logo

47. KORKAKLARIN İNTİKAMI

Views 442 Comments 1

Koza'nın güncesinden...

15.02.2020

İnsan çocukluğunu iyileştirmek istediğinde, o çocukluğuna savaş açtığını fark edemiyordu.

Mavimde acılar vardı, kahverengimde acımasızlık.

Ve artık benim acımasızlığımın da zamanıydı.

Bütün korkularıma, vicdanıma ve vicdansızlığıma rağmen.

"Sokak Nöbetçileri Kurucusu, Koza"

"Birinci Sokak Nöbetçisi, Koza"

Kendimi on beş yaşındayken, öğle vakti hafif nemli çimlerin üzerine uzanmış, göğsüme yasladığım kitabımla gökyüzünü izlediğim o evin önünde hissediyordum. Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülüyor, silme gereksinimi duymadan bulutları izliyordum ve kalp atışımı dizginlemeye çalışıyordum.

Ağlıyordum, aslında ben çok sık ağlıyordum. Ama o gün uzandığım çimlerin üzerinde, nefes sesimi dinleyerek ağladığımda verdiği o hissi asla unutamazdım.

Beni yurttan alıp sahiplenen o adamın eviydi, fazlasıyla büyüktü. İnsanlara hizmet etmediğim, satılmasam da görüş alanlarına girmediğim, tanımadığım adamlar tarafından taciz edilmediğim ve izinli olduğum o birkaç saatin içerisindeydim.

Biliyordum, ben çimlerde uzanırken o adamın korumaları beni dikizliyor fakat yaklaşırlarsa her şeyin daha kötü olacağını düşündüklerinden adım atmıyorlardı.

Bir tanesi yaklaşmaya çalışmıştı; onu engellemek istediğimde, bir ailemin hatta kimsemin olmadığını ve bunu hak ettiğimi söylemişti.

O zamanlar babasız veya annesiz olmanın her kötülüğü hak etmek anlamına geldiğini düşünmek fazlasıyla yaralayıcıydı ama insanların bana öğrettiklerinden başka hiçbir pusulam yoktu ve insanlar gerçekten kötüydü.

İçli içli ağlamaya devam ederken dudaklarımda tebessüm de vardı, derin nefesler alıyordum. Kuşlar uçuyordu, gökyüzünde ilkbahar havası vardı, içimde yaz.

Ve ilk defa bana kötülük yapıldığı için değil, güzel bir his kalbime dolduğu için ağlıyordum. O güzel his, okuduğum kitapta geçen bir cümleydi.

"Aşkın ne olduğunu bile bilmeden sevdim birdenbire. İnsanın en ateşli duygusunun ilk olarak böyle birdenbire bastırıvermesi çok garip bir şey değil mi?" diyordu Vadideki Zambak kitabında. Ve başka bir cümlesinde de, "Ruhumu okudunuz, bunu nasıl yaptınız?" diye soruyordu. Beni ağlatan cümle ise şu olmuştu: "Ölümden korkmuyordum ama karşılıklı bir aşkın mutluluğunu tatmadan da ölmek istemiyordum."

Şimdi kendime bütün benliğimle itiraf ettiğimde, o çimde yatan kız çocuğuydum ve bir gün bu hisleri yaşayabilecek bir kalbe sahip olmadığımı, böyle bir kalbe sahip olabilecek bir adamın karşıma çıkmayacağını düşünüyordum.

Düşünmüştüm.

Düşündüm.

Ve bir şey daha fark ettim; onu, Yankı'yı, benim Yankı'mı ilk gördüğümde okuduğum o kitaplardaki kadınlar gibi hissetmiş ve kendimle savaşırken hislerimin peşinden gitmekten korkmamıştım. Hayatıma giren hiç kimse için yapmadıklarımı onun için yapmıştım, bütün saçmalıklarıyla ve bütün gerçekleriyle.

Vadideki Zambak'ta diyordu ki, "Ruhumu okudunuz, bunu nasıl yaptınız?" O benim ruhumu okumuştu. Yankı Sarca benim ruhumu okumuştu.

Ben her şeyimle onun için çabalarken hiçbir karşılık beklemediğimi de yeni görüyordum. Onu seviyordum, ona âşıktım, onu istiyordum ama onun ne düşündüğünü hiçbir zaman sormamıştım.

Vadideki Zambak'ta diyordu ki, "Aşkın ne olduğunu bile bilmeden sevdim birdenbire." Onu sorgulamama nedenim belki de buydu.

Şu an kendimi yine o nemli çimlerde uzanıyormuş gibi hissediyorum. Elimi göğsüme koymuştum; gözyaşlarım yanaklarımdan akarken yüzümde tebessüm vardı, içimde yaz havası. Aynı huzur, aynı heyecan ama bu kez gerçek, hayal değil.

Vadideki Zambak'ta diyordu ki, "Ölümden korkmuyordum ama karşılıklı bir aşkın mutluluğunu tatmadan da ölmek istemiyorum." O bana âşıktı. Yankı Sarca bana âşıktı.

Bir gün ölecektim ama karşılıksız bir aşk yaşamadan ölmeyecektim; bunun için bile yine ona minnettar kalabilirdim, nemli çimlerde uzanan kızın hayallerini gerçekleştirdiği için.

Ruhumu okuduğu halde beni sevebildiği için ve her şeye rağmen, bütün her şeye rağmen benden vazgeçmediği için.

Yankı elinde tuttuğu kâğıt parçasıyla bana bakarken düşük omuzlarına zıt bir şekilde bakışlarında her şey vardı. Ona bakarken, günlerdir görmediğim adamı değil, benden kaçan o adamın artık yok olduğunu görüyordum.

Onun gözlerinin içine bakarken, yaşananlar artık benim de içimdeydi. Onu ilk takip ettiğim gün, metroda karşımda oturduğu gün, bana verdiği o rubik küp, onların yanına ajan olarak girdiğim ev. İyisiyle ve kötüsüyle, güveniyle ve güvensizliğiyle.

Biz Yankı ve Helin'dik. Benim Yankı'm, her şeyim. Onun Helin'i, Yuva'sı.

Ve biz birbirimizle hiçbir zaman savaşmamıştık ama birbirimizi alt etmiştik. “Eğer savaşsaydık o savaşı sen kazanırdın,” demişti. Şimdi görüyordum; onun en büyük savaşı benimle değil, bana karşı olan hisleriyleydi.

Artık görüyordum, o olmazsa her şey eksik gibiydi ama şimdi onun için de hiçbir şey tam değildi.

Yankı gözlerini üzerimden ayırıp onu dinleyen çocuklara baktı, sonra hiçbir şey demeden sahneden inip yanımıza değil, sahnenin arkasına ilerledi. Nasıl göründüğümü bilmiyordum ama hareket dahi edemiyordum.

Birkaç saniye geçti, ardından dakikaya dönüştü. Onun yanına gitmek için adım atan iki kişi oldu. Biri ben, diğeri Koza, başka kimse değil ve ben bunun nedenini biliyordum çünkü Sokak Nöbetçileri'nin gözündeki Yankı'yı tanımıştım ama onlar, bizim gözümüzdekini hiçbir zaman tanımayacak gibiydi.

Elimi kaldırıp Koza'yı durdurduğumda, "Bana birkaç dakika ver," dedim. Nefesimi verip gözyaşlarımı sildim. "Ben gitmek istiyorum."

Koza, Yankı'nın çıktığı tarafa baktıktan sonra başını bana çevirdi ve kollarını kavuşturdu. Ona aşağıdan, dudaklarım titreyerek bakarken, dikkatle beni inceledi. O an birisine sarılmak, içimdeki mutluluğu paylaşmak istedim ve o merdivende beni yalnız bıraktıktan sonra ilk defa Koza'dan bir adım bekledim.

Sarılsaydı sarılırdım ve belki de onun omzunda ağlardım, hem de o çimlerde uzanan küçük kız çocuğunun mutluluğuyla.

Ama Koza beni şaşırtmadı ve omzunu kaldırarak kollarını önünde daha sıkı kavuşturup diğer tarafa yürüdü. Gözlerim bıraktığı boşluğa odaklandığında kendime kızdım çünkü bunu ondan beklemek hataydı.

Koza'nın askeri Helin.

Bartu, Koza'nın bıraktığı boşluğu doldurduğunda eliyle çenemi kaldırdı ve hiç şüphe etmeden, "Ağlama," dedi bana. Sonra kollarını boynuma dolyıp beni kendine çekti, sıkıca sarıldı. Başımı göğüs kafesine yasladığımda abi sıcaklığını ondan aldım. Hepimiz dağılmıştık, Bartu Lâl yüzünden dağılmıştı ama yanımdaydı.

"Ortam çok romantik filme dönüştü," dedi Mutlu, çenesini kaldırdığını gördüm. "Filmin bu kısmında elbisenin eteklerini tutarak koşa koşa Yankıtu'nun yanına gitmen gerekiyor, Külkedisi."

Bartu göz ucuyla ona baktı. "Külkedisi, Lâl."

Lâl, başını Bartu'ya çevirdiğinde birkaç saniye bakıştılar, sonra gözlerini ilk kaçıran Bartu oldu.

Bartu'nun kollarının arasından ayrıldığımda başımı eğip Koza'nın gittiği yöne baktım ama o yoktu. Kaşlarım çatıldı, Işık ise omzunu kaldırarak ellerini çenesine yerleştirdi.

"Tamam o zaman," dedim ağzımın içinde geveleyerek ve Yankı'nın gittiği yöne yürüdüm. "Ben," dediğimde kalbimin atışını bir kez daha hissettim ve düşünmeden o tarafa ilerledim. Önümde yürüyen çocuklar hızımı yavaşlatsa da sahnenin arka tarafına doğru çıktım ve karanlığı, onun ardından sokağa çıkan yolu gördüm.

"Yankı," diye seslendim fakat sesim güçsüzdü. Karanlık dar koridorda yürümeye devam ederken ellerimle duvardan destek aldım ve bir kez daha, “Yankı,” diye seslendim. Büyük ihtimalle sokağa çıkmıştı; kendini güçsüz hissetmiş olabilir miydi?

Dış kapının önüne gelip dışarıya baktığımda onu sokak lambasının altında gördüm. Sigarasını içiyordu ve gözleri yerdeydi. Her ne düşünüyorsa, bu onun kaçmasına neden olmuştu. Ondan vazgeçtiğimi mi düşünüyordu? Ona güvenmediğim için onu istemediğimi mi düşünüyordu?

Ona hâlâ güvenmiyor muydum?

Bunların hiçbirini düşünmeden onun yanına gitmek için adım attım ve adımlarımın sağlam olmasına dikkat ettim. O oradaydı, karşımdaydı ve itiraf etmişti. Okuduğum kitaplardakilerden bile daha güzel bir itiraftı ve onunla ben, bir kitabın içine yerleşemeyecek kadar acıya batmıştık.

Ayaklarımın altında ezilen yağmurla karışık karlar çamura dönüşmüştü ve paçalarıma bulaşıyordu ama bunu umursamadım. Yeni akşam olmuştu ama sokakta tek bir ses bile yoktu; bomboş bir sokak, tek ışıklar sokak lambalarıydı.

Yine sokak lambaları.

Birbirimize ilk defa kalbimizi açtığımız ve onu terk ettiğim sokak lambaları. Üçüncü seferde ne olacaktı?

Onu görmeye gittiğimde de böyleydi; tek başınaydı, kaldırımda oturmuş bekliyordu, hem de ne olduğunu bilmeden. Şimdi de mi bekliyordu? Belki de beni bekliyordu.

Başını yerden yavaşça kaldırdı; gözlerimiz buluştuğunda sigarasından son dumanını çekti, bana doğru döndü. Tepesindeki sokak lambasının sarı ışığı yüzünü aydınlatıyordu ama aşağıda tuttuğu ellerini tam göremiyordum.

Elimin tersiyle gözümden akan son yaşı sildim. O beni biliyordu, o beni yedi yaşındaki kız çocuğu olarak da biliyordu. O evden çıkarken elini uzattığında, bana ayakkabılarını ve sonra da ceketini verdiğinde benim kim olduğumu bilmiyordu belki ama şu an biliyordu.

Ben Koza’nın kız kardeşi ve dayısı tarafından cehenneme sürüklenen o küçük kız çocuğuydum.

Beni bütün bunlara rağmen seviyordu. Halbuki okuduğum kitaplarda insanlar bazen her şeye rağmen sevemezdi ama o beni seviyordu, bu kadardı.

Karşısında durduğumda derin bir nefes verdi ve yüzüme içini çekerek baktı. Bütün zamanları içinde barındırdığını hissettim çünkü bu kez, yedi yaşındaki kız çocuğunu da görüyordu veya önceden de görmüştü ama bunu bana göstermemişti. Aslında söylediği gibiydi, o zaten geçmişimi öğrenmemiş, benim geçmişimde yer almıştı.

“Beni affedebilecek misin?” diye sordu, ilk cümlesi bu oldu.

Biraz daha yaklaşıp sokak lambasının ışığının yüzüme vurmasını sağladım. “Hangi konuda?”

“Seni küçükken yanıma alıp bizimle büyütemediğim için,” dediğinde aklımdan hiçbir zaman bunun geçmediğini fark ettim. “Oradaydın, yanımdaydın, unutamıyorum.” Yavaşça uzanıp beremden dışarıya çıkan saçımı geriye attı, sonra beremi düzeltirken acıyla dudaklarını birbirine bastırdı. Parmaklarının ucu buz gibiydi. “Senelerce o kız çocuğunu unutamadım, Koza’ya soramadım ama bazı geceler rüyalarıma bile girdin. Ufak, siyah saçları, kocaman gözleri olan kız çocuğu. Korku dolu gözlerinde hâlâ şefkat vardı.” Omzunu kaldırdı. “En çok bu yüzden özür dilerim, seni bizimle büyütemediğim için ve gözlerindeki şefkatten bile seni tanıyamadığım için.”

“Senin bir suçun yok,” dedim kendimden emin bir sesle. “Sen sadece yardım ettin.” Ellerimi montumun cebine yerleştirdim. “Ama dürüst olacağım artık sana Yankı. Ben isterdim.” Yeniden gözlerim doldu. “Seninle ve sizinle büyümeyi. En kötüsüyle yüzleşsem bile sizin gibi bir ailemin varlığını bilmeyi çünkü o günden sonra hiçbir şey yolunda gitmedi. İlk önce yetiştirme yurduna verildim, sonra bir adam beni aldı ve kötülüklerle o yaşta da tanıştım. Sizinle olsaydım yine kötülüklerle tanışırdım belki ama o kötülükler karşımda olurdu, hemen yanımda değil.” Derin bir nefes verdim, gözyaşlarımı durdurmak istedim. “Olsun, demek ki o beni askeri olarak bu şekilde yönlendirmek istedi, hayatı bu şekilde öğreneceğimi düşündü. Demek ki olması gerekenler bunlardı.”

Yankı’nın kaşları havaya kalktı ve benim safımda, Koza’nın karşısında durmasını o an istediğimi fark ettim. Ama o, "Her zaman başka bir yol olduğu gibi, her zaman bir neden de vardır," dedi. "Belki de senin bizim yanımızda güvende olamayacağını düşünmüştür."

Gözlerimi ondan kaçırdığımda, "Hadi ama," dedim. "Daha kötüsü olamazdı, asla olamazdı. Bana onu mu savunacaksın? Sen olsan kardeşini bırakabilir miydin?"

Yutkundu. "Ben kardeşimin ölümünü gözlerimle izleyip engellemedim," dedi kısık sesle. "Acılar içinde kıvrandı ama hareket edemedim. Korktum."

"Sen korktun," dedim. "Çocuktun."

"O da çocuktu," dedi. "Ve belki de korkuları vardı."

"Ne olursa olsun." Başımı iki yana salladım. "Seneler sonra beni yanına aldığında bile kendini, kim olduğunu göstermedi ve Ekip'e yerleştirdi. Dayak yedim, Yankı ve o dayak yediğimi biliyordu çünkü bu şekilde öğretiyorlardı. Hırsızlık yaptım, kendimi kullandım, bazen bir fareydim ve kedilerin arasına gönderildim. Ondan önce, onun alkışlarıyla tanıştım ve beni askeri olarak bildi. Beni hiç sevmedi. Hatta biliyor musun, Işık'ı bile benden daha çok seviyor."

"Senin için nelerden vazgeçtiğini bilmiyorsun," deyip başka yöne baktı. "Ama sana bunları söyleyecek kişi ben değilim. Sana onu affet diyemem, sana beni de affet diyemem ama anla diyebilirim. Çünkü unutma, hepimiz çocuktuk ve yaptığımız bütün hatalar da çocukluğumuza dayanıyor."

"Hayır," diye karşı çıktım. "Sen korktun ve ablanı kurtaramadın ama şu an hiç de korkak bir adam değilsin. Değiştin."

Lafımı yarıda kesti. "Nereden biliyorsun?" diye sordu. Hiçbir cevap vermeden yüzüne baktım; sahiden, nereden biliyordum? Yankı Sarca korkmaz diye düşünmekle aynı şeydi bu. Kesin ve netti. "Bazı geceler odanın en fazla ışık alan köşesine gidip kulaklarımı tıkayarak geçmişimi susturmaya çalışıp çalışmadığımı bilmiyorsun." Duraksadım. "Bazen günler, öz babamdan korktuğumdan nereye kaçtığımı bilmiyorsun. Nefret ettiğim insanların yüzüne sadece onlardan korktuğum için baktığımı bilmiyorsun. Çünkü söylemedim ve göstermedim."

"Bana hiçbir şey söylemedin ki," dediğimde sesimde sitem vardı.

"Çünkü sen bazı geceler benim için odanın en fazla ışık alan köşesiydin, Helin. Korkularım seninle geçti." Sırtını sokak lambasına yasladı. "Ve bu bana yetti. En çok bu yüzden kim olduğundan kaçtım belki de çünkü bilirsem o ışık da gider sandım. Gidersin sandım." Gözlerini gökyüzüne çevirdi. "Gittin. Ben de korkularımla kaldım. Bir daha gider misin bilmiyorum ama bizim de hatalar yapabileceğimize, korkabileceğimize inan."

Haklıydı ama anlaşılmadığım bir nokta vardı. "Belki de bir insanın hayatında büyük bir yerim olabileceğine inanmıyorumdur," dediğimde inanamıp gözlerini bana çevirdi. "Çünkü kimsenin hayatında önemli bir yerim olmadı benim. Buna alıştırıldım."

"Ben senden başka kimseyi böyle sevmedim," dedi net bir sesle. "Senden başka kimseye âşık olmadım. Ben kimse için kendimi böyle feda etmedim, ben kimse için hayaller kurmadım, ben kimse için bu kadar susmadım, ben kimse için kendimle bu kadar savaşmadım. Ben kimse için ölmedim böyle Helin, kimse için bu kadar yaşamak istemedim. Diğerleri kimse oldu, sen her şey oldun." Kaşları çatıldı. "Ben seni her şeyim yaptım ve sen gittiğinde her şeyimi kaybettim."

Ona doğru biraz daha yaklaştığımda aramızda kısacık bir mesafe kaldı. "Yankı," dedim. "Ben de sana sırtımı döndüğümde ve sen bıçakladığında bile bir nedenin olabileceğine inanacak kadar sana güvendim."

"Ben de güvendim, Helin," dedi başını iki yana sallayarak. "Eğer bu güvense ben de sana güvendim. Kim olduğunu anladım, yine de sana sırtımı döndüm defalarca. Zaten benim umurumda olan hiçbir zaman ben olmadım, diğerleri oldu. Gözümün içine bakarak yalanlar söyledin, ben yalanlara nedenler buldum, onları doğrularım yaptım. Bunun adı güvense ben de güvenmişim sana."

"Şimdi ne değişti?" Bakışlarındaki ifade değişti. "Artık o bıçağı saplamayacağımı mı düşünüyorsun?" diye sordum.

"Senin verdiğin acıya da razı olduğumu düşünüyorum," dedi sakince, ardından duraksadı ve kısık sesle, "Gidecek misin yine?" diye sordu, korkuyu işittim. "Bu yüzden mi soruyorsun?" Hiçbir cevap vermediğimde gözlerinde de korkuyu gördüm. "Yine mi sokak lambasının altında?" diye sordu. "O yüzden mi geldin?" Bir adım ileriye gidip sokak lambasının altından kaçtı. "Bunu burada yapma, sokak lambasının altında yapma çünkü seninle güzelleştirdim, kötüleşsin istemiyorum."

"Yankı," dediğimde başını iki yana salladı.

"Gerçekten engellemeyeceğim artık gitmeni," dedi. "Ama burada değil, bir kez daha değil. Üçüncü kez bir sokak lambasının altında terk edilmeyeceğim. Eğer beni bırakmak istiyorsan gündüz vakti, sokak lambaları yanmıyorken yap bunu. Ben senden sonra sokak lambalarını güzel hatırlamak istiyorum."

Parçalandığımı hissettim. Günlerdir ayrıydık ve içim çıkana dek ağladığım geceleri, onun fotoğrafına bakarak iç çektiğimi, onsuz yapamayacağımı anlamıyordu. Denemiştim hatta onsuz yapabileceğime inanmıştım ama kalbimin eksik atacağını da görmüştüm.

Ona her şeye rağmen âşıktım, her şeye rağmen seviyordum.

Ona doğru yürüdüğümde benden kaçmak istiyor gibiydi; aslında kaçtığı ben değildim, gidişimdi. Durdum, yüzlerimiz birbirine dönüktü. "Lütfen," dedi. "Gitme demiyorum ama şimdi gitme Helin. Şu an değil."

Alt dudağımı dişlerimin arasına aldığımda annesine ve babasına da bu şekilde konuşup konuşmadığını merak ettim çünkü karşımda küçük bir çocuk gibiydi.

"Ben daima senin odanın ışık alan tarafı olmak istiyorum, Yankı," dedim. "Hatta o oda, o yuva, o ev olmaktan başka hiçbir isteğim yok. Belki kırık dökük, belki bazen soğuk, belki bazen dağınık ama senin yuvan olduğumdan beri, çocukluğumun da sanki yuvası oldu." Sesim titrediğinde, "Hatalar yaptık, belki hatalar yapmaya devam edeceğiz ama ben seni sevmekten hiçbir zaman vazgeçmeyeceğim," dedim.

"Gitmeyecek misin?" diye sordu. Turkuaz gözlerinde umudu gördüm.

"Gitmeyeceğim," dedim. "Gitsem de kalıyorum ki zaten seninle."

"Hiç mi?" dedi çocuk gibi.

"Sokak lambasının altında hiç," dedim.

"Hep sevebilecek misin beni?" diye sordu bu kez de.

"Hep seveceğim seni, kim olursan ol," dedim. O beni kim olursam olayım sevmişti.

"Peki göğsündeki boşluğa yatırıp uyutacak mısın bir kez daha beni?" diye sorduğunda kaşlarım havaya kalktı. Beklemiyordum çünkü Yankı Sarca böyle değildi. O da bunu anladı. Karşımda kendisini engellemeyen bir adam vardı. "Küçüktüm, annem hep şefkat göstersin isterdim, hiç yapmadı. Şefkati sende tattım, hayalini kurdum. Yapar mısın bunu?" Gözleri açıldı. "Çok isterim, Helin. Çok isterim." Nefesimi verdiğimde başımı aşağı yukarı salladım ve başka hiçbir şey söyleyemedim çünkü diğer bütün itirafları bir yana, bu bambaşkaydı.

Yankı durduğu yerden hızlı adımlarla bana doğru geldi ve hiç düşünmeden kollarını belime dolayıp sımsıkı sarıldı. Başını boynumun girintisine gömdüğünde derin bir nefes alıp, "Kokunu," dedi. "Seni, her şeyini." Ben de kollarımı boynuna sardığımda parmaklarımın ucuna yükselip başımı omzuna yasladım.

O çimlerde uzanan kız çocuğuydum; olmayacağına inanıyordum, kitaplardaki gibi olmayacağını düşünüyordum ama şimdi hissettiklerim, o hissettiklerimin yanında hiçbir şeydi.

Boş bulunup, "Helin Aktan seviliyor," dedim sarıldığım yerde. "On beş yaşındayken bir kitap okumuştum, o kitapta kimsenin beni sevmeyeceğini düşünüp ağlamıştım. Şimdi Helin Aktan seviliyor."

"Hangi kitap?" diye sordu.

"Vadideki Zambak'taki gibi," diye mırıldandım. "Gerçekten seviliyorum, değil mi? Beni kimsenin sevebileceğini düşünmezdim."

"Çok seviyorum," dedi. "Yemin ederim çok seviyorum. Varsa sen, yoksa sen." Başını gömdüğü yerden kaldırdı ve elleriyle yüzümü avuçladı sonra parmaklarıyla yaşları sildi. "Öyle bir seviyorum ki Helin, her şeyim sana. Bütün kalbim, bütün aklım sana. Delirdim ben, öyle çok seviyorum."

Gülümsediğimde hiç ummadığım bir şeyi yaptı.

"Zambağım benim, düşüncemin okşadığı, ruhumun öptüğü güzel çiçeğim, insan biçiminde açmış bir çiçeksin sen," dedi Vadideki Zambak kitabındaki gibi. "Dik, beyaz, mağrur, hoş kokulu, yalnız zambağımsın benim."

"Yankı," dedim, gözlerim açıldı. "Biliyorsun."

Başını aşağı yukarı salladığında aklına bir şey gelmiş gibi duraksadı, gözlerini açtı. "Sana bir şey vereceğim," dedikten sonra dolan gözlerimin içine baktı.

"Nedir?" dedim burnumu çekerek.

Nefesini verdi, beni sokak lambasına yaslayıp geriye çekildi. Elini gömleğinin yakasından içeriye geçirip bir zincir, ardından zincirin ucunda bir kolye çıkardı. O kolyeye baktığımda kalbimin teklediğini hissettim çünkü anahtardı, büyük bir anahtardı; o kırmızı ışıklı odada annemden kalan yadigâr anahtardı ve Yankı boynundan çıkarıyordu.

Tereddüt etmeden bana yaklaşıp boynumdan geçirdi. "Seni kurtardıktan sonra," dedi. "Montumun cebinde buldum ve hiç atmadım, belki bir gün o yaralı kız çocuğuyla karşılaşırım da ona veririm ümidiyle."

Titreyen ellerim boynuma astığı anahtara gitti. O evin içinde, o kırmızı ışıklı odada annemden bana kalan tek parça bu anahtardı. Dayımın evinde annemin yırtık bir fotoğrafının yanında görmüştüm. Benim tek gücüm, tek varlığımdı ve o kırmızı ışıklı odadan ayrılırken tek yanıma aldığım bu anahtar olmuştu.

Zamanla unutmuştum ve hatırladığımda da Yankı'nın atmış olabileceğini düşünmüştüm ama atmamıştı.

Gücüm ellerimdeydi, gücüm Yankı'nın da ellerindeydi; gücüm yine onun tarafından bana verilmişti. Gözlerimi kaldırıp ona baktığımda içimdeki duyguları ifade edebileceğim hiçbir cümlem yoktu ama dizlerim zangır zangır titriyordu, mutluluktan.

"Geçmişteki yaralı küçük kız çocuğu," dedi. "Şimdi o kadın benim hayatımın bütün zamanları oldu. Geçmiş, şimdi ve gelecek. Sen benim kadere inanma nedenimsin, Helin." Nefesimi verdim, ağlayacaktım ama ağlamak istemiyordum. Ona sarılmak istiyordum, onu içime hapsetmek istiyordum ama hiçbiri yeterli olmayacaktı. "Bugün, bu gece sana umut olsun bu kolye. Ne olur, olsun. Kurtarsın seni içindekinden."

Bir anda onu ceketinin yakalarından sertçe kendime çekip dudaklarından öptüğümde boş bulundu, elleri hava kaldı. Sıkıca tuttuğum yakalarıyla onu kendime biraz daha çektiğimde aslında tutunuyordum çünkü heyecandan ve mutluluktan düşecek gibiydim.

Birkaç saniye sonunda havada olan elleri yüzümü kavradı ve öpüşüme karşılık verdiğinde sırtımı sokak lambasının direğine daha fazla yasladı.

Dudakları. Nefesim, hislerim, gerçeklerim… Bütün duygularım dudaklarında gibiydi ve kalbimin öyle bir atmasına neden oluyordu ki son nefesime kadar onu öpebilirdim. Büyük bir özlemle içine çektiğinde elleri yüzümden belime kaydı ve beni kendine yasladı. Dudaklarıyla alt dudağımı emdi, ardından dilini dudaklarımın üzerinde gezdirdi. Sonra yeniden öptü beni, sakindi ama belime doladığı kolları beni kendisine öyle bir yaslıyordu ki sakinliğinin bitmek üzere olduğunu hissediyordum.

Ellerim yakalarından boynuna, boynundan saçlarına ilerlediğinde parmaklarımla saçlarını okşadım, ardından çekiştirerek dudaklarına doğru nefesimi verdim. Yankı da aynı şeyi yaptığında bu kez öpüşü sertleşti ve eli belimde gezinmeye başladı. Parmaklarını sırtımdan içeriye, çıplak tenime sürtmeye başladığında soğuktan ürperdim ve kendimi ona daha fazla yasladım. Hem ateş hem buz. Hissettiğim tam olarak buydu.

Elim saçlarından boynuna indiğinde anahtarı boynuna kolye diye takmış olması, ona daha fazla hapsolmama neden oldu. Ne zamandan beri takıyordu? Öğrendiğinden beri. Bildiğinden beri. Kafayı yiyecektim.

Dişlerimle dudaklarını çekiştirdiğim esnada Yankı, "Çok özledim," dedi parmaklarını tenime bastırarak. "Çok özledim." Bir anda havalandığımı hissettim, sonra bacaklarım Yankı'nın beline sarıldı. Sokak lambasının direği sırtımdaydı, bir de Yankı'nın elleri. "Her şeyini özledim." Dudaklarımdan öptü, çekildi. Gözlerimin içine baktı, büyük bir aşkla. Onun gözlerinde aşk vardı. "Yaşıyorum seninle." Bir kez daha öptü fakat bu kez daha sert. "Hiçbir şey umurumda değil."

Bir eli belimden yavaşça kalçama kaydığında ve oradan da bacaklarımı okşadığında dudaklarını dudaklarımdan ayırıp çenemi öptü, sonra boynuma ilerledi. Kalbim son hızda atarken elim sıkıca ensesini tuttu. “Yankı,” diye mırıldandım. “Bir gören…” nefesini boynuma verdi, hafifçe inledim, “bir gören olacak bence.” Ama ona daha sıkı sarıldım.

Yeniden dudaklarını dudaklarımın üzerine kapattığında, "Dünyadaki bütün sokak lambaları," dedi geriye çekilerek. Söylemese de anlardım, öpüşünde özlem vardı, sevgi vardı, aşk vardı.

"Yankı," dedim. "Bir gören..."

"Umurumda değil," dedi, ardından başını kaldırıp gözlerimin içine baktı.

"Nöbetçiler," dedim.

"Umurumda değil," dedi.

"Koza," dedim.

Dudağı kıvrıldı. "Hiç umurumda değil."

Sokağa bakarak, "Çocuklar?" dedim.

Duraksadı, geriye baktıktan sonra nefesini verip beni aşağıya indirdi. Dizlerim titrerken direğe yaslanmak yerine omzunu tutup ondan destek aldım. Dudağına bulaşan rujumu gördüğümde kendimi tutamayıp güldüm ve başparmağımla sildim. "Bence," dedim. "Artık gitmemiz gerekiyor." Ardından boynumdan sarkan kolyeyi içeriye sokarak gizledim.

"Ya," dedi Yankı. "Neden sürekli bir engel, bir ortam, bir olaylar lan," dedi öfkeyle. "Birisi benimle dalga mı geçiyor?"

Güldüğümde, "Nasıl yani?" dedim anladığım halde. "Ne demek istedin?"

"Diyorum ki," dedi üzerine basarak. "Sevgili Altıncı Sokak Nöbetçisi Helin'i ben ağız tadıyla doya doya öpemeyecek miyim? Yok mu bize şöyle bir haftalık bir izin?" Gökyüzüne baktı. "Ara ver, istiyorum artık."

Gözlerim açıldı, karnımdaki sıcaklık bütün vücuduma yayıldı. "Altıncı Sokak Nöbetçisi, Helin," dedim. "Bunu senden hep duymak istiyormuşum aslında. Ne kadar fazlalık olsam da en başından beri Sokak Nöbetçisi olmak istiyordum."

"Fazlalık mı?" Önümden çekildi ve yurt kapısını işaret ettiğini sandım, ardından bana elini uzattığını gördüm. Gözlerim irice açıldığında tutmam için bekledi. Parmaklarımı parmaklarının arasına geçirdiğimde, "Bu ailenin elleri vardı Helin, bacakları vardı," dedi. "Bu elinin gücü, yumrukları vardı. Bu ailenin beyinleri de vardı. Ama bu ailenin bir kalbi yoktu." Elimin tersini öptü bir süre, ardından uzaklaştırdı. "Sen ilk önce benim sonra bu ailenin, Sokak Nöbetçileri'nin kalbi oldun. Asıl sen olmazsan biz ölürüz." Parmakları parmaklarımı daha sıkı kavradı. "Ben ölürüm."

Sokak Nöbetçileri'nin kalbi Helin Aktan.

Ben de onun elini daha sıkı tuttum ve yürümeye başladık. Eskiden de onun elini tutmuştum ve o da benim elimi tutmuştu ama bu kez daha diktim ve o da daha dikti. Daha güven doluydu, daha inançlıydım.

Bu kez, bitmesin hiçbir şey, dedim iç sesimle.

Sanki duymuş gibi kapıdan girerken, "Bir daha üzmeyeceğim," dedi. "Olur da üzersem, kendimi daha fazla üzeceğim senden," dedi. "Söz veriyorum."

"Bir daha yalan yok," dedim ben de. "Bir daha rol yok. Söz veriyorum."

İkimiz de sözler verdik, bir daha bozmamak adına. Bozmak istemeyerek. Umduğum, ikimizin de bu yoldan dönmemesiydi.

Yurttan içeriye girdiğimizde direkt köşede oturan Sokak Nöbetçileri'ni gördüm. Yurdun içinde az çocuk kalmıştı ve onlar da kendi hallerinde eğleniyorlardı. Mutlu ve Bartu, Koza'yla ağız dalaşındaydı ve Işık da onlara bakıp gülüyordu. Lâl ise durgun gözlerle onları izliyordu. Bu da konunun Koza'yla ilgili olduğunu gösteriyordu.

Onlara biraz daha yaklaştığımızda ilk gören Işık oldu; ellerimize bakıp ıslak çaldı. Diğerleri de ağız dalaşından ayrılıp bize döndüğünde Mutlu ile Bartu sırıttı, Lâl göz kırptı ama Koza...

Baktı, başını çevirdi, sonra bir daha baktı, ardından bir daha. Yanlarına gittiğimizde, "Sonuncu'nun parmaklarını geçirdiği parmaklar, Helin'in parmakları mı?" diye sordu.

"Kısaca el ele tutuşmak diyorsun herhalde yavşak Koza?" dedi Bartu. "Evet, tam olarak ondan."

"Ay bunlar barışmış," dedi Mutlu ellerini yanaklarına koyarak. "Ay nasıl mutluyum. Kısmetse düğün ne zaman?"

Yankı'yla birbirimize bakarak kaşlarımızı çattık ama Koza hâlâ ellerimize bakıyordu, o da kaşlarını çatarak bana baktı. "Adam sek sek oynamayı bile bilmiyor," dediğinde diğerleri gülmeye başladı. Bulabildiği tek hata bu olmuştu bir anda. “Ciddi misin sen ya?”

“Koza sen çok mu biliyorsun?” dedim ve başımı Yankı’nın omzuna yasladım, Yankı alnıma öpücük kondurdu. Koza gözlerini kocaman açıp ayağa kalktı ama Bartu sertçe geri oturttu.

“Bu Kelebek saatlerdir sizin yanınıza gelmek için savaş veriyor. Yeni bir Mutlu Sarca doğuyor diyebilir miyiz?” Mutlu keyifliydi.

Bartu alayla Koza’ya baktı. “Oğlum derdin ne?” dedi imayla. “Gören de Yankı’ya âşıksın sanabilir ya da Helin’in kıskanç abisi falan.”

“Yankı’ya mı âşık?” diye sordu Mutlu. İkisine baktı. “Şöyle bir bakınca yakıştırmadım desem yalan olur.”

“Kıskanç mı abi?” dedi bu kez de Koza.

“Sahiden ya Koza,” dedim. “Derdin ne?”

Koza sertçe Yankı’ya baktı. “Bu konuyu konuşmuştuk,” dedi kaşlarını çatarak. “Hem de gözlerimin önünde. Gözlerimin önünde, Sonuncu.”

“Açıklayacağım,” dedi Yankı. “Düşündüğün gibi değil hiçbir şey.”

“Hayda!” dedi Mutlu kollarını kavuşturup. “Lâl ile Helin bitti, siz mi başladınız? Lan ne oluyor?”

“Niye bu ailede herkes birbirine yanlıyor?” diye sordu Bartu.

Işık’ın hemen yanına oturduğumda Yankı’nın elini bırakmak için hamle yaptım ama öyle sıkı tutuyordu ki bırakmadı. “Abart,” dedi Mutlu. “Kız kangren oldu.”

“Ah,” dedi Yankı ve elimi bıraktı. “Unutmuşum.”

“Kızın elini mi unuttun elinde?” diye sordu Koza, sonra bana döndü. “Düşün, daha ne yavşaklıklar yapar bu? Elini de keser.”

Işık kahkaha atıp, "Yavşaklıkla ne alakası var?" diye sordu.

Koza hepimize kızgın bakarken Işık'a yumuşak bir ifadeyle döndü. "Bir daha yavşaklık der misin?" diye mırıldandı. "Küfür ağzına çok yakışıyordu da."

Bartu öksürüp elini Koza'nın omzuna bastırdığında Mutlu da çenesini tutup çevirdi. Işık gülümsediğinde bakışlarım Lâl’le kesişti. Heyecanla Yankı'yla ikimize bakarken gözlerinde öfke ya da eskiden olan kini var mı diye anlamaya çalıştım ama yoktu. Bir şeyleri kabullenmiş gibiydi. Gülümsedim, gülümsememe karşılık verdi ve onaylarmış gibi başını salladı. Sonra bakışları Yankı'ya döndüğünde ona da gülümsedi ama Yankı gülümsemeden gözlerini Koza'ya çevirdi.

Yankı, Koza, Lâl üçlüsünün arasında neler oluyordu? Yankı'nın Lâl'e olan bu mesafesinin altında sadece yalan yatmıyor olabilir miydi?

"Tabu oynayalım dedik." Işık heyecanlı konuşuyordu. "Sizi bekledik. Hem bizim de zamanımız varken…" Göz kırptı bana ama Koza ile Yankı yeniden bakıştı. "Grupları oluşturalım hadi."

"Yedi kişiyiz, nasıl olacak?" diye sordum.

"Ben ve Helin aynı gruptayız," diye atladı lafa Koza. Göz ucuyla ona baktığımda Işık'a döndü. "Bir de sen."

"Hayır, kedi adam," dedi Işık, dilini damağına vurup. "Ben karşında olup seni yenmek istiyorum." Gözlerini üzerine dikti. "Yine." Aralarındaki sözsüz bakışma tuhaftı.

"O halde ben," dedi Yankı. "Koza ve Helin olalım."

"Burada bile Helin'le olmak istemesen şaşırırdım Sonuncu ya," dedi Koza. "Bir yerden de çıkmasan keşke."

"Bu adam niye bu kadar hanımcı oldu ya?" dedi Mutlu, Bartu'ya dönüp. "Önceden böyle değildi."

Bartu kaşlarını çattı. "Siz üçünüz çok güçlü oldunuz."

"Bizi aşağılama," dedi Işık. "Koza ve Yankı basit, Helin'in üzerine oynasak yeter."

"Kelime kelebek çıkarsa Koza'yı gösterebilir miyim peki?" diye sordu Mutlu. "Lütfen göstereyim, suratı çok güzel oluyor."

"Nil, bebeğim," dedi Koza gözlerini devirip. "Bu çeşit bir ikizinin olması nasıl bir duygu, anlatır mısın? Ömür törpüsü de çünkü kendisi."

"Nil, bebeğim mi?" Mutlu nefesini verdi. "Sen gerçekten seni öpmemi mi istiyorsun?" Bartu'ya ters bir bakış attı. "Sen niye bu herife bir şey demiyorsun, gözünün önünde at gibi Işık'a koşuyor."

"Aşağıdan bakıyorum, yavşak," dedi Bartu. "Üstten bakıyorum, yine yavşak. Sağdan, soldan her tarafından, yavşak. Laf söylesek de söylemesek de yavşak. Sırıtıp duruyor, dokunmuyor ki adama."

Koza sırıttı. Güldük.

"Hatta," dedi Işık. "İlk siz başlayın ezikler, kendime o kadar güveniyorum ki."

"Tamam o halde," deyip Koza'ya döndüm. "Taş kâğıt makas, kazanan ilk başlıyor." Koza başını salladı ve ellerimizi çarpmaya başladık. Üçüncü seferde ben kâğıt, o taş yaptığında kazandığım için elimi onun avcuna sarıp, "Kâğıt taşı sarar," dedim. "Kazandım."

"Ah," dedi Koza. "Bir an abinin elini tutuyorsun sandım, küçük…" Duraksadı, hepsine baktı. "Helin. Küçük Helin."

Mutlu, "Abin mi?" diye sordu, sonra bana döndü. "Helin, bebeğim," dedi. "Bu çeşit bir abin olması nasıl bir duygu, anlatır mısın? Ömür törpüsü de çünkü kendisi."

Dondum kaldım, Koza da öyle hatta Yankı da. Hiçbir şey demediğimizde, "Şakaydı," dedi. "Hepiniz mi Koza'ya üzülüyorsunuz ya."

Kısa bir sessizlik oldu. O sırada Işık telefonunu çıkardı ve rasgele kelimelerden seçip önüme uzattı. "Üç dediğimde başlayacaksın," dedi. "Bir," lanet olsun, "iki," kelime bebekti, "üç. Başla."

Bebek. İlk Yankı'ya döndüm, sonra Koza'ya, ardından Yankı'ya. "Şimdi biz seninle sevişirsek ne olur?" diye sordum Yankı'ya.

"Ölürsünüz," dedi Koza.

"Alev, alev, Helin," dedi Yankı. "Ateş çıkar."

"Alevine, ateşine başlatma; savaş silahı gibi," dedi Koza. "Ne sevişmesi ya?"

"Of," dedim Koza'ya dönüp. "Sen en çok neyden korkuyorsun?"

"Bana aklımdan geçeni söyleme," dedi.

"Hamileyim," dedim bir anda. "İçimde ne var?"

"Kalbim sıkışıyor. Yankıcanlar ve Helinhanlar," dedi Koza.

Hepsi şaşkınlıkla bana baktığında, Yankı, "Rüyamda düşen tablo gerçekmiş," diye mırıldandı.

"Tabloyla ne alakası var ki?" dedi Bartu. "Ben sabitledim onu, düşmez hayatta."

"Amına koyayım o tabloyu sabitlediğin günün o halde," dedi Yankı bir anda. "Keşke o duvara çaktığın çivileri tek tek bana çaksaydın."

"Ne alaka lan?" diye karşı çıktı Bartu. "İyilik yaptım işte. Hadi deprem olursa?"

"Keşke olsa," dedi Yankı.

"Ne anlatıyorsunuz siz ya?" dedi Koza.

"Oğlum, ortalık karıştı lan," dedi Mutlu. "Herkes birbirine bir şeyler diyor."

"Koza, en çok neyden korkuyorsun ya?" dedim ben sertçe. "Yankı ve benim yapabileceğimiz bir şey."

"Ben anladım," dedi Yankı. "Kalbim hızlandı, Helin. Mahvoluruz."

"Kalbini durduracağım ben şimdi senin," diyen Koza bir anda ayağa kalktı.

"Ya hamileyim, hamileyim içimde ne var?" diye bağırdım.

"Ya siz ne ara işi pişirdiniz?" diye haykırdı Mutlu.

"Süre ilerliyor," dedi Işık kahkahayla.

Bartu hâlâ aynı konudayken, "Oğlum tablo ne alaka lan?" dedi. "Daha mı iyi sabitleseydim?"

"Yankıcan ve Helinhan," dedi Koza dehşetle ve kendini koltuğa bıraktı. "Hangisi geliyor? Kalbime inecek şimdi. Kız mı erkek mi?"

"Onlara ne isim verilir?"

"Onlara vereceğimiz isimleri özel olarak mı konuşsak?" dedi Yankı.

"Son on saniye," dedi Işık gülerek.

"Lan Koza," dedim sert çıkarak. "Lan Yankı. Beyniniz nerede lan?"

"Benim tabloda," dedi Yankı.

"Oğlum ne tablosu ya," dedi bir kez daha Bartu. "Kaldırayım mı onu oradan şimdi ben? Hediye değil miydi?"

Dayanamayıp Yankı'ya döndüm ve gözlerimi kocaman açarak, "Ben senin neyinim?" dedim.

"Son beş," dedi Işık.

Yankı gülümsedi ve saçlarını karıştırarak, "Her şeyim," dedi.

"Ya," dedim elimi masaya yaslayarak. "Başka?"

"Yuvam," dedi.

Elimi çeneme yerleştirdim. "Ya Yankı, peki ya başka?"

"Lan, oyun geçiyor," dedi Koza sertçe. "Ben kaybedemem."

Yankı hafifçe eğildi. "Sevgilim," dedi.

"Ne?" dediğimde gözlerim açıldı ve oyunu tamamen unuttum.

"Bebek lan bebek!" diye haykırdı Koza. "Kelime bebek!"

"Of!" dedi Işık sertçe. "Son saniye bildiniz! Lanet olsun Koza."

"Ya Yankı," dedim yayılarak. "Sevgilin miyim gerçekten?"

"Sizinle ortak olan bana yazık," dedi Koza. "Alo, kendine gel." Kolumu iteklediğinde yanağımdan yüzüm düştü ve kaşlarım çatıldı. Yankı sırıttığında Işık ikinci kelimeyi açıp Yankı'ya uzattı.

"Bir," dedi Işık ve Yankı sırıtmaya başladı. "İki." Direkt bakışları Koza'ya döndü. "Üç."

"Koza," dedi Yankı.

"Konuşma," dedi Koza.

"Oğlum, ortağız," dedi Yankı gülerek. "Küstün mü?"

"Konuşma, canımı sıkıyorsun," deyip bana döndü. "Sen gerçekten hamile misin?"

"Değilim, Koza," dedim gülerek. "Misal."

"Hep misal kalsın," dedi Koza.

"Koza!" dedi Yankı. "Beni dinle."

"Özür dile benden," dedi Koza.

"Koza'ya bakın," dedi Mutlu. "Bildiğiniz trip atıyor."

"Koza, biz hep beraber bu gece nereye gideceğiz?"

Koza ilk önce yüzünü astı, sonra pis pis sırıttı. "Pavyona."

"Ha?" dedi Bartu. "Hani rakı içmeye…" Koza bakışlarıyla onu susturdu.

"Pavyon mu?" diye sordum Yankı'ya.

"Uydurma," dedi Yankı gözlerini açarak. "Lan biz bugün nereye gideceğiz?"

"Pavyona oğlum, üç kızla işte."

Mutlu ortamda ne dönüyorsa anladı ve Koza'ya katıldı. "Aa kızlar, şu turkuaz külot partisinden gelsin o halde," dedi.

"Yankı," dedim ona dönüp. "Pavyona mı gideceksiniz?"

"Yok, ne pavyonu o ne demek?" dedi Yankı telefonu bırakarak. "Asla bilmiyorum öyle şeyler. Ne işim olur benim pavyonla." Kaşlarımı çatmaya devam ettim. "Güzelim, ben hayatımda pavyona hiç git..." Durdu; Bartu, Mutlu ve Koza ona baktı. "Yani belki bir kez…" Bartu başını eğdi. "İki." Mutlu sırıttı. "Tamam üç ve daha fazla ama birkaç tanesi görev içindi."

"Süre bitiyor," dedi Işık kaşlarını çatarak.

"Oğlum sana ne oldu lan?" dedi Bartu. "Helin büyü mü yaptın?"

"Bartu pavyona mı gideceksiniz?" diye sordum.

Koza lafa atladı. "Yankıcanlar ve Helinhanlar acaba pavyona giden birini isterler miydi?"

"Son on saniye," dedi Işık.

"Helin," dedi Yankı oyuna dönerek. "Ben en son ayaklarımı bulamıyordum hani, sen benim pantolonumu çıkarmıştın..."

"Yuh!" dedi hepsi birden.

"Son beş saniye," dedi Işık.

"Sarhoş," dedim kaşlarımı çatarak.

"Of!" dedi Işık. "Yine bildiler!"

Koza sırıtmaya devam ederken Yankı oturduğum yerin önünde ayaktaydı ve çöküp yüzünü yüzümle aynı hizaya getirdi. "Ben gider miyim hiç pavyona?" diye sordu.

"İzin de alacak mısın, gidebilir miyim?" diye sordu Mutlu.

Yankı ters ters Mutlu'ya baktı.

"Sevgili Nil," dedi Koza gözlerini açarak. "Bana özel kelime seçmeni istiyorum." Öyle güzel söyledi ki gözlerim açıldı. "Olur mu güzelim?"

Işık teklediken sona, "Pekâlâ," diye mırıldandı. "Bir," nefesini verdi, "bir saniye..." Baktı, baktı, sonra sırıttı. "Ah, bu. Üçe kadar sayıyorum."

Koza kahkaha attı. Gerçek bir kahkaha. Çok eğleniyordu, o normalde sahte gülüşlerin adamıydı fakat şu an inanılmaz eğleniyordu. "Saymana gerek yok yavrum," dedi. "Kenara çekilebilirsin." Bakışları bana döndü. "Sevgili küçük ka…" Duraksadı, herkese baktı. "Helin. Dinle beni."

"Geliyor bir şeyler, hissediyorum," dedi Yankı gözlerini devirerek.

"Senin eskiden deli divane olduğun, uğruna dağları deldiğin, onsuz yaşayamadığın, aşkından kör olduğun, intihara sürüklendiğin, sevginden bayıldığın adamın adı neydi?"

Boş bulunup, "Tarkan tabii ki," dedim.

Bu kişi Tarkan olduğundan dolayı değildi, tek bildiği eski sevgilimin o olduğundan dolayıydı ama Yankı kaşlarını çattığında ve diğerleri şaşkınlıkla bana baktığında Koza bir daha kahkaha attı ve öyle eğlendi ki en sonunda Yankı'ya hareket çekti. "Tarkan ne peki?"

"Popstar," deyip Yankı'ya döndüm. "Yani şarkıcı Tarkan ve diğeri arasında..."

"Bana Tarkan deme," dedi Yankı dişlerinin arasından.

"Yankı evde Tarkan şarkısı duyduğu anda kapatıyor," dedi Mutlu gülerek. "Her canımı sıktığında patlatıyorum bi oynama şıkıdım şıkıdım, yerleri yumrukluyor. Harika özellik. Düğme gibi."

Koza bir daha kahkaha attı ve Mutlu'yla ellerini birbirine çarptılar, sonra şaşkınlıkla ellerine bakıp kaşlarını çattılar.

"Of, bildiler. Bu turda bu üçlü hepsini bildi. Sıra bizde."

"Demiştim güçlüler diye," dedi Bartu mırıldanarak. "Ama biz daha iyiyiz."

Işık kelimelerin olduğu telefonu bana uzatıp, “İstediğini seçebilirsin,” dedi. Rasgele kelimelere baktım, sonra içimde yaşayan Koza’yı uyandırarak sırıttım ve aradığım kelimeyi bulunca Bartu’ya yürüdüm.

Bartu kelimeye baktı, ardından kaşlarını çatarak, “Bilemezler ki,” dedi bana.

“Dene,” dedim gülümseyerek. “Sayıyorum.”

“Of,” dedi Bartu ve omuzlarını düşürdü.

“Bir, iki.” Bartu yüzünü astı. “Üç.”

“Cenaze arabası hangi renk olur?”

“Of,” dedi Mutlu. “Bu adamdan da tam böyle anlatmasını beklerdik zaten.”

Bartu kaşlarını çattı. “En sevdiğim renk ne desem bulacaktınız sanki,” dedi öfkeyle. “Söyle lan işte cenaze arabasının rengi ne?”

Hepsi birbirine baktı. “Cenaze arabalarının rengi değişiyor ki,” dedi Işık.

“O halde en sevdiğim renk ne?”

Mutlu ile Işık birbirine bakıp dudaklarını büktüler fakat Lâl elini kaldırıp işaret diliyle, "Yeşil," dediğinde Bartu şaşkınlıkla gözlerini açtı. Koza'nın bakışları direkt benimkilerle buluştu, amacımı anladığı an kaşları çatıldı fakat ben çok mutluydum.

"Bildi," dedi Bartu ve bana baktı. "Duydun mu? Biliyormuş."

Başımı omzuna yasladım. "Daha neler neler vardır brocuğum," dedim sessizce. Bartu gülümsedi; uzun zamandır ilk defa gözlerine böyle bir ışık dolduğunu gördüm.

Koza ise, "Rüya vardı," dedi. "Çok iyi bir kızdı, o nerelerde Bartu? Keşke onu da çağırsaydık." Lâl'in yüzü asıldı, Bartu duraksadı.

Işık önüne sertçe süt koydu. "İç sütünü Koza, ortalığı karıştırma."

"Bayılırım ortalık karıştırmaya," dedi. "Ve bir de sana."

"Yavşak," dedi Bartu.

"Tamam, aldınız," dedim konuyu değiştirerek, ardından Işık'a geçtim. "Sıra sende."

"Zor seçme," dedi Işık. Şeytani bir gülümsemeyle kelimelerden en zorunu bulmaya çalıştım ama sonra Işık'ı tam anımsatan kelimeyi bulduğumda kahkaha atıp ona gösterdim. O da gülmeye başladı.

Üçten geriye saydım ve Işık anlatmaya başladı. "Ben neyim?" diye sordu Işık.

Mutlu, Bartu ve Lâl'den önce Koza lafa atladı. "Güzel."

Işık ona döndü. "Başka?"

"Seksi."

"Başka başka?"

"Sarının en çok yakıştığı insan."

"Ah," dedim. "Yankı da en çok siyahı seviyor."

"Aileye bak," dedi Mutlu. "Renk paleti gibi."

"Sizinki bizimkiyle aynı değildir," dedi Yankı rahat bir şekilde ve ayaklarını masaya uzatıp Koza'ya baktı.

Koza da aynı şekilde ayaklarını uzatıp başını kaldırdı. "Asıl sizinki bizimkiyle aynı olursa kan çıkar."

"Kan mı? Vahşi. Kafan nasıl çalışıyor?"

"Asıl senin nasıl çalışıyor Sonuncu?" dedi.

"Birbiriyle konuşan Spidermanleri izliyoruz," diyerek Mutlu aralarına girdi.

"Zaman geçiyor," dedim sırıtarak. "Devam edin, haşin ikili."

"Haşin ikili mi?" Bartu küskün bir şekilde nefesini verdi. "Şu ikiliye haşin dediğine inanamıyorum; biliyorsun, bir göz kırpmana bakar." Kahkaha attığımda o da bana katıldı.

"Of," dedi Işık. "Biz Koza'yla bir ara ne olduk?"

"Umarım hiçbir şey olmamışsınızdır," dedi Mutlu.

"Hani kostümlü bir şeyler."

"Oğlum, bu ailenin fantezileri bitmiyor mu lan?" dedi Bartu. "Ben de istiyorum bir fantezi."

"Ya öyle değil!" Kaşlarını çattı. "Hani biz giyindik, ben seksi oldum ve Koza…" Işık gülmeye başladı. "Rezalet."

Mutlu gülmeye başladı. "Gargamel ve Azman." Işık ellerini hareket ettirdi. "Azman."

"Doğru!" diye bağırdı Işık.

"Helin, zor seçecek misin yoksa ben mi kalkayım ayağa?" dedi Koza kaşlarını çatarak.

Yankı, "Helin her zaman en güzelini seçer," diyerek beni savundu. Gülümseyerek ona baktığımda Koza elini alnına vurup ayağa kalktı ve telefonu elimden çekip aldı.

"Şimdi zor bir kelime seçeceğim." Omzumla omzunu itekledim, karşılık olarak o da beni itekledi, ben de onu bir kez daha itekledim ve yine aynı karşılığı verdi. "Beceriksizsin," dedi. "Kime çektin sen anlamıyorum ki."

Ağzını taklit ettiğimde ters ters bana baktı, yüzümü buruşturdum, bakmaya devam etti, sonra bereme bakıp sırıttı, ardından bereyi aşağıya çektiğinde gözlerimin önüne ve burnuma kadar indi. "Ya!" diye bağırdım ve yüzümü açtığımda gülmeye başladı.

Yankı ile Bartu'nun da güldüğünü gördüğümde kaşlarım çatıldı. Bartu'yu anlıyordum ama Yankı? O bizim hakkımızda ne düşünüyordu?

"Heh, buldum," dedi Koza. Eliyle Mutlu'yu yanına çağırdı. Mutlu yanına gittiğinde sırıtarak kelimeyi gösterdi. Mutlu duraksadı, gözlerini devirdi.

"Bu mu zor?" dedi Mutlu dönüp Koza'ya. Ardından Bartu'ya yüzünü çevirdi. "Ben en çok senin bana ne yapmanı istiyorum?" diye sordu.

"Kırbaçlamamı," dedi. "Kırbaç."

"Bildi," dedi Mutlu, sonra Koza'nın yanağından makas aldı. "Sen kozanda kelebek olmayı beklerken, biz kanatlarımızı eskitiyorduk uçarken, delikanlı."

"Bravo," dedim Koza'ya. "Gerçekten çok becerikliymişsin."

Yankı ağzının içinde, "Helin'in kime çektiği belli oluyor o halde," dedi ve bunu sadece ben duydum. Gözlerimi açarak ona baktığımda dudağına fermuar çekiyormuş gibi yaptı.

Yankı, Koza’nın uzattığı telefonu alıp Bartu'nun yanına yürüdü. Lâl sadece bilen taraftaydı çünkü işaret diliyle anlatması biraz zor olabilirdi, bu da aramızda yaptığımız sessiz bir anlaşmaydı.

Bartu ile Yankı'nın arasındaki soğukluğun farkındaydım ama gitgide ısınmaya da başlamışlardı. Birbirlerine baktıktan sonra gülümsediler; ardından Bartu Yankı'ya yumruğunu kaldırdı ve Yankı da yumruğunu yumruğuna çarptı. "Bakalım," dedi, ardından Bartu'nun omzuna elini attı. "Bartu kardeşime ne çıkacak acaba?" Sonra bulduğunda sırıttı ve kelimeyi Bartu'ya çevirdi. "Tam senlik. Sayıyorum."

"Gösterebilir miyim?" dedi Yankı'ya.

"Hayır," dedi. "Bir, iki, üç. Süre başladı."

Bartu çenesini havaya kaldırdı. "Bende en fazla mevcut olan şey nedir?"

"Göt," dedi Mutlu. "Maşallahı var."

"Lan ne alaka?" dedi Bartu. "Mal, başka?"

"Bir şey derdim de," dedi Mutlu sırıtarak. "Demeyeceğim."

Bartu göğsünü kabarttı. "Başka?"

Işık, "Kıskançlık," dedi.

"Abart," dedi Bartu.

"Şefkat," dedi Lâl.

Bartu duraksadı. "Değil."

"Sekssizlik," dedi Mutlu. "Düz duvara tırmanmaca."

Bartu boş süt kutusunu yüzüne attı. "Ne biliyorsun oğlum?" Kendini gösterdi. "Şöyle bir bakın, bende en fazla ne var?"

Hepsi birbirine baktıktan sonra Işık, "Başka şekilde anlatsan?" dedi.

Yankı gülerek, "Süre geçiyor," dedi.

Koza ise bana dönüp, “Ben daha zor bir kelime buldum bence,” dedi. “Kanmıyorsun, değil mi Sonuncu’ya?” diye sordu.

“Ondan ne istiyorsun?” diye sordum.

“O senden çocuk istiyor,” dedi başını iki yana sallayarak.

“Ya,” diyerek döndüm. “Gerçekten mi?” Gülümsediğimi gören Koza gözlerini devirip sustu.

“Son on saniye,” dedi Yankı. “Bence başka şekilde anlat, Bartu.”

“Oğlum, nasıl bilmezler lan,” dedi öfkeyle. “Bende ne var oğlum, ne var lan?”

“Kıl lan kıl,” dedi Mutlu. “Ayı gibisin.”

“Seni geberteceğim,” dedi, sonra Lâl’e dönüp bir anda, “Lâlciğim,” dediğinde gülmeye başladık.

“Lâlciğim ne lan?” diyen Mutlu gülüyordu.

“Bende ne var en fazla?”

Lâl dudaklarını büktü ve ellerini kaldırıp, “Yakışıklılık,” dedi.

Bartu’nun bir anda duygusu değişti ve küçük bir çocuğa dönüştü. “Beni yakışıklı mı buluyorsun?”

Lâl utançla gülümsediğinde, Yankı, "Beş saniye," dedi ama Bartu çoktan uçmuş gibiydi. "Son iki," dedi, hâlâ ses yoktu. "Son bir ve bitti." Kelimeyi hepimize çevirdi, baklavaydı. Bartu bir anda karnını açıp hepimize gösterdi.

"Bakın burada ne var?" dedi ortaklarına. "Mutlu, yatıp kalkıp kaslarımı övüp nasıl kıl dersin amına koyayım ya?" dedi. "Dayak mı istiyor canın? Silkelenmek mi istiyorsun?"

Gülmeye başladığımda sıra yeniden bize geçmişti. Bu kez Yankı anlatacak, biz anlayacaktık. Işık kelimeleri seçerken, Yankı kısık sesle ona bir şeyler söyledi ve bu o kadar kısa sürdü ki ne dinleyebildim ne de dudaklarını okuyabildim. En sonunda Işık kelimeyi açtı, Yankı'ya çevirip geriye saymaya başladı.

Yankı direkt Koza'ya döndü. "Senin için manevi anlamı olan bir şey," dedi sakince. Benimle hiçbir şekilde göz teması kurmadı. "Hep taşıyorsun."

Koza anlamaz gözlerle Yankı'ya baktıktan sonra, "Kolyem," dedi. "Kolye mi?"

"O kolye kimden yadigâr?" dedi bu kez.

Koza göz ucuyla bana baktıktan sonra nefesini verdi. "Annem. Kelime ne?"

"O kolyenin ucunda ne var Koza?" diye sordu.

"Anahtar," dediğinde gözlerim açıldı ve elim üzerimdeki kazağın içinde duran anahtara gitti. Onda da bende olan kolyenin aynısı vardı ve Yankı bunu bana bu şekilde göstermişti. İkimiz için de anlamlı olan kolye. Annem ona da mı anahtar bırakmıştı?

"Bildi," dedi Yankı, sonra Işık'a göz kırpıp yerine oturdu.

Bu anahtarların anlamı neydi? Şu an anahtarın bir diğer tekinin bende olduğunu biliyor muydu? Yankı'nın gözlerinden anladığım kadarıyla bilmiyordu ya da unutmuştu ama söylemem gerektiğini Yankı bir şekilde bana gösteriyordu. O bizim aramızdaki buzları mı eritmek istiyordu? Bunu yapması için Koza'nın beni sevmesi gerekirdi ama sevmiyordu ki.

Işık telefonu bana getirdiğinde, "Bunu kesin anlatamazsın," dedi. "Detaylı çünkü."

Daldığım düşüncelerden sıyrılıp Işık'ın yanına ilerledim ve kelimeyi gösterdiğinde kendimi tutamayıp güldüm. Geriye sayacağı sırada onu durdurup, "Yankı," dedim. "Biz seninle Kars'a göreve gittiğimizde mutfakta ne yaptık?"

Yankı'nın gözleri açıldı, dudakları aralandı, Koza'ya baktıktan sonra dudaklarını geri kapattı. "Yani şimdi…" dedi. "Nasıl anlatabilirim ki?" Eline baktı, sonra parmaklarına, ardından işaret parmağını dudaklarının üzerinde gezdirdi. Bunu yaparken o birkaç saniyede heyecanlanmam çok anormaldi. "Masaj," dedi, bir anda kahkaha atıp ellerimle yüzümü kapattım.

"Akıl sağlığım, zekâm yok oldu," dedi Koza parmak uçlarıyla burun kemerini tutarak. "Mutfakta masaj mı yaptın?"

"Hayır, öyle değil," dedim Koza'ya, yanaklarıma ateş basmıştı. "Of! Hani bir şeyler dağıldı ya."

"Ben, evet," dedi. "Bir de sen. Harikaydı."

Elimle alnıma vurdum. "Kırdık ya bir şeyleri!"

"Son on saniye," dedi Işık.

"Biz ne kırdık ki?" dedi Yankı. "Benim aklım başımda mıydı kızım?"

"Hani ben tezgâhtaydım ve sen önümde durduğunda arkamdaki..."

"Tamam," dedi Yankı ayağa kalkıp beni susturarak. "Tabak. Sus."

Koza birkaç kez derin nefes alıp verdi. "Bildi," dedim Işık'a. "Harikayız."

Hepsi büyük bir öfkeyle bize baktı çünkü tabuda oldukça iyiydik. Birkaç dakika sonra Işık, Koza'nın yanına ilerleyip, “Koza,” dedi.

"Nil," dedi Koza da.

"Hazır mısın?"

"Seninle her şeye mi?"

"Yavşak," dedi Bartu bir kez daha.

Işık, Koza'ya kelimeyi gösterdi. Koza kaşlarını çattı, birkaç saniye düşündü, ardından bana döndü. Tam o sırada Işık, "Benim üzerimden anlatma," dedi.

Koza ise başını sallayıp, "Helin," dedi sakince ve net bir sesle. "Seninle ortak özelliğimiz ne?"

Bir an duraksadım ve ne diyeceğimi bilemedim. Zaman akarken, gözlerinin içine bakmaya devam ettim fakat o, "Geçmiş desek," dedi, diğerlerinden çekinmeden. "Ne ortak Helin?" Bakışlarım Yankı'ya döndü; o biliyordu, bunu gözlerinde gördüm ama hiçbir şey demeden benim cevap vermemi bekledi. Yine sessiz kaldığımda Koza hakkında da birçok şey bilmediğimi fark ettim; geçmişteki ortak olanları bile bilemediğimi gördüm.

"Süre geçiyor," dedi ama Koza umursamadan yüzüme bakmaya devam etti.

Ve süre bitmeden, “Işıklar, Helin,” dedi. “Işıklar, bizim ortak noktamız.”

Geri yerine oturduğunda hiçbir söylemeden yine yüzüne bakmaya devam ettim; bir şey söylememi bekledi mi, bilmiyordum ama en sonunda Işık konuyu değiştirdiğinde ve yeniden onlar oyuna döndüğünde Yankı ortamı toparladı.

Ardından onlar ve biz devam ettik; kazanan bizim takım oldu. Ödül olarak ise ben saklambaç, Yankı hep beraber lunapark, Koza ise hep beraber Tarkan konserine gitmeyi teklif etti. Yedimizin birden. Gözümüz kör olana kadar sarhoş olmamızı da istedi. Hem de konserde. Bu söylediği Nöbetçiler’in hoşuna gitti Yankı dışında, sarhoş olunca saçmaladığım için benimse duraksamama neden oldu.

Yurt içinde biraz daha oturduğumuzda çocuklar çoktan odalarına çekilmiş hatta uyumaya bile başlamış olmalılardı. Bizim onlardan daha fazla çocuk olduğumuzu yeni fark ediyordum.

Dakikalar sonra, "Bizim bu gece işlerimiz var," dedi Işık. "Üçümüz bir şeyler yapacağız."

Hiçbirinden ses çıkmadı. Yankı ve Koza bakıştı; ikisinin de durumu anladığını, planın farkında olduklarını biliyordum ama hiçbir şey yokmuş gibi davranıyorlardı. Bartu direkt bana bakmıştı, başımı salladığımda ise gözlerindeki korkuyu görmüştüm. Mutlu'yu susturan ise neydi, bilmiyordum. Işık anlatmış olabilir miydi?

Hemen yanımda oturan Yankı, bir elini enseme yerleştirdi ve kimse duymadan, "Helin," dedi sakince. "Bana ya da bize ihtiyacın olmadığına emin misin?"

Bu benim meselemdi, bu benim planımdı. Halledecektim. "Hayır," dedim net bir sesle. "Başaracağım."

Yankı bilmezlikten gelmeye devam etti ama boynumda duran bir parmağı kolyenin zincirine dokundu. "Bütün varlığımla ben senin hem önünde hem arkanda hem yanındayım."

"Siz ne yapacaksınız?" diye sordum.

"Biz," deyip Koza'ya döndü ve izlediğini fark ettim. "Biz dört kişi içeceğiz işte."

"Bu kadar mı?"

Duraksadı, direkt anladım. Bir şeyler vardı. "Yankı," dedim vücudumu ona çevirerek, "eğer peşimden gelme gibi..."

"Hayır," dedi. "İstemiyorsan gelmeyeceğim."

Koza diğer tarafından lafa girerek başını bizim olduğumuz tarafa eğdi. "Sonuncu'nun bana ödemesi gereken bir anlaşma var," dediğinde gözleri birkaç saniye Lâl'e takıldı ama o Bartu, Işık ve Mutlu'nun sohbetini dikkatlice dinliyordu.

"Başınız belaya mı girecek?" diye sordum bu kez. "Burnuma hiç güzel kokular gelmiyor."

Koza söylediğimi duymazlıktan gelerek, "Işık'a neden neşteri verdiğimi anladın mı?" diye sordu. Durup yüzüne baktım. "Bir intikam mı almak istiyorsun, Helin? O halde neşterle al, kurtulacaksan benim neşterimle kurtul. Bu içimi rahatlatır."

Yankı sessizce bizi dinlerken, "Onun yerini biliyorsun," dedim. Başını aşağı yukarı salladı.

"Bildiğimi bildiğini biliyorum, Nil'i yanıma gönderip buldurmaya çalıştın." Elbette ki anlamıştı.

"Ve sen de ona izin verdin."

"Bunu istiyordunuz," dedi omzunu kaldırarak.

"Peki ya sen neden bu kadar zamandır yapmadın?" diye sordum bir anda. "Eğer bir intikam istiyorsan bunu sen de yapabilirdin."

Koza gülümsedi; içten bir gülümseme değildi, daha çok, beni anlamıyorsun, gülümsemesiydi. Az önce Yankı'yla küfür üzerine konuştuğumuz gülümsemeyle aynıydı.

"Belki de sen yap istemişimdir," dedi. "Belki de başkası yapsın istemişimdir." Başka bir şeyler söylemesini bekledim ama söylemedi. Yankı'ya başımı çevirdiğimde masaya boş gözlerle baktığını gördüm.

Dayanamadım. "Söyleyeceğin bir şey var mı?" dedim. Dikkatli ol, demesini bekledim, beni anladığını göstermesini bekledim, içimdeki gitgide yükselen korkuyu görmesini diledim.

Yankı ne beklediğimi anladı, Koza da aslında anladı ama hiçbir şey söylemeden başını iki yana salladığında öfkelendiğimi hissettim. "Beni kurtardığın için mi böylesin?" diye fısıldadım sessizce. "Eğer nedeni bu ise keşke beni kurtarmasaydın Koza." Sertçe oturduğum sandalyeden kalkıp, "Ben tuvalete gidiyorum," deyip Işık'a döndüm. "Sonra eve gidip hazırlanalım, ardından çıkalım Işık."

Bana karşı neden böyleydi? Ben ona ne yapmıştım? Ufacık bir kız ona hiçbir şey yapamazdı, bana karşı bu öfkesinin nedeni neydi?

Karanlık dar koridora girip yürümeye başladım ve çatık kaşlarımla gözlerimi karanlığa alıştırdım. Ama alışmam gereken belki de karanlık insanlardı.

Birkaç saniye bile geçmeden bir anda birisi sırtımı duvara yapıştırdı ve çenemi sertçe kavradı. Öyle sert sıkıyordu ki konuşmak ve çığlık atmak neredeyse imkânsızdı. Bir kez daha sırtımı sertçe duvara yapıştırdı, bu kez daha sertti. Acıyla inleyip bağırmak için ağzımı açtığımda eliyle kapattı.

Yüzü yüzüme yaklaştığında, az önceki girdiğimiz kapıdan vuran sokak lambasının ışığı yüzünü aydınlattı.

Önder Sarca'ydı. Gözlerinde kin, nefret ve öfke vardı.

İlk cümlesi, "Harun'un piçleri," oldu. "Sizden kurtuluş olmayacak mı?"

Nefret. Sesinde öyle büyük bir nefret vardı ki kulaklarıma inanamıyordum, şaşkınlık bir yana dehşetle ona bakıyordum fakat üçüncü kez beni duvara iteklediğinde sırtımdaki sızlama ense köküme kadar uzandı.

"Sen," dedi sesindeki kin ve nefretle. "Onun kardeşisin." Biliyordu. Her şey çok ani olmuştu, tepki veremiyordum. Hiçbir şey söylemeden öylece yüzüne bakmaya devam ettiğimde içimde korkudan daha çok öfke vardı fakat sakinliğimi nasıl koruduğumu bilmiyordum.

Yüzüme bir kâğıt parçası attı, bir mektup. Öyle sert attı ki boynumu hafifçe çizip yere düştü. "Bu mektup," dedi ve o an korkunun kanıma karıştığını hissettim. "Seneler önce o abini Harun'a sattığımda kurtulamadım, şimdi de sen mi karşımda dikiliyorsun?" Abini, Harun'a sattığımda. "Sizin ikinizin amacı ne?" Başını iki yana salladı. "Başarılı olamayacaksınız."

"Ne dedin sen?" diye sordum sadece. Sakince, kendimden emin ve içimdeki korkuyu gizleyerek. "Bir daha söyle. Sen benim abime ne yaptın?"

Ondan korkmadığımı gördüğünde bir an afalladı fakat bu çok kısa sürdü. Bir anda belinden bir silah çıkarıp göğüs kafesime yasladığında gözlerim silaha kaydı ve onu tanıdım. Aylar önce, benim kendi ellerimle göğüs kafesime yasladığım o silahtı. Fakat bu kez yaslayan kişi Önder'di. Korkmamı bekledi, küçük Yankı ve Işık gibi belki de. Ama sadece gözlerimi yavaşça ona doğru kaldırıp, "Karşında korkutacağın küçük bir çocuk mu var sanıyorsun?" diye sordum. "Ne yazık ki çocuk değilim." Silahı tutan eli titriyordu; Önder ilk defa bu kadar korku dolu görünüyordu. Normalde fazlasıyla kontrollü hatta cümlelerinde dikkatliydi. Ama şimdi öyle bir titriyordu ki.

"Ama bu silah sadece çocuklara zarar vermiyor," dedi kelimeleri zorlukla telaffuz ederek. "Ve biliyorsun, bana bir borcun vardı." Aylar önce Yankı'nın gittiği yeri öğrenmek için onunla bir anlaşma yapmıştım ve bu anlaşma karşılığında benden bir isteği olacağını söylemişti. "Yoksa sen de o piç abin gibi borçlarını ödemiyor musun?"

Çenemi biraz daha kaldırdım, sonra bir anda elinden silahı aldığım gibi onu iteklediğimde tökezlemesine neden oldum. Tam bu anda silahı nefes borusuna yaslayıp, "Beni nasıl görüyorsun bilmiyorum," dedim keskin bir sesle. "Fakat sevdiklerime merhametli, sevmediklerime merhametsizimdir ve beş Sokak Nöbetçisi gibi sana hiçbir minnetim yok." Silahı biraz daha nefes borusuna yasladım. "Ve dinle, bu silahta tuttuğun ilaca çoktan bağışıklık kazanmışımdır çünkü tam kalbimden vurdum kendimi ama seni nefes borundan vurduğum anda felçlisin, bir daha ayağa kalkmamak üzere." Gülümsedim. "Bir daha ona piç dersen gözümü kırpmam Önder Sarca ve inan, umurumda bile değilsin."

Dengede durmakta bile zorlanırken silahı almak için hamle yaptı fakat bu kez, elini sertçe fırlatıp onu duvara ittim. Neredeyse aylar önce, bu silahla kendimi vurduğum için minnettar kalacaktım kendime; çünkü eğer o silahı tanımasaydım ya da tanısam bile o acıyı yaşamasaydım korku beni alt edebilirdi. Ama şu an Önder'in karşısında bu şekilde dikilebiliyordum.

O silahla kendimi vurduğumda, Önder Sarca'nın bana işkenceler çektirmesinin önüne geçmiştim ve bunu Yankı kendimi vurmadan önce biliyordu.

Gülmeye başladığımda Önder afalladı fakat daha yüksek sesle kahkaha attığımda Yankı'nın bu ihtimali düşünmüş olabileceğine emindim.

Ellerim titremiyordu, dizlerim titremiyordu, sesim titremiyordu. Çocukluğumu barındırmayan karşımdaki her dik duruş, beni daha fazla güçlendiriyordu. Ama Önder'in de yüzünde bir gülümseme oluştuğunda korkma sırasının bana geçmek üzere olduğunu hissediyordum. "Onun seni sevdiğini mi düşünüyorsun?" diye sordu. "Gerçekten sevdiğini?" Başını iki yana salladı. "Benden korkmamakta haklısın," dedi. "Çünkü geçmişinde değilim ama geçmişinde olanları ve Harun'a ellerimle seni vermenin zor olmadığını biliyorum."

"Harun'u tanımıyorsun," dedim; adını söylerken sesim titredi, bunu engelleyemedim.

"Harun'u tanımıyor muyum?" diye sordu alayla. Nefes borusunda duran silahtan dolayı zorlukla konuşuyordu. "Koza benim ilk nöbetçimdi. Bu ailenin ilk üyesiydi ve ben onu bulduğumda sadece bana sığındı. Harun'u ben tanırken sen onun ellerindeydin, çocuğum." Çocuğum. Harun gibi hitap etmişti. Ürperdiğimi hissettim ama gözlerinin içine bakmaya devam ettim. Hiçbir şey söylemedi.

"Ve sen," dedim. "Koza'yı Harun'a mı sattın?"

"Abin bana hatalar yaptı."

Silahı daha fazla dayayıp dişlerimi sıkarak, “Şerefsiz herif,” diye hırladım. “Küçücük bir çocuktu ve sana sığınmıştı.”

“Çocuklar da hata yapar,” dedi kendinden emin bir sesle. “Ama merak etme çocuğum, ben Harun gibi birisi değilim. Çocuklara değer veririm. Bak, büyüdüler.”

Tiksintiyle ona baktığımda nefesini hemen oracıkta kesmek istiyordum ama bunu yapmalı mıydım, emin değildim. İçeride çocuklar vardı, bilmediğim şeyler vardı. Yerdeki zarfı düşündüm bir an. Bana yine bir mektup mu göndermişti? Ne kadar yakınımdaydı? Belki de yerimi bilmesinin en büyük nedeni Önder’di. Bunu Yankı ile Koza biliyor muydu?

“Benden borcuna karşılık olarak ne istiyorsun?” diye sordum ama aklım tamamen karışmış, allak bullaktı.

“Zor bir şey değil,” dedi. “Ailemden uzak durmanı.”

“Bu kadar mı?”

“Bu kadar.” Gözlerine dikkatlice baktım ve çaresizliği, çaresizliğin arkasındaki o korkusunu gördüm.

“Bir şeylerden korkuyorsun,” dedim.

“Senin gibi,” dedi. “Belki de dayının şu an bu duvarın arkasında, dışarıda olmasından bile korkuyor olabilirsin.”

Gülümsedim ama acılı bir gülümsemeydi. “Bundan korkmuyorum,” dedim. “Çünkü bu duvarın gerisinde Sokak Nöbetçileri var; onlar benim ailem, bir çığlığıma bakar her şey ama dinle, onunla tek başıma yüzleşecek kadar da güçlüyüm.” Güçlü müydüm?

Gözlerini açtı. “Harun’un sana zarar vereceğini söylemedim ama ceza yöntemlerinin benim çocuklarıma yaptığımdan daha kötü olduğunu biliyorum.”

Yüzümdeki gülümseme silinirken, "Onlara neler yaptın?" diye sordum. "Aileni bu kadar önemsiyorken neden Yankı'ya ve Işık'a işkenceler çektirdin. Neden Koza'yı..."

"İşkence değil, dizginlemekti," diye yanıt verdi. "Onlar her daim bana karşı geldiler. Ben olmasaydım onlar bir köşede ölü olabilirdi. Hepsi yardıma muhtaçtı, bana ihtiyaçları vardı ve aldım, onları büyüttüm. Bartu mesela." Kaşlarını kaldırdı. "Hiçbir şeydi, bir adı bile yoktu. Öylesine bir sokak çocuğuydu; aldım, onu Bartu yaptım. Şimdi olduğu adama bir bak. Mutlu peki? Bipolar rahatsızlığı olan bir çocuktu." Bunu bilmediğim için şaşkınlığımı gizleyemedim. "Lâl." Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. "Gözbebeği. O benim her zaman bacaklarım, güvendiğim tek çocuk oldu. Beni hiç yanıltmadı."

"Bu yüzden mi ona rulet masasındaymış gibi tercihler sundun?" Önder bunu bilmeme şaşırmadı.

"O da onun işkencesiydi ama büyümesini sağladı."

"Sen delirmişsin," dediğimde burnumdan nefesimi verdim. "Koza'yı Harun'a sattın ve bu Lâl'in bilmediği bir tercihti, değil mi?" Sesim kısıldı, yüzüne yaklaştım. "Lâl bir tercihinde de Yankı'dan vazgeçti. Ona ne yaptın?"

Sorumu cevapsız bırakarak, "Koza yanımda değil ama Yankı hâlâ yanımda," dedi.

O an dilimin ucuna tek bir kelime geldi. "Minnet." Kendimden biliyordum. Önder'e bir minnet borcu vardı.

"Minnet diyerek geçemezsin," dedi. "İntihar edecek kadar acı yaşadıktan sonra bile yanımda kaldı, farkında değilsin belki ama Yankı zamanla bana dönüşecek, kimseye değil."

"Ne?" dediğimde elimde tuttuğum silah titredi, yutkunmakta zorlandım. "Ne dedin?"

"Kendini aile diye gördüğün bu yerde sen ve kardeşin artık hiçbir şeysiniz," dedi sorumu yine cevapsız bırakarak. İstese şu an elimden silahı alabilirdi ama yapmadı. "Benden korkmuyor olabilirsin, Koza da korkmazdı. Ama sonra ne oldu, biliyor musun?" Gözlerine iğrenç bir duygu oturdu. "Korktu. Çünkü çocukluk, en büyük acıları içinde barındırır. O acıyla sen de yüzleşme."

Zihnim durmadan dönen bozuk bir plak gibi işlemeye başladığında, yerine oturan başka taşların da sesini duyuyordum. Onlarca düşünce vardı, hepsi iç içeydi. Acı, nefret, öfke ama en çok şaşkınlık.

Koza'ya her zaman mantıklı zekâsıyla bakmıştım ve ilk defa duygusal kalbiyle baktığımda bütün gerçekleri görebiliyordum.

Beni Sokak Nöbetçileri'ne göndermesinin ve onları dağıtmamı istemesinin tek nedeni, Önder'in zaafı olan aileydi ve aslında onun en büyük düşmanı Önder'di çünkü onu sığındığı ailesinden koparmıştı. Beni gönderdiğinde bunu başarabileceğime inandı çünkü Önder'in benimle oynayacağından emindi ama Yankı bunları önceden gördü ve önüne geçti. O aileyi dağıtamadığımda Koza hapishaneden çıktı, kendi hırsıyla ve öfkesiyle en büyük kötülükleri yapmak istedi çünkü Önder'in kurduğu o aileyi bitirmek en büyük amacıydı.

Sokak Nöbetçileri'nden sadece Yankı ile Lâl'i tanıyordu. Yankı'ya kırgın, Lâl'e öfkeliydi fakat diğerleri umurunda bile değildi hatta o masada oturduğunda Işık'tan başka herkese zarar verebileceğini söylemişti çünkü Işık ona hiçbir hata yapmamıştı.

Bütün kozlarını oynadı, planlarını devreye soktu; ben o aileyi dağıtamıyorsam o ailenin dengesiyle oynayacaktım ve o denge Yankı'dan geçiyordu. Hepsinin tek tek bağlandığı noktayı buldu. İlk önce Yankı'nın Lâl'e olan güvenini kırdı, ardından Bartu ile Lâl arasında olan o koşulsuz sevgiyi. Işık'ı ellerinin arasında sandı ve Mutlu'yu her zaman kapı dışarı itekledi. En sonunda Sokak Nöbetçileri'nin Yankı'ya olan güvenini kıracak o darbeyi vurdu ve yalan söyletti, beni kullanarak. Bütün bunlar olurken beni de askeri gibi yönlendirmeye çalıştı.

Elinde sadece bir makas vardı. Tek bir darbeyle o ipi koparabilirdi, o Önder'in ailesini dağıtabilirdi ama yapmadı.

Çünkü bir şeyi unuttu. O aileye karşı benim gibi içinde olan muhtaçlığı ve sevgiyi. İlk başta yola çıktığı zamanki o kin duygusu yerini bambaşka duygulara bıraktı.

Nefret ettiği Önder'in kurduğu o Sokak Nöbetçisi olmayı diledi, yeniden o aileye dönmeyi ve diğer kardeşleriyle de tanışmayı. Bir tarafı acımasızlık, bir tarafı acı doluydu. O acı dolu tarafı, ailesinin yanında durmak istedi. Az önceki mutluluğu bu yüzdendi.

Elinde makas öylece bekledi, bekledi ve hâlâ bekliyor. Ama biliyor; bir gün o makasla ipi kestiği an, kendi ailesinin ipini de kesecekti bu yüzden urgana başımı geçirip beni asmak daha kolayına geldi.

Bütün bunlar olurken ise Yankı aslında her şeyin farkındaydı, sadece ona izin verdi; o benim tek düşmanım ve tek dostum, diyordu. Çünkü o da yapamayacağını biliyordu.

Yeniden gülmeye başladığımda bu sefer kahkaham daha yüksekti. Biz yedi kişi aslında çocuktuk. Ve biz yedi kişi aslında yetişkindik.

Bizi çocuksu duygularımız yönlendiriyordu. En büyük kırgınlıklar, çocukluktan geliyordu.

Çözemediğim tek düğüm, Lâl ve Koza arasında olan düğümdü ve Yankı ile Koza'nın kırgınlığıydı ama her şey aslında bu kadar basitti.

Önder'in korkusunun ve bana karşı olan öfkesinin en büyük nedeni de buydu. Çünkü Koza'yla ikimiz kırılmış çocuklardık, her şeyi yapabilirdik.

"Biliyor musun, Önder," dedim gülüşüm kesildiğinde. "Bir gün sen kendi kendinin sonu olacaksın ve o günü bekleyeceğim." Silahı aşağı indirdim, ardından havaya atıp tutmasını sağladım. "Ve kendi kendinin sonu olmak, kendini benzettiğin çocuklar demektir biraz da."

Arkamı dönüp dik bir şekilde tuvaletin olduğu tarafa yürüdüğümde yeniden kahkaha attım, bu kez daha yüksekti.

Asker Helin. Piyon Helin. Hiçbir şey Helin. Sadece Helin. Sokak Nöbetçisi Helin. Yankı'nın Helin'i. Koza'nın küçük kardeşi Helin.

Her şey Helin ve hiçbir şey Helin.

Koza. Bir tarafında kötülük, bir tarafında iyilik vardı. Olmak istediği adama hâlâ dönüşemediği için üzülüyor muydu acaba? Artık onun bütün yollarını görmek beni rahatlatmıştı.

O merdivende beni bıraktığı anı hatırladım. Ağlıyordum, içim çıkıyordu ama şefkatini bana göstermemişti çünkü hırsları uğruna her şeyi yapabilecek durumdaydı. Benim onun kardeşi olmam umurunda bile değildi.

Yankı. Kendimi vurduğumda bana nasıl baktığını hatırladım. Acı çekmemi istemişti, o acıya katlanmamı çünkü Önder ona acı çektirmişti ve bu acı onun zaafı olmuştu. Koza'nın onu benim yanıma göndermesini bu şekilde kapatmak istemişti. Önder'in önünü bu şekilde kapatmıştı, aynı şekilde Koza'nın da.

İkisinin de yollarını, duygularını görebiliyordum ve şu an ikisini de alt edebileceğimi biliyordum.

Ama ben ikisi gibi de değildim. Benim zaafım hırslarım değil sevgiydi, onları seviyordum. Evet, ben Koza'yı ne olursa olsun seviyordum. Bir abi gibi değil, bir askerin komutanını sevmesi gibi. Çünkü hiçbir zaman bana bir abi gibi yaklaşmamıştı ama onu sevmekten de kendimi alamıyordum çünkü o da çocuktu; bunu artık görebiliyordum.

Günler önce bir savaş olsa ikisini de alt edemeyeceğimi düşünen ben, şimdi ikisini de alt edebileceğimi görebiliyordum.

Çünkü ikisini sadece ve sadece korkuları yönetiyordu.