logo

33. İTİRAF

Views 261 Comments 1

Bartu Sarca'nın güncesinden...

30.06.2013

Bugün seni uyurken izledim, üzerini örttüm, kâbuslarını dinledim, sonra biraz daha seni izledim.

Birine ilk gördüğüm anda âşık olacağımı düşünemezdim ama seni gördüğümde ikimiz de çocuktuk, ben seni o çocuk kalbimle sevip âşık oldum ve sen o çocuk kalbinle bana hem anne hem aile oldun.

Yoluna taşlar düştü, o taşları itekledim.

Yürüdün, yürürken dengen sarsıldı, senin dengen oldum.

Benden ne istersen onu yaptım.

Ve sen bugün benden Yankı'ya ihanet etmemi istedin, kendin için.

İlk önce kendime izin vermedim, sonra ihanetimi bile senin için gerçekleştireceğimi fark ettim.

Başımı önüne eğdim, ipi geçirmeni bekledim ve sen o ipi geçirdikten sonra ben ilk ve son ihanetimi Yankı'ya senin için ettim.

Sen ise seni izlediğimin ertesi günü, Yankı'yla beraber beni bırakıp gittin.

Yine de Lâl, yine de günlüğümün her sayfasını sana feda edeceğim ve bir gün dönmen umuduyla her gün seninle geçirdiğim anılarla dolduracağım.

Nerede, nasıl mutluysan öyle kal, benim ilk cümlem sensin, son cümlem de sen olacaksın.

"Birinci Sokak Nöbetçisi, Bartu Sarca"

Hayal kırıklığı.

Bu duygunun verdiği hissi çok iyi biliyordum çünkü defalarca tatmıştım, hem de herkes tarafından. İlk önce kalbimi kırmışlardı, sonra da hayallerimi, ardından beni parçalara ayrılmış bir şekilde arkalarında bırakıp gitmişlerdi. Doğumdan ölüme kadar hep bu olacaktı, biliyordum.

Ama bazen, bazı insanların bizi hayal kırıklığına uğratmayacağına inanırdık.
Ben Sokak Nöbetçileri'ni tanıdıktan sonra bunu tatmıştım.

Sanırım, bir insanın sizi hayal kırıklığına uğratmayacağını düşünmek, en büyük güven kaynağıydı.

Düşünüyordum da Sokak Nöbetçileri beni bir kez olsun hayal kırıklığına uğratmamıştı. Başkalarının sıralayarak hayal kırıklığı diyebileceği birçok tez olabilirdi ama benim için yoktu.

Yankı hariç.

Bunu isteyerek yapmadı, bunu isteyerek yapacak bir adam değildi ama ona öyle bir güveniyordum ki farkında olmadan, defalarca beni hayal kırıklığına uğrattığı halde hep bir nedeni olduğuna inanıyordum.

En büyük hayal kırıklığı, göğsümden bir silahla kendimi vurduğum zaman o silahı elimden almamasıyla başlamıştı. Evet, bunu diğer Nöbetçiler de yapmamıştı ama zaten o zaman, güvendiğim tek kişi Yankı’ydı.

İnsan güvenmediği birine karşı hayal kırıklığı da hissetmezdi.

Yine de biliyordum, o Yankı Sarca'ydı, bir nedeni olmalıydı, ona öyle geri dönülemez bir şekilde güveniyordum ki, o silahı elimden almadıysa, kalbimin parçalanması gerekiyordu o an. Belki de kalbim yanlış atmıştı, kalbim hatalıydı ama o hatalı olamazdı.

Bunun adı sadece güven de değildi, bunun adı körlüktü, bunun adı güvenecek kimsen kalmadığında birinin ellerini sıkıca tutmak demekti.

Fakat hayal kırıklığından önce boş vermişliğimi hissetmiştim. Demiştim ki, benim elimin suçuydu, o silahı ben tuttum, onun suçu değildi. Benim tetiğe basan parmağımın suçuydu, onun uzanıp silahı almayan elinin hiçbir suçu yoktu.

İkinci en büyük hayal kırıklığım, benim ellerimi tutan Yankı'nın o elleri bırakmasıyla olmuştu. Ve benim gözlerim o gün görmüyordu.

Ben kördüm, o bunu biliyordu ama Ekip'e ait olan depoda ellerimi bırakmış, beni terk etmişti. Bana, birkaç dakika da olsa, beni terk edebileceğini hissettirmişti.

Ve o kör kadın, karanlıkta yine de ona koşmuştu.
Evet, gitmemişti, evet, bırakamamıştı ama aklından geçmesi bile bir hayal kırıklığıydı.
Üçüncü hayal kırıklığım birçok insana yanlış gelebilirdi ama benim elimi bırakıp Lâl’i korumak için öne atılması beni bozguna uğratmıştı.

Belki de Koza, Bartu’nun içine cümleleriyle işlediği gibi bana da işlemişti ve Lâl’e şüpheyle bakmama neden olmuştu.

Fakat bu üç hayal kırıklığımı tamir eden tek kişinin ben olduğumu yeni fark ediyordum. O onarmamıştı, hem de hiçbirini; ben kendimle konuşmuş, kendimi iyileştirmiştim. Lâl Sarca değildim elbette, sürekli birileri beni iyileştirmek zorunda da değildi fakat her şeyi gören Yankı Sarca, benim hayal kırıklıklarımı görmezlikten gelmişti.

Hoş, hayal kırıklıklarımı onarması için ona da izin vermemiştim çünkü daima ona karşı olan güvenimi yansıtmıştım.

Bugün elimi bırakmıştı. Ruhu yanımdaydı, orada oturuyordu ama gücü uzaklaşmıştı. Ve bunun nedeni başka bir Sokak Nöbetçisi olsaydı böylesine kırılmazdım, biliyordum. Mutlu için elimi bıraksaydı yine aynı duyguları hisseder miydim? Peki ya Işık?

Asıl soru şuydu: Yankı, Mutlu veya Işık için elimi bırakır mıydı?
Bilmiyordum.

Tek bildiğim, onun binlerce haklı nedeni de olsa, ona kırılacak kadar bencil olduğumdu.

Belki ben de onu robotlaştırıyordum, onu istediğim gibi görüyordum. Belki de öylesine bencildim ki onun da bir insan olduğunu unutuyordum.

Belki de düşündüğüm kadar bana değer vermiyordu.

Ben bunları hissettim o birkaç saniyede, Yankı Sarca da kendi içinde hissetmiş olacak, gözlerine öyle bir hayal kırıklığı oturdu ki bunu ne ben iyileştirebilirdim ne de kendisi.

Hayal kırıklığı, güvenden gelirdi.

Yankı Sarca bana hiçbir zaman güvenmemişti ki, bu hayal kırıklığının nedeni de neydi?
Yankı Sarca benim karşımda hiçbir zaman körleşmemişti, benim kadar.

Onun bakışlarına aynı kırgınlıkla karşılık verdim. Havada asılı kalan elim yavaşça aşağıya indiğinde Bartu bir şeyler söyledi fakat aldırış etmedim. Birbirimize kalplerimizi gösterdik; hangimiz daha fazla parçalanmıştık bilmiyordum ama asla geçmeyecek tek bir duygum vardı.

Yankı Sarca'ya olan ihtiyacım.

Şimdi karşısına geçmek istiyor, kırgınlıklarımı anlatmak istiyordum ama anlatırken sanki o değilmiş gibi. Bir babaya anlatır gibi. Bir babadan akıl alır gibi. Demek istiyordum ki, Yankı bana bunları yaptı, ben ona kırgınım, nasıl geçecek bu böyle?

Fakat kıran o iken, onun ellerine yine kalbimi emanet edebilir miydim, bilmiyordum.

Yankı oturduğu koltuktan ayağa kalktı. Yer sarsıldı, dengem sarsıldı, dizlerim titredi halbuki çok sakin görünüyordu. Bana kaç dakika baktı, bilmiyordum ama herkes ona bu süreyi tanıdı.

Ve o an bir şeyi fark ettim.

Bu gecenin en sessiz oyuncusu aslında Yankı'ydı.

Lâl ağlamıştı, Mutlu gerçekleri öğrenmişti, Işık Koza'ya yaklaşmıştı, Bartu Koza'yı istemişti. Ben kaçmıştım.

Yankı en sessizimizdi. Bir kez olsun hiç konuşmamış, hiç yol göstermemişti ve hepimiz, ben de dahil, ona karşı bir barikat örmüştük.
Bakıldığı zaman, şu an fazlasıyla yalnızdı ve kimse onu artık dinlemeyecekti.

Yankı'nın gözleri Bartu'ya döndü. Kaşları düz bir çizgi halini aldı, duygudan yoksundu, bana olan hayal kırıklığı Bartu'ya karşı yoktu. "Bunu mu istiyorsun kardeşim?" diye sordu sakin bir sesle. "Eğer gerçekten istediğin bu ise, öyle olsun. Kendi cezanı kendin kes, artık peşinden seni kurtarmak için de koşmayacağım."

Yine geçerli hiçbir şey söylemedi. Yankı Sarca böyleydi. Onunla ilk tanıştığım zamanlar, iyiliği beni çileden çıkarırdı ama o yine de susardı. Ben ona kötülük yapardım, o beni iyileştirirdi.

Şimdi de susuyordu.

Yankı susmayı nasıl başarıyordu? Yankı sabrı nasıl öğrenmişti?

Bartu ellerini ceplerine yerleştirdikten sonra arkasındaki üçlü koltuğa kendini bıraktı. "Sen bilirsin kardeşim," dedi düz bir sesle. "Zaten ne dersen de, bu değişmeyecek. Ayrıca birinin beni kurtarmasına gerek yok, bugün sizin yüzünüzden düştüm, en güvendiklerimsiniz. Güvenmediklerim beni düşüremez."

Yankı gülümsedi. Mutluluktan yoksun bir gülümsemeydi. Alaycı da değildi. Çözemedim. Arkasında kalan Lâl ise hâlâ ağlıyordu. Gözyaşları bir türlü dinmiyordu. Ona bakınca da kalbimin acımasını engelleyemedim. İçinde her ne yaşıyorsa çığlık çığlığa bağıramıyordu, susuyordu. Konuşamamanın verdiği acıyı ve Lâl'i ilk defa bu kadar iyi anladım.

Bartu bile artık oralı değildi.

Lâl ağladığı zaman gökyüzü ile yeryüzünün yerini değiştiren Bartu Sarca, Lâl'i bu denli ağlatan Koza'ya kollarını açıyordu.

Herkes yine bir aradaydı bu gece fakat değişen çok şey vardı.

Değişen çok yüzler vardı.

Değişen çok hisler vardı.

Koza'nın başarmak istediği eğer bu ise istediğine ulaşabilmişti.

Sokak Nöbetçileri fiziksel olarak bir aradaydı ama ruhları dağılmıştı.

Yankı başını bir kez salladıktan sonra bir daha hiçbirimizin yüzüne bakmadan odanın dışına yürüdü. Lâl bir an afalladı, ardından peşinden gitmek için adım attığında Yankı durdu. Dönüp Lâl'e baktı, ilk defa Lâl'e bakarken gözlerindeki sertliği gördüm. "Lâl," dedi üzerine basarak. "Yalnız kalmak istiyorum, peşimden gelme, beni yalnız bırak." Ve ilk defa Lâl'in gözlerine Yankı'ya bakarken bir duygu oturdu: şaşkınlık.

Yankı tarafından ilk defa mı önüne duvar örülüyordu?

Bıçak gibi kesildi. Bartu oturduğu yerde baştan aşağı Lâl'i süzdü, sonra dudağının kenarıyla gülümsedi. İçi acıyor muydu? Bartu'nun o cüssesinden daha büyük olan sevgisi, öylece bir anda bitemezdi.

Bu gece herkesin maskesi düşmüştü de artık tek maske takan kişi Bartu Sarca mı olmuştu?

Yankı Lâl'in bakışlarını umursamadan odadan çıkıp gitti. Merdivenlere yönelmek yerine dış kapıya doğru gitti ve o kapı açılıp kapandığında dışarıya çıktığını anladık. Hepimiz birbirimize bakarken Işık direkt Lâl'in yanına gitti ama Lâl hâlâ Yankı'nın çıkıp gittiği kapıya doğru bakıyordu.

Kötü bir histi, ne yazık ki daha önce tatmıştım ama Lâl ilk defa tadıyordu.

Hepimiz belki de Koza’nın söylediklerinin etkisindeydik ama koşulsuz bir gerçek vardı ki, onun cümlelerini yaşayan Yankı Sarca Lâl’e şu an sert çıkıyorsa gerçekten suçlu Lâl miydi?

Gözyaşları gözlerinden aşağıya daha hızlı yuvarlandı, ellerinin titrediğini ilk defa gördüm. Dudakları aralandı, Bartu'ya baktı. Bir şey söylemek istedi ama başaramadı, bunu gördüm. Aralıklı dudaklarıyla bağıra çağıra konuşmak istedi ama başaramadı. Çırpındı, sesi çıksın istedi ama yapamadı. Öyle çaresiz görünüyordu ki kalbimin sıkıştığını hissettim.

En sonunda ellerini kaldırıp Bartu'ya anlamadığım o işaret diliyle bir şeyler söyledi. Gözlerindeki ifadede çaresizlik vardı. Bartu'nun ne olursa olsun onun gözyaşlarını umursamayacağını düşünmüyordum ya da arkasını dönüp gideceğini. Bir şekilde kendi kalbinin rüzgârına kapılacaktı.

Fakat hiç de öyle olmadı. O dudağının ucundaki gülümsemesini silmeden, "Burada konuşabilirsin Lâl," dedi. "Yalnız konuşmamıza gerek yok." Ellerini cebinden çıkardı, öne eğildi, dirseğini dizine yaslayıp elini yüzüne yerleştirdi. "Ve ağlamayı bırak artık, seni üzen nedir? Eğer Koza'nın sana zarar vermesinden korkuyorsan buna hiçbirimiz izin vermeyiz." Hiçbirimiz izin vermeyiz dedi, ben izin vermem demedi.

Benim bile içim acıdı. Onun Lâl'e olan aşkına ben bile öyle bir alışmıştım ki içim acıdı, Lâl'i düşünemedim.

Işık Lâl'in sırtını okşarken, Mutlu kaşlarını çatıp Bartu'nun yanına oturdu. "Onunla yalnız konuşsana," dedi dağılanlar toplanabilirmiş gibi. "Birbirinize karşı böyle kırgın mı olacaksınız artık?"

"Kırgın mı?" Bartu kaşlarını kaldırıp Mutlu'ya baktı. "Ne kırgını oğlum," dedi yarı şaşkın yarı alaylı. "Benim Lâl'e kırılmaya hakkım da haddim de yok. Kalbine mi kızacağım Lâl'in? Daha neler." Gözleri Lâl'i buldu. "Sana kırgın değilim Lâl. Senin ne hissettiğini görmeyen kendime kızgınım ama geçecek bu kızgınlık. Sorun yok kızım, anlasana. Aynı Bartu'yum ben." Derin bir nefes verdi. "Sadece bitti, diğerleri gibi kardeşimsin. Yemin ederim, daha fazlası olmayacak."

"Saçmalıyorsun." Işık Lâl'in arkasından çıkıp Bartu'ya kızgın bir bakış attı. "Öfkelisin diye böyle konuşuyorsun. Lâl senin her şeyindir. Bizimle aynı kefeye koymayı bırak, kimseyle aynı kefeye koymazsın onu. Kandırmaya çalışma."

Bartu kaşlarını havaya kaldırdı. "Ne yazık ki Lâl'in benim için ayırdığı bir kefesi bile yokmuş." Omzunu indirdi, bu güçsüz bir duruş değildi, aksine pes etmiş gibiydi. "Hem baksana, hepiniz görüyordunuz ama ben onun görmediğine inanıp kendimi kandırıyordum." Çenesiyle beni işaret etti. "Helin bile ilk bakışta anlamış benim Lâl'e hissettiklerimi. Ama aptal Bartu, kendini kandırmış. Aptallık yok Işık. Artık yok."

"Bu aptallık değildi," diye sözü devraldı Mutlu. "Sen Bartu Sarca, Lâl Sarca'dan vazgeçeceksin, öyle mi?" Gözlerini kocaman açtı. "Söylesene bana, sen ondan vazgeçtiğinde bir başkası onu severse? Küçükken dövmediğin birisi kaldı mı lan?"

Lâl yokmuş gibi Işık'ın ve Mutlu'nun gösterdiği çabayı izlerken bakışlarım Lâl'in üzerindeydi. Sadece ağlıyordu. Başka hiçbir şey yoktu. Bartu'yu izliyor, için için ağlıyordu. Duracak gibi değildi, sessiz ağlayışları dinmiyordu.

Bartu'nun öfkelenmesini bekledim alıştığım gibi ama hepimizi bozguna uğrattı. "Aslında benimki bencillikmiş," dedi ciddiyetle. "Kızın hayatıyla oynadım, en başından beri. İlk başta Önder'den kaçmasını engelleyen kişi bendim. Sonra o benim olmasa da benim sandım, önünü kapattım. Haddime mi düşmüştü elin adamlarını, elin çocuklarını dövmek?" Başını önüne eğip salladı. "Ama ne bileyim, o da engelliyordu beni, ben de sandım ki..." Sonra sustu, nefesini verdi. “Ama sadece ben değildim ki. Sana yaklaşanları da engellerdi. Yankı’ya da…” Bartu’nun sesine yine şüphe bulaştı.

Sessizlik oldu. Rahatsız bir şekilde oturduğum sandalyede hareketlendim, Mutlu'nun gözünden bu kaçmadı. "Dürüstçe mi konuşuyoruz?" diye sordu Mutlu. Ardından bakışları Lâl'e kaydı. "Lâl senin onu sevdiğini hep bildi, bana kalırsa. Bu yüzden senin ondan vazgeçmeyeceğine inandı ama Yankı..." Sonra bir anda gözleri bana döndü. "Lan Lâl düşündüğümüz gibi Yankı'ya..." Devamını getiremedi çünkü öyle bir baktım ki sustu. "Helin'i neden engellemedi o zaman? Buna bir cevabın var mı?"

Bartu başını yerden kaldırmadı. Lâl hâlâ aynı şekilde duruyordu. Mutlu ve Işık, onun içinden geçenleri mi söylüyorlardı? Anlatmak istedikleri gerçekten bunlar mıydı?

Bartu omzunun üzerinden bana baktı göz ucuyla. Koyu gözleri kısıldı, yüzüne samimi bir gülümseme yayıldı. "Çünkü Yankı Helin'e öyle bir bakıyor ki, Lâl bunu engelleyemeyeceğini gördü. Engellerse neler olacağını gördü. Engellediğinde nelere katlanacağını fark etti."

"Yine de bir şeyler yapabilirdi..." diye söze başlayan Işık'ı Bartu elini kaldırıp susturdu.

"Yapmadı mı?" diye sorup yine bana baktı. "Yapmadı mı Helin?" diye sordu. "Ailemize geldiğinde hepimiz senden hoşlanmadık ama Lâl bir başka değil miydi, söylesene?" Başımı iki yana salladım, dahil olmak istemiyordum hatta o odanın içinde, bu konuşmanın içinde bile bulunmak istemiyordum. Bartu bunu gördü, üzerimdeki ağırlığı aldı. "Yaptı. Gözlerimle gördüm. Yankı Helin'e yaklaştıkça, Lâl biraz daha azaldı."

Lâl daha fazla ayakta duramayacakmış gibi birkaç adım attıktan sonra Bartu'nun önüne çöktü. Bunu hiçbirimiz beklemediğimiz için donduk kaldık ama Lâl ellerini Bartu'nun dizlerine koyup gözlerinin içine baktı.

O an onu anladım. Bartu onu konuşmadan da anlasın istedi. Canını bu kadar yakan neydi? Zaten Bartu'nun sevgisine karşılık verdiği yoktu şimdi neden bunu yapıyordu? Gerçekten bencilce Bartu onu sevsin mi istiyordu yoksa o da Bartu'ya karşı...

Bartu Lâl'in dizlerine koyduğu ellerine baktı. Sonra uzanıp sol elini tuttu, avcunun içine aldı. Diğer elini elinin üzerine koydu. Gözlerinin içine bakarken hissizlik vardı ve elini tutarken bir baba gibiydi. "Herkesin herkes için ayrı bir kefesi vardır Lâl," dedi düz bir sesle. "İkizlerin kendisine ait kefeleri var, benim sana karşı ayrı kefem vardı." Geçmiş zaman kullandı. "Senin ise Yankı'ya karşı... Ama bak, beni iyi dinle." Elinin üzerine yavaşça vurdu. "Yankı'nın ayrı kefesi, Helin için oldu, senin için olmadı. Bununla yüzleşmek zor oluyormuş, acını anlayabiliyorum." Elini elinden çekti, Lâl'in eli kucağına düştü. "Yine de şunu bilmeni isterim, benim için de artık senin ayrı bir kefen yok. Kız kardeşim, Lâl Sarca. Benim için Helin'den de Işık'tan da bir farkın kalmadı."

Sesi bile titremedi bu cümleleri kurarken, gözlerini bile kırpmadı hatta Lâl'in daha fazla ağlayışını bile umursamadı. Söylediklerini öyle büyük bir inançla dile getirdi ki neredeyse inanacaktım ama yanlıştı. Yankı Sarca'nın benim için ayırdığı ayrı kefesi yoktu, Lâl benden daha değerliydi.

"Bartu," dedi Işık, onun bile sesi titredi ama Bartu'nun gözleri hissizliğini kaybetmedi. Lâl'in omuzları düşüp ağlamaya devam ettiğinde Işık onu zorlukla da olsa yerden kaldırabildi.

Mutlu ise, "Bokunu çıkardın," dedi öfkeyle. "Kız ağlıyor lan. Abartıyorsun, bu sen değilsin."

"Lan yeter," dedi Bartu Mutlu'ya ters ters bakıp. "Niye hepiniz Bartu Lâl'i sevmeye devam etsin istiyorsunuz? Lâl için mi? Ona iyi mi geliyor bu? Benim hayatım yok mu amına koyayım?" Kaşları çatıldı. "Kapatın şu konuyu, bir daha da açılmasın." Aynı kızgınlıkla Lâl'e de baktı. "Sen de gidip yüzünü yıka, dramatikleştirmeyin lan olayı. İyiyim ben."

Sanıyordu ki Lâl onun için ağlıyordu ama Lâl'in ağladığı eminim, kendi hisleriydi.

Mutlu Bartu'nun yanından kalktığında kızgın bakışlarını ondan ayıramadı. Işık da aynı ifadedeydi. Hepsi Lâl'in üzerine titriyorlardı ve onun bu halde olmasının sorumlusu Bartu diye görüyorlardı. Lâl'in bu kadar gözbebeği olmasının nedeni neydi?

Işık Lâl'i omuzlarından tutarak odadan çıkardı, göz göze gelmedik. Onun arkasından Mutlu da onlarla beraber gitti. Merdivenlerden yukarıya çıktıklarında odada sadece ben ve Bartu kaldık.

Yalnız kaldığımız anda Bartu gözlerindeki hissizliği sildi ama yerine gelen duygusunu tanıyamadım. Omuzları bu sefer güçsüzlükle düştü, sırtını koltuğa yasladı ve başını tavana çevirdi. Dudakları aralıklı nefesini verirken parmakları şakaklarını ovaladı. Benden kendini gizlememesi bir yana dursun, ben de ondan kendimi gizleyemeyerek sandalyemden kalkıp yanına oturdum.

Bir süre ikimiz de sessiz kaldık. Söylediklerini sindirdik, kendisi, kendi söylediklerini sindirmeye çalıştı ya da her ne yaptıysa derin nefesler aldı.

En sonunda söylediği canımı yaktı. "Çok ağlamaz, değil mi? Çok ağlamasın."

Elimi dizine yerleştirip sıktım. Bartu Sarca'nın Lâl'i. Artık böyle olmayacak mıydı? Kulağa tuhaf geliyordu. "Umarım," dedim, onu kandırmak istemedim. "Yine de onu dinlemeliydin, belki de sana anlatacakları vardır."

"Kimseyi dinlemek istemiyorum artık." Gözlerini sıkıca yumdu, şakaklarını ovalamaya devam etti. "Fark ettim ki kendimi hiç düşünmüyor, hep Lâl'i düşünüyormuşum. Şimdi bir anda kendi içime yönelince..." Şakaklarındaki parmakları duraksadı. "Alışkanlıklardan vazgeçmek zor olacak."

"Alışkanlıklardan vazgeçilir," dediğimde elimi dizinden çektim ve gözlerimi karşıdaki duvara diktim. "Önemli olan sevmekten vazgeçmek. Bunu yapamazsın Bartu."

"Yaparım."

"Yapamazsın."

"Yaparım."

"Yapamazsın."

Dikleştiğini hissettim, omzuyla omzuma sertçe çarptı, belki amacı beni dürtmekti ama diğer tarafa doğru savrulduğumda neredeyse düşecektim, kolumu kavrayıp beni tuttu. Bu ikimizi de güldürdüğünde, "Kızım git biraz kilo al," dedi dilini damağına vurarak. "Hayatımda gördüğüm en sıska brosun."

"Senin omzunun çarpışı ile bir otobüsün çarpışı aynı güçte," deyip sertçe bacağını yumrukladım.

"Ah, gıdıklandım," dedi Bartu alayla.

Gözlerimi devirdim. "Kendini kandırmak ne demektir, iyi bilirim Bartukıç," diye mırıldandım Mutlu'nun ona hitap ettiği gibi. "Kendini kandırıyorsun."

"Neden öyle diyorsun?" Kaşları çatıldı, yüzünü yüzüme çevirdi. "Bakarsın başkasını severim hem de büyük bir tesadüfle olur bu. Biz de boş adam değildik lan kardo." Çenesini havaya kaldırdı. "Vardı bize de şiirler yazan kızlar ama biz başkalarını kendimize şiir yaptık diye o şiirleri görmezlikten geldik."

"Hangi kamyon arkası bu?" diye sordum.

"Çok ciddiyim ben," dedi. "Lâl benim en güzel şiirimdi."

O kadar yaşananlara rağmen sevecen bir şekilde gülümsediğimde, "Dikkat et de şiirini başkasını tamamlamasın," dedim ağzını arayarak. "Lâl başkasını bulursa görürüm seni."

Samimi bir sesle, "Bulsun," dedi. "İkimiz de birbirimizden başkalarıyla olabiliriz. Bak, şu dakikadan sonra gör Bartu'yu." Başını aşağı yukarı salladı. "Çapkınlık da değil bu. Gözlerimi açacağım. Sen şu kaslara baksana bir, hangi kız düşmez?"

Gözlerimi yine devirdim. "Kızları arka odaya da çağıracak mısın libido reis?"

Bartu yüzünü buruşturdu. "Beni kimlerle kıyaslıyorsun lan?" Ayağa kalktı, karşımda dikildi. Çocuk gibi, "Bak göreceksin," dedi. "Gözlerimi açtığımda birisi karşıma çıkacak. Ciddi ciddi ona tutulacağım. Çaba sarf etmiyorum, o bana gelecek. Sonra gör şenliği."

"Lâl ne olacak?"

Bartu'nun yüzü düştü ama bana belli etmemeye çalıştı. "Bir şekilde benim onu sevmememe alışır herhalde. Hem ben onu bırakmam ki." Hâlâ çocuk gibiydi. "Sevgim bitse bile değerim bitmez, hiçbirine bitmez. Bilmiyorum farkında mısın ama benim bu beş kişiden başka ailem yok." Beni de onlara dahil etmesi, şefkatle gülümsememe neden oldu.

"Yine de Lâl'i Yankı'dan vurmasaydın iyi olurdu." Ne demek istediğimi anlamadı. "Yankı'nın beni ayrı kefeye koyduğu filan yok, bunu sen de biliyorsun. Lâl de dahil hepiniz Yankı için benden daha değerlisiniz." Lâl'in ayrı kefesi vardır diyemedim, ne olursa olsun canı yanardı, biliyordum. Ama hissettiğim buydu.

Bartu kulaklarına inanamıyormuş gibi, "Bunu Lâl'i vurmak için uydurmadım," dedi. "Gerçeklerdi. Kör müsün kızım?"

Başımı salladım. "Körüm."

"Eh, en az benim kadar," diye mırıldandıktan sonra yine yanıma oturdu. "Ama Yankı'nın sana nasıl baktığını göremeyecek kadar da kör olamazsın."

"Ne demek istiyorsun?"

Bartu bir aptala anlatıyormuş gibi tane tane konuşmaya başladı. "O benim kardeşim," dedi büyük bir sevgiyle. "Yankı benim en fazla kavga ettiğim ama durup durup babammış gibi sarıldığım tek kişidir. Bilmiyorum, belki de onu benden daha iyi tanıyordur diğerleri ama hislerini en iyi ben görürüm. Lâl'i sevdiğimi söylediğim ilk kişi Yankı'ydı." Kaşları çatıldı. "Birbirimizi tanıdıktan beş sene sonrasıydı. Yine bir şeye öfkelenmiş, orayı burayı yumruklarken, Lâl'i seviyorum, demiştim. Bana sadece, biliyorum, demişti. Tabii biliyordu, eskiden sevgimi daha çok belli ederdim." Lâl'den bahsederken bile gözleri parladı. "Sana ona yazdığım şiirlerden bahsettim mi? Çocukken ona şiirler yazardım, ona hiç veremedim. Okumayı öğrendikten sonra doğru düzgün kitaplar bile okumadan vasat şiirler yazdım ona." Güldü. "Yankı'ya şiirlerimi okumuştum. O kadar kötü şiirler ki nasıl ilgiyle dinledi, anlamıyorum."

Öyle heyecanla anlatıyordu ki bir an Lâl'e karşı olan bütün duyguları yerli yerine geri dönmüş gibiydi. Bartu Lâl'i sevmekten öte, Lâl'i sevmeyi seviyor olabilir miydi? Belki de onu ilk gördüğü anda tutulmasının nedeni, birini sevme ihtiyacıydı. Işık olsaydı onu sevecekti ya da başka birisi. Belki de her şey tesadüftü, zamanında söylediği gibi, alışkanlıktı.

"O şiirler günlüğümün sayfalarının arasında. Yankı'dan başka kimseye de okumadım zaten." Duruşu değişti, heyecanını fark ettiği anda geri düzeltti. "Her neyse, konumuz bu değildi, zaten bir daha da şiirler yazmam."

"Şiirler yazan bir adam olman, ne yalan söyleyeyim, beni şaşırttı." Dudaklarımı büktüm.

"Önyargılı kıro," diye hayıflandı. "Size kalsa, Yankı gibiler şiirler yazar. Güzel tango yaptığıma da inanmamıştınız zaten."

"Ve sen dehşet tango yapıyorsun brocuğum," deyip göz kırptım.

"Konumuza dönelim, beni sonra översin," deyip o da bana göz kırptı. "Yankı, bana ciddiyetle birine böyle bağlanmanın akıl işi olmadığını, beni kör edeceğini söylerdi. Beni bir baba gibi karşısına alıp vazgeçmem gerektiğini filan konuştu. On gün önce bunu hatırlasam amacını sorgulardım ama şimdi düşününce anlıyorum. Ona göre birine bağlanmak, aklını kaybetmek demekti. Bana demişti ki, aklını durdurmak istemiyorsan kimseye bağlanma." Kulaklarımda Yankı'nın durmadan bana, “aklımı durduruyorsun,” deyişi çınladı.

Gözlerimi gözlerinden kaçırıp yere baktım. Bana durmadan bu cümleyi kurmasının nedeni bu muydu? Belki de onu anlamamı istiyordu, belki de kendisiyle konuşuyordu, bilmiyordum. "Yani sen diyorsun ki..."

"Yani ben diyorum ki, sen Yankı'nın aklını durduruyorsun," dedi Bartu hızlıca. "Bu da yetmiyor, saatlerce senin fotoğraflarına bakmasına neden oluyorsun. Ölmüşsün gibi, sen yanında yokken romantik komedi karakterlerine dönüşüp fotoğraflarına bakıyor.”

"Romantik bir göt mü?" dedim gülerek. "Bu Yankı'ya hiç yakışmadı."

"Şerefsiz, havalı herif," dedi o da gülerek. "Kıçımın kenarı. Kesin şiirler de yazıyordur."

"Ama bunlar..." Elimi saçlarıma geçirip karıştırdıktan sonra kafamın içinde dönen bütün tilkileri tek tek toplayıp tasmalarını takmaya çalıştım. İmkânsızdı. Bartu Yankı'yı benden daha iyi tanıyordu elbette ama öyle güzel bir kalbi vardı ki, belki de böyle olmasını istiyordu. Gözlerim Bartu'ya döndü, dikkatlice baktım. "Yankı sence ihanetimi en başından beri fark etmiş miydi?"

Çok kısa bir süre düşündü, gözleri kısıldı. Aklından geçenleri söyleyip söylememek konusunda kararsız kalsa da ona öyle büyük bir merakla baktım ki, "Hepimizi senin hakkında uyarmıştı," dedi ağız ucuyla. "Hepimiz için de önlemler aldı." Sonra gözlerine keder oturdu. "Kendisi dışında. Böyle konuları benden daha çok Mutlu'yla paylaşır çünkü benim fevri bir şekilde senin üzerine saldıracağımdan filan korkar."

Bütün olanları bir de Yankı'nın gözlerinin içine bakıp söyleme kısmı beni fazlasıyla geriyordu ve Bartu da bunu fark ediyordu. "Ben bunu iki kere yaptım," dedim onu göstererek. "Yani Lâl'e bazı kısımları itiraf ettim ama sana her şeyi itiraf edebildim. Bunu Yankı'ya yapmak..." Ellerimi saçlarımdan çekip yüzümü avuçladım. "Yankı ve Koza arasında neler geçti bilmiyorum ama tek bildiğim, Koza'nın Yankı'dan daha fazla sakladığı sırlar olduğu." Omzumun üzerinden yüzüne döndüm. "Yankı, ihanetim bir yana dursun, Koza'nın abim olduğunu öğrenirse ne yapar?"

"Neyden korkuyorsun?" O da benim gibi öne eğildi ve kimsenin duymaması gerekiyormuş gibi sessizce fısıldadı. "Eğer sana kötü bir şey yapacağından korkuyorsan..."

"Yankı bana en kötü ne yapabilir?" Sorduğum soru ona ulaştığında ne demek istediğimi anlayamadı. "Yankı beni bırakıp giderse en kötüsü olur. Yankı beni bırakır mı Bartu?"

İyi tanıdığını söylüyordu, hislerini bildiğini söylüyordu. Hayır demesini bekledim ama, "Bilmiyorum," dedi yarım dakika düşündükten sonra. "Eskiden olsa, ihanetini anladığı anda bile seni kapı dışarı edeceğini söylerdim ama şimdi, bu şekildeyken kesin bir şey söyleyemiyorum." Rahatsızca oturduğu yerde kıpırdandı. "Bunu itiraf etmek zor ama babasını dinlemeyen bir çocuk gibi hissediyorum, içim rahat değil."

"Koza konusunda mı?"

"Evet." Koltuktan kalktı ve odanın içinde birkaç adım atıp kendisine süre tanıdı. "Her ihtimali düşünüyorum, her ihtimale göre hareket ediyorum. Koza'yı aramıza istememin tek nedeni ona üzülmem değil, evet bu da var ama tek neden bu değil." Durdu, bana baktı. "Bugün masada bizzat bana oynadı ve beni yanına çekmeye çalıştı. Ayrıca senin abin olduğunu söylüyor. Tek bir cümle, başka kanıtı yok."

"Ve bir fotoğraf karesi." Duraksadı. "Yani, dayım ve annemle olan fotoğrafı var."

"Onun olduğunu nereden biliyorsun?"

"Gözlerinden tanıdım." Sonra bir an kaşlarım havaya kalktı, sırtımda acı hissettim. "O fotoğrafta küçüktü ve gözlerinin rengi farklıydı ama masada Önder'in onu o hale getirdiğini söyledi. Yani o fotoğraf çekildiğinde ben doğmamışken Önder'in ellerinde miydi?"

"Yoksa yalan söylerken buna dikkat edeceğin ihtimalini unuttu mu?" Tek kaşı havaya kalktı, yeniden odanın içinde yürümeye başladı. "Bütün bunlar için, Koza'nın yanımızda olması gerekiyor. Sen onun abin olduğuna inanabilirsin ama bunun yalan olma ihtimali de var Helin. Bu ihtimali hiçbir zaman göz ardı edemeyiz. Ayrıca bir amacı varsa bunu biz de görebiliriz."

Ben de oturduğum koltuktan kalkıp karşısında durdum. "Yani onu aranıza istemenin nedeni bir plan mı?"

Bartu yüzünü buruşturdu. "Sadece o değil." Dudaklarını birbirine bastırdı, başını iki yana salladı. "Bak, benden çok şey saklanmış, tamam mı? Ben artık kimseye güvenmiyorum. Hatta şu an tek güvendiğim kişi sensin." Dondum, bakışlarım bile donuklaştı çünkü Sokak Nöbetçileri'nden ilk defa biri bana güvendiğini söylemişti. "Madem benden bir şeyler saklandı," dedi başını eğip. "Bunları ben de öğrenebilirim."

"Bartu..." Elim boynuma gitti ve ateşin tenime korkudan dolayı uğradığını hissettim. "Ya iğrenç bir yolsa bu?"

"Kaybedecek neyim var?" Omzunu silkti. "Güven mi? Onu kaybettim. Hayal kırıklığı? Fazlasıyla yaşadım. Sevgi? Hiç olmadı. Aklım? Ben zaten yarım akıllıyım. Bak bu noktada sen beni tamamlarsan iyi olur çünkü bazen aptal oluyorum."

Nefesimi verip, "Aptal filan değilsin," dedim. "Aksine, şu an çok akıllıca hareket ediyorsun ama..." İçim bir türlü rahat etmiyordu ve bunu anlayamıyordum.

"Sanırım Yankı haklıydı," deyip göz kırptı. "Benim aklımı durduran Lâl'di." Tedirginlikle ona bakmaya devam ettim ama o rahatça ellerini omuzlarıma yerleştirip üstten üstten bana baktı. "İçin rahat olsun, kimsenin zarar görmemesi için elimden geleni yapacağım."

Ellerimi kollarına koyup, "Koza'nın abim olduğuna inanmıyorsun, değil mi?" diye sordum.

"Olmama ihtimalini düşünüyorum." Omuzlarımı sıktı. "Bu yüzden, kimseye Koza'nın abin olduğu ihtimalinden bahsetme. Belki de Koza'nın istediği budur, bilemiyoruz. Hem zaten sen inanmıyordun, öyle değil mi?"

Kalbime acı oturdu. Ben o ihtimale bile tutunup kendimi kuyulardan çıkarabilirdim ve bunu Bartu görmüştü. "Ben inandım bir an." Sesim titrediğinde Bartu'nun da gözlerine acı bulaştı. "Bir kez inanmak bile beni iyileştirdi."

"Ama insanlar yalan söyler," diye mırıldandı. "Sen de dahil, aramızdaki herkes yalan söylemiş. Asıl bu ihtimali hiçbir zaman unutma."

Başımı aşağı yukarı sallayıp onu onayladım. Bartu ellerini omuzlarımdan çekip büyük bir nefes verdikten sonra, "Duşa girmem gerekiyor," dedi. "Sonra da uyuyacağım." Boynunu çıtlattı. "Sen de fazla ayakta durma, uyu. Gözlerinden uyku akıyor."

Nerede uyuyacaktım?

Kollarımı önümde bağladım. "Teşekkür ederim," deyip gülümsemeye çalıştım. "İyi uykular kardo."

Uyumayacağını biliyordum, uyuyamayacağından da emindim ama ikimiz de sanki bunun farkında değilmişiz gibi davrandık.

Bartu da gülümseyip yanağımdan makas aldıktan sonra, "İyi uykular bro," dedi ve arkasını dönüp odadan çıkmaya yeltendi ama aklına bir şey gelmiş gibi durduğunda çatık kaşlarla dönüp bana baktı. "Yankı'nın yanına gidecek misin?"

Kendi içimde kendimi sorguladım. Ne olursa olsun, her seferinde ona giden aklıma ve kalbime döndüm ve her zaman ikisinin söz sahibi olduğu konuda şimdi ikisinin de sessiz durduğunu fark ettim. Kollarımla kendime sarılıp, "Bilmiyorum," dedim kısık sesle. "Sanki artık ayaklarımı parçalamam gerekiyormuş gibi hissediyorum ya da birilerinin beni sakat bırakması lazım. Çünkü ben artık ona, ona kırıldığımda bile koşmaktan yoruldum."

Bartu çaresizce başını sallayıp beni onayladıktan sonra, "Seni bir başkasının sakat bırakmasına gerek yok," dedi. "Gün gelir, seni Yankı sakat bırakır."

Ne demek istediğini anladığımda içimin titrediğini hissettim. Lâl nasıldı? Onu düşünmeden edemiyordum. Her ağladığı zaman Bartu'nun yanında olmasına alışmıştı.

"Peki sen uyumadan önce Lâl'i görecek misin?" diye sordum.

"Ben sakatım artık," dedi sonra yüzünü hızlıca yüzümden çekip odadan dışarıya çıktı.

Karmakarışık bir durumdaydık. Hem de öyle karmaşık bir durumdaydık ki bu düğümü atan kişiler hepimizdik, Koza değildi. Onun tek yaptığı, kördüğümü bize göstermesiydi.

Yaşanılanlar herkes için ağırdı. Bir başkası olsa, belki de şu an Sokak Nöbetçileri'nin dağılması gerektiğini söyleyebilirdi ama onların birbirlerinden başka bir kapısı yoktu, ayrılamazlardı. İnsan ailesini sadece yeni bir aile bulduğu zaman terk edebilirdi, diğer türlü terk ettiği zaman, bu ölene kadar vicdanını sızlatırdı. Onların yeni bir ailesi olmazdı.

Sokak Nöbetçileri'nin vicdanları ise birbirine bağlıydı.

Odanın ortasında öylece kaldım. Sonra ben o ayaklarımı parçalamak istesem de söz geçiremedim ve odadan dışarı çıktım. Sonra dış kapıya yürüdüm, ardından dış kapıyı açtım ve onu görme umuduyla etrafıma baktım.

Fakat başka bir güzellikle karşılaştım. Lapa lapa kar yağıyordu ve yerler bembeyaz olmaya başlamıştı. Saçlarıma hemen kar taneleri tutundu, avuç içlerimi kapının önünde gökyüzüne kaldırdığımda o kristaller avuçlarımın içine doldu ve buz gibi hava içimi titretti. Üzerimde hâlâ siyah elbise vardı, birkaç saniye içerisinde buz kestiğimde Yankı'nın sadece bir gömlekle dışarı çıktığını anımsadım.

Kapı açıkken birkaç adım attım ve gözlerim onu aradı. Gitmiş miydi? Belki de yine o sokak lambasının altına gitmişti. Yine terk edildiği sokak lambasının altında ailesinin evini izliyordu.

Yutkundum ve sokağı aydınlatan sokak lambalarına bakarken onun gölgesini gördüm. Evin çaprazındaki sokak lambasının altında, kaldırımda oturmuştu ve gözleri arada sırada gökyüzüne kayıyor, sonra yere bakıyordu. Saçları kar tanelerinden dolayı bembeyaz olmuştu, üzerinde sadece gömlek vardı. Vücudunun titrediğini görebiliyordum ama kendisi bunun farkında değilmiş gibiydi.

Beni görmedi. Sokak lambasının ışığının altında o beni fark etmedi ama ben onu izledim. Her hareketini, her nefes aldığında omzunun inip kalkışını, kaşlarını çatışını, sonra rahatlayarak nefesini vermesini, ardından yüzüne kederin bulaşmasını, sonra sanki kendisiyle bir şeyler konuşuyormuş gibi başını iki yana sallamasını.

Yarım adım daha attım ama sanki bu sefer bir el beni kolumdan tuttu. Bacaklarım sakatlanmadı, kesilmedi ama bir el beni kolumdan tuttu. Bu el, kalbimin kırgınlığıydı. Artık taşmaya başlamıştım. Neden böyleydi? En çok neye kırılıyordum? Lâl'in benden daha değerli olmasına mı? Belki de şu an bile düşündüğü Lâl'di. Tamam, bu haksızlıktı ama önce Lâl'i ardından beni düşündüğüne emindim.

Gözleri yine gökyüzüne kaydı ve kar taneleri kirpiklerine tutunduğunda bakışları kısıldı, sonra bir anda yüzü evin olduğu tarafa döndüğünde sarsıldım, göz göze geldik. Beni gerçekten fark etmemiş olacak ki yüzündeki bütün ifade değişti ve yerini bambaşka bir duygu aldı.

Git, dedim kendi kendime, yanına gitmen gerekiyor çünkü hep gittin. Seni ilk öptüğü gün, bir sokak lambasının altındaydı ve sana ihtiyacı vardı. Şimdi... Bana ihtiyacı var mıydı?

Ama benim de ona ihtiyacım vardı. Bir kez olsun, o bana gelemez miydi? Bir kez olsun, benim onu iyileştirmek için gitmem yerine, o bana gelip yaralarını gösteremez miydi? "Lütfen yanıma gel," dedim dudaklarımı oynatarak. Duymadı ya da anlayamadı ama bunu neden sesli dile getirdiğimi bile anlayamıyordum. Önünde alkol şişesi vardı; soğukta, kaldırımda, o karların altında otururken gerçekten sabaha kadar içecek miydi?

Gözlerimin içine baktı. Uzun bir süre bakıştık. Normalde her zaman o bakışlarını kaçırırdı ama bu sefer ben bakışlarımı kaçırdım ve gökyüzüne bakıp birkaç soğuk kar damlasının daha yüzüme vurmasına izin verdim. Beni izlediğini görmedim ama bütün kalbimle hissettim.

Sonra o el, beni öyle bir kolumdan tutup çekti ki Yankı'ya sırtımı dönüp onu o soğukta, o sokak lambasının altında bırakıp evden içeri girdim ve kapıyı kapattım. Elim kapının kolunda kaldı, açmak istedim ama öyle bir histi ki o kapıyı açamadım. Tırnaklarımı boynuma geçirdim, ardından kalbime indirdim, bütün söz hakkını o alsın istedim ama öylesine parçalanmıştı ki söz hakkı bile yoktu.

Dengem sarsıldığında ve daha fazla ayakta duramayacağımı hissettiğimde adımlarımı mutfağa ilerlettim. Tezgâhın üzerindeki sürahiden bardağa su doldurup içtiğimde tezgâhın sağında kalan hap kutusunu gördüm.

Daha önce kullandığım uyku ilaçlarındandı. Acaba hangi Sokak Nöbetçisi bu ilacı kullanıyordu? Bartu kullanmazdı, emindim. Mutlu zaten enerjisini çökertecek hiçbir şeyi istemezdi. Büyük ihtimalle Lâl ya da Işık olmalıydı çünkü Yankı, değil uyku hapı, uykunun zerresine bile ihtiyacı yokmuş gibi davranıyordu.

İlaç kutusunu açtım ve bir hapı ağzıma atıp kalan suyu kafama diktim. Bir süre bu ilaçlardan o kadar çok kullanmıştım ki vücudum alışmıştı ama şimdi, Sokak Nöbetçileri'ni tanıdıktan sonra uyku haplarına ihtiyacım olmadığı için alışkanlığım geçmiş olmalıydı.

Merdivenlere yönelmek yerine oturma odasına ilerledim ve diğer koltukta duran battaniyeyi alıp üçlü koltuğa geçtim. Cenin pozisyonunda uzandıktan sonra yüzümü pencereye çevirdim ve battaniyeyi omuzlarıma kadar çektim. Bugün o kadar çok ağlamıştım ki hem boğazım ağrıyor hem gözlerim yanıyordu bu yüzden, sakince gözlerimi kapatıp elimden geldiğince hiçbir şey düşünmemeye çalıştım.

Yankı'nın o son gördüğüm halinden başka hiçbir şey ise zihnimde dönmedi. Soğuktu, kar yağıyordu, üşüyordu, yalnızdı ama bana ihtiyacı yoktu; bana ihtiyacı olsaydı beni her seferinde arkasında bırakmazdı. Bana ihtiyacı olsaydı, bir kez de olsa, o bana gelirdi.

O gelmeyi hiçbir zaman öğrenmemişti, bunu ben de ona öğretmeyecektim.

Artık bu evde yerim yokmuş gibi hissetmeye başlamıştım, bir misafir bile değil gibiydim, bir yabancıya dönüşmüştüm.

Elbet Lâl onu görüp yanına gidebilirdi. Bu kızgınlık değildi, gerçekten şu an Lâl'in onun yanına gidip iyi etmesini istiyordum, içeri geçmeyecekse bile üzerine sıkı bir şeyler götürebilirdi. Lâl ağlıyordu, onun omzunda ağlayabilirdi. Yankı onun gözyaşlarını silebilirdi. Siler miydi?

Canım yandı. Bütün bu can yanmasıyla ve düşüncelerle uyumak imkânsızdı ama ilacın etkisi gitgide kendini gösterdiğinde kendimi uykunun kollarına emanet ettim.

Fakat bu çok uzun sürmedi ya da uzun sürdü bilmiyordum çünkü beni olduğum yerde titreterek uyandıracak çok kötü bir kâbus gördüm. O kâbusta sokak lambalarının hepsi sönmüştü, kar yağıyordu ve sokak lambasının altında oturan kişi Yankı değil bendim. Ve Sokak Nöbetçileri olmadığı gibi Sokak Nöbetçileri'nin evi de yıkılmıştı.

Gözlerimi dehşet içerisinde açarak tavana baktım ve elim kalbime gitti. Art arda atarken odanın içi hâlâ karanlıktı ve tek ışık pencereden vuran sokak lambasının ışığıydı. Korkuyla başımı pencereye çevirdiğimde görmek istediğim, gökyüzünden düşen kar taneleri ve yıkılmayan bir evdi ama gördüğüm turkuaz rengi gözler ve yıkılan bir adam oldu.

Yerde oturuyordu, yüzü hemen yüzümün hizasındaydı. Üzerinde hâlâ gömleği vardı, saçları nemliydi. Bacaklarını hafifçe öne uzatmıştı, ellerini dizlerinin önünde birleştirmişti. Elleri hem Koza'ya vurduğu yumruklardan dolayı hem de soğuktan kıpkırmızıydı ve yaralar daha fazla morarmış gibiydi. Profiline vuran sokak lambasının ışığı, turkuaz gözlerini aydınlatıyordu. Hatta bütün duygularıyla aydınlatıyordu. Dağınık saçları alnına düşmüştü. Burnunun ucu kıpkırmızıydı, dudakları ise soluk bir renkteydi. Ama ne olursun, ne halde olursa olsun, onu saatlerce izleyebilirdim.

"Ne zamandan beri buradasın?" diye sordum sesimdeki kâbusun verdiği korkuyu saklayamayarak.

"Kâbusunu seninle beraber yaşayacak kadar." Sesinde öfke aradım ama öyle bir duygusu yoktu. Hatta hangi duyguyla konuştuğunu bile anlayamadım.

"Kötü bir kâbustu," dedim fısıldayarak. Sanki onu incelememiş gibi biraz daha inceledim. "Üşümüş görünüyorsun, üzerine değiştirsene." Cevap vermedi, gözlerinin içine bakmaya devam ettim. "Beni mi izliyordun?" diye sordum anlamsızca. Sonra sorduğum soru için kendime kızdım. "Neden?"

Yankı Sarca yalan söylemezdi ama susardı. Şimdi ise susmak istemiyormuş gibi, "Birkaç saattir hiç yüzünü görmedim," diye mırıldandı. "O birkaç saati silmek için seni uyurken izliyordum." Kalbim tekledi. Normalde bu kadar açık olmazdı, hiç olmamıştı. Kâbusum rüyaya mı dönüşmüştü? Yoksa bu bir hayal miydi? İlaç hayal mi gördürüyordu? Hiçbir şey söylemeden yüzüne bakmaya devam ettim ve o, hemen yanında duran bira şişesini kafasına dikti. Sarhoş muydu? Sanmıyordum çünkü Yankı sarhoş bile olamazdı.

"İçki içmek yerine uyumayı denesene," dediğimde gözlerini bir an bile gözlerimden ayırmaması artık ürkütücü bir hal almaya başlamıştı. "Bana neden öyle bakıyorsun?"

Bira bitene kadar kafasına dikmeye devam etti, sonra boş şişeyi yere tekrar koyduğunda elinin tersiyle ağzını sildi. Yutkundu ama bu yutkunuşunda daha farklı bir anlam vardı. Bir süre öyle durdu, sonra elini ağzından çekip derin bir nefesi dudaklarından verdi, alkol kokusu yüzüme çarptı. Eli ensesine gitti, sıktı. Sonra burnunu çekti ve bu sefer saçlarını karıştırdı. Yerinde duramıyor, içi içini yiyor gibiydi.

Yankı ilk defa karşımda çaresizlikle kıvranıyordu.

"Sanırım artık konuşmamız gerek," dedi sanki olası bir sondan kaçıyormuş gibi. Ama bunu istemiyordu. Öyle bir istemiyordu ki bana o turkuaz gözleriyle yalvarıyormuş gibi bakıyordu.

Koltukta yan döndüm ve ellerimi yüzümün altına koyup, "Konuşmamız gerek," diye karşılık verdim. "Sen o masada çok sustun Yankı. Senin de konuşman gerek."

Bittiğini fark etmemiş gibi baygın gözlerle şişeyi yine eline alıp ağzına götürdü, sonra boş olduğunu fark edince sertçe yere koydu, şişe yuvarlanıp diğer tarafa gitti. "Ben susunca zaten hep böyle oluyor," dedi omzunu indirip kaldırarak. "Ben susunca ya görmezlikten geliniyorum ya anlaşılmıyorum ya da beni mahvediyorlar." Yuvarlanan şişeden bakışlarını ayırıp bana baktı. "Ama ben herkese alıştım, bir senin böyle yapmana alışmak istemiyorum. Neden bana bunu yaptın?"

Canımın acımaması gerekiyordu. Kararlarımın arkasında durmam gerekiyordu, ona bakarken mahvolmamam gerekiyordu ama başaramıyordum. Öyle bir sormuştu ki, baştan aşağı kendimi suçlu hissetmiştim. Öyle bir bakıyordu ki ben o suçun içinde boğuluyormuş gibiydim. "Yankı," diye mırıldandığımda ne diyeceğimi bilemedim. "Neden söz ediyorsun?"

"Neden Koza'yı bana tercih ettin?" Soruyu sorarken ve kelimeleri yan yana getirirken dili dönmekte zorlanıyordu ama Koza'nın adını ilk defa nefretle söylemişti. İlk defa ona karşı nefretini hissetmiştim ve nedeni bendim.

Yaptığım bir misilleme değildi ama dayanamadım. "Sen neden her seferinde Lâl'i bana tercih ettin?"

Beklemediği için gözleri açıldı, başı sağa düştü ve dudakları aralandı. Bir şey söyleyecek gibi oldu ama vazgeçti, birkaç saniye bekledi ve bu saniyeler dakikaya dönüştü. "Ben onu," dedi zorlukla konuşarak. "Hiçbir zaman sana tercih etmedim. Ben hiçbir zaman seni de ona tercih etmedim."

"Evet, beni hiçbir zaman Lâl'e tercih etmedin ama onu bana hep tercih ettin." Göğsüme büyük bir ağırlık çöktü, ellerim onun yüzüne dokunmak için titredi bu kez ama ellerimi kaldıramadım. Bu sefer kırgınlık ellerimi sıkıca tuttu. "Her zaman önceliğin o oldu, biliyorum. Benden önce hep oydu. Hatta bana ilk öfkelendiğin an bile Lâl içindi. Sanki ben zarar göreyim ama Lâl zarar görmesin, öyle davrandın bana. Beni arkanda bıraktın, onu hiç arkanda bıraktığını görmedim. Bir kez olsun ona öfkeyle baktığını görmedim. Her şeyden önce Yankı, her şeyden önce, bugün elimi Lâl için bıraktın. Onun canı yanıyor diye, benim canımın yanacak olmasını görmezlikten geldin."

Dinlerken her cümleden sonra gözlerine daha fazla şaşkınlık bulaştı. Bunlara kırılabileceğimi düşünmemiş miydi gerçekten? Kendi içimde bir kez daha sorguladım. Bütün bunları Işık için yapsaydı böylesine kırılır mıydım? Kırılmazdım hatta benden önce Işık'a koşmasını isterdim. Bunun nedeni Lâl’le aralarında olan o ilişkiydi.

"Sence bunları neden yaptım Helin?" diye sordu tam olarak ne düşündüğümü anlamaya çalışarak.

"Bu hayatta en değer verdiğin insan Lâl olduğu için," diye yanıtladım onu bir an bile düşünmeden. "Bu hayatta üzülmesine en fazla dayanamadığın kişi Lâl olduğu için. Ne olursa olsun, Lâl'i herkese tercih edeceğin için. Lâl ağladığı zaman herkesi karşına alabileceğin için." Gözlerinin içine baktım. "Lâl'in canı yandığı zaman benim hiçbir değerim kalmayacağı için."

Bir süre yüzüme baktı, sonra beni bozguna uğratarak gülmeye başladı. Kısık sesle gülerken yumruğuyla alnına vurdu ve başını art arda iki yana salladı. Keyifli bir gülüş değildi, aksine aklını kaçırıyormuş gibi görünüyordu. "Bartu gibi düşünüyorsun, değil mi?" dedi gülerek yüzüme bakıp. "Benim ve Lâl'in arasında bir şeyler olabileceğini düşünüyorsun, değil mi?" Bir anda gülüşü kesildi, yumruğu havaya kalktı. Vuracak bir yerler aradı, ardından bacağına vurdu. "Sikeyim böyle işi," dedi dehşet içinde. "Bunu nasıl düşünebilirsin? Sikeyim her şeyin gelmişini geçmişini, bu nasıl aklına gelebilir?"

"Hayır," deyip ona karşı çıktım. "Bartu gibi düşünmüyorum, hem Bartu da artık senin Lâl'e karşı bir şeyler hissettiğini düşünmüyor." Parmaklarımı büktüm ve tırnaklarımı avuç içlerime batırdım. "Aslında benim buna kırılmaya bile hakkım yok, değil mi Yankı? Sen ve Lâl. İkinizin arasındaki o bağ için kırılmaya hakkım bile yok."

Gözlerini kapattı ve başını olumsuz anlamda iki yana sallayıp, "Anlamıyorsun, sana daha önce de söyledim," dedi. "Senin her şeye hakkın var Helin. Bana kırılmaya da, beni kırmaya da."

Beni kırmaya da. "Bugün seni kırdım mı?" diye sordum dayanamayarak. Turkuaz gözlerini açtı, gözlerime kırgınlıkla baktı ama cevap vermedi.

"Elini bıraktım," deyip çaresizlikle gözlerini kaçırdı. "Ama bunu isteyerek yapmadım ya da orada elini bırakmamın nedeni, seni arkamda bırakmak değildi. Lâl ağlıyordu, Bartu kötüydü, her şey mahvolmuştu. Birinin onu…" Nefesini verdi. "Onları toplaması gerekiyordu. Bak, insanlar beni bazı şeylere alıştırmaya çalıştı, doğru ama asıl üzücü olan ben de buna alıştım, tamam mı? Eğer ortalık dağıldıysa, o ortalığı toplayan tek kişi hep ben olmak zorundayım."

"Lâl'den önce Bartu eliyle bir bardak kırdı," dedim onu düzelterek. "O da kötüydü ama elimi bırakmadın. Işık kötü oldu, bırakmadın. Mutlu da öyle. Ama Lâl ağladı, sen elimi bıraktın. Bence senin alışkanlığın ne, biliyor musun? Lâl'in parçalarını durmadan toplamak."

"Belki de," dedi hiddetle. "Bak, Lâl'in bize ihtiyacı var. O tek başına halledemiyor, hep böyleydi. Gücünü benden, bizden alıyor. Onun sesi olmak için ben ona söz verdim, o an, onu iyi edecek tek kişi bendim. Durup nasıl izleyebilirdim? Onun sesi olmak için söz vermişken nasıl sessiz kalabilirdim?"

Kaşlarımı çatıp, "Onu savunmana hiçbir şey söylemedim," dedim. "Ne olursa onun her zaman ilk tercih edilen olması..." Devam etmedim çünkü devamında ne diyeceğimi bilemedim.

O benim kardeşim," dedi kelimenin üzerine basarak. "Bu bir an bile değişmedi. O hep benim kardeşimdi. Küçüklüğümden beri hepsini korudum ama doğru, en çok onu korudum çünkü diğerleri kendilerini koruyabiliyordu. Lâl bunu yapamıyordu. Senin elini Lâl için bırakmadım, senin elini parçaları toplamak için bıraktım."

Gülümsedim ama öyle bir acıyla gülümsedim ki gözleri dudaklarımdaki tebessüme kaydı. "Lâl'in dağılan parçalarını toplamaya giderken, arkanda dağılan beni görmedin," diyerek nefesimi verdiğimde sesim titredi. "Belki de beni en fazla kıran budur." Gözlerim doldu ama hızlıca gözlerimi kapatıp o yaşları geriye gönderdim çünkü ağlamak istemiyordum. "Hep böyle mi olacak?"

"Nasıl yani?"

Gözlerimi araladım. Yaşları yok edebilmiştim ama acıyı gizleyemiyordum. "Hep tercih ettiğin önce onun acıları mı olacak?"

Beni şaşırtmadı ve aklımdan geçen soruyu sordu. "Lâl yerine Işık olsaydı bu kişi, kırılacak mıydın yine?"

"Hayır," dedim dürüstçe. "Çünkü Işık'ın sana olan bakışları ile Lâl'in sana olan bakışları aynı değil." Boğazıma bir yumru oturduğunda zorlukla yutkundum. "Farkındasın, değil mi Yankı? Lâl seni seviyor."

Kaşları çatıldı, dişlerini sıkarak, "Hayır," dedi net bir sesle. "Öyle bir şey yok. Sadece beni kendisine daha fazla yakın buluyor, hepsi bu."

"Kaçıyorsun," diye inledim ve gözlerimi pencereye çevirdim. "Bir gün, Lâl ve benim aramda tercih yapmak zorunda kalacaksın, hissediyorum. Ve bu tercih, hepimizin hayatını etkileyecek."

"İkinizi o tercih masasına oturtmam Helin. Bunun için elimden gelen her şeyi yaparım."

"Diyelim ki oturttular Yankı," derken sesim beklediğimden daha yüksek çıktı. "Sana dediler ki ya Lâl'in ya Helin'in infazına sen karar vereceksin, başka şansın da olmayacak. O zaman hangimizi seçeceksin?" Gözlerim açıldı ve turkuaz gözleri dehşetle bana baktı. "Ben cevabını söyleyeyim mi? Benim infazımı isteyecek, Lâl'i tercih edeceksin çünkü o sensiz yaşayamaz ama ben sensiz yaşayabilirim, değil mi? Çünkü Lâl'in hep sana ihtiyacı olur ama benim olmaz." Gür çıkan sesimi indirdim ama öfkemi gizleyemedim. "Şimdi gidip Lâl'e, Yankı seni bırakır mı diye sorsak, asla bırakmaz der ama ben bırakmaz diyemem. Neden? Çünkü Lâl'i bırakırsan mahvolur diye mi Yankı?" Çenemi sıktım, gözlerimi gözlerinden ayıramadım. "Lâl'i kıskanmıyorum Yankı, Lâl'e olan bağlılığını kaldıramıyorum ve bunun zerresini bana vermeyişine kırılıyorum."

Gözlerindeki dehşet silinmedi ama söylediklerimi dinlerken ne demek istediğimi anladı. Öyle sarhoştu ki karşımda duran Yankı Sarca bambaşka birisi gibiydi, ben çözemiyordum, o beni yine çözüyor gibiydi. Baktı, baktı ve baktı. Onu anlayayım istedi ya da gözleriyle her şeyi anlatmak istedi ama bunu yapamadım, artık cümleler kursun istedim.

"Helin," dedi en sonunda derinden gelen bir sesle, kırgınlıkla. "Kör müsün Helin? Sağır mısın Helin? Dokunduğunda beni hissetmiyor musun Helin? Sana dokunduğumda hissetmiyor musun Helin?"

Bartu da kör olduğumu söylemişti, bu akşam ikinci kez bu kelimeyi duyuşumdu. Yine de burnumu indiremedim. Ne olursa olsun, Yankı Sarca'nın karşısında boynunu eğen ve ona hep inanan Helin, bu sefer ona dik dik bakmayı tercih etti. Hatta uzandığım yerde yavaşça doğruldum ve ayaklarımı yere indirip sırtımı koltuğa yasladım. "Belki de aptalım," dedim düz bir sesle. "Anlamıyorumdur hiçbir şey. Bir kez olsun konuş, aptal bir insana gerçekleri göster. Olmaz mı?"

Elini zaten dağınık olan saçlarına geçirdi, karıştırdıktan sonra alnına saçları daha fazla döküldü ama aldırış etmedi. Vücudunun üzerindeki nemli kıyafetlerden dolayı titrediğinin farkında bile değildi. Vücudu bile kendini hissedemiyor gibiydi. İçinde yanan kocaman bir ateş olduğuna adım kadar emindim.

"Aslında sen kör değilsin," dedi daha çok kendisiyle konuşuyor gibi. "Ben körüm. Ben sağırım."

"Ne demek istiyorsun?" Üzerimdeki battaniye üzerimden kayıp yere düştü, ikimiz de onu kaldırmadık.

Gözlerimin içine aynı acıyla baktı ama bu sefer bakarken, benim onu anlamamı istemek bir yana, onun hislerine dokunmamı istedi sanki. "Gerçekte kim olduğunu gördüm, gözlerimi kapatıp sana kör oldum ben," dedi kısık bir sesle ama acıyla. "Gerçekte kim olduğunu duydum, kulaklarımı kapatıp sana sağır oldum sonra. Sana dokundum, sadece seni hissettim, aklım durdu." Elleri yumruk oldu, gözleri kısıldı. "Aklımı durdurdun. Aptallaşan bendim, o ellerinle hem gözlerimi hem kulaklarımı kapattın ama ben o an bile senin ellerinin titremesini önemsedim."

Sanki bu anı bekliyormuş gibi ellerim titremeye başladığında ve avuç içlerim terlediğinde ben de ellerimi yumruk yaptım, ondan gizlemeye çalıştım. Bir süre konuşamadım, konuşursam anlar diye susup gözlerinin içine baktım ve o da sabırla, beni izleyerek bana süre tanıdı. Bu sürede nefes bile alamadık, belki de nefes almayı unuttuk.

"Kim olduğumu biliyor musun?" diye sordum en sonunda tedirginlikle ve sesimin titremesini engelleyemedim.

Başını ağır ağır olumlu anlamda aşağı yukarı salladığında bahsettiğim infaz şimdi gerçekleşecekmiş gibiydi. "Bizim aramıza," dedi tane tane konuşarak. "İhanet etmek için gönderildin. Bizi mahvetmek için, bizi yok etmek için. Belki de bizi tamamen yıkmak için. Belki de beni yıkmak için." Kâbus muydu? Kâbus olmalıydı. Bu olamazdı, karşımda benim kim olduğumu bana anlatan kişi, Yankı olamazdı. Bunları yapacak kişi ben olmalıydım, çok ağırdı. "Bana onlarca yalan söyledin," diye devam etti. "Her birinde yalan söylediğini anladım ama o yalanları sen söylüyorsun diye seni dinledim, belki içine doğrularını da eklersin diye."

Sırtımı koltuktan uzaklaştırıp yavaşça doğrulurken öne eğildim, avuç içlerim dizlerime tutundu çünkü zangır zangır titriyorlardı. Gözlerim dolmaya başladığında sesimin titremesini bile umursamadan, "Bütün bunların en başından beri farkında mıydın?" diye sordum.

Sesim titredi, duydu ve bakışlarındaki o ifade değişti, yerini merhamete bıraktı. Sanki bunu istemiyormuş gibi dişlerini sıktı. Ellerime baktı, sonra dizlerime. Ardından başını eğip kendi yumruk yaptığı ellerine baktı. "Sana her seferinde yeni yollar çiz diye fırsatlar tanıdım," dedi sakin bir sesle ama arkasından gelecek felaketlerden korkuyordum. "Ben aslında kendi içimde, senin için kendimi defalarca kandırdım, kendime yalanlar söyledim." Gözleri yerden ayrıldı, turkuaz gözleri yoğun bir şekilde bana bakarken başını iki yana salladı. "Sonra da kaçtım. Senden değil, kendimden korktum. Ne yapacağımdan korktum. Dönüşeceğim kişiden korktum."

"Dönüşeceğin kişiden mi korktun?" diye sorduğumda sesimde korku yerine acı vardı. Bana istediği işkenceleri yapabilirdi ama bana böyle bakamazdı, bu beni mahvediyordu.

"Evet," dedi kederle gülümseyip. "Ve o kişiye dönüşmeye başladım. Ben Yankı Sarca, kontrolünden ve aklından hiçbir zaman şaşmamak için çabalayan Yankı Sarca, bugün senin için tamamen aklımı kaybettim ve öfkeme yenik düştüm. Seninle ilgili kendimi affetmemek için de üçüncü nedenim bu oldu.” Bütün yükleri sırtında taşımaya çalışan Yankı Sarca'ya yeni bir yük daha binmişti. "Birincisi, kendi kalbine sıkmana izin verdiğim zamandı. İkincisi, saçlarını kestiğim zamandı." Gözleri yine ellerime kaydı. "Üçüncüsü," dedi solgun bir tınıyla. "Bugün seni göremeyecek kadar gözüm döndüğünde seni o halde bıraktığım zaman oldu."

Biraz daha öne kaydım, ellerimi öne uzattım ve onun yüzünü ellerimin arasına almak istedim ama hemen bu düşünceden vazgeçtim çünkü yolun sonuna geldiğimi yeni fark ediyordum. Aslında Koza, bugün yolun sonuna geldiğimi bir şekilde bana ima etmişti ama ben bunu anlayamamıştım. Bütün gerçekleriyle, Yankı Sarca'nın karşısına dikilecek kadar bile cesaretim yoktu.

"Kendini suçlama," dedim, gözümden bir damla yaş aktı. "İkincisi benim tercihimdi, üçüncüsü senin de insan olduğunu gösteriyordu. Koza senin düşmanın, ona karşı gözünün dönmesi..."

"Helin, anlamıyor musun?" dedi ve başını kaldırıp baktığında ağladığımı gördü, ardından yutkundu. Yüzünü buruşturduğunda, "Anlamıyor musun?" diye fısıldadı bir kez daha. "Benim canımı yakan..." Sustu, bunu söylememesi gerektiğini fark etmiş gibi duraksadı ama bunu söylemesi bile gözlerimden başka yaşların akmasına neden oldu. Canı yanıyordu, yanmıştı. Kaldıramıyordum. "Seni bizim yanımıza gönderen Koza. Öyle değil mi Helin?"

Açıklamalar yapabilirdim. En başında bunu bilmediğimi, düşmanı olduğundan bihaber olduğumu, önemsemediğimi söyleyebilirdim ama hiçbir açıklama kim olduğumu gizlemeyecekti. Ben Koza'nın kuklasıydım, onun maşasıydım. Bunu gizleyemezdim. "Evet," dedim sadece. Zaten bildiği bir yanıtı dinleyen Yankı neden böylesine yıkılmış bir şekilde bana baktı anlayamadım ama o an, daha önce gözlerinde gördüğüm bütün acılardan daha büyük bir acıyı gördüm. Turkuaz gözleri, alev alev yanan cehenneme dönüştü, o cehennemde yanan kişi Yankı'ydı.

"Yani bu ikinizin oyunuydu," dedi ama asıl canını yakanın bu olmadığına emindim. Gözlerimden akan yaşları umursamadan oturduğum yerde biraz daha eğilip yüzüne yaklaştım. "Beni yıkmak yani. İkiniz bunun planını yaptınız." Cevap vermek için dudaklarımı araladım ama nefes bile alamıyordum. Bir süre daha yüzümü izledi.

"Yankı," dedim en sonunda. "Aklından ne geçiyorsa söyle bana, söyle de kurtul. Bugün bir daha tekrarlanmayacak."

"Ben o kadar da kör olamam, değil mi Helin?" diye sordu küçük bir çocuk gibi. "Ama sen de bana herkese baktığından daha farklı bakıyordun. Çok mu iyi rol yapıyordun? Ben inanmak istediğime mi inandım?" Eli yavaşça kalbinin olduğu yere gitti. "Benim aklımdan geçen bir düşünce, ellerimi kollarımı bağlıyor, kalbimi yok ediyor, canım yanıyor." Başını iki yana salladı. "Canımı yakıyor lan, canımı yakıyor."

"Yankı, anlamıyorum," dedim başımı iki yana sallayarak. "Ama sana hiçbir zaman rol yapmadım." Sonra durdum. "Yani bütün acılarım ve bütün hislerim, hepsi gerçekti."

"Bağlılıktan mı söz ediyorsun?" diye sordu sanki beni duymuyormuş gibi. "İyi dinle, ben senin yalanlarına bile bağlandım," dedi büyük bir itirafla. "Öyle bir bağlandım ki bu düğümü sen attın sandım ama ben istemişim, ben atmışım."

"Bana bağlandın mı?" diye sorduğumda acıyla yutkundum.

“Her oyunu göz ardı edebilirim,” dedi kendisi de bunları nasıl söylediğine inanamıyormuş gibi. “Ama beni bu kadar mahveden hislerin bir rolden ibaret olduğunu göz ardı edemem. Bu bir tehdit değil, bu benim yıkımım olur. Her şey bir yana Helin. Senle ben, senle biz ikimiz, yalan olamayız.”

“Ne demek istiyorsun?” dediğimde ben ona Lâl konusunda ne hissediyorsam, onun da aynı duygular içerisinde olduğunu fark ettim.

Ellerini havaya kaldırdı. "Helin," derken ilk kez Yankı'nın sesi titredi. İlk kez oldu. Saçlarımı kestiğinde ellerinin titrediği gibi bu sefer de sesi titredi. Gözlerine yine o büyük acı çöktü, daha önce görmediğim acıdan bir yudum alsam ölürdüm, biliyordum. "Senin bağlılığın Koza'ya, değil mi? Onun sadece bir kuklası değilsin, aslında onunla berabersin, öyle değil mi?" Çenesini hafifçe eğdi, suçlu bir çocuk gibi değil, asıl infazını bekleyen o gibi. "Ona âşıksın, değil mi?"

Ruhumun bile buz kestiğini hissettim. Gözlerim açıldı, dudaklarım aralandı ve elim kalbime gitti. Sonra bir şeyler söylemek için nefesimi verdim ama öksürmek zorunda kaldım. Dışarıdan bizi böyle mi görmüştü? Onun anladığı bu muydu? Ölecektim, şu an, onun gözlerindeki o acıdan bir yudum almışım gibi hissediyordum.

"Seni bu yüzden infaz edecek değilim, artık haddime de değil ama gerçeği bilmem gerekiyor çünkü aranızda bir bağ var," dedi konuşmamı beklemeden. "Kör olan bendim. Aptallığıma kızarım sadece. Bana doğruları söyle, şimdi söyle. Başka zaman sana bunu soramam."

"Yankı," dedim art arda başımı sallayarak. Sonra kendimi durdurmadan ellerimle yüzünü avuçladım ve onu kendime yaklaştırdım. Karşımda bambaşka birine dönüşmüşken ve böyle bakarken ağlamamak imkânsızdı ama hem ağlayıp hem gülerek, "Öyle bir şey yok," diye fısıldadım. "Yemin ederim öyle bir şey yok. İstediğin her şey üzerine yemin ederim ki öyle bir şey yok. Koza ve benim aramda asla öyle bir şey olamaz. Ben ona asla âşık değilim, biz birlikte değiliz. Bu imkânsız, anlıyor musun? İmkânsız."

Gözlerini gözlerimden ayırmadı, inandı mı inanmadı mı anlayamadım ama, "O senin elini tuttu," dedi çenesini sıkarak. "Sen de buna izin verdin. Ben gördüm o bağı. Hissettim."

Yalanlara yer yok, dedim kendi kendime. En azından artık Yankı gibi olacaktım, yalanlara başvurmak yerine sessiz kalacak, diğer doğruları anlatacaktım. "Çünkü bana iyilikleri oldu," diye fısıldadım. "Çünkü bana yardımcı oldu." Avuçlarıma sakalları battı ama daha sıkı kavradım ve yüzüne yaklaştım. "Kimsenin elini, senin elini tuttuğum gibi tutamam."

Ellerim titriyordu ama aldırış etmeden, "Onu tercih ettin," dedi bu kez de. "Sakın bana benim de Lâl'i tercih ettiğimi söyleme, bu aynı şey değil."

"Çünkü ona haksızlık yapıldığını düşünüyorum," dedim başka bir dürüstlüğümü de sergileyerek. "Ona her ne yapıldıysa ve ondan her ne çalındıysa geri almasını istiyorum. Bu benimle alakalı değil, onunla alakalı. Ve onun senin düşmanın olmasını istemiyorum." Gereğinden fazla dürüst olduğumu Yankı'nın bakışları değiştiğinde fark ettim.

Sorgulama sırası artık ondaydı. "Bütün bunları onunla planlamadınız mı?"

Ellerim yüzünde asılı kaldı, ardından yavaşça geriye çektim. Benim infazım aslında ağır ve yavaş yavaş olacaktı çünkü asıl gerçekler konuşulduktan sonra ve Yankı bana güvenmezken çok daha zor olacaktı. "Hayır," dedim ellerimi dizlerime yerleştirerek. "Bana güvenmediğini biliyorum ama Koza'yla hiçbir şey planlamadım."

Yine inandı mı inanmadı mı anlayamadım ama gözlerini öyle bir gözlerime dikiyordu ki sanki başka bir yere dönse kaçacakmışım gibi düşündüğüne emindim. Halbuki kaçacak hiçbir yerim yoktu, kaçsam bile gideceğim yer yine onun sokakları olurdu.

Sessiz kaldık. İkimiz de o sessizliği dinledik. Pencere camına vuran kar taneleri ve odanın içindeki saatin tik taklarından başka hiçbir ses yoktu. Nefes seslerimizi bile duyamıyordum, kendim de dahil.

Ne yapılması gerekiyordu?

"Bana istediğin soruyu sorabilirsin," dedim sakin bir sesle ama hâlâ gözlerimden yaşlar akmaya devam ediyordu. "Eğer bana inanıyorsan sor ama."

Çok kısa bir süre düşündü. Sonra, "Şu an bir sorum yok," dedi ve bana güvenmediğini gösterdi ya da yanıtlarımdan korktuğunu. "Şu an bunları konuşmak istemiyorum, şu an sırası değil."

"Anladım." Dudaklarımı kıvırıp bakışlarımı pencereye çevirdim. Bu eve ilk geldiğim günü düşündüm. Önder'le beraber gelmiştik, gözlerim masaya kaydı. "Bu eve ilk geldiğim gün, bana nefretle bakmayan tek kişi sendin." Gülümsedim, canım acıyordu. "Ama en korkutucu olan da sendin çünkü kim olduğumu anlarsın diye ödüm kopmuştu." Masadan pencereye döndüm. "Ama şimdi fark ediyorum da kendimi senden gizlemek için hiçbir çaba sarf etmemişim Yankı. Belki de sarf etseydim şüpheye bile düşmezdin. Mesela size böyle bağlanmasaydım…" Elimin tersiyle yanağımı silip ona yeniden baktım. "Sizi bu kadar ailem olarak görmeseydim daha güzel bir maske takabilirdim. Ama öylesine güzeldiniz ki, bir çocuğun sahip olmak isteyeceği en güzel aile sizdiniz ve ben bu kapıdan içeri girdiğimde aslında beş yaşında bir çocuktum, ellerinizde büyümek istedim."

Ne yapılması gerekiyordu?

Eğer şu an bir silah olsaydı bir an bile düşünmeden yine göğsüme yaslardım ama artık o turkuaz gözlere bakarak kendi canıma kıyamazdım çünkü bir daha onu görememek, benim hayata tutunamayacak olmam demekti.

"Bana bu hayata bağlanmak için nedenler verdiniz," diye mırıldandım. "Bana bu hayattan vazgeçmemek için nedenler de verdiniz. Mesela bugün ölmek istemem çünkü yarın Mutlu'nun nasıl bir ruh halinde olacağını merak ederim, Işık'ın laf atmalarına ihtiyacım olur, Bartu'yla en kıro cümlelerle atışmam gerektiğini düşünürüm, Lâl'in daha fazla ağlamaması için ne yapacağıma karar veririm." Başımı omzuma düşürdüğümde o da benimle aynı hareketi yaptı. "Senin gözlerine bakmak istediğim için ölmem, turkuaz gözlerin fazlasıyla huzur veriyor çünkü."

Ne yapılması gerekiyordu?

Eğer kuvvetim olsaydı ona yalvarır, beni affetmesini dilerdim ama artık o kadar bile kuvvetim yoktu. Tek istediğim, bu içimdeki vicdan azabından kurtulmaktı.

"Bana bağlanmayı öğrettiniz," dedim titreyen bir sesle. "Mutlu ile Işık bana bir kardeşin bağlılığını gösterdi, Lâl bir annenin bağlılığını, Bartu bir abinin bağlılığını." Çenemi havaya kaldırdım. "Sen bana her şeye bağlanmayı öğrettin çünkü bu saydıklarımın hepsi oldun. Ama bunların dışında kalbimin başka bir kalbe nasıl bağlanabileceğini de gösterdin. Belki de şu an bütün bu cümlelerin yalan olduğunu düşünüyorsundur, haklısın da ama yalan değil."

Ne yapılması gerekiyordu?

Vazgeçmek gerekiyordu, bırakmak gerekiyordu, onları onların sevgisiyle baş başa bırakıp terk etmek gerekiyordu. Ne olursa olsun, onların arasına gönderilen kötü bir insandım. Yankı'nın bana bakınca gördüğü buydu.

"Ve ben Helin," dedim, ardından hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. "Sadece Helin. Özür dilerim, bütün yalanlarım için ve böyle bir insan olduğum için. Ben sizin aranıza bir ajan olarak Koza tarafından gönderildim."

İtiraf. Korktuğum, kaçtığım, önünü göremediğim o itiraf dudaklarımın arasından sızmıştı ve sonunda söylemiştim.

Ne yapılması gerekiyordu?

O beni bırakıp gitmeden benim onu bırakıp gitmem gerekiyordu.

"Helin," dedi aklımdan geçenleri duymuş gibi.

"Biliyorum, şu an beni bırakıp gitmen gerekiyor," dedim başımı sallayıp. "İhanetleri affetmeyeceğini ve yalanlardan nefret ettiğini biliyorum." Gözlerine daha fazla bakamadım ve yine bakışlarımı kar tanelerine çevirdim. "Bu kadarı bile sana fazla geliyor, sırtına daha fazla yük biniyor ama ben bu haldeyim diye gidemiyorsun." Tırnaklarımı dizlerime batırdım, dursunlar istedim, titremesinler istedim. "Dinle, en başından beri gitmesi gereken sen değil, bendim. Bu evde misafirdim, buraya ait değildim. Bir vicdan azabı gibi durmadan karşında dikildim, kendi vicdan azabımı görmezlikten gelerek. Bencil birisiyim, bana iyi geliyorsunuz diye çekip gidemedim ama şimdi görüyorum. Asıl olan buydu."

"Helin," dedi bir kez daha, omuzlarının titrediğini hissettim. Gözlerimi yine o masaya çevirdim, altımızı o masada otururken gördüm. Hepsinin nefret eden bakışlarının yerine gelen o sevgiyi anımsadığımda gülümsedim. Bir deli gibi göründüğümü biliyordum ama duygularım iç içe geçmişti ve gücüm kalmamıştı. Mutlu'nun bütün o neşesi, Işık'ın umursamaz görüntüsünün altında yatan kardeşliği, Lâl'in ne olursa olsun şefkati, Bartu'nun verdiği güven duygusu, Yankı'nın... Yankı'nın her şeyi. Bütün kötülükleriyle ve bütün iyilikleriyle her şeyi.

O masada altımız oturmuştuk günlerce ama artık eskisi gibi olması gerekiyordu çünkü onlar beş kişiydi hatta altı kişiydiler, benim yerimde olması gereken kişi Koza'ydı.

Yine onun turkuaz gözlerine baktım, en içten, en saf duygularımla. "Diğerlerine arada sırada uğrayacağımı söylersin, olur mu? Bartu'ya da söyle, öfkelenmesin, onunla sürekli konuşacağım." Ellerimi dizlerimden çekip koltuğa tutundum çünkü oradan güç almak istedim.

Ayağa kalkmadım, onun gözlerine bakmaya devam ettim çünkü gitme demesini bekledim ya da beni durdurmasını bekledim ama gözlerimin içine bakmaya devam etti ve hiçbir şey söylemedi. Yankı Sarca'nın sessizliği en fazla o an canımı yaktı.

"Gidecek misin?" diye sordu sanki hiçbir şey anlamamış gibi halbuki anlıyordu.

Başımı sallayıp onu onayladım. "Sen gitme diye ben gideceğim. Bu daha az üzer, daha az yıkar beni. Sırtındaki kambura bir de ben ağırlık vermek istemiyorum."

Yine bir şeyler söylemesini bekledim ama sustu, o çok sevdiğim sesini duyamadım. Ellerimin tersiyle yanaklarımı sildim, sonra etrafıma baktım ve zaman kazanmak istiyormuş gibi battaniyeyi yerden kaldırdım. Yankı her hareketimi izledi ama bir kez daha ona bakmadım. İdrak etmesi çok zor bir şeymiş gibi beni izlemeye devam ederken, aklından neler geçtiğini görmek hatta duymak istedim.

Maskem tam olarak değilse de düşmüştü. Yankı'nın karşısında artık kırık maskeyle dururken, ondan kendimi daha fazla gizleyemezdim.

Gözlerimi kapattım, derin bir nefes aldım, sonra ellerimle koltuktan destek alarak ayağa kalktım ve titreyen dizlerimle zorlukla doğruldum. Gözlerimi araladığımda ona bakmamak için çaba sarf ettim.

Nereye gidecektim? Koza'nın yanına gitmezdim, ona onun yendiğini göstermezdim. Ekip'in yanına dönmezdim. Belki kendime bir ev tutabilirdim, bu işleri bırakabilirdim. Belki de çocuklar için bir şeyler yapabilirdim. Ferda'yı yanıma alabilirdim, onun bana ihtiyacı vardı. İçim acıdı, günlerin yoğunluğundan onları görmeye hiç gitmemiştim.

Eşyalarımı almam gerekiyor muydu? Eşyalarımı almak istersem çıkıp gidemezdim, biliyordum çünkü evin her yerinde anılarım vardı.

O şekilde tam bir dakika durdum. Yankı ihanetleri, yalanları affetsin istedim ama aslında o en başından beni uyarmıştı. Ben bunların yaşanacağını bile bile o günleri geçirmiştim. Şimdi yolun sonu buradaydı. "Her zaman başka bir yol vardır," dedim Yankı'nın bana öğrettiği gibi. "Ben o yolları çizebilirim. Bana bunu sen öğrettin." Son kurduğum cümle bu mu olacaktı? İnsanların veda ederken son kurduğu cümleleri düşündüm. “Sen iyi bir adamsın Yankı. İyi ve güzel bir adam. Hataların yok demeyeceğim, elbette ki var ama o hataları bile güzelleştirecek kalbe sahipsin ya da ben seni böyle görüyorum bilemiyorum. Dinle…” Yutkundum, acıydı ama gerçeklerdi. “Bir gün karşına biri çıkacak. Bir kadın. Yalanları, acıları, ihanetleri, başka yüzleri olmayan bir kadınla tanışacaksın. O kadın seni hak edecek ve sen de o kadını. Sevginin can yakmadığını, korkularla yürünmediğini, sürekli bir şüpheyle nefes alınmadığını anlayacaksın. Güveneceksin Yankı. Güven, sevgiyi pekiştirir.”

“Helin,” dedi bir kez daha ve başını iki yana salladı.

Susmadım, devam ettim. “Dürüst olacağım, bu canımı yakıyor.” Gözümden akmak üzere olan yaşları engellemek istedim. “Ama herkes hak ettiği sevgiyi yaşamalı Yankı. Şimdi gideceğim, benim nasıl yaşadığımı hiçbir zaman bilemeyeceksin çünkü böylesi senin için daha iyi olacak ama belki seneler sonra bir yerde karşılaştığımızda sen tam da düşündüğüm gibi biriyle olacaksın. Konuşuruz belki. Sen susarsın ama ben o zaman seni gerçekten anlarım.” Kalbimin üzerinde sanki bir köz vardı. “Hangimiz ilk önce ölürüz bilinmez ama umarım sen, sevdiğin birinin kollarında huzurla uyursun. Kardeşlerinle, huzurla ve yaşlılıktan yüzün buruşuna kadar yaşamanı istiyorum. Mutlu yaşa Yankı ve lütfen kendini, en çok kendine ada. Bir başkasına değil.”

İşte bu gerçek bir veda olmuştu. Rol yapmadan, dürüstçe, içimden geldiği gibi. Canımı ne kadar yaksa da güzel bir vedaydı. Seneler geçtiğinde dönüp bu cümlelerimi anımsadığım zaman tebessüm edecek ve rahat bir vicdanla Yankı’yı düşünecektim. Senelerce yaşamayacaktım belki ama birine bu şekilde veda etmenin huzurunu hep hissedecektim.

Daha fazla beklemeden üzerimi düzelttikten sonra diğer tarafa yöneldim ve adım atmak için hamle yaptığımda bir anda Yankı'nın elleri beni bacaklarımdan kavradı, dizlerinin üzerinde bana baktı. Turkuaz gözlerinden büyük bir korku geçti. "Gitmeni istemiyorum," dedi ama öyle bir söyledi ki adım atmak bir yana dursun, ayaklarımı bile hissedemedim. "İhaneti de yalanları da yaptıklarını da senin için unuturum. Gitmeni istemiyorum. Farklı olan hiçbir hayatı değil, bu hayatı istiyorum. Gitme." Dizlerinin üzerinde, Yankı Sarca bana gitme dedi. Her şeyi unuturdum, herkesi unuturdum ama bu anı asla unutamazdım. “Gitme.” Ona daha önce söylediğimi bu kez o söyledi. “Yalvarmam gerekiyorsa asıl ben yalvarırım, gitme.”

Bacaklarımı tutarken onu ilk defa böyle gördüğüm için kendimi fazlasıyla suçlu hissettim. Sanki karşımda küçücük bir çocuğa dönmüştü, onun çocukken yanında değildim ama şimdi onun nasıl bir çocuk olduğunu görebiliyordum. Terk edilmişti, sokağa bırakılmıştı ve o zaman da dizlerinin üzerinde böyle miydi? "Ama sen affetmezsin..." diyeceğim sırada yavaşça doğrulup dizlerinin üzerinde daha dik durdu ve kolları bacaklarıma dolandı.

"Sana sözler verdim," dedi sanki bu çok büyük bir bahaneymiş gibi. "Seninle yapacaklarımız var. Sana bisiklet sürmeyi öğreteceğim mesela. Bu çok önemli." Titreyen ellerime baktı, ardından titreyen bacaklarımı daha sıkı kavradı. "Çare olacağım çok şey var Helin."

Yankı Sarca kim olursam olayım, ne olursam olayım çekip gitmemi istemedi. Kendisi de gitmedi.

"Önemi yok..." dediğimde yine sözümü kesti ama bu sefer sesi sertti.

"Var!" diye inledi. "Senin hakkında her şeyin önemi var!" Beni o şekilde itekleyerek koltuğa oturttu, bize zaman tanıdı ama o ellerini bacaklarımdan çekmedi çünkü bırakmak istemedi. Parmakları dizlerime ilerledi, bakışları dizlerime kaydı. Titremelerini umursamadan dudaklarını ilk önce sol dizime sonra sağ dizime bastırdı. "Titreyen dizlerine çare olacağım," dedi çaresiz bir sesle. Sonra bir anda uzanıp ellerimi tuttu ve ilk önce sol elimi, sonra sağ elimi öptü, ardından ikisini birden. "Titreyen ellerine de çare olacağım," dedi bu kez de. Sonra çöktüğü yerden zorlukla kalktı ve yanıma oturdu. Elleri yüzümü avuçladı, beni kendisine çekti ve dudakları dudaklarımı buldu. Sanki bütün acımı çekip almak istiyormuş gibi dudaklarını dudaklarıma bastırdı, birkaç saniye bekleyip geri çekildi. "Titreyen sesine de çare olacağım."

Yarı şaşkın, yarı umutsuz bir ifadeyle ona bakarken yaptıklarını idrak etmeye çalışıyordum. Gerçekten bana gitme mi demişti? Gerçekten bütün öğrendiklerine rağmen beni bırakmayacak mıydı? Bu zamana kadarki bütün korkularım şimdi gün yüzüne çıkmışken o bu korkularımı alt mı etmişti?

"Yankı," dedim, elleri hâlâ yüzümdeydi, alkol kokan nefesini soluyabiliyordum ve yakından gözlerinin kıpkırmızı olduğuna şahit olmuştum. Ne kadar içmişti? Bütün bunlar sarhoşluğun verdiği etki miydi? "Yankı," dedim nefesimi vererek. "Sarhoşsun, mantıklı düşünemiyorsun."

"Hayır, hayır," dedi yüzümü daha sıkı kavrayarak, ardından alnını alnıma yaslayıp nefesini verdi. "Bunun sarhoşlukla hiçbir ilgisi yok. Bunun aklımı durdurmanla ilgisi var, bunun bizimle ilgisi var. Bunun benim aptallıklarımla ilgisi var. Körlüğümle, sağırlığımla ve seninle ilgisi var. Bunun sana karşı olan..." Sustu, devam etmedi, gözlerini araladı. "Tek korkan sen değilsin."

Gözlerimden akan yaşları umursamadan dudaklarını yanaklarıma bastırıp öptü. Bu hangi yüzüydü? İçinde kendini gizleyen Yankı, gerçek olan mıydı? Bana karşı böyle miydi gerçekte?

"Neyden?" diye sordum. Ellerini yüzümden çekti, aşağıda duran ellerimi tutup buz gibi parmaklarıyla sıkıca kavradı. Sanki bunu hissetmemi bekliyormuş gibi uzun bir süre yüzüme baktı. "Buz gibi," dediğimde Yankı'nın kaybetmekten korktuğu zaman teninin buz gibi oluşunu hatırladım ve şimdi, benim karşımda teni buz gibiydi.

Beni kaybetmekten o da benim kadar çok korkuyordu.

Ne yapılması gerekiyordu?

Gerekenleri umursamadım, mantığımı devre dışı bıraktım ve içimden ne geliyorsa o şekilde davrandım, onu omuzlarından tutup kendime çektim. Sıkıca kollarım boynuna sarıldığında ve yüzümü boynunun girintisine gizlediğimde hıçkıra hıçkıra ağladım. Buz gibi teni, parmaklarımı bile soğutuyordu. Hâlâ titriyordu.

"Kalmaksa sadece senin için kalırım Helin," dedi. "Bağlılıksa sadece sana bağlılık. Affetmekse sadece sana affetmek Helin. Körlükse sadece sana körlük, sağırlıksa sadece sana sağırlık. Anla şunu, her şey sana Helin. Başka kimseye değil, sadece sana."

Yüksek sesle ağlamaya devam ederken hayatımda daha önce bu kadar huzurlu hissedip hissetmediğimi düşündüm. Çok az bir zaman vardı. Tamamen huzurlu hissettiğim tek an ise şu andı. Yankı'nın yanındayken vicdanımın izin vermediği bütün huzur, şimdi ellerimdeydi, gözlerimdeydi, vücudumdaydı.

"Beni olduğum gibi kabul ediyor musun?" diye sordum ağlayarak. İnanamadım. Sarhoşluğu geçince her şey mahvolacak sandım, uyanınca beni bırakıp gidecek sandım, bir şeyler tam tersine dönecek sandım.

Her konuda Yankı'ya güvenirken beni bırakıp gitmeyeceği konusunda ona güvenemiyordum.

Yüzünü hafifçe geriye çekti ve dudaklarını saçlarıma bastırdı, sonra da alnıma. "Helin, ben seni hep olduğun gibi kabul ettim," dedi. "Yeter ki bana baktığın gibi bir başkasına bakma, bana güvendiğin kadar başkasına güvenme, bana ellerini sunduğun gibi bir başkasına ellerini sunma. Bak, senin ait olduğun yer, benim sokaklarım. Bu sokaklardan başka hiçbir sokağa ait olamazsın ve ben senden başka kimseyi bu sokaklara almam."

Körüm demişti, sağırım. Korktum. Ya bir gün gözleri açılırsa? Ya bir gün kulakları duymaya başlarsa? Ya bir gün ona dokunduğum zaman beni hissetmezse? Bütün bunları kaldıramazdım.

Bana güvenmedi, biliyordum, bana inanmakta zorluk çekti ama o bana inanmıyorken de sarıldı. Bana güvenmiyorken de gözyaşlarımı sildi. Bu en büyüğüydü.

Acı göğüs kafesimin ortasından yayılmaya başladı, her zerremde hissettim ama bu sefer çok yoğun değildi. Bir gün tekrar her şey açığa çıkacaktı ama bu kadarı olmayacaktı. Acı dağıldığı yerden yavaş yavaş beni kavuracaktı.

Gülümsedim. O gülümsediğimi görmedi ama bütün ciddiyetimi bozan bir şey oldu: Yankı sarhoşluğun etkisiyle hıçkırdı. Gözlerim açıldığında başımı yasladığım yerden kaldırdım, ona baktım ve yine hıçkırdı. Kahkaha atarken gözlerimdeki yaşlar akmaya devam ediyordu. Yankı da gülmeye başladığında başka bir hıçkırık daha dudaklarından fırladı.

"Sarhoş Yankı Sarca," dedim gülerek. "Bütün havan söndü."

Elinin tersini ağzına bastırdı ama hıçkırıkları durmadı. Hem gülüp hem hıçkırmaya devam ederken kahkaham gitgide artıyordu. "Gülme," dedi, gülme derken bile başka bir hıçkırık dudaklarından çıktı. "Lan gülme, hıçkırmıyorum. Hâlâ havalıyım."

"Korkunca hıçkırık geçer, derler," dedim saçlarında ellerimi gezdirerek. "Korkutsak mı seni acaba?"

Kaşlarını havaya kaldırdı, omuzları da hıçkırıklarından sarsıldı. "Yeterince korktum," dedi sakin bir sesle ama dudaklarında hâlâ tebessüm vardı. "Sanırım bana ters etki yapıyor."

Kahkaham kesildi ama tebessümüm yok olmadı. Bakışlarım koltuğa kaydı, ardından ona baktım, sonra battaniyeyi gözüme kestirdim. Ne düşündüğümü anladı ama hiçbir şey söylemeden beni izlemeye devam etti. Battaniyeyi aldım, ardından koltuğa uzandım ve battaniyeyi üzerime örttüm. Ayaklarımın ucunda otururken, "Uyuyunca geçer belki," dedim battaniyeyi hafifçe aralayarak. "Gelsene yanıma, sıkışırız."

Sanki bunu bekliyormuş gibi eğildi ve hızlıca ayakkabılarını çıkarmaya çalıştı ama bağcıkları çözmek bir yana dursun ayakkabılarını elleri bile bulmadı. Kendi kendine söylenirken, "Nerede ayaklarım?" dedi. "Amına koyayım, ayaklarım yok. Ayaklarım yerinde yok." Sarhoş Yankı Sarca... Beni deli ediyordu.

Gülmeye başladığımda yattığım yerden doğruldum ve eğilip ayakkabılarına uzandım. Bağcıklarını açarken çenem dizine değdi. Yankı baygın gözlerle beni izlerken ayakkabılarını çıkardım. "Ayakların burada Yankı," dedim gülerek. "Yerlerindeler."

Yüzüme bakmaya devam etti. Uzandığım yerde doğrulup ona döndüm ve parmaklarım gömleğinin yakasını buldu. Gözleri irileşti. Umursamadan nemli gömleğinin ilk düğmesine ulaştım, onu açtığımda hıçkırıkları daha fazla hızlandı. Nefes alışı değişti. "Ne yapıyorsun?" diye sordu. "Beni soyuyorsun şu an. Anbean beni soyuyorsun. Ellerin gömleğimde. Düğmeyi açtın."

"Evet, seni soyuyorum."

"Ama beni soyarsan çıplak kalırım." Kıkırdadığımda aynı şaşkın ifadeyle bana bakmaya devam etti. "Çıplak kalırsam aklım çok fena çalışır." Gömleğin diğer düğmesini de açtım. "Lan, diğer düğmeyi de açtın. İki düğme gitti."

Gülerek, "Üzerindeki gömlek nemli, hasta olacaksın diye soyuyorum Yankı," dedim.

Diğer düğmesine uzandığımda, "Altımdaki pantolonumla baksır da nemli," dedi boş bulunup. "Onları da çıkaracak mısın? Yap bunu. Şimdi hemen. Hasta olacağım." Yapay bir şekilde öksürdü. "Hasta oldum, ölüyorum. Soymazsan da öldüm bil."

Yanaklarıma ateş bastığını hissettiğimde parmaklarım gömleğinin düğmelerinde asılı kaldı ve kaşlarım çatıldı. Utançla ellerimi gömleğinden çektiğimde Yankı bir an bile beklemeden hızlıca gömleğinin düğmelerini açmaya başladı. "Şuna bak," dedim burnumu çekerek. "Ayaklarını bulamayan Yankı, ufacık düğmeleri buldu hemen." Bunu söylediğim anda son kalan düğmeleri açmak yerine iki eliyle tutup gömleği iki yana açtı. Düğmeler koptuğunda dehşet içinde ona baktım. "Yankı!" dedim gözlerimi açarak. "Kafayı mı yedin?"

"Sus, çok heyecanlandım," dedi çocuk gibi. Sonra kendi söylediğine kızarak, "Çok açık oldu bu," dedi. "Lan, çok heyecanlı." Kaşları çatıldı, gömleğini üzerinden sıyırıp yere attı. Dokunmadığım halde tenindeki buz soğukluğunu hissedebiliyordum. "Bak, çıplağım," dedi kollarını açarak. "Görüyor musun? Hoşuna gitti mi? Tamamen soy şimdi beni."

"Yankı, bana neden öyle bakıyorsun?" diye sordum çünkü turkuaz gözleri, avına yaklaşan bir hayvan gibi beni kesiyordu. "Beni kesip yiyecekmiş gibi bakıyorsun."

"Yerken kesmeme gerek kalmayacak yerlerin de var," dedi arsız bir gülümsemeyle. "Helin, bak çok şey oldum ben, durduramıyorum."

"Yankı..."

Sırtını koltuğa yasladı, elleri bir anda pantolonunun kemerine uzandı ve kemeri açmaya çalışırken bu sefer zorlandı. "Hay sikeyim," dedi inleyerek. "Bu kemeri kim buldu? Lan, kördüğüm olmuş bu kemer."

"Yankı!" dedim gözlerimi kocaman açarak. "Kemerini parçalayacaksın!"

"Çok nemli, çok nemli," dedi. Sonra ellerini havaya kaldırdı, parmaklarını içeriye doğru büktü. "Ellerim yok, tutmuyor." Elini yüzüme yaklaştırdı. "Bak, tutmuyorlar, gördün mü? Pantolonumu soyar mısın?"

Dudaklarını aralamış bana bakarken parmaklarını daha fazla büktü, bakışlarını düzeltmeye çalıştı ama derin nefeslerini durduramadı. "Pantolununu çıkarmamıza gerek yok," dedim sakin bir sesle. "O kadar da nemli..."

"Lan!" diye bağırdı. "Çok soğuk, çok üşüyorum. Pantolonum sırılsıklam, dondum!" Yine kemerine uzandı ama beceremediğinde küfürler etmeye başladı.

Her şeyi boş verip ellerini itekledim ve parmaklarım kemerine dokunduğunda karnına da temas ettim ve buz gibi olduğunu fark ettiğimde içimdeki bütün duygular endişeye dönüştü. "Hasta olacaksın," dedim tedirginlikle. "Sıcak bir duş mu alsan acaba?"

"Sen mi aldıracaksın?" diye sordu bu kez de. Kemerinin tokasını açıp düğmesine ilerlediğimde karnı kasıldı ve dişlerinin arasından nefesini verdi.

"Alkol seni iyice uçurdu. Daha neler," dedim ağzımın içinde geveleyerek ama benim de kalbim hızlanmıştı. Düğmeyi açtıktan sonra fermuarı yavaşça indirdim ve siyah baksır gözlerimin önüne serildi. Parmaklarım, kasıklarına dokunduğunda buz gibi karnına zıt bir şekilde kasıklarının sıcacık olduğunu fark ettim. Yankı daha fazla kasıldı. Kalçasını hafifçe hareket ettirdi. Karanlığa rağmen, fermuarının açılan kısmından erkekliğinin belirginliğini gördüğümde kanım sanki tam ters yönde hareket etmeye başladı.

Oturduğum yerden kalkıp pantolonunun paçalarından aşağı çekerken Yankı iri gözlerle beni izlemeye devam ediyordu. Elleri kasıklarına gittiğinde kalkıp inan göğüs kafesi, beni daha fazla heyecanlandırıyordu.

Elimde duran pantolonu yere bıraktığımda o ne kadar soğuk ise benim tenim o kadar yanıyordu. Yeniden koltuğa uzandım, neredeyse başıma kadar battaniyeyi çekip, "Gel yanıma," dedim. "Bana da öyle bakmaktan vazgeç lütfen."

Yankı'nın elleri kasıklarından baksır lastiğine uzanıp hafifçe indirdiğinde, "Yankı!" diye bağırdım. "O kadar da değil!"

Gözlerini kırpıştırdı, elleri duraksadı. "Ama çok nemli, çok üşüyorum," dedi masum bir ifadeyle fakat rol yapıyordu.

"Sarhoşluğu bahane etme!" dedim dehşet içinde. "Hem senin hıçkırığına ne oldu?"

"Lan," dedi neyse ki ellerini lastikten çekerek. "Şu an vücudumda tek bir yer çalışıyor benim."

"Ha?" Ardından anladığımda ayağımla sertçe omzuna vurdum. "Genelde filmlerde sarhoşlardan yararlanırlar, sen sarhoşken bile bunu nasıl fırsata çevirebiliyorsun ya?"

"Liderler sarhoş olmaz," dedi ama kelimeleri söylerken bile kekeledi. Birkaç kez tekrar etmek zorunda kaldı. "Sadece sarhoş olmak isterler, bütün kitaplarda yazar bu. Daha önce okumadın mı?" Ayağımın ucundan bana yaklaştı ve battaniyeyi açıp hemen yanıma uzandı. Ufacık koltuğa zorlukla sığdığımızda ben yan yattım, o da yan yattı ve yüzlerimiz birbirine döndü.

Buz gibi bacakları ve buz gibi göğüs kafesi bana değerken kasıklarındaki sıcaklığı da hissedebiliyordum. Kolunu üzerime attı, bir bacağını da bacağıma doladığında tamamen kendini bana yasladı. Üzerimdeki elbise ise baldırlarıma kadar çıktı. "Üşüyorum," dedi fısıldayarak. "Beni ısıt." Sonra gülümsedi, gözlerini kapattı. "Liderin emrediyor."

Ben de gülümsedim ve ellerimi göğüs kafesine bastırdım, sıcacık avuç içlerim onun göğüs kafesine dokunduğunda rahatlıyormuş gibi nefesini verdi. Kapalı gözlerini aralamadı ama dudaklarını içeriye kıvırdı. Parmaklarımı göğüs kafesinde gezdirmeye başladığımda tırnaklarım sürtündü. Karnına doğru indiğimde diğer elimle de yastığın altındaki telefonumu zorlukla çıkardım, neyse ki Yankı fark etmedi.

Tuş kilidini devre dışı bırakıp videoyu açarak kayda bastırdığımda, "Üşüyor musun?" diye sordum.

Kapalı gözleriyle gülümseyerek, "Çok üşüyorum," dedi. "Beni sadece sen ısıtabilirsin."

"Bana çok mu ihtiyacın var şu an?" diye sordum bu kez de.

"Tahmin bile edemeyeceğin kadar." Sonra ekledi: "Ve sadece şu an değil."

"Peki çok mu sarhoşsun?"

"Aklımda bizden başka kimseye yer kalmayacak kadar."

"Bunlar çok büyük itiraflar değil mi Yankı Sarca?" diye sordum sanki şaşırıyormuş gibi. "Keşke bunları tekrar tekrar dinleyebilsem."

"O bir kere olur güzelim," deyip sırıttı. Parmaklarım karnından kasıklarına doğru indiğinde ise nefesini verip, "Bak orası," dedi. "Orası çok üşüyor, biraz daha aşağıya iner misin? Aşağıda üşüyen daha başka yerlerim de var." Tırnaklarımı karnından kasıklarının çizgisine doğru indirdiğimde dudakları aralandı, nefesini verdi. "Lan," dedi. "Ellerin..." Kendini bana yaklaştırdı, bir eli bacaklarımı kavradı ve yavaşça araladı. "Daha fazla aşağıya inersen..."

Gülmeye başlayıp elimden telefonu düşürdüğümde Yankı gözlerini açtı ve telefonu gördü. Kahkaha atarak, "Bittin sen!" dedim. "Hepsini kaydettim!"

"Lan!" Telefonu eline aldı ve hâlâ kayıttaki videoya bakıp, "Lan, rezil oldum," dedikten sonra kamerayı bana çevirdi. Tek eliyle yüzümü kavrayıp, "Söyle," dedi yarı öfkeli, yarı eğlenceli bir tınıyla. "Hepsini bana zorla söylettiğini söyle."

"Zorla söylemedin," dedim ama dudaklarım öne doğru dururken sesim tuhaf çıkıyordu. "Hepsini isteyerek söyledin, şu an zor durumdayım. Beni dinleyin arkadaşlar, bu adam beni zorla konuşturmaya çalışıyor!"

Baş ve işaret parmağıyla alt dudağımı kavradığında kamerayı yüzüme yaklaştırıp, "Söylesene," dedi. "Bensiz yapamayacağını söyle."

Parmaklarını ısırmaya çalıştım ama izin vermedi, ellerimle onu tırnaklamaya çalıştığımda boştaki tek eliyle ellerimi tuttu. Tekme atmaya çalıştığımda ise üzerime çıkıp beni engelledi. Hareket edemeyecek duruma geldiğimde, "İmdat!" diye bağırdım ama sesim çıkmadı, gülmeye başladım. "İn üzerimden!"

"Söyle!" dedi bir kez daha. "Yoksa altımda ezilirsin!"

"Tamam," diye bağırdım. "Sensiz yapamam! Gerçekten yapamam!"

Gülmeye başlayıp ellerimi bıraktığında onun elinden telefonu sertçe alıp ön kamerayı açtım ve ikimizi de çekip, "Bu adam tam bir hayvan!" diye söylendim. "Az önce bana yaptıkları..."

Bir anda cümleler ağzıma tıkıldığında Yankı'nın dudakları dudaklarıma yapıştı ve telefon elimde donakaldım. Gözlerim irileşti ama Yankı gözlerini kapatıp beni öpmeye başladığında ona belki bininci kez teslim oluyormuş gibi hissettim ve gözlerimi kapatıp öpüşüne karşılık verdim. Sadece birkaç saniyede ellerim titremeye başladığında telefon da titriyordu. Yankı çok kısa bir an beni öptü, sonra geriye çekildi. Eli yanağıma dokundu, gülümsedi. "Sensiz yapamam," dedi, ardından gözleri kameraya döndü. "Sarhoş olup Helinsiz yapamayacağımı söylediğimde," diye fısıldadı yeni bir anıyı daha o albüme ekliyormuş gibi. "Hem ayık kafayla hem de sarhoş kafayla. Ne olursa olsun, sensiz yapamam."

"Yankı," dedim yerle bir olmuş şekilde ve telefon heyecandan elimden düştü, hem de Yankı'nın kafasına. Acıyla inlediğinde umursamadan ona hayran hayran bakmaya devam ettim. Yankı ise kafasını ovuşturup telefonu eline aldı ve kaydı kapattı. "Hep sarhoş olsana sen lütfen."

Eli başını ovuştururken, "Liderin olarak sensiz yapamam," diye ekledi ve bunun beni sinirlendirmesini bile umursamadı. "Liderler altlarındaki kişiler olmadan bir hiçlerdir. Bunu hiç duymadın mı? Her kitapta..."

"Sarhoşsun ama hâlâ liderin olarak diyorsun," dedim öfkeyle, ardından sırtımı ona dönüp gözlerimi kapattım. "Bir gün ben lider olacağım, dünyanın kaç bucak olduğunu göreceksin."

Yankı gülerek arkamdan bana sarıldı ve kolunu belime dolayıp kendini bana yaslayarak, "Hey," dedi. "Ama ben hâlâ üşüyorum, üst tarafım ısındı da alt tarafım hâlâ soğuk. Bir çaresine mi baksan?"

"Yankı," dedim dişlerimi sıkarak, sonra dirseğimle ona geçirdim. "Uyu."

"Ah, çok üşüyoruz."

"Üşüyoruz mu?"

"Ben ve diğer Yankı," dedi alayla. "Çok üşüyoruz."

Kalçamla sertçe kasıklarına vurduğumda sertliğini hissettim. "Yalan söylemekten vazgeç, sarhoş sapık."

Yüzünü enseme gömdü ve dudakları tenimi buldu. "İyi uykular," deyip kısık sesle gülmeye devam etti. "Biz hep buradayız, seni bekliyoruz, uyumayacağız. İstediğin her an..."

Kapalı gözlerimi açıp devirerek, "Uyanınca bunların hiçbirini unutmazsın umarım," dedim hiddetle. Sonra diğer söylediklerini de hatırladığımda içime korku düştü. "Unutmazsın, değil mi Yankı?"

Kısa bir sessizlik oldu. Dudakları enseme sürtündü, kokumu içine çekti ya da ben yanlış anladım. "Unutmam," dedi solgun bir tınıyla. "Bütün yanlış tercihlere rağmen, ben burada olacağım."

***

İlk önce gülme sesi duydum, ardından kızgın biri konuştu, sonra ise alkış sesi. Rüyanın içindeyim sandım ama Mutlu'nun, "Kalkın lan!" diye bağıran sesi kulaklarıma dolduğunda gözlerimi daha sıkı yumdum. "Lan, onuncu seslenişim, kalkmazsanız sıcacık çayı başınızdan aşağıya dökeceğim!"

"Rahat bıraksana." Işık'ın fısıldayışı keyifliydi. "Belli ki sabaha kadar oturmuşlar."

"Oturmuşlar mı? Sence oturmuş gibiler mi?" Nefes nefeseydi. "Yeter lan!" Mutlu gerçekten kızgın mıydı yoksa rol mü yapıyordu anlayamadım. "Nasıl bir ilişki lan bu? Ne bu böyle, durmadan ne kadar kırbaç yerse yesin uslanmayan Ana ve onu kırbaçlamaktan zevk alan Grey ilişkisi mi? Ben Aşk-ı Memnu Nihal gibi dünden beri durmadan bayılıp ayılırken gözlerimin önünde Bihter ve Behlül sevişiyormuş gibi." Sert bir darbe bacaklarımıza indi, bu Yankı'nın pantolonuydu. "Ulan utanmaz arlanmazlar, kıyafetleri de sağa sola saçmışsınız!"

Yankı'nın kolu belimden sıkıca sarılmıştı ve nefesi hâlâ ensemdeydi. Hiç hareket etmemişti ve ikimiz de o şekilde uyumuştuk.

"Yerde bira şişesi var," diyen Bartu'nun sesi gitgide utanmama neden oldu. "Belli ki gece içmişler."

"Ulan etrafta kıyametler kopuyor, bu Yankı hâlâ kıza nasıl dayasam derdinde!" Başka bir darbe daha bacaklarımıza çarptığında bu sefer sertti. Yankı bir anda battaniyeyi yüzümüze kadar çektiğinde gülümsediğini hissettim. "Ne bu lan?" dedi öfkeyle. "Çocuklar Duymasın Haluk ve Meltem'in battaniye altı fantezisi mi? Kalkın lan!"

"Ee abartmayın siz de artık," dedi Işık gülerek. "Kalksanıza. Duymuyor musunuz?"

"Yankı," diye fısıldadım. "Ne yapacağız?"

Yankı nefesini verdi ve kendi kendine, "Nasıl durmadan mal gibi uyuyup kalıyorum ben ya," dedi ve yavaşça battaniyeyi açtı. Benim sırtım hâlâ onlara dönük olduğu için görmedim ama Yankı'nın o tarafa döndüğünü fark ettim. Sessizlik oldu, büyük ihtimalle bakıştılar. Mutlu acıyla inleyip, "Saçlara başlara bak," dedi. "Helin'in parmakları saçlarında kalmış, bulduğunuz her fırsatta bütün kıyametlere rağmen sevişmek zorunda mısınız siz?"

"Mutlu," dedi Yankı, inlediğini fark ettim. "Başım çatlıyor, ne olur bağırıp durma."

"Bağırırım!" Bu kez pantolonu direkt Yankı'ya geçirdi. "Oğlum, aile var lan aile. Ne olursa olsun, durmadan sevişecek misiniz lan siz?"

Yankı doğrulmak istedi ama sonra vazgeçip, "Lan, bu evde bizim özelimiz olmayacak mı?" diye sordu. "Sürekli bir yerlerden çıkmak zorunda mısın sen?"

"Özelin mi?" Mutlu alkışlamaya başladı. "Bilmiyorum farkında mısın ama şu an ortak olan oturma odamızdasınız ve yerlerde kıyafetlerin var." Duraksadı, nefesini verdi. "Helin'in kıyafetleri nerede, o gazla yedin mi lan kıyafetleri?"

"Mutlu, yalvarırım bağırma," dedi Yankı. "Başımın içinde on tane Mutlu bağırıyormuş gibi hissediyorum, bu ne demek biliyor musun sen?"

Bu sefer Mutlu pantolonu bana indirdi. "Lan patatesçi Helinski!" diye bağırdı. "Ölmüş gibi davranmayı bırak, kalk çabuk. Kardeşim nedir bunun tarifi? Dün cehennemde hepimiz piliç ızgara olduk, bugün gelmişsiniz sarmaş dolaş... Tamam sevişmeyin demiyorum da her yaşanandan da kendinize bir fantezi çıkarmayın ya."

Gözlerimi yavaşça araladım ve başımı çevirip Mutlu'ya baktım. Altında pembe kısa şortu vardı, üzerinde ise mor bir tişört. Tişörtün üzerinde 'BUGÜN KALBİM ÇOK KIRIK' yazıyordu. Yankı parmaklarını şakaklarına bastırırken yattığım yerden doğrulup karışık saçlarımı düzeltmeye çalıştım.

Mutlu'nun yanında Işık duruyordu ve o inanılmaz derecede şık görünüyordu. Saçlarını dalgalı yapmıştı, üzerinde beyaz, göğüs dekolteli bir gömlek vardı. Altında siyah bir pantolon, topuklu botları ve yüzünde makyaj. Kaşlarımı çatıp, "Işık, bir yere mi gidiyordun?" diye sordum.

Işık üstüne başına bakıp, "Ne alakası var?" dedi. "Herkes bugün bunu soruyor, her zamanki halim."

"Her zamanki halin mi?" Mutlu ona ters bir bakış attı. "Normalde yırtık pijaman ve bol kazaklarınla hatta dağınık saçlarınla evin içinde dolanmaz mıydın sen? Ne bu gelinin kız kardeşi hallerin?"

"Eee," dedi Işık lafı değiştirmek istiyormuş gibi. "Gelinin kız kardeşi değil miyim?" Göz ucuyla beni gösterdi.

Bartu, "Uydurma Işık," dedi diğer taraftan. "Sanki senin amacını anlayamıyoruz." Gözlerimi ona çevirdiğimde masada oturmuş, ağzına çikolatalı ekmeğin üzerine sürdüğü zeytin ezmesini tıkıyordu. Karşısında Lâl oturuyordu ama onun gözleri fincanındaydı. Yorgun ve bitkin görünüyordu, bakışları bize dönmüyordu. Saçlarını tepesinde toplamıştı, profilinden de olsa şiş gözlerini görebiliyordum.

"Neymiş amacım?" Işık saçlarını geriye attı. "Bir kadın her zaman çok güzel görünür, azıcık süslendim diye bu beni diğer günlerden ayrı kılmıyor."

"Bir kadın her zaman çok güzel görünür," diyerek Mutlu onun söylediğini abartıp tekrar etti. "Sana çok güzel görünme demiyoruz, sana sanki seni birisi istemeye gelecekmiş gibi görünme diyoruz. Tipe bakar mısınız? Çıldıracağım şimdi, disko topuna benziyor parlak parlak."

Bartu ağzına sucuğu tıkarken, "Işık," dedi zorlukla konuşarak. "Haberin olsun diye söylüyorum, Koza'nın diğer erkeklerden hiçbir farkı yok. Onunla olabileceğini sanıyorsan rüyanda görürsün."

Işık dramatik bir şekilde gözlerini devirip, "Koza'yla ne alakası var ya?" diye sordu. Onun konusunun açılması bile Yankı'nın vücudunun kasılmasına neden olduğunda yattığım yerden kalkıp zorlukla ayağa dikildim ve saçlarımı düzelttim. Yankı benim ardımdan hemen sonra battaniyeyi beline sarıp ayağa kalktı ve direkt Lâl'e baktı. Lâl ise onunla göz teması kurmadı.

"Dün oylama yaparken ayak parmaklarını bile havaya kaldırdın," dedi Mutlu kaşlarını çatarak. "Yavaş koş çürük yumurta, hızından seni göremiyoruz."

"Abartıyorsunuz."

"Abartmıyoruz." Bu sefer Bartu ekmeğin arasına koyduğu reçel ile yumurtayı yiyordu, bu yüzümü buruşturmama neden oldu. "Gözümün önünde bir daha birbirinize yürürseniz onu kozasından çıkarıp kelebek yaparım, haberin olsun."

"Ama..."

"Ben duş alacağım," dedi Yankı daha fazlasını duymak istemiyormuş gibi.

"Al tabii," diyen Mutlu onu baştan aşağı süzdü. "Şu tipe bak. Bir saatlik Hint dizilerindeki yaşlı âlimler gibi battaniyeyi sarmış vücuduna, seksi seksi, ‘Ben duş alacağım,’ diyor."

Utançla, "Mutlu, yeter," deyip yere baktım. "Yankı dün çok sarhoştu, üstü ıslaktı. Onu soymazsak hasta olacaktı."

Sanki Yankı bu anı bekliyormuş gibi hapşırdığında gözlerimi ona çevirdim. "Ee yuh artık," dedi Mutlu dehşet içinde. "Sokakta mı seviştiniz lan?"

Yankı bakışlarını bana çevirdi ve ikimiz de aynı günü düşünmüş olacağız, "Bilmem ki," deyip hızlıca ekledi: "Sokak lambalarının altı favorimizdir."

Mutlu gözlerini kocaman açtı, Işık kıkırdadı, Bartu ağzında ekmekle donakaldı. Ben de nefesimi tuttuğumda, "Lanet olsun size," dedi Mutlu. "Beni neden çağırmadınız, izlerdim."

Ellerimle yüzümü kapattığımda Mutlu utandığımı fark etti ama aldırmadı. Yankı ise cevap vermeden yürümeye başladı. "Utandırma kardoyu," dedi Bartu gülerek. "Alışman lazım artık."

"Alışamıyorum Bartukıç'ım," diyen Mutlu masaya ilerledi ve Lâl'in arkasından ağzına zeytin attığında şortundaki kuyruğunu da gördüm. Mutlu böyle kıyafetleri nereden buluyordu? Gözlerimiz kesişti, nereye baktığımı görünce gülümsedi. "Sırf herkes kıçıma baksın diye kuyruk diktim," dedi. "Beğendin mi? Ayrıca bundan böyle modumu gösteren tişörtleri giyeceğim her gün. Bugünün modu bu." Tişörtünü gösterdi.

"Böyle şeylere nasıl üşenmiyorsun Mutlu, anlamıyorum," diyen Işık sandalyelerden birini çekip çatalı eline aldı ve peynire batırdı. Ardından öyle dikkatle çiğnedi ki Mutlu kusuyormuş gibi ses çıkardı.

"Başını eğme yiğidim," dedi Işık'a. "Yüzündeki beş kilo sim yemeklere dökülmesin."

Yankı tam odadan çıkacağı sırada Bartu, "Yankı," deyip onu durdurdu. Yankı omzunun üzerinden ona baktı. "Baksana, bir şey söyleyeceğim."

O an Yankı'nın Bartu'ya karşı soğuk bakışlarını gördüm, hiçbirine değil sadece Bartu'ya böyle olmasının nedeni, Koza'yı tercih için sunan kişi olmasından mıydı? "Evet?" dedi Yankı sakin bir sesle.

Bartu çayından birkaç yudum aldı, elindeki çatalı bıraktı ve sırtını sandalyeye yasladı. "İki gün sonra yılbaşı," dedi sanki aralarında hiçbir problem yokmuş gibi konuşarak. "Bu yılbaşında planımız yok, değil mi?"

"Henüz plan yapmadım." Yankı'nın net cevapları ürpermeme neden oldu.

"Biz bir plan yaptık," dedi Mutlu ağzının kenarındaki çikolatayı silerek. "Epey eğleneceğiz. Kötü günler geçirdik, eğlenmeye ihtiyacımız var."

"Ne düşünüyorsunuz?" Işık ekmeğine tereyağını sürüp Lâl'in tabağına koydu ama o başını iki yana sallayıp yemeyeceğini gösterdi.

"Kostüm partisi," dedi Mutlu keyifle. "Biz düzenleyeceğiz ve herkesi çağıracağız. Gelen herkes, istediği bir karakterin kostümünü giyecek, çift olanlar çift kostümü de giyebilir..." İkimize baktı. "Yani Helinski kocaman bir patates kostümü giyerken sen de yürüyen beyin olabilirsin."

Yankı gülümseyip başını salladı. "Keyifli görünüyor. Hep beraber planı yapalım."

"Ay ben hangi prensesin kostümünü giysem acaba," diyen Işık ellerini birbirine çarptı. "Benden çok güzel Pamuk Prenses olur."

"Senden olsa olsa o hikâyedeki elma veren cadı olur," diyen Mutlu Işık'ın yüzüne zeytin attı. Işık ise zeytini havada kaptığı gibi geri Mutlu'ya gönderdi.

"Senden de kocaman bir bok olur. Bok kostümü giyip gel."

"Hayal ettim," deyip kıkırdadığımda Mutlu bu sefer de zeytini bana attı. Havada yakaladığım zeytini ona atmak yerine ağzıma atıp göz kırptım.

Yankı yeniden çıkmak için hamle yaptığında, "Ayrıca çekiliş de yapacağız," dedi Bartu. "Hediyeler için. Kura yani. Birbirimize hediyeler alalım yine, hem daha kalabalığız, daha güzel olur." Ayağa kalktı, odanın içinde yürüdü ve köşedeki sehpanın üzerinden büyük cam bir fanus aldı. "İsimler burada yazıyor."

Yankı'nın gözleri fanusa doğru kaymadan önce, "Ben hediye aldım zaten," dedi boş bulunup. "Helin'e aldığım yılbaşı hediyelerim yakında onun ellerinde olur."

Şaşkınlıkla gözlerim ona döndüğünde, "Bana hediye mi aldın?" diye sordum. "Hem de hediyeler?"

Mutlu kıskançlıkla, "Umarım turkuaz külot değildir," dedi.

Yankı’nın gözleri yine fanusa döndü ve kâğıtlara bakarken, "O fanusun içinde sekiz tane kâğıt var," dedi. "İki kişi kim?"

Bartu kaşlarını kaldırdı, sanki olması gerekeni mırıldanıyormuş gibi, "Osman amca," dedi. "Ve Koza."

Işık öksürmeye başlayıp çayı püskürttüğünde Mutlu çığlık atarak, "Lan, Osman amca ve Koza'yı nasıl aynı cümleye koyup her şey normalmiş gibi davranabilirsin?" diye sordu. "Lan, birbiriyle alakasız iki isim nasıl böyle bir cümlede geçebilir?"

"Osman amcanın mekânında yapacağız kostüm partisini, onu katmasam olmazdı, hem seni çok sordu," diyen Bartu gülüyordu. "Koza'ya gelince…" Bakışları Yankı'ya döndü. "Dünden sonra o da artık bizimle, yeni yıl partisinde bizimle olsun istiyorum."

Bartu'ya gözlerimi irice açmış bakarken bu kadar çabuk onu aramıza katacağını düşünememiştim ama Işık'ın yüzündeki o keyifli gülümsemeyi de görmezlikten gelemiyordum. Dakikalardır önündeki tabaktan bakışlarını ayıramayan Lâl ilk defa dönüp Bartu'ya büyük bir hayal kırıklığıyla baktı, Yankı ise onun gibi duygularını katmadan soğuk bakışlarla izledi.

"Bu konuda kararlısın yani?" dedi tek kaşını kaldırarak. Şaşırmamıştı. "Onu bizim yanımızda istiyorsun, öyle mi?"

"Evet, istiyorum, hatta..." O sırada kapı çaldı ve Bartu'nun cümleleri havada kaldı. Herkes birbirine baktığında Bartu başını salladı. "Koza geldi, çekiliş için."

Işık bir anda ayağa kalktığında ve sandalyesi neredeyse düşecek gibi olduğunda Lâl de endişeyle nefesini verdi ve ilk defa dönüp Yankı'ya baktı. Yankı ise soğuk bakışlarını yok ederek, "O bu eve giremez," dedi. "İstemiyorum."

Işık Yankı'yı duymazlıktan gelip koşar adımlarla odadan dışarı çıktığında kapıyı açmaya gittiğini anladım. Kimse Yankı'yı dinlemezken, o gözlerini Bartu'dan ayıramıyordu.

Kapı açıldı, Koza'nın sesini duyduk ve Bartu, "Girdi bile," dedi. Sonra ayağa kalkıp boynunu çıtlattı. "Misafirimize hoş geldin de Yankı Sarca. Kaba olmak sana hiç yakışmıyor."

Adım sesleri duyduk, odadan gülümseyerek içeriye giren ilk kişi Işık oldu. Onun arkasından Koza girdiğinde Yankı son kez, "Yanlış tercihler yapıyorsun," dedi ve bakışları Lâl'e kaydı. "Bu hepimizden önce senin canını yakacak Bartu."

Gözlerim Koza'yı bulduğunda geriye adım atmadan duramadım çünkü yüzü mahvolmuştu. Burnunda sargı vardı, kahverengi gözünün yarısı kapanmıştı, elmacık kemiğindeki morluklar can yakıcı görünüyordu. Boynunda ise parmak izleri vardı. Dudağının kenarındaki yara izini umursamadan ağzında sakızıyla gülümseyip hepimize selam verdikten sonra bana baktı. Baştan aşağı süzdükten sonra Yankı'ya döndü, Yankı ise Bartu'ya bakmaya devam ediyordu.

Sessizlik oldu, büyük bir sessizlik hem de. Gözlerim yalvarır gibi Mutlu'ya döndü çünkü böyle ortamları yumuşatan tek kişi o olurdu ama onun bile ağzını bıçak açmıyordu.

"Ah," dedi Koza, ardından Yankı'nın önüne geçip hepimize başıyla selam verdi, onu görmezlikten geldi. "Bu eve ilk kez pencereden girmiştim, şimdi kapıdan girmek tuhaf oldu ama işte buradayım." Sonra omzunun üzerinden umursamaz gözlerle Yankı'ya baktı. "Asıl Sokak Nöbetçisi ait olduğu yuvaya geri döndü, öyle değil mi?"