logo

68. KİLİT

Views 123 Comments 4

BARTU SARCA

Sokak Nöbetçileri'yle beraber geçirdiğimiz bütün tatillerimizi düşündüm. Beş kişi beraber tatile gittiğimiz zamanlarımız olmuştu ve o günlerde henüz çocuktuk, hayatımın en mutlu günleri sanıyordum ama şu an fark ediyordum ki öyle değildi. Aslında hepimiz eksiktik, yalnızdık.

Şu an sarhoş Helin'le çadırını kurmaya çalışan Yankı, tatile her gittiğimizde bir süreden sonra sessizleşir ve kendi köşesine çekilirdi. Mutlu olmadığını hissetsek bile onu umursamazdık çünkü o hep böyleydi. Şu an ise yüzünde kocaman bir gülümseme vardı ve çadırı kurarken omzuna zıplayan Helin'i savurmak yerine sırtına almaya çalışıyordu.

Her tatilden kalbi kırık dönen Mutlu, şu an yanındaki o dallamayla, evet dallamaydı çünkü üzme ihtimali vardı, beraber çadırı kurmuş, elindeki kitapları ona gösteriyordu. Eskiden bana gösterirdi. Müzik listesinden söz ediyordu, eskiden bana söz ederdi.

Hayır, onu kıskanmayacaktım ama o dallamayı havai fişek yapmak istiyordum.

Tatile gittiğimiz andan sonra yanımızdan kaçıp başka eğlencelere kucak açan Işık, şu an tek başına çadırını kurmaya çalışıyordu, bir gözü Koza'ya kayıyor, sonra üstünü başını düzelterek söyleniyordu. Ayağındaki topukluları çıkarmamak konusunda direnmişti ama ilk defa onun da bu kadar huzurlu olduğunu görüyordum.

Ve Lâl. Benim Lâl'im. Bartu'nun Lâl'i.

İlk defa bir tatilde yanımdan bir an bile olsun ayrılmıyor, durmadan benim fotoğraflarımı çekiyordu. Sarhoştu, öyle böyle değil ama sarhoş olduğu başka zamanlar gibi değildi. Tek başıma çadırı kurarken gülmüş, uzanmış, ilerideki denize koşmuş, sonra bir de kendi fotoğraflarını çekmişti.

Normalde Lâl fotoğraflarını çekmek istemeyecek kadar kendinden nefret ederdi, bunu biliyordum.

Biz beş kişi her tatile gittiğimizde mutlu olduğumuzu sanıyorduk ama eksiktik, şimdi ise gerçekten huzuru hissedebiliyordum.

Çünkü Koza ve Helin vardı. İnsan eksik olduğunu, yanına onu tamamlayan kişi geldiğinde anlıyordu. Sokak Nöbetçileri biraz böyleydi, aile olmayı asıl yedi kişi olduğunda başarmıştı.

Yerde uzanıp elmasını ısıran Koza, “Dört çadır var," dedi, aklından ne geçtiğini biliyordum çünkü Işık'ı süzüyordu. "Nasıl kalacağız?"

"Ben ve," Helin kahkaha attı, "müstakbel eşim," hâlâ Yankı'nın sırtına zıplamaya çalışıyordu, "beraber kalacağız." Kelimeleri zor telaffuz ediyordu, Lâl’se ona bakıp gülüyordu. Bu bana daha önce sarhoş oldukları zamanı hatırlatmıştı, Yankı'yla birbirimize bakıp gözlerimizi kaçırdık ama maalesef o cümle de geldi. "Ay, ben Lâl’le mi kalsam?" Bir anda koşarak Lâl'e gitti ve onu kolları arasına aldı. "Lâl! Biz seninle kalalım mı? Lütfen!"

"Ben anlamıyorum, amına koyayım," dedi Yankı hırsla. "Bunlar niye her sarhoş olduğunda birbirlerine yükseliyorlar."

Lâl fotoğraf makinesini kaldırıp beraber fotoğraflarını çekti, sonra şişeyi kendi etrafında ve onun etrafında döndürerek kafaya dikti. "Ah," dedi Helin. "Seninle uyumak istiyorum, bebeğim. İçkiyi başımdan aşağıya dökebilirsin."

Mutlu, Host Bey’e dönüp, “Bir de böyle bir durum söz konusu," diye mırıldandı. "Çiftler var ama çiftler değişiyor. Mesela Lâl ve Helin normalde muşmula suratlı dolaşırken bir anda içince birbirlerine âşık oluyorlar." Güldü. "Ben ve Host Bey beraber yatıyoruz." Dallama gözlerini kaçırdı. "Alfayım da ben, karar veriyorum."

"Yok ya," dedim kaşlarımı çatarak. "Sen benimle uyuyacaksın."

"Sen ilk önce donumu..." Yüzünü buruşturdu. "Yanında donuyorum, kalamam."

"Onu sana ben almıştım," dedim iç çamaşırını kastederek. Doğum gününde ona aldığım Pembe Panterli iç çamaşırını maalesef o dallamaya giymek istiyordu fakat buna izin vermeyecektim. Ve yine maalesef Mutlu haklıydı. Altımda bana iki beden küçük gelen Mutlu'nun iç çamaşırı vardı. Onun yanında giymesin diye hırsımdan ben giymiştim.

"Herkes olduğu yerde kalacak," dedi Yankı, Lâl'in kafasını ısırmaya çalışan Helin'e bakarak. "Ben ve Helin, Bartu ve Lâl, Mutlu ve Host Bey," Yankı yüzünü buruşturdu, "ağzımıza böyle takıldı, bozulmuyorsun ya."

"Ah," dedi dallama. "Hoşuma gidiyor." Gözlerimi gözlerine diktim, çekinerek kaçırdı.

"Ne?" dedi Koza yapay bir şaşkınlıkla. "İnanamıyorum; Nil ve ben, beraber mi kalacağız?" Işık gözlerini kocaman açarak Yankı'ya baktı. "Görüyor musun, Nil, kader bizi hep birleştiriyor. En ufak çadırı bize verin, sıkışarak uyumak çekiyor içim."

"Hayır," diye çıkıştı Işık. "Ben, Lâl ve Helin beraber kalacağız." Lâl ve Helin üzerindekileri çıkarmaya başladılar, öğlen güneşi aşağıya inmişti ve ikisi de denize girmek istiyordu. "Neden bu ikisi durmadan sarhoş olup sevişiyorlar? Kızlar!"

"Seni istiyor gibi görünmüyorlar," dedi Mutlu, el ele denize koşan Lâl ve Helin'i çenesiyle işaret ederek. "Aralarındaki ten uyumu takdire şayan."

"Kapa çeneni," dedik Yankı'yla aynı anda.

"Ben Koza'yla kalmayacağım," dedi Işık. "Eğer buna zorlarsanız birkaç kilometre ötedeki kamp yapanların arasına karışırım ve aralarında oldukça yakışıklı olanlar vardı, birisini de alırım kendime."

"Ne?" dedi Koza doğrularak. "Ne dedin? Bir daha söyle."

"Ay!" diye bağırdı Helin kıyıdan. "Sonuncu burada su var ve ıslanıyorum!"

"Çünkü denizdesin!" diye seslendi Yankı. "Ve o bana Sonuncu mu dedi?" Öfkeyle Koza'ya baktı. "Hep senin yüzünden."

"Ay!" diye bağırdı bir kez daha Helin. "Burada minik minik balıklar da var, ay yiyeceğim onları." Bakışlarım o tarafa döndüğünde mecazen söylediğini düşünmüştüm ama gerçekten suyun içinde balıkları tutmaya çalışıyordu.

Onları yemek için.

"Yankıtu," dedi Mutlu gözlerini açarak. "Sanırım Helinski, çiğ çiğ balık yiyecek." Lâl elleriyle alkış tutmuş, onu destekliyordu. "Ve sevgilisi de onu onaylıyor."

"Helin!" diye bağırdı Yankı ve koşarak o tarafa ilerledi. "Onları yiyemezsin!"

Helin'in küfür ettiğini, ardından, “Göt herif, Sonuncu," dediğini duydum, kahkaha attığımda Mutlu da bana katıldı.

Koza ise hâlâ Işık'a bakıyordu. "Sen az önce ne söyledin?" dedi yeniden.

Işık ayağındaki topuklularla kuma bata çıka yürürken, “Duydun," dedi fakat yüzüne bakmadı.

Koza elindeki elmayı bana fırlattığında havada yakaladım ve tam ağzıma atacakken, “Sakın yeme," diye inledi. "Artistlik olsun diye attım." Ağzım açık kaldığında Işık'ın yanına yürüdü, sonra kolunu tutup çevirdi.

"Ne yapıyorsun?" diye sordu Işık kaşlarını çatarak.

"Bir daha söyle," dedi Koza kaşlarını kaldırarak. "Yüzüme bakarak."

Işık'ı ilk defa tedirgin gördüğümde kaşlarını çattı. "Birkaç kilometre ötedeki insanlarla kalabileceğimi söyledim."

"Başka?"

"Ne başka?"

"Başka başka," dedi Koza kaşlarını çatarak.

"Ve aralarında bir tane yakışıklı bulduğum an onunla kalacağımı." Işık boğazını temizledi, kollarını önünde bağladı ve çenesini kaldırdı. "Seni ilgilendiren nedir? Bunu zaten konuştuk; ben başkasıyla mutlu olabilirim, istediğimle istediğimi yaşayabilirim, ardından onunla..."

"Nil," dedi Koza dişlerini sıkarak ve yüzünde korkutucu bir gülümseme oluştu. Ona biraz daha yaklaştığında bu duyguyu çok iyi tanıdığımı biliyordum. "Ben burada, tam yanında nefes alıyorken ve sen gitmemişken," gitmekten söz ediyordu, anlayamıyordum, "benim yanımda başka bir adamla durabileceğini mi sanıyorsun?" Biraz daha yaklaştı. "Bunu daha önce yaptın fakat bir kez daha tekrarlanmayacak." Başını omzuna düşürdü. "Senin başka biriyle mutlu olma ihtimalini defalarca düşünüp aklımı kaçıracak raddeye geldim fakat bunu benim yanımda yapmana asla izin vermeyeceğim. Duydun mu? Sana," dedi tane tane konuşarak, "benim yanımda başka bir adam dokunamaz, artık bunu sineye çekemem."

Işık bir şeyler söyleyecek gibi oldu, sonrasında ise vazgeçip, “Bir gün bunun gerçekleşeceğini biliyorsun," dedi.

"Bir günün amına koyarım," dedi Koza. "Bugünden söz ediyorum, bugünü yaşıyorum. Kabullendim, yüzleştim, itiraf ettim." Yüzüne biraz daha yaklaştı, gözlerinin içine baktı. "Eğer cesaretin varsa yap bunu, üz beni, parçala ya da öfkelendir. Sadece şunu bil: Göz yummayacağım, bugün değil."

Işık'ın kaşları daha fazla çatılırken bakışları bize döndü, ardından hırıltılı bir nefes vererek, “Ben denize gireceğim," dedi, sonra ayağındaki topukluları sertçe Koza'nın ayağına fırlattı. Ardından üzerindeki elbiseyi yırtar gibi çıkarıp Koza'nın suratına arttı. Bu yapmayacağının göstergesiydi ve Koza kazanmıştı.

"Hmm," diye mırıldandı Koza arkasından bakarken. "Sarı bikinin de harikaymış."

"Kapa çeneni!"

Âdeta kumu sarsacak kadar sert adımlarla denize doğru yürüyen Işık'a bakarken Mutlu, “Bir şey söyleyeceğim," dedi kaşlarını çatarak. "Bir daha lütfen o üzerindeki çiçekli gömlekle atar yapma, gülmemek için kendimi sıkarken dalağımı patlattım. Arı Maya gibi görünüyorsun."

Kahkahayı bastığımda dallama da güldü, ters bir ifadeyle ona baktığımda gülüşünü susturdu. Koza elinde duran Işık'a ait elbiseyi Mutlu'ya fırlattıktan sonra bir çırpıda gömleğinden kurtuldu ve o da denize doğru yürüdü. Helin'in çığlıkları, Yankı'nın seslenmeleriyle beraber ben de başımı o tarafa çevirip, “Hadi gidelim," dedim. "Mutlu ve diğeri."

"Beni galiba sevmedin," dedi dallama bana bakarak.

"O insan sevmez," diye açıkladı Mutlu ama çoktan peşime takılmışlardı. "Tek sevdiği ekmek arası lahmacun, onu da çalıyor." Dallama güldü, dönüp ters ters baktığımda ise sessizliğe gömüldü.

Sonraki saatlerde denizdeydik ve saatlerce yüzdük. Lâl ve Helin bir an bile olsun birbirlerinden ayrılmadı ve sonunda aralarına Işık'ı da aldılar. Birbirlerini boğdular ve defalarca kurtardılar, Helin'e göre bu nefes almanın tadını çıkarmaktı, Lâl ise elbette o ne derse desin onaylıyordu. Yankı karşı geldiğinde ise, “Sana ne Sonuncu, işine bak," diye tepki alıyordu. Bundan en fazla keyif alan Koza'ydı; öyle ki her böyle cümle duyduğunda Helin'in alnına gurur öpücüğünü konduruyordu.

Işık ise Koza'ya bakmamak için çaba gösteriyordu ama her arkasını dönüp yüzmeye başladığında gözleriyle onu arıyordu. Bir ara bana dönüp, “O pek iyi yüzemez," demişti ve bunu ben de fark etmiştim çünkü Koza ayağının değmediği yerlere gitmiyordu. Hepimiz fark etsek de bunu dile getirmedik. "Yüzmeme nedeni, bilmemesi değil, korkuları var. Boğulmaktan korkuyor." Işık kısık sesle devam etmişti. "Gözün üzerinde olsun, gaza gelmesin."

Fakat tam da düşündüğü gibi Koza ayağının yere değmediği kısma gittiği zaman avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı, gökyüzü sesiyle inledi ve ilk önce ona yakın olan kişi, Işık koştu. Onu kıyıya çektiğinde ise Koza gözlerindeki o korkuya rağmen, “Kurtar diye yaptım," dedi ama öyle değildi, gerçekten de boğuluyordu.

Mutlu ile dallama beraber yüzüyorlar, gülüyorlar hatta şakalaşıyorlardı. Mutlu o kadar iyi görünüyordu ki bunu bozmak bile istememiştim fakat bir ara Mutlu'ya boğma şakası yaptığında dallamayı alıp uzağa savurmam, Mutlu'nun suyun içinde beni tekmelesine neden olmuştu. Açıklama olarak, “Şaka,” demiştim ama dallamanın yuttuğu suyun haddi hesabı yoktu.

Bir ara deve güreşi yapmaya karar verdik ve Koza denizin altında hayalete dönen köpekbalığı gibi ortadan yok oldu. Deve güreşi bitip ortaya çıktığında ise balık tuttuğunu söyledi, balıkları sorduğumuzda da, “Yedim,” diye karşılık verdi. “Nasıl yedin?” dediğimizde de balık fabrikası olduğuyla ilgili saçmalıklar sıraladı.

Saatler sonra diğerleri kıyıya uzandığında denizde sadece ben ve Lâl kalmıştık; Lâl yüzmeyi çok seviyordu ve bana da yüzmeyi o öğretmişti. Sonunda Helin'den uzaklaşmış, bana yaklaşmaya başlamıştı. O sudan çıkmadan ben de çıkmazdım, onu birinin kurtarması gerekiyordu, bu ben olabilirdim.

Kocaman siyah gözleri, güneşten kızaran küçük burnu, iri dudakları, kırmızı yanakları, simsiyah saçlarıyla bana yaklaşırken yüzünde geniş bir gülümseme vardı. Üzerindeki çilekli, şirin mayosuyla o kadar tatlı görünüyordu ki geriye kalan herkesi yok saydım ve o an sadece ikimizi görebildim.

Benim ayaklarım yere değiyordu fakat onun ayaklarının yerle teması yoktu. Bana biraz daha yaklaştı, biraz daha ve biraz daha. Ardından bacakları belime dolandığında bana tutundu fakat o an bunu hayal bile edemediğimi fark ettim, hayallerimin arasında dahi onunla bu kadar yakın temasım olmamıştı ve şimdi benden çekinmiyordu. Bütün vücudu, her kıvrımıyla ve sıcaklığıyla benimle kendini bütünleştirmişti.

Gözlerimin içine bakarken batmak üzere olan güneş profiline vuruyordu fakat güneşten bile daha güzel görünen Lâl Sarca, ne yaparsam yapayım tek sevdiğim kadın olarak kalacaktı.

Ellerini kaldırıp, Hem yüzüp hem seninle konuşamam," dedi gülümseyerek. "Ellerime ihtiyacım var seninle konuşmak için. Bu yüzden sana tutunmak istedim."

"Bana istediğin her an tutunabilirsin," diye mırıldandım. "Fakat ellere ihtiyacın yok, ben bakışlarından da ne demek istediğini anlayabilirim."

Bir flaş patladı, başımı çevirdiğimde Helin'in gülerek bizi çektiğini gördüm, Yankı'ya sırtını yaslamış, kıyıda oturuyordu. El salladı ve bir kez daha çekti.

Neyse ki Lâl'e gerçekten âşık değildi.

Lâl, eliyle yüzümü tutup kendine çevirdi ve yeniden konuşmaya başladı, sarhoş olduğu bakışlarından bile belliydi. "Sana bir şey söyleyeceğim, ilk kez sana." Bu şaşırtmıştı; halbuki her şeyi en son ben duyardım. "Doktora gitmeye karar verdim, konuşabilmek için. Tedavi olacağım ve iyileşebiliyorsam iyileşeceğim." Normalde kesinlikle reddederken şimdi bunu istemesi ona şaşkınlıkla bakmama neden oldu. "Randevumu aldım, dört gün sonra gideceğim. Benimle gelir misin?" Gözlerim açıldı. "Eğer gelmek istemezsen anlarım ama yanımda olmanı istiyorum çünkü konuşmayı en çok senin için istiyorum." Başka bir şaşkınlıktı çünkü alışık değildim. "Sana seslenmek istiyorum, sen bana bakmıyorken bile beni duy istiyorum, bir de benim sesimden kendini dinlemeni istiyorum. Hatırlıyor musun, küçükken bana istersem senin de sonsuza kadar benimle beraber konuşmayacağını söylemiştin. Hatta bir hafta bu şekilde devam etmiştin. Senin yaptığın çok daha büyük bir fedakârlıktı, biliyorum ama ben de senin için çabalamak istiyorum."

Onun sesi. Lâl'in sesi. Rüyalarımda bile sessizdi, rüyalarımda dahi bir kez olsun sesini duymamıştım. Ta ki dün geceye kadar. Hayatımda gördüğüm en güzel rüyaydı, yine bir deniz kenarındaydık ama baş başaydık. Arkamızda bir ev vardı ve Lâl. İkimiz de çocuktuk, ilk tanıştığımız zamanlardı. Bana doğru yürüdüğünde rüyamdaki Bartu konuşacağından habersizdi ama Lâl bana bir isimle hitap etmişti, hayır Bartu değildi, çok klasik bir isimdi. "Özgür," demişti, şaşırmıştım çünkü konuşmuştu, şaşırmıştım çünkü başka birinin adını söylüyordu ama sonradan anlamıştım. Rüyamdaki Bartu'nun adı Özgür'dü. "Özgür," demişti bir kere daha. "Yemek yemeyecek misin? Seni bekliyoruz."

Sesi inceydi, çocuksuydu ve sevgi doluydu. Daha önce duyduğum hiçbir ses, onun sesi kadar güzel değildi. Rüyamda bile sesinden adım nasıl duyulur işitemedim ama sonra dedim ki, belki de bir mucize varsa bu isim bana ailemin koymak istediği isimdi. Bir rüyaydı, belki bir yansıma ya da hayal ama adım Özgür'dü.

Belki de Tanrı bana bu gerçeği, hiç duymadığım Lâl'in sesiyle haber vermek istemişti.

Belki de rüyamdaki Lâl, Özgür olmamı istiyordu. Olsun, onun için Özgür de olurdum çünkü zaten ben aslında hiç kimseydim.

"Gelmek istemiyor musun?" diye sordu Lâl, beni daldığım düşüncelerden vazgeçirerek.

"Kendini buna zorunlu hissetme," diye mırıldandım. "Eğer kendin için istiyorsan yap bunu çünkü ben senin sesini duydum, Lâl. Bir kez rüyama girdi, hayatımda duyduğum en güzel sesti ve ölsem unutmam. Ben seninle ilgili her konuda azla yetindim, bu konuda da azla yetinirim, rüyamdaki sesin bana yeter."

Özgür demişti bana çünkü rüyamda da özgürdüm. Özgür'düm.

Lâl'in bakışlarına heves doldu. "Bunu hepimiz için istiyorum," dedi. "Çünkü artık bu hayattan vazgeçmek yerine bu hayatta sevdiklerim ve sonra da kendim için çabalamak istiyorum. Gelir misin benimle?"

Gülümsedim ve bir elim sakince yüzüne gelen saçına ulaştı, okşayarak kulağının arkasına sıkıştırdığımda heyecandan titrediğimi fark ettim, bana sarıldığı için o da hissetti. "Gelmez miyim, Lâl'im?" dedim, sonra burnunun ucundan öptüm. "Senin istediğin her yere, seninle gelirim."

Gözleri kocaman açıldı, sonra hevesle gülerek bana sarıldı, kolları sıkıca bana dolandığında bir flaş daha patladı ve gülme sesleri geldi. Lâl bunları umursamadan geriye çekildi ve bir anda dudakları dudaklarımın üzerine kapandı. Çok kısa sürdü, belki birkaç saniye ama geri çekildiğinde kalbim son hızda atıyordu.

"Bizi evli sandı," dedi dallamayı kastederek, sonra bir anda gülerek, Evlenelim mi?" diye sordu. Gözlerim açıldı. "Evlenelim, evlenelim," dedi, sonra alkışladı.

O an ayağımın altından zemin kaydı ya da benim dengem sarsıldı, bilmiyorum ama suya batıp geri çıktığımızda ikimiz de şaşkınlıkla birbirimize bakıyorduk. Gözlerim kocaman açıldığında şaka yaptığı halde ellerimi ayaklarımı kaybetmeme neden olanın bir hayal olması beni çökertmişti.

Sarhoştu ve hatırlamayacaktı. Sarhoştu ve ben suyun içine düşüp boğulacak kadar çok heyecanlanmıştım.

Bütün o heyecanımı, rezilliğimi görmesin diye, “Çıkalım," dedim, ardından onu geride bırakıp yürümeye başladım ama hâlâ sarsılıyordum. Lâl arkamdan gelirken yüzüyordu ve o an fark ettim, bir şey söyleyecek bile olsa arkamı dönmüştüm ve onun yüzüne bakmıyorken bana hiçbir şey söyleyemezdi.

Sudan çıkarken herkesin yüzünde büyük bir şaşkınlıkla bana baktığını gördüm. Mutlu dehşet içinde ayağa kalktı, Helin başını iki yana salladı ve Koza gözleriyle işaretler yapmaya başladı.

"Siz de mi duydunuz?" diye sordum şaşkınlıkla. "Duydunuz mu, bana ne dedi?"

Hepsi aynı şaşkınlıkla bana bakmaya devam ediyordu.

"Geri dön," dedi Yankı ağız ucuyla. "Yoksa öleceksin."

"Sen," dedi Mutlu gözlerini kocaman açarak.

"Ne oluyor oğlum?" diye sorup etrafıma baktım sonrasında ise Lâl'in de aynı şaşkınlıkla bana baktığını gördüm. "Oğlum, ne oluyor, söylesenize," dedim dişlerimi sıkarak.

Helin öksürmeye başladığında, “Sarhoşum diye hayal mi görüyorum yoksa..."

"Yok," dedi Koza alayla. "Ben de görüyorum ve keşke kör olsaydım. Çık amına koyduğumun gözü çık, şimdi çık."

"Seni mahvedeceğim," diye hırladı Mutlu ve bana doğru koşmaya başladı. Ne olduğunu anlamamı sağlayan, Işık'ın gözüyle şortumu işaret etmesiydi. Altıma baktığımda şortumun olmadığını ve Pembe Panterli baksırın parıl parıl parladığını fark ettim. Ağzım açıldığında geriye baktım ve Lâl'in elinde sallanan şortumu gördüm.

Bir insan, sevdiği kadın tarafından şakadan da olsa evlilik teklifi aldıktan sonra Pembe Panterli iç çamaşırıyla ifşalanabilir miydi? Bu bir tek benim başıma gelebilirdi diye düşünürken bir anda üzerimde bir ağırlık hissettim ve Mutlu'nun küfürleriyle denize beraber düştük. Hayatımda ilk defa silkeleyen ben değil, Mutlu'ydu ve bu suyun kaldırma kuvveti sayesinde olmuştu.

***

Ateşin başındaydık, vakit gece yarısını geçmişti ama hâlâ kendi aralarında gülüyorlar, ben baktığımda susuyorlardı. Tüm günü sarhoş geçiren Helin, benim baksırımı gördükten sonra ayılmıştı; Lâl de öyle. Gözlerini açma nedenlerinin bu olması tuhaftı.

Mutlu benimle asla konuşmuyordu ama şu an, küs bile olsa sırtını bana yaslamıştı ve bacaklarını dallamanın kucağına uzatmıştı.

Diğer yanımda Lâl vardı, başını omzuna yaslamıştı; Helin Yankı'nın dizine uzanmıştı; Koza ile Işık ise başka noktalarda birbirlerine bakmamak için çırpınıyorlardı.

"Yeter," dedim kıkırdamamak için kendini tutan Helin'e bakarak. "Yeterince rezil oldum, kapatın artık şu konuyu."

"Ulan," dedi Koza dayanamayıp. "Soracağım artık, dayanamıyorum, senin o götün o çamaşıra nasıl girdi lan."

Mutlu elindeki jelibonu Koza'nın kafasına fırlattı. "Götüm büyük olmayabilir ama belki başka yerlerim büyüktür." Dallama gözlerini kocaman açtı. "Korkma," diye fısıldadı ona doğru, sertçe omzunu itekledim. "İstediğim boyuta getirebiliyorum sadece."

"Mal," dedim bir daha itekleyerek. "Duyuyorum."

"Bir at sineği," dedi Mutlu gökyüzüne bakarak. "Vızıldıyor, duyuyor musunuz?"

Diğerleri gülmeye başladığında Helin, “Çok huzurlu, değil mi?" diye sordu. "Dalgaların ve ateşin sesi, biz hep beraberiz. Sanki başka bir evrenin içindeyiz." Gülümseyerek Yankı'ya baktı, Yankı eğilip onu alnından öptü. "İnanılmaz, birazdan bir bomba patlamaz, değil mi?"

Dallama dışında kimse gülmedi çünkü biz her an bir bomba patlayacakmış gibi yaşıyorduk, bunu bilmiyordu.

"Belki de başka bir evrenin içindeyizdir," dedi Işık, Helin'e göz kırparak. Karavanın içinde kendimi tanıtmamızdan bahsettiğini anladım ve o an, kendimi tanıtırken aslında nasıl da yalnız olduğumu fark ettiğimi bilmiyorlardı.

"Şu andan başka bir hayat ister miydiniz?" diye sordu Koza, önündeki bardaklara tekilaları doldururken. "Yani olduğunuzdan daha farklı bir hayat?" Herkese tek tek baktı, sonra ilk tekila bardağını Işık'a uzattı. "Nil," dedi gözlerinin içine bakarak. "Başka bir hayat ister miydin yoksa bunu seviyor musun?"

"Nasıl yani?" diye sordu Işık.

"Yani daha mutlu, daha acısız, daha normal," dallamanın kaşları havalandı, "ama o hayatı seçersen bu insanları tanımayacaksın, burada oturuyor bile olmayacaksın."

Heyecanlandım ve duruşum değişti, diğerleri de Işık'a dikkat kesildi. Işık tekilayı kafasına dikip yüzünü buruşturduktan sonra, “Evet," diye mırıldandı sakince. "Başka bir hayat isterdim." Şaşırmıştım ve şaşırmam anlamsızdı. "Daha sakin, daha yaşanılabilir ve daha doğru. Anasınıfı öğretmeni olmak istiyorum, öğretmen olurdum. Güzel ve mutlu bir aile, birkaç çocuk." Yutkundu. "Belki kızıma anneannesinin adını verdiğim bir hayat." Koza derin bir nefes verdi. "Evet," dedi Işık bir kez daha. "İsterdim."

Koza onaylayarak başını salladı ve tekila bardağını Mutlu'ya uzattı. "Sen?" diye sordu. "Sen ister miydin?"

Mutlu bir an bile düşünmeden, “Hayır," dedi ve başını iki yana salladı. "Ben bir sokak arasında dövüldüğümde, saçlarım kesildiğinde, renkli giymekten bile korktuğumda cesur olmayı öğrendim. Cesareti seviyorum, direnmeyi ve savaşmayı. Eğer normal bir hayatım olsaydı ne bu kadar cesur olurdum ne direnmeyi severdim ne de savaştan anlardım. İnsanın renkleriyle yaşaması gerektiğini bana bu hayat öğretti; başka bir hayatta o renklerden nefret edebilirdim."

Işık şaşkınlıkla dudaklarını araladı.

"Katılıyorum," dedi dallama, diğer bardağı alırken. "Ben de bu hayatı isterdim. Dışlanarak, dövülerek, sövülerek yaşıyoruz ama yaşıyoruz. Bu direniş, hepimiz o direnişin parçalarıyız."

"Ben de isterdim," dedi Helin beni şaşırtarak ve Yankı'nın gözleri kırgınlıkla Helin'e döndü. "Ama sizin de olduğunuz bir hayat," diye devam etti.

"Öyle bir şey yok," diyerek karşı çıktı Koza. "Biz olmayacağız ama acısız bir hayatın olacak. Seç."

Helin herkesten daha uzun süre düşündü, ardından, “İstemezdim," diye fısıldadı ve hepimizin gözünün içine baktı. "Benim ailem sizsiniz, sizden başka bir ailenin hayali bile beni çok üzüyor. Düşünsenize, sizi tanımıyorum. Öylece yanınızdan geçip gitmişim. Düşünsene Yankı," dedi ona dönüp bakarak, "metroya bindiğimde karşımda oturuyordun ama seni tanımıyordum. Konuşmadık bile. Bartu gibi bir abim yok, Işık ve Lâl gibi kardeşlerim, Mutlu gibi neşe kaynağım." Koza'yı işaret etti. "Biz bile seninle böyle bağlanamazdık birbirimize." Elini kalbine koydu. "Çocuk Helin'e sorsanız tam zıddını söyler ama bu kadın sadece sizin olduğunuz hayatı istiyor." Tekilayı kafasına dikti.

"İstemezdim," dedi Yankı net bir sesle ve o da tekilayı kafasına dikti. "Helin'i görmeyeceğim günün sabahını sikeyim, öyle bir şey mümkün mü?" Başını iki yana salladı. "Ne kadar acı çekersem çekeyim, onsuz olmaz."

Bunu söyleyeceğinden emindim çünkü Yankı, Helin'den sonra yaşamaya başlamıştı, kendini ona adamıştı. Öyle ki silmediği internet geçmişindeki 'İyi baba olma metodları' yazısını da görmediğimi sanıyordu. Tek çabası, bir aile kurmak içindi; önceden ailelere bile inanmazdı.

"Çok tuhaf," diyerek lafa atladım. "Çocukluklarınıza sorsak hepsi farklı bir hayat dilerdi ama Işık dışında herkes tam zıddını söylüyor." Omzumu kaldırıp indirdim. "Farklı bir hayatı düşünecek kadar bile bir hayatım olmadı," dedim, beni şaşkınlıkla dinleyen dallamayı görmezlikten gelerek. "Ama şimdi düşünüyorum da ilk defa ne olmak istediğime karar verdim. Düşünsenize doktorum, çocuk doktoru, onların hayatını kurtarıyorum. Ailem benimle gurur duyuyor, ödüller alıyorum. Saf ya da salak değilim, gözüm kör değil." Omuzlarım düştü ve kalbimin kırıldığını hissettim.

"Peki sen?" dedi Koza. "Başka bir hayat ister miydin?" diye sordu. "Doktor olduğun, gerçek adının olduğu, hiç terk edilmediğin."

Düşündüm, canım acıdı. Çektiğim her acıyı hissettim, sonra beni izleyen Lâl'e baktım. "Acılar geçiyor Koza," diye mırıldandım. "Ama Bartu Lâl'den asla geçemez, ondan vazgeçemez."

Mutlu dallamaya bir şeyler anlattı, belki de şaka yaptığımızdan söz etti ama benim çoktan kalbimdeki kırık büyümüştü. Bir ailem yoktu, aile verebilirlerdi; işim yoktu, iş verebilirlerdi; itibarım yoktu, itibar verebilirlerdi ama sonra derlerdi ki: “Bunlara sahip olmak için Lâl'i unutacaksın.”

İmkânı yoktu, Bartu'suz Lâl'in imkânı yoktu.

"Başka bir hayat ister miydin Lâl?" diye sordu bu kez Koza. Cevabını biliyormuş gibi gözlerinin içine bakıyordu.

Lâl o kadar kısa bir an düşündü ki adımı aklından geçirse daha uzun sürerdi. "İsterdim," dedi işaret diliyle. "Çok isterdim."

Olsun, dedim, kırılmadım. Olsun dedim, kardeşi yaşardı. Olsun, dedim, gülümsedim. Olsun Bartu, hayır kırılmadın.

Evet, kırıldın Bartu. Cevap verirken bile aklından adın geçmedi, sensiz hayatı istedi. Evet Bartu, kırılman bencillikti ama kırıldın. Sen onun için çektiğin bütün acılara kucak açarken, o bunları görmezlikten geldi.

"Neden istediğini biliyorum," dedi Koza, Lâl'e. "Çünkü ben de isterdim." Art arda iki tekila içti. "İsterdim çünkü bu hayatta olmasaydım yaşattıklarımı yaşatmazdım," Lâl irkildi, "ve eğer ben olmasaydım bazılarının hayalleri elinden alınmazdı." Lâl başını önüne eğdi. "Evet," dedi Koza. "İsterdim fakat bunu isteme nedenim, kendim için değil sizin için olurdu. Görüyorsunuz ya, Lâl de ben de ilk defa bencil olamadık."

Ortamı sessizlik kapladı, ardından uzakta kamp yapan aileden kahkaha sesleri yükseldi ve bir çocuk sesi geldi. Işık o tarafa döndüğünde Koza da onu izledi, sonrasında oturduğu yerden sertçe kalkıp diğer tarafa yürüdü.

Onun arkasından Yankı da kalktı, Helin de. Peşinden giderlerken Lâl'in başı hâlâ önündeydi. Mutlu Işık'ı izlerken başını iki yana salladı, ardından o da ayağa kalktı, yanındaki de onu takip etti.

Lâl elini yüzüme yerleştirdi ve bakışlarımın ona dönmesine neden oldu. Göz göze geldiğimizde ellerini yavaşça kaldırıp, “Sana anlatacaklarım var," dedi. "Çünkü artık aramızda sır kalsın istemiyorum."

Korkuyla, “Ne hakkında?" diye sordum fakat onun gözlerinde korku yoktu.

"İlk başta günler önce yaptığım bir hata," dedi. "Sonra çocukluğumdaki hatalar ve en son," derin bir nefes verdi, "sana olan sevgim ve aşkımla ilgili. Beni bu hayata bağlayanı en sona bıraktım çünkü artık anladım, saat on ikiyi geçmedi, buna izin vermeyeceğim."

IŞIK SARCA

18 saat önce...

Valizimi hazırlarken bir yandan da bakışlarım telefonuna gömülmüş Mutlu'nun üzerinde geziniyordu. Yüzünde aptal bir gülümseme, gözlerinde uzun zamandır görmediğim o ışık ve yerinde duramayan elleri ile bacakları. Her mesaj sesinde biraz daha tebessüm. Bir tarafım ya şimdi konuş ya da bir daha konuşma diyordu fakat artık zamanının geldiğini biliyordum, elbette o da biliyordu.

Üçüncü valizin fermuarını kapatırken, “Mutlu," diye seslendim, beni duymadı ya da duymazlıktan gelmek istedi. "Mutlu," dedim bir kez daha ve başını kaldırıp bana baktığında karşısına oturup elinden telefonu alarak yatağa attım. Ağzı açık bir şekilde bakarken, “Ciddi bir şey konuşacağım," dedim. "Birazdan flörtleşirsin."

“Bartu ve senin bu kıskançlığınızdan yoruldum," diye hırladı. "Telefonumu ver."

"Zamanında bize yaptığın kıskançlıklara saymaya ne dersin?"

Çenesini kaldırdı. "Koza ve sana karışmıyorum, istediğinizi yapabilirsiniz." Evet, bu da başka bir detaydı. Hayatıma onlarca adam girmişti, ben Lâl gibi değildim ve çoğu Koza'dan daha temiz insanlardı. Sicilleri anlamında.

Fakat Mutlu hiçbirini istememişti, şimdi ise paylaşamamaları dışında Koza'ya karşı bir öfkesi yoktu. "Neden ona karşı böylesin?" diye sordum kaşlarımı çatarak ve sonra ona da hak verdim. Çektiğim acıyı en çok Mutlu'dan gizlemiştim, Koza yüzünden akıttığım gözyaşlarını ve iç sesimi duyabilseydi o da bu şekilde onaylamazdı ama bir tarafım düşman olmalarını hiçbir şekilde istemiyordu.

"Çünkü o bizden biri," dedi, dünyanın en basit yanıtını vererek. "Bir yabancı değil."

"O halde şu an flörtleştiğin adam yabancı diye senin gibi davranmam mı gerekiyor?" diye sordum.

"Aynı şey değil," diye mırıldandı ve telefona uzanmak istedi ama izin vermedim. "Seninle Koza ilişkisini konuşmayacağım hatta kimseyle kimse arasındaki ilişkiyi konuşmayacağım çünkü arada kalmaktan yoruldum. Şimdi telefonu verir misin?"

Derin bir nefes verdim ve gözlerimi kapattım. Söyle gitsin, dedi bir tarafım, diğer tarafım, bunu ona yapma, dedi. Fakat ben her zaman ilk aklıma geleni dinlerdim. "Yarın gidiyoruz," dedim en net şekilde. "Sen de eşyalarını topla."

Daha önce ona gitme konusunu açtığımda karşı gelmemişti hatta bunu istediğini düşünmüştüm çünkü ihtiyacı vardı fakat şu an, büyük bir şaşkınlıkla bakmasının nedenini bir türlü anlayamıyordum.

"Hayır, öğlen gideceğiz ya hep beraber," dedi tatili kastederek fakat bilerek aptala yattığını biliyordum. "Ve ben valiz götürmek istemiyorum, sırt çantasıyla gitsem çok daha iyi olacak. Hem iç çamaşırımı bulamıyorum, sence Bartu almış mıdır? Bak, deniz şortlarım ortada yok, paletlerimi alırsam..."

"Mutlu," dedim sözünü keserek. "Temelli gidiyoruz, biletlerimizi aldım ve senin doktor randevunu da. Amerika'ya sadece gidiş, iki kişilik bilet." Hızla valizin ön fermuarını açtım, biletlerimizi gösterdim. "Çok güzel bir ev buldum, iki artı bir. İstediğin gibi ayrı ayrı odalarımız olacak. Mutfağı kocaman ve biliyor musun, dolaplar pembe. Bir köpek sahiplenmeyi düşünüyorum. Üniversiteye orada devam edemesek bile altı ayda orada kalmak için her şeyi yapacağız. Bir de minicik bahçesine çiçekler ekersek..."

"Bana fikrimi sordun mu?" diyerek sert bir dille sözümü kesti Mutlu.

Duraksadım ve kaşlarım havalandı. "Daha önce söylemiştim..."

"O zaman fikrimi sormuş muydun?" diye sordu bu kez de.

"Bu da ne demek?"

Biletleri tutup kucağıma fırlattı. "Ben gelmiyorum." Kalbime sanki bir kurşun saplandı ve kasılırken canımın acıdığını hissettim. Sesimi unuttum, nefesimi yuttum ve Mutlu kaşlarını çattı. "Buradan gitmeyeceğim çünkü kalmak istiyorum."

"O flörtleştiğin adam sebepse eğer..."

"O adam sebep," dedi sözümü bastırarak ve Mutlu ilk defa bana öfkeyle bakıyordu. "Ve Yankı sebep, Helin sebep, Bartu, Lâl," gözlerimin içine baktı, "Koza sebep. Ben öylece ailemi bırakıp gidemem kaçar gibi."

"Mutlu," dedim acıyla. "Ben de senin ailenim."

"Biliyorum," diyerek bana katıldı. "Ama diğerleri de öyle. Ve senin için de geçerli bu. Kalp kırıklığıyla bir şehri, bir aileyi terk ettiğinde o kalbi terk ettiğin yerde bırakmayacaksın." Canım daha fazla acıdı. "Ve ben senin çantan değilim."

"Neler söylüyorsun?" dedim korkuyla. "Biz seninle her zaman beraber bir yola çıktık ve..."

"Küçüktük," diye fısıldadı Mutlu ve gözlerine acı doldu. "Bir katliam yaşattık ve kaçtık. Buraya geldik, şimdi ise büyüdük yani elimizden geldiği kadarıyla büyüdük. Savaştık, işkencelere uğradık, çırpındık, ölmeyi bile diledik ama buradayız. Dün bir savaşı kazandık, ilk defa bu aile tamamlandı ve ben olduğum yerde çok mutluyum." Kelimeler bıçak gibi kalbime saplanmaya devam etti. "Ve öğrenmen gerekiyor, bizim ikiz olmamız, senin benim hakkımda da kararlar vereceğin anlamına gelmez. Ben hiçbir yere gitmeyeceğim, buradaki insanları bırakmayacağım. Bu bencilliğe ortak olmayacağım."

"Bencillik mi?"

"Evet, bencillik," dedi Mutlu ayağa kalkarak. "Bana karşı bencilliğin. Ne zaman tedavi olmak istersem o zaman olurum, ne zaman gitmek istersem o zaman giderim, kalmak istersem de kalırım. Benim adıma nasıl bu kadar kesin kararlar verebilirsin?"

Başımı iki yana salladığımda ağladığımı Mutlu'nun yüzündeki ifade değiştiğinde fark ettim. "Ben gitmek istiyorum ve bunu biliyorsun..."

"İstemiyorsun," diyerek sözümü kesti. "Sen kaçmak istiyorsun."

"Acı çekiyorum," diye fısıldadım.

"Sadece iyileşmemek için çabalıyorsun."

"İyileşemiyorum."

"Hiç iyileşmek istemedin ki," dedi yine öfkeyle. İlk defa gözyaşlarım onun için bir şey ifade etmedi. "Sadece kaçtın. Hepimiz yüzleştik, sen gözyaşlarından bile kaçtın. Şimdi gitmek, güçlü olmak mı sanıyorsun? Emin ol, dışarıdan bakınca korkak gibi görünüyorsun." Başımı art arda iki yana salladım. "Sen acı çekmekten bile kaçan bir korkaksın."

"Mutlu," dedim acıyla.

"Ben burada mutluyum," dedi baskın bir sesle. "Ve eğer sen mutlu değilsen..." Devamını getirmedi ama biliyordum.

"Tek mi gitmemi söyleyeceksin?" diye sordum ve o bıçaklar artık öyle bir saplandı ki kan kaybını hissetmeye başladım.

Mutlu yutkundu ve onun da gözlerinin dolduğunu fark ettim fakat başını olumlu anlamda aşağı yukarı salladı. "Eğer gitmek istiyorsan," deyip kapıyı işaret etti. "Gidebilirsin. Ben gelmeyeceğim." Telefonu sertçe yataktan aldı ve odadan çıkmadan önce yeniden bana baktı. "Ve lütfen gideceksen de bir anda git, kimseyle vedalaşmadan. Benimle bile. Çünkü kimsenin yıkımıyla yüzleşmek istemiyorum."

Günümüz...

Gün doğmak üzereydi, herkes çadırlarındaydı ve ben sandalyemi denizin kenarına çekmiş, elimdeki Lâl'in günlüğüne ve bana verdiği mektuba bakıyordum. Ayaklarıma dalgalar vuruyordu, kuş sesleri duyulmaya başlamıştı ve huzurlu bir sabah gibi görünse de aslında acı doluydu.

Elimdeki günlükte yazılanlar, Koza ve Lâl'in geçmişiydi fakat ben zaten bunları biliyordum, Koza bana ezberleyene kadar anlatmıştı ama sadece günlük de değildi. Bana bir mektup vermişti, yalnız başıma okumamı söylemişti. Mektupta yazılanlar ise sanki canım hiç yanmıyormuş gibi daha fazla yakmıştı.

Işık,

Sana ilk defa mektup yazıyorum, aslında birine ilk defa mektup yazıyorum fakat bunun nedenini anlayacağını umuyorum.

Konuşamıyorum, işaret diliyle anlattıklarımın çoğu filtreden geçiyor gibi hissediyorum fakat kelimeler, cümleler kâğıtla buluştuğunda hafızaya kazınır, üstelik yırtıp atmadığın sürece seninle daima yaşar.

Kısa keseceğim ve direkt konuya gireceğim çünkü duygusal bir konuşma yapmak istemiyorum.

Günlükte yazılanları, benim Koza'nın nasıl da hayatını mahvettiğimi daha önce Koza'nın sana anlattığına eminim fakat ilk kez benim nedenlerimi okudun. Ne hissediyorsun?

Gözlerim acıyla doldu çünkü ona hak vermiştim, kendimi onun yerine koyduğumda aynısını benim de Mutlu için yapacağımdan emindim.

Üzülüyorsun, hak veriyorsun, belki de kızıyorsun ve beni parçalamak istiyorsun, bilmiyorum çünkü ortan yok ve ben bu ailede en çok senden çekiniyorum. İtiraf gibi itiraf fakat ne yapacağın hiç belli olmuyor.

Her neyse.

Bu şekilde çok hoşuma gitti, konuşuyormuş gibi hissediyorum. İşaret dilinde kısıtlıyım, burada her kelime önümde asker oluyor.

Her neyse.

Galiba konuşsam sürekli her neyse dermişim.

Burnumu çekerken gülümsedim ve elimin tersiyle yanağımı sildim.

Işık, herkesin pişmanlıkları, hataları olur ve bazı insanların nedenleri geçerli sayılmazken bazı insanların nedenleri önem teşkil eder. Eğer benim nedenlerim senin için önem teşkil ediyorsa mektuba devam et ama eğer nedenlerim umurunda değilse şu an bu mektubu okumaktan vazgeç çünkü bizi anlamayacaksın.

Koza ile beni anlamayacaksın.

Mektubu okumaya devam ettim.

Okumaya devam edeceğini biliyordum.

Her neyse.

Biz Koza'yla birbirimize benziyoruz; bunu söylediğimi duysa eminim kendinden nefret eder ama hatalara verdiğimiz tepkiler bile aynı. O çabalamayı bilmiyor, ben de bilmiyorum.

Bilmiyordum. Artık biliyorum. Bu mektubu bir çaba uğruna yazıyorum, Koza için çabalıyorum.

Ben bir hata yaptım, o hata Koza'yı şu an olduğu insana dönüştürdü ve sonucunda o kötü günleri yaşadık. Onu karşımda ilk gördüğümde kalbimde bir acı canlandı, o acı büyüyüp alevlendi ,sonra yangına dönüştü ve hatalarımla herkesi kaybettiğimi fark ettim. Çocukluğumu kaybettim, çocukluk arkadaşlarımı da öyle. Sonra sevmeyi bile beceremediğim için sevdiğim adamı da öyle. Hatalar pişmanlıklara dönüştü, pişmanlık vicdanıma uğradı. Yangın vücudumu sardı ve ölmek istedim.

İnan bana, öyle bir pişmanlık ki insan yaşamak bile istemiyor ve ben biliyorum, Koza da aynısını hissetti, hissediyor ve hissetmeye devam edecek. Kendine bir şey yapmaması, güçlü olmasından değil, onu affeden bir kız kardeşi olduğundan ötürüdür, bundan da eminim. Beni affeden kimse yoktu.

Fakat şunu da biliyorum, bu pişmanlıkla yaşamakta zorlanıyor çünkü maalesef o beni de hâlâ seviyor.

Şaşırdın mı? Şaşırmadın, biliyorum çünkü onun kalbine benden daha fazla hâkimsin.

Bir gün beni affedecek mi bilmiyorum ama konunun başına dönecek olursak sen benim nedenlerime inandın ki şu an bu satırları okuyorsun hatta hak da veriyorsun. Söylesene, ben ve Koza arasındaki fark ne gözündeki?

Biliyorsun, Işık. Onun senin canını bilerek yakmak istemeyeceğini biliyorsun.

"Lâl," diye fısıldadım kısık sesle ağlarken.

Eğer bilmiyorsan seni inandırmak için bir kanıtım var.

Caner'i hatırlıyorsun, değil mi? Ah, şu havuç olan. Evet, onu buldum, çok zordu ve kimseden de yardım almadım fakat tek başıma, ilk defa tek başıma çabaladım ve onu buldum. O tekneyi vuranın kimler olduğunu, asıl kurşunun kime isabet edeceğini, hepsini bize anlatabileceğini söyledi.

Hatta bu kurşunun bir düşünce olduğunu ama henüz karara bile varılmadığını dahi dile getirdi.

Şaşkınlıkla gözlerim açıldı, Lâl'in çabası beni bozguna uğratmıştı.

Fakat bunlar aslında öylesine önemsiz ki.

Ben buradayım, hatalarımla ve nedenlerimle; bana inanıyor ve kabulleniyorsun.

Bak, Koza orada, hatalarıyla ve nedenleriyle; ona inanıyor musun, bilmiyorum ama pişmanlığını görebildiğine eminim.

Koza beni affetmedi ama beni anladı, biliyorum; onu affetme ama onu anla. Bu affedişlerine bir kapı açacaktır.

Ve biliyorum, gideceksin. Hayır, şaşırma. Hepimiz bunun farkındayız. Sana gitme demeyeceğim, mutluluğundan başka bir isteğim yok ama biletlerinin yanına bu mektubu da koy ve bir gün geri dönmek istersen yeniden bu mektubu oku.

Geri dönüş biletin bu satırların içinde yazıyor olacak.

Umarım gözlerimi açtığımda seni görebilirim ve bir gün sen, ben, Koza üçümüz beraber erik bahçelerini dolaşıp kardeşimi bulabiliriz. Üçümüzü istiyorum çünkü pişmanlıkların aslında nasıl da masum sebeplerin altında yattığını görmeliyiz.

Seni seviyorum, bir kız kardeşten öte anne gibi.

"Beşinci Sokak Nöbetçisi, Lâl"

"İyi misin?" Koza'nın sesiyle irkildim ve hızla mektubu kapatıp kucağıma koydum, o sırada bilet kuma düştü ve Koza'nın gözleri bilete kaydı. İlk önce ağladığım için dikkatlice yüzüme baktı, sonra benden önce eğilip bileti yerden aldı. Bir saniye, iki saniye ve üç saniye.

Kendini yavaşça kumların üzerine bıraktığında kollarını dizlerine sardı ve elindeki bilete bakmaya devam etti. Bir şeyler söylemesini bekledim ama biletten gözlerini bir an bile olsun ayırmadı.

Bir saniye, iki saniye ve üç saniye.

Yutkundu, bileti bırakmadan gözlerini denize çevirdi. Kalbim küt küt atıyordu, nefesim kesiliyordu ve gözlerim ondan ayrılmıyordu. Normalde ağlamaya devam etmezdim fakat şu an durduramıyordum çünkü bu bir vedaydı, o da biliyordu. Elimdeki günlüğü ve mektubu kuma, arka tarafa koyduktan sonra yüzüne bakmaya devam ettim; hareket bile etmiyordu.

Hiçbir şey söylemedi, ufuktaki güneş biraz daha yukarıya çıktı ve birbirinden farklı gözlerini parlattı ama yine de hiçbir şey söylemedi. Ben sandalyedeydim, o ayaklarımın ucundaydı. Gözlerim çıplak bacaklarındaki yanık izlerine kaydı, ardından çıplak göğüs kafesindeki yara izlerine. Demişti ki bir keresinde bana: “Bu izleri seviyorum, Nil, bana Sadece olduğumu hatırlatıyor.”

Artık Sadece değildi ve o izler acı veriyordu, bunu biliyordum.

"Peter Pan'in sonunda ne oluyor?" diye sordu en sonunda ve konuştuğunda sesindeki acıyı işittim.

Elimin tersiyle yanaklarımı sildiğimde, “Hani masalların sonunu öğrenmek istemiyordun?" diye sordum.

Elindeki bilet titredi ama yüzüme bakmadı. "Artık masalların da sonlarının da pek bir önemi kalmadı ve beni üzeceğini sanmıyorum. Söylesene, Peter Pan nasıl bitti Nil? Eğer Helin'e sorarsam o bana yalan söyler, biliyorum. Sen acımasızsın bana karşı. Söylesene, mutsuz bitiyor, değil mi sonu?"

Hiçbir cevap vermedim, ne doğruları söyledim ne yalanları. Ona, Peter Pan'in hiçbir zaman büyümediğini ve diğer çocukların büyüyüp onu terk ettiğini söylemedim.

"Anladım," dedi soluk bir sesle. O anladım kelimesine birçok kelime sığdı. "Anladım, Nil."

"Neyi anladın?"

"Masalların bile üzdüğünü ve mutlu sonla bitmediğini." Bakışları bana döndüğünde kalbim hızlandı, benim kalbimi attıran tek adam Koza'ydı. "Ve şu an sanırım ikimiz de masalımızın son sayfasındayız, değil mi?" Bileti kaldırıp işaret etti. "Bu son sayfa da mutsuz bitiyor, değil mi? Zaten ben kimim ki bir masal karakteri olayım, amına koyayım. Kötü adamlar masallarda daima üzülür, ben o kötü adamım."

Tedirginlikle nefesimi verdim. "Koza, iyi değilim. Sonra konuşsak olur mu?"

"Ne sonrası ulan?" dedi ciddiyetle. "Sonramız mı var bizim?"

Gözlerim bilete kaydı ve çenemle işaret ederek, “Mutlu beni bırakıyor," dedim ağlayarak. Tek diyebildiğim buydu.

"Hayır," dedi Koza aceleyle. "Sen onu bırakıyorsun." Başını iki yana salladı. "Sen güç verdiğin Helin'i, kardeşimi de bırakıyorsun. Sen sırlarını seninle en rahat paylaşan Sonuncu'yu da bırakıyorsun. Sen sana daima güvenen Bartu'yu da bırakıyorsun. Sen seni annesi gibi gören Lâl'i bırakıyorsun." Bunu nasıl bilebilirdi? "Sen..." dedi, ardından sustu. Kendisini katmak istemedi.

Yanaklarımı sildim ve ağlamamın şiddetlendiğini fark ettim, duramıyordum. Hem ağlamaya hem acılara direnemiyordum. Hem de ona direnemiyordum.

"Nil," dedi, adımı söylerken son kezmiş gibi dile getirdi. "Sana bu kez gitme demek için gelmedim, sana ihtiyacım olduğu için geldim." Uzun zaman sonra ilk defa bana ihtiyacı olduğunu söylüyordu. "O anahtar dövmesini neden yaptırdığını hatırlıyorsun, değil mi?"

Rehabilitasyon merkezindeyken Koza bana sadece neşterleri vermemişti, Koza bana küçük bir sandık da vermişti. Son gün, ben çıkarken demişti ki: "Sana güveniyorum, senden başka güvenecek kimsem yok, bunu saklar mısın?" Karşı gelmiştim ama direnmişti, nedenini söylememişti, tek dile getirdiği iki tarafında kilit olan anahtarlarla açıldığı ve bir gün belki de ihtiyacı olabileceğiydi. "Ne olursun," demişti üzerine basa basa. "Yerini unutma, ne olursun."

Aylar sonra onu gördüğümde sandığı sakladığımı söylemiştim ve bunun artık bir anlamı olmadığını dile getirmişti, hapishanedeydik. “Neden?” demiştim. “Vazgeçtim her şeyden,” demişti. “Neden?” demiştim, “Neşterlere daha fazla ihtiyacım olacak,” demişti. “Neden?” demiştim. “Annem yok,” demişti. “Neden?” demiştim. “Annem bu şekilde beni hiç sevmez,” demişti.

İnançsızdı, sevgisizdi fakat sonrasında bana o sandığı anlatmıştı. İçinde annesinden kalan son parçaların olduğunu, o adamın elinden kurtardığını ve iki anahtarla açıldığını. Diğer anahtarın ise yok olduğunu. Demiştim ki: “Keşke Koza, keşke o anahtar bende olsaydı.”

Ardından bu anahtar dövmesini yapmıştım, ucunda o günün tarihi olan. Nesne olarak elimizde değildi ama vücudumda taşımak istemiştim, bu sır bizim en güzel sırrımızdı.

"Hatırlıyorum," dedim başımı sallayarak.

"Ve o sandığın yerini de hatırlıyor musun?" diye sordu.

Artık iki anahtar vardı; biri Koza'da, biri Helin'de.

Dakikalar sonra ilk kez gülümsedim, gülüşüme baktı. "Evet," dedim. "Yoksa annen seni kabullendi mi?"

Hiçbir cevap vermedi, ardından, “Normalde beni o sandığa götürmeni isterdim ama görüyorum ki birkaç saat sonra gideceksin," dedi acıyla. "Bana yerini söyler misin? Onu anneme götürmem gerek, bu tek isteği."

"Koza," dedim heyecanla ve bir anda kendimi durduramınca elim elini sıkıca tuttu. "Seni kabullendi mi? Koza, bu nasıl oldu?"

"Nil," dedi yutkunarak. "Sandık nerede?"

Elimi çektim çekinerek, sonra, “Tahmin etmesi zor değil," dedim. "Sadece birkaç saniye düşün."

Koza'nın gözleri kısıldı, sonrasında ise, “Nil Göktepe'nin mezarının içinde," dedi ve başını yeniden ufuk çizgisine çevirdi. "Bunu anlamalıydım, neşterleri de oraya gömdüğünde. Çünkü orası bizim mezarımız gibi."

"Mezarlar çok sır saklar," dedim başımı omzuma doğru düşürerek. "Bunu düşünerek yapmıştım, iyileştirmeyen her şeyi de o mezara gömdüm." Kısık sesle fısıldadım. "Neşterler de artık beni iyileştirmiyor."

Derin bir nefes verdi; kalp atışını duyuyor olamazdım, değil mi? Hızlıydı, hayır, bu sadece benim kalbimin sesiydi. "Çünkü artık ölmek istiyorsun," dedi.

"Hayır, senin de ölmeni istiyorum." Gözleri hiddetle bana döndü. "Kendimle beraber senin de ölmeni istiyorum çünkü fark ettim, ben nasıl bununla yaşayamıyorsam sen de yaşayamıyorsun."

Koza güldü. "Ölemem," dedi çocuksu bir sesle. "Helin beni seviyor." Gözlerim yeniden doldu. "Bu hayatta beni olduğum gibi kabul eden tek kişi Helin. Ne sen ne annem beni kabul ediyorsunuz. Bunu artık öğrendim, direnmeyeceğim, savaşmayacağım. Bununla da yaşamayı öğreneceğim."

"Annen," dedim acıyla. "Nasıl yani?"

Bana baktı, gözlerinden anlam veremediğim bir ifade geçti. "Onunla başka bir yol buldum, beni sevebileceği," dedi, acı çekiyordu ama mutluydu da. "İnan bana, vücudum yandığında bile bu kadar acı çekmemişimdir ama bana gülümsedi, elimi tuttu ve umutla baktı. Çektiğim acıya değdi ve şimdi düşünüyorum, belki seninle de denemeliyiz bunu. Gitmemen için bir sebep olursa seve seve senin için de aynı acıyı çekerim. Deliriyormuşum gibi bakma bana, delirmiş de olabilirim ama bir kez dinle." Heyecanı, hevesi... O kadar tuhaf ve o kadar yaralayıcı görünüyordu ki.

"Nasıl?" diye sordum, öyle kırgın ama bir o kadar da umutlu bakıyordu ki arafta kalmıştım.

Bir anda dizlerinin üzerinde hevesle kalktı ve elleri yüzümü buldu. Bir elinde hâlâ gidiş biletim vardı fakat gözlerinin içi gülümsüyordu. "Nil, biliyor musun, dün anneme kendimi Helin'in bir arkadaşıymışım gibi tanıttım," dedi Koza çocuksu bir umutla. "Belki beni o şekilde tanırsa sevebilir diye." Yüzünü yüzüme yaklaştırdı. "Bir yabancı olsam beni sever miydin sen de?"

Ben zaten, dedi iç sesim, ben daima.

"Söylesene," dedi nefesi yüzüme çarparken ve öylesine yakındı ki gözleri bu kadar yakından çok daha güzeldi. "Bir yabancı olsaydım ve senden hayallerini çalmasaydım yine de sever miydin beni? Senin için bir yabancı olurum, Nil." Bir eli enseme gitti ve parmakları saçlarıma dokundu, ardından sırtıma indi ve oradan karnıma. Yutkundu, acı çekti, acı çektim ve ağlamaya başladım. "Bunu senden almayan bir yabancı olsaydım," dedi elini karnıma bastırarak. "Beni sever miydin?"

Orada, benim günlerce sarılıp ağladığım, yeri geldiğinde kendimi yumrukladığım karnıma elini yaslıyordu. Kendimi suçladığım, herkesten önce bunu hak ettiğimi düşündüğüm çünkü seneler önce o evin içinde bebeğin ölümünden bile kendimi sorumlu tuttuğum karnıma dokunuyordu.

Gözleri öfkeyle doldu, ardından acıyla ve nefesini verirken bir anda başını karnıma yasladı. Kolları bacaklarıma dolanırken şaşkınlıkla ona baktım. "Sana artık gitme diyemeyeceğimi biliyorum ama senin bir çocuk sahibi olman uğruna şu an canımı isteseler veririm." Daha sıkı dolandı bacaklarıma ve çenesini karnıma yaslayıp alttan alttan bana baktı. "Sana yalvarıyorum gibi algılama ama bu mucize için yalvarırım Nil." Elimi kaldırdım ve dayanamayıp parmaklarımı saçlarına daldırdım, hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. "Deliriyormuşum gibi bakma bana, senin için deliriyorum zaten ama bu öyle bir delilik değil. İnan değil."

"Koza," dedim nefesim kesilirken. "İmkânsız. Hiçbir mucize bana işlemiyor. O kulağını dayadığın yer daima boş kalacak, benim bir çocuğum olmayacak."

Gözünden bir damla yaş düştü, sonra alnını karnıma yasladı ve derin bir nefes verdikten sonra karnımdan öptü. Boşluktu, orada kimse yoktu ama uzaktan biri izlese onun bir baba olduğunu ve çocuğunu sevdiğini düşünebilirdi. Uzaktan biri görse belki de onun bana gitmemem için yalvardığını düşünebilirdi.

Uzaktan biri görse çektiğimiz her acıya damarlarına kadar şahit olurdu.

Onun gözlerine biri şu an baksa hem çocuksu bir umudu taşıdığına hem de bu kadar acıya batmış olmasına şaşırırdı.

"Canım çok acıyor," dedi ve beni bir an bile bırakmadı. "Çok çaresizim. Ne yapacağım?" Kucağımda sanki çocuğunu kaybeden bir baba gibi ağlamaya başladı. Hıçkıra hıçkıra. "Sen gidince ne yapacağım? Bu şekilde nasıl yapacağım? Nasıl yaşayacağım?" Benden yardım istiyordu, herkes ve her şey bir yana, bu halde olmasının nedeni benken, yine gelip bana sığınıyordu.

"Koza," diye fısıldadım. Parmaklarım saçlarında daha fazla dolaştı ve ben de aynı şekilde ağladım.

"En iyi doktoru bulsak, bütün dünyayı dolaşsak, her yöntemi denesek?" Başını kaldırıp yeniden bana baktı. "Ben çok araştırdım, İngiltere'de bir doktor var..."

"İmkânsız Koza," dedim elim saçlarında gezinirken. "Zorlama."

Başını iki yana salladı. "Sadece senin hayallerin değil," dedi en sonunda. "Benim de hayallerimdi."

"Ve o hayaller bir mezarlıkta kaldı," dediğimde ellerimle yüzünü kavradım. "Belki bir tane de bebek mezarı yapman gerekiyor, bu kez isimsiz. Hiç olmayacak çocuğumuzun mezarı. Belki de annemin adıyla bir tane daha. Bilmiyorum Koza, başında ağlayacağım bir mezar bile yok ve bunun adı kayıptı."

"Nil," dedi ve elleri yumruk oldu, kâğıdın buruşma sesini işittim, ardından bir anda beni oturduğum sandalyeden kaldırıp yere indirdi ve her tarafımız denizin dalgalarından dolayı kumla doldu. "Nil," dedi elleriyle yüzümü kavrarken. Avcunun içinde bilet duruyordu ve tir tir titriyordu. "Ne olursun," dedi titreyerek. "Ne olursun."

Ne olursun. Ne olursun sakla bu sandığı.

Ellerim omuzlarına tutunmak istedi ama havada kaldı, sonra saçlarında, ardından göğüs kafesine koydum. Kalbi o kadar hızlı atıyordu ki yerinden çıkacak sandım. Yüzümü öyle sıkı kavradı ki bırakmak istemediğini anladım. "Ne olursun," dedi yalvarır gibi. "Çaresizlik terk edip gitmekle bitmez. Bak, sana yalvarmıyorum ama ne olursun." Yalvarıyordu ama farkında bile değildi. Asıl çaresizlik buydu.

Ne acıydı; bütün acılara, bütün çektiklerime ve bütün çırpınışlarıma rağmen ona böylesine âşık olmam ne acıydı. Yüzüne bakarken içimin titremesi, gözlerinde kendimi gördüğümde oraya yerleşmek istemem, vücudunun ısısını paylaşmak için yanıp tutuşmam, kalbini korumak ve saçlarını okşamak istemem ne acıydı.

Tırnaklarım çıplak göğüs kafesine saplandığında, onun da bir eli ensemdeki saçlarıma ulaştı. "Mucizeler gerçekleşmez belki," dedi gözlerimin içine bakarken. "Ama elimden gelen her şeyi yaparım bizim için. Benim elimden bunu alma, kendini benden alma." Yüzümü okşadı, saçlarımı ve biraz daha yaklaştı. "Çünkü biliyorum, gidersen orada da mutlu olmayacaksın." Başını iki yana salladı. "Seneler sonra seninle karşılaşıp acı çekmek istemiyorum ben, senelerimi seninle geçirmek istiyorum. Her şeyi boş ver, Nil. Ben seneler sonra seninle geçiremediğim zamanları bilerek bu kez dolu bir mezarın başında seninle konuşmak istemiyorum."

Kafamın içinde Lâl'in mektupta yazdıkları döndü, Mutlu'nun dün sabah olan konuşmaları ve diğerlerinin yüzü. Koza için atan kalbimin sesi kulaklarımdaydı.

Fakat bir yandan da bir bebek sesi vardı, belki de akşam deniz kenarında anne ve babasıyla oynarken kahkahalar atan çocuğun kulaklarımda bıraktığı sesti. Onu izlemiştim, içim gitmişti, içimin gittiğini bilmiyorlardı.

Her iki türlü de nasıl yaşanırdı?

"Nil," dedi dişlerini sıkarak. Gözlerim yüzünün her parçasında gezindi ve dudaklarına baktım. Gün ışığı profilindeydi, kahverengi gözü parlıyordu, mavi gözü karanlıktaydı. "Nil," dedi derinden gelen bir sesle. "Sözlerimi çiğnetme, çiğnemeyeceğim."

"Koza," dedim elim kalbinin üzerinden çenesine ilerlerken. "Ben sana bir söz verdim mi?" diye sordum.

"Hayır," dedi ve gözleri dudaklarıma kaydı. "Söz vermedin."

Aklım ile kalbim arasında kaldım o an ve ilk defa, hayatım boyunca ilk defa aklımı yok ederek kalbimi dinledim. Kendimden bile beklemezken bir anda Koza'nın dudaklarına yapıştığımda bir elim çenesini sıkıca kavradı ve diğer elim saçlarına dolaştı. Koza ilk önce şaşkınlıkla nefesini verdi, sonrasında ise acıyla ve heyecanla saçlarımı daha sıkı kavrayarak öpüşümün karşılığını bulmasını sağladı.

Onu daha önce hiç öpmemiştim ama defalarca onu öpmenin hayalini kurmuştum ve şu an, belki de en doğru zamanda ya da en yanlış, bilemiyordum, onu öpüyordum. Üstelik o beni öpmeme sözünü çiğnemeden, ben kendime verdiğim sözü unutarak onu öpüyordum.

Ve bunun adı aşktı; daha önce tatmadığım, denk gelmediğim hatta nefesiyle bile yaşayacağımı hissettiren bir duygu, bunun adı aşktı. Hayallerimden bile daha güzel, daha canlı ve daha gerçek.

Bir eli saçlarımda dolaştı ve diğer eli belimi sıkıca kavradı. Parmaklarının baskısı kalbimin daha hızlı atmasına neden olduğunda saçlarını öyle bir çekiştirdim ki dudaklarının arasından bir inleme döküldü, sonrasında ise yavaşça geriye çekildi.

Birkaç saniye, sadece birkaç saniye gözlerimin içine baktı, ardından bu kez o beni öptü. Nemli dudakları dudaklarımın arasına yerleştiğinde, dili dudaklarımın çizgisinde hareket etti, göğsümü göğsüne yapıştırdım ve onu kendime daha fazla çektim.

Bu bir veda öpücüğü müydü yoksa onu hayatıma tamamen dahil mi ediyordum, bilmiyordum ama tek düşündüğüm, onu öpmeyi nasıl bırakacağımdı.

Koza saçlarımdan tutup aşağıya doğru çektiğinde başım geriye gitti ve yüksek sesli bir nefes verdim, ardından elleri belimi sıkıca tuttu ve havalandırdıktan sonra beni kumlara, dalgaların arasına yatırdı. Dudakları bir an bile olsun benden ayrılmazken o da üzerime uzandı. Sırılsıklam olduğumda ve dudaklarımızın arasından denizin tuzlu tadı geldiğinde dişleriyle dudaklarımı çekiştirdi ve bir elimi tutarak yere sabitledi.

O elinin içinde buruşturulmuş bilet vardı, avcunun içindeydi. Elimi sıkıca tutup suya doğru götürdü, bilet denizin dalgalarına karıştığında parmakları sıkıca elimi tutmaya devam etti ve diğer eli de elimi buldu.

O bileti beraber denizin dalgalarına bırakmamızı sağlamıştı.

Derin bir nefes verdi ve o an, beni bırakmayacak kadar sıkı tuttuğunu anladım. Ellerimi kumlara sabitlemişti; üzerimdeki çıplak teni, bana dokunuyordu.

Nefesi bal gibiydi, dudakları benim için yaratılmış olmalıydı ve vücudumun her boşluğunu dolduran vücudu için şu an titriyordum. Bu titremenin sebebi vücudumuza vuran soğuk deniz suyu değildi çünkü ikimiz de sıcacıktık.

Beni öyle bir öptü ki onun da bunu daha önce kaç kez hayal ettiğini merak etmiştim.

Geriye çekildi, gözleri açıldı, ateşi gördüm, ardından alnımdan öptü ve yanağımdan, sonra ellerimi kumla daha fazla bastırdı. Üzerime tamamen ağırlığını verdiğinde yüzünü yüzüme yaklaştırdı, dudaklarını dudaklarımın üzerine işkence çektiriyormuş gibi sürttü, derin bir nefes verip gülümsedi.

Dudakları çeneme dokundu, ardından boynuma ve en sonunda köprücük kemiğimdeki dövmenin üzerinden öptüğünde gözlerimiz kesişti.

Kıvrandım ve ateş yükseldi; ondan kurtulmaya çalıştığımı düşündü ve eli gevşedi ama daha sıkı tuttum. Yeniden yüzüme yaklaştığında iç sesim o cümleye devam etti.

Ben zaten hep seni sevdim, dedi. Ben daima seni sevdim, Koza.

"Nil," dedi dudaklarıma doğru fısıldayarak. "Benim güzel Nil'im." Her konuştuğunda dudakları dudaklarıma sürtündü. "Gidecek misin benden?" diye sordu ve elleri ellerimi daha sıkı kavradı. Gözlerim yan tarafımdaki dalgalara döndü, suyun arasındaki buruşturulmuş biletimi gördüm. Yanağını yanağıma dokundurdu, görüş alanımı kapattı ve yeni çıkmaya başlayan sakalları sürtündüğünde kokusu burnuma doldu, onun kokusu kanımı alevlendiriyordu. "Nil," diye fısıldadı kulağıma. "Gidecek misin bizden?"