Koza'nın güncesinden...
10.04.2020
Günlüğümün bu sayfasındaki kelimeleri sana ayırıyorum, çocuk Poyraz.
Bugün anneni bulup elini tuttun, ağlayarak ona direndin.
Dinle Poyraz, bugün ilk kez bir hayalin gerçekleşti; demek ki o kadar da kötü bir çocuk değilmişsin.
En azından annenin gözünde olmasa bile benim gözümde.
Artık nefret etmesem bile seni affetmiyorum çünkü içimdeki korkan tarafım senden miras.
Korkmazsan korkmam. Korkmazsan affederim seni.
Bak canını bile vereceğin kız kardeşine; ne kadar güçlü, öyle değil mi?
"Poyraz Aktan"
Üzerini karaladım.
"Birinci Sokak Nöbetçisi, Koza"
***
YANKI SARCA
1 gün önce...
“Sevdiğin birisi için ölmeyi hiç göze aldın mı?” diye sormuştu bir keresinde Bartu bana. Helin'i tanımadan beş ay, on gün öncesiydi. Dışarıdaydık, alkol almıştık ve canı sıkkındı.
Cevap vereceğim sırada bakışlarını bana çevirip, “Ben göze alırım,” demişti. “Hepiniz için ölmeyi göze alırım,” diye devam etmişti, ardından Lâl'e bakmış ve bana doğru eğilip, “ama onun için…” demişti. “Defalarca ölürüm, Yankı.”
“Ben aldım,” demişti Işık sessizce. Gözleri denizdeydi, yanında uzanan Mutlu uyumak üzereydi. Yine olsa yine alırım ama tek bir kişi için alırım. Kastettiği Mutlu'ydu.
“Ben de alırım,” diye aynı cevabı vermişti Mutlu, onun ardından gülümseyerek. “Ama bazılarınız için sadece yaralanırım, ölmemi beklemeyin.”
Lâl sessizdi, gözleri denizden ayrılmıyordu. Onun vereceği yanıtı hiçbirimiz bilmiyorduk, hiçbir zaman da emin olamazdık ama bakışlarını bize çevirdiğinde, “Kimse için ölmeyi göze almam,” demişti ellerini kaldırıp. “Kimse de benim için ölmeyi göze alsın istemem.”
Konuşma sırası en son bana geldiğinde Bartu'nun elinden sigarasını alıp söndürdükten sonra, “Ben ölürüm hepiniz için,” demiştim yarı alaylı yarı ciddi, ardından Bartu'ya doğru eğilip devam etmiştim. “Fakat uğruna defalarca öleceğim kimse yok.”
O gün, o sahilde beş kişiydik, iki eksiğimiz vardı ve orada sadece Bartu’yla ikimiz bu aile için canımızı verirdik. Bartu'nun gerekçesi, tek ailesi olmamızdandı. Benim gerekçemse yaşamaktan keyif almamamdı.
O beş kişi sonrasında aynı şekilde devam ettik, güldük, eğlendik, mutlu olduk, içtik. Mutlu dans etti, Bartu Lâl'e aşkını gizli saklı olsa da gösterdi, Işık umursamazlık maskesini taktı. Ben yalnız hissetsem de bunu göstermedim.
Ama sonucunda bir noktada ayrılmıştık ve bunu şu an, Koza'nın gözlerinin içine bakarken fark ediyordum.
Biz önceden bir aile değildik, şimdi olmuştuk; Koza ve Helin dahil olduğunda. Helin bir kalbi attırmıştı, Koza ise dik bir iskelete dönüştürmüştü. Şimdi aynı şekilde bir sahilde olsaydık herkes hiç düşünmeden canını vereceğini söylerdi birbiri için, hem de bütün öfkesine rağmen.
Sokak Nöbetçileri beş kişiyken düğüm bile olamamıştı ama şimdi kördüğümdü.
"Koza," dedim sakince. Mezarlıktaydık, diğerleri geride kalmıştı. "Sevdiğin birisi için ölmeyi hiç göze aldın mı?"
"Aptal, geri zekâlı," dedi Koza dişlerini sıkarak. "Kendini feda etmene izin vermeyeceğim."
Derin bir nefes verip, "Koza," dedim yine. "Soruma cevap ver."
Kaşları çatıldı, dişleri kenetlendi. Eskiden olsa cevapsız kalırdı ama artık eskiden olduğu kişi değildi; Koza çocukken tanıdığım o kişiye dönüşmüştü. "Aldım," dedi. "Eskiden. Çocukken."
"Şu an alır mısın?" diye sordum.
Bir kez daha derin bir nefes verdi. "Alırım," dedi.
"Kim için?" diye sordum.
"Kimler için?" diye düzeltti sorumu. Ne demek istediğini anladım ama açıkça dile getirmedim.
"Bizim dışımızda?" diye sordum bu kez. Amacım canını sıkmak değildi ama alacağım cevaptan da emindim.
"Bunu neden yapıyorsun?" diye sorduğunda yutkunduğunu gördüm. Gözleri arka tarafa kaydı, ardından yüzüme yaklaştı. "Amacın ne?"
"Bizim dışımızda, Koza?" diye sordum bir kez daha. "Cevap ver, açıkça söyle."
Eliyle üzerindeki ceketin yakasını düzeltti, boynunu çıtlattı. "Onun için," dedi, sanki kimsenin duymasını istemiyormuş gibi. "Annem için."
Gülümsediğimde çocukken her gece yatmadan önce annesine yalvardığı aklıma geldi. "O halde şimdi beni feda etmen gerekiyor," dedim başımı sallayarak. "Çünkü anneni kurtarmanın tek yolu bu."
Başını omzuna yatırdı, gözleri açıldı, ardından, "Bu bir tercih hakkı mı?" diye sordu. "Eğer öyleyse senin gelmişini, geçmişini..."
"Hayır," dedim elimi omzuna koyup sıkarak. "Bir planım var." Kollarını önünde bağlayıp dinleme pozisyonu aldı. "Harun Aktan sandığımız kadar zeki biri değil," dediğimde adını duyduğu için ürperdiğini hissetsem bile devam ettim. "Ama sandığımızdan daha kötü ve zaaflara oynamayı çok iyi beceriyor. Kötü bir insana sadece vicdanınla ve sevginle gidersen seni alt eder fakat onunla oynarsak ve kötülükle gidersek çok çabuk ağımıza düşecek. Parça parça gideceğiz, Koza. Yedimiz birden değil, dağılacağız ve parça parça halledeceğiz."
Ne demek istediğimi anladı ama dinlemeye devam etti. "Onu hiç ummadığı yerden vuracağız ve elindeki kozları göreceğiz. Harun Aktan'ın en büyük silahı bizim birbirimize olan bağımız, bu ortada. Tek bir tanemizin arkada kalmayacağını biliyor; bunun aksini ona gösterirsek ayarlarıyla oynayabiliriz." Bir an gözleri ışıldadı. "Adımlardan bir tanesi Mahir Güneş olacak," dedim.
Duraksamadan, "Baban yani," dedi.
Bildiğini biliyordum, bildiğimi biliyordu. Gülümsediğimde yüzümdeki hayal kırıklığını gördü. "Bir insanın aynı anda iki babasını da kaybetmesi çok zordur," dedim başımı sallayarak. "Ama Mahir Güneş'i Önder Sarca'dan daha az seviyorum ve o da beni Önder'den daha az seviyor."
Açıkça dile getirdiğim cümlelerin canını yaktığını fark ettim. "Onu öldürdüğünde sen olmaktan çıkacaksın," dedi emin olduğum şeyi dile getirerek. "İzin ver, bunu ben yapayım."
Başımı iki yana salladım. "Bu benim meselem. Ben yapacağım." Elimle geçiştirdim. "Yarın anneni kurtaracağız." Net cümlemin ardından bir kez daha ürperdiğini hissettim fakat bu kez acılıydı. "Harun Aktan'ın algılarını dağıtabilecek tek kişi benim. Kendimi ona sunacağım, kendisi bizzat bana gelecek."
"Çünkü Mahir Güneş'le görüştüğünde o seni çoktan Harun'a satmış olacak," diye mırıldandı.
Başımı olumlu anlamda sallayıp sırıttım. "O bana geldiğinde alt ettiğini düşünmese bile ondan bir adım önde olduğumuzu anlamayacak." Parmağımı şaklattım. "Kendi ininden ayrıldığı için annene ulaşmak daha kolay olacak. O herif zaaflara oynamayı çok seviyor ve biz şu an, ilk önce anneni kurtarmadan ona savaş açarsak rahatlıkla onu bize kullanabilir." Çaresizce nefesimi verdim. "Ve amacının da bu olduğunu düşünüyorum. Onun silahı, anneniz."
Koza alayla bana baktı. "Annemi…" Kelimeyi söylerken zorlandı. "Öylece bırakıp geleceğini mi düşünüyorsun?"
"Hayır," dedim net bir şekilde. "Asıl olay da burada başlayacak. Bize annenin yerini o söyleyecek."
Koza'nın dudakları aralandı, gülümsedi. "Çünkü onu tuzağa düşüreceksin."
Gülümsedim. "Sayılır. Yani hem tuzağa düşmüş olacağım hem de onu düşüreceğim. Sonucunda belki ben öleceğim," yüzündeki gülümseme silindi, "ama siz annenin yerini öğrenmiş olacaksınız. Bir kumar oynayacağım."
"Peki bizi hiç beklemediğimiz yerden vurursa?" diye sordu sert bir sesle. "Anneme ulaşmayı bırak, yine yenilirsek?" Dişlerini sıktı. "Ben onu yenemiyorum, Sonuncu," dedi aynı ses tonuyla. "Ama o yenilsin istiyorum." Bir kez daha bana yaklaştı ve kısık sesle devam etti. "Korkuyorum, amına koyayım. Ondan hâlâ çok korkuyorum, geçmeyecek mi bu his?"
Mahir Güneş'e karşı olan korkum ve Önder Sarca'ya karşı olan zaafım karşımda dikildi. "Onun gibi olmaktan korkmadığında geçecek," dedim, senelerdir içimde tuttuğum o cümleyi söyleyerek. "Sen hiçbir zaman Harun Aktan olmadın, Koza. Kötü olmayı deneyip kendini cezalandırmaya çalıştığında bile."
Omuzları hafifçe düştü, derin bir nefes verdi. Bakışlarını benden ayırırken aklından ne geçtiğini biliyordum ama dile getirmedi. "Onu ben öldürmek istiyorum," dedi net bir sesle. "Ama sanki karşısına geçsem yine beş-altı yaşlarıma döneceğim, Sonuncu. Şiddetten değil, hissettirdiklerinden korkacağım. Çok değişik bir his, anlatamıyorum." Gözlerini gökyüzüne çevirdi. "Anlatamıyorum," dedi bir kez daha. "Helin'in gücünü kıskanıyorum o adam konusunda. Karşısında dimdik durup karşı koyabildi, ben bunu asla yapamam."
"Koza," dedim sakince. "Sana tek bir şey söyleyeceğim." Ellerimle yüzünü tuttum ve bakışlarının bana dönmesine neden oldum. "Eğer ben Mahir Güneş'i öldürebilirsem sen de Harun Aktan'ı içinde yenebilirsin." Yutkundu. "Büyüdük Koza, hem de birkaç yıl önce değil, hepimiz farklı zamanlarda büyüdük. Bartu Lâl'den vazgeçmeye çalışırken büyüdü, Lâl seninle yüzleşirse büyüyecek," dişlerini sıktı, "Mutlu geçmişiyle yüzleştiğinde." Başımı omzuma yatırdım. "Işık vurulduğunda büyüdü." Başını iki yana salladı. "Helin hangi aşamada büyüdü bilmiyorum ama hepimizi biraz da o büyüttü. Sen de büyüyeceksin, Harun Aktan'ın karşısında durduğunda."
Ellerini omzuma koyup derin bir nefes aldı. "Peki ne yapacağız?"
"Onun gibi düşüneceğiz," dedim net bir sesle. "Ama onu en iyi tanıyan Helin’le ikinizsiniz."
"Helin olmaz," dedi net bir sesle.
"Biliyorum." Ellerimi yüzünden çektim. "İlk kez Harun Aktan gibi düşünmeni isteyeceğim; sence bize oynayacağı en büyük koz ne annen dışında?"
Eli ensesine gitti, saçlarını karıştırdı. Her ne düşünüyorsa bu onu rahatsız etti. "Onun gibi değil, kendim gibi düşünüyorum," dedi kısık sesle. "Siz konusunda en büyük kozum birbirinize olan bağınızdı."
"Başka?" diye sordum.
"İnançtı," dedi.
"Başka?"
"Hepinizin tercih ettiği birileri vardı," dedi. "Bartu'nun Lâl, Mutlu'nun Nil, Nil'in Mutlu, senin…" Kaşlarını çattı. "Senin için yoktu çünkü tercih bile edilmezdin, hiçbiri seni tercih etmezdi, Lâl dışında."
"Lâl beni hiç tercih etmedi," dedim kendimden emin bir sesle. "Ama konumuz bu değil."
"Bu kadar işte," dedi sert bir sesle. "Birbirinize kırdırmak ilk planımdı ve elimde büyük bir..." Gözleri açıldı. "Birbirimize kırdırmak," dedi net bir sesle. "Onun en büyük kozu bu. Helin ve Nil eline düştüğünde ilk kozu buydu. O masada otururken de öyleydi ve sürekli bir ima içindeydi." Gözleri parladı, o tanıdığım korkusuz Koza karşımdaydı. "Seni şu an kırdıracağı tek kişi Helin," dedi. "Ve beni de öyle."
"Yani Helin'i bize karşı mı kullanacak?"
"Hayır," dedi ve olduğu yerde hareketlendi. "Hayır, dinle. Helin'e karşı bizleri kullanacak. Helin'in ondan korkmadığının farkında, canını vereceğinin de. Helin'e karşı beşimizi kullanacak."
Başımı salladım. "Ya da kırmakta en zorlandığı kişileri," dedim ikimizi göstererek. "Büyük ihtimalle ikimizi Helin'e karşı kullanacak."
"Ya kullanmazsa?" dedi. "Ya başka bir şey yaparsa?"
"Kullanmasını sağlayacağız. Sen onu bu yola iteceksin, ben de öyle. Sadece aklımızla ondan bir adım önde olacağız."
Birkaç saniye düşündükten sonra, "Birimiz…" dedi. "Helin için kendisini feda mı edecek?"
"Evet," dedim net bir sesle.
"Siktir git!" dedi Koza. "Filmini başka yerde çek. Yedi kişiden biri ölürse biz kazanmış sayılmayız."
"Hayır," dedim omzundan hafifçe itekleyerek. "Bir insanı en rahat kazanırken yenersin Koza çünkü zafer insanı kör eder. Ona kazanmış gibi davranacağız. Kimseye bir şey olmayacak." Söz veremedim, bunu fark etti. "Olmaması için elimden geleni yapacağım."
"Helin ikimizi de feda etmez," dedi sakince. "Ayrıca böyle bir şey yaptığında hayatta olsan bile karşısına geçince Helin bağırsaklarından ip atlayacak. Bunun farkında mısın?"
"Harika ip atlamaz mı ama?"
Sertçe karnıma yumruk attı, acıyla inledim. "Kardeşime yükselmekten vazgeç, göt herif."
Gülmeye başladığımda eğildiğim yerden, “Helin beni feda edecek," dedim. "Çünkü aile onun her şeyidir, kardeşi de öyle. Bunu daha önce söyledi."
"İnan Sonuncu," dedi Koza alayla. "Seni feda etmesini çok isterim, başımı ağrıtmaktan vazgeçersiniz ama benim kardeşim salak ve sana âşık."
"Çok güzel âşık değil mi ama?" Bu kez de sertçe sırtıma vurdu. "Lan! Dövüyorsun şu anda beni!"
"Geç bile kaldım mal herif."
"Bu arada sana bu akşam sürprizim var," dedim. "Güzel bir hediye olacak."
"Ne sürprizi? Evlenme teklifi mi edeceksin bana?" Sırıttım, yüzüme baktı, sırıtmaya devam ettim. "Kardeşime yürüme diye seninle sevişebilirim," dedi.
Kahkaha attığımda bulunduğumuz zaman ve mekân sanki tamamen değişmişti. "Kardeşine ölesiye aşığım, Koza. Kimse onu benden ayıramaz."
"Ölüm bile bizi ayıramaz, diyecek misin kıro herif?"
"Ölüm bile ayıra..." Enseme vurdu. Doğrulup karnına vurdum ve o da bana karşılık verdi. Karşılıklı can yakmayan bir şekilde yumruklaşırken, “Eğer başına bir iş gelirse mezarına çocukken yüzüne işediğim fotoğrafı koyar, her gün gelip toprağına işerim," dedi.
Geriye çekildiğimde güldüm. "Merak etme," dedim derin bir nefes vererek. "Bugün gerçekleşecek sürprizden sonra ölmemi isteyeceksin zaten. Akşam seninle planı daha detaylı konuşacağız."
Bir anda yüzündeki gülümseme silindiğinde birkaç saniye sessiz kaldı, ardından gözlerini gözlerime dikerek cevabını bildiğini düşünsem de, “Sen ne zaman büyüdün peki?" diye sordu.
Aklıma yine o sahil geldi. Kendimi her zaman çocuk olmamış gibi düşünürken aslında çocuktum ve büyüdüğümü hissettiğim an, bambaşka bir andı. "Helin için defalarca öleceğime emin olduğumda," dedim başımı sallayarak. "Çünkü beni ölmekten vazgeçiren, bir başkası için bütün kalbimle ölebileceğimi hissetmemdi."
Günümüz...
"Şimdi tercihini yap, hangisinin yaşamasını istiyorsun? Abinin mi yoksa eşinin mi? Geçen sefer olduğu gibi sadece beş dakikan var, eğer bu beş dakikada karar veremezsen ikisini de kaybedeceksin."
Söylemiştim ve duymuştu, biz artık bütündük ve hiçbir şey parçalayamazdı.
Fakat yine de zihnimde Helin'in önceden söylediği cümleler döndü.
Teknedeydik, soru cevap yapıyorduk.
"Aşk ve kardeşin arasında kalsaydın, hangisini seçerdin?" diye sormuştu Işık.
Çok düşünmemişti. "Bir ailenin sevgisine muhtaç kalarak büyüdüm," demişti. "Kardeşim benim için herkesten daha üstte olurdu. Aşktan vazgeçebilirim ama kardeşimden asla."
Telefonun ucundaki sessizlik; nefes sesi bile yoktu. Bir yanım sorunun cevabını çok iyi biliyordu ve cevaptan emin olarak bu yola çıkmıştı, seçeceği kişi Koza olacaktı.
Koza olmalıydı, Koza olsun isterdim.
İçimdeki bencil tarafıma kulak verdim, bütün açıklığıyla beni tercih etmesini ister miydim, diye. Hiçbir yanıt ulaşamadım, hiçbir yanıt yoktu. Tercih edilmeyeceğimden tamamen emin gibiydim.
Peki ya bu yanıtla seneler geçer miydi?
Başımı eğdiğim yerden kaldırıp bakışlarımı sokak lambasına çevirdim. Gözlerim kısılırken telefonun ucundaki sessizlik devam etti. Harun Aktan'ın gözleriyse benim üzerimdeydi.
Ağzımdan akan kanı üzerimdeki tişörte silip daha dik durmaya çalıştım ve gözlerimi bir an bile sokak lambasından ayırmadım. Bu sokak lambasında onu öpmüştüm, başka bir sokak lambasının altında beni terk etmişti ve yine bir sokak lambasının altında bir tercih masasında ona sunuluyor, belki de onun için kendimi feda ediyordum.
"Buna…" dedi Helin; sesinin titrediğini fark ettim. Çenem kasıldı. "Buna bir cevap veremem."
Harun Aktan'ın keyfi yerine geldi, ağzı keyifle sağa kaydı. "Geriye kaldı üç dakikan güzel kızım." Nefretle soludum. "Artık bir karar vermen gerekiyor."
Sessizlik.
Anlıyordum, çok zordu. Bir yanım bekle yanıtını dedi, diğer yanım bitir bu işi dedi. Gözlerim sokak lambasından köşedeki kameraya döndü. Harun Aktan'ın bilmediği ama benim, bizim bildiğimiz o kameraya.
"Eğer Koza dersem," dedi Helin, acı dolu kısık sesiyle. "Onunla beraber ben de burada ölürüm, duydun mu?" Son çırpınışlarıydı. "Burada onunla beraber ölürüm."
"O halde sen ölme diye sevgili eşini mi öldürmeliyim güzel kızım?" Sessizlik devam etti, ağır bir sessizlikti. "Son iki dakika," dedi Harun Aktan. "Zamanın daralıyor, yoksa ikisine de veda mı edeceksin?"
"O benim abim," dedi bir anda Helin acıyla. "Onu çok geç buldum, beni duydun mu?" Harun Aktan bana büyük bir imayla baktı. Gözlerinde yatan anlamı fark ettim.
"Anlıyorum güzel kızım," dedi Harun Aktan. "Anlıyorum seni ama bana net bir yanıt vermen lazım. Beni iki dakika sonra aramazsan ikisi de canından olacak."
Yeniden kameraya baktım ve Helin'in acıyla, "Lütfen," dediğini işittim. Bu son damlaydı. Harun Aktan telefonu kapattı ve bakışlarım ona döndü.
"Aptal herifin tekisin," dedim bir kez daha yüzüne bakarak. "Hatta seninle bir savaşa girerken keyif alacağımı düşünüyordum ama sen bütün o şerefsizliklerinin ve kansızlıklarının yanında da aptal herifin tekiymişsin. Sana gerçekten bir kez daha yenileceğimizi düşündüren ne?"
"Ne saçmalıyorsun çocuk?" diye sordu küçümseyici bir tavırla.
"Bu oyundan sıkıldım." Çok kısa bir an bakıştık ve o kısa bakışmada her ne gördüyse yüzündeki gülümseme direkt soldu. "Şu an ben sana tam iki dakika veriyorum, Harun Aktan," deyip gülümsedim. "Bu iki dakika içerisinde çocukların annesinin yerini söylemezsen ben buradan sağ çıkamayacağım ama sen de çıkamayacaksın." Harun Aktan güldü, ardından duraksadı ve ardından bir kez daha güldü. Öne eğildim ve kısık sesle, “Bir aptalı defalarca alt edebilirsin," dedim. "Ama aptala yatan birisini alt etmek çok zordur, Harun Aktan. Şu an benim inimdesin, kendi ayaklarınla geldin ve en büyük sorunun hırsın ile kibrindi."
"Ne saçmalıyorsun?" dedi ve etrafındaki adamlara baktı, ardından bir tanesinin elinden sertçe silahı alıp alnıma yasladı. "Şu an buradan sağ çıkacağını mı sanıyorsun?"
"Diyorum ya," dedim kaşlarımı kaldırarak rahat bir ifadeyle. Ağzımdan akan kanı bir kez daha tişörtüme sildim. "Ben sağ çıkamayacağım belki ama sen de çıkamayacaksın." Başımla evin köşesindeki gizli kamerayı gösterdim. "Şu an Sadık Orhan tarafından izleniyorsun, Harun Aktan. Gözleri üzerimizde ve bana herhangi bir zarar verdiğin an," bakışlarımı tepemizdeki o sokak lambasına kaldırdım ve diğerlerine. "Bu lambalar tek tek patlayacak." Gülmeye başladığımda yüzündeki ifade, resmi çizilip saatlerce karşısında sigara içilecek kadar harikaydı. "Patlamak derken, sanma ki bu ışıkların sönmesi anlamına geliyor. Senin o arabaya koyduğunun belki de daha fazlası. Bu sokak alev alır, evim patlar, her yer yanar, ben yanarım," çenemle onu işaret ettim, "ama sen de yanarsın." Elindeki silahın bir an titrediğini fark ettim. "Ve aslında bilmen gerekiyor ki şu an tercihin bir anlamı yok, ben kendimi feda ettim. Eğer çocukların annesinin yerini söylemezsen kameraya yapacağım tek bir hareketle öleceğiz."
Helin'in beni bulduğu ve ölümden döndürdüğü sokak lambasının altında ölebilirdim ama bu kez onun için olurdu. Farklı bir kumar, can yakıcı bir denklemdi ama güzeldi. Canımı artık yakmayan sokak lambaları, onun için bir silah olabilirdi.
"Ölmeyi göze aldığına inanmamı bekliyorsun?" Ama göze aldığımın da farkındaydı.
Elindeki silah daha fazla titredi ama ayağının geriye doğru gittiğini gördüm. Dilimle damağıma üç kez vurup, “Çok ayıp," dedim başımı iki yana sallayarak. "Kaçarak kurtulacağını mı sanıyorsun sahiden? Hadi ama; asıl sen ölümden korkmadığını söylüyordun, ne oldu şu an?" Güldüm. "Ben hiç korkmuyorum şu an; ölürüm ama dünya da senin gibi bir pislikten kurtulur."
"Yalan," dedi boğazını temizleyerek. "Şu an yalan söylüyorsun."
"Ben yalan söylemem," dedim net bir sesle. "Ve bunu en iyi sen bilirsin çünkü sana yazdığım mektuplarda bunu tek tek anlattım. Ezberle dedim sana. Bil." Kameraya baktım, ardından sokak lambasına. "Son bir dakikan kaldı şerefsiz herif, tercihini yap. Canın mı yoksa çocukların annesi mi?"
Yenilgi bir insanın gözlerinde yer aldığında bunu görürdünüz, görmekten öte hissederdiniz. Harun Aktan'ın gözlerinde bir yenilgi yoktu ama pes ettiğini anlayabiliyordum çünkü ilk defa o iğrenç bakışlarında korku vardı.
"Yalan söylüyorsun," dedi tekrar fakat bir adım daha geriye gitti. O sırada çevresindeki adamların da gerilediğini gördüm hatta iki tanesi o kadar uzaklaşmıştı ki neredeyse kaçıyorlardı.
"Dene o zaman şansını," dedim alayla. "Patlat o arabayı, öldür Koza'yı. Emin ol, ardından biz de gittiğimizde eğer bir cehennem varsa orada bile senden intikam alırız." Kaşlarımı çattım. "Son otuz saniye."
Harun Aktan'ın elinde tuttuğu silah titrerken bakışları korku doluydu. Bu anı, Koza ve Helin'e göstermek için her şeyimi verebilirdim, canımı bile; ki onlar için canımı vermeye hazırdım.
Sessizliği keyif vericiydi. "Hadi ama," dedim sıkılgan bir sesle. "Hani korkmuyordun ölümden? Seviyordun oyun oynamayı? Ne oldu? Hatırlasana, bize bir oyun oynamıştın, bu daha az mı keyifli Harun Aktan?"
Silah daha fazla titredi. Sadık Orhan'ın kameranın başında beklediğini biliyordum, Koza'nınsa o arabanın içinde korkuyla durduğunu. Kendi canı için değil, benim canım için.
"Beş," dedim geriye sayarak. "Dört, üç, iki…" Harun Aktan'ın elindeki telefonum çalmaya başladı. Harun Aktan telefona baktı ve derin bir nefes verdikten sonra kulağına götürdü. Kısa bir sessizlik oldu. Helin tercihini mi söyledi, bilmiyordum ama Harun Aktan silahı alnıma dayalı tutarken, bir anda alnımdan indirdi ve dişlerini sıkarak hırladı.
Birkaç saniye sonunda, "Anneniz sizi büyüttüğüm evde," dedi net bir sesle. "Helin orada." Telefonu kapattıktan sonra yere atıp parçaladı, ardından diğer elinde tuttuğu telefona baktı, ne yapacağını bilemedi ve öfkeyle bağırarak birkaç düğmeye bastı. Sinir krizi geçiriyordu, karşımda çırpınıyordu ve bu yaşadıkları henüz hiçbir şeydi.
"Sadık Orhan," dedim gülerek. "Koza. Duydunuz, değil mi; o evin oraya korumalar gönderin, önceden davranamasın." Sert bakışlarla bana döndü, ne olduğunu anlayamadı, ardından dudakları aralanırken çenemi çevirip kulağıma baktı. Dinleme cihazı olmadığını gördüğünde bir anda üzerimdeki tişörtü çıkarmaya çalıştı fakat bunu da beceremedi. Sertçe yırttığında gülmeye başladım. Öfke miydi, zafer miydi, gerçekler miydi, bilmiyorum ama gülüşüm sokakta çınladı. Tişörtü yırtıp çıkardı fakat yine dinleme cihazına ulaşmadı.
"Nerede?" dedi yüksek bir sesle. "Nerede?"
Adamları onu dehşetle izlerken hiçbirinin onu böyle görmediğini anladım.
"Salak herif," dedim. "Kemerimde. Al bi selam ver, eminim şu hallerine keyifleniyorlardır."
Eli kemerime gitti, ardından durdu ve bağırmaya başladı. Öyle gür sesle bağırmaya başladı ki bağırışlarını kahkaham kesti, ardından yüzüme sert bir yumruk geçirdi. Gülmeye devam ettiğimde bir kez daha vurdu. Elini saçlarına geçirdiğinde çöktüğü yerden kalktı ve adamlarına baktı.
"Bu daha başlangıç," dedim kan çeneme doğru akarken. "Artık onlar senden değil, sen onlardan kaçacaksın, Harun Aktan. Seni mahvedeceğiz ve ben bunları sana tek tek mektuplarımda anlattım. Korkmadın mı? Korkutamadım mı? Artık korkuyorsundur. Senin yüzünden bir çocuk öldü, bizim her şeyimizdi. Sadece onun için bile senin kemiklerini tek tek kıracağım ve acıyla iyileşmeni bekleyeceğim. İyileştikten sonra bir kez daha kıracağım. Yapacağım bunu, inanmıyor musun? Artık inanıyorsundur, değil mi?"
Yerde üvey babamın ölü bedeni vardı, karşımda âşık olduğum kadının ve kardeşinin hayatını karartan o kişi. Bütün bunlara rağmen hayatımın belki de en mutlu olduğum anlarından bir tanesiydi.
"Bunu kazanç mı sanıyorsun?" dedi dişlerini sıkarak ama gözümde ne kadar küçüldüğünün o da farkındaydı. "Ben hâlâ nefes alıyorum ve yapabileceklerimin farkında bile değilsin."
"Zaten ölmeni istemiyoruz ki," dedim omzumu kaldırıp indirerek. "Bize canlı lazımsın, işkencen öyle keyifli olur."
"Senin en büyük işkencen ne olacak, biliyor musun?" dedi gülerek. Keyifli bir gülümseme değildi; hâlâ son kozunu oynamaya çalışıyordu. "Helin'in abisini seçmesi ve burada seni ölüme terk etmesi. Evet, seni piç kurusu. O abisini seçti, telefonda ilk söylediği buydu."
Yüzümdeki gülümseme bir an bile olsun silinmedi ama kalbimde bir yerin acıdığını hissettim; ufacık bir acı, kâğıt kesiği kadar bile değil. İğne gibi. Kalbimin tam ortasında. Doğru mu, yalan mı söylüyordu, bilmiyordum. Bunun yanıtını Helin verebilirdi, Koza verebilirdi ama sormaya cesaretim yoktu, o kadar cesaretim yoktu ki korkuyordum.
Çünkü alacağım her iki yanıtla da bir ömür geçiremezdim.
"Kimi seçtiği önemli değil," dedim yine de. "Ben zaten buraya Helin için ölmeye gelmiştim, yaşamak büyük bir kumardı. Ve sen bana kumarımı kazandırdın, benim için önemli olan buydu."
HELİN AKTAN
Çok mutlu olup bir yandan da hıçkıra hıçkıra acıyla ağladığım hiç olmamıştı, bugüne kadar. En büyük acılarım geride kalmış gibi hissederken üzerine başka acılar gelmişti. Bir tanesi silinmeden diğeri üzerine eklenmişti; bir başka acı, diğer acıyla yer değiştirmişti. Nadir ölmüştü günler önce ama Lâl yaşamıştı. Hem mutluluğu hem acıyı hissetmiştim içimde ama o zaman bile kalbimin böyle çok acıdığını hissetmemiştim.
Çünkü Nadir'in öleceğine kendimi hazırlayan bir tarafım vardı ama anneme kendimi hazırlayan bir tarafım hiç olmamıştı. Onun öldüğüne inanan tarafım ile yaşadığını düşünen tarafım savaş halindeyken bile yeniden kaybedeceğimi düşünüyordum. Ta ki şu ana kadar.
Sanırım benim kalbim beklenmeyen mutluluklara kapalıydı çünkü sürekli mutsuzluklara kapılarımı açıyordum.
***
Takside Koza yanımdaydı, ben sessiz sessiz ağlarken onun ağzını bıçak açmıyordu ama ikisine de şu an öfke duymuyordum. Bir plan yapmışlardı, bu planda ben dışarıda kalmıştım, belki benimle beraber diğerleri de kalmıştı, bilmiyordum ama bir feda, annemi bana getirmişti. Bunu anlayabiliyordum.
Kendimi bir köprünün ortasında hissettiğim zamanlarım da olmuştu; bir tarafta Koza vardı, bir tarafta Sokak Nöbetçileri. O an, iki taraftan birine, yürüyemem, derdim kendimi aşağıya atardım ama öyle değildi.
Bir tercih hakkı sunulmuştu, o tercih hakkı hemen yanımda oturan abim ve âşık olduğum adam içindi.
"Helin," diye fısıldadı Koza bana doğru eğilerek.
"Şu an değil," dedim kısık sesle ağlamaya devam ederken.
Her ne plan yaptılarsa şu an takside Koza'yla beraber annemi almaya gidiyorduk. Bana neden bahsetmediklerini de anlıyordum, anlamıyor değildim çünkü ne Yankı'nın kendini feda etmesine izin verirdim ne de Koza'yı o arabanın içine oturturdum; birisi kendini feda edecekse kendimi öne atardım ama en azından ölümle sınanmamalıydım.
Bir tercihle sınanmamalıydım, o tercihe verdiğim yanıtla yaşamamalıydım. Yanıtımı Koza biliyordu, ben biliyordum, Harun Aktan biliyordu. Yankı'ya ne söylemişti, bilmiyordum ama Koza da ben de bir kez daha bunu dile getiremezdik, biliyordum.
Bu şekilde yaşayacaktık; tercih hakkını sunulanlar, tercih yapanlardan daha az acı çekiyordu, bunu anlamıştım.
Ben Lâl'i anlamıştım ve o an tercihimi yaptıktan sonra telefonu kapattığımda Koza'ya tek dediğim, "Lâl'i anlıyorum," oldu. "Onu artık anlıyorum."
"Helin," dedi bir kez daha Koza. "Tercihler..."
"Sus, Koza," dedim acıyla. "Yalvarırım sus."
Utanç duyuyordum, acı duyuyordum, sevgi duyuyordum, şefkat duyuyordum, nefret duyuyordum.
Elini omzuma koydu ve bakışlarım ona döndüğünde gözlerindeki acıdan daha çok heyecanı gördüm ve bir de huzuru. Onun anneme duyduğu üstün hisler, benim hislerim gibi değildi. Ben anneme bakınca sadece acı hissederken onun ne hissettiğini bilmiyordum.
"Bu da bir oyun olabilir mi?" dedim sessizce Koza'ya ve içimi çektim. "Koza, o eve gidiyoruz; beni kurtardığınız, bütün acılarımın yaşandığı o eve. Ölümden korkmuyorum ama o evde ölmekten korkuyorum ben; bu şekilde bitmemeli bir şeyler."
Elini omzumdan saçlarıma çıkardı ve tereddütle saçlarımı bir abi şefkatiyle sevdi, ardından hiç beklemediğim anda beni kendine çekip alnımdan öptü. "Hayır, bu bir oyun değil, güven bana." Güven bana. O an güvendim Koza'ya, göğsümdeki sıkışma kalktı sanki. Daha sessizce ağlamaya başladığımda, "İnsan çocukken en çok küstüğü yerle ve kişiyle barışmazsa büyümezmiş," dedi çenesi alnımdayken. "Biz gerçekten büyüdük mü, bilmiyorum ama en azından barışmak için bir adım bu."
Burnumu çektiğimde, “İyi bir şey mi oluyor yani şu an?" dedim sakince. "Yani gerçekten oluyor mu? Nasıl olabilir?" Güldüm, ardından bir daha ağladım. "Bir yanlışlık olmalı, şu an bu taksinin içinde ölmeliyiz mesela ya da o ev yanmalı, değil mi?"
Koza'nın da güldüğünü hissettim, ardından içini çekti. Tanıdık o sokağa girdiğimizde gözlerimi kapatmak ile kapatmamak arasında kaldım; Koza kolunu omzuma sardığında başım göğüs kafesine düştü. Gözlerim şaşkınlıkla açıldığında kalbinin o hızlı atışını duydum. O kadar hızlı atıyordu ki korku muydu, heyecan mıydı, anlayamadım ama nefesi de hızlandı.
"Soldan mı?" dedi taksi şoförü bize bakıp. Hava kararmak üzereydi, güneş ortalıklarda görünmüyordu ama gökyüzünde kırmızı bir renk hâkimdi.
"İlk önce sol, ardından sağ," dedik Koza'ya aynı anda. Ben değil bu sokağa girmek, bu semte bile girmemiştim bir daha. Peki ya o girmiş miydi?
Taksi şoförü ilk önce sol, ardından sağ yaptı ve karşıdaki o apartman dairesini gördüm; o birinci katı, binanın önündeki taşlık yolu. Başımı eğip baktığımda o kırmızı ışığın yandığını gördüm ve hiçbir şeyin değişmediğini fark ettim.
Sanki geçmişimiz hâlâ burada yaşıyordu; biz vardık, buradaydık ve değişmemiştik.
Koza'nın omzumdaki eli hafifçe titredi ve geriye doğru çekildi. Taksi durduğunda cebinden parayı çıkarıp verdi, sonra eli kapının koluna gitti. O benim gibi incelemedi fakat kapıyı açmadan önce birkaç saniye düşündü.
Tam o esnada apartmanın önünde araçlar durduğunda acıyla inledim fakat Koza eliyle önüme geçip ne olduğunu anlamak için ön camdan baktı.
Büyük Mercedes araçtan dört adam indi, ardından bir araç daha durdu ve ondan da üç adam indi. Üçüncü araçtan inen kişiyse Sadık Orhan'dı.
Derin bir nefes verdiğimde, Koza beni korumak için önüme uzattığı kolunu indirdi. Birbirimize baktık, başımızı salladık ve aynı anda araçtan indik.
Taksinin çevresinden dönüp apartmanın önüne ilerlediğimizde adamlar da apartmanın ön tarafına geçti ve Sadık Orhan'ın da yavaş yavaş yürüdüğünü gördüm. Göz göze geldik; ağladığımı gördüğü için mi yoksa annem içeride olduğu için mi bilmem, yüzündeki acıyla bana baktı.
Koza başıyla Sadık Orhan'a selam verdi, karşılık verdiğinde üçümüz de yan yana geldik ve yüzümüzü apartmana döndük.
O an apartmanın adını gördüm hatta hatırladım. Kalbimde kekremsi bir acı büyüdü, bunu hatırlamadığım için bile kendime kızdım.
Koza Apartmanı.
Bakışlarımı ona çevirdiğimde gözleri apartmanın üzerine odaklandı. Ne düşündüğümü anladı mı bilmiyordum ama kendisine bu adı neden verdiğini o an anladım.
Koza Apartmanı, kat 1, daire 2.
Üçümüz de konuşmadık ve o an, kendimi çocuk halimle orada gördüm. O kapalı pencerenin önünde, dışarıda oynayan çocukları izlerken, aç kaldığım zaman yerdeki ekmeği aldığımda, kendimi oradan atıp bacağımı çatlattığımda. Köşedeki o kaldırımda oturup çocukları izlemiştim, sağdaki kapının önünde çok ağlamıştım, soldaki ağaçtan meyve çalmıştım.
En çok karşımdaki o kırmızı ışıklı odada kendimi öldürmek istemiştim.
Eskiden korkardım, kaçmak isterdim, titrerdim; şimdi tek hissettiğim, o ağlayan çocuğun acısıydı.
Bakışlarım yeniden Koza'ya döndüğünde, onun benim aksime korktuğunu gördüm.
"Gidelim," dedim öne doğru bir adım atıp kolunu kavrayarak. İlk önce kıpırdayamadı, ardından küçük bir adım attı, sonra bir adım daha. Dış demir kapının önüne geldiğimizde bakışlarım Sadık Orhan'a döndü ve onun aynı şekilde durduğunu gördüm. Kendimi tutamayıp, “Gelmeyecek misin?" diye sordum.
Birkaç saniye bekledi; eve baktıktan sonra başını sallayarak, "İlk önce sizin hakkınız," dedi. Hazır değildi belki, bilmiyordum ama gözlerini bana hiç çevirmedi.
Başımı sallayıp önüme döndüğümde Koza'yla beraber diğer kapıdan geçtik ve apartmana girdik. Aynı koku vardı; kül ve küf karışımı. Benim için hayatımın en kötü kokularından biriydi.
Merdivenleri çıkarken Koza bir adım arkamdaydı. Beni korumak içindi ya da korkusundandı, bilmiyordum. "Daha önce buraya geldin mi?" diye sordum kısık sesle.
"Geldim," dedi.
"Ne zaman ve neden?"
"Korkumu yenmek için geldim en çok," dedi derinden gelen bir sesle. "Ve her seferinde içeriye giremedim, dışarıdan baktım." Bir anda bileğimi tuttu. Bakışlarım ona döndüğünde son basamaktaydım. "Helin," dedi acıyla. "Ben korkuyorum."
Koza bu kadar rahat itiraf edemezdi ama etmişti. "Neyden?"
"Ölmekten değil," dedi direkt. "O evden korkuyorum. Yani sen çok bilmiyorsun; anlatmadım, anlatmak istemedim, anlatamayacağım belki de tam anlamıyla ama ben o evin içinde çok acı çektim. Korkutuyor bu ev beni."
Onun bana takside söylediğini tekrar ederek, “İnsan çocukken en çok küstüğü yerle ve kişiyle barışmazsa büyümezmiş, bu barışmak için bir adım," dedim, ardından başımı salladım. "Ben korkmuyorum Koza, korurum seni."
"Söz mü?" dedi beni şaşırtarak. "Korur musun?"
"Söz," dedim acıyla ve ağlamamak için kendimle inatlaştım. "Söz, Koza," dedim. Ona abi demek istedim ama o kelime dudaklarımdan dışarıya çıkmadı.
Başını salladı ve gözlerini kapıya dikerek oraya doğru yürüdü. Önüne geçtiğimde kapalı kapıyı açmak için cebinden bıçak çıkardı ve kilidi açmaya çalıştı fakat eli o kadar titriyordu ki bunu başaramadı. "Ver bana," deyip elimi öne uzattım. Titremiyordum, birazcık bile. Hiç şüpheye düşmeden bıçağı bana verdi.
Kapıyı açmak için uğraştığım esnada, “Bu hünerleri nereden biliyorsun?" diye sordu gülümsemeye çalışarak.
Ben de gülümseyip kilidin dilini bulduğumda bakışlarımı ona çevirdim. "Arkamda kendini göstermeyen bir abi varmış, gölge gibiymiş," dedim ve kapıyı tek bir hamleyle açtım. "O öğretti dolaylı yoldan."
Bu kez içtenlikle gülümsedi ve omuzlarını dikleştirdi. "Harika bir abiymiş demek isterdim ama sanmıyorum."
"Eh," dedim başımı omzuma düşürerek. "Harika sayılmaz hatta bana çok çektirmişliği de olmuştur ama çocuk gibi kalbi vardır."
"Ayıp oluyor ama," dedi kaşlarını çatarak. "Çocuk falan da deme öyle, kaç yaşında adamım ben."
"Çocuksun, Koza," diye mırıldandım. "Ve bugün biraz daha büyüyeceksin."
Kapıyı itekledim ve ardına kadar açıldığında bakışları içeriye döndü. Onunla beraber baktığımda içeri ilk giren ben oldum, o yine arkamda kaldı.
Sağ tarafta mutfak vardı, o mutfakta zorla yerden yemek yedirmişliği olmuştu. Aç olduğum için yemiştim, yemek zorunda kalmıştım; bir an bile vicdanı sızlamamıştı.
"Burada sıcak suyla bacağımı yakmıştı," deyip sol bacağını tuttu. "Sadece karşı geldiğim için yaptı bunu. Çok canım yanmıştı ama ağlamamıştım." Yutkundum fakat hiçbir cevap vermedim. Onun acısını gizlemek için çığlık atamayışı, şu an karşımdaydı. O mutfakta yerde kıvranıyordu, bacağı yanıyordu; ben diğer tarafta yerdeki yemeği yiyordum. Çocukluğumuz ilk defa beraberdi ama acıyla beraberdi.
Oturma odasının önünden geçerken orada defalarca yerde tekmelemişti beni.
"Burada kolumu kırmıştı," dedi kaşlarını kaldırarak. "Sonra neden hastaneye götürdü, inan bilmiyorum. Belki de bir kez daha kırmak içindir."
Onun da evin her köşesinde anısı vardı, bunu görebiliyordum. Şimdi o odanın içinde ben yerde tekmeleniyordum, o belki de beni korumak için öne geçiyordu ve kolu kırılıyordu. Ayrı ayrı çocukluk geçirmiştik ama şimdi beraberdik.
Koridordan geçerken duvarlardaki rutubeti gördüm, banyonun tam yanından geçerken saatlerce orada kendimi yıkamak için savaş verdiğimi hatırladım. Temizlenmek suyla olur sandığım dönemlerde çocuktum; onun vücudumdaki izlerini temizlemek aslında mümkün değildi.
"Burada beni boğmaya çalışmıştı," dedi kısık sesle. "Neredeyse ölecektim ama ölmedim. Sudan korkuyorum bu yüzden biraz."
Sabunla saçlarımı, kollarımı, bacaklarımı temizlemeye çalışırken onu küvetin içinde boğuyordu. Yine o banyoda beraberdik, aynı acılardı ama ayrı büyümüştük.
"İyi ki ölmedin," dedim ve kırmızı ışıklı odanın kapısının önünde durdum. "İyi ki ölmedin ve şu an yanımdasın."
Kapının altından kırmızı ışık vuruyordu, kapalıydı ve içeride hiçbir ses yoktu. Birbirimize baktık, sonra elim kapının koluna gitti. Ufak bir sesin ardından kapı açıldığında gözlerimi kırmızı ışık aldı; sanki çocukluğumdan daha canlıydı, daha acılıydı ve bir o kadar da daha korkunçtu ama ben korkmuyordum.
Bakışlarım odanın içinde gezindi ve hâlâ aynı kalan yatağı gördüm; yatağın karşısındaki o eski giysi dolabını ve kapalı perdeleri.
O yatakta uzanıyordum; altımda iç çamaşırım vardı, üzerimde beyaz atletim. Eli vücudumda dolaşıyordu. Haykırıyordum, acıyla inliyordum, kaçmaya çalışıyordum; ağzımı kapatıyordu. Küçüktüm, bir bacak boyu kadardım ama vicdanı bile sızlamıyordu. Eli bütün vücudumda gezerken en sonunda saçlarımı çekiyordu. Vücudu ağırdı, üzerimdeydi; nefes almakta bile zorlanıyordum fakat o ellerini bacaklarımda gezdiriyordu.
Titremeyi bekledim, korkmayı ama yine tek hissettiğim o yatakta yatan kız çocuğunun acısıydı.
"Bu odada," dedi Koza ve devamını getirmedi.
"Sus," dedim sadece. "Sus."
Koza'nın derin nefesini duydum, onun derin nefesiyle yatağın köşesinde oturan, sırtı dönük olan kadını gördüm. Koza'nın annesini. Benim annemi. Helin'i.
O yatakta hâlâ çocukluğum yatıyordu; atleti kana bulanmıştı ama yalnız değildi. Yerde abisi acıyla yatıyordu ama o da yalnız değildi, annem oradaydı.
Koza kaskatı kesildiğinde ne yapacağımı bilemeden birkaç saniye öylece bekledim. Hayatımın bütün yüzleşmelerine şahit olmuştum, hepsinden tek tek kurtulabilmiştim ama şimdiki bu yüzleşmeden kalbim nasıl galip gelecekti, bilmiyordum.
İçeriye doğru birkaç adım attığımda başını çevirip bize bakmadı. Kısa saçları direkt dikkatimi çekti, yamuk kesilmişti halbuki en son gördüğümde uzundu ve kesmemi istemişti. Kestikten sonra onu yeniden uzun saçlı gördüğümü hatırlıyordum ya da bu benim zihnimin oyunuydu, bilmiyordum. O odada onunla hiç konuşmamış olabilir miydim?
Ama onun saçlarını kesmiştim.
Yatağın köşesine gittiğimde onu profilden gördüm. Dalgındı, kapalı pencereye doğru bakıyordu ve hafif hafif nefes alıyordu. Üzerinde yine beyaz geceliği vardı.
Gözlerim acıyla dolduğunda bütün anılar şu an bu odanın içindeydi. Bu odanın içinde ben vardım, çocukluğum vardı. Çocukluğumda defalarca seslendiğim ama bana gelmeyen annem şu an buradaydı.
“Öleni diriltemezsin,” yazıyordu bir kitapta. Öylesine bir cümleydi ama ben bunun gerçekleşmesi için o zaman her şeyimi verebilirdim çünkü beni annemin kurtaracağına inanmıştım.
Önüne geçip hafifçe eğildim. Kalbimde bir acı canlandı, o acı dağılıp parçalandı. Bakışlarım Koza'ya döndüğünde hâlâ sabit bir şekilde durduğunu gördüm. Annemin günlüğünü okumuştu; o günlükte annem Koza'ya sevgisini değil, bana olan sevgisini anlatmıştı fakat bunlar bile Koza'nın gözlerinde gördüğüm sevgiyi bitirmemişti.
Çöktüğüm yerde yüzüne bakarken bakışları bana döndü; o kadar boş bakıyordu ki yine karşımda bir kez daha kurtulamayan Helin'i gördüm, başka bir evrendeki geleceğimi. Eğer bu odadan kurtulmasaydım dönüşeceğim kişi annem olacaktı.
Kalbimde kocaman bir acı vardı, tek hissettiğim acıydı; geçen zamanın acısıydı, yaşananların acısıydı.
Koza, "O, değil mi?" diye sordu şaşkınlıkla. O olduğunu biliyordu ama inanamıyordu. İnanamama sebebi, senelerdir bu anı beklemesindendi.
Ne diyeceğimi düşündüm; bir kez daha kendimi tanıtmayı, Koza'yı söylemeyi, olanları, bu odayı. O an fark ettim: Kalbimdeki acının yanında koşa koşa ona her şeyi anlatmak isteyen tarafım canlıydı çünkü çocukken görüyordum, herkes bir şekilde annesine koşuyordu. Sadece canı yandığında da değil; en güzel anılarında, en mutlu zamanlarında, başarılarında. Şimdi sadece acıları değil, mutluluklarımı da anlatmak istedim.
Anne ben âşık oldum, demek istedim. Anne benim kardeşlerim var. Anne ben artık umut ediyorum. Anne biliyor musun, ben anne olacağım bir gün. Seveceğim çocuklarımı. Severim, değil mi anne?
Birisi öldüğünde ona gidip hiçbir şeyi anlatamıyordun; bir mezara bile gidip anlatamamıştım. Şimdi ona her şeyi anlatmak istiyordum, en başından sonuna kadar.
Ne demeliydim? Ne söylemeliydim?
Koza'ya baktım, yanıma gelmedi, annemin arkasında ayakta durmaya devam etti, adım atsa düşecek gibiydi.
Ben olsaydım ne duymak isterdim, diye düşündüm.
"Seni," dedim boğazımı temizleyerek. "Buradan kurtarmaya geldik."
Annem kaşlarını kaldırdı ve başını yavaşça Koza'ya çevirdi. Koza'nın gözlerinden acılı bir ifade geçti, ardından yatağın koluna tutundu. Annem başını yeniden bana çevirdi. Birkaç saniye düşündükten sonra, "Seni hatırlıyorum," dedi sakin bir sesle. İlk önce duraksadı, sonra gözleri açıldı, ardından, “Saye," dedi iç çekerek. "Seni hatırlıyorum."
"Evet," dedim, sesim titredi; bu kez korkudan değil, acıdan ve özlemden. Neye özlem duyduğumu bile bilmiyordum. İnsan hiç sarılmadığı birine sarılmanın özlemini duymazdı, duymamalıydı. "Ve geldim." Koza'ya baktım. "Geldik. Biz geldik. Seni buradan çıkaracağız."
"Ama senin öldüğünü söyledi," dedi kaşlarını çatarak. Eli boynuna gitti, ardından ensesine. "Hayal gördün dedi bana. Hayal miydi? Şu an mı hayal?" Bir anda hiç ummasam da yüzüme dokundu, yanağıma dokundu. Annem yanağıma dokundu. "Gerçekten Saye'sin, değil mi?" Eli boynuma gitti, anahtar kolyesini çıkardığında derin bir nefes verdi. "Saye," dedi, sanki tek kanıt buymuş gibi. "Sensin," dedi ve gözlerindeki o hissizlik bulut gibi dağıldı. "Sensin," dedi.
"Benim," dedim ve elim yüzümdeki eline doğru gitti. Elinin tersi kurumuştu, sertti ama dokunuşunda bile şefkat vardı. "Kim olduğumu biliyorsun, değil mi?" diye sordum. Biliyordu, bunu görmüştüm gözlerinde ama öldüğümüze inanmıştı. O da bir yalanla yaşamıştı.
Başını çocuk gibi salladı ve diğer elini de yüzüme koydu. Acı şefkatle yer değiştirdiğinde, “Kızımsın," dedi ve gözleri doldu, ardından ağlamaya başladı. "Kızımsın sen. Saye'sin. Anahtarı ben sana bıraktım, kaybetmemişsin." Ağlamaya devam ederken eli yüzümde gezindi. "Kaç yaşındasın?" dedi, belki de en acılı soruydu. "Ne kadar büyüdün? Sayamıyorum, ne kadar oldu?"
Kendimi tutamayıp ben de ağlamaya başladığımda, "Yirmi dört," dedim. "Ve büyüdüm, evet ama yaşadım da. Buradayım, ölmedim. Hayal değil, buradayım. İstersen her gün hayal olmadığımı söylerim sana."
"Bu bir oyun değil, değil mi?" diye sordu bu kez de. "Diğer oyunlar gibi değil bu da, değil mi?"
"Değil," deyip ellerini tuttum, ardından ne yapacağımı bilemedim ve dizlerine koydum. "Seni almaya geldim." O an Koza'ya yeniden baktığımda onun öylece durmuş, bizi izlediğini gördüm. Bir heykel gibi, hareket bile etmeden. Gözlerindeki o acıyla ve başka bir duyguyla. Bir yabancı gibi. Kıskançlık değil, imrenme.
"Geldik," dedim bu kez başımı sallayarak.
Annem başını Koza'ya çevirdi. "O kim?" dedi düz bir sesle, ardından dehşetle bana döndü. "Yoksa bu bir tuzak mı? Onun adamı mı?" Bana doğru eğildi. "Tehdit mi ediyor? Kötü biri mi?"
Bu kez canım Koza için acıdı ve onun hissettiklerini düşünmek bile istemedim. Koza başını ağır ağır iki yana salladığında, "Ben kötü biri değilim," dedi. Koza'nın anneme ilk söylediği cümle bu oldu, en acısı da buydu.
Bugün sırtıma aldığım yük, başka hiçbir yüke benzemiyordu.
"Hayır," dedim, sonra ne yapacağımı düşündüm, o düşündüğüm aralıkta annem gözlerini gözlerime dikti. "Bana iki çocuğun olduğundan bahsetmiştin, hatırlıyor musun?" diye sordum. "Öldüklerini, küllerini savurduğunu." Başkası olsa anlardı ama annem anlamadı. Öylece bakmaya devam etti. "Biz…" dedim ve Koza'ya baktım. "İkimiz de yaşıyoruz. Diğer çocuğun da yaşıyor yani. O benim abim, anne." Abim dedim, ona abi dememin nedeni, annemin duymasını sağlamaktı.
Annemin eli göğüs kafesine doğru gitti ve bakışları benden ayrıldı, arkamdaki duvara odaklandı.
Tam o esnada Koza, bir anda durduğu yerden ayrıldı ve annemin önüne geçerek, “Ben kötü biri değilim," diye acıyla inledi. Annemle sakinliğimizin aksine bütün vücudu titriyordu. Ellerini koyacak yer bulamadı; ilk önce annemin dizlerine koydu, sonra omzuna, ardından yüzüne. "Beni hiç mi hatırlamadın?" diye sordu. "Yani beni büyüttün sen biraz. Hiç mi hatırlamıyorsun? Biliyorum, beni sevmedin ama önemli değil. Ben seni çok aradım; beni sevmemeni anlıyorum, sevemezsin zaten ama ben seni seviyorum."
Nefes nefese konuşurken eli boynuna gitti, kolyesini çıkarıp ucundaki anahtarı gösterdi. "Bak, bende de var; inanmıyorsan fotoğraf da var. Çizdim de hatta. Ne istersen var. Beni sevmek zorunda değilsin ama benden korkma, tamam mı?" Gülümsedi sonra ellerini yine koyacak yer bulamadığında annemin yüzüne yerleştirdi. "Yaşıyorsun," dedi büyük bir şaşkınlıkla, sanki bir uykudan uyanıyordu. Annemin ellerini tuttu, tersini öptü; parçalandığımı hissettim. "Yaşıyorsun, buradasın." Gülmeye başladı bu kez, sonra duraksadı. "Biliyor musun, senin için geldim en çok buraya. Yani korkuyorum buradan ama senin için de geldim. Çok aradım seni."
"Koza," diye mırıldandım ama durmadı, hızla devam etti. Zaman ve yer algısını tamamen yitirmiş gibiydi.
"Ben seni çok iyi hatırlıyorum, biliyor musun? Her şeyi hatırlıyorum, hatırlamadığımda çok kızıyorum kendime ama hatırlıyorum. Sen beni sevmek zorunda değilsin, gerçekten değilsin ama ben seni seviyorum. Sana anlatacağım çok şey var, hepsini düşünmüştüm ama uçtu gitti." Bir kez daha annemin ellerini öpmek istedi ama annem ellerini kurtardı ve gözlerini irileştirerek ona baktı.
"Koza," dedim daha yüksek sesle. "Koza, sakinleş."
Beni duymuyor gibiydi. "Anne," dedi kısık sesle, ardından bir kez daha, "Anne," dedi. Gözlerinin dolduğunu gördüm. "Beni hiç mi sevemezsin? Beni biraz da olsa seviyorsun sanıyordum ama günlüğünü okudum. Okumak istemezdim ama okudum. Orada hep Saye'yi sevmişsin, beni hiç sevmemişsin ama belki bunu bilerek yapmışsındır yani Harun okur diyedir. Değil mi?" Acıyla dolan gözlerini elinin tersiyle sildi. "Anneler çocuklarını sever, değil mi? Sevmişsindir beni."
"Koza," dedim, elimi omzuna koyup çekmeye çalıştım ama gücüm yetmedi.
"Bütün o yaşadıklarının sorumlusu ben değilim," dediğinde bu kez sesi öfkeli çıktı ama bir yandan da ağlıyordu. "Bir çocuk kötülüklerin sorumlusu olamaz, anne. Saye'yi bırakmadın ama beni o adama bırakıp gittin. Niye gittin? Biliyordun kötü bir adam olduğunu. Beni de götürebilirdin!" Sesi yükselmeye başladığında annem korkuyla irkildi ve geriye çekildi. "Çok canım yandı! Anne, bana yapmadığı şey kalmadı ve sen yoktun. Bırakıp gittin beni."
"Koza!" diye bağırdığımda yüzünü tutup kendime çevirmeye çalıştım ama gözlerini annemden ayırmadı. "Kendine gel!"
"Ben senin yüzünden kendimi hep kötü bildim," dedi anneme. "Ama en çok seni sevdim. Eğer beni bırakmasaydın böyle bir adam olmazdım." Elinin tersiyle bir kez daha gözlerini sildi ve bu kez yalvarır gibi, "Sana çok kızgınım," dedi acıyla. "Ama sana sevgim hâlâ aynı, hiçbir şey değişmedi. Bir kere sarılsan affederim, biliyor musun?" Ağladığımı yanağımdaki ıslaklığı hissettiğimde fark ettim. "Benim için de sarılmak zordu ama başarabildim, sen de yaparsın bence."
"Koza," dedim bu kez ağlayarak. "Yapma, şu an değil."
"Ben ölmeyi de istedim," dedi Koza. "Yani böyle bir adamın çocuğu olmak çok ağırdı, bir tecavüzden doğmak. Anne inan, ölmeyi istedim. Boğduğunda, dövdüğünde, aç bıraktığında... Sonrasında da ölmek istedim, bununla yaşayamadım ama belki beni affedersin diye seni de aradım. Neden affedeceksin, değil mi? Ama ben suçlu değilim."
"Koza!" diye bağırdım. Bana bakmadı. Bu kez daha sert bir şekilde yüzünü yüzüme çevirdiğimde, “Abi!" diye inledim. "Yapma, senden korkmuyorsa bile artık korkacak, yapma!"
Bomboş bakışlarla bana döndü. "O yaşıyor," dedi dehşetle, ardından gülümsedi, sonra aynı acıya döndü. "Ama beni hâlâ sevmiyor, Helin. Gerçekten sevmiyor. Baksana, sana baktığı gibi bakmıyor bana."
Aslında annem ikimize de aynı bakıyordu, değişen bir şey yoktu fakat Koza annemin onu sevmediğine inanıyordu.
"Şu an değil," dedim fısıldayarak. "O iyi değil, şu an değil, ne olur yapma."
"Hiç mi sevmeyecek beni?" diye sordu. "Bu beni çok üzüyor."
Elimi saçlarıma geçirip ne yapmam gerektiğini düşündüm, ne yapabileceğimi fakat hiçbir sonuca ulaşamadım. Haykırmak istedim, kaçmak istedim ve o an Koza'yla aramızdaki farkı anladım. O, bu hayatta en çok anneme inanmıştı ve onun tarafından terk edilmişti, bir gün geri döneceğini de düşünmüştü.
Ben hiç terk edilmemiştim, öldüğüne inandırılmıştım.
Belki bu kötülüktü ama Koza da öldüğüne inansaydı böyle olmazdı. Canı daha az yanardı.
Koza anneme dönüp başını iki yana salladı. "Olsun," dedi omzunu kaldırıp indirerek. "Sevme, yaşıyorsun sonuçta. Hayattasın."
"Helin," diye bir ses duydum ve bakışlarım kapıya döndü; seslendiği kişi ben değildim, annemdi. Kapıda Sadık Orhan vardı. Annem bakışlarını kapıya çevirdikten sonra başını iki yana salladı çünkü bir tuzağa düştüğüne inanıyordu, bunu anlamıştım.
"Bana kötü bir şey mi yapacaksınız?" diye sordu ve gözleri direkt bana döndü.
"Helin, " dedi Sadık Orhan bir kez daha ve içeriye girdi; annemse irkilerek geriye kaçtı. Sadık Orhan ellerini kaldırdı ve korkuyla, "Tamam," dedi teslim oluyormuş gibi. "Hiçbir şey yapmayacağım, söz veriyorum, sadece bana öyle bakma ne olursun." Çöktüğüm yerden ayağa kalktım ve odanın içine baktım, sonra kırmızı ışığa. Bu bir insanın yaşayacağı en büyük yüzleşmeydi. Geçmişim buradaydı, karşımda annem vardı, Koza hesaplaşma içerisindeydi ve öz babam anneme yalvarıyormuş gibi bakıyordu.
"Sen kimsin?" dedi annem bir kez daha Sadık Orhan'a. "Bana kötü bir şey mi yapacaksın?"
"Sana hiçbir zaman kötü bir şey yapmadım," dedi Sadık Orhan sakin bir sesle. "Senelerdir seni aradım ben. Hiç mi hatırlamıyorsun beni?" Annem başını iki yana salladı; hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. "Biz seninle aslında unutulacak şeyler yaşamadık. Bana böyle yabancı bakma, böyle korkuyormuş gibi bakma."
"O iyi değil," dedim kısık sesle ama artık kimsenin beni duymadığını biliyordum. O kurtulmuştu ama nasıl iyileşecekti, bilmiyordum. İyileşir miydi?
Bir kurtuluş olmalıydı, bir çıkış noktası, bir yol, bir umut. Beynim çalışmıyor gibiydi, aklım durmuştu; hangi tarafa gideceğimi, kaç parçaya bölüneceğimi bilmiyordum.
"Beni unutamazsın," dedi Sadık Orhan. "Ben bu hayatta sadece seni sevdim."
Onlara sırtımı dönüp derin bir nefes aldım, ardından pencereye ilerledim. İçeride küf kokusu vardı, rutubet. Bu kokuyu unutalı çok olmuştu fakat şimdi bu odadaydım ve yine geçmişimle beraberdim. Aklımı nasıl kaçırmıyordum hâlâ? Bu kadarı çok fazlaydı.
Bir kurtuluş bile bu kadar can yakıcı olmamalıydı.
Nefes alamadığımı hissettiğimde perdeleri sertçe çektim, elim hızla pencerenin koluna gitti, açmaya çalıştım, gücüm yetmediğinde hırladım ve zorlukla aşağıya indirdiğimde pencerenin tahtaları döküldü, cam titredi.
Pencereyi açtım ve ellerimi pervaza koyup derin bir nefes alarak gökyüzüne baktım. Birkaç kez bunu tekrar ettiğimde bu odanın bütün geçen korkularımı gün yüzüne çıkardığını hissediyordum.
Bu odadaydım, istismara uğruyordum, istemediğim halde bana dokunuyordu; beni dövüyordu, aç bırakıyordu, ölmek istiyordum.
Ölmek istiyordum, ölmek istiyordum, şu an bile ölmek istiyordum.
Acıyla bakışlarımı aşağıya indirdim; nefes almakta zorlanırken tamamen nefesim kesildi.
Geçmiş oradaydı, kurtarılmıştım ve şimdi gelecek de oradaydı; Yankı aşağıda duruyordu.
Sırtı bana dönükken pencerenin sesiyle bakışları direkt bana döndü ve şimdi yine o küçük kız çocuğuydum. O da erkek çocuğu. Aşağıdan bana bakıyordu. O gün yüzü kir içindeydi, şimdi kan. Üstü çıplaktı; bir hırka giymişti, hırkanın fermuarı açıktı. Bir gözü hafifçe kapalıydı, dudağı patlamış, yanağı morarmıştı ama gülümsüyordu.
Geçmiş ile şimdi dans etmeye başladı.
Zafer gülümsemesi değil, başka bir gülümseme. Ona nasıl baktığımı bilmiyordum ama pencerenin altına geldi ve yukarı bakıp gülümseyerek, “Hey," dedi. "Tırmanmamı ister misin?"
Geriden bir siren sesi geliyordu fakat bu kez polis sireni değildi, ambulansın sesiydi. Anlamıştım.
Arkamda annem vardı, yataktaydı, o benim kurtulmadığım tarafımdı. Karşısında Sadık Orhan duruyordu: benim babam ve annemin belki de tek âşık olduğu kişi. Onu unutmuştu; zihni silmişti. Acılar, güzel anıları yok etmişti. Eğer bu odada kalsaydım o olacaktım.
Annemin ayaklarının ucunda Koza vardı, abim. O beni kurtarmasaydı ben annem gibi olacaktım.
Karşımda gelecek vardı, bu pencereden kurtulmuştum ve bu kadına dönüşmüştüm. Bu odanın içinde geçmiş hâlâ nefes alırken şimdi ben buradaydım ve her şeyi asıl kurtaracak kişiydim. Geçmişi de geleceği de. Bu kez Koza'yı, abimi kurtaracak kişi de bendim.
Tarih tekerrür etmişti, geçmiş yinelenmişti fakat bu kez ben büyümüştüm.
Bir anda hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığımda gözlerimi Yankı'dan ayıramadım. Bu da bir zafer gözyaşı değildi ama bir parçamın kurtulduğunu ve tamamen iyileştiğini hissediyordum. Öyle yüksek sesle ağladım ki yerde oturan Koza bile o an koşup yanıma geldi ve benimle beraber aşağıdaki Yankı'yı gördü.
Hayır, sadece onu gördüğüme ağlamıyordum, her şeye ağlıyordum. Bir anda Koza'ya döndüm ve onu kendime çekip ağlayarak öyle bir sarıldım ki aklım çıkacak gibiydi. "Seviyor seni," dedim zorlukla konuşarak. "Gerçekten seviyor, sadece hissetmiyor. Ben onu anlıyorum. Geçecek." Geriye çekildim ve yüzünü ellerimin arasına aldım, ardından bir kez daha sarıldım. "Geçecek, Koza."
Siren sesi gelen ambulans apartmanın önünde durduğunda bakışlarımı arkama çevirdim ve annemin olduğu tarafa yürüdüm. Şimdi her şey daha şeffaftı, daha gözle görülürdü, daha anlaşılırdı.
Koza'dan beklemiyordum ama benden önce elini uzattı. "Anne," dedi zorlukla ve o kelimeyi dile getirirken parçalandığını hissettim. "Biz geldik, seni kurtarmak için. Tut elimi."
Başımı yutkunarak iki yana salladım. "Anne," dedim ben de. "Biz hiç kül olmadık, sen de bizi hiç savurmadın."
Annem bir bana, bir Koza'ya baktı. Kırmızı ışıklara rağmen vücudundaki izleri görüyordum; gözlerindeki acıyı, çektiği fiziksel işkenceyi.
Koza eli havada anneme bakarken, annem o eli tutmazsa bu Koza'nın umudunun bitişi olacaktı, biliyordum.
Kendimi bile feda etmek isteyecek kadar içten diledim, annemin Koza'nın elini tutmasını ve oğlunun kalbine ufak da olsa bir umut tohumu ekmesini.
Annem bize bakmaya devam etti ve gözleri Koza'nın titreyen eline kaydı. Aşağıdan sesler duyuldu, yardıma geliyorlardı.
Her şeyimden o an vazgeçecek kadar içten diledim, annemin Koza'nın elini tutmasını ve oğlunun kalbine ufak da olsa bir inanç tohumu ekmesini.
Annem, aşağıda duran elini havaya kaldırdı, onun da eli titriyordu. Koza'nın uzattığı elini yavaşça, korkarak ama isteyerek tuttu. Parmakları sıkıca kavradığında derin bir nefes verdim ve gülümsedim.
İçeriye sağlık çalışanları girdiğinde taşıdıkları sedyeyi öne getirdiler. Koza'ya baktım; yüzünde öyle bir gülümseme vardı ki daha önce onu böyle gülümserken görmemiştim.
İnanç, umut ve sevgi.
Koza annemin kalkmasına yardım ederken sağlık çalışanları da destek oldu ve ben de diğer elini tuttum. Sadık Orhan öylece izlerken hareket dahi etmiyordu fakat gözlerinde büyük hüzün vardı.
Annem yürümekte zorlanırken sağlık çalışanları onu sedyeye yatırdı; Koza onun elini bir an bile olsun bırakmazken bir sağlık çalışanı, "Yardımcı olacağız," dedi Koza'ya. "Şimdi izin verir misiniz?"
"Koza," dedim ona dönüp, bakışlarını bana çevirdi. "Yanıma gelir misin?" Koza, annemin eline baktı, ardından zorlukla da olsa onu bırakıp bana yaklaştı; o sırada Sadık Orhan’sa sağlık çalışanlarıyla beraber dışarıya çıktı.
"Ne oldu?" diye sordu Koza kaşlarını kaldırarak. "Gitmemiz gerekiyor ve..."
Bir anda tahta yatağın ayak ucuna doğru tabanımla sertçe vurdum. Koza gözlerini açtığında bir kez daha vurdum, ardından bir kez daha. Ayak ucunda çatlak oluştu, eskimiş sunta yavaşça dağılmaya başladı. Bir anda büyüdüğüm, acılar çektiğim o yatağa ilerledim ve çekiştirmeye başladım. Bütün gücümle yatağı çektiğimde çarşafı yırtmaya başladım. "Kurtulacağım," dedim dişlerimin arasından. "Kurtulacağız."
Koza beni izlerken yatağın altındaki ince suntayı tek bir tekmeyle ayırdım ve bir parçasını elime alıp giysi dolabına vurmaya başladım. Eskimiş iki kapılı tahta dolapta delikler oluştu, ardından içindeki çocukluk kıyafetlerimi gördüm.
Hâlâ saklıyordu.
Öfkeyle haykırdığımda kıyafetleri dışarıya fırlattım ve birkaç tanesini yırttım. Koza o sırada ellerim havadayken tutmaya çalıştı ama ona da direndim ve dolabı tekmelemeye başladım. "Dur," dedi ama durmadım. "Dur!" diye bağırdı bu sefer.
"Burada bir daha kimse yaşamayacak!" dedim yüksek sesle. "Burada başka kimse olmayacak!" Yere düşen çocuk atletine baktım; küçük pantolona, küçük tişörte. "Hiçbir çocuk bu odada büyümeyecek!"
"Helin!" dedi Koza ve omuzlarımdan tutup beni sertçe kendine doğru çevirdi. "Rahatlıyorsan yap ama kendine zarar vereceksin."
Başımı iki yana salladım ve o kırmızı ışığın altında yüzünü incelerken, “Korkma," dedim tek nefeste. "İçinden ne geliyorsa onu yap, korkma!"
Korkusunu yenememişti; bunu biliyordum, görebiliyordum ama bir anda dolabın köşesinden çıkan tahta parçasını eğilip aldı ve hiç düşünmeden, şüpheye bile düşmeden sertçe tavanda asılı olan kırmızı ışığa çarptı. Ampul yüksek bir ses çıkararak patladığında karanlık bize kucak açtı, ardından dışarıdaki sokak lambasının loş ışığı odayı doldurdu.
Nefes nefese ona bakarken, “Konu ışıklar değil," dedi elindeki tahtayı yere atarak. "Bu oda, yatak, dolap değil. Ben ışıklardan korkmuyorum, ben kendimden korkuyorum ve bu da geçecek. Senin de geçecek." Elleriyle yüzümü tuttu ve beni kendine çekip sarıldı. "Hatta geçti bile senin. Kalanlar da yok olacak."
Kollarımı beline doladım ve birkaç derin nefes aldım, ardından sakinleştiğimi hissettim. "Onu yeneceğiz," dedim dişlerimin arasından. "Ve o zaman tamamen kurtulacağız."
Eli saçlarıma kaydı; Koza ilk defa saçlarımı şefkatle sevdi, bu odanın içinde saçlarımdan nefret ederken şimdi abim saçlarımı sevdi. Makasla kestiğim saçlarımdaki kırgınlık, abim sevince sanki geçti.
Bir cevap vermedi, söz demedi ama bunu istediğini biliyordum.
Birkaç dakika orada durduk, ardından yeniden nefes alamadığımı hissettiğimde Koza'dan ayrıldım ve kapıya doğru yürüdüm; Koza da peşimden gelirken bu kez ikimiz de evi bir kez daha incelemedik.
Dış kapıya geldiğimizde ise karşı komşuyu gördüm ve bir şaşkınlık daha yaşadım; hâlâ aynı kişiydi. Neler olduğunu anlamaya çalışıyor gibiydi. Gözlerim merdivenlere kaydı, diğer insanlar da merakla bakıyorlardı. Hepsi sessiz kalmıştı, bir çocuğun çığlıklarına kulak tıkamışlardı, ellerini bize uzatmamışlardı. Bazıları artık yoktu ama görüyordum, bazıları hâlâ bu apartmandaydı. Kim bilir başka nelere kulak tıkamışlardı.
"Merhaba," dedim karşı komşuya hiç ummadığı anda.
Kaşları havaya kalktı. "Merhaba," dedi.
"Beni hatırladınız mı?" diye sordum. Bir süre baktı, ardından başını olumsuz anlamda iki yana salladı. "Helin ben," dedim. "Harun Aktan'ın yeğeniyim. Hani şu çocukken istismara uğrayan, dövülen hatta bazen sizden yardım isteyen Helin. Eminim öldüğümü düşünmüşsünüzdür ama ölmedim. Sizi net hatırlıyorum hatta. Çocuğunuzu benimle görüştürmek, Harun Aktan'a yaklaştırmak bile istemiyordunuz." Koza kolumu tutup beni uzaklaştırmak istedi ama izin vermedim. Kadın yutkundu, dudakları aralandı. "Unuttun," dedim kadına direkt. "Benim de bir çocuk olduğumu. Gelip senden yardım istediğimde kapıyı suratıma kapattın. Söylesene, geceleri nasıl uyuyorsun?" Saçları beyazlaşmıştı, çökmüştü ve artık gözleri o kadar da acımasız bakmıyordu. "Aslında bu sorunun cevabı umurumda bile değil, eğer huzur içinde ölmek istiyorsan bana kapattığın kulaklarını başka çocuklara kapatma." Merdivendeki insanlara baktım. "Siz de öyle."
"Helin, hadi," dedi Koza çekerek ama zaten cevap vermesini bile beklemeden merdivenleri inmeye başladığımda gözyaşlarımı sildim ve omuzlarımı kaldırdım.
Yıkılmış bir şekilde girdiğim bu evden, şimdi dik bir şekilde çıkıyordum.
Aşağı kapıya geldiğimizde Koza'ya dönüp gerçeklik payı olan bir imayla, “Yakmayacak mısın keyif sigaranı?" diye sordum. "Şu an bunu hak ediyorsundur çünkü ben yapacağım."
Koza'nın gözlerinden anlayamadığım bir ifade geçti; utançla bakışlarını kaçırıp, "İzin verirsen," dedi. "Son keyif sigaramı Nil'le paylaşmak istiyorum." Benden çekiniyordu ve o an nedenini anladım. Yanımda en son içtiği keyif sigarası, benim yıkımımdı. "Çünkü en çok ona annemi anlattım."
Hâlâ yüzüme bakmıyorken, “Anladım," dedim ve kapıdan dışarıya çıktım. "Nasıl istersen."
Dışarıya çıkıp yürüdüğümüzde ilk gözüme çarpan, açık ambulans kapısından görünen sedyede yatan annem ve başındaki sağlık çalışanlarıydı. Soldaki kaldırımda Sadık Orhan oturuyordu; onu daima dik durmaya çalışan ve başını eğmek istemeyen bir adam sanıyorken şimdi tamamen yıkılmış gibiydi.
Yanında ise Yankı vardı, ayaktaydı. Çıktığımızı gördüğünde direkt bize yaklaştı; yine ağlamaya başladım fakat bu kez onu canlı gördüğüm için ağlıyordum. Yaşattığı korkunun haddi hesabı yoktu; ölecek sanmıştım, bir kez daha göremeyeceğimi sanmıştım fakat şimdi karşımdaydı.
Koza'yla direkt birbirlerine sarılırlarken Yankı’nın gözü üzerimdeydi. İkisi de geriye çekildiğinde, Koza Yankı'ya, "Yolun yarısını geçtik," dedi umutla. "Onu kurtardık."
Yankı başını salladı ve bana bakmaya devam etti.
Yüzü yakından daha kötü görünüyordu. Turkuaz gözlerinden bir tanesi kan çanağına dönmüştü, patlayan dudağındaki kan kurumuştu. Boynunda parmak izleri vardı. Üstünün neden çıplak olduğunu bilmiyordum ama çenesinden akan kan, çıplak göğüs kafesine doğru inmişti.
Kollarını iki yana açtı ve kaşlarını kaldırarak, “Bana çok kızgın olduğunu biliyorum," dedi. "Ama sarıldığında..."
Hiç düşünmeden birkaç adımla boynuna atladım ve ona öyle sıkı sarıldım ki gözlerimden akan yaşları durduramadım. Ölmemişti, yaşıyordu; bir tercih hakkının ucundaki olumlu ya da olumsuz yanıt değildi. Gözlerimi sıkıca yumup kokusunu içime çektim, gözlerimden yaşlar akarken boynundan öptüm; onun da kolları sıkıca belime dolandı. Geriye çekildiğimde yüzünü ellerimin arasına alıp öpmeye başladım. Kan umurumda bile değildi. Yankı güldüğünde eli saçlarımda dolaştı. İç çeke çeke öperken geriye çekildim ve bir kez daha ona baktım.
Ve o anda Sadık Orhan'ın bizi izlediğini gördüm; öfkeyle ya da kibirle değil. Özlemle, belki de o da kendi geçmişiyle.
Bir kez daha öptüm, bir kez daha sarıldım, bir kez daha ona baktım. "Bir şey de," dedi Yankı gözlerini açarak. "Helin."
Son kez öptüm, son kez sarıldım, sonra geriye çekilip yüzüne öyle sert bir yumruk geçirdim ki Koza şaşkınlıkla bağırdı ve Sadık Orhan oturduğu yerden âdeta zıplayarak kalktı.
"Aptal herif!" diye bağırdım, Yankı büyük bir şaşkınlıkla bana bakarken. Bu kez de karnına sert bir yumruk geçirdim. Öne eğildiğinde yumruklarımı sıkarak ona baktım. "Seni geri zekâlı, şerefsiz! Öldün sandım! Öleceksin sandım! Gittin sandım! Yoksun artık sandım!" Bu kez sert yumruklarımı sırtına geçirirken, Koza o kadar olayın içinde gülerek beni tutmaya çalıştı ve Sadık Orhan büyük bir şaşkınlıkla bana baktı. "Bırak Koza," dedim yarı ağlayarak yarı öfkeyle. "Onu ben öldüreceğim! Bu yaşattığının bedelini ödeyecek!"
"Helin," dedi Yankı eğildiği yerden karnını tutarak. "Şu an beni dövüyorsun!"
"Kapa çeneni!"
Sadık Orhan birden hiç beklemediğim anda Yankı'ya bakıp, “Bana yumruk atmıştın, değil mi delikanlı?" diye sordu. "Misliyle karşılığını kızım sana verdi, bana gerek kalmadı."
Yankı öksürerek ona bakarken, beni tutan Koza gülerek, “Hayatımın en güzel anlarından ikincisi," dedi. "Hiç beklemiyordum, bir de boşarsın bunu."
"Onu boşamayı bırak, öldüreceğim," dedim ve silkelenerek Koza'dan kurtuldum. "Aptal, pislik, göt herif. Gözüme görünme. Bu halin ne senin? Canın çok yanıyor mu?" Acıyla yutkundum. "Çok mu acıyor? Acısın!" Ağlamaya devam ettim. "Acımasın."
Yankı gözleri açık bir şekilde bana bakarken başını iki yana salladı ve arkada alayla onu izleyen Koza'ya dönüp, “Bunu kimseye anlatmayacaksın," diye tehdit etti. "Yoksa seni mahvederim."
***
Hava soğumuştu, saat gece yarısını geçiyordu ve kendimi yorgunluktan bayılacak kadar halsiz hissediyordum.
Eskiden yaşadığımız evin oradan ayrılıp hastaneye gitmiştik, annemi direkt müdahale odasına almışlardı. Biz ne olduğunu bile anlamadan filmler çekilmiş, kan testi yapılmıştı; kapının aralığından son gördüğüm hali uykuluydu ya da bayılmıştı.
Sadık Orhan doktorları ayarlamıştı, herkesle tek tek konuşuyordu ve ortalıkta koşturuyordu. Koza onun peşinde bir şeyler öğrenmeye çalışıyordu, bense girdiği odanın kapısının önünde yere çökmüş, içten içe dilekler dilemiştim. Yankı hemen yanımda durup bazen destek olmuş, bazen Koza'nın yanına gitmiş, bazen de doktorlarla konuşmuştu.
En sonunda doktor, bir sonuç çıkmadan doğru düzgün bir şey söylemeyeceğini fakat annemin iyi durumda olmadığını dile getirdi. O an, aklıma gelen Nadir olmuştu. Onu bulduğumuzda böyleydi ve şimdi annem için de aynı cümleleri duyuyordum.
Koza'nın ilk sorduğu soru, "Ölecek mi?" olmuştu.
Doktor bu soruyla kaşlarını kaldırmış, anlamlandırmaya çalışmış, ardından böyle bir şey söylemediğini uygun bir dille anlatmıştı. Hatta Koza'nın içini rahatlamıştı. Sadık Orhan’sa elinden gelen her şeyi yapacağını söylemişti ama en sonunda doktorun odasına girmemiz bile yasaklanmıştı, hem de psikiyatrist tarafından çünkü Sadık Orhan'la sadece yarım saat konuşması ve Koza'nın ortadaki koşturan hali ürkütücü görünüyordu. En azından kendisi görüşmeden, şu an kimsenin görüşmesini istemiyordu.
Sonuç olarak saatler sonra Koza'nın evinin önüne gelmiştik ve artık aklım çalışmayacak duruma gelmişti.
Koza kapıdaki Sadık Orhan'ın adamlarına şöyle bir öfkeyle bakmış fakat aldırış etmemişti. Bu korumalardan hoşlanmadığından değil, belki de Sadık Orhan'la arasındaki o hem sıcak hem soğuk rüzgârdan. Sadık Orhan ise sabah bizimle görüşeceğini söylemiş, gitmeden önce ise Yankı'ya yine yumruklarım yüzünden alayla bakıp, Koza'ya benim için, “Sana emanet,” demişti.
Sadık Orhan'ın Koza'ya baba şefkatiyle yaklaştığını düşünüyordum ya da öyle olmalıydı.
Benimle arasındaki ilişki ise hâlâ deprem etkisindeydi, duvarlarım yıkılacak gibi değildi.
"Uyudular mı acaba?" diye sordum Koza'ya bakarak. Yankı yanımda sessizce duruyordu, göz göze geldiğimizde direkt bakışlarımı kaçırıyordum. Bu bir küskünlük değildi, aslında yüzündeki yaralara baktıkça içim sızlıyor, onu affediyordum fakat bu kadar kısa sürede yelkenleri suya indirmeyecektim. "Eğer uyudularsa..."
Koza anahtarı deliğe yerleştirdiğinde bir anda kapı açıldı ve gördüğüm ilk kişi Bartu oldu. Gözleri kocaman açıldı, bize baktı, ardından içeriye doğru, “Geldiler!" diye bağırdı. "Hem de üçü birden." Bartu hepimize tek tek baktı ve beni kendine çekip sımsıkı sarıldı. "Sikeyim," dedi boğuk sesle. "Çok korktum, korktuk. Yerimizde duramıyorduk." Telefonda çok kısa konuşmuştuk fakat çok tedirginlerdi . Bana öyle sıkı sarıldı ki kemiklerimin kırılacağını hissettim.
İçeriden Lâl koştu, ardından Mutlu ve en son Işık.
Işık'ın dudakları aralandı ve hepimize bakarken, “Şükürler olsun," dedi saçlarını karıştırarak. "Üçünüz de iyisiniz!" Koza'ya baktı, ilk önce onu inceledi, sonra üçünüz dediği için rahatsız hissedip, “Yankı!" diyerek ona koştu. "Neler oldu? Sizi mahvedeceğim!"
Işık Yankı'ya sarıldı. Bartu benden ayrılıp Koza'yı kendine çekti ve ona da sarıldı. Lâl ise hiç ummadığım şekilde boynuma atladı. Işık bu kez bana sarıldı ve Bartu da Yankı'nın yanına gitti.
"Kahretsin," diyen Mutlu'nun sesini işittim. Yüzündeki o acının silindiğini, yerine huzuru bıraktığını gördüm. Onu beklemeden gidip ben sarıldım ve elimi kıvırcık saçlarına daldırdım.
"Meraktan öldük," dedi Işık, bir kez daha Koza'ya bakıp. Ona sarılmadı ama başını salladı. "Sadık Orhan biraz bahsetti ama neler olduğunu anlatın, annemizi kurtardınız mı?" Direkt Koza'ya baktı. "Kurtardınız mı? Yaşıyor, değil mi? İyi mi?"
Koza'dan önce ben, Mutlu'dan ayrılıp, “Evet, yaşıyor," dedim gülümseyerek. "İyi olacak, en azından inancım bu yönde. Biz de iyiyiz. Sadece inanılmaz yorgunum, gerginim ve biraz da açım."
"Evim neden mercimek çorbası ve soğan kokuyor?" diye sordu Koza kaşlarını kaldırarak. "Bu ev genelde viski kokar, neler oluyor?"
Bartu gözlerini devirip, “Evet, görüyoruz ki Kelebek yavşaklığından bir şey kaybetmemiş," dedi. "Yemek yaptık; senin için ciğerimi pişirdim, yer misin?"
"Bu evin mutfağına sadece seksi aşçılar girebilir," dedi bu kez de Koza. "Senin gibi ayılar değil."
"Ben yapmadım zaten," dedi Bartu. "Lâl yaptı."
Koza'nın bakışları Lâl'e döndüğünde sinirlenmesini, laf sokmasını, tepki vermesini bekledim fakat hiçbir şey söylemeden içerideki salona ilerledi ve biz de peşinden gittik.
Koza köşedeki içki dolabına ilerleyip bir viski çıkardı ve ortadaki masaya bırakıp koltuğa yayıldı. Masanın üzerinde yemek tabakları vardı fakat hiçbiri doğru düzgün yememişti, bu belliydi. Bartu bile yememişti.
Koltuğa oturduğumda yanıma Yankı oturdu ve diğer yanıma Mutlu. Sırtımı yaslayıp ellerimi şakaklarıma bastırdığımda odanın içini derin bir sessizlik kapladı.
"Ee," dedi Bartu ortaya. "Anlatsanıza ulan, anlatın! Neler oldu? Siz ne yaptınız? Yankı?.." dedi ona bakarak. Hastanede yüzüne bakmışlardı ve kanlar temizlenmiş, kaşına bant takılmış, dudağı temizlenmişti. Kendime itiraf edemesem de şu an oldukça yakışıklı görünüyordu. "Lan Yankı," dedi Bartu. "Niye şaşkın ördek gibi bakıyorsun, amına koyayım? Sana ne oldu, anlat. Bütün her şey sende."
Yankı dudaklarını araladığında, Koza açtığı viskiden birkaç yudum içti ve Yankı'ya babacan bir tavırla uzattı. Yankı gülümseyerek şişeyi elinden alıp birkaç yudumda içti ve tam o esnada Koza, "Helin Yankı'yı dövdü," dedi ve Yankı öksürerek içki şişesini ağzından uzaklaştırdı.
Bartu ile Mutlu güldü. Hatta Mutlu'yu güldürebilen cümle bu olmuştu. "Dalga geçme lan," dedi Bartu gülerek. "Anlatsana Yankı, ne oldu?"
"Lan, koca herif," dedi Koza ve o sırada soldan koşan beyaz tavşanı gördüm; Koza'nın yüzünde bir anda çocuksu bir gülümseme oluştuğunda, “Pamuğum," dedi ve tutup kucağına aldı. "Canım kızım, ömrüm, hayatım, nasılsın?"
"Ben bu Kelebek’in her gün farklı yüzünü görmekten çok yoruldum," dedi yanımda oturan Mutlu. "Ayrıca bilmek istersin diye söylüyorum, Pamuk ve ben çok iyi anlaştık. Artık onun başka bir ismi var."
"Aptalca bir isim," dedi Işık gözlerini devirerek. "Pamuk daha iyi. Ayrıca," dedi ve Koza'ya dönüp baktı. "Bu hayvana havuç, yeşillik falan yediriyorsun, değil mi? Tavşanlar bunları yer. Mutfaktaki et kokusunun ardından sırtlan gibi peşimizde dolaştı hatta bacağımı kemirdi."
"Hmm," dedi Koza, tavşanı havaya kaldırıp gülümseyerek. "Demek Nil'in bacağını kemirdin oğlum; nasıldı, anlat bileyim, bana kısmet olmadı da."
Işık arkasındaki yastığı yüzüne attığında, “Az önce kızım dedin hayvana," dedi. "Şimdi de oğlum."
Koza kısık sesle, “Onun yanında cinsiyetçi konuşmalardan vazgeç," dedi. "Hangisinde mutlu olursa o şekilde hitap ediyorum."
"Bunun balatalar tamamen yanmış ya," dedi Bartu başını iki yana sallayarak ve Yankı'ya döndü. "Sen anlat, neler oldu?"
"Oğlum," dedi Koza sert bir sesle. "Söyledik ya, Helin dövdü."
Yine güldüler fakat bu kez Koza'nın yüzündeki ciddiyetle kaşlarını çattılar. En sonunda Yankı sessizliğini bozup, “Lan," dedi Koza'ya, o da yastığı fırlatarak. Kafasından sekip yere düştü, Koza tavşanı korudu. "Aramızdaydı, aptal herif. Ne geveze birine dönüştün sen."
"Anlamadım," dedi Bartu, sonra güldü, ardından ciddileşti ve bir kez daha güldü. "Sen mi getirdin bu hale Yankı'yı?"
Koza tavşanı bir anda yan tarafında oturan Lâl'in kucağına bırakıp hevesle ayağa kalktı. Lâl şaşkınlıkla ona bakarken, o bunu görmedi.
"Helin orta açtı," dedi ve yumruğunu kaldırdı. "Bir koydu Sonuncu'nun yüzüne, Sonuncu sarsıldı, beş-altı kez döndü döndü durdu. Hint filminde bir kadın var ya hani, kendini perdeye asıyor. İşte Sonuncu ona dönüştü. Helin durmadı, bu kez karnına bir geçirdi, Sonuncu kusacak gibi oldu." Hareketlerle taklit ediyordu. "Sonra enseye bir şaplak, sırta başka bir yumruk daha." Yeri gösterdi. "Bir baktım, Sonuncu baygın." Silah yapıp beni isabet aldı. "Güzel, minik kardeşim," dedi. "Ezip geçti, acımadı. Yarın da boşanma dilekçesini veriyoruz."
Beşi de ağzı açık bir şekilde Koza'yı dinlerken, Yankı parmaklarını şakağına bastırdı, ardından acıyla irkildi. Hiçbirinin ağzını bıçak açmadığında, “Doğru bu arada," dedim kaşlarımı kaldırarak.
Bartu eliyle ağzını kapatıp bana baktı. Mutlu kendini tutamayıp güldü, sonra gülüşüne hâkim oldu. "Koza abartıyor," dedim ardından. "Dövmek değildi, öyle bir saygısızlık yapmam ama hırsımı almam gerekiyordu."
"Ben böyle bir anı nasıl kaçırırım," dedi Bartu şaşkınlıkla.
"O anı videoya çekmediğim için kaç parçaya bölündüğümü bilemezsin," dedi Koza. "Hayatımın en güzel birkaç dakikasıydı." Geri yerine oturdu, tavşanı Lâl'in kucağına verdiğini fark etti ve kaşlarını kaldırıp tavşanı geri aldı. "Sağ ol," dedi ağız ucuyla.
Yankı, Koza'nın cümlelerini duymazlıktan gelip, “Helin yapmadı," dedi yüzünü ekşiterek. Ona baktım, yüzündeki yaralara bakarken içimin yumuşadığını hissettim ama göz göze geldiğimizde direkt bakışlarımı kaçırdım. "Ama neler olduğunu yarın konuşsak," dedi. "Bu akşam bunu yapmasak. Başım çok ağrıyor ve yeterince şey atlattık."
Mutlu eğilip ikimize baktı. "Siz yeni evlenmediniz mi lan?" dedi soruyu sorarken gülerek. "Bu gece Helin, Yankı'ya koltuğun yüzünü gösterecekmiş gibi. Çocuklar Duymasın, Meltem Haluk sahnesi." Yankı'ya baktı. "Sen de başım ağrıyor demeye başlamışsın." Başını iki yana salladı. "Evlilik aşkı öldürür çocuklar, bunu yapmayacaktınız."
Gözlerimi devirdim ve gülmemek için kendimi durdurdum. Yankı ise viskiden büyük yudumlar içti ve Koza'ya kaşları çatık bakmaya devam etti. "Siz ne yaptınız?" dedim ve başımı Mutlu'nun omzuna yaslayıp koluna girdim. Televizyonda öylesine bir film açıktı. Mutlu'nun boynundaki o kesiğe sargı koymuşlardı, minik bir kan lekesi vardı. Nasıl atlatmıştı? Ne durumdaydı?
"Evi sevdiniz mi?" diye sordu Koza. "Kendisi malvarlığımın ufak bir kısmı sadece. Biliyorsunuz ki zengin bir adamım."
"Koza," dedi Bartu hevesle ve ayağa kalktı. "Garajdaki arabaların hepsi senin, değil mi?" diye sordu. "Lan, kimden çaldın, söyle artık. Ve ben de senden çalabilir miyim?"
"Çalabilir miyim diye izin al ama," dedi Mutlu gülerek. "Gece on ikiyi geçtiyse bunun beyin ölümü gerçekleşti demektir."
"Kardeşim, ne çalması," dedi Koza alıngan bir sesle. "Kuyumcu zincirim var."
"Yine buldu kendine başka bir meslek," dedi Mutlu gözlerini devirerek.
"Bir tanesini çalacağım," dedi Bartu, Koza'ya.
"Çal," dedi Koza gülerek ve Lâl o sırada salondan ayrılıp mutfağa ilerledi.
"Ev gerçekten güzel," dedi Mutlu ve sırtını yaslayıp ayaklarını masaya uzattı. "Ben kendi odamı belirledim; şu boğaz manzaralı, geniş olan." Başını omzuna yatırdı. "Ayrıca garajdaki bir arabaya da ben çöküyorum. Artı olarak..."
"Burada kalıcı değiliz," dedi Işık. "Kendine oda seçmekten vazgeç artık."
"İki saniye hayal kurdurmuyorsun," diyen Mutlu kaşlarını çattı.
"İstediğin odayı alabilirsin, kıvırcık," dedi Koza, Mutlu'ya bakıp, ardından Işık'a döndü. "Nil'e aldırış etme, senin kendi hayatın da var."
Işık yüzünü ekşitip Koza'ya odaklandı ve en sonunda bakışlarını üzerinden çekerek Lâl'in geldiği tarafa baktı. Lâl elinde bir tepsiyle yaklaşırken üzerindeki çorba dolu kâseleri gördüm.
Herkes kendisine ait olanı alırken, Koza'nın ne yapacağını inceledim ve onun da kâselerden bir tanesini aldığını gördüm. Artık Lâl'den o kadar da nefret etmiyor olabilir miydi? En azından yemeğini yiyordu.
Çorbadan bir yudum aldım ve ağzıma sıcak bir şey değdiği için mutlulukla nefes verdim, ardından birkaç kaşık daha aldım. O sırada yanımda oturan Yankı'nın hafif inlemesini işittim fakat o kadar kısıktı ki bunu sadece ben duymuştum. Bakışlarımı ona çevirdiğimde sıcak çorbayı içmekte zorlandığını çünkü ağzının içinin yara dolu olduğunu anladım.
İçim acıdığında geçmişin başka bir sahnesinin içinde yuvarlandım. Ekip'in üyeleri beni dövmüştü, ben izin verdiğim için ve eve geri geldiğimde onun gibi çorbamı içememiştim.
Bir kaşık daha almaya çalıştı fakat yine içemediğinde yüzünde acı ifadesi oluştu.
Kaşığımı bırakıp onun elinden kâseyi aldım. Çorbayı karıştırdıktan sonra kaşığı havaya kaldırıp birkaç kez üfledim. Yankı şaşkınlıkla bana bakarken çorbanın ılıdığından emin olup ona uzattım. Gözleri açılırken ılık çorbayı ona verdim ve bu kez acı çekmeden içebildi. Yüzünde gülümseme oluştuğunda, “Gülme," dedim ağzımın içinde fakat ben de gülümsediğimi hissediyordum. "Kızgınım sana, gülme."
Birkaç kez daha çorbadan üfleyerek ona verdim.
"Hmm," diye derin bir nefes verdi Mutlu. "Sanırım evlilik aşkı öldürmüyormuş gençler. Meltem, Haluk'u affetti ve ona yemek yediriyor."
"Meltem ve Haluk'un iki çocuğu vardı ama," dedi Bartu gülerek; çoktan kâsesindeki çorbayı bitirdiğini fark ettim.
"Üşenmezsin, yaparsın iki çocuk Helin," dedi Mutlu omzuyla omzuma vurarak. "Sizin sevişmeniz de acaba yorganın içinde nefessiz kalıp sadece zıplamacalardan ibaret mi?"
Bu kez yastık Koza'dan Mutlu'ya doğru uçtu. "O çeneni kapat."
"Koyarsın birinin adını Bartu," dedi Bartu gülerek bana bakıp. "Diğerinin adını da..."
"Emilyski!" diye bağırdı Mutlu ve ben diğer çocuğun ismini söylediğini sanıyorken eğilip tavşanı kucağına aldı. Gülümseyerek başını okşadı.
"Ne diyorsun lan?" dedi Koza kaşlarını çatıp. "Deme lan şu ismi! Deme! Yasak oğlum lan bu evin içinde o isim!"
"Tavşana koyduğu isim," dedi Bartu gülmemek için kendini zor tutarak. "Ve işin tuhafı tavşan Emily denildiğinde bakıyor. Bak şimdi." Öne eğilip, “Emily," diye seslendi. Gerçekten de tavşan Bartu'ya döndüğünde gözlerim açıldı.
"Şaka mı yapıyorsunuz?" dedi Koza korkuyla. "Tavşanın içine Emily mi girdi yani?"
Kendimi tutamayıp güldüğümde diğerleri de güldü, ardından odanın içinde gülüş seslerimiz çınladı. Tek gülmeyen kişi Koza'ydı ve onun yüzündeki kızgınlık ifadesi ise daha fazla gülmeme neden oluyordu.
Kendimi geçmişte hissetmedim, kendimi bütün zamanların içinde hissettim çünkü yine biz yedi kişi beraberdik ve bütün olanlara rağmen yine gülüyorduk. Az önce yaşananlar, sonradan yaşanacaklar, hepsi bir rafa kalkmıştı ve biz yine o anın içinde gülümseyebiliyorduk.
Hepimiz çorbamızı içtik, sonrasında viskiden de içtik. Herkesin aklında soru işaretleri vardı ama kimse bunları sormadı, Yankı o cümleyi kurana kadar.
"Yarın," dedi viskiyi masaya bırakırken. "Akşam. Harun Aktan'ı bitiriyoruz." Bakışları bize döndü, tek tek baktı ve herkesin gözlerindeki o ifadeyi gördüm; inanç ve korku. Bakışları bana döndü, gözlerimin içine baktı. "Bu kez kıyamet biz olacağız."
Koza'nın kasıldığını hissettim. "Bir planınız var, değil mi?" dedi Bartu, Yankı ile Koza'ya dönüp.
"Öyle de denilebilir," dedi Yankı, sonra herkesin yüzüne baktı. "Ama bu kez biz tek başımıza planlamayacağız, hep beraber yapacağız. Sandığınız gibi bu ailenin tek beyni ben değilim, Koza da değil. Belki de en büyük hatayı burada yapıyorduk. Yarın planı hep beraber yapacağız."
Işık'ın bakışları Koza'ya döndü ve o da kasıldığını fark edip, "Ya başarısız olursak?" diye sordu.
"Bunu yarın konuşalım mı?" diyen Koza da tedirgindi. "Ben bugün başka hiçbir şey duymak istemiyorum." Ne demek istediğini anlamıştım; her şeyden öte, Harun Aktan ismini duymak istemiyordu çünkü mutluydu.
Yine sessizlik oldu hatta düşündüğümden daha uzun süren bir sessizlik. "Yarın," dedim başımı sallayarak. "Oldukça uzun bir gün olacak anlaşılan." Ayağa kalkıp üzerimi düzelttim ve Koza'ya döndüm. "Ben nerede yatacağım?"
"Ben derken?" dedi Yankı arkamdan.
Ona doğru döndüm ve Mutlu'nun keyifli bakışlarının arasından, “Sen bugün koltukta yatsan çok iyi olur," dedim. Mutlu kahkaha atmaya başladı. Koza ise alkışladı.
"Bunu yapma," dedi Yankı kaşlarını kaldırarak. "Ah, canım çok yanıyor," eli önce başına, sonra göğüs kafesine gitti, "çok kötüyüm, mahvoluyorum. Yalnız mı bırakacaksın?"
Kaşlarımı kaldırıp ona baktım ve hiçbir şey söylemeden arkamı dönüp yürümeye başladım. Mutlu arkamdan ıslık çalarken birkaç kişi de alkışladı. "Ailenin reisi nasıl da belli oluyor ama," dedi Mutlu ıslak çalmadan önce. "Arkandayım kızım, harikasın, bayılıyorum sana!"
Salondan çıkmadan önce onlara dönüp baktım ve altısının da beni izlediğini gördüm. Bu belki de yedimizin beraber son gecesidir, diye düşündüm fakat bunu da hemen aklımdan çıkardım.
Umut vardı, yollar da öyle. Bu bizim beraber son gecemiz değildi, olamazdı.
Paragraf Yorumları