şiddetlendi ve gök gürüldemeye devam etti. Herkes yine parçalanmıştı ve başka yerlerdeydi. Biz yine bütün olamamıştık, canım acıyordu.
Koza alnımdan öptü. Bütün düşüncelerimin içinde, onun o sevgisi beni dünyaya çevirdi ama daha fazla canım yandı, ardından arkama geçerek benim onu korumamı bekledi. "Eğer," dedi diğer tarafa çıkmadan önce, "sana zarar gelmesine izin verirsen aylarca beceriksiz diye dalga geçerim."
Yaşarsak eğer, ölmezsek diyemedim.
Öne atıldığımda Koza da arkamda eğilip arabanın kapısına ilerledi ve ben silahı doğrulturken bir kurşunun direkt arkamdaki cama çarptığını duydum; kurşun geçirmez camdan seken kurşunla gözlerim açıldı ve silahı kurşunun geldiği yöne çevirdim.
Bir adam duvarın arkasına geçti, Koza kapıyı açıp içeriye girdi.
Adam yeniden duvarın arkasından çıktığında hiç düşünmeden nişan aldım ve o karnından vurulup yere düştü. Sol tarafındaki başka bir adamı ise aynı anda Sadık Orhan indirdi. Arkamı dönüp baktığımda göz göze geldik, gülümsedi; gülümsemesine karşılık vermedim ama bakışlarındaki gurur tuhaftı.
Koza arabadan iki tane silahla çıktığında bir tanesini beline sıkıştırdı, ardından diğerini eline alıp gülümseyerek bana baktı. Aynı gülümsemeyle ona baktığımda birbirimize sırtımızı dayadık.
"Yan sokakta aracım var," dedi Koza. "Ben oraya gitmeye çalışacağım ve sen de beni arkamdan takip edeceksin." Bakışları Sadık Orhan'a döndü, o bizi duyuyordu. "Burada çatışmanın ortasında kalamayız, Harun Aktan yemlerini gönderdi çünkü dikkat dağıtmaya çalışıyor. Amacının farklı olduğuna eminim."
Başımı salladığımda sırtımı daha fazla yasladım. Bartu o duvarın arkasında durmaya devam ediyordu ve Lâl arabanın arkasında bir an bile düşünmeden o silahı kullanıyordu. Koza verdiğinden ötürü mü, son kurduğu cümleden mi yoksa artık başka pişmanlıklara yer vermemek için mi bilmiyordum ama kendini korumaktan öte, amacı bizleri korumak gibiydi.
"Göster hünerlerini miniğim," dedi Koza kısık sesle. "Güveniyorum sana."
Gülümsediğimde, kalbimin derinliklerinde bir volkanın patladığını hissettim ve birbirimizden ayrıldık. İkimiz de başka köşelere giderken, saklandığım duvarın arkasından gördüğüm herkesi vurmaya başladım.
Sadık Orhan'ın adamlarını bile vuruyor olabilirdim; Sokak Nöbetçileri'nden başka herkes tehlike gibiydi.
Bartu'nun arkasından birisi yaklaşırken, Koza sol tarafından adamın şakağından vurdu ve yere düştüğünde Bartu gözlerini açarak Koza'ya baktı. "Romantik bir an," dedi Koza, Bartu güldü.
O sırada bir başkası da sol taraflarından onlara yaklaşırken, ben silahı kaldırıp vurmama bile fırsat kalmadan Lâl benden önce davrandı ve adam Koza'yı sırtından bıçaklamadan önce onu vurdu.
Bu kez ikisi de Lâl'e baktığında, Koza ile Lâl'in arasındaki sözsüz bakışma, hem geçmişti hem gelecekti.
Gözlerim Işık'ı ararken o elektrik direğinin olduğu yere baktım ama göremedim. "Işık!" diye bağırdığımda, kendimi koruyarak duvardan destek alıp o tarafa koşmaya başladım fakat yine ortalıklarda yoktu. "Işık!" dedim ve bağırışım diğerlerine de ulaştı.
Koza bir eli omzunda benim olduğum tarafa koşarken, Bartu da onu koruyarak geliyordu. Lâl ise öyle büyük bir hızla başka bir yöne koştu ki sanki rüzgârıyla sarsıldım.
Işık'ı göremedim, elektrik direğinin olduğu köşeye geldiğimde ise çığlıkları kulaklarımı doldurdu; beni takip eden Bartu ile Koza da geldiğinde, ikisinin de gözlerinden aynı korku geçti.
Üçümüz de köşeden silah doğrultarak çıktığımızda, karşımızda gördüğümüz manzara acıyla inlememe neden oldu. Diğer adamların neredeyse çoğu bitmişti, Sadık Orhan ve adamları hallediyordu ama bunu halledebilmek, imkânsızdı.
Bir adam, Mutlu'ya arkadan sarılmış ve boğazına bıçak dayamıştı. Mutlu'nun bıçağı olmalıydı, adamın ise elinde kan vardı. Adam vurulmuş olmalıydı ya da o kan Mutlu'ya aitti, bilmiyordum.
Hemen önünde, dizlerinin üzerinde Işık'ı gördüm; ağlıyordu ve adama yalvarıyordu.
Adamın bakışları direkt bize döndüğünde, "Kalın orada!" diye bağırdı ve bu adamı o an tanıdım.
Sadık Orhan'ın yanında olan ve ona durmadan baba diyen kişiydi. Dehşet, korku ve endişe kalbimi lime lime ederken, Sadık Orhan'ın da düşman olma ihtimali, beni mahvetti.
"Onu bırak," dedi Işık, dizlerinin üzerindeyken. "Beni al." Mutlu'nun kalkıp inen göğüs kafesi, gözlerindeki korku ve endişe tüm gerçekliğiyle karşımdaydı. Arkama baktım ve Bartu ile Koza'nın yavaşça silahlarını aşağıya indirdiklerini gördüm; bense bunu en son yapan kişiydim çünkü beynim durmuştu, acı artık beynimi kemirmeye başlamıştı.
Işık gözlerini bana çevirdi ve acısını gördüm; akan yaşların ardından başını iki yana salladı. Çaresizlik Işık'ın hiç hoşlanmadığı bir duyguydu ve onun dizlerinin üzerine çöküşü, aslında bitişi demekti. Bunu sadece kardeşi için yapıyordu.
Bakışlarım Mutlu'nun elinde sımsıkı tuttuğu o poşete kaydı. Almasını istediklerim elindeydi ve bırakmıyordu; aslında bırakmama nedeni şaşkınlıktandı çünkü sımsıkı tuttuğu poşet aslında hırsını gösteriyordu. Şaşkınlığını ve düştüğü çukuru.
Savunmasızlığı gözlerinden okunuyordu, üzerinde o renkli pijamaları ve yüzündeki sabah yeniden doğan neşe sönmüştü. "Helin," dedi nereye baktığımı gördüğünde. Mutlu bana seslendi, o an öleceğimi sandım. "Ben, gerekenleri..." Devamını bile getiremedi çünkü adam bağırdı.
Yarım bir adım attığımda, adam yeniden, "Kal orada!" diye haykırdı. Gözlerindeki bana karşı öfkesi ve nefreti, barizdi. Bartu o tarafa doğru koşmak istediğinde ise Koza onu tutup kendine çekti fakat Bartu'nun küfürleri kulaklarımdaydı.
Sadık Orhan'ı hiçbir zaman babam gibi görmemişken ve onu kalbimde kabul ettiğimi bile düşünmezken, neden böyle bir hayal kırıklığı hissediyordum? Bu çok yanlıştı, ona hiç güvenmemiştim ama Mutlu'nun boynuna dayalı bir bıçak, neden sanki benim de boynuma saplanmış gibi hissediyordum?
Bakışlarım yeniden Koza'ya döndüğünde aynı şeyi düşündüğümüze inandım; hayal kırıklığı onda da vardı.
Işık bu kez Koza'ya döndüğünde dudaklarını birbirine bastırdı ve yaşlar yanaklarından süzülürken, "Bir şeyler yap," dedi ona. Bartu bir kez daha öne atılmak istedi ama Koza onu durdurdu çünkü tek bir yanlış hareketimiz, Mutlu'nun canı demekti. "Yalvarıyorum," dedi Koza'ya. "Bir şeyler yap." Bir tek ona dilendim, bakışlarından ise o muhtaçlığı gördüm. Koza'nın bir çözümü olacağına inanıyor, inanmaktan öte güveniyordu.
"Işık," dedi Mutlu zorlukla konuşarak, bütün o yalvarmaların arasından. "Ölmek istemiyorum." Bakışları bize döndü, hepimize bakarken vücudunun korkuyla titrediğini gördüm. "İstemiyorum," dedi ve gözleri doldu. "Böyle ölmeyi istemiyorum."
"Koza," dedi Işık, sadece onun adını bağırarak. "Bir şeyler yapmayacak mısın? Sana ihtiyacımız var." Geçmiş miydi Işık'ı böyle bağırtan yoksa yaşadıkları mıydı?
Koza elini altın rengi saçlarına geçirip dişlerini sıkarak, "Ne istiyorsun?" diye sordu adama.
Adam derin bir nefes verdi ve gülümseyerek, "Bir şey istememe gerek var mı?" dedi. "Ama söyleyeceklerim var elbette." Mutlu'yu kendine daha fazla yasladığında Mutlu acıyla inledi ve elindeki poşet en sonunda yere düştü. Patlamış mısır, cips, çikolata.
Işık ayaklanarak adama doğru saldırdı. Bunu gören adam, Mutlu'nun boynuna dayadığı bıçağı yavaşça kaydırdı. Mutlu acıyla inlediğinde bacaklarının onu taşımayacak durumda olduğunu gördüm.
Boynundan kan akmaya başladı.
"Hayır," diye bağıran Işık geriye düştüğünde, Mutlu'nun boynundan akan kana bakıyordu. "Koza!" dedi yine. "Bir şeyler yap."
Koza, bir şeyler yap.
Yankı, bir şeyler yap.
Aynı güvendi, bunu biliyordum. Gözlerim acıyla dolduğunda ne yapmam gerektiğini bilmiyordum, Koza'nın yüzüne baktığımda ise aynı çaresizliği gördüm.
Mutlu acıyla inlerken, çırpınmak yerine kendisini adamın kollarına bıraktı. Boynundaki kesikten kan akarken acıyan canı, sanki kalbimin üzerindeydi. Biraz daha kaydırırsa şahdamarına denk gelebilirdi ve Mutlu orada birkaç saniye içinde can verirdi.
Bu kadar erken değildi, bu kadar çabuk da değil. Bir savaşın başlangıcında hatta kişiler yerini bile almamışken birimiz kaybedemezdik, birimizi kaybedemezdik.
"Koza!" dedi bir kez daha Işık. Sokakta onun haykırışı yankılanıyordu. "Yalvarıyorum," dedi elleri kucağında birleşirken. "Bir şeyler yap."
"O bir şey yapamaz," dedi adam, Koza'ya bakarak, ardından tam onun gözlerinin içine baktı. "Bu arada," dedi; sanki cümleler, elindeki bıçaktan daha keskinmiş gibi. "Harun Aktan'ın selamı var."
Sadık Orhan'ın yanından ayrılmayan o adam, Harun Aktan'ın selamını söylüyordu.
Sadık Orhan bize ihanet etmişti.
Babamdı, babam olmalıydı; kalbimin bir köşesinde onu da kabullenmiş olmalıydım ki bu ihanet beni tepetaklak etti. Aslında kabullenmediğimi sandığım birçok şeyi kabullenmiştim.
Koza da aynı şeyi düşünmüş olacak ki kaşları havalandı ve Işık'ın acılı haykırışı bıçak gibi kesildi. Gözlerine büyük bir nefret otururken, artık Harun Aktan'a hislerimizin hepimizde eşit olduğunu anladım.
"Işık," dedi Mutlu, başını iki yana sallayarak. Ne söyleyeceğini bilmiyordum ama gözleri Bartu'ya döndüğünde, bütün bunların ortasındaki o vicdan azabını gördüm. Aynı şekilde başını iki yana salladığında, Bartu'nun acıyla inlediğini duydum.
Her ne anlatmaya çalıştıysa anladı Bartu ve Mutlu da anladığına inanarak gözlerini bir kez açıp kapattı, ardından tamamen kendini adamın ellerine bıraktı.
"Onun yerine beni al," dedi Koza, bir anda. Sesinde vazgeçmekten öte, acının rengi vardı. Işık'ın bakışları Koza'ya döndüğünde yeniden ağlamaya başladı ve ellerini saçlarına geçirdi.
"Hayır," dedi adam. "Harun Aktan'ın senin için başka planları var, başka sürprizleri."
Önümde duran Koza irkildi. Öyle bir irkilmeydi ki ona karşı olan korkusu hiçbir zaman geçmeyecekti, biliyordum.
Bu bir savaştı, savaşta elbette kaybedenler olurdu ama bizim bu kadar da kolay kaybedebileceğimizi düşünmemiştim. Düşman, bu kadar kolay alt edemezdi bizi ama unuttuğumuz da bir şey vardı; ihanet, savaşın en büyük silahıydı.
Sadık Orhan bize ihanet etmişti; güven de en büyük güçsüzlüktü. Şimdi öğreniyordum.
Koza'yla birbirimize baktık. Aynı şeyi düşündüğümüze emindim; kendini suçluyor olmalıydı çünkü onlar da Sadık Orhan'a güvenmişti. Başını iki yana salladı, nedeni belirsizdi ama bir anda bir silah patladığında ve acılı bir haykırış Koza'yla bakışmamızın arasına balta gibi indiğinde gözlerim direkt Mutlu'nun olduğu yöne döndü.
Ve karşılaştığım manzara başka bir şaşkınlığın daha bana uğramasına neden oldu.
Mutlu ayaktaydı, boynundaki kesikten kan aksa bile dimdik ayaktaydı ama arkasındaki adam, şakağından vurulmuş bir şekilde yerdeydi.
Arkasında ise Sadık Orhan vardı, yanında da Lâl.
Sadık Orhan, doğrulttuğu silahını aşağıya indirirken, bakışlarını bana ve Koza'ya çevirdi. O an ne olduğunu anlamakta güçlük çeksem de Sadık Orhan'ın ağzından çıkan kelimeler, beni düştüğüm o bataklıktan kurtardı: "İhanet asla affedilemez," dedi yerde yatan adamına bakarken. "Benim için ihanetin sonucu, canıyla ödemek olur ve ben de asla ihanet edemem."
Dudaklarım aralandı. Işık direkt kalkıp Mutlu'nun boynuna atıldığında eliyle bastırdı ve diğer eliyle yanağını avuçladı. Mutlu iri gözlerle tam karşısına bakarken, yaşadığı şaşkınlığın, acının ve ölümün o soğukluğunun ürpertici hissini alabiliyordum.
Yanındaki adam Sadık Orhan'a ihanet etmişti; o ise bize ihanet içinde değildi. Sadık Orhan, Harun Aktan'ın yanına nasıl adam gizlediyse, o da aynısını yapmıştı ama bu sağ kolu olmalıydı.
Sadık Orhan'ın yanındaki Lâl bize doğru yürümeye başladığında, ona haber verenin Lâl olduğunu anladım. Bartu öne atılıp Lâl'i kollarının arasına aldı; birkaç kez başının tepesinden, ardından alnından öptü.
Mutlu'nun olduğu yere ilerlediğimde, Sadık Orhan'ın bakışları benden ve Koza'dan ayrılmıyordu. Koza da arkamdan geldi ama o daha sakin adımlar atıyordu.
"Ne zamandır biliyordun?" diye sordu Sadık Orhan'a. "İhanetini yani?"
"Emin değildim," dedi ciddiyetle. "Sadece şüpheleniyordum. Şüphe, gerçeklerin yarısıdır, değil mi?" Koza'ya döndüğümde ilk defa Sadık Orhan'a ilgiyle baktığını gördüm. İmrenme, özenme ya da sevgi? Hangi duygular içinde olduğunu bilmiyordum ama Koza onun yanına gittiğinde, Sadık Orhan bir elini omzuna koydu ve kolunu hafifçe kaldırdığında Koza inledi. "Koluna baktırmak gerekir," dedi Sadık Orhan. "Kurşun içeride mi?"
"Sıyırdı," dedi Koza ve bu kez de gözlerinin içine şaşkınlık oturdu. Afallayarak, "Bir şey olmaz," dedi. "Halledilir."
Sadık Orhan bu sefer bir kez omzuna dokunup elini çektiğinde, bu takdir anlamına geliyordu; Koza daha büyük bir şaşkınlıkla gözlerini kaçırıp yutkundu. Alışık değildi, onu anlayabiliyordum.
"Mutlu," dedi Işık bir kez daha. "Bana bakar mısın? Halledeceğiz, iyisin, bir şey olmadı. Kesik sadece." Güldü, ardından ağlamaya devam etti. "Havalı bir izin daha oldu, istiyordun ya." Mutlu sessizce durmaya devam etti. "Mutlu," dedi Işık acıyla. "Beni duyuyorsun, değil mi?"
Arkamdan Bartu ile Lâl de geldi. Mutlu hiçbirimizle göz teması kurmuyordu, ardından bir anda dizlerinin üzerine çöktü, titreyen eli boynuna gitti.
"Getirme aklına," dedi Işık kısık sesle. "Onun nasıl öldüğünü getirme aklına. Aynı şey değil, yemin ederim değil." Babaları mıydı? Nefes almakta zorlandım, sanki boğazımda bir kılçık vardı ve ben ölene kadar orada kalacak gibiydi. Işık hıçkıra hıçkıra ağlarken, "Mutlu," dedi. "Bana bakar mısın?"
Mutlu'nun bakışları ağır ağır Işık'a döndüğünde derin bir nefes verdi. "Sen…" dedi ama konuşmakta zorlanıyordu. "Sen öldürmüştün, ben öldürmedim."
"Sikeyim," dedi Bartu fısıltıyla, ardından inledi. "Sikeyim!" Bir anda Sadık Orhan'ın üzerine yürüdüğünde, Lâl onu kolundan tutup çekmeye çalıştı ama Bartu izin vermedi. Sadık Orhan’ın yakasını topladığında, Koza onu çekmeye çalıştı. "Kimin tarafındasın?" diye sordu gür bir sesle. Az önce olanlar Bartu için bir anlam ifade etmiyor gibiydi.
Sadık Orhan, Bartu'nun yüzüne bakarken çenesini kaldırdı. "Kızımın yanındayım," dedi üzerine basarak. "Saye'nin yani."
"Bartu," dedi Koza, onu çekmekte zorlanırken. "Kendine gel, onun bir suçu yok."
Bartu geriye çekildiğinde başımın döndüğünü hissetmeye başlamıştım; sanki bulunduğumuz sokak açık alanda değildi ve burnum kandan başka hiçbir kokuyu almıyordu.
Mutlu, "Sen yapmıştın," diyerek tekrar ediyordu, art arda. Bu bir suçlama değildi, bu bir yüzleşmeydi. Senelerdir inandığın bir gerçeğin yalan olduğunu fark etmekti. Kendi yalanını ortaya çıkarmaktı, hem de farkında olmadan.
Polisin siren sesleri kulaklarımıza dolduğunda, Sadık Orhan'ın hayatta kalan adamları ortaya çıktı ve gitmemiz gerektiğini söyledi. Sadık Orhan, Bartu'nun topladığı yakasını düzeltti, çenesini kaldırdı ve Koza'ya döndü. "Hepinizi benim eve götürelim," dedi sakince. "Daha güvenilir olur."
Yankı, o neredeydi? Bilecek miydi? Ya eve geldiğinde bizi bulamazsa? Ya ona bir şey olduysa?
Koza bakışlarını bana çevirdiğinde ona büyük bir ihtiyaçla baktım, ardından bir kez başımı iki yana salladım. Hayır, Sadık Orhan'ın yanına gitmek istemiyordum, şu an değildi.
Koza bakışlarımdan bunu anladığında Sadık Orhan'a dönüp, "Bana götürsem daha iyi olacak," dedi. "Birkaç adamını bizimle gönder, olur mu?"
Sadık Orhan bana baktı, asla ne düşündüğünü anlayamıyordum ama o da onayladı ve adamlarının birkaçına başıyla işaret verdi. Adamlar sokaktaki MOBESE kameralarına kurşun sıkarken, siren sesleri de gitgide yaklaşıyordu. Sadık Orhan cebinden telefonunu çıkardı ve biraz uzaklaştıktan sonra görüntülerle ilgili görüşmeler yaptı.
Eli kolu öylesine uzun ve güçlü görünen bu adam, Harun Aktan'ı bitiremiyordu; onun gücünü hepimiz hafife almıştık.
Koza Işık'a baktı, ardından ikisi göz göze geldiğinde bakışları Bartu'ya döndü. "Benim eve gidiyoruz," dedi Bartu'ya. Lâl'e döndüğünde, Lâl'in onun koluna baktığını fark ettim. "Işık adresi biliyor, o tarif edecek. Sadık Orhan'ın aracıyla geçin."
Işık bütün bu konuşmaları duysa da gözlerini Mutlu'dan ayırmıyordu.
Koza'ya yeniden baktığımda yine anladı. "Helin," dedi, Saye demedi. "Sen benimle gel."
Başımı salladığımda, arkamızdan Sadık Orhan'a ait olan, o kurşun geçirmez araba geldi; içindeki adam aşağıya indi ve kapıları kaydırarak açtı.
İlk o tarafa yürüyen Sadık Orhan olduğunda, duraksayıp bana baktı. Ona bakmadım ama gözleri profilimi incelerken, gözlerimi Koza'dan ayırmadım.
Birkaç saniye sonunda arabaya bindiğinde, diğerleri de o arabaya doğru yürüdü. Bartu yanımdan geçerken durdu ve bu kez ona baktım. Gözlerimdeki kırgınlığı anladı ya da acımı gördü. Şakağımdan öperken, "Özür dilerim," dedi. "Onun nereye gittiğini gizlemek değil, senin canını korumaktı amacım. Sen de aynı şeyi yapardın."
Kızgın değil kırgındım. Kırgınlığım benim canımı korurken, Yankı'nın canını hiçe saymalarınaydı ama hiçbir şey söylemeden kolunu tutup sıktım.
Bütün bu savaşın ortasında kalbimin savaşıyla ilgilenmeyecektim.
Onlar araca bindikten sonra Koza'nın olduğu yere doğru yürüdüm ve hiçbir şey söylemeden beni arka taraftaki sokağa yönlendirdi. Bir eli kolunu tutarken, bakışlarım o koluna döndü. "Işık koluna bakacaktır," dedim. "Ertelemeyelim."
Koza bir kez başını salladı ve o dar sokakta yürürken siyah aracını cebinden çıkardığı anahtarla açtı. "Merak etme," dedi içimi rahatlatmak istermiş gibi. "Kurşun geçirmez."
Cümleler boğazıma takıldı, acı içimde katlandı ve sanki bir bardak kırıldı, cam kırıkları bileklerimde gezindi. Sor, dedim içimden ama o biliyordu, neyi merak ettiğimi biliyordu, yine de söylemiyordu.
"Kendi canımdan daha fazla önemsediğim birinin canı var," dedim dişlerimi sıkarak. Avazım çıktığı kadar bağırmak istiyordum ama yürümekten başka yapacağım hiçbir şey yoktu.
Arabanın önüne geldiğinde bakışları bana döndü ve kapısını açtıktan sonra, "Ona bir şey olmayacak, diyemem," dedi gözlerimin içine bakarak. "Bunun sözünü veremem sana Helin ama ona bir şey olmasın diye çabalayacağımızdan emin olabilirsin. Arabaya bin, sana anlatacaklarım var."
"Bu şekilde mi çabalayacağız?" dedim kolunu göstererek, ardından kendimi. "Benden bir şeyleri saklayarak mı?" Kalbimdeki acı, gözlerime doldu. "O nerede?" diye sordum. "Neden yalnız, Koza? Neden yine yalnız? Diğerleri alışık, sen de mi alıştın?"
Kaşları çatıldı ve kapı açık dururken bana doğru ilerledi. Dudakları aralandı bir şey söylemek için, ardından sustu ve başını aşağı yukarı sallayarak, "Tek başına yüzleşmek istedi," dedi. "Ona ne kadar kızsam da anlıyorum; Harun Aktan'la yüzleşirken yalnız olmayı isterdim." Başımı iki yana salladım. "Ayrıca..."
"Ya yüzleşmenin sonucunda..." diyerek lafını böldüm ama o da beni susturdu.
"Helin," derken kaşları çatıldı. Geri dönüp arabaya bindiğinde, "İçeri gel," dedi sert bir sesle. "Duygusallığın sırası değil." Peki ya sesi neden titriyordu? Bunu gizlemek istiyormuş gibi hatta bir camın arkasında sanki gözlerini göremeyecekmişim gibi kapısını da sertçe kapattığında arabanın önünde ona öylece baktım.
Gözlerini benden kaçırdı ve arabayı çalıştırdı.
O sırada cebimdeki telefon çalmaya başladığında hızlıca çıkardım ve onun adını gördüm: Liderin arıyor...
Hızlıca ekranı kaydırıp telefonu kulağıma götürdüğümde, "Alo?" dedim nefes nefese. Ses yoktu, rüzgârın ve yağmurun sesi. Geriden gelen bir inleme. "Alo?" dedim bir kez daha ve elim kalbime doğru gitti. "Yankı? İyi misin?" Daha acılı bir inleme sesinin ardından Koza'nın arabası kilitlendi.
Bakışlarım ona döndüğünde bunu neden yaptığını anlamadım ama o da bana gözlerini açarak baktığında kilidi açmaya çalıştı, başarısız oldu.
Kulağımdaki telefon görüntülü aramayla titrediğinde aynı isimdi ama bu kez kalbimde heyecan değil korku vardı.
Ekranı kaydırdığımda görmek istediğim yüz Yankı'ya aitti ama gördüğüm yüz Harun Aktan'ındı. Yüzüne bir sokak lambasının ışığı vuruyordu, gözleri zehir gibiydi. Tetiklenmeyi, korkmayı bekledim ama ondan değil, olacaklardan korktum.
Aynı gözler, aynı bakışlar ve aynı ses tonu. "Merhaba, kızım," dedi gülümseyerek. "Nasılsın?"
Nefesimin kesildiğini hissettim ve hiçbir cevap vermeden Koza'ya baktım, kapıyı açmak için zorlarken başını iki yana sallıyordu.
"Ah," dedi Harun Aktan. "Belli ki küstük seninle. Olsun. Bak sana kimi göstereceğim?"
Ekran döndüğünde Yankı'yı gördüm ve dudaklarımdan tiz bir çığlık koptu. Ağzı bağlanmıştı, elleri arkadan birleşmişti ve dizlerinin üzerinde yere çökmüştü. Gözünün bir tanesi şişti, burnu kanıyordu ve acı içinde görünüyordu. Üzerinde rüyamdaki gibi beyaz bir kıyafet vardı: beyaz kazak. Önü kan içindeydi.
Art arda başını iki yana sallarken bana ne anlatmaya çalışıyordu, bilmiyordum ama arkasındaki bir adam başına silah dayadığında duraksadı. Çırpınmıyordu, kurtulmaya çabalamıyordu, sadece bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.
"Hayır," dedim acıyla bağırarak. "Eğer ona bir şey yaparsan!" Gözlerimden yaşlar akmaya başladığında Koza artık kapıyı zorlamıyor, neler olduğunu anlamak istermiş gibi bana bakıyordu.
Harun Aktan kamerayı yeniden kendine döndürdü. "Dostlukları severim," dedi; öyle sakin konuşuyordu ki sanki bir filmin içindeydik. "Özellikle sevgili maktul Mahir Güneş'in dostluğunu." Maktul. Mahir Güneş ölmüştü.
Bu savaşta yok olacak üç kişi vardı: Önder, Mahir Güneş ve Harun Aktan.
Birisi ölmüştü ve bunu Yankı yapmıştı, kendi elleriyle babasını öldürmüştü. "Mahir Güneş," dedim Koza'ya bakarak, "ölmüş."
Koza'nın dudakları aralandı, şaşkınlıktan öte bir zaferle fakat yerine başka bir acı oturdu.
Telefonda bir inleme sesi duyuldu.
"Ne acı, değil mi, evlatların böyle vefasız olması. Sen ve Poyraz beni öldürmeye çalışıyorsunuz; bu çocuk, babasını öldürdü." Yankı, babasını öldürmüştü, bunu başarmıştı. Bunun ağırlığıyla nasıl baş edecekti? "Hiç mi vicdanınız yok, anlayamıyorum."
Yalan söylüyor olabilir miydi; belki de Mahir Güneş yaşıyordu ve bu büyük bir oyundu.
"Onu bırak!" diye haykırdım gür bir sesle. "Bırak ve beni al!" Bir an bile düşünmez, önüne kendimi sunardım.
Harun Aktan güldü. "Bunu yapacağından eminim," dedi. "Ama sen benim için yemekten sonraki en sevdiğim tatlı gibisin, ilk gözden çıkardığım sen olamazsın. İlk gözden çıkarılması gereken, iki kişiden biri olmalı."
İki kişi.
Gözlerim yeniden Koza'ya döndüğünde bir şimşek çaktı ve duran yağmur tekrar başladı.
"Ne demek…" dedim yutkunarak. "Ne demeye çalışıyorsun?"
"Hayat, tercihlerimiz üzerine kuruludur, kızım," dedi Harun Aktan. "Ve sen de yaptığın tercihle birini yaşatacaksın desem heyecanlanır mıydın?"
Kalbim son kez attı ve bir şimşek daha çaktı. "Bu ne demek?"
"Poyraz'ın bindiği araçta bomba var," dedi, ardından diğer elindeki telefonu havaya kaldırdı. "Tek bir telefonumla haber uçar ve tek bir düğmeyle o araba patlar." Kamera yeniden Yankı'ya döndü; başını önüne eğmişti ve silah ensesine dayalıydı. Silahı tutan adam, tetiğin üzerine parmağını götürdü. "Onun da başına bir silah dayalı, tek bir kurşunla kafası paramparça olacak. Şimdi tercihini yap, hangisinin yaşamasını istiyorsun? Abinin mi yoksa eşinin mi? Geçen sefer olduğu gibi sadece beş dakikan var, eğer bu beş dakikada karar veremezsen ikisini de kaybedeceksin."
Hayat tercihler üzerine kuruluydu, hayatım da öyle. Ve şimdi önümde kendimi bile sunamayacağım bir tercih vardı; daha önce sunduğumda galip geldiğim tercih, şimdi geçersizdi. Bir gün bunun gerçekleşeceğini biliyordum, kendimi bir köprünün ortasında hissederken de öyle ama bu kadar çabuk olacağını düşünmemiştim.
Bir tarafımda, bomba dolu bir arabanın içinde beni izleyen, seneler sonra bulduğum ve birbirimize yeni kalbimizi açtığımız abim Koza vardı; diğer tarafımda, başına silah dayalı, bütün bu karanlıklardan beni ilk kurtaran, kalbime aşk hissini tattıran ve umut etmeyi öğreten eşim Yankı vardı.
Ve ikisinin yaşamı da benim dudaklarımın arasındaydı.
YANKI SARCA
İnsan en çok dönüşmekten korktuğu kişiden kaçardı; hayattan öğrendiğim bir kural buydu.
Bir diğer kural ise hayatımızın büyük kısmı tercihlerimiz üzerine kuruluydu; zorunluluklarımız da başkalarının tercihi olurdu.
Benim Sokak Nöbetçileri'ne girişim zorunluluk ama beni Sokak Nöbetçileri'ne yani Önder'e satan babamınki bir tercihti.
Biz küçükken babamın annemi kendisine ihanet ettiğini söyleyerek saatlerce dövmesi bir tercihti; bunun sonucunda annemin bir urgan hazırlayıp kendini asmaya çalışması bir zorunluluktu.
Evet, intiharın bir tercih değil, zorunluluk olduğunu düşünüyordum. Altı yaşında annesinin odasına giren bir çocuk, onu tavana asılı bir şekilde son nefesini vermeden önce titrerken görürse ve kurtarmak için bacaklarına sarılıp kaldırmaya çalışırsa bu bir zorunluluğun sonucu olurdu.
Annemi tavanda asılı, boynunda bir urganla gördüğümde altı yaşımdaydım. Ablam evde değildi, önceki gece Mahir Güneş onu ihanet suçlamalarıyla saatlerce dövmüştü ve kanlar içinde olduğu yerde bırakarak ablamı da alıp evden gitmişti. Annemi döverken engellemeye çalıştığımda beni defalarca duvara çarpmış, benden kurtulmuştu. Annemi her dövdüğünde önüne geçerdim; bu çaresizlik, bambaşka bir çaresizlikti.
Çocuksundur. Gücün yetmez, bilirsin; ilk önce ağlarsın, belki vicdan azabı çeker de bırakır diye. Sonra isimleriyle seslenirsin ama annen acı içinde yardım çığlıkları atar ve çocuk olduğuna bakmadan gidip onu kurtarmaya çalışırsın. Çünkü bilirsin, biraz daha döverse annen ölecek ya da sakat kalacak; seni seven belki de tek kişi o.
Mahir Güneş, beni hiçbir zaman yanında götürmezdi, ablama ise bağlılık duyuyordu. O gece boyu annem odasından çıkmamıştı; ben de kapısında beklemiştim.
Açlığa ve susuzluğa alışıktım ama sabah olup içeriden bir düşme sesi geldiğinde, annemin uyurken yataktan düştüğünü düşünmüştüm; intihar ihtimali hiç aklıma gelmemişti.
İçeri girdiğimde kendisini astığını ve bunun bir intihar olduğunu, ben onu kurtardığımda değil tavandaki demir onu taşıyamadığında anladım. Yere düştüğünde öksürüyordu; beni suçlamaya başladı hatta birkaç kez tokat attı ama öyle şaşkındım ki ne yapacağımı bilemedim.
Bana, "İkimiz de ölmeliyiz," demişti ağlarken. O gün ikimizi de öldürmek istediğini ilk doğduğum zaman beni boğmaya çalıştığında anlamıştım. Bunun Mahir Güneş'in anlattığı kötü bir öykü olduğunu düşünmüştüm ama o gün annem bunu kanıtlamıştı ve Önder de doğruluğundan emin olacağım cümlelerle tasdiklemişti.
"Neden ölmeliyiz anne?"
Cevap vermemişti. Annemin yüzü bazen güzelliği unutulacak kadar büyük şiddete maruz kalırdı; o gün de bu günlerden biriydi.
Bir hafta boyunca o odasından çıkmadı, bir daha da intihar etmeye çalışmadı ama. Yemek yemedim, o da yemedi. Su götürdüm, su içti. Benimle konuşmadı, ben de onunla konuşmadım. Bir hafta sonra Mahir Güneş eve geldiğinde yerdeki urganı ve annemin boynunu gördü, bir de bu yüzden dövdü onu.
Ardından o urganla beni dövdü, canım acımıştı ama ben annemi kurtarmak isterken, o beni kurtarmaya gelmemişti.
Bir süre sonra ablam kulaklarımı sıkıca kapatır, onlar kavga ederken kapının köşesine siner, her şeyin bitmesini beklerdik.
"Neden annemi dövüyor?" diye sormuştum.
"Bilmiyorum," demişti ablam. "Ama sen hiç böyle olma, tamam mı?"
"Tamam." Ablam bana sarıldı. "Annem kendini öldürmeye çalıştı. Engelledim onu."
Ablam, başını bana çevirip, "Ölümü engelleyemezsin," demişti. "Her zaman başka bir yol vardır, Umut ama ölümün başka bir yolu yoktur."
Bundan birkaç ay sonra eve giren adamlar tarafından öldürülen ablamı izlerken ve o çatı katından çıkıp da onu kurtaramazken ölümün gerçekten başka bir yolu olmadığını öğrenmiştim.
Bütün hayatım da ablam öldükten sonra baştan yazılmıştı, gerçeklerle birlikte.
Hayatta beni seven tek kişi ablamdı, annemin de beni sevdiğine inanıyordum ama sonrasında ben bir sokak lambasının altına terk edilirken hiç karşı gelmediğinde bunun da sevgi olmadığını öğrenmiştim.
Ve şimdi o sokak lambasının altındaydım, karşımda da geçmişimin mimarı ve kaderimin pusulası Mahir Güneş vardı. Beni yine evden içeriye almamıştı, o eve bir daha girmeyeceğimi söylediğinden beri sözünün arkasındaydı.
Böylesi zaten daha iyiydi; geçmiş, durmadan dönüp durduğum o sokak lambasının altında hesaplaşmayla sonuçlanacaktı.
Yanında üç adam vardı, ben tektim. Bunu yapacağını zaten biliyordum. Silahlarımı alacağını da hatta böyle üstün bakışlarla beni izleyeceğini de ama yüzündeki o alaycı gülümsemeye kendimi hazırlamamıştım.
"Benimle neden görüşmek istediğini biliyorum," dedi Mahir Güneş çenesini kaldırarak.
Hiçbir cevap vermeden yüzüne bakarken, beni sürükleyerek o evden çıkarışı gözümün önünden gitmiyordu. Hava soğuktu, o kaldırımın önünde beklemiştim geri alması için ama almamıştı. Sonrasında da ve sonrasında da.
Söylediğini duymazlıktan gelerek, "Bir baba çocuğunu neden sevmez?" diye sordum. Hiçbir cevap vermeden güldü. "Bir baba neden bu kadar acımasız olur?" Soruyu dinlerken ne anlatmaya çalıştığımı biliyordu. "Bir baba neden kötü olur?"
"Geçmiş hesaplaşması için geç kalmadın mı sence de?" dedi kaşlarını kaldırarak. "Söylediğim gibi, burada neden olduğunu biliyorum."
"Neden?" diye sordum.
"Çünkü gerçekleri öğrendin, Önder sana söyledi."
Aile tarafından açılan yaralar iyileşmezdi ama babaların açtığı yaralar, geleceğimizi de etkilerdi.
En kötüsü, bütün o acıları yaşatan babanı sevmeye devam edecek bir çocuk kalbine sahip olmak ve her seferinde ona bir şans daha vermekti. Annemi dövmüştü, beni de öyle ama ertesi gün, kendisine makarna yaparken benim de önüme koymuştu. Buna minnet duyulur miydi? Duyulmamalıydı ama işte, bu yüzden bile şans vermiştim ona.
Bir babayı sevmek ile bir babayı sevmeye çalışmak arasında dağlar kadar fark vardı.
"Biliyor musun," dedim sakince ve bütün gardımı indirdiğimi fark ettim. "Senelerce beni neden sevmediğini düşündüm ve mantıklı bir yanıt oturtamadım. Küçük çocukken hep şiddet uyguladın, buna bir neden bulamadım ve sonucunda babalık belki de budur dedim. Aptal bir çocuk olduğumu söyledin, babalar böyle büyütür diye sığındım. Kapının önüne bıraktın, babalar böyle eğitir diye düşündüm. Beni Önder'e sattın," dediğimde kaşlarını kaldırdı, "babalar sevmese de çocuklarının yaşamasına izin verir dedim. Önder'in yanındayken beni kukla gibi kullandın, yetiştirme yurdundan aldığın bir çocuk olduğumu söyledin herkese, olsun dedim, babalar demek ki böyle kabulleniyor çocuklarını. Hatırlasana, bir konuşma yapıyordun, çok alkış almıştın ve ben yanında, yetiştirme yurdundan aldığın yardıma muhtaç bir çocuktum. O gün, o alkışların arasında bana sarılmıştın, ilk defa. O zaman demiştim ki, babalar da sarılabiliyormuş. Ben senin yaptıklarını mantığa oturtamadım ama hep bir neden ürettim. Bütün bu nedenler, babalığın kurallarıyla ilgiliydi."
Mahir Güneş başını omzuna yatırdı.
"Sonra annem öldü," dedim ve bunu söylerken canımın acıdığını hissettim, o ise durup şöyle bir baktı sadece. "İntihar etmiş, cenazenin dışında konuşulurken duydum. Bu kez başarmış, asmış kendini. İntiharların bazılarının katili vardır, onun katili sensin." Sakince bakmaya devam etti, ardından hiç çekinmeden ve o yüzündeki sakinliği silmeden yüzüme sert bir tokat indirdi. Çocukken acıtan tokatlar, büyüdüğünde gururunu kırıyordu sadece. Acı hissetmedim ama bakışlarımı ona yeniden çevirdiğimde, aşağılayan bakışları tam da oradaydı.
"O cenazeye geldim, insan kendi annesinin cenazesine girmek ister ama beni içeriye aldırmadın, tekmelenerek kovuldum oradan. Beş kişi bir insanı dövemez, ahlaksızlık bu ama senin ahlakın hep böyle. Dayak yedim, canım acımadı ama Koza duymuş, demişsin ki: ‘Bir daha gelirse öldürün.’" Yutkunduğumda çenesini havaya kaldırdı. "O gün, bir mantığa oturtamadım işte babalığı. Yani düşündüm ki: Babalar satar, terk eder, sevmez falan ama öldürmek de istemez."
Ona doğru bir adım attım, arkasındaki adamlar ileri atıldı. Kendisi ise durmaya devam etti.
"Ve seneler sonra Önder'e gittim," dedim acıyla. "İlk defa kabullenerek ve her şeyin farkında olarak. İnsan düşündüğünde anlıyor da düşünmek bile istemiyor bazen, değil mi?" Yarım adım daha attım, soldaki adam Mahir Güneş'in önüne geçti. "Önder, tek seferde, hiç acımadan o gerçeği bana söyledi."
"O kadar sene susması da tuhaf tabii," dedi hissiz bir sesle.
"Aslında ben konuşturmadım," dedim gözlerimi kısarak. "Çünkü benim en büyük zaafım ne biliyor musun, baba? Sevmekten vazgeçemiyorum. Seni seviyordum, çocukken seni izlemeyi de öyle. Tıraş olurken, silahını masadan alıp beline takarken, televizyon izlerken, adamlarına emir verirken. Seni sevmediğim zamanlar annemi dövdüğün zamanlardı ama insanların önünde rol yaparak saçlarımı okşadığında bile seni sevdiğimi fark ediyordum. Ve ben Önder'i de seviyordum. Senden daha şefkatliydi. Emin ol çabuk kabullenmedim, aylarca ona başkaldırdım hatta senelerce. İşkenceler etti bana baba, biliyor muydun bunu?"
Mahir Güneş'in bakışları değişti.
"Sana bir sebep buluyorum artık; bütün o işkencelerine ve yaşattıklarına." Sesim titriyordu ama umurumda değildi, bu son gündü; indirdiğim gardım önümde dikilmeyecekti. "Aslında geçerli bir sebep de değil ama öz babam olmaman bütün yaşattıklarını geçerli kılar mı sence?" Kaşları çatıldı. "Sadece öz baba değil, annemin Önder'le seni aldatması ve benim Önder'in çocuğu olmam da senin yaptıklarını geçerli kılar mı, baba?" Dişlerini sıktı. "Hadi bunlar senin yaptıklarını geçerli kılar diyelim, baba. Önder'in yaptıklarını geçerli kılar mı? O öz babammış sonuçta. Bütün cezayı neden ben ödedim baba?" Baba diyordum, vazgeçmiyordum.
Sessizlik. Sokak lambası yanıyordu, yağmur yağıyordu ve seneler sonra o yüzleşme gerçekleşiyordu.
"O gün, annemin cenazesine kabul edilmediğimde Önder söyledi bunu bana. Ağlıyordu, şaşırtıcı ama annem öldüğü için ağlıyordu. Seviyor muydu, vicdan azabı mıydı, bilmiyorum ama ağlıyordu. Senelerce tahmin ettiğim ama durmadan kaçtığım gerçeği o bana söyledi. Yanımda Koza da vardı, hiç şaşırmadı. O da biliyormuş." Omzumu kaldırdım. "Aslında ben de biliyordum. Beni ilk gördüğünde, ‘Birbirimize benziyoruz,’ demişti. İsmimi verirken bile hayalleri gerçekleşiyordu ama o da beni sevmedi bence." Başımı iki yana salladım. "Onun nedenleri neydi, bilmiyordum ama bende büyük bir yara açtınız." Biraz daha yaklaştım ona, adamlar hareket bile etmedi. "Baba olurum diye ödüm kopuyor. Size benzerim diye ödüm kopuyor."
Zihnimde, Önder'in bana söylediği o son cümleler çınladı: “Mahir öldürsün seni,” demişti, “o öldürmezse bunu ben yapacağım.”
Gardımı bu kadar indirmemem gerekirdi ama geçmiş benim de canımı yakar, hesaplaşmalar beni de mahvederdi. Yankı Sarca insandı; artık o da hesabını sorardı.
"Beni öldürmek istiyor musun hâlâ?" diye sordum, çaresiz bir soruydu ama gerçekten merak ediyordum. Belki de verdiği cevap, beni bütün o savaşlardan vazgeçirecekti. "Bizi öldürmek istiyor musun hâlâ? Harun Aktan'la işbirliği yapıyor musun?" Sorular yanıtsız kaldı, beni izlemeye devam etti. "Beni neden sevmiyorsunuz, anlamıyorum," dedim başımı iki yana sallayarak. "Biriniz de bana bir yanıt verir misiniz? Neden beni sevmiyorsunuz?"
Hayatımız tercihler üzerine kuruluydu; bu hesaplaşmayı gerçekleştirmem bir tercihti ama sonuçlar hangimizin tercihi olacaktı, bilmiyordum.
Gözlerine samimi bir ifade yerleşti, bu bana en samimi bakışıydı. "Seni artık," dedi en samimi ses tonuyla. "Öldürmek istemiyorum." İnanç yürekten gelirdi ama bazen zaaflar inancın önüne geçerdi. "Aslında hiçbir şeyin sorumlusu sen değildin," dedi yine o samimi ses tonuyla. "Bir çocuktun. Annen ve Önder'in ihaneti beni yok etmişti ve bütün acısını senden çıkardım." Elini omzuma yerleştirdi ve sıktı. "Kabullenmek zordu ama bu yaşa kadar geldiysen benim payım büyük." Bir baba böyle mi gururla bakardı, bilmiyordum, hiç gururla bakmamışlardı ama ilk defa gözlerinde iğrenme yoktu.
İnsan yalanlara inanmak istediğinde onu gerçekleri yapabiliyordu. Biliyordum, Mahir Güneş'in ağzından çıkanların hepsi bir yalandı, birazdan buraya Harun Aktan gelecekti ve beni ona teslim edecekti.
Biliyordum, bu savaşta artık biz bir adım önde geliyorduk ama yalan söylerken hiç mi vicdan azabı çekmiyordu?
Biliyordum, beni hiç sevmemişti ama yalan da olsa bir kez duymak istedim bunu. "Baba," dedim Önder'e söyleyemediğim o kelimeyi tekrar ederek. "Beni seviyor musun?"
İnsan yalanlara inanmak istediğinde onu gerçekleri yapabiliyordu.
Mahir Güneş elini omzumdan indirip yutkundu. Güzel rol yapıyordu, zaaflarım yanımdaydı. "Seviyorum," dedi Mahir Güneş, dışarıdan dinleyen biri olsam onun beni sevdiğine inanırdım. "Seviyorum, oğlum."
Vakit kazanmaya çalışıyordu; aslında nasıl da zaaflarımı biliyordu. Zaaflarımın canımı yaktığını, babalıktan korktuğumu, şiddetinin izlerini silemediğimi, ikisine de nasıl muhtaç olduğumu.
Zaaflar galip gelsin istiyordu, kendimi ona feda etmemi.
"Annem seviyor muydu sence beni?" diye sordum, bütün o yalanlara bir kez de olsa inanmak isteyerek.
"Sevmiyordu," dedi başını iki yana sallayarak. "O kendinden başka hiç kimseyi sevmez. Seni henüz bebekken boğmaya çalıştı ama ben kurtardım." Yalandı, o kurtarmamıştı, annem vazgeçmişti, Önder öyle söylemişti ama Mahir Güneş, kendi bir hikâye anlatıyordu.
Kini gün yüzüne çıktı, nefret ağzından aktı sanki. Gülümsedim ama gözlerimin dolduğunu gördü.
"Baba," dedim gözlerinin içine bakarak. "Bana bir kez sarılır mısın?"
İnsan yalanlara inanmak istediğinde onu gerçekleri yapabiliyordu. Bir sarılma bile olsa, gözüm kapalı inanırdım o sarılışa.
Anneme muhtaçlığım hiç olmamıştı çünkü ablam, annem olmuştu; aramızdaki birkaç yaş farka rağmen o benim annemdi ve ben annemi aslında küçükken kaybetmiştim.
Ama babalar öyle değildi. Mahir Güneş burnundan nefesini verip yaklaştı, ardından bana sarıldı. Babalar nasıl sarılır, bilmiyordum ama bu olmamalıydı. Bu kadar hissiz, bu kadar yüreksiz olmamalıydı.
Yine de kollarımı ona doladığımda, Önder'den daha zeki olduğunu düşünen Mahir Güneş'in aslında Önder'den daha aptal olduğuyla yüzleştim. Benim zaaflarım olduğunu görüyordu, o zaaflarımla karşısında dikileceğimi ama beni gerçekten de tanımıyordu.
Yenildiğimi sanıyorken yenmiştim, ona sarılmıştım ve aslında geçmiş hesaplaşması son bulmuştu.
"Beni ne kadara sattın baba, Önder'e?" dedim, son yüzleşmek istediğim gerçekle. Önder bu sorunun cevabını vermemişti ve acıyan gözlerle bana bakmıştı.
"Bir ederin yoktu," dedi Mahir Güneş. Dakikalar sonra ilk kez dürüst oldu. "Sen sadece bir kuklaydın."
Arkasındaki adamlar bana baktı, ardından bir adım geri çekilip sırtlarını döndüler.
"Kızmazsan bir şey daha sorabilir miyim baba?" dedim sakince.
"Sor," dedi aynı sakinlikle.
"Annemin mezarının yerini söyler misin bana?" Kasıldığını hissettim ama onu bırakmadım. "Bir kez mezarına gitmek istiyorum, çok görme bunu bana."
Sessizlik oldu ve o sessizliğin içinde aslında yanıtı biliyordum. "Hayır," deyip geri çekilmek istedi ama izin vermedim. Ben sıkıca sararken o benden kaçmak istedi.
"Anladım, baba. Hak etmiyorum bunu da." Kazağımın kolunun içine sakladığım bıçağı açığa çıkardığımda, "İnsan kendi elleriyle oğlunu nasıl öldürmek ister diye düşündüğümde bir yanıt bulamadım, baba," dedim, ardından bıçağı havaya kaldırdım. Bu bıçak, kendi bileğimi kesmek istediğim o bıçaktı. "Ama bir çocuk, babasını neden öldürmek ister diye düşündüğümde bir sonuca vardım." Bıçağı sırtına sapladığımda acıyla inledi ve geriye çekilmek istedi fakat boynuna sıkıca sarıldığımda elimden kurtulmadı. Bıçağı daha derine saplarken, dizleri titremeye başladı ve ağzından nefes verdi.
Yavaşça yere çöktüğünde onunla yere çöktüm. Birkaç kez daha çırpındı ama kurtulması imkânsızdı; onun elleri boşken benim elimde bir bıçak, onun sırtındaydı ve diğer kolumla onu sıkıca sarıyordum.
Babama sarıldım, öz babam değildi ve o bana sarıldığında sırtından bıçakladım.
Dönüştüğüm bu adam, Yankı Sarca, bu cümlenin ağırlığıyla yaşarken; kendi elinde bulunan kan, senelerin intikamı değil, bir zaafın ölümüydü.
Titremeye devam ederken, bıçağı çevirdim ve yere oturduğumda boynunu biraz daha sıktım. Gözlerim sokak lambasına kaydığında çentiklere baktım, çentiklerdeki çizgiler bir süre sonra durmuştu ama her geldiğimde çektiğim acı oradaydı. Ağlamamam gerekiyordu, bunun gerçekleşmemesi gerekiyordu, canımın böyle yanmaması gerekiyordu.
Yaşadıklarım, yaşattıkları, bütün gerçekleriyle sadece tek bir sevgiyle iyileşirdi ama hiçbiri beni sevmeyi tercih etmedi. Sevgi aslında bir tercih değildi, işte bununla yüzleşmek bambaşkaydı.
Son kez kollarımda titredi ve son nefesini verirken, eli her şeye rağmen belindeki silahına gitti, beni öldürmek için. "Baba," dedim öldüğüne emin olduktan sonra, ağladığımı duyamadı. "Beni hiç mi sevmedin baba?"
Vücudu tamamen hareketsiz kaldığında başımı başına yasladım ve adamlar yeniden önlerine döndüler. Bu halde görmeleri umurumda değildi, kendimi toparlamam gerekiyordu ama robot değildim ve olmayacaktım.
Birkaç dakika geçti. Belki de beş dakika, bilmiyordum. "Umut Bey," dedi adamlardan bir tanesi. "Kalkmanız gerek." Başlarını salladıklarında kibrin her şeyi bitiren başka bir hamle olduğunu fark etmiştim. O adamları kendi tarafımıza çekmek nasıl da kolay olmuştu.
Uzaktan gelen arabanın farları gözlerimi aldı ve adamlar yanıma geçip beni Mahir Güneş'ten ayırdıklarında kollarımdan tuttular. Gözlerimi sildim, duruşumu dikleştirdim, çenemi havaya kaldırdım.
Araba yaklaştı, onlar benim kollarımı tutarken çırpınmadım bile ve ayaklarımın ucundaki Mahir Güneş'e dönüp baktım. Babama.
"Biz kazanacağız," dedim içimde bir tek korku bile yeşermezken.
Zaaflarım orada, ayaklarımın ucunda ölmüştü ama gelen kişinin zaafları, sonunu getirecekti.
İki araç önümüzde durdu ve adamlar inerken arkadaki araçtan Harun Aktan indi.
Bir an bile düşünmeden, ilk arabadan inenler iki yanımdaki adamları alnından vurdular. Üçüncü kişi kaçarken ise sırtından isabet aldılar. Birkaç saniye içinde o sokak lambasının altında yalnız kalırken, Harun Aktan geriden sakin adımlarla bana doğru yürüdü.
Karşımda durduğunda aramıza mesafeyi yerleştirdi ve üç adamını. Yere, Mahir Güneş'e baktı, ardından sırtındaki bıçağa ve gülmeye başladı. Tiz ve ince sesi, nefretin sembolüydü.
Gözleri elime kaydı, kana baktı, ardından adamlarından bir tanesini bana yönlendirdi. Bacağımın arkasına tekme yediğimde yere çökmek zorunda kaldım ama karşı gelmedim, ellerimi arkadan bağladılar.
"Ne kadar da trajik bir sahne," dedi tamamen savunmasız kaldığımda, öne çıkıp. "Mahir Güneş en aptalımızdı zaten."
Hiçbir şey söylemeden yüzüne bakmaya devam ettim. Onun panzehri insanları kışkırtmaktı. Bunu anlamıştım ve o benim karşımda öylece dururken, boynunu ellerimle sıkmamak için direnmek zordu.
"Yalnız başına gelmeyi tercih etmenin nedeni nedir, çocuk?" dedi aşağılayıcı bir ses tonuyla.
Yine sustum. Adamlardan bir tanesine baş hareketi yaptığında yüzüme ağır bir yumruk yedim, başım diğer tarafa döndüğünde ağzımdaki kanı tükürdüm ve yeniden ona baktım. Gülerek. Ağzımın kenarından kan aktığını fark etsem de gülmeye devam ettim.
Korkuyla eğiteceğini sanıyordu, şiddetle ve öfkeyle. Bunları aşalı çok olmuştu, geçmişimde değildi ve çocukluğumda izi yoktu.
"Kızımla evlenmişsin," dedi sakin bir sesle fakat gülüşüme odaklanmıştı.
Arkada bağladıkları elim yumruğa dönüştüğünde Helin'in konusunun geçmesi bile gülüşümün solmasına neden oldu, dişlerimi sıktım fakat yine sustum.
"Çok basit bir hamle, bunu düşünmeyeceğimi mi sandınız? Onun üzerinde hak iddia ettiğimi nereden öğrendiniz?"
Yine sustum.
Bana doğru eğildi, bir eli çenemi kavradı ve sertçe havaya kaldırdı. "Bir plan içinde olduğunuzun farkında değilim mi sanıyorsunuz?"
Yine sustum.
Bu kez yüzüme yumruğu geçiren o oldu, ardından başka bir yumruk daha. "Orospu annen gibi susacak mısın?" Yine sustum. Bu kez çenemi daha sert kavradı ve yüzüme yaklaştı. "Eşin de orospu olduğu için mi evlendin yoksa? Sana kiminle ihanet edecek o?"
Öfkeyle bağırdığımda başımla sertçe burnuna vurdum. Geriye sarsılıp yere düştüğünde adamlarından bir tanesi onu tuttu ve burnundan kan akmaya başladı. "Senin gelmişini geçmişini sikerim," dedim, sesim sokağı doldururken. "Ve sikeceğim de. Kendini çok akıllı sanıyorsun, değil mi?" Yere tükürdüğümde bir eliyle burnunu tuttu. "Öleceksin, şerefini siktiğim. Yemin ederim, öyle bir öleceksin ki Mahir Güneş gibi olmayacak, ölmek için dualar ettireceğim sana."
Harun Aktan gülmeye başladığında, "Demek konuşmana neden olacak kişi, biricik kızımmış," dedi. Ceketinin cebinden mendil çıkarıp burnuna tuttuğunda adamına başına salladı.
Soğuk namluyu ensemde hissettiğimde, "Senden ya da ölümden korktuğumu mu sanıyorsun?" diye sordum ve yeniden gülmeye başladım. "Öleceksin, Harun Aktan. Yolun sonundasın ve seni de zaafların öldürecek. Ayrıca ezberle bu söylediklerimi, çocuklar annelerine kavuşacak. Onu da kurtaracağız."
"Belki ben öleceğim," dedi kabullenerek ve diğer söylediğimi hiçbir şekilde umursamayarak. "Ama birinizi ve belki de birçoğunuzu da yanımda götüreceğim, piç kurusu." Elindeki mendili yere attı ve bana hamle yaptı. Ellerini ceplerime atarken ayağının tersiyle de Mahir Güneş'i itekledi. Telefonumu çıkardığında ekranı yüzüme okuttu ve geriye çekildi. "İlk ölen kişi de sen olacaksın."
Yine güldüm. Gülüşüme bakarken daha yüksek sesle güldüm. Kaşları çatılırken yüzüme yumruk attı fakat gülmeye devam ettim. Alışıktı, korkuyla alt etmelere fakat bu böyle gerçekleşmeyecekti. "Hayatımda gördüğüm en salak adamsın," dedim aşağılayarak. "Çünkü beni küçük görüyorsun. Söylesene, çocuk muyum sence ben?" Başımı omzuma yatırdım, bir gözüm şişmeye başlamıştı. "Güçsüz?"
"Senin kim olduğunla hiç ilgilenmedim," dedi Harun dişlerini sıkarak. "Ama sen beni tanırsın," diye ima etti. "Gördün, değil mi? O küçük Poyraz'ın karşımda nasıl korkuyla titrediğini?"
O görüntüyü yok etmek için her şeyi feda ederdim ama gülmeye devam ederken, "İnandın mı buna?" diye sordum, yalana kucak açarak. "Salak adamın tekisin," dedim bir kez daha. Her aşağıladığında kibri sarsılıyordu. "Yap hamleni, çekinme hatta öldür beni.
"Bu aptal olduğun gerçeğini değiştirmeyecek çünkü farkında değilsin, şu an hiç olmadığımız kadar bütün halindeyiz, bizi artık kendini de parçalasan yıkamazsın şerefsiz herif."
Bir anda saçlarımdan tutup başımı geriye yatırdığında gözlerindeki o nefreti gördüm ve öfkesini. Bir şeyler düşündü ve düşünürken kaşları havalandı. Ne yapmaya çalıştığımı, neye güvendiğimi anlamaya çalışıyordu, bir yandan da kendi planlarını düşünüyordu. "Kendini feda edecek kadar aptal olan sensin," dedi boğuk bir sesle ve başımı itekledi.
Ağzımdaki kanı tükürdüğümde sessizliğe geri gömüldüm.
"Sana, küçükken ona neler yaptığımı anlatmamı ister misin?" diye sordu bir anda. Yüzümdeki gülümseme bıçak gibi kesildiğinde gülme sırası ondaydı. "Küçük bir kızdı ve benim kızımdı, piç kurusu." Dişlerimi sıktığımda öfkeyle titremeye başladım. "Elimden kurtulmak için nasıl çırpındığını duysaydın, asla böyle rahat konuşamazdın ve beni seviyordu da. İnanıyordu bana. Bana muhtaçtı ve ben ona her yaklaştığımda..."
Olduğum yerden kalktığımda ve üzerine yürüyüp, "Seni mahvedeceğim!" diye bağırdığımda adamlar bu kez daha sert bir şekilde dizlerimin üzerine çökmeme neden oldular.
Harun Aktan sırıttı. "İşte, görüyorsun ya, bu kadar basit. Herkesin zaafı vardır, senin zaafın ölmemiş, orada yaşıyor ama onun zaafı ne, çocuk?"
Başımı iki yana salladım.
"Feda olmak kendi tercihin," dedi. "Peki ya fedan bir tercih sonucunda olsaydı ne yapardın? Yakar mıydı bu canını?"
Ne demek istediğini anladım ve bu kadar acele etmesinin nedeninin ne olduğunu gördüm; korktuğumuz o gerçek karşımızdaydı.
"Uğruna kendini feda etmek istediğin kadın, seni değil Koza'yı tercih ettiğinde canın yanmayacak mı çocuk?" Yutkunduğumda gözlerinin içine baktım. "Merak etme, bu tercihin sonucunda Koza'yı seçtiğinde de yine sen öleceksin çünkü ikisini sona bırakmak istiyorum fakat ölmeden önce, son kez tat isterim bunu." Gözleri Mahir Güneş'e kaydı, dudaklarını büktü. "Eminim o da öyle isterdi, değil mi kardeşim?" Ayağıyla bir kez daha dürttü onu. "Aptal."
Telefonun son aramalarına girdi. "Kardeşim," dedi bir ismi okurken. Son aradığım kişi Koza'ydı. "Bu hangisi acaba?"
Hiçbir cevap vermedim.
"Yuva," dedi kelimenin üzerine basarak. "Ne romantik, değil mi?"
Daha önce de Sadık Orhan bir tercih sunmuştu Helin'e ve o kendisi öne atılmıştı.
"Korkuyor musun?" dedi telefonu kulağına götürürken. "Korkma, çocuk. Öldükten sonra gittiğin yerden eşinin de benim tercihlerimle nasıl yaşadığını görürsün, üzülme."
"Senin belanı sikeceğim!" diye bağırdığımda adamlardan bir tanesi arkadan ağzıma bir mendil bağladı ve diğer adam, silahı başıma daha fazla dayadı.
Telefonu hoparlöre aldı. Birkaç çalışın ardından, "Alo?" diyen sesini duydum. Sesi titriyordu, kalbim acıdı, parçalandığımı hissettim. Canı mı yanıyordu? Bir şey mi olmuştu? Koza koruyacağına söz vermişti, Bartu da öyle. "Alo?" dedi bir kez daha. Onun sesini günlerdir duymadığımda bile canım böyle yanmamıştı, acıyla inledim. Silahı ensemden itekledi. "Yankı?" dedi acıyla. "İyi misin?"
Harun Aktan telefonu kendine çevirdi ve yağmur sesi, artık telefondan da gelmeye başladı. Şimşek çaktı.
"Merhaba kızım," dedi Harun Aktan gülümseyerek. "Nasılsın?"
Sessizlik oldu. Ne yapıyordu? Nasıldı? Ne hissettiğini biliyordum, acıyla nefesimi verdim.
"Ah," dedi Harun Aktan hafifçe yürüyerek. "Belli ki küstük seninle. Olsun. Bak sana kimi göstereceğim?"
Telefon bana döndüğünde onun yüzünü gördüm. Siyah saçları ıslanmıştı, üzerindeki beyaz kazağı kanla kaplanmıştı. Yüzünde korku vardı ve beni görünce acı. Tek düşündüğüm, üzerindeki kanın nedeniydi, bir şey mi olmuştu? Acıyla inleyerek başımı iki yana salladığımda gözleri beni izledi ve korkuyla çığlık attı. İyiyim, demesini bekledim, sadece iyiyim, demesini.
"Hayır," dedi acıyla bağırarak. "Eğer ona bir şey yaparsan!" Gözleri başka bir noktaya kaydı ve ağlamaya başladı. Diğerleri neredeydi? Koza onu yalnız bırakmayacaktı, söz vermişti. Yeniden döndüğünde eliyle ağzını kapattı, çaresizce yürümeye başladı.
Harun Aktan kamerayı döndürdü, belki de onu son görüşüm ağlayarak olmuştu ve tek ihtiyacım olan, iyi olduğunu bilmekti.
"Dostlukları severim," dedi, ayağıyla Mahir Güneş'in cesedini iteklerken. "Özellikle sevgili maktul Mahir Güneş'in dostluğunu."
Arkamdaki adam sırtıma sertçe tekme attı, kendimi tutamayıp acıyla inledim.
"Ne acı, değil mi, evlatların böyle vefasız olması. Sen ve Poyraz beni öldürmeye çalışıyorsunuz, bu çocuk, babasını öldürdü. Hiç mi vicdanınız yok, anlayamıyorum."
"Onu bırak!" diye bağırdı Helin, sesi titriyordu. "Bırak ve beni al!" Yine kendisini öne atıyordu ama artık bir faydası yoktu, bunu biliyordum.
"Bunu yapacağından eminim," dedi Harun Aktan gülerek. "Ama sen benim için yemekten sonraki en sevdiğim tatlı gibisin, ilk gözden çıkardığım sen olamazsın. İlk gözden çıkarılması gereken, iki kişiden biri olmalı."
Hayat, tercihlerimizden ibaretti ve şu an, en büyük tercih, buradaydı.
"Ne demek," dedi Helin o güzel sesiyle. "Ne demeye çalışıyorsun?"
"Hayat, tercihlerimiz üzerine kuruludur, kızım," dedi Harun Aktan. "Ve sen de yaptığın tercihle birini yaşatacaksın desem heyecanlanır mıydın?"
"Bu ne demek?" Yağmur daha şiddetli yağmaya başladı.
"Poyraz'ın bindiği araçta bomba var," dedi, ardından cebinden telefonu çıkarıp havaya kaldırdı. "Tek bir telefonumla haber uçar ve tek bir düğmeyle o araba patlar." Başımı önüme eğdiğimde, geçmiş ve gelecek tam karşımdaydı. Bunun adı fedaydı. Kumar masasına oturduğunuzda feda ettiğiniz canınız da olabilirdi, ben kendi canımı onun için feda ederdim. Koza ve ben, bir gün bu tercihle yüzleşeceğimizi biliyorduk çünkü bizim yol ayrımımız bile bir tercih sonucunda olmuştu.
Bu kez, o tercih edilsin istedim; Koza da bunu istemezdi ama geçmeyen yaraları iyileşebilirdi.
"Onun da başında bir silah dayalı, tek bir kurşunla kafası paramparça olacak. Şimdi tercihini yap, hangisinin yaşamasını istiyorsun? Abinin mi yoksa eşinin mi? Geçen sefer olduğu gibi sadece beş dakikan var, eğer bu beş dakikada karar veremezsen ikisini de kaybedeceksin."
Söylemiştim ve duymuştu, biz artık bütündük ve hiçbir şey parçalayamazdı.
Fakat yine de zihnimde Helin'in önceden söylediği cümleler döndü.
Teknedeydik, soru cevap yapıyorduk.
"Aşk ve kardeşin arasında kalsaydın, hangisini seçerdin?" diye sormuştu Işık.
Çok düşünmemişti. "Bir ailenin sevgisine muhtaç kalarak büyüdüm," demişti. "Kardeşim benim için herkesten daha üstte olurdu. Aşktan vazgeçebilirim ama kardeşimden asla."
Paragraf Yorumları