LÂL SARCA
Dün gece hayatımın hem en mutlu hem de en mutsuz gecesiydi çünkü Bartu'yla yan yana uyumuştum. Biz küçüklüğümüzden beri defalarca yan yana uyuduk, yan yana uyandık, beraber ağladık, beraber gülümsedik fakat ilk kez bir adamın göğüs kafesine başımı koyduğumda huzurun ne olduğunu anlamıştım. Aslında bir adam da değildi, o Bartu Sarca'ydı. Defalarca kalbini kırdığım, onarmadığım, onarmak istediğimde başaramadığım, savaştığım, sevmeyi pek beceremediğim, sevdiğimde kaçmak istediğim ve belki de sevgisini hiç hak etmediğim Bartu Sarca'ydı.
Mutluydum çünkü bana çocukluğunun nadir güzel anılarından bahsetmişti ve ne yazık ki o anılarında bile ben vardım. Dedi ki ben göğüs kafesinde başımı yaslamışken: Hatırlıyor musun Lâl? Tanışmamızın üzerinden birkaç ay geçtikten sonra o zamanlar çok seviyorum diye tost yapmıştın, benim için. Hayır, senin için değildi, o an senin için yapmak aklıma bile gelmedi, diyemediğimden sessiz kalmıştım. Aslında daima sessiz kalırdım ama o an başka bir sessizlikti.
Hatırlıyor musun, Lâl? dedi. Bir gece beni, “Korkuyorum,”diye uyandırmıştın, aslında sen de korktuğun zamanlar bana sığınmışsın ama haberim yokmuş. Hayır, Bartu, o gün korktuğum sendin, senden korktuğum için uyandırdım çünkü kâbuslarımda babama dönüşüyordun diyemedim, yine sustum.
Belki de benim susmam gerekirdi, bu bana verilen bir ödüldü.
Hatırlıyor musun Lâl? dedi yine. Biz küçükken senin için bir hediye almıştım, fotoğraf makinesiydi. İşte o fotoğraf makinesi, bu hayatta çalmadan sahip olduğum tek şeydi, Lâl. Ben onu çalışıp aldım, emek verilen her şey daha fazla kıymete biner diye mahalledeki kahvehanede çalıştım. Bir ay sonunda ikinci el o fotoğraf makinesini sana alıp odana bıraktım.
Sustu, bu kez susma sırası ondaydı.
Neden o fotoğraf makinesini hiç kullanmadın, Lâl? Sana verdiğimde mutlu oldun mu, göremedim ama onu hiç eline almadın. Aksine, Yankı'nın sana verdiği fotoğraf makinesiyle hep dolaştın. Kötü mü fotoğraf çekiyordu? Kıymetsiz miydi?
O fotoğraf makinesi bozuktu, diyemedim ama bozuktu. Önder'e götürüp verdim, diyemedim. Tamir edecekti ama etmedi, bir daha o fotoğraf makinesi elime ulaşmadı, diyemedim.
Biliyor musun, Lâl, dedi bu kez ve o mutlu dakikalar, mutsuzluğa dönüştü. Ben o kahvehanede çalışırken dayak bile yedim ama çalışmaya devam ettim sana o fotoğraf makinesini almak için ve sen hiç kullanmadın. Küçükken benim fotoğraflarımı çekmekten kaçındın, benden kaçtın, bir süre nefretle baktın. Çirkin bir çocuk muydum? Utandığın için miydi? Neden, Lâl? Babana benzettiğin için mi? Neden Lâl?
Söylesene, neden seninle bütün çocukluk fotoğraflarımızda birbirimizden kilometrelerce uzağız? Neden bana uzaktın?
Bir kolu hâlâ bana sarılıyordu, diğer eli saçlarımı okşuyordu ama dudaklarından acı dökülüyordu.
Çok düşündüm, dedi derin bir nefes verdikten sonra. Seni neden sevdiğimi, sevmeye devam ettiğimi, neden bu kadar çabaladığımı, bir türlü vazgeçemediğimi ve sonra bir sonuca ulaştım. Sen bu hayattaki ilk güzel duygumdun ama seninle konuşmadığımız o zamanın içinde bunun sağlıklı olmadığını düşündüm ve başkalarıyla denedim.
Rüya'yla denedim. Hayır, kötü biri değildi Lâl. Aksine iyi biriydi ama bana bir şey öğretti: O da olduğum halimle normal birinin beni kabul edemeyeceğiydi çünkü gördüm, o da küçükken sizin gibi benden utanıyordu. Arkadaşlarının yanına götürürse kaba üslubumdan çekineceğini söyledi, ailesiyle tanıştırırsa ailemin olmayışından, oturuşumdan, kalkışımdan, yürüyüşümden. Bazen bakışımdan. Hayır, o kötü biri değildi Lâl ama beni olduğum gibi sevemezdi.
Ve ben bir şeyi fark ettim: Seni sevdim ama seni sevmek zorunda kaldım çünkü o yaşımda senden başka kimseyi sevemezdim. Okuldayken sizden başka kimse benimle konuşmuyordu, kimse yanıma yaklaşmıyordu. Başkası yüzüme bakmıyordu ki göreyim. Haksız mıyım Lâl?
Cevap veremedim, sustum, suskunluğum gerçekten de bana bir ödüldü.
Düşündüm, normal bir adam olsaydım yine seni sever miydim, diye. Sözler acımasızdı. Hayır, sevmezdim Lâl çünkü kendime değer verirdim, kendime verdiğim değerle seni sevmek mümkün değildi ama kimsesiz ve sokakta büyüyen bir adam olarak kendime değer vermeden önce, ilk önce geçtim, sana değer verdim, kendi değerimi unuttum.
Bu cümleler sanki bir vazgeçişin cümleleriydi ama öyle olmadığını biliyordum çünkü hâlâ bana sarılıyordu, hâlâ saçlarımı okşuyordu.
Ve bunu kabullendim, dedi. Kabullendiğimi de başka bir hayatı istemediğimi anladığımda fark ettim. Öyle bir sevgi ki sana duyduğum, başka bir hayatta seni sevmeyeceğimi bildiğimden o hayatı istemiyorum. Bir başkası bunun sağlıklı olmadığını dile getirebilir, kabul ediyorum, senin beni hak etmediğini bile söyleyebilir ama başka bir şeyi daha kabullendim. Bu hayatta herkes, herkesi eşit sevmez, aynı sevmez. Ben kabullendim, ben daha çok seviyorum seni fakat artık aklım başımda. Gidersen tutmam, sevmezsen zorlamam, yüzüme bakmazsan gözlerinin içine odaklanmam, tutmazsan elimi uzatmam.
Ama sensiz de yaşayamam ve senin için bu hayatı yaşarım, seni sevmekten vazgeçmem.
İntihar ettiğimi bilmiyordu, bilmemesi can yakıcıydı.
İlk seni tercih ederim, ilk seni kurtarırım, ilk senin adını anarım. Yaptım da bunu, biz küçükken. Seni tercih ettim, Yankı'yı yok ettim.
Dakikalar sonra ilk kez başımı kaldırıp ona baktım. Yüzünde bir gülümseme oluştuğunda gözleri doluydu.
Kardeşinin mezarını bulduğunu biliyorum, dedi içten bir sesle. Karnıma bir ağırlık çöktü, kalbim hızlandı ve acıyla nefesimi verdim.
Biz küçüktük, dedi. Önder benden yardım istedi ve konu, Yankı'yla ikinizdiniz. O zamanlar Önder sana olan sevgimi biliyor muydu, emin değildim ama dedi ki: “İkisinden birinin sırrını ver bana.” Bir yemek masasındaydım, bana yemek yemeyi öğretiyordu. “İkisi de çok mutsuz görünüyor,” demişti sizin için. Gerçekten de öyleydiniz. “Onları mutlu etmek istiyorum, Bartu. Onların buna ihtiyacı var. İkisinden birisini mutlu edecek bir şey ver bana.”
Gözlerim dolduğunda devamını biliyordum ama devamını bilmek, bütün hayatımızın mahvolduğu gerçeğini değiştirmiyordu.
O gün Lâl, dedi, gözlerindeki inançla. Ben seni seçtim, Yankı'yı görmezlikten geldim. Hüseyin'in mezarından söz ettim, yerini hatırlamadığından ve gitmeyi çok istediğinden. Aslında bunu bana da anlatmamıştın, Yankı'ya anlatırken dinlemiştim fakat bir görev edinip bunu Önder'e söyledim.
Önder çok mutlu oldu, dedi Bartu. Saçlarımı sevdi, sanırım saçlarımı sevdiği ilk andı ve benim çok merhametli ve saf olduğumdan söz etti. Saflık bana çok yakışmaz ama o gün, ilk defa kendimi merhametli hissettim.
Önder Sarca, bir çocuğun masumiyetinden yararlanarak başka bir çocuğun zaafını kullanmıştı. Aslında nasıl da basit bir denklemdi ama nasıl da büyük bir ağırlıktı. Eğer o gün Bartu bunu söylemeseydi Önder bana Hüseyin'i kullanamayacaktı, bana Hüseyin'i kullanmasaydı ben Koza'yı Önder'e vermeyecektim.
Her şey masumiyetle başlamıştı, Bartu'nun masumiyetiyle.
Ağlamaya başladığımda Bartu şaşkınlıkla bana baktı, sonra gözleri kocaman açıldı. O hâlâ Önder'i seviyor muydu, anlamıyordum ama büyük bir minnetle onu andığını görebiliyordum. Ne olursa olsun o bizi kurtardı, demişti bir keresinde bana. Bir isim verdi bana, Lâl. Ona zarar veremeyiz.
En büyük zararı Bartu'yu kullanarak vermişti ve bunun farkında değildi.
Yankı'ya mı ağlıyorsun, diye sordu endişeyle. Eğer öyleyse bunu ona itiraf ettim birkaç yıl önce. Anlayış gösterdi, Lâl. Hiçbir şey söylemedi. Ağlıyordum ve tek ağladığım masumiyetiydi, Önder'in onu kullanmasıydı ve sevgisiydi. Bu gözyaşları bir tek Bartu için akıyordu, ardından yaşadıklarımız için fakat Bartu bunun farkında bile değildi.
Çok sonra Yankı bunu anlamış mıydı? Önder'in Hüseyin'i kullandığını, Bartu'nun masumiyetini kullandığını? Bizi kullandığını?
Ağlamam şiddetlendi.
Neden ağlıyorsun, diye sordu endişeyle. Susmadım, ağlamaya devam ettim ve uzandığı yerden doğrulup yüzümü ellerinin arasına aldı. Lâl, neden ağlıyorsun? diye sordu yine ve gözlerine büyük bir keder oturdu. Bir başkası olsa hemen anlardı ama Bartu bazen öyle masum düşünüyordu ki birkaç dakika sonunda ne olduğunu anladı. Gözlerini kıstı, çenesi kasıldı, ardından o mezarı bulamadı, değil mi, diye sordu. Ama o olaydan sonra sen ve Yankı gittiniz, bir süre dönmediniz. Ben o mezarı görmeye...
Elimle ağzını kapattığımda sadece başımı olumsuz anlamda iki yana salladım. Hiçbir zaman Hüseyin'in mezarını bulamadım, o çok büyük bir oyundu ve bizim hayatımızı mahvetti diyemedim, sadece art arda başımı iki yana salladım. Bunun bir oyun olduğunu bile anlamamıştı, sanıyordu ki Önder o mezarı aradı ama bulamadı.
Susmak gerçekten de bana büyük bir ödüldü, o an konuşsam parçalanırdık. Şu an ellerimi kaldırıp bir şeyler söylemeye mecalim yoktu ama konuşsaydım ağzımdan çıkanlarla büyük bir deprem etkisi olurdu. Bartu da bunun ağırlığını çok zor kaldırırdı.
Dudaklarım aralandı, gözleri dudaklarıma kaydı ve gerçekten bir şey söyleyeceğime inandı. Her seferinde böyle bakıyordu, aynı inanç vardı. Denedim, bir şeyler söylemeyi bekledim ama yapamıyordum. Ellerim uyuştu, kalbim hızlandı ama hiçbir şey söyleyemedim.
Herkes bir şekilde yaşadığını atlatabildi ya da atlatmak için bir yola girdi ama ben duvarlara annemin sus yazmasını aşamadım, silahları her gördüğümde korktum, Hüseyin'i gömdükten sonra o mezarının başında ebediyen sessizliğe gömüldüğüm anı unutamadım.
Bartu, elimi ağzından çekti, ardından anladım, dedi. Anladım Lâl, o kötü birisi. O çok kötü birisi.
Hayır, Bartu. Sadece o kadar da değil, yemin ederim değil. Konuşmak istiyorum, hiçbir şey diyemiyorum ama o kadar değil.
O evin içindeydim; Koza'nın esir tutulduğu, benim kek yapıp getirdiğim, anılarımızın olduğu ama bir o kadar da karanlığı paylaştığımız, geçenlerde Koza'yla yüzleştiğim o çatı katındaydım.
Hayatımın en mutlu ve en mutsuz gecesinin hemen ardından, hayatımı mahveden o adamın karşısındaydım: Önder Sarca'nın. Baş başaydık, hemen karşımda oturuyordu. Bir sandalyeye bağlıydı, ağzını da kapatmışlardı. Tıpkı benim gibi suskundu. Koza'nın ondan korkup gizlendiği o çatı katında şimdi Önder günlerce tek başına kalmıştı, susuzluktan gözlerinin altı morarmıştı, kendi idrarında yaşıyordu ama çenesi hâlâ havada, bana üstünlük taslayarak bakıyordu.
Yankı ve Koza onu burada çürümeye bırakmış olmalıydı ama benim istediğim son, kesinlikle bu değildi.
Ellerimi kaldırıp, “Gözbebeğin geldi," dedim gülümseyerek. "Seni kurtarmak için."
Gözlerini kıstı, eminim ki o bilindik gülümsemelerinden birini gönderiyordu ama o an ellerini ve bacaklarını bile açsam koşup kaçacak kuvveti yoktu. Koza buradayken biz vardık ama o yapayalnızdı.
Uzanıp ağzını açtım ve kurumuş, bembeyaz kesilen ağzıyla karşı karşıya geldim. Ölmek üzere gibiydi ya da rol yapıyordu, kestiremiyordum ama zorlukla nefes alıyordu. Bir an, sadece bir an sanki beni tanımıyormuş gibi baktı, aklının gittiği her halinden belli oluyordu ama birkaç dakika sonra gözlerine ışık doğdu, beni tanıdı.
"Lâl," dedi nefes nefese. "Geleceğini biliyordum, güzel kızım."
"Elbette," dedim gözlerimi gözlerinden ayırmadan. "Ben hep sana gelirim, Önder. Diğerleri beni gerçekten sevmez, sen seversin, öyle değil mi?" Başı omzuna doğru düştü ve geri toparladı. "Bak, tek başımayım çünkü diğerleri seni kurtaramaz ama ben kurtarırım." Çenesini kaldırmaya çalıştı. "Çünkü söylediğin gibi Önder, ben en kötü kalplisiyim, öyle değil mi?"
Gülümsemeye çalıştı ama zorlanıyordu. Öksürdü, ardından solda duran yarım su şişesine baktı. İşkence çektirir gibi onu en uzak noktaya koymuşlardı, belki de sürünerek ulaşmasını istemişlerdi ama o kadar bile gücü yoktu. Oturduğum yerden kalktım, su şişesini elime aldım, ardından ona doğru yürüdüm. Bakışlarına umut dolduğunda şişenin kapağını açıp karşısına yeniden oturdum.
"Sen her zaman diğerlerinden daha farklıydın," dedi ve artık bu cümlesinin nedenini anlıyordum. "Hiçbir zaman kendini gizlemedin, en gerçek sendin, Lâl."
Suskundum, adımı Lâl koymuştu. Hüseyin'i aramış, bulamamıştım; beni kandırmıştı. Bartu'nun iyi niyetini kullanmıştı, Koza'yı satmıştı, Yankı ile Işık'a işkenceler etmişti, Mutlu'nun kendinden daha fazla nefret etmesine neden olmuştu.
Suyu havaya kaldırdım, ardından ağzını açtığında geriye çekilip azar azar yere döktüm. Susuzluktan kurumuş dudakları yavaşça kapandı ve gözleri akan suya odaklandı, ardından öyle çaresizce şişeye uzanmaya çalıştı ki çırpınışları bir avuç su içindi.
Gülümsedim, gözleri yüzümdeki gülümsemeye döndü. Bunu beklemiyordu, beklemediği her halinden belliydi ve asıl acı olan da buydu. Onu gerçekten kurtarmaya geldiğimi düşünmüştü.
Şişenin içindeki su bittiğinde yere fırlattım, ardından ellerimi kaldırıp, “Gerçekten," dedim. "Seni kurtaracağıma mı inandın?" Yüzüne öfke oturdu, sonra kırgınlık, ardından bir anda ağlamaya başladı. Şaşırmıştım çünkü onu asla ağlarken görmemiştim ama şimdi karşımda ağlıyordu.
"Ne olur," dedi yalvarır gibi. "Ne olur, kurtar beni." Gözlerinin içine baktım. "Sana isim verdim," dedi. "Sana aile verdim, seni yaşattım. Ölecektin, seni kurtardım."
"Keşke ölseydim," dedim kaşlarımı çatarak. "Çünkü ölmeyi dilemek daha ağırdı."
"Ne olur," dedi sanki dediğimi anlamıyormuş gibi. "Sen beni kurtarırsın, bunu yaparsın. Söz veriyorum, karşınıza çıkmam, giderim. Hiçbirinizin yüzüne bakmam, bunu hak ediyorum."
Sesi yükseliyordu gücünün yettiği kadarıyla ve her ses yükselişinde çaresizliği kulağıma daha fazla doluyordu. "Neden böyle yapıyorsun?" dedim hesap sorar gibi. "Küçükken merhametsizliğin en doğrusu olduğunu öğreten sen değil miydin?" Kaskatı kesildi ve ağlaması durdu, acındırmak için yaptığını biliyordum ama bu rolü hemen keseceğini düşünmemiştim. "Söyle," dedim acıyla. "Seneler sonra karşıma geçip en vicdansız çocuğunun ben olduğumu söyleyen sen değil miydin?" Elim belime gitmeden önce çenemi kaldırdım. "Şimdi sana merhamet etmemi mi istiyorsun? Unuttun mu Önder? En merhametsiz çocuğun benim. Kendi düşmanını kendin yarattın, o silahın şarjörünü sen doldurdun. İşte şimdi tam karşındayım."
Gözleri bir bana, bir kapıya döndü, sonra ne yapacağını bilemeyip çırpınmaya başladı. Biliyordu, beni en iyi o tanıyordu çünkü diğerlerine birini öldürmelerini söylediği zaman iki kez düşünürlerdi ama ben vicdansızdım, öldürmezdim, biri ölürken gözümü bile kırpmazdım. Korkum olmazdı, merhamet zor uğrardı. Sen en kötüsüsün, derdi küçükken. Senden korkulur, Lâl.
Belimden yavaşça bir silah çıkardığımda gözleri ona kaydı ve daha büyük bir şaşkınlık yaşadı. Biliyordu, ben silahlardan korkardım ve zorunlu kalmadıkça silah kullanmazdım. En son bir silahla kendimi vurmuştum, tetiği çekmek bana düşmüştü, bu bir intihardı.
Başını iki yana salladığında sandalyede çırpınmaya devam etti. Gözlerinde öyle bir korku vardı ki ölümden daha çok benim yapacaklarımdan korkuyor gibiydi.
Silahın içindeki kurşunları boşalttım, yere düştüler ve bir tanesini elime aldım. Küçük tabancanın şarjör kısmına bir tane kurşun koydum, ardından hızlıca çevirip kapattığımda yeniden ona baktım, ne yapacağımı anlamıştı.
Rus ruleti.
Babam gibi, babamın karşımdaki ölümü gibi. Ellerim terliyordu, kendimi yine o evin içinde hissediyordum ama artık pek de korkacak bir şeyim yoktu çünkü Hüseyin de yoktu. Benim de korumak zorunda kaldığım kimse yoktu.
Babam oradaydı, bir poşet uyuşturucu için Rus ruleti oynuyor, kapının ardındaki çocuklarını düşünmüyordu bile. Kız kardeşim Helin'in cümleleri zihnime doldu, o çoğu zaman haklı çıkardı ve yine bu olacaktı. Kırmızı ışıklardan korkardı önceden ama şimdi direnerek yendiğini söylüyordu. Savaşmıştı; belki her kırmızı ışık gördüğünde elim silaha değdiğinde ölmeyi dilediğim gibi bunu istemişti ama sonucunda yenmişti.
Ve zafer, onu değiştirmişti.
Şimdi elimde bir silah vardı, Rus ruleti oynayacaktım; belki ben de değişirdim. Belki yaşadığım en kötü deneyimin üzerine gidersem sonucunda onu yenerdim ve konuşabilirdim.
Konuşabilir miydim?
Artık konuşmak istiyordum.
Silahı kucağıma koyduğumda Önder öyle derin nefesler veriyordu ki bu kez gözleri rol yaptığından değil gerçekten korkudan doldu. "Kumarı ve tercihleri seviyorsun," dedim Önder'e. "Ve bizimle durmadan kumar oynadın ama biliyorum, Önder. Çektirilen hiçbir işkence seni mahvedemez ama bir kumar masasına oturtulmak seni korkutuyor." Başını art arda iki yana sallamaya başladı. "Farkında değilim mi sanıyorsun? Sana en yakın olan kişi bendim, en iyi ben gördüm. Bir tavla bile oynamazsın, kumardan nefret edersin." Bağırmaya başladı ama ciddiye almadım. "Çünkü sen de küçükken bir tercihle satıldın, Önder. Öyle değil mi?" Soluğu kesildi, sandalyesinde sarsılmaya başladı, ayakları çırpındı ama kurtuluşu imkânsızdı. "Hatırlasana, bunu bir tek bana anlattın."
"Öyle bir şey yok," dedi yüksek sesle. "Yok. Olmadı." Duvarlara baktı, ardından gür sesle bağırdı. "İmdat! Kurtarın beni!" Çenesiyle beni işaret etti. "Bunun sonunda sen de ölebilirsin, o kurşun sana da isabet edebilir!" Olduğu yerde zıplamaya başladı. "Bırak beni!" Yeniden ağlamaya başladı ama bu kez gerçekti, bağıra bağıra ağlamaya başladı. "İmdat! İmdat!"
Gülmeye başladığımda başımı omzuma yatırdım. "Belki ben ölürüm," dedim başımı sallayarak. "Ama bu senin yaşadığın korkuyu geçirmeyecek. ‘Bu bir kumar,’ demiştin, bana Önder," dedim onu işaret ederek. "Bu bir kumar. Ya sen öleceksin ya da ben öleceğim fakat sonucunda bir bedel ödenecek."
"Hayır," diye fısıldadı bağırmaktan kısılan sesiyle, ardından yalvarmaya başladı. "Ne olur," dedi hıçkıra hıçkıra ağlayarak. "Yapma bunu bana."
"Bu yüzden gözbebeğindim," dedim ağlamalarını umursamayıp. "Çünkü kaderimiz benziyordu."
"Hayır." Başını önüne eğdi.
"Belki ben öleceğim," dedim net bir sesle. "Ama bu işin sonunda ben ölsem bile sen yaşamaya devam edemeyeceksin."
"Hayır," dedi yine ve zaaflarımı kullandı. "Bartu'yu düşün, sana bir şey olursa onun nasıl yaşayacağını düşün."
Yutkundum ve avuçlarım daha fazla terledi ama bunu ona yansıtmak bile istemedim. Elime yeniden silahı aldığımda şakağıma dayadım, gözlerinin içine bakarak kilidi açtım, gözlerimi kapattım ve tetiğe bastım.
Tık. Birinci karavana.
Silahı ona çevirip şakağına yasladım, ağlamaya devam etti, gözlerini kapattı ve dudaklarını oynatarak dualar etti. Sanki o duaları kabul olacakmış gibi. Kilidi açtım. "Lütfen," diye yalvardı, umursamadım ve tetiğe bastım.
Tık. İkinci karavana.
Yeniden şakağıma dayadığımda namlunun ucu ısınmaya başlamıştı. "Ne istersen yaparım," diye yalvardı. "İstersen Hüseyin'in mezarını gerçekten bulurum." Heyecanla nefesini verdi. "Bak buldum da, yerini biliyorum, söylerim sana. Son ver."
Kilidi açtım, gülümsedim fakat gözlerim korkudan değil, acıdan doldu. Daha önce inandığım yalanın acısıyla. Tetiğe bastım.
Tık. Üçüncü karavana.
Silahı ona çevirip şakağına yasladım. Gözlerini sıkıca kapatıp, “Sizi öldürmediğim her gün için pişmanım," dedi iyilik pelerinini çıkararak. "Seni öldürmediğim her gün için pişmanım." Nefes almakta zorlanıyordu. Tabancanın kilidini açıp tetiğe bastım.
Tık. Dördüncü karavana.
Gözlerini yavaşça açtı ve o an kendimi gördüm, bir kapı deliğinden bütün bu olanları izleyen Zeynep'i gördüm. Karşısında ben vardım, Önder'le beraber. Zeynep artık korkmuyordu aksine güveniyordu çünkü biliyordu, silahlardan korkmak, onların şifrelerini çözmeyeceğim anlamına gelmiyordu.
Birkaç gün babamın bir masadaki ölü yüzüyle yaşadım, masanın üzerindeki o tabancayla. Annem delirdi, ben o tabancayı elime aldım. Annem çığlıklar attı, ben babamın nasıl öldüğüne anlam vermeye çalıştım ve büyüdükçe asıl olanı gördüm.
Rus ruletini çözmek o kadar da kolay değildi ama imkânsız da denilemezdi. Bunu bana Koza öğretmişti, biz beraber öğrenmiştik. Demiştik ki: “Bir gün eğer bir Rus ruleti masasına oturursak ne yapacağımızı bilelim Zeynep.” Üçümüz, o çatı katında elimizden gelen imkânlarla Rus ruletinin bütün şifrelerini çözmeye çalışmıştık, bu da satranç gibiydi. O zamanlar eğlenceliydi, şimdi ise bir kumar masasından başka hiçbir şey değildi.
Birinci kural belliydi: İnsan Rus ruleti sırasında korkudan o an her şeyi unuturdu fakat en önemlisi, namlunun ucundan bir barut kokusu gelirdi, silah daha fazla ağırlaşırdı, kurşun kovukları sekiz taneydi ve üç kere art arda gelirse beşinci kesinlikle dolu olurdu. Bunun aksinin kanıtlandığı nadirdi.
İnsan neyden korkarsa kendini ondan daha fazla korurdu; silahlara dokunmamam onlar hakkında bilgim olmadığı anlamına gelmezdi. Silah tutarken elimin titremesi, o silahın ağırlığından bile kurşunun hızını tahmin etmeyeceğim anlamına gelmezdi.
Ve şimdi biliyordum; sıra bendeydi, silah doluydu, barut kokusu geliyordu, kurşun bana denk gelecekti.
Önder bu kumarında kazanacaktı, ölen kişi ben olacaktım; bunun sonunda babam gibi şanssız olacaktım.
Bedel ödeyen ben olacaktım yaşattığım her şey için ve Önder, o bedeli ödeyemeyecekti.
Önder'in gözlerinin içine baktım. Korkusuna, ağlayışına, çırpınışına ve direnişine. Bu kez tercih onunla ikimiz arasındaydı ve yine o kazanacaktı.
Ya sıra geldiğinde öleceğimizi anlarsak, demişti Yankı.
Ben hile yaparım, demişti Koza. Sonuçta kumar şans oyunudur ama zekâ da gerektirir. Eğer o kurşun bana denk geliyorsa çevirir silahı, karşımdakini vururum.
Ben hile yapmam, demişti Yankı. Eğer o masaya oturuyorsam ve ölüm benim elimdeyse geri adım atmam, canımdan vazgeçerim.
İkisinin de bakışları bana dönmüştü.
Ödeyeceğim bedele göre değişir, demiştim ikisinden farklı bir şekilde. Üç çocuk, bir kurşunun isabetini tartışacak kadar kötü bir hayat yaşamıştık, şu an fark ediyordum. O bedeli ödemeyi en çok kim hak ediyorsa o kurşunu sıkarım.
Silahı kaldırdım ve şakağıma yasladım, kilidi açtım. Artık ellerim titriyordu, halbuki intihar ederken ellerim bile titrememişti.
"Hayatın boyunca konuşamayacaksın," dedi Önder büyük bir kinle. "İşte senin cezan da bu olacak, bugün ölmezsen gün gelecek, yatağında yalnız başına öleceksin, acı çekeceksin ama bağıramayacaksın, kimse seni kurtaramayacak." Gözlerinde saf nefret tohumu vardı. "Sen," dedi kelimenin üzerine basarak. "Daima Sokak Nöbetçileri'nin karanlık tarafı olarak anılacaksın."
Dişlerimi sıktım, gözümden bir damla yaş aktı, ardından ayağa kalkıp tetiğe bastım.
HELİN AKTAN
Hastanenin kantininde ben, Yankı, Koza ve Işık oturuyorduk. Annemi görmek için saati bekliyorduk, birazdan Sadık Orhan da yanımıza gelecekti. Koza heyecandan elini kolunu koyacak yer bulamıyordu, bir sandalyenin başlığına dokunuyordu, bir masaya, ardından önündeki karton bardağa, sonra telefona bakıyordu. Kolundaki saate... Görüşten iki saat önce getirmişti bizi.
Önünde orta büyüklükte bir sandık vardı, bunu Işık'la beraber getirmişlerdi, içinde annemin eşyaları olduğunu söylemişti ama neler çıkacağı büyük bir sürpriz gibiydi; öyle heyecanlıydı ki durup durup Yankı'nın omzunu yumrukluyordu, Işık'a dönüp gülümsüyor, benim yanağımdan makas alıyordu.
Sandığın iki anahtar deliği vardı. Biri benim boynumdaki anahtarla açılıyordu, diğeri Koza'nın boynundaki anahtarla.
Koza bir kez daha Yankı'nın omzuna sert bir yumruk geçirdi. "Omzum çürüdü, amına koyayım," dedi Yankı en sonunda sert bir sesle. "Vurup durma ulan."
"Kes lan sesini," dedi ve bu kez bana dönüp yanağımdan bir makas daha aldı. "Nasılsın miniğim?"
"Koza, dur artık," dedim yüzümü kaçırarak. "Ben de heyecanlıyım fakat sen delirmeye başladın."
Üzerine en temiz kıyafetlerini giymiş, saçlarını taramıştı. Hatta takım elbise mi giysem diye Işık'a sormuştu, Işık gözlerini kocaman açtığında bundan vazgeçmişti. Sonra da Yankı'ya dönüp, “Sünepe herif, git şık bir şeyler giy," diye azarlamıştı.
Koza okları Işık'a çevirdi ve cilveli bir tavırla göz kırptı. "Ee," dedi bacaklarını titretirken. "Yedik mi dalgayı bir güzel? Darısı bir dahaki yememize."
Gülmeye başladığımda, Işık sertçe Koza'nın bacağına vurdu. "Ne saçmalıyorsun acaba şu an?" dedi.
Oklar yine Yankı'ya döndü, yine omzuna vuracağı sırada Yankı elini havada yakaladı. "Bir kez daha vurursan," dedi Yankı. "Yemin ederim seni uçak kabinine kilitlerim, Koza. Duydun mu?"
Gözleri açıldı, ardından önündeki bardağı kafasına dikti. Çilekli sütü içerken sanki içki içiyormuş gibi takılması bir kez daha gülmeme neden oldu.
Masadaki telefonum titremeye başladığında ekranda Bartu'nun adını gördüm; akşam hep beraber film izleyecektik ve büyük ihtimalle dövüş filmleri konusunda beni ikna etmeye çalışacaktı. Gülmeye devam ederken, “Alo?" diye telefonu açtım. "Eğer yine o savaş filmlerinden söz edersen..."
"Lâl sizinle beraber mi?" dedi Bartu endişeyle. Bakışlarım diğerlerine döndü, Yankı ve Koza birbirlerine tripli bakışlar atıyor, sonra gözlerini deviriyorlardı.
"Hayır," dedim rahat bir sesle. "Seninle değil mi? Karavanda eve gidip uyuyacağından söz ediyordu."
"Hayır, eve geldik ve uyumak istediğini söyledi, ardından Işık'ın odasına geçti. Ben de o arada uyuyakalmışım, Mutlu da evde değildi. Uyandığımda yoktu." O an Bartu'nun sesindeki endişenin normal olmadığını anladım. "Helin, bir şeyler oluyor." Oturduğum yerde doğrulduğumda Yankı direkt bir şeyler olduğunu anladı ve bakışları bana kilitlendi. "Bir şey oluyor, Lâl'e ulaşamıyorum."
"Bartu," dedim yutkunarak. "Sakin ol, belki bir işi vardır, dışarıya çıkmıştır. Ne olacak ki?"
"Helin," dedi sert bir sesle. "Mutfaktaki gizli bölmeden silahı almış, aldığını gizleme zahmetine bile girmemiş." Kaskatı kesildiğimde zihnimde intiharı döndü, bakışlarım direkt Koza'ya döndüğünde o da artık bir şeyler olduğunu anlamıştı. Tek kaşını havaya kaldırdığında elim boynuma gitti. "Helin!" diye bağırdı Bartu. "Bir şeyler oluyor! Beni anlıyor musun?"
"Ne oluyor?" diye sordu Yankı endişeyle.
"Lâl," dedim, üçünün gözünün içine bakarak. "Evden silah alıp gitmiş, ulaşılamıyor." Hepimiz aynı şeyi düşündük, biliyordum. Hepimizin aklına yine o intihar geldi fakat bu kez, korkunun ötesinde hepimizin gözlerine acı yerleşti. Telefonun ucunda bağıran Bartu intiharı bile bilmeden endişe içindeydi, eğer bilseydi şu an konuşamayacağından bile emindim.
"Hapishaneye baksın," dedi Yankı, sonra bağırarak devam etti. "Hapishaneye git Bartu. Biz de geliyoruz!" Üçümüz de aynı anda ayağa kalktığımızda Yankı dişlerini sıktı ve sertçe kafasına vurdu. "Oraya gidemez, tek anahtar Koza'da. Nasıl gidebilir?"
Hapishanenin anahtarları Koza'daydı, Harun Aktan'la her gün yüz yüze gelmeyi tek isteyen kişi oydu, biz değil, sadece o. Anahtarlar onda kalacaktı, ne olursa olsun her gün gidip yüzleşecekti ama bizim iznimiz bile yoktu.
Koza'nın her gün gidip Harun Aktan'a işkenceler çektireceğini biliyorduk, hiçbir şey söyleyemiyorduk fakat bunun dışında başka bir planı olduğunu da düşünmüyor değildim.
"Sikeyim," dedi Bartu ve bir şeyler fırlattığını duydum. "Nerede?" Bir anda gür sesle haykırdı. "Nerede?" Birileri onu tutuyordu, Mutlu olmalıydı fakat zapt etmek neredeyse imkânsızdı, orada olmasam bile bunu anlayabiliyordum. "Eğer ona bir şey olursa..." dedi Bartu, ardından itekleme sesi duydum. "Bırak. Lâl nerede?"
Telefonun ucunda çırpınma sesleri gelirken kaskatı durmaya devam ettim, aklım bozuk bir plak gibiydi, cızırtılı seslerden başka hiçbir şey yoktu. Işık nefes dahi almıyordu ve hepimiz aynı şeyi düşünüyorduk.
"Hangi silah?" diye sordu Koza sakin bir sesle. "Sorsana, hangi silahı almış?"
Bartu direkt duydu. "Bilmiyorum," dedi titreyen bir sesle. "Bilmiyorum, bilmiyorum, Önder'in silahı galiba, küçük tabanca, eski model, bilmiyorum, ne olur," çırpınma sesleri, "Lâl nerede? Mutlu, bırak."
Yankı ve Koza bakıştı, o an ne düşündüklerini anladım. Yankı, "Önder…" diye fısıldadığında Koza'nın bir an bile düşünmeden arabaya doğru koştuğunu gördüm, nefes dahi almadan arabaya bindiğinde biz de peşinden ilerledik ama neredeyse arabaya binemeyecektik, gazı öyle bir alevlendirdi ki o an masadaki sandığı düşünen tek kişi Işık olabilmişti, son anda uzanıp onu almıştı.
Koza’nın yanına Yankı oturdu, Işık’la ikimiz ise arkaya geçtik.
"Bartu," dedim korkuyla telefona doğru. "Biz sanırım nerede olduğunu biliyoruz, konumu atacağım." Telefonu kapattığımda o evin konumunu bulmaya çalıştım ama ellerim öyle titriyordu ki bunu başaramadım, Işık elimden telefonu aldı fakat o da bunu yapamadı. İkimiz de o kadar büyük bir korku içindeydik ki adımızı bile unutmuştuk.
"Yankı," dedim ve ağlamaya başladığımı fark ettim. "Lütfen Bartu'ya gittiğimiz yeri söyle, lütfen bunu yap. Başaramıyorum," nefesimi verdim, "söyle," ağlamam şiddetlendi, "lütfen bir şey olmasın." Koza aynadan bana baktığında başımı iki yana salladım. "Yalvarırım, hayır, bir kez daha değil. Neden? Aklımı kaçıracağım, neden? İyi görünüyordu."
Yankı telefonunu çıkarıp Bartu'ya o yerin adını verdi, ardından, “Hani benim hep gidip yalnız kaldığım yer vardı ya," diye tarif etti, o an Koza gittikten sonra bile o yokken durmadan oraya uğradığını anladım. "Oraya git, Bartu." Bartu bir şeyler söyledi ama Yankı dinlemeden telefonu kapattı.
Koza gazı daha fazla köklediğinde ellerimi saçlarıma geçirdim ve Işık'ın elleriyle yüzünü kapattığını gördüm. Hepimiz o an farklı şeyler düşündük fakat Koza'nın ne düşündüğünü anlamak imkânsızdı. Nefes bile almıyor gibiydi, son hız ilerlerken sert bir ifadeyle yola bakıyordu. Yankı'nın vücudu kaskatı kesilmişti, kendini suçladığını o konuşmadan bile anlayabiliyordum ama Koza'nın aklından ne geçtiğini çözemiyordum.
"Kendini öldürecek," dedi Işık kısık sesle ve bakışlarım ona döndüğünde daha yüksek sesle ağlamaya başladım.
Defalarca savaştığım, zor anlaştığım, çözemediğim fakat anne şefkatini aldığım Lâl Sarca'nın bu kez öleceğinden söz ediyordu. "Hayır," diye fısıldadığımda kalbimin üzerinde karanlık bir gölge vardı.
"Bu kez başaracak, hem kendini hem Önder'i öldürecek," dedi Işık kısık bir sesle ve o da ağlamaya başladı. Benim gibi hıçkıra hıçkıra değildi, bunun olacağını bilerek ve sanki emindi. "Çünkü son görevini gerçekleştirdi: Koza'yla ikimizin arasını düzeltmeye çalıştı, itiraf etti, onunla da yüzleşti. Bu kez bedelini ödeyecek, hem kendisinin hem Önder'in."
Yankı yavaşça kafasına vurdu, ardından buna sertçe devam ettiğinde, “Aptal," diye fısıldadı kendine. "Aptalsın. Aptalsın. Sen aptalsın."
Arabanın içi cehennem gibiydi ve aklımı kaçıracaktım. Bir savaş kazanmıştık ama kendi içimizdeki savaşlarda mağlup mu olmuştuk? Hayır, yedi kişilik Sokak Nöbetçileri, altı kişi kalamazdı.
Bartu kaldıramazdı, canım Bartu'm bunun acısını kaldıramazdı; bu ikinci kez tekrar edecekti, o birincisinde bile aklını kaçıracak gibi olmuştu.
"Hayır," dediğimde daha çok kendi kendime konuşuyor gibiydim. "Bartu'yla her şey yolundaydı, iyi görünüyordu, çözülemeyecek..."
"İnsan bazen yaşattıklarıyla yaşayamaz," dedi Işık. "Bunu anladım, cümlelerinden anladım, konuşacaktım, halledecektim..."
Koza'nın baskın sesi aramıza girdi.
"Kendini öldürmeyecek." Hepimizin bakışları ona döndüğünde sesinin titrediğini fark ettim, elleri sıkıca direksiyonu kavrıyordu, gözleri kısıktı fakat kendinden emindi. "Bunu yapmayacak."
"Nereden biliyorsun?" diye sordum aynadan yüzüne bakarak. "Bunu daha önce yaptı, bir kez daha..."
"Öldürmeyecek," diye fısıldadı. "Sadece bir yüzleşme istedi ama kendini öldürmeyecek."
"Nereden biliyorsun?" diye bağırdım bu kez. "Bana nereden bildiğini söyle! O çok acı çekiyordu, iyi görünüyordu fakat her zaman iyi olacağı anlamına gelmez. Lâl, hepimizden daha farklı..."
"Kendimden biliyorum!" diye haykırdığında elini sertçe direksiyona vurdu. "Kendini öldürmek istediğinde hiçbir duyguyu tatmamış ve anlamamıştı ama artık tadıyor, bunu yeniden yapmayacak çünkü geride kalanları düşünecek!" Sesi daha fazla titredi. "Düşünmeli!" dedi bu kez. "Bartu'yu düşünmeli, sizi düşünmeli!" Bir kez daha direksiyona vurdu. "Beni düşünmeli çünkü o ölürse kendimi de onunla beraber asla affetmeyeceğimi biliyor! Bunu bana yeniden yapmayacak!" Sesi öyle gür bir şekilde arabanın içinde yankılanıyordu ki defalarca irkildim. "Kendini öldürmeyecek!" diye bağırdı, ardından Yankı'ya baktı. "Öldürmeyecek, değil mi Sonuncu? Öldürmeyecek de."
Araba sağa döndüğünde Yankı sessizdi, hiçbir cevap vermiyordu. Başka bir sokağa döndü, sonra Koza'nın korkuları arabanın hızına yansıdı. Çevremizden geçen araçlar bize korna basıyordu fakat bu umurunda bile değildi.
"Ölmeyecek," dedi Koza bir kez daha. Başını iki yana salladı. "Öldürmeyecek, bunu yapmayacak. Yapamaz, yapmayacak." Sesinde vicdan azabı vardı, bunu duyabiliyordum. Kendisini suçlayacaktı, belki onu affetmediği için, belki de ona son kez sarılmadığı için, bilemiyorum ama o vicdan azabının ağırlığıyla ben ezildim, ağlamaya devam ettim. "Öldürmeyecek," diye fısıldadı ve yol boyunca durmadan bunu tekrar etti. Kulaklarımdan asla silinmeyecek Koza'nın o cümlesi, Lâl için defalarca dua gibi art arda, “öldürmeyecek”leri oldu.
Kısa bir süre sonra bir binanın önünde durdu, Sokak Nöbetçileri'nin evinin olduğu mahalledeydik, burayı tanıyordum. Koza kontağı kapatmadan sadece el frenini çekerek arabadan öyle bir indi ki kapısını bile örtmedi. Peşinden ilerlerken onun adımlarına yaklaşabilecek tek kişi Lâl Sarca'ydı, bunu görebiliyordum. Öyle bir koşuyordu ki az önce annemin yanına gidiyor diye üzerine giydiği beyaz tişört, binanın girişindeki duvara sürtünüp kirlendi. En ince ayrıntısına kadar dikkat ederken şimdi bu umurunda bile değildi.
Cebimdeki telefon çalmaya başladı fakat bakamadım, Yankı Koza'ya yetişti, ardından biz de gittiğimizde eski binadan içeriye girdik ve merdivenleri tırmanmaya başladık. O an, bir kadının evinin kapısından çıkmış, bize baktığını gördüm. Yankı'yı gördüğü an tanıdı, mahallenin sırdaş teyzelerindendi, bunu anlayabiliyordum.
"Bir silah patladı Yankı," dedi sadece. "Çatıda."
Bunu duyan Koza ağzından bir küfür yuvarlayarak merdivenleri ikişer ikişer çıkmaya başladı, peşinden Yankı da koştu ve Işık. Ben öylece kaldığımda aşağıdan adım seslerini duydum, sonra Bartu'yla göz göze geldik, ardından Mutlu'yla. Ağlayarak ona baktım, Bartu beni gördüğü an başını omzuna doğru yatırdı. "Hayır," dedi sadece. Parçalandığını, dağıldığını, yıkıldığını gördüm. "Hayır," diye fısıldadı, sonra o da kaskatı kesildi. "Hayır, Helin," dedi, ayakları bir adım geri gitti sonra, bir adım ileri. "Hayır, olmadı, hayır, Helin."
Başımı iki yana sallayıp ağlamaya devam ettiğimde Mutlu ellerini saçlarına geçirdi ve Bartu, o kocaman adam, sarsıldı, dengesini kaybetti, duvara tutundu. Kapıdaki kadın Bartu'yu gördüğü an onu tanıdı ve acıyla nefesini verdi.
"Lâl," diye bağıran Işık'ın sesini duyduğumda bakışlarımı merdivenin tepesine çevirdim, ardından Bartu yanımdan öyle bir hızla uçup geçti ki Mutlu’yla ona yetişemedik bile. Basamaklar sanki beşe katlandı ve güç benden tamamen uzaklaştı. Son basamaklarda artık ağlamaktan nefes alamıyordum, adımlarımı zor atıyordum.
Birkaç adım daha attığımda aralıklı eski tahta kapıyı gördüm, içerideki kan kokusunu aldım sonra Işık'ın ağlayan sesini duydum. Bartu ve Mutlu içeriye daldığında ben de peşlerinden girdim.
Ve o an dünyanın parçalandığını, artık eskisi gibi olamayacağını hissettim. Kalbim altı parçaya bölündü, altı parçanın her birinde Sokak Nöbetçileri'nin her bir bireyinin adı vardı, Lâl de benim kalbimin bir parçasıydı ve yerdeydi.
Yerler kanla kaplıydı, oluk oluk kan. Öyle bir kan ki mide bulandırıcı. Başımın döndüğünü, o an oraya yığılabileceğimi hissettim. Hatta öyle ki gördüğüm kâbusun gerçekleşme ihtimali aklımı kaçırmama neden olacaktı.
Hayır, altısından herhangi birine bir şey olsa ben artık aynı şekilde nefes alamazdım; bunu o an, yerdeki kanlara bakarken hissetmiştim. Yüzleşmek çok ağır olmuştu. Lâl benim kardeşimdi, Lâl benim annemdi, Lâl benim ne olursa olsun sessiz tarafımdı; onu kaybetme korkusuyla ikinci defa yüzleşmek beni de öldürecekti.
Fakat kâbusum gerçekleşmedi. Evet, biri kalbinden vurulmuştu ama bu kişi, Lâl Sarca değildi.
Önder Sarca, tam kalbinden vurulmuş, gözü açık bir şekilde kapının olduğu tarafa bakıyordu. Hâlâ sandalyeye bağlıydı ama geriye doğru düşmüştü. Dudakları aralıklıydı, gözünde yaş vardı ve kalbinin olduğu yerden gerçek kan akıyordu, gerçek silah, gerçek ölüm.
Önder Sarca ölmüştü.
Tam karşısındaki Lâl, dizlerinin üzerindeydi, elinde bir silah vardı, saçları önündeydi, omzu kalkıp iniyordu ama yüzü görünmüyordu.
"Lâl," dedi Işık bir kez daha ama ona doğru yürüyemedi. Bartu bile hareket edemedi, öylece yerde yatan Önder'in ölü bedenine baktı, sonra Lâl'e, ardından etrafa. Bir nefes verdiğini işittim ama öyle bir nefesti ki hayatından seneler gittiğini anladım.
Koza bir adım attığında ayağına Önder'in kanı bulaştı ama onun yanında, yerdeki kurşunları gördü, tabancadan çıkan kurşunlardı.
Lâl, Önder’le Eus ruleti oynamıştı.
Yankı kaskatı kesilen Önder'in yüzüne bakıyordu ve öyle bir haldeydi ki bir süre sonra ayakta durmakta zorlanıp sırtını duvara yasladı.
Lâl yavaşça başını kaldırdığında kaç dakikadır o halde duruyordu, bilmiyordum ama gözleri direkt Koza'ya kaydı. Silah tutan elini havaya kaldırdığında dudakları aralandı, bir şeyler anlatmak istedi fakat başarısız olduğunda, Koza hiç ummadığım anda Lâl'in yanına çöktü.
Lâl hiçbir şey söylemeden, “Rus ruleti oynadın," dedi Koza. Lâl kafasını salladı. "Bu bir kumardı," dedi ve o an, Koza'nın gözlerinin dolduğunu gördüm. Lâl yine kafasını salladı. "O kaybetti," dedi Koza bu kez. Lâl hiçbir cevap vermedi. Koza kasıldı, silaha baktı, sonra yerdeki kurşunlara. "Sen…" dedi yutkunarak. "Sen kaybettin." Lâl kafasını bir kez daha salladı. "Ama o öldü," diyen Koza, yavaşça elini uzatıp Lâl'in bileğini tuttu, silahı tutan elini havaya kaldırıp sakince silahı aldı. "Sen kaybettin ama o öldü." Lâl yine kafasını salladı. "Hile yaptın." Lâl gülümsedi fakat aynı anda ağlamaya başladı. "Çünkü ölmek istemedin." Lâl yine kafasını salladı. "Hile yaptın, bedeli ona ödettin." Lâl çocuk gibi kafasını salladığında gözyaşları art arda akıyordu. Koza'nın gözünden bir damla yaş aktığında hızlıca sildi, sonra Yankı'ya baktı, Yankı ruh gibiydi, hareket bile edemiyordu.
Lâl yine bir şeyler söylemek istediğinde etrafına baktı, ardından Bartu'yla göz göze geldiğinde bu kez ağlaması şiddetlendi. Utançtan, sevgiden, aşktan, belki de onun yüzünde gördüklerinden ama öyle bir ağladı ki Bartu da yere çöktü; o Koza gibi değildi, ağladığını gizleyemiyordu.
"Kendini suçlama," dedi Koza, Lâl direkt ona döndü. "Önder de hep hileler yapardı, Zeynep. Kumarın hilesiz oynanmadığını o öğretti bize." Koza çöktüğü yerden kalktı, burnunu çekti ve çenesini havaya kaldırdı. Elini öne uzattığında Lâl uzattığı eline baktı. "Eğer ölseydin," dedi, boğazına oturan o yumruyu ben hissettim. "Tek başıma erik ağaçlarını arayamazdım. Beni duydun mu?"
Lâl’in hıçkırıklarla ağlarken vücudumu hissedemiyordum. Bir gün herkes geçmişiyle yüzleşirdi ama Lâl Sarca geçmişiyle çok acı bir şekilde, tıpkı babası gibi yüzleşmek istemişti ve bu kez yaşamayı tercih etmişti; bana sorduğu soruların asıl sebebi buydu ve Önder Sarca'nın en güvendiği çocuğu, gözbebeği, onu katletmişti.
Lâl, Koza'nın ona uzattığı elini tutup ayağa kalktığında Bartu yüksek sesle, “Ne oluyor ulan!" diye bağırdı. "Anlamıyorum!" Yankı duvardan sürtünerek yere çöktüğünde gözlerini Önder'den ayıramıyordu. Üzüntü değildi, acı gibi de değildi, daha çok bir hesaplaşmaydı. Belki de ödeyemediği bir hesaplaşma fakat yutkunmakta bile zorlanıyordu. "Neler oluyor?" dedi Bartu aklını kaçırıyormuş gibi. "Yine hiçbir şeyi bilmeyen Bartu Sarca, değil mi? Yine hepiniz her şeyi biliyorsunuz ama ben bilmiyorum, değil mi?" Lâl'e öfkeyle baktı. "Öldüm ulan," dedi acıyla. "Sen öldün diye az önce öldüm ben, yaşadığımı bile hissetmiyorum şu an." Diğerlerine baktı. "Ne oluyor ulan burada?" Öyle öfkeliydi ki yumrukları sımsıkıydı. "Ne gizleniyor yine benden?"
Işık ve Koza bakıştı, aralarındaki sırlarla, ardından herkes gizledikleriyle birbirine baktı. Hiçbir şeyden haberi olmayan sadece Bartu Sarca değildi, elbet hepimizin bilmedikleri de vardı; o an bunu fark ettik.
"Sanırım," dedi Koza, Işık'ın gözünün içine bakarak. "Bahsettiğin o masaya oturmamızın vakti geldi, Nil." Bana baktı, ardından diğerlerine ve Yankı'ya. Ona bakarken içinin acıdığını anladım, gözlerini kaçırdığında yutkundu. "Sokak Nöbetçileri son kez o evde, yedi kişilik o masaya oturacak," dedi baskın bir sesle. "Ve bu kez, herkes her şeyini ortaya dökecek." Bakışları Lâl'e döndü. "Tek bir sır bile kalmadan."
Karnıma kramp girdi çünkü o yedi kişilik masadan nasıl kalktığımızı hatırladım. Yine Koza'nın hazırladığı bir davetti, o masadan parçalanarak kalkmıştık. Bartu Lâl'den vazgeçmişti, ben yıkılmıştım, Yankı ile Koza yumruk yumruğa girmişti, Işık sırlarıyla sessizliğe gömülmüştü, Mutlu Işık'ın sırlarının altında ezilmişti. O günden sonra zor toparlanmıştık ve şimdi aynısının tekrar edeceğini söylüyordu.
"Bu kez," dedi Işık keskin bir sesle. "Herkes maskesiz olacak çünkü başka çıkış yolumuz yok."
"İstemiyorum," dedi Mutlu bir anda. Herkes ona baktı. "İstemiyorum çünkü o masadan tek parça kalkmazsak bir daha bu tekrar etmeyecek, biliyorum. Toparlanmayacak. Bir daha yedi kişi o masaya oturamayacak."
"O halde toparlanmasın," dedi Bartu, bunu söyleyenin o olması beni şaşırtmıştı. "Çünkü ben de artık eskisi gibi değilim, bu şekilde yaşayamam."
Elim boynuma gittiğinde bakışlarım Yankı'ya döndü, çöktüğü yerden zorlukla kalktığında herkesin yüzüne tek tek baktı. "Tamam," dedi net bir sesle. "Bu kez kartlar tamamen açık, bütün gerçeklerle."
***
Gördüğüm kâbusu anımsadım.
Herkes ölmüştü, herkes ama. Can çekişenler de ölecekti, ben yapayalnız kalacaktım. Bu bana, Sokak Nöbetçileri'ni tanımadan önceki Helin Aktan'ı anımsatmıştı. Onları tanımıyordu, yaşadıklarından bile bihaberdi ve kâbusumda en büyük korkum, artık onlarsız hayatıma devam edeceğimdi. Kâbusumdaki Helin'in aklına kendini öldürmek gelmemişti, eskiden olsa gelirdi ama o an gelmemişti çünkü artık hayata bağlıydı.
Onlarsız yaşamak, yarım nefes almak demek olurdu ama alınırdı; elbet hayata devam edilirdi.
Çünkü büyümüştüm. Büyüdüğümü hissediyordum. Yıkılmayı öğrenmiştim, yıkılıp kalkmayı. Savaşmayı, direnmeyi, düşmeyi, düştüğüm yerden doğrulmayı. Tırmanmayı, tırmanırken canımı yakmalarına rağmen vazgeçmemeyi. Bütün bunları, Sokak Nöbetçileri'ni tanıdıktan sonra fark etmiştim.
Ve şimdi biz, yedimiz, bugün o evde son günümüzdü çünkü artık o ev, sadece acı veriyordu, kötü anılarla doluydu. Güzel anılar da elbette vardı ama duvardaki kurşun izleri bile bize Nadir'i hatırlıyordu; soldaki koltuk Lâl'e başını çeviren Bartu'yu, sağdaki koltuk benim dizlerime gitme diyen kapanan Yankı'yı, bu masa Mutlu'nun bana olan öfkesini, yukarıdaki oda Işık'ın anne olamayışını öğrenişini ve nicesini, merdivenler Koza'nın keyif sigarasını…
Elbette güzel anılar da vardı.
Yine sağdaki koltukta Lâl saçlarımı kurutmuştu, soldaki koltukta Bartu'yla dertleşmiştik, mutfakta Lâl'e sarılmış, Yankı'ya doğum günü pastası yapmıştım. Merdivenlerden Mutlu kostümle inmişti, yukarıdaki Yankı'nın odasında onunla sevişmiştim, banyoda beni öpmüştü.
Fakat bazen, bir ev öyle kötü anılarla dolu olurdu ki güzel anıların üzeri siyah bir çarşafla örtülürdü; derdiniz ki o çarşaf toz tutsun fakat ben bir daha bu eve girmeyeyim. Şimdi, sandalyede otururken tam olarak böyle hissediyordum.
Yedi kişilik yuvarlak masadaydık, yanımda Yankı vardı ve yine, o gün olduğu gibi eli elimin içindeydi.
Yanımda Işık vardı, karşımda Bartu ile Mutlu, Yankı'nın yanında Lâl, çaprazımda Koza.
Bugün, yedi kişi son kez kozlarımızı paylaşmak için oturmuştuk, sırlar ortaya dökülecekti ve son kez hesaplaşacaktık. Son kezdi çünkü bu sefer bir kişi masadan kalkarsa hepimiz farkındaydık, geri dönüşü olmazdı ve biz dağılırdık.
Yankı'nın elimi tutan eli sıkılaştı, parmağı elimin tersini okşadı. Turkuaz gözlerinde büyük bir sevgi, aşk ve minnet vardı; korkuyu göremedim ama tedirgindi. O da benim gibiydi; ne olursa olsun, biz ne kadar kendimize aile desek de dağılma ihtimalimizin tedirginliği içindeydi.
Ve o an biliyordum; bu kadar sırdan sonra o masadan yedi kişi beraber kalkmamız da zordu.
"Ben Sonuncu Sokak Nöbetçisi, Yankı Sarca," dedi hepimizin gözünün içine bakarak. "İlk kurşunu ben atıyor, başlıyorum, sırlarla ve gerçeklerle."
Paragraf Yorumları