logo

20. RANDEVU

Views 384 Comments 3

Bartu Sarca'nın güncesinden...

15.02.2004

Adım Bartu oldu, gerçekten tek bir adım var artık.

Bugün yanakları kırmızı, öfkeli, kocaman gözleri olan bir kız tanıdım. Gerçek adını bilmiyorum ama ona Lâl dediler. Lâl'in anlamı dilsiz demekmiş. O dilsiz değil, gördüm dili var, bana uzattı.

O sadece konuşmuyor, konuşmak istemiyor.

Eli daha kalem bile tutmuyor, okuma yazmayı bile bilmiyor.

Ben ondan büyüğüm, çok büyüğüm hem de. Ona her şeyi öğreteceğim ama çok korkuyor. Benden kaçıyor. Korkacak, kaçacak ne var ki? Ben kötü birisi değilim, bunu öğrenecek.

Bu günlüğü bana verdiler, yaz dediler.

İlk yazdığım Lâl oldu.

Benim Lâl'im oldu.

Elin kalem tuttuktan sonra sen de beni yazacaksın, Lâl.

Ben hep ama hep senin yanında olacağım, hep seninle olacağım, hep seni koruyacağım.

"Birinci Sokak Nöbetçisi, Bartu Sarca"

Herkesin kötü anıları vardı, bunu biliyordum. Yaşadıkları ya da yaşamak zorunda kaldıkları; yaşayamadıkları belki de yaşayamadığı için oluşturdukları pişmanlıkları. Birçok insan geçmişini silmek istediğini söyleyebilirdi hatta unutmak istediğini, geriye dönse o anı tamamen değiştireceğini. Benim böyle değildi. Ben sadece geçmişime gidip kendimi izlemek istiyordum.

Bütün yaşlarımı izlemek istiyordum, bütün gittiğim yolları görmek istiyordum, bütün gerçekleri defalarca tekrar tekrar hatırlamak istiyordum.

Hep kendimin bir adım uzağında olmalıydım. Çünkü beni bu hale getiren insanların yüzleri hafızama kazınmalıydı, yollarıma taş koyanların kendilerini göstermeleri gerekiyordu, bir çocuğun masumiyetini çalanların gözlerinin içine bakmak istiyordum; oluşturdukları kişiyi görsünler diye.

Tuhaftı, öyle tuhaftı ki bu hisleri yeni yeni anlayabiliyordum. Hiçbir zaman intikam duygusuyla kavrulan birisi olmamıştım, bana yapılanların zararları hep banaydı, o insanlar sadece vücudumda bir kanser hücresiydi ve ben hiçbir zaman o insanlardan intikam almak istememiştim.

Şu an ise elime bir silah verseler gözümü kırpmadan beni bu hâle getiren herkesi tam kalbinden vurabilirdim; tam kalbinden çünkü o insanları vurduğum zaman kan akar mıydı, görmek isterdim.

Vicdansız insanları öldürebilirdim ama o insanların kalplerini kanatamazmışım gibi geliyordu.
Onların bir kalbi var mıydı, bilmek istiyordum.

İntikam duygusunu da öfke duygusunu da neden hissetmeye başladığımı anlayabiliyordum çünkü artık o kötü insanlarla aynı odanın içinde değildim. Ruhum artık o kırmızı ışıkla odada değildi.

Nefes almıştım, dışarı çıkmıştım. Diğer odalardan başkaları çıkmıştı, bana gülümsemişlerdi, bana bakmışlardı, bana gerçekten bakmışlardı.

Onlar Sokak Nöbetçileri'ydi; beş odadan çıkan onlardı ve benim altıncı odamın içi, onlarca kötü insanla doluydu.

Sırtımı kapıya yasladım, onlardan gizledim ama o odadan çıkmak bana gerçekleri bağırdı. Ellerimi tuttu Sokak Nöbetçileri, o ellerime intikam duygusunu ektiler. Bak, dediler sanki bana. Çıktığın odadaki insanlar, senin sırtındaki büyük kamburun sahibi. Onlardan kurtul, onlardan kurtulamazsan kendinle hiçbir zaman barışamayacaksın.

Sırtım acıdı kamburumdan çünkü ben o odanın önünden ayrılamıyordum, bir elim her zaman kapının kolundaydı; kaçabileceğim tek yer de yine o odaydı.

Lâl Sarca'nın yatağında otururken aklımdan bunlar geçiyordu çünkü tam karşımdaki mantar panoda Sokak Nöbetçileri'nin fotoğrafları vardı.

Küçüklerdi ama her fotoğrafta gülümsüyorlardı.

Büyümüşlerdi ama yine her fotoğrafta gülümsüyorlardı.

Ben artık onlar gibi olmak istiyordum.

Kendimi bazen kaldırıma oturup onları izleyen küçük bir kız çocuğuna benzetiyordum.

Mantar panonun önünde dururken Lâl'in beni izlediğini biliyordum. Dans ettikten sonra arabaya binip eve geri gelmiştik, Yankı yine işinin olduğunu söyleyip bizden ayrılmıştı. Nereye gittiğini merak etsem de ona soramamıştım, o da açıklama gereği duymamıştı.

Ve Lâl Sarca'yla aynı odada kalacaktım.

İhanetimi tek bilen kişi.

"Burada çok güzelsiniz," dediğimde parmaklarım fotoğraftaki yüzlere dokundu. On beş on altı yaşlarında olmalılardı. Bir okulun önündelerdi, büyük ihtimâl aynı liseye gitmişlerdi. Mutlu'nun saçları kısaydı, alnına kravatını geçirmişti ve önde eğilmiş dilini uzatıyordu. Bartu, elleri cebinde gömleğinin düğmeleri açık tam bir serseri gibi orta parmağını kaldırmıştı. Işık, Mutlu'ya arkadan sarılmıştı, kahkaha atıyordu. Altında minicik okul eteği vardı.

Lâl, Yankı'nın hemen yanındaydı, başı onun omzundaydı ve bakışları hüzünlüydü. Saçları dalgalıydı, altında etek yerine pantolon vardı; parmaklarının arasında da bir sigara, kaldırımda oturuyorlardı. Yankı'nın çalışkan öğrenci olduğu her halinden belliydi, gömleği ve kravatı yerindeydi, eli, Lâl'in omzundaydı, bakışları ise haylaz bir çocuk gibiydi.

Tam arkamda kalmış olan Lâl'in nasıl baktığını bilmiyordum ama bana doğru yaklaştığını hissettim.

Altındaki fotoğrafa doğru ilerledim. Işık ile Lâl beraber fotoğraf çekilmişlerdi. İkisinin de elinde dondurmaları vardı, Işık'ın ağzı yüzü dondurma içindeydi, Lâl ise nefretle Işık'a bakıyordu. Hemen altındaki fotoğrafta Mutlu'yla Işık baş başaydı, birbirlerine dil uzatıyorlardı.

Bir sonraki fotoğraf gülümsememin genişlemesine ama kalbimin sıkışmasına neden oldu.

Yankı kocaman turkuaz gözleriyle kameraya bakıyordu, eliyle kamerayı kapatmaya çalışıyordu ve hemen arkasındaki Lâl gülümsüyordu.

Bir fotoğrafta Yankı, yalnız başına kitabını okuyordu, gizli gizli çekilmişti. Başka bir fotoğrafta bilgisayarın başındaydı, başka bir fotoğrafta gözleri dalmıştı. Başka bir fotoğrafta direkt olarak kadraja bakıp gülümsemişti. Diğerlerinin de tek tek fotoğrafları vardı ama nedense Yankı'nın fotoğraflarında daha ayrı bir ruh vardı.

"Bu Yankı mı?" dediğimde küçük bir erkek çocuğun fotoğrafına dokundum. "Gözleri masmavi!"

Lâl, hızlı bir şekilde elimi fotoğrafın üzerinden çekti ve bakışları bana döndüğünde kaşlarının çatık olduğunu fark ettim. Başını olumsuz anlamda iki yana salladığında onu rahatsız edenin ne olduğunu anlayamıyordum.

"Üzgünüm," dediğimde mantar panodan yavaşça uzaklaştım. "Canını mı sıktım? Özeline girmek istemezdim."

Lâl'in gözleri beni ağır ağır takip ederken en sonunda çift kişilik yatağa çarptım. Bana bakıyordu ama bir şeyler düşündüğü de ortadaydı. İkimizin de hâlâ alkolün etkisinde olduğumuzu biliyordum fakat o neşemiz kalmamıştı aksine daha berbat bir hale gelmiştik. Saatler sonra itirafımın ardından baş başa kalmıştık, bana söyleyeceklerinden ya da söylemek istediklerinden ödüm kopuyordu.

Birkaç dakika sonra Lâl hızlı adımlarla giysi dolabının yanındaki kitaplığına yürüdü ve oradan bir defter çıkardığında yüzüme doğru döndü. Adımları oturduğum yere yöneldiğinde elindeki defteri tanıyordum, ondan çaldığım günlüktü.

"Lâl," dedim kuru bir sesle. "Bu konuyu konuşmak için ikimiz de doğru bir kafada değiliz."

Az önceye zıt bir şekilde ağır adımlarla benim önümde durduğunda günlüğünü kaldırdı, bana doğru uzattı. Ne demek istediğini anlamıyormuş gibi bir ona bir günlüğüne bakarken yanıma oturdu, günlüğünün ilk sayfasını açtı, kucağıma koydu.

"Okumamı mı istiyorsun?" diye sordum şaşkınlıkla. Başını aşağı yukarı salladı, gözlerini gözlerimden bir an olsun ayırmıyordu. "Neden?" dediğimde bakışlarım günlüğe kaydı. Pencereden dışarıya doğru baktı daha sonra oturduğu yerden kalkıp yine o kitap dolabını yürüdü. Birkaç saniye sonra elinde Yankı'nın bana verdiği günlükle geldiğinde amacını anlamıştım. "Çünkü," diye mırıldandım. "Sen benim geçmişimi okudun, ödeşmek istiyorsun."

Beni onaylamadı ama asıl olanın bu olduğunu biliyordum. Ona karşı gelmeli miydim? Geçmişinden uzak durmalı mıydım? Ne yapacağımı bilemeyerek günlüğünü boş gözlerle izledim sonra derin bir nefes vererek, “Bunu gerçekten istiyor musun?" diye sordum fakat biliyordum, Lâl bunu istemese asla yapmazdı.

Her geçmiş, kendi içinde koyu ve açık renkleri taşırdı. Onun geçmişinin hikayesinin en koyu renklerden oluştuğuna emindim, canımı çok yakacağını da biliyordum ama Lâl Sarca'yı bilmek istedim, gerçekten görmek istedim.

Yutkunarak günlüğünü havaya doğru kaldırdım ve satırlara baktım. Yeni yazılmıştı, bu ortadaydı ama tarih çok çok öncesini gösteriyordu, Sokak Nöbetçileri'yle tanışmasından bile öncesini.

"Tarih iki bin üç," diye mırıldandım. "Günü yok." Bakışlarım ona kaydı. "Çünkü hatırlamıyorsun." Lâl, gözlerini günlüğünden ayıramıyordu sanki her ne okuyacaksam, okuduğum ana geri gidecekti.

Bakışlarımı yine günlüğe doğru çevirdim, parmaklarım satırların üzerinde gezinirken sesli bir şekilde, “Bugün, geçmişimdeyim," diye mırıldanarak okumaya başladım. "Bugün tek katlı evimizdeyim. İki oda var, ben küçüğündeyim. Rutubet kokusunu alabiliyorum, duvarlardan yağmur yağdığı için hâlâ sular damlıyor. Kış bitsin istiyorum çünkü üşüyorum. Yanımda küçük erkek kardeşim var, bugün üçüncü yaşına giriyor. Onun doğuştan omurilik felci var, yürüyemiyor. Kış bitmeli çünkü erkek kardeşim üşüyor, üşümemesi gerekiyor."

Nefesimi verdim, gözlerimi yumdum sonra okumaya devam ettim. "Annem, diğer odada bir adamla yatıyor. Bağırıyorlar, inliyorlar. Neler olduğunu anlamıyorum. Kardeşim o sesleri eğlenceye çeviriyor, ellerini çırpıyor, ben ona eşlik ediyorum. Elimde küçük bir kek var. Karşı evimizdeki Remziye teyzenin çamaşırlarını astığım için bana para verdi, ben de kardeşime o parayla doğum günü pastası aldım. Üzerine erimiş bir mum diktim, dilek dile dedim ama onun aklı bunlara ermiyor."

Lâl'in kesik nefesleri beni günlükten uzaklaştırdı, bakışlarım ona döndü. Vücudu hafifçe titriyordu, omuzları inip kalkıyordu, gözyaşlarına direniyordu. O benim gibi değildi, bunu biliyordum, ağlamak onun için son seçenekti. "Lâl," dedim soluk bir sesle. "Devam etmeyelim." Kafasını art arda iki yana sallayıp günlüğe dokundu, okumamı işaret etti.

Birkaç saniye onun yüzünü izledim, yapboz parçaları gibi dağılan gücünü gördüm ama daha fazla devam edemeden yine günlüğe döndüm. "Ben kardeşim yerine dilek diledim, dedim ki, onun güzel bir hayatı olsun, hep mutlu olsun, kaderi güzel olsun. Gözlerimi kapattım sonra o mumu üfledim, kardeşim sevinçle ellerini çırptı. O anda evimizin zaten kırık olan kapısı sertçe açıldı."

"O geldi. Keskin nefeslerinden tanıdım, her zamanki öfkesini hissettim. Kardeşimi arkada bırakıp kapıya doğru yürüdüm sonra delikten onu izledim." Anısı beni kendi anılarıma götürdü, kırmızı ışıklı odadayken durmadan delikten korkuyla adımları izlerdim, küçücük bedenimle açılmaması için direnirdim.

"Babamı çoğu zaman kapı deliğinden izlerdim çünkü kapı deliğinden izlediğimde daha zararsız görünürdü, daha az korkutucu olurdu. Daha az canımızı yakardı."

Devamını okuyabilecek cesaretim yoktu, bunu hissedebiliyordum ve sessizliğe gömüldüğümde artık o odanın içinde Lâl'in çocukluğuyla beraberdim. Kendime biraz süre verdim, o kapı deliğinden sanki izlerken gözlerimi kapattım. Eli kolumu tuttu, devam etmem için sıktı.

"Babam sinir hastasıydı. Annemde ise yanlış giden bir şeyler olduğunu o yaşımda bile hissederdim ama anlayamazdım. O gün kapı deliğinden izlerken hissettiklerim korkutucuydu, şimdi ise her şeyi anlıyorum. Babam, annemle yataktaki o adamın yanına yürüdü. Kızması gerekirdi, diye düşünüyordum ama kızmamıştı. Adam, altında bir şortla sandalyeye oturmuş sigarasını içiyordu ama annemi göremiyordum. O iyi miydi? Babam, anneme dedi ki, üzerini giyin. Adam ise babamın eline tomar para tutuşturdu."

"On dakika sonra adam evimizden çıktı gitti, yüzünü göremedim ama ellerini hatırlıyorum. Kocaman elleri vardı, ellerinin tersi kıllarla kaplıydı. Annem görüş açıma girmişti. Mutfak masasına oturmuştu, babamın uzattığı sigarasını dudaklarının arasına yerleştirmişti ve içiyordu. Saçları dağılmıştı, gözleri baygın bakıyordu. Demişti ki, Halit, ben artık katlanamıyorum. İlaçlarım nerede? Sigara artık bana yetmiyor." O an annesinin ve babasının uyuşturucu bağımlısını olduğunu anlamam ve idrak etmem saniyelerimi almıştı ama anlamıştım, keşke anlamasaydım.

"Halledeceğim, demişti babam da sonra başını çevirip bizim kapıya doğru bakmıştı, o an bile kapı deliğinden beni görecek diye ödüm kopmuştu, titremiştim. Çocuklar, demişti bizim için. Fazla yük oluyorlar." Kafamı iki yana salladığımda gözlerimin dolmaya başladığını hissedebiliyordum. "Daha fazlasını istiyorsan birisinden vazgeçmemiz gerek. Çocukları olmayan binlerce aile var. Birisine verelim. Erkek olanı değil, kız olanı verelim. Erkek büyüyünce namımı sürdürür, hem felçli bir çocuğu kimse istemez."

Lâl'in daha yüksek nefesini duyduğumda gözleri dolu dolu günlüğü izlediğini gördüm; yaşlar düşmemek için direniyordu ama oradaydı, asılmıştı, her an kendilerini feda edeceklerdi.

"Annem cevap vermemişti bir süre. Sonra çocukları mı satacağız, diye sormuştu. O kadar da değil Halit, diye devam etmişti. Bu bile bana yetmişti, kapı deliğinden izlerken gülümsemiştim, annem bizi korumuştu."

"Sonra tartışmaya başlamışlardı. Her gün olduğu gibi yine tartışmaya başlamışlardı. Annemin bir yarası kapanmadan başka bir yarası açılıyordu. Paramı ver, diyordu babama. O benim hakkım. Babam vermek istemiyordu. Sesleri yükseldi sonra babam defalarca kırılan ama defalarca yapıştırdığım tahta masayı itekleyip yere düşürdü, annemin üzerine yürümeye başladı. Annem geriye doğru giderken sigarayı yüzüne doğru attı, çığlık atmaya başladı. Gözlerinin altı daha fazla morarmıştı ikisinin de dudakları daha fazla kurumuştu."

"Babam annemin yüzüne sert bir tokat attı sonra başka bir tokat daha. Ona küfürler etti, başını tutup arkasındaki duvara çarptı, annem yere düştü ama çığlık atmaya devam etti. Komşuların kapılarının sesini yine duydum ama hiçbiri yine kurtarmak için gelmedi. Babam yerde yatan annemi tekmelemeye başladı, annemin üzerindeki beyaz sutyeni kanla kaplandı."

Yanımda Lâl titriyordu, o titriyordu, ben titriyordum. Gözümden yaşlar düşmeye başladığında bakışlarımı ona çeviremiyordum, ağlarken kendini göstermekten hoşlanmadığını düşündüm ama kendi yaşlarımı da durduramıyordum.

"Kapı deliğinden bakmayı bıraktım, kapıyı açtım ve ona baba diye seslendim. Bugün yapma, bugün Hüseyin'in doğum günü. Babam başını çevirip bana bakmıştı, o kadar kötü görünüyordu ki korkudan yere düşecek gibi olmuştum ama yine de ona doğru yürüdüm, annemin önüne geçtim. Para lazımsa ben kazanırım, demiştim. Bu yüzden dövme onu. Beni hiçbir zaman anlamazdı, önemsemezdi, o anda da anlamadı ve hiç düşünmeden diğer günlerde olduğu gibi dövmeye başladı beni. İlk önce ellerime vurdu sonra yüzüme. Beni iteklediğinde yere düştüm ama annemin önüne geçtim. Babam tekme attı. Benim de geçmeyen yaralarıma yeni yaralarım eklendi."

"Sonra hep yaptığını yaptı, aldı sigarayı üzerimde söndürdü. Hep bunu yapardı. Karnımda söndürdü bu kez. Dakikalardır bağırmasam da o an çığlık attım. Kardeşim odadan sürünerek çıktı, masmavi gözlerini bize dikti. Annem yattığı yerde çırpındı, artık o aklını kaybediyor gibiydi. Dışarıdaki insanların konuşmalarını duyabiliyordum. Babam durmadı, küfürler savurarak beni dövmeye devam etti ama annemi korudum."

Lâl, karnını açtı, benim ona bakmamı istedi ve gözlerim karnına döndüğünde sigara yanıklarının izlerinin gördüm, bir tane değildi; defalarca tekrar etmişti babası. "Lâl," dedim hıçkırarak. "Çok üzgünüm, çok üzgünüm. Keşke seni o andan kurtarabilsem."

Karnını kapattı, yere baktı ve ağlamaya devam etti, içim acıdı ağlarken bile sesi çıkarmıyordu. Onun yerine çığlık atmak istedim. Sesini duyuyordum sanki, o geçmişinde bana sesleniyordu. Hiç duymadan onun sesini işitebilmem normal miydi?

"Kardeşim sürünmeye devam etti, ona gelme diye bağırdım, annem gülmeye başladı, babam küfürlerine devam etti. Ben ağladım. Annem, duvarları yumrukladı, ben yardım edin diye haykırdım, babam saçlarımı tutup beni sertçe yere attı. Kardeşim çığlık atmaya devam etti. En sonunda komşular kapıyı açtılar, babama seslendiler ama onu üzerimden almadılar, Remziye teyze geldi, umutla ona baktım, Hüseyin'i gösterdim. Onu buradan al, diye bağırdım. Sadece Remziye teyze kardeşimi kucağına aldı, benim kurtaramadı."

"Onlarca kişi eve girdi, annemi o halde gördüler, beni o halde gördüler, ailemi gördüler. Acıdılar, acıyan gözleriyle izlediler ama kimse gelip bizi yerden kaldırmadı, yakınlaşırlarsa mahvolacaklarını, yanacaklarını sandılar. Biz o gece zaten mahvolduk. Bu son beraber mutsuz aile tablomuzdu, sonrasında her şey daha da kötüleşti."

Daha fazla dayanamayarak günlüğü kapattım ve yere atarak Lâl'e döndüm. Başı yerde, elleri kucağında öylece yere düşen günlüğe bakarken yaşlar yanaklarından süzülmeye devam ediyordu. Bir an bile düşünmeden hıçkıra hıçkıra ağlayarak onu omuzlarından tutup kendime çektim ve sıkıca sarıldım. "Lâl," dediğimde nefesim kesiliyordu. "Kurtuldun." Dudaklarımdan bu kelime döküldü, başka hiçbir şey söyleyemedim. "Büyüdün," diye devam ettim sonrasında. "Geçti, o zamanlarda kaldı."

Bana sarılmadı, elleri kucağında kaldı ama başını omzuma yasladığında daha fazla titredi, daha çok ağladı. Parmaklarım saçlarını okşamaya başladığında ikimiz de hâlâ geçmişte gizlenmiştik. Ben o evde kapı deliğinden onları izliyordum, Lâl, kırık masanın arkasındaydı.

Onu artık daha net görebiliyordum ve Yankı'nın Bartu'yu sevemeyeceğini söylemesinin nedenini daha iyi anlıyordum. Bartu, öfkeliydi, hırçındı, sinirliydi. O Lâl'in kötü anılarında gizlenen babası gibiydi.
Lâl, korkularıyla yaşamaya devam eden bir kız çocuğuydu.

Günlüğü almak istedi ama onu engelledim. "Şu an değil," diye soludum. "Sonra okuyacağım devamını, söz ama şimdi değil. Gerçekten değil." Başımı yasladığım yerden çektim sonra yüzünü ellerimin arasına aldım; parmaklarımla yaşlarını sildim. "Biliyorum çok korkuyorsun," dedim. "Bazen kendini hâlâ o zamanda hissediyorsun, çok korkuyorsun, yine aynı şeyler olacak sanıyorsun ama geçti. Artık o zamanda değilsin."

Ellerini havaya kaldırdı, bildiğim işaret diliyle, “Ben o geçmişle yaşamaya alıştım," dedi sonra devam etti. "Ama geçmedi. Senin de geçmedi. Hâlâ acıyor."

"Biliyorum," dediğimde omzumu indirip kaldırdım sonra acıyla gülümsedim. "Ama yine de geçmiş gibi davranıyoruz değil mi?" O da gülümsediğinde birbirimizi izledik. Onda bulduğum anne sıcaklığının çocukluğundan geldiğini artık görebiliyordum, kapı deliğinden izler gibi.

Oturduğum yerden kalktım sonra yatağın çarşafını kaldırıp onu yavaşça yatağa yatırdım. Üzerini örttüğümde yanına oturup önüne gelen saçları itekledim. "Biliyor musun," dedim gülümseyerek ama hâlâ yaşlar akıyordu. "Ben senin sesini duydum artık biliyorum. Konuşmana gerek yok, Lâl."

Lâl, bu söylediğimden sonra daha fazla ağladı, gözlerindeki yaşlar akmaya devam etti. "Gözlerini kapat," dedim. "Hadi," diyerek gözlerimi kıstım. "Bir iki üç, dediğimde uyuyacağız." Yan bir şekilde ben de yanına uzandım. "Bir, iki," nefesimi verdim, "üç."

Lâl, gözlerini kapattı ama ben kapatmadım; onu izlemeye devam ettim. Uyumasını bekledim, kesik nefesleri devam etti, bir süre daha gözlerinden yaş geldi ama sonunda düzenli nefeslere dönüştüğünde ve yüzündeki acı uzaklaştığında ben ağlamayı da durduramadım, buna da devam ettim.

Kendim için, onun için, bildiklerim için ve bilmediklerim için.

Canımı yakan her şey için ağladım ve onun kardeşi için tuttuğu dileğini, ben onun için diledim.

"Lâl," dediğimde çoktan uyumuştu. "Kardeşim. Kaderinin başı kötü çizildi, sonrası güzel olsun. Güzel bir hayatın olsun, hep mutlu ol."

***

Çok kötü bir kâbusun içinde olduğumun farkındaydım ama zihnim sürekli bu kâbusu reddettiğinden ötürü, içinde bulunduğum durumdan bile kaçtığımı anlayabiliyordum. Gökyüzünün üzerinde ateşler vardı, yeryüzü ise buzullarla doluydu. Benim ayaklarımın altına dikenler batıyordu, kan değil, zehir akıtıyordum.

Dışarıdan gelen sesleri duyabiliyordum, bu sesler herkese aitti ama en çok Lâl'in hiç duymadığım sesiydi.

"Helinski!" İşte bu ses Mutlu'ya aitti ve emindim, onlar benim kâbusumun içinde değildi. "Bugün düğün günün kalkman gerekiyor!" Üzerimdeki çarşafın çekildiğini hissettiğimde inleyerek tekrardan çarşafı almak istedim, uyanmıştım ve kâbus pençelerini benim üzerimden çekmişti.

"Ya," dedim homurdanarak. "Uyumak istiyorum, biraz daha." Kaşlarım çatıldı. "Kim evleniyor?"

"Düğün öncesi damadın kardeşiyle yatan kişi kim bu evde?" Homurdanarak bir daha çarşafı çekti. "Ayakkabının altına isimlerimizi yazacaksın daha." Anlamayarak yüzümü buruşturdum, omuzlarımı sarstı. "Seksi, kalksana! Bugün Yankı'yla evleniyorsunuz!"

Gözlerim hızlıca açıldı, iri gözlerle üzerime eğilmiş Mutlu'yla Işık'a baktım sonra yanımda şiş gözlerle oturan Lâl'i gördüm; onu da uyandırmışlardı.

Kâbusun verdiği etkiyle ürkek gözlerle onları izledim. "Ne evliliği," diye soluduğumda kendimi toparlayamamıştım. "Kimle kim? Ben ve Yankı? Nerede? Ne zaman?" Üzerime başıma baktım.

Mutlu, kendi kendine söylenerek perdeye doğru ilerledi sonra sertçe açıp, “Türk filmlerinde erkeklerle yatıp gecesinde her yerini gösterdikten sonra sabahında çarşafla üzerini kapatan saçma kadın karakterler gibi olmaktan vazgeç," diye tek nefeste homurdandı. "Kalk o yataktan, hemen!"

Işık gözlerini kocaman açıp, “Yuh," dedi. "Bu cümleyi nasıl tek seferde söyledin?"

"Tabi siz damatlar tarafından size emanet edilen kadınlara, her bakımdan yetersiz gördüğünüz ikizinizin nedimelik etmesine şiddetle karşısınız ama." Çenesini havaya kaldırdı. "Bihter Ziyagil içimde, Firdevs Yöreoğlu akıl hocam, kendine gel."

Zamanın, olayların, gerçeklerin varlığına yeni yeni erişebiliyordum. Çarşafı üzerimden iteklediğimde, “Yankı," diyerek Işık'a baktım. "O nerede? Saat kaç?" Yataktan zıplayıp bir ileri bir geri yürüdüğümde güneş aşağıya doğru inmişti, öğleden sonra olmalıydı.

"Tam elli yıldır uyuyorsun," dedi Mutlu öfkeyle. "Artık uçan arabalar var, uçan insanlar, ışınlanma filan. Her şey havalanıyor Yankı'nın çükü hariç. Adam çürüdü çürüdü."

“Yankı nerede?” diye sordum bir anda.

Mutlu, Işık'a ters bir bakış atıp önüme geçti. Lâl, dizlerinin üzerinde yatakta durmuş bizi dinliyordu. "Bugün evleniyorsunuz Yankı'yla." Ona yine iri gözlerle baktım. "Yani evliliğe ilk adım. Bugün randevun var seni suratı panda..." Lâl ile bana ters bir bakış attı. "Siz dün gece ne yaptınız?"

Bakışlarım ona döndüğünde ikimizin de saçının başının dağınık olduğunu, yüzümüze yaptığımız makyajların ağladığımızdan ötürü dağıldığını, yüzümüzün balon gibi şiş olduğunu fark ettim. Berbat görünüyorduk, yorgun görünüyorduk ama hafiflemiştik de.

"Uzun türk filmi bakışması," dedi Mutlu. "Gerçekten Yankı, kardeşinin yatağında bu şekilde yakalandığını bilse o randevuya gelir mi?" Omuzlarımı bırakıp kollarını önünde bağladı. "Ve ben sabahtan beri sizin için bu kadar çabalarken..."

"Uyduruyor." Işık, gülmeye başladı. "Amacı sadece sizi öpüştürmenin alt yapısını oluşturmak. Yankı'yı evden kovdu, damat tıraşı olmalıymış. Mutlu öyle dedi. Bir de gerçek bir randevu olması için tam saatinde gelip seni evden alacak. Heyecanlanmanı istiyor."

Bugün Yankı’yla randevumuz vardı, bunu bir anlık unutmuştum ve şimdi hatırladığımda…

"Yankı bunu kabul etti mi?" dedim aynı ifadeyle. "Yani damat tıraşı kısmını..."

"Yok o kadar da değil." Mutlu sırıttı. "Ama biliyorsun, Yankı'nın hep dağınık saçları vardır, git şu saçlarını düzelt, üzerine şık bir şeyler giyin dedim. Bakalım neler yapacak Papağan Jack'im…"

"Onlar da Bartu'yla alışverişe çıktılar..." Işık düşünüyormuş gibi gözlerini yukarıya dikti. "En azından Bartu öyle söyledi, bilmiyorum."

Bir yanım aşırı heyecanlı, aşırı hevesliydi fakat bir yanımda da dünün verdiği şiddetli bir sızı vardı. Lâl'in nasıl hissettiğini anlayamıyordum, bakışları sabitti Yankı ve benim hakkımda hep böyle oluyordu ama bir kere olsun bana destek çıkmasını istemiştim, bir kere olsun bizim için gülümseyebilirdi.

"Bu hiçbir şeyden anlamayan iki öküze 'şık' dedim diye abartmasınlar," dedi Mutlu gözlerini devirerek. "Smokinle hamburgerciye giden Yankıtu Sarcaios mu?" Kafasını iki yana salladı. "İşte bunu kaldıramayız."

"Yok daha neler." Işık kıkırdıyordu, keyfi yerinde görünüyordu. Ya Mutlu'yla aralarındaki problemleri halletmişlerdi ya da Murat Can'la bir arada olmanın başka bir yolunu bulmuştu.

"Bir şey itiraf edeceğim," dedi Mutlu ve bakışları bana döndü. "Ama bunu Yankıtu'ya söylersen turkuaz külot partisine Yankı'nın çıplak fotoğraflarını dökerim, haberin olsun."

Devamında her ne gelecekse merakla gözlerimi açıp, “Söylemeyeceğim," dedim. "Hem sende onun çıplak fotoğrafları mı var?"

"Yok da çekerim," diye mırıldandı sonra bakışlarını kaçırdı. "İstersen sana da gönderebilirim, Helinski."

"Mutlu sen sapıksın, bunu biliyorsun değil mi?" Işık kafasını sallayarak tespitini söylediğinde ben de onu hırsla alkışladım.

"Vay," dedi bana doğru. "Söylemiyorum o zaman."

Hemen durup kolunu kavradım. "Tamam tamam, söyle. Dinliyorum."

Mutlu'nun zaten söylemek istediğini biliyordum sadece ısrar istiyordu. Birkaç saniye duraksadıktan sonra eğilip kısık bir sesle, “Yankı'yı odasında yakaladım," dedi. "Bir şeyler izliyordu hem de çok dikkatli, çok çok dikkatli."

İlk önce sustuk sonra, “Yuh," dedim yüksek bir sesle. "Porno mu izliyordu? Neden?"

Mutlu'nun kaşları çatıldı sonra omzumdan itekledi. "Porno mu dedim seksi kafa," diye inledi. "Hem porno izlemenin nedeni mi olur?"

"O zaman ne?" diye sordu Işık. "Çatlatma da söyle."

Mutlu, gülümseyerek biraz daha eğildi. "Romantik komedi filmi," dedi. "Bilgisayardan açmış izliyordu, yüzünü görmeniz lazımdı. Kendini gülmeye zorlayan ama tuvaleti gelmiş bir maymun gibiydi."

Ellerimle ağzımı kapatıp gülmeye başladığımda, “Şaka yapıyorsun," diye bağırdım. "Seni gördü mü?"

"Evet, görmez olur mu?" diye kendinden emin bir sesle devam etti. "Bana dedi ki 'Romantik Komedi filmlerinin detaylarını çözmeye çalışıyorum, zekâsını anlamaya çalışıyorum' ve ben de dedim ki 'Yok amına koyayım benim de çüküm konuşabiliyor, abartma sen de lider Yankıtu' İyi demiş miyim?"

"Her şeye bir nedeni var," dediğimde kollarımı önümde bağladım. "Gerçekten romantik komedi filmlerinden zerre hoşlanmıyor değil mi?"

"Hoşlanmıyor," dedi Mutlu ve Işık aynı anda.

"Ama o filme gidiyor."

"Gidiyor," dediler yine.

"Ve benimle," diye devam ettim.

"Ve seninle," dediğinde Mutlu gülüyordu.

"Benim yüzümden buna katlanacak çünkü bunu istiyor," dediğimde kurduğum cümle gerçeklere ilk defa apaçık bakmama neden olmuştu. "İnanamıyorum. Benim için katlanıyor."

"Günaydın Helinski, Bartu güneşi çüktükten sonra gün de aymamaya başladı bize, doğru," dedi Mutlu sonra bir anda arkama geçip sırtımdan beni iteklemeye başladı. "Şimdi doğru duş alıyorsun sonra hazırlanıyorsun, zevksiz ikizim sana kıyafetler verecek."

"Benim kıyafetlerim var," dediğimde banyoya doğru sürükleniyordum.

"Senin de biraz daha şık olman gerekiyor." Işık da Mutlu'nun tarafındaydı, aynı yolda yürüdükleri nadir anlardan biriydi.

Mutlu beni banyoya iteklediğinde ve arkamdan kapıyı kapattığında aynayla bir kez bile temas kurmadan duşakabine doğru ilerledim ve suyu açarak üzerimdeki geceden kalma kıyafetleri çıkardım. Sonrasında buz gibi suyun altına girdiğimde başımın ağrıdığını yeni yeni fark edebiliyordum. Yorgun vücudum soğuk suyla kendine gelirken bir süre bekledim ardından üşümeye başladığımda sıcağa getirdim.

Yarım saat sonra duş almam bittiğinde üzerime bana ait olan bornozu giyip banyodan çıktım. Yürümeye başladığımda Işık karşımda dikildi. Korkuyla nefesimi verdiğimde, “Sakin," dedi ellerini kaldırarak. "Sadece yardımcı olmak istiyorum."

Başımı salladım, beraber onun odasına hızlı bir şekilde geçtik. Yatağın üzerinde dört farklı çeşit kıyafet vardı, üç farklı çeşit de ayakkabı. Gülümseyerek kıyafetleri göstermeye başladığında bana kırgın olup olmadığını anlamaya çalışıyordum, bakışlarım sadece onun gözlerindeydi.

"Işık," dedim utançla. "Dün geceni mahvettim değil mi?"

Elindeki kıyafetlerle öylece bana bakıp, “Sen mi?" diye sordu. "Neden?"

"Tuvalette içmemiz, sarhoş olmamız, seni yalnız bırakmamız..." Bakışlarımı kaçırdım. "Ben gerçekten o kadar içtiğimin farkında bile değildim..."

"Çok sarhoştunuz Lâl ve sen," dediğinde yüzünde alaycı bir ifade vardı. "Öğrenmek istediğin sana kızgın olup olmadığım ise evet sana kızgınım ama nedeni beni yalnız bırakmanız değil, beni o tuvalet partisine çağırmamanız."

"Ah," dediğimde gülümsedim. "Sen Murat Can'ı kendine âşık etmekle meşguldün o sırada. Sahi sonuç ne? Bizimkilerden şikayetçi olacak mı?"

Kafasını olumsuz anlamda iki yana salladı sonra kapıya doğru bakıp, “Mutlu kapının önünde bizi dinliyor," diye fısıldadı. "Bu yüzden sessiz konuş." Başımı aşağı yukarı salladım. "Murat Can, onlardan şikayetçi olmayacakmış," diye devam etti fısıldayarak. "Sabah konuştuk. Kardeşlerin istediklerini yapabilirler, ben senden vazgeçmeyeceğim, dedi." Dudaklarını büktü. "Arkadaşının burnu kırılmış, onu zor ikna etmiş o kadar." Ardından sesini yükseltti, Mutlu'ya rol yaptı. "Ne Murat Can'ı? Cehennem dibine kadar yolu var, korkağın teki!"

Nefesimi tutup gözlerimi açtığımda, “Sanırım o adamın burnunun nasıl kırıldığını biliyorum," diye mırıldandım.

"Dün hakkında neler hatırlıyorsun?" diye sordu ve normâl ses tonuna döndü. "Çok sarhoştun."

"Hiçbir şey unutmadım aslında," dediğimde elindeki kıyafetleri üzerime doğru tutuyordu. "Yankı'nın bana sinema biletlerini verdiğini anı hatırlıyorum, Mutlu'nun Murat Can'ın omzuna çıktığı anı, Bartu'nun adama tasma takmasını, Yankı'nın sarışın adamın burnunu kırmasını..."

"Ne?" dediğinde dehşetle gözlerini açtı. "Onun burnunu Yankı mı kırdı? Ben Bartu sanıyordum. Neden?"

Dudaklarımı ısırıp utançla başımı önüme eğdim. "Eğer kafam güzel diye yanlış anlamadıysam adamın bana yiyecekmiş gibi baktığından söz etti," dedim. "Kimse bana öyle bakamazmış. Yankı her zaman ortalığı toplayan değil mi? Onun şiddete başvurmasına çok şaşırdım."

Işık, eliyle ağzını kapatıp şaşkın gözlerle bir süre beni izledi sonra nefesini verdiğinde sesine şaşkınlık bulaşmıştı. "Yankı'nın bunu yapması için gerçekten canının sıkılmış olması gerek," dediğinde imalı bakışları üzerimdeydi. "Ve sıkılmış. Seni kıskanmış anlaşılan."

"Ne?" dediğimde kaşlarımı kaldırdım. "Kıskanmak mı? Ama o dedi ki 'Liderin olarak lan liderin olarak!'"

Işık, işaret parmağını şakağıma birkaç defa vurdu. "Sen bazı konularda fazla saf oluyorsun," dedi. "Kardeşimin gerçeklerini ortaya dökmek istemiyorum ama sana sadece tek bir şey söyleyeceğim, iyi dinle." Gözlerimin içine baktığında temkinliydi. "Hepimizin farkında olduğu bir durum var. Sen Yankı Sarca’yı değiştirdin, iyi anlamda. Onu artık tanıyamıyoruz." Kaşları çatıldı. “Eskiden nasıldı, diye sorma. Bunu sana doğru kelimelerle anlatamam ama net bir şey söyleyebilirim; senden sonra daha sık gülümsüyor ve gerçekten bakışlarında huzur var.”

“Ya,” dediğimde benden öncesini daha çok merak etmiştim fakat bunu gerçekten de sorgulayamazdım.

"Her neyse," deyip elindeki siyah uzun kollu tulumu havaya kaldırdı. "Bunu giyinebilirsin, çok yakışır sana."

Tulum hem spor, hem şıktı ve rahat görünüyordu. Göğüs dekoltesi V şeklinde geliyordu, omuzları dikti. Askıda durduğu gibi ben de durur muydu bilmiyordum ama karşı gelmeyerek başımı sallayıp tulumu elinden aldım. Işık ise başka hiçbir şey söylemeden beni giyinmem için odada tek başıma bıraktı.

Onun arkasından Işık'ın makyaj aynasında kendimle yüzleştim. Yüzümdeki makyaj tamamen temizlenmişti fakat ağladığımdan ötürü gözlerim şişmişti. Ekip'in yüzümde bıraktığı yara izleri geçmek üzereydi, kızarıklıkları kalmıştı. Kabukları dökülmüştü, morluklar sarılaşmıştı.

Bornozu yere bırakıp yatağın üzerindeki yeni iç çamaşırlarını elime aldım. Siyah, dantel bir takımdı. Kaşlarım çatıldı, bunun nedense Mutlu'nun fikri olduğu düşüncesini aşamıyordum ya da Yankı'nın? Yutkunarak iç çamaşırlarını giymeye başladım ve utandığımı hissettim. Randevunun ilk günü neler olurdu? Eğer önümde bir bilgisayar açık olsaydı bunu araştırırdım.

Işık'ın bana verdiği tulumun paçaları uzundu ama üzerime tam gelmişti, bel kısmı dar bir şekilde oturmuştu. Ayaklarımı açığa çıkarmaya çalışırken kapı tıklatıldı, Mutlu'nun sesini işittim. "Helinski!" dedi sevecen bir sesle. "Anadan doğma değilsen girebilir miyim?"

"Gel Mutlu," dediğimde gülümsedim.

Kapı açıldı ve Mutlu içeriye girdiğinde üzerine pembe panterli tişörtünü giymişti, altında kısa şortu vardı. Çorapları rengarenkti. Onun bu tuhaf tarzını çok sevdiğimi fark edebiliyordum.

"Vay," dedi ellerini birbirine çarparak. "Zevksiz ikizim güzel iş çıkarmış."

"Ne sandın ikizlerin yüz karası," diyerek Işık Mutlu'nun arkasından çıktı ve elini Mutlu'nun omzuna attı. "Tam bir randevu kızı oldu."

Lâl, Işık'ın arkasındaydı, yüzündeki makyajı temizlemişti ama üzerinde hâlâ dünden kalma kıyafeti vardı. Beni baştan aşağı süzdükten sonra hiçbir şey söylemeden Işık'ın yatağına oturdu. Gülümsemiyordu ama somurtmuyordu da. İyi de değildi, kötü de.

O an kafamda ziller çaldı, o ziller, başımı daha şiddetli ağrıttı. Lâl'in tam gözlerinin içine bakarken sanki o da zilleri duydu. Bartu Sarca Lâl'in babası gibi öfkeli bir adamdı, sinirli bir adamdı ama Yankı? O tam zıttıydı. Sakindi, durağandı, toplayıcıydı, babasının tam zıttıydı. Lâl'in Yankı'ya bu kadar ihtiyaç duymasının, bu kadar muhtaç olmasının nedeni buydu.

İkizler bana yöneldiğinde, “Saçını makyajını yapalım," dedi Işık. "Yankı yarım saate gelir, ilk yemek yiyeceksiniz." Işık, kafamdaki havluyu çekti, prize kurutma makinesini taktı ve saçlarımı kurutmak istedi ama onu engelleyip kendi saçlarımı kendim kuruttum. Kuruduğu zaman kabaran saçlarımı fırçayla düzelttim, Mutlu bu görüntüden çok fazla hoşlanmasa da dile getirmedi. Makyajı Işık yapmak istediğinde karşı çıkmayarak elimdeki far fırçasını ona verdim ve sandalyesine oturup kendimi onun ellerine bıraktım.

Bir süre sonra son aşamaları yaptığında, “Vay," dedi Işık. "Gerçekten güzel oldu."

Mutlu da yaklaştı, sandalyenin diğer tarafından bana baktı sonra memnuniyetsiz bir sesle, “İyi de saçları," dedi. "Buluşmaya gitmeden önce saçını başını turkuaz külotlu kızlar yolmuş gibi görünüyor."

Başımı kaldırıp aynaya baktığımda Işık'ın yaptığı makyajla yüzleştim. İzlerin hepsini yok etmişti, gözlerimin üzerine belirgin olmayan bir far sürmüştü, kirpiklerim ise fazlasıyla belirgindi. Yanaklarım kızarmıştı ama nedeni allık değildi, kendimi gördüğümde oluşan ani heyecanımdı. Dudaklarımda mat, ten rengi bir ruj vardı. Olduğumdan hem farklı, hem aynıydım.

"Ona da çare var," dedi Işık ve hevesle düzleştiricisini çıkardı. Birkaç dakika sonra düzleştirici ısındığında kendisi uzanmadan benim elime tutuşturdu, saçlarıma dokunulmasından hoşlanmadığımı anlamıştı. "Düzelt saçlarını."

İkiletmeden elinden düzleştiriciyi alıp saçlarımın üzerinden geçtim, elektriğini aldım. O sırada aynada Lâl ile göz göze geldiğimizde onun dalgın bakışlarının yerde olduğunu fark ettim, yükselen moralim, artan heyecanım onun o halinden sonra derbeder olduğunda gelişigüzel birkaç düzleştirici darbesinden sonra Işık'ın eline tutuşturdum.

"Bence yeter bu kadar," deyip ayağa kalktığımda ikizlerin gözleri üzerimdeydi. Beni baştan aşağı süzdüler, kafalarını salladılar sonra birbirlerine ellerini çarptılar.

"Güzel ekip çalışması," dedi Mutlu keyifle. "Darısı başıma."

Işık, “Rüyanda görürsün," dediğinde onu itekledi. "Seni var ya mahvedeceğim, birini bulma sakın. Buluşmaya gitmek mi? Bittin sen."

Işık'ın söyledikleri Mutlu'ya dokunmadı bile. Omzunu silktiğinde gözleri ayaklarıma doğru döndü. "Az kalsın unutuyordum!" diye bağırdığında ayakkabıların olduğu tarafa doğru yürüdü. "Hangisini giyeceksin?"

Siyah topuklu botu rastgele gösterdiğimde onu almak yerine tabanı beyaz bir topuklu ayakkabıyı aldı ve yanımıza doğru yürüdü. Ne olduğunu anlamadığımızda kalktığım sandalyeye oturdu, sonra kalemini çıkardı. Ayakkabının tabanına isimler yazmaya başladığında şaşkınlıkla gözlerimi açtım. Mutlu bunu görmüş gibi "Bakalım kimin isimleri silinecek gelinin ayakkabısından," dedi keyifle. "Hepimizi yazacağım."

"Ayakkabımı mahvetme!" diyerek Işık çekiştirmeye çalışsa da Mutlu buna izin vermedi ve kalemle yazmaya devam etti.

"İlk başa Lâl'i yazıyorum, suratsızın evlenmesi imkânsız ama olsun." Yüzünü buruşturdu. "Altına ister istemez Bartu Grey'imi yazacağım, ona aşığım ama evlenmesini istiyorum." Gülümsedi. "E en belirgin, en sürtünen yere de kendimi yazdım mı tamamdır." En son kendi adını yazdığında ayakkabıyı bana uzattı. "Giy bakalım."

Işık, sertçe onun elinden ayakkabıyı çekti sonra kalemi aldı. "Ben niye yokum?"

"Çünkü sen evlenemezsin," dedi. "Eğer adın silinirse veremden ölürüm, yataklara düşerim, bunu kaldırabilir misin?"

Işık, kaşları çatık bir şekilde ayakkabının arkasına kendi adını da yazdığında, “Hey," diyerek konuya dahil oldum. "Saçmalamıyor musunuz? Benim bildiğim bu gelinliğin altındaki ayakkabıya yapılır."

"Akşama gerdeğe gireceğine tepki vermiyorsun da buna mı tepki veriyorsun," dedi Mutlu hevesle.

Gözlerimi irice açtığımda, “Gerdeğe filan girmeyeceğim," dedim ve Işık'a korkak gözlerle baktım. "Ne gerdeğinden bahsediyor?"

Işık'ın arkamda durmasını bekledim ama o Mutlu'nun tarafında gibiydi. "Fazla özele girmeyelim," dediğinde Mutlu'ya göz kırptı.

"Hey," dediğimde yanaklarımın kızardığını hissedebiliyordum. "Gerçekten bunu yapmayın sadece sinemaya gideceğiz, öncesinde de hamburger patates yiyeceğiz."

"Dikkat et de hamburger patates niyetine Yankıtu seni yemesin," diyen Mutlu eğleniyordu. "Sonuçta ateş onu çağırıyor..."

Sanki daha fazla şaşırabilirmiş gibi ya da daha fazlası olabilirmiş gibi ellerimin terlediğini hissettim. Donuk gözlerle Mutlu'ya bakarken hareket dahi edemiyordum. Randevular hakkında hiçbir bilgim yoktu, flörtleri de bilmiyordum. Duyduklarım vardı ama biz Yankı'yla farklıydık. Elimle yüzümü yellediğimde odanın içinde yürümeye başladım. Üçünün de bakışları üzerimdeydi.

"Sadece sinema ve yemek," dedim kendi kendime. "Yankı sonuçta. Her gün gördüğüm adam. Diğer günlerden ne farkı olacak ki?"

"İşe yarıyor," diye fısıldadı Mutlu. "Randevu öncesi heyecan. Bekleyiş. Terleme, ateşlenme. Ağız kuruması. Karın ağrısı var mı Helinski?"

"Normâl çıktığımız bir günden hiçbir farkı yok," diye kendi kendime art arda tekrar ettim. "Yankı Sarca. Liderim olarak Yankı Sarca."

"Liderin olarak Yankı Sarca mı yoksa gecenin ateşli erkeği Yankı Sarca mı onu göreceğiz," dedi Mutlu. "Neredeyse gelirler."

"Gelmesinler!" dediğimde telaşa kapılmıştım sonra gözlerim Işık'a döndü. "Bak, bu aptallık anladın mı? Onu resmen buna zorunlu tuttum, hiç alışık olmadığı şeyler. Romantik komedi filmi mi?" Gülmeye başladım. "O sevmiyor ki." Somurttum. "Hem ben kasılırım." Sonra yine güldüm. "Bir saniye ya patates yerken dişimde bir şey kalırsa?"

Işık, elini alnına vurdu, Mutlu kahkaha attı. Lâl'in ise kaşları beni anlayamıyormuş gibi çatılmıştı. "Helin," dedi Işık. "Yanlış anlama ama bahsettiğin adamın karşısında bir kere kendini kalbinden vurmaya çalıştın." Sırıttı. "Keşke dişinde bir şey olsaydı da bu olmasıydı." Omuzlarımı tutup kollarımı sıvazladı. "Sakinleş, o sadece Yankı. Sana neler oluyor?"

"Karnım ağrıyor," dedim yüzümü buruşturarak. "Böyle karnımda bir şey var, ağır bir şey. Taş gibi. Ağrıtıyor ama kötü bir his değil. Nefes almamı zorlaştırıyor."

Işık nefesini verdiğinde sevecen bir şekilde gülümsedi. "Heyecan," dedi bana doğru. "Bu çok güzel."

"Heyecan mı? Hayır, değil. Ben bilirim o duyguyu," diyen Mutlu Işık gibi sevecen değildi. "Taş gibidir. Ağrıtır, saplandı mı zor çıkar. Bir de kalabalık yerdeysen seni öldürür. Kıvranır durursun." Ayağa kalktı, yanıma geldi. "Gaz sıkışması bunun adı. Dikkatli ol."

"Mutlu!" dediğimde ellerimle yüzümü kapattım ve başımı iki yana salladım. "Lütfen sus!"

“Yoksa regl mi olacaksın?” Mutlu dehşetle gözlerini açmıştı.

Tam o sırada zil çaldığında ellerimi yüzümden çektim ve kapıya doğru baktım. Işık hevesle, “Geldiler!" dediğinde Mutlu koşar adımlarla odadan çıktı. Işık yerdeki beyaz ayakkabıları gösterip güldü. "Giy çabuk, hemen aşağı in! Bekliyoruz!"

Onunla beraber Lâl ile Mutlu da çıktı ve odada yalnız kaldım. Tedirginlikle yatağa oturdum ve heyecandan titreyen ellerimle ayakkabıları zorlukla giydim. Fermuarı çektiğimde yatağın köşesinden tutunarak ayağa kalktım.

Aşağıdan bana seslendiklerini duyduktan sonra düşük omuzlarımı dikleştirdim, gözlerimi sıkıca yumdum ve açtım. Kendime gelmek için birkaç defa yanaklarıma vurduktan sonra odadan çıkıp merdivenlere yöneldim.

"Helinski!" Mutlu'nun sesinde büyük bir heyecan vardı. "Ayakkabılarını yere iyi sürt kızım, bu gece gerçekten mahvolacaksın! Ateş seni bakışlarıyla bile çağırıyor!"

Merdivenin basamaklarını inerken adımlarım birbirine girecekmiş gibiydi. Başımı kaldırmadan son basamağa geldiğimde Mutlu elini uzattı, öne doğru eğildi. "Mutluga Prens, sizi randevulaştığınız beyefendiye götürmek ister," dediğinde zihnimin bulanmasına neden oldu ve başımı kaldırmak zorunda kaldım.

İlk olarak Mutlu'yla ve Bartu'yla karşılaştım sonra onu gördüm, Yankı'yı ve artık adımlarımın birbirine girmesinin tek nedeni heyecandı, onu gördüğüm an toz bulutuyla uçuşan korkularımı artık hissetmiyordum.

Yutkunduğumda başını o da eğdiği yerden kaldırdı, göz göze geldik. Kapının dışındaydı, eşikten girmemişti ve beni bekliyordu.

Oydu, Yankı'ydı ama farklı biri gibiydi. Onun güzel bir adam olduğunun zaten farkındaydım ama bu sefer fazlasıyla nefes kesiciydi. Üzerine lacivert, ütülü bir gömlek giymişti. Evet, gömlek giymişti hem de ütülü. Rahat çizgisinin dışına çıkmıştı, omuzlarını ortaya çıkaracak dar kesim bir gömlekti. Altında siyah pantolonu vardı ama asıl fark beni bozguna uğratmıştı.

Daima dağınık bıraktığı, parmaklarının izi olan saçları düzgün bir şekilde taranmıştı; sakallarını kısaltmıştı. Haylaz, umursamaz erkek çocuğuydu sanki ve bir anda büyümüştü. Karşımda yirmi beş yaşında bir adam olmuştu; onun dağınık saçlarını çocukluğunun hediyesiymiş gibi gördüğümü yeni anlıyordum.

Ve ellerinde. Evet, ellerinde bir buket papatya tutuyordu.

Adımlarım ona doğru ilerlediğinde ortamdaki tek ses, topuklularımdan çıkan sesti. Yankı, turkuaz gözleriyle tam gözlerimin içine bakıyordu; yavaşça beni süzdüğünde gözlerinin kısıldığını gördüm. Zaman aynıydı, yer aynıydı, her şey aynıydı ama sanki biz farklı iki insan olmuştuk.

Normâl iki insan olmuştuk.

Karşısında durduğumda sessizliği elbette ki Mutlu bozdu. "Heyecandan tükürüğümde boğulacağım şimdi," dediğinde yerinde zıplıyordu. "Lütfen biz de onlarla gidelim, ne olur ne olur!"

"Sakın," diye fısıldayan Işık'ın sesi sabitti. "Sus, ortamı bozuyorsun."

Yine sessizlik oldu. Birbirimize belki de çok kısa sürede baktık ama o kısa sürede gülümsemeden edemedim. O karşılık vermedi, gözlerini benden ayıramıyordu. Elinde tuttuğu papatyalara baktı sonra bana doğru uzattı. Kaşları çatıldığında, “Sana papatyalar aldım,” dedi. “Araştırdım, çiçek alınması gerekiyormuş ilk randevuda. Birçok çiçek çeşidi vardı, hepsi çok abartıydı. Ama en güzeli papatyalardı. Ben de sana benzeyeni seçtim.”

Heyecandan titreyen elimi öne doğru uzattım ve papatyaları aldım. Kalbim hızlı hızlı atmaya başladığında teşekkür bile etmedim ama yüzümdeki gülümseme daha fazla genişledi. Aslında ne kadar da bilgisiz ve çocuk gibiydi şu an karşımda.

"Hazırsan," dedi sonra boğazını temizledi. "Hazırsan çıkalım mı Helin?"

"Öleceğim," diyen Mutlu gülüyordu. "Adam çiçek almış, klişelerin en klişesini yapmış ama öyle güzel yapmış ki."

"Mutlu," dedi Bartu. "Gerçekten yine çok konuştun."

"Hazırım," dediğimde sesim zor çıkıyordu.

"Kardeşim," dedi Bartu arka taraftan. "Arabalardan birini almak istemediğinden emin misin? Sen iste jet getireyim ayağına."

"Araba mı?" Yüzümü buruşturarak ona doğru döndüm, Bartu diğer günlerden daha keyifli görünüyordu. "Neden araba?" Tekrardan Yankı'ya baktım ve aklımdan geçenleri okusun istedim.

Yankı, arkama doğru bakıp gülümsediğinde gözlerimi ondan alamıyordum; içten gülümsemesi dudağının kenarında yine o çukurun oluşmasına neden olmuştu. "Yok," dedi Yankı tek nefeste. "Helin arabaları değil, bisikletleri seviyor. Helin ne istiyorsa o olacak bu gece."

Helin arabalar değil, bisikletleri seviyor. Helin arabaları değil, bisikletleri seviyor. Zihnim durmadan bu cümleyi tekrar etti, bu cümleyi düşünürken karnımdaki ağrı daha fazla arttı. Bugün benim içindi; bunun farkındaydım.

"E hadi gidin," dedi Işık ve sırtımdan hafifçe itekledi. "Bir daha da gelmeyin." Sonra arkamızdaki kapı sertçe kapandığında olduğum yerde titredim.

Yankı, başını sallayıp elini cebine koyduğunda beraber yürümeye başladık. Ondan gelen bir parfüm kokusu vardı; bu her zamanki kokusuna benzemiyordu. Büyük ihtimâl Bartu onu parfüm banyosuna sokmuştu. Hayal ettiğimde Yankı hiç olmadığı kadar gözüme masum gelmişti.

"Nasılsın?" dedi sanki anormal bir şey soruyormuş gibi. "Günün nasıl geçti? İyi misin? İyi uyudun mu?" Yüzünü buruşturdu. "Lâl ile sahiden öpüştün mü?"

İlk saniyeler çok resmi ilerlemişti ama son sorusu gülmeme neden oldu. "İyiyim, teşekkür ederim, günüm güzel geçti, iyi uyudum sayılır ve..." nefesimi verdim, "Lâl ile öpüşmedik." Samimiyetsiz bir şekilde gülümsedim. "Siz nasılsınız?"

"Siz mi?" dediğinde bisikletinin yanına varmıştık. "Yine mi üç kişi olarak görüyorsun beni? Eğer Jack Smith diyeceksen o Jack'i bir de ben Titanik'le beraber batıracağım."

"Hayır." Neden bu kadar heyecanlı hissettiğimi bilemiyordum. "Sadece," ne diyeceğimi bilemedim sonra yere baktım, "resmi olmamız gerekiyormuş gibi geldi."

Yüzünü göremiyordum ama gülümsediğini hissettim. Birkaç saniye sonra bisikletine bindiğinde, “Üzgünüm," dedi. "Kapısını açacağım bir arabam yok ama bisikletim var ve muhteşem bir repliğim." Bakışlarım yerden kalktığında göz göze geldik. "Siz," dedi yarı alaylı yarı ciddi. "Binebilir misiniz önüme acaba Leydim?"

Dudaklarımı birbirine bastırdığımda ben de gülmemek için kendimi durdurdum. "Bu tuhaf oldu," diye mırıldandığımda bisikletine yan bir şekilde oturdum. "Fakat söylediğin gibi bisikletleri, arabalardan daha çok seviyorum."

"Biliyorum," dediğinde kolları iki yanımdan dolandı ve direksiyonları tuttu. "Bugün sen ne istersen o olacak gibi görünüyor."

"Öyle mi?" dediğimde başımı çevirip ona bakmaya bile korkuyordum çünkü kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. "Ne istersem mi?"

İlk başta sessiz kaldı sonra bisikletini hareket ettirdiğinde hep gittiği yoldan değil de başka bir yoldan döndüğünü gördüm. "Sen karar ver," dedi birkaç dakika sonra. "Eğer bugün sen ne istersen o olursa başka bir gün de ben ne istersem o olur."

"Başka bir gün mü?" dediğimde ellerim sıkıca bisikletin demirlerini tutuyordu. "Yani bugün gibi başka bir gün daha mı olacak demek oluyor bu?"

"Bilmem," dediğinde bisikletinin hızını arttırdı. "Eğer isteklerim gerçekleşecekse neden olmasın?"

Neler isteyeceğini düşünüyordum. Sınırları aşmazdı, Yankı'nın daima sınırlara saygısı olduğuna inanıyordum. "İstemediğim bir şeyi istemezsin zaten," dediğimde saçma bir cümle kurmuştum. "Değil mi?"

Çenesini başımda hissettim ama bunu bilerek yapmamıştı sonra derin bir nefes aldığında ya saçlarımı kokladı ya da ben her şeyi tamamen yanlış anladım. "İstemediğin bir şeyi istersem de sonradan istemene neden olurum zaten," diye karşılık verdiğinde sesinde ciddiyet ve yine alay vardı.

Bazen onu anlamakta güçlük çekiyordum ama bunlar önemli değildi, onunla geçireceğim bir akşam, diğer akşamlardan daha farklıydı. İkimiz farklıydık. Kendimle aynada yüzleştiğimde gerçekte kim olduğumu görmüştüm ve kim olmak istediğimi. O kötü insanların olduğu oda, çok geride kalmıştı. Bugün hiçbir kuvvet beni Yankı'dan çekip alamazdı.

"Tamam," dediğimde sesim korkusuzdu. "Ama bir şartım daha var." Başımı yan bir şekilde çevirdim. "Bugün seni tanımak istiyorum, iki normâl insan gibi. Ne sorarsam cevap verecek misin?"

"Mesela ne soracaksın?" dediğinde sesindeki alay uzaklaşmıştı.

"Normal insan soruları," diye karşılık verdim. "Mesela burcunu sorarım gerçi biliyorum, doğum gününden anladım. Koç burcusun. Liderliğinin nereden geldiği anlaşılıyor."

Bir süre düşündü, sessiz kaldı sonra, “Anlaştık," dedi. "Cevaplayabileceğim her soruyu yanıtlarım."

"O zaman anlaştık," dedim. "Başka bir gün de senin istediklerin olacak." Hevesle gülümsedim. "Sen de pizzacıya götürürsün belki beni." Bu düşünce nedense Yankı'ya hiç yakışmıyordu ama masum düşünmüştüm.

Güldü; nefesini saçlarımda hissettim. "Pizzacı mı?" dediğinde sesi kısıktı. "Gerçekten benim isteklerimin gerçekleştiği gün aç olacağını mı düşünüyorsun?"

Hevesim yok olduğunda yüzümü buruşturup, “Yani," diye mırıldandım. "Aç olmaz mıyız?"

Yüzü saçlarıma dokundu, yeni kestiği sert sakallarını saçlarımda hissettim sonra kulağıma doğru yaklaştı; nefesi hemen yanımdaydı. "Hiç sanmıyorum," dediğinde fısıldamıyor sanki kulağımın dibinde bana kendini bahşediyordu. "Açlık aklımıza bile gelmez."

Yutkundum ve gözlerimi tam karşımdan ayırmadan olabileceklerin hepsini düşündüm. Mutlu'nun bahsettikleri, Yankı'nın istekleri gerçekleştiği zaman ortaya çıkabilir miydi? Mutlu zihnime işlemişti, lanet olsun…

"Yankı," dedim utançla. "Şu an bunu bilerek yapıyorsun değil mi? Seni böyle bir güne zorunlu bıraktım ve sen de benden acısını bu şekilde çıkarıyorsun."

"Acısını çıkarmak mı?" Kafasını iki yana salladı, sakalları daha fazla sürttü. "Ben çok masum bir adamım. Liderin olarak sana bütün günü yönetme hakkını veriyorum." Liderin olarak kelimesini duyduğumda gözlerimi devirdim. "Gün geldiğinde liderin de seni yönetecek, o zaman neler olduğunu anlarsın."

"Sahiden," dedim şaşkınlıkla. "Seni yönetme hakkını bana vermiş mi oluyorsun şimdi?"

"Hemen hemen," diye homurdandı. "Bugün sen nereye istersen oraya gideceğiz, sen ne istersen onu yapacağız."

Dağınık olmayan saçlarını ve ütülü gömleğini düşündüm, bütün bunları Bartu onunla nasıl bir konuşma yapmıştı da kabul etmişti? "Daha önce hiç birisine yönetme hakkı verdin mi?" diye sorduğumda öğrenmek istediğim kendi özel duruşumdu.

"Hayır," dedi rahatsızca. "Sadece sen, Helin. Bir tek sen."

"Hım," dediğimde gecenin benim için eğlenceli geçeceğini anlamıştım. "Bu harika."

"Sınırları aşmadığın sürece," diyerek bana çizgi çekti.

"İstediğimi de söyletebilirim," diye mırıldandığımda daha çok kendimle konuşuyordum.

"Nasıl yani?" Gerçekten ne demek istediğimi anlamamıştı.

"Diyorum ki," dedim üzerine bastırarak. "Bu geceyi ben yönetiyorsam sana şunu diyebilirim: Hadi bana içinden gelen güzel bir cümle kur!"

"İstersen soyunayım bir de?" dediğinde bisiklet caddeye çıkmıştı. "Bunu da ister misin?" İşte bu noktada sessiz kaldım çünkü konuyu uzatırsam yine zararlı çıkanın ben olacağımın farkındaydım.

Yanından geçtiğimiz araçlardaki insanlar bize bakıyordu. Tuhaf görünen neydi bilmiyordum, ömrümün sonuna kadar onunla bisikletin üzerinde durabilirdim, ömrümün sonuna kadar bu şekilde de yaşayabilirdim.

Demir kalçamı bu kadar ağrıtmasıydı eğer.

Bir süre ikimiz de sessiz kaldık ve trafiğin sesi zaten birbirimize duymamıza engelledi. İçimdeki heyecan bir an bile kesilmeden devam ediyordu. Bunu engelleyebilmek neredeyse imkânsızdı. Yankı Sarca benim için, kendi sınırlarının dışına çıkmıştı. Bu düşünce bile benim yüzümdeki gülümsemenin silinmesini engelliyordu.

Başka bir caddeye döndüğümüzde yolun köşesindeki hamburgerciyi görmüştüm. "Hamburger ve patates," dedim gülerek. "Gerçekten bu hoşuma gitti."

"Şu lanet olasıca hamburgerler ve patatesler," dediğinde sesi yüksekti. "Küçük bir çocuğu bu kadar mutlu edemezler."

Konunun hamburgerler ve patateslerle pek bir ilgisi yoktu fakat bunu ona söyleyemedim. Bisikletini yavaşlattı ve hamburgercinin önünde durduğunda ayaklarını yere koydu. "İnebilir misiniz önümden Leydim?" dedi yine alayla. "Geldik."

Bisikletinden indiğimde o da benim arkamdan indi ve kilidiyle demire bağladığında mavinin ona gerçekten çok yakıştığını fark ettim. Tek bir tonu da değil, her tonu ona yakışıyordu. Turkuaz gözleri bana çevrildiğinde üzerindeki lacivert gömleğinden dolayı gözlerinin de koyulaştığını görebiliyordum.

Kucağımda sımsıkı tuttuğum papatyalara baktı, daha çok sarıldım. “Evde mi bıraksaydın acaba?” dedi duraksayarak. “Böyle yük oluyor gibi.”

“Asla.” Net yanıtım tek kaşının havaya kalkmasına neden oldu. “Ellerimde olsa onlar kuruduktan sonra yaşatırdım, ellerimde olsa onların kurumasına bile hiç izin vermezdim.” Bakışlarım papatyalara döndü. “Çok değerli.”

Hiçbir şey söylemeden yanıma geldi ve ikimiz de yönümüzü hamburgerciye çevirdik. Yüzümdeki gülümsemenin ona da bulaştığını fark ettim. Eli yavaşça belime dokundu ve o şekilde yürüdük.

Hamburgerciden içeriye girdiğimizde içerisinin kalabalık olduğunu fark ettim fakat köşede bir masa sanki bizim için ayrılmış gibi boştu. O tarafa gittiğimizde Yankı benden uzaklaştı ve centilmen bir erkek edasıyla sandalyeyi çekip oturmamı bekledi. Dudaklarım aralandığında kucağımdaki papatyaları masaya bıraktım ardından boğazımı temizleyerek o sandalyeye oturdum.

Ellerini sandalyenin sırtına yasladıktan sonra üstten bana doğru eğildi sonra kulağıma doğru "Hemen geliyorum,” dedi. “Hamburgerleri ve patatesleri alarak.” Hiçbir söyleyemedim ve o uzaklaştığında bir rüyanın içinde olduğumu bile düşündüm.

Sonra rüyanın kâbusa dönüşmesine neden olan bir şey oldu. Omzumdaki çantanın içinde telefonum titredi, çıkardığımda Caner’in aradığını gördüm.

Gözlerim kasanın orada duran Yankı'ya kaydı sonra telefonu meşgule atıp sert bir şekilde masanın üzerine attım. Bir yerlerden bizi izleme ihtimali oldukça yüksekti, bir şekilde bu anı bozma ihtimali oldukça yüksekti. Caner her şeyi mahvedebilirdi.

Canım sıkılmıştı, bulunduğum anı hiçbir şey bozsun istemiyordum, bir süre hiçbir şey düşünmek istemiyordum. Telefon yine titrediğinde bu sefer mesaj atmıştı, ekranda duran ismine bakarken kendimi şu an bile bir ihanetin içindeymiş gibi hissediyordum.

Telefonu elime alıp mesajı umursamaz bir tavırla açtım, eğer izliyorsa da onu umursamadığımı bilmesi gerekiyordu.

Caner:

Helin. Hiçbir zaman uslanmayacaksın değil mi? Gerçekleri öğrendiğinde canın çok yanacak.

Canım çok mu yanacaktı? Alayla güldüm. Kendi canımı en çok ben yakıyordum, fiziksel şiddetin benim için önemli olduğunu düşünüyorlardı ama önemsizdi; ihanet ettiğimde hissettiğim can yanmasını, daha önce hiç hissetmemiştim.

Mesajı bir süre inceledim sonra hırsla telefonun arka kapağını açtım ardından bataryasını çıkardım. Düşünmek bile istemiyordum, üzerinde teoriler kurulması da umurumda değildi. Onların artık bana ulaşmasını da istemiyordum, Caner benim bu zaman diliminde yanımda olacak kişi değildi.

Hattı yerinden çıkarıp parmaklarımın arasında parçaladığımda ve masanın üzerine dağıttığımda karşımdaki sandalyenin çekildiğini hissettim ardından önüme tepsi koyuldu. Bakışlarımı kaldırdığımda Yankı karşımdaydı, gözleri masanın üzerindeki telefonumda ve kırılmış olan hattımdaydı. Sanki her şeyi biliyormuş gibi etrafına baktı, bir süre inceledi ardından o da sandalyeye oturdu.

"Sorun ne?" diye sordu telefonu göstererek.

Ona gerçekleri söyleyemeyeceğimi biliyordum, bunu asla yapamazdım ama gün içerisinde yalana da başvurmak istemiyordum. En yalın haliyle, “Artık görüşmek istemediğim insanlar var," diye açıklamada bulundum. "Bana ulaşmalarını istemiyorum."

Elini çenesini koydu, gözleri kısıldı. Turkuaz hareleri beni yine hapsetmişti, neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Sorgulayıp sorgulamayacağını bilmiyordum ama o parmaklarını kırılmış olan hattın üzerinde gezdirdi. "Kim gibi?" diye sordu kısık bir sesle. "Küçük enişte gibi mi?"

Yutkunarak bakışlarımı önümdeki hamburger ve patatese çevirdim; en büyük boyundan almıştı ve kocaman kola da yanındaydı. Defalarca tekrar ettiğim an gerçekleşiyordu ve ben Caner'i konuşmak istemiyordum. "Gibi," dedim tek bir yanıtla.

"Seni rahatsız mı ediyor?" diye sorduğunda sesi keskindi. "Sana bunu hep mi yapıyordu?"

Bakışlarımı kaldırıp tekrardan ona baktım. Cevap vermeseydim çok daha yanlış anlaşılırdım ama kelimeler cümleleri oluşturduğu zaman doğruların ortaya dökülmeyeceğini biliyordum. "Caner'in beni rahatsız ettiğini sizden önce hiç fark etmedim," dediğimde yine içimden gelenleri söylemeye çalışıyordum. "O kötü birisi değil sadece tuhaf."

"Tuhaf olan ne?" diye sordu bu kez. "O göt havucunun sana karşı bir şeyler hissettiğini hiçbir zaman anlamadın mı?" Gözleri beni süzdü.

"Hissettim." Gözlerimi caddeye doğru çevirdim, onunla göz teması kurmak istemiyordum. "Ama bu beni rahatsız hissettirmiyordu çünkü bu konuda üzerime gelmiyordu. Kötü birisi değil," diyerek onu saçma bir şekilde yine savundum. "Gerçekten değil."

"Onun kötü birisi olup olmadığıyla ilgilenmiyorum." Sesi baskındı ama kısıktı. "Onun sana yaptıklarıyla ilgileniyorum ve yüzünde yeni geçmeye başlayan yaralarına baktığım zaman onun karşıma çıkmaması gerektiğini görüyorum." Başını eğdi, benimle göz göze gelmek istedi fakat ona bakmadım. "Onunla gittin. Döndüğünde yüzün tanınmayacak haldeydi."

"Onunla gitmeme öfkelisin," diye mırıldandım kuru bir sesle. "Bunu dile getirmesen de farkındayım."

"Öfkeli değilim." Bakışlarım ona döndü fakat bakmama sırası ondaydı. "Yaşadığım her olayın bana kazandırdıkları vardır. Beni bir yalana inandırdın, ben bir yalana inanırsam ondan hiçbir zaman vazgeçmem." Bakışları sert bir şekilde bana döndü. "Bir daha aynı durumda olsak seni engellemeye çalışmam ama o sikik suratlı bir daha karşıma çıkarsa yüzü tanınmayacak hale gelen bu sefer sen olmazsın, onu mahvederim."

Yankı'yı kırdığım bir konuydu. Caner tam karşımdaydı, Yankı'nın eli elimdeydi ve ben ona arkamı dönüp Caner'le gitmiştim; belki de bana karşı oluşacak olan o güvenini de ben yıkmıştım. Yankı Sarca gerçeklerin içinde yüzerken ben yalanlarımla ona kulaç atmıştım, bana güvenmesini nasıl bekleyebilirdim ki? Bir kez olsun bana güvenmesi için hiçbir şey yapmamıştım.

Yüzümün düştüğünü anladığında, “Hamburger ve patates," deyip tepsiyi gösterdi. "Günlerdir istiyordun."

Nasıl oluyor bilmiyorum ama bana büyü yapıyormuşsun gibi hissediyorum," dediğimde başımı iki yana salladım. "Soru soruyorsun ve ben kendimi cevap vermek zorunda hissediyorum. Bir şekilde insanların zihninin içine girebilme gibi bir yeteneğin mi var?" Tepsiden bir tane patatesi aldım ve ağzıma attım. "Üstüne üstlük bugün soruları ben soracakken."

O da patates aldı ve ağzına attığında her ne düşündüyse bu düşündüğüne güldü; başını iki yana salladı sonra birkaç patatesi daha ağzına attı sonra gülmeye devam etti. "Ne oldu?" dediğimde art arda patatesleri yiyordu. "Neye gülüyorsun?"

"Halime," dedi sonra hamburgerinden ısırık aldı. "Bilmiyorum farkında mısın ama hamburger patates yemek ve sonra film izlemek konusunda bir şekilde beni ikna ettin. Hem de romantik komedi filmi. Sence kim büyü yapmış?"

Gözlerim irice açıldı. "Seni ikna etmek için hiçbir şey yapmadım."

"Sorun da burada," dediğinde ağzına başka patatesleri attı. "Benim canım sana ikna olmak istiyormuş, ben zaten bunu istiyormuşum.” Duraksadı, fazlasını söylediğini fark ettim. “Bu yüzden soracağın hiçbir soru beni şaşırtmayacaktır."

"O halde bu gece bitmeden ikna olmuş Yankı Sarca'yı normâl iki insan gibi sorguya çekme zamanı." Ben de patateslerimi yemeye başladığımda keyfim tekrardan yerine gelmişti. "Aklıma gelen her soruyu soracağım." Kolamdan birkaç yudum içtim. "Demek seni şaşırtmayacağım öyle mi?" Kolayı bıraktım hamburgerimden koca bir ısırık aldım. "İlk cinsel deneyimini kaç yaşında yaşadın?"

Ağzında hamburger dururken bakışları bana doğru döndü, hareleri daha fazla koyulaştı sonra öksürmeye başladı. Elinin tersiyle ağzını kapatırken aklıma ilk gelen soru onu bozguna uğratmıştı, tam olarak istediğim buydu. Kolasını ona uzattığımda büyük yudumlar içti sonra ellerini havaya kaldırdı. "Gerçekten ilk merak ettiğin soru bu mu? Benim ilk seksim mi?"

"Hayır," diyerek sırıttım. "Sadece yüzünün alacağı hali merak etmiştim ve şaşırdın."

"Yani sorunun cevabını merak etmiyorsun," diye karşılık verdi ve birkaç defa daha öksürdü.

"Yani," dedim gözlerimi kaçırarak. "Sen bilirsin. Ben öylesine sordum ama..."

"On altı yaşında," dediğinde omzunu indirip kaldırdı. "Rus bir kadındı, tatildeydik. Benden birkaç yaş büyüktü diye hatırlıyorum."

"On altı mı? Rus mu?" deyip düşünceli bir şekilde patatesi sosa dokundurdum. "Yani daha çocuktun ve çocukken Rus bir kadınla yattın?"

"Ergendim," diyerek gülümsedi. "Ergen Yankı Rusların hoşuna gitmiş anlaşılan."

"Ah, güzel Ruslar..." Bu sefer soracağım soru, gerçekten merak ettiğim bir soruydu. "Peki ilk birini öptüğünde de mi on altı yaşındaydın?"

"Yok," dediğinde kaşları çatılmıştı. "Daha küçük olmalıyım, tam hatırlamıyorum. Ben öpmemiştim, beni öpmüştü." Hamburgerinden bir parça ısırdı. "Tuhaf bir andı."

"Anlatırken yaşadın." Kaşlarım havaya kalktı ve iştahım bir anda yok oldu. "O kişinin kim olduğunu merak ettim."

Vereceği cevabı az çok tahmin ediyordum, o da tahmin ettiğimin farkındaydı ama bana bunu yansıtmadı. "Beril'di," dedi önümdeki tepsiye bakarak. "Okulun arkasında öpmüştü. Beni ilk öpen kişiydi."

"Beril'in her konuya bok gibi atlaması can sıkıcı," diye kendi kendime söylendiğimde beni anlamıyormuş gibi eğildi ve kulak kabarttı. "Hiç," diye yüksek bir sesle soludum. "Sadece şu Beril. Sürekli konusu geçiyor, onunla hiç görüşüyor musun?"

"Beril," dedi içten bir sesle sanki beni deli etmeye çalışıyormuş gibi. "Arada sırada görüşüyoruz, kendisi avukat oldu. Benim birkaç davamda yardımlarını gördüm, çok iyi biridir."

Bahsederken sesindeki sevecenlik canımı sıkmıştı. Kaşlarım çatıldı, bu anı Yankı gördü ve sanki daha fazla hoşuna gitti, gülümsedi. Parmaklarımın arasında duran patatesi onun tepsisine doğru attığımda, “Anladım," diyerek konuyu kapatmak istedim. "Seni ilk öpen Beril'di."

"Beni her zaman ilk öpen kadınlar oldu," dediğinde duruşunu dikleştirdi. "Beni nasıl görüyorsun bilmiyorum ama kadın avcısı değilim."

"Kadın avcısı değilsin ama Rusların ve turkuaz külotların avcısısın," diyerek yapay bir şekilde güldüm. "Başına külot geçirebilirsin mesela. Bu senin avcı şapkan."

"Orada kafam güzeldi," diye savunmaya geçti. "Sadece bir kez olsun sarhoş oldum, kontrolden çıktım ve kendimi o şekilde buldum. Normal şartlarda kafama turkuaz iç çamaşırı geçirilmesine izin vermem."

"Ya," diye homurdanıp başka bir patatesi tepsisine attım. "Normal şartlarda neye izin verirsin Yankı Sarca?"

"Bilmem," diyerek hınzır bir şekilde güldü sonra gözlerini tam gözlerimin içine kilitledi. "Siyah iç çamaşırı konusunda izin verdiğim konular olabilir." Çenesini havaya kaldırdı, yüzümün kızarmaya başladığını hissettiğimde bundan keyif aldığını görebiliyordum. "Ve tek bir kişinin siyah iç çamaşırları."

Ellerimin içinin terlediğini fark ettiğimde bacaklarıma sürttüm. "Zaafın galiba bu," deyip umursamaz gibi davranmaya çalışıyordum.

"Zaafım değildir ama birisi zaafım olmasını sağlar belki," diyerek başka bir patatesi ağzına attı. "Neden kızardın?"

"Sıcak sadece," dediğimde ellerimi yanaklarıma koydum.

"Dikkat et de benim isteklerim gerçekleşirken daha fazla sıcak olmasın," deyip güldü.

Tepsimden bir tane patatesi alıp yüzüne doğru attım fakat atik bir hareketle ondan kurtuldu. "Şunu yapmaktan vazgeç," diyerek başka bir patatesi daha attım, bu sefer isabet etti. "Seni tanımaya çalışıyorum."

"Tamam," dediğinde teslim oluyormuş gibi ellerini kaldırdı. "Başka soru?"

Çevreme baktım, karanlık çökmeye başlamıştı ve masalardan birkaçı çoktan boşalmıştı. "En sevdiğin renk?" diye sordum rastgele.

Sorum ona tuhaf gelmişti ama hızlıca yanıt verdi. "Mavi."

"Ben de maviyi seviyorum," dedim sonra devam ettim. "Sende yani."

Gözleri donuklaştı sonra, “Yürümeyi bıraktın, koşuyorsun," diye karşılık verdi. "Başka soru?"

"En sevdiğin yemek?"

Bu soru bir süre düşünmesine neden oldu, gözleri uzaklara daldı ve geçmişine gittiğini hissettim. "Mantı," dediğinde sesi hâlâ uzaklardaydı. "Uzun zamandır yemedim."

Onu daldığı yerden çıkarmak isteyerek, “İlk aşkını hatırlıyor musun?" diye sordum.

"Daha önce hiç âşık olmadım," dedi net bir sesle. "Nasıl hissettirdiğini bilmiyorum."

"Sence nasıl hissettiriyordur?" diye sorduğumda cevabını merak ediyordum.

"Bilmem," dedi umursamadığı bir konuymuş gibi. "Önümdeki en büyük örnek Bartu.”

“Nasıl yani?”

Gözleri gözlerimin içine çevrildi, dikkatli bir şekilde baktı. “Dünya yıkılıyor, savaş çıkmış ama sen sadece tek bir kişiye siper oluyorsun, kendinden daha çok onu düşünüyorsun. Sonra bir bakıyorsun savaşı aslında sen çıkarmışsın, onu kendi savaşından koruyorsun." Başını kaldırıp gözlerimin içine baktı. "Sonra onun canı yanıyor, kendi canının ondan daha fazla yandığını hissediyorsun; çabalamak istiyorsun ama ellerin bomboş. Çaresizlik, aşkın zehri oluyor. Dokunmak istiyorsun bazen, dokunamıyorsun. Öpmek istiyorsun, öpemiyorsun. Uyumak istiyorsun onunla bir kez daha," sonra duraksadı, “ve bir kez daha. Ama uyuyamıyorsun. Karşında sana bakıyor, aklının durduğunu ve sadece kalbinin attığını hissediyorsun. Onu görüyorsun, bir tek ona bakıyorsun.” Elini çenesine yerleştirdi ve bana biraz daha dikkatli baktı. “Yüzünün her zerresini ezberliyorsun, kirpiklerinin sayısını bilecek kadar. En güzel yüz ona aitmiş gibi geliyor. Hatta diyorsun ki, ‘Bu zamana kadar böyle bir güzellikten nasıl mahrum kaldım?’” Nefesini verdi. “Onu parçalayabilirsin ama onun için kendini parçalamayı tercih ediyorsun.” Başını iki yana salladı. “Boyun eğiyorsun, Helin,” dedi üzerine bastırarak. “Ve farkında olmadan boyun eğiyorsun. Engelleyemiyorsun.” Yutkundu ve sırtını sandalyeye yasladı.

Zorlukla nefes aldığımda bakışlarındaki hayranlığı aşamıyordum. “Bu imkânsız aşk gibi,” dedim kısık bir sesle.

Bana, gerçekten beni görüyormuş gibi baktı. “Aşk kimsesiz hissettiğin bir evin içinde, başka birinin senin yanına gelip gerçek yuva benim demesi gibi.”

“Bu Bartu’da gördüklerin mi?” dedim ama sorumu cevapsız bıraktı, bakmaya devam etti.

Birkaç dakika sessizce yemeğimizi yemeye devam ettiğimizde, “Başka soru yok mu?” dedi.

"Hiç birine ihanet ettin mi?" diye sordum bir anda. Bu soruyu beklemediği çok açıktı, yüzü farklı bir ifadeye büründüğünde vereceği her cevabın benim için bir pusula olacağının farkında mıydı, bilmiyordum.

"Ettim." Kısa, net ve kendinden emin verdiği yanıttı.

“Kimdi?”

“Canım gibi sevdiğim bir yol arkadaşım,” dedi. Sonra kaşları çatıldı. “Yol arkadaşımdı.”

"Nasıl hissettin?"

"İçimde iki insan var gibi," diye karşılık verdiğinde turkuaz gözleri tam gözlerimin içine bakıyordu, başka noktaya bakmam imkânsızdı. Kendinden daha çok, benden bahsediyor gibiydi. "İkisi de bana hükmediyor gibi."

Duraksarsam anlardı, nefes alırsam anlardı, gözlerimi kaçırırsam anlardı. "Kendi ihanetini affettin mi?" diye sorduğumda dirseklerimi masaya yaslayıp ona doğru eğildim. "Bu zordur."

"Ben kişiyi değil, ihaneti affetmem," dediğinde o da dirseklerini yaslayıp bana doğru eğildi. "Kendi ihanetimi de affetmedim."

"O ihanetin ne olduğunu sorsam söyleyemezsin, biliyorum," dedim. "Ama sen ihanet ettiysen bile bir nedeni vardır."

"Her zaman başka bir yol vardır," dedi genel bir yargıyla hep kurduğu cümlesini kurarak. "Benim yolum yanlış da olsa ihanet oldu. Başka soru?"

Onu rahatsız hissettirmek istemiyordum, fazla özeline de dalmak istemiyordum; geçmişiyle yüzleştirmeyi hiç istemiyordum. O normal bir insandı ve ben de öyleydim.

"Nasıl bir çocuktun?" diye sorduğumda gülümsedim. "Fazlasıyla haylazmışsın gibi geliyor."

"Hangisini soruyorsun?" Ellerini masaya yerleştirdi. "Ailemden öncesini mi sonrasını mı?"

"Her ikisini de," diye mırıldandım.

"Ailemle yaşarken çocuk değildim," diye mırıldandı. "Ailemden sonra da çocuk olmadım ama çocukluğu yaşadım. Her zaman kurallarım vardı ve haksızlığa tahammülüm yoktu. Sürekli başkaldırıyordum. Kardeşlerim yani ikizler, Lâl, Bartu zor bir çocukluk geçirdi. Bartu çok öfkeliydi, sokaklarda büyümüştü, herkesle kavga ediyordu. İkizler özgürlüğüne fazla düşkündü, Lâl'i anlamak neredeyse imkânsızdı. Hepsini toplamak çok zor oldu ama topladım."

"Sizi Önder değil de sen büyütmüşsün gibi davranıyorsun." Önder'in adının geçmesi bile ürpermeme neden oldu, onun yüzü bile zihnime düştüğünde öfkeyi hissedebiliyordum.

"Önder bize dövüşmeyi öğretti," dedi net bir sesle. "Onun arkasından kardeşlerime dövüşürken canlarını yakmamayı öğreten bendim. Önder bize rol yapmayı öğretti, kardeşlerime birbirimize rol yapmamamız gerektiğini öğreten yine bendim. Önder acıyı öğretti, kardeşlerim acı çekerken geçirmeye çalıştım. Önder öfkeyi öğretti, onları ben sakinleştirdim. Önder sevgiyi hiçbir zaman öğretmedi, biz birbirimize bağlandık." Parmaklarıyla oynamaya başladı, tırnaklarının köşelerindeki etleri soydu. "Önder yalanı öğretti, benim dışımda hepsi yalana alıştı ama ben alışamadım."

Parmaklarının kenarlarındaki etleri soydukça kan topluyordu, düşünceleri dalgındı ve her derinliğinde bunu kendisine yaptığını gözlemlemiştim. Çekinerek parmaklarımı elinin tersine dokundurdum, bakışları hızlı bir şekilde bana döndü. "Önder gibi birisine dönüşmediğin için mutluyum."

"Önder gibi birisine dönüşmedim," dediğinde gözü elinin üstündeki elime kaydı. "Çünkü Önder ile hep birbirimize benzedik. O da sokakta büyümüş." Elini elimden çekti, cebinden sigara paketini çıkardı sonra masaya bırakarak sigarasını dudaklarının arasına yerleştirdi. Ucunu ateşlendirdikten sonra büyük bir nefes çekti. "Ve şimdi onun gibi devam etmemi istiyor."

"Yankı," dediğimde gözlerim sigarasının ucundaki ateşteydi. "Bunlar hiç olmamış gibi düşün. Yani hiç Sokak Nöbetçileri'yle olmamışsın gibi düşün. Nasıl bir hayatın olurdu, şu an ne yapıyor olurdun?" Bu sorum onu şaşırtmıştı, gözleri açıldı. "Ne oldu?" diye sordum. "Neden öyle bakıyorsun?"

"Daha önce hiç kimse bunu merak etmemişti," diye açıkladığında hâlâ şaşkındı. "Beni gerçekten merak mı ediyorsun?"

"Seni gerçekten merak ediyorum," dediğimde başımı iki yana salladım. "Kimsenin merak etmediği kadar çok hem de. O kadar çok sorum var ki."

Birkaç dakika bekledi, düşündü; turkuaz gözlerinden her duygu geçti. "Bilmiyorum," dedi itiraf ederek. "Bunu daha önce ben de kendime hiç sormamıştım ama babam en iyisi olmamı isterdi, o yoluma ne çizerse ben de onu yapmak zorunda kalırdım." Babasından bahsetmek Yankı'nın her seferinde farklı bir ses tonuna bürünmesine neden oluyordu. "Tek emin olduğum günün birinde yine ait olduğum yere, sokağa dönerdim."

"Ait olduğun yer sokaklar değil," dediğimde bu düşüncemi sonuna kadar savunabilirdim.

"Ait olduğum yer sokaklar çünkü en soğuk kış gecesinde bile sıcağı hissettiren bir aile gibiydi," diye karşılık verdi. "Beni bir kez olsun bırakmak istemedi."

Ailesini merak ediyordum, gerçeklerini merak ediyordum, neden sokakları evi olarak kabul ettiğini merak ediyordum; her şeyi merak ediyordum ama turkuaz gözleri daha fazlasını istemiyormuş gibi gözlerimdeydi.

"Bu soruya cevap vermek istemeyebilirsin," dediğimde önümdeki patateslerle oynamaya başladım. "Bir düşmanın var mı?"

Bu soruyu kendime de sordum ve aklıma birçok isim geldi; o isimleri birbirinden ayıramıyordum çünkü hepsinin acısı aynı noktadaydı.

"Kolay kolay kimseyi düşmanım olarak görmem," dediğinde sesi kibirliydi. "Çünkü karşındaki kişinin seninle aynı seviyede olması gerekir."

"Yani bir düşmanın yok," deyip öne bir teori attım.

"Bir tane var," dediğinde neden bana dikkatli bir şekilde baktığını anlayamıyordum. Cevabı beni etkileyecek miydi yoksa o cevabın içinde kendime sorular mı bulacaktım?

"Sanırım söylemeyeceksin," diye elimi salladım.

Bir anda hiç beklemediğim anda, “Koza," dedi ve bu ismi duyduğumda yüzümün alacağı şekli ciddiyetle izledi. Olabildiğince yüzümü sabit tutmaya çalışsam da nasıl baktığımı bilmiyordum. Tepki vermedim, izlemeye devam ettim; dizlerim titriyordu, ellerimi gizledim. Ekip beni Sokak Nöbetçileri'nin yanına Koza için göndermişti. "Daha önce bu ismi hiç duydun mu?"

Başımı hızlı bir şekilde olumsuz anlamda iki yana salladım. Günüme yalanı bulaştırmayacaktım ama oradaydı, yalanlar bana kucak açmak zorunda kalmıştı. "Neden diğerleri değil de o senin düşmanın?" diye sorduğumda umursamaz görünmeye çalışıyordum.

"Çünkü benimle savaşabiliyor," diye açıklamada bulundu. "Bunu başarabiliyor. Bu yüzden onu kapana kıstırdım."

"Ondan korkuyor musun?" Nasıl olmuştu da bu soru ağzımdan çıkmıştı, bilmiyordum fakat o an söylediğim sırada pişman olmuştum. "Yani o korkulacak kadar kötü biri mi?" diye çevirmeye çalışsam da Yankı sorumdan rahatsız olmuşa benziyordu.

"Savaşta herkes kötüdür," dedi net bir sesle. "Savaş meydanında herkes korkar ama kapana kıstırılmış olan Koza olduğuna göre kaybeden de en fazla korkan da o yine o."

"Sana ne yaptı?" İşte bu sorunun yanıtını daha fazla merak ediyordum. "Yani neden Koza en büyük düşmanın? Onu gerçekten tanımak isterdim, senin gibi biriyle düşman olabildiği için."

Soruma cevap vermedi ve beni izlemeye devam etti. Uzun bir süre karşılık bulmak istedim ama bana yine bunu yansıtmadı. Son kurduğum cümle miydi onu bu kadar düşündüren bilmiyordum ama açıkça kafasında bir plan yapıyor gibiydi. Yalana başvurmak istemeyen Yankı Sarca, yine sessizliği tercih etmişti.

Kolundaki siyah saate baktıktan sonra sandalyesini hafifçe itekleyip, “Film on dakika sonra başlıyor," dedi. "Kalkmamız gerek."

Başımı sallayıp oturduğum yerden kalktım, papatyaları yine kucağıma aldım ve hamburgerciden çıkıp yürümeye başladık. Bisikletini geçtiğimizde Yankı "Şu köşede sinema," diyerek bana açıklamada bulundu.

"Romantik komedi filmi," dediğimde az önceki gerginliği yok etmeye çalışıyordum. "Heyecanlı mısın?"

Bir elini cebine yerleştirdi, diğer elinde yeni yaktığı sigarası vardı. Havanın karanlığını yoldan geçen arabaların farları aydınlatıyordu ve sokak lambaları. O sokak lambalarının altından geçerken Yankı'dan bakışlarımı ayıramıyordum.

"Çok heyecanlıyım, heyecandan Mutlu gibi tuvaletim gelecek şimdi," dedi sinemanın önüne geldiğimizde. Sigarasını yere attı, botuyla söndürdü sonra bakışlarını bana çevirdi. "Filmi anlamakta güçlük çekeceğim çünkü kurguları çok zordur."

Omzuna hafifçe vurdum. "O filmler sadece eğlence için çekiliyor Yankı Sarca ve bilmem farkında mısın benimle hamburger patates yedin. Genelde romantik komedi filmlerinde böyle sahneler olur."

Yankı, bu söylediğimden dolayı dehşetle gözlerini açtı. "Hayatımı romantik komedi filmine çeviren bir kadınla tanıştım," dedi alayla. “Bana ilkleri yaşatan o kadın, kocaman gözleriyle şu an beni izliyor."

“Teşekkür et bana Yankı Sarca çünkü senin hayatın film olsaydı sadece aksiyon barındırırdı," deyip omuz silktim. "Hiçbir şekilde komedi barındırmazdı. Mutlu sağ olsun, renk katıyor hayatınıza."

Laf sokmaya çalıştığımı anladığında sırıttı, bu devamında gelecek cümlesinin beni derbeder edeceğini belli eden sırıtmasıydı. "Neden öyle diyorsun?" dedi alayla. "Aksiyon filmime sen katıldıktan sonra erotizm de katılabilir."

"Yankı!" diyerek onun omzuna daha sert bir şekilde vurdum ve sırıtmasının daha da genişlemesine neden oldum.

Sinemadan içeriye girdik, salona doğru yürürken bir adam biletlerimizi görmek istedi ve Yankı cebinden biletleri çıkarıp gösterdi. Köşesini yırttıktan sonra adam gülümseyerek, “İyi seyirler," diye mırıldandı.

"Kesin öyledir," dedi Yankı gözlerini devirerek. "Kesin seyirler çok iyidir."

"Suatlar ve Sametler değil de senin romantik komedi filmleri sevdiğini söylerdin," dedim göz ucuyla bakıp. "Ne oldu pişman mısın?"

Salondan içeriye girdik. Işıklar kapanmıştı, salonun içinde neredeyse kimse yoktu ve karanlıktı. Reklamlar bitmek üzereydi. "Suatlar ve Sametler," dedi üzerine bastırarak. "Seninle bu boş sinema salonuna sadece öpüşmek için gelirlerdi."

Arka koltuklardan birine yerleştik, tam ortadaydık. Bizimle beraber iki çift daha vardı ve bizden uzakta oturuyorlardı. "Ergen mi onlar?"

"En az senin kadar," deyip sırtını koltuğa yasladı ve bir bacağının bileğini diğerinin dizine yasladı. "Yavşak Suatlar ve Sametler bir de senin elini tutmaya çalışırlardı."

"Neden yavşak diyorsun?" diye homurdandım. "Böyle şeyler sevimlidir."

"Sevimli mi?" Karanlıkta gözleri bana döndü, turkuaz gözleri parlaktı. "Senin romantik komedi izlemekten beynin bulanmış."

"Benim mi?" İşaret parmağımı uzatıp filmi gösterdim. "Şu filmleri eleştiriyorsun ama bir tane güzel bir cümle kur desem asla kuramazsın. En azından bu tarz filmlerde güzel cümleler dönüyor."

"Onlardan çok daha iyisini yaparım," dediğinde gözleri kısıldı. "Elin ayağın titrer, nefes alamazsın."

"Hah," deyip onu alaya aldım. "Hadi oradan."

"Deneyelim mi?" diye sordu. "Etkilenip etkilenmeyeceğini görelim."

"Etkilenmeyeceğim."

"Etkileneceksin," dedi karşı gelerek. "Hem de izlediğin yüzlerce romantik komedi filminden daha fazla etkileyecek seni." Vücudunu bana doğru döndürdü, hafifçe yaklaştı ve eli çenemi tuttu. Karanlıkta, yüzümüze renksiz ışıklar vururken bana bakıyordu. "Hazır mısın?" Sorusu bile heyecanlanmama neden olmuştu ama ona belli etmedim.

"Etkilenmeyeceğim," dedim.

"İçimden ne geçiyorsa onu söyleyeceğim," dedi. "Etkileyici bir cümle. Sadece dinle."

Başımı aşağı yukarı salladığımda diğer eli, saçlarıma uzandı ve önüme gelen birkaç tutamı kulağımın arkasına itekledi. Çenemde duran baş parmağı, alt dudağıma doğru uzandığında nefesini verdi. Yüzü yüzüme biraz daha yaklaştı, dudakları birkaç santim uzağımdaydı.

"Bu gece, güneş bir anda gökyüzünde yıldızlar varken bile doğsa," dediğinde turkuaz gözleri tam gözlerimin içindeydi. "Ben seni yine bu şekilde izlemeye devam ederdim çünkü seni izlemek, bütün imkânsız mucizelerden daha güzel."

Dudaklarım aralandı, nefesimi tutuyordum ve onun nefesi ikimize de oksijen oluyordu. Gözlerindeki samimiyeti hissedebiliyordum, cümlelerindeki anlamlar kalbimin üzerinde dolaşıyordu ve karnımda kocaman bir sıcaklık vardı. Kelebekler değildi, daha büyüktü; ateş gibiydi.

“Ve sen Helin Aktan,” diye devam ettirdi. “Şu yediğimiz hamburger patates, bu romantik komedi filmi, kucağında sıkıca tuttuğun beyaz papatyalar, hızlı atan kalbin, yanaklarındaki ateş.” Başını hayranlıkla iki yana salladı ve dudaklarını ısırdı. “Sen yine şu ana benziyorsun ve beni heyecanlandırıyorsun.” Elinin tersiyle yanağımı okşadı. “Beni bu ana hapsediyorsun, beni sana hapsediyorsun.”

Donup kalmıştım. İçimden gelenleri söyleyeceğim, demişti. Burnunu burnuma yasladı, alnı alnıma değdi sonra gülümsedi. Filmde bir ışık çok net bir şekilde parladı, onun gözlerine çarptı; turkuaz gözlerinin de farklı bir şekilde parladığına şahit oldum.

"Yankı," dedim zorlukla. "Bilerek yaptın değil mi? Etkileneyim diye değil mi?"

Alnını alnımdan çekti, eli yanağımdan çekildi. İlk defa dudakları burnumun ucuna dokundu ve öptü. Gözlerimi sıkıca kapattığımda o an eriyip yok olacakmışım gibi geliyordu. Suatlar ve Sametler dudaktan öpebilirlerdi, ben bu hareketini hiçbir şeye değişmezdim.

Benden uzaklaştığında, “Sadece liderin olarak," dedi ve başını filme çevirdi. "Etkilendin. Bak başarabiliyormuşum."

Her zaman bir bahanesi vardı, her zaman sığındığı cümlesi buydu ama benim aklım çıksa, bana kurduğu bu cümle kalbimden çıkmazdı.

Onu alaya aldım, itiraf etmedim sonra ağzını taklit edip önüme döndüğümde film başlıyordu ve tanıtım yazıları geçiyordu. Yankı, daha rahat bir pozisyon aldığında kollarını önünde bağlamıştı.

Film dans eden kadın ve erkekle başladı, ikisi de mutluydu ama uzaktan bir adam onları izliyordu. Daha filmin onuncu dakikasında Yankı kulağıma doğru eğildi. "Kız ve erkek sevgili ama erkek yeterli gelmiyor. Şu diğer masada oturan adam da kıza âşık ve erkeğin eski arkadaşı. Klişe yani. İkisi de aynı kızı seviyor ve kazanmak için çabalayacaklar. Filmin sonunda kız masada oturanı seçecek çünkü masada oturan diyecek ki 'nerede mutluysan oraya git' kız da aman Tanrım deyip dudaklarına yapışır ve final."

Öfkeyle gözlerimi ona çevirdiğimde dirseğimle sertçe karnına vurdum. "Neden bunu yapıyorsun? Bütün heyecanını kaçırdın!"

"Anlamamış mıydın?" diye hayal kırıklığıyla soludu. "Masada oturan durmadan ağlayan taraf olacak, dans ettiği çapkındır. Kızı aldatma ihtimali yüksek ama masadakinden daha eğlenceli. Komedi kısmını da o katacak. Ha bir de aileler var. Masadaki fakir olan, dans ettiği zengin. Kızın fakiri seçmesi ince bir mesaj. Aşk, para dinlemez cart curt." Esnedi, ayaklarını önündeki koltuğun başına uzattı. "Başka anlamadığın yer?"

"Yankı!" diye fısıldadım. "Filmin daha on iki dakikası geçti! Neden kurguyu çözmek yerine hissetmiyorsun?"

"Öf," diye homurdandı. "Sürekli bakışacaklar, sürekli aralarına müzik girecek, sürekli konu uzayacak. Erkek öpmek isteyecek telefon çalacak, hep bir şeyler olacak. Bir saat boyunca öpüşme bekleme. Senarist öpüşmeyi bilerek geciktiriyor." Gözleri bana döndü sonra ışık yüzüne çarptı, gülümsedi. "Geciken her öpüşme, içinde daha fazla şehveti barındırır. Öyle değil mi? Çünkü daha fazla isterler, çok daha fazla."

Filmin dışına çıkmış gibiydi, bana bakarken direkt olarak beni isabet alıyordu. Tam o sırada filmde bir silah patladığında dans eden kız ve erkeğin bir düşmanı vardı. "İşte," dedi Yankı. "Şimdi masadaki öne atlayıp kızın önüne geçecek ve vurulacak." Bunu söyledikten bir dakika sonra aynısı yaşandı. "Bir süre hastanede yatar, kurtulur falan filan."

"Yankı," dediğimde bu sefer sesim yüksek çıkmıştı ve o sinema salonunda olan birkaç kişi bize bakmak zorunda kalmıştı. Yankı, oturduğu koltuktan aşağı doğru sindiğinde başını iki yana salladı. "Sus," dedim sessizce. "Keyfini çıkarmaya bak."

Teslimiyetle ellerini kucağına yerleştirdi ve ciddiyetle filmi izlemeye döndü. Susacağını hiç düşünmüyordum ama film ilerledikçe sessizliği devam etti. Söylediği gibi masadaki adam hastaneye kaldırıldı, kız kendini suçlu hissedip onun yanına gitti. Yine söylediği gibi ikisi eski arkadaş çıktı; aralarında kızı kazanmak için sohbet döndü.

Birkaç 'bana göre' komik sahnede kahkaha attığımda sinema salonunda tek gülen biz kadınlardık, erkeklerden çıt çıkmıyordu. Yankı, gözünün önünde ayı postu giyip dans etmişim gibi bana dehşetle baktı; gülüyor olmam yüzünü buruşturmasına neden olmuştu.

"İşkence," dedi kısık bir sesle. "Bu bir cehennem."

"Sus," dedim net bir sesle. "Bence çok komik." Dans ettiği adam kızı etkilemek için yaptığı bir planda yere düştüğünde daha yüksek bir kahkaha attım. "Gördün mü? Nasıl düştü?" O ciddiyetle beni izledi, ben gülmeye devam ettim. O ciddiyetine devam etti, ben daha fazla abarttım.

Filmde gerçekten bir saat sonra öpüşme yaşandı, öncesinde Yankı'nın söylediği gibi hep bir şeyler ortaya çıktı. Telefon çaldı, birileri geldi, kız istemedi, adam eski arkadaşının sevdiğine âşık olduğu için pişmanlığından uzak durdu ama tam da Yankı'nın söylediği gibi oldu.

Devamı da aynı şekilde ilerledi, her ne anlattıysa aynıları gerçekleşti. Dans ettiği çapkındı, kızı aldattı; masadaki arabesk adam aşıktı, ağlayıp duruyordu. Ona dönüp bakmıyordum ama yüzünde haklılığın verdiği tebessüm olduğunu hayal edebiliyordum.

Filmin sonlarına doğru erkek Yankı'nın kurduğu cümlenin aynısını kurdu. Nerede mutluysan orada kal, dedi ama yine hastane odasındaydı. Vurulduğunda oluşan yarası ona çok kötü patlamıştı, ameliyat olması gerekiyordu ama parası yoktu. Çapkın olan gizli bir şekilde parasını ödeyecekti, aralarından ayrılacaktı. "Bak," dedim kısık bir sesle. "Buraları tahmin edemedin."

Bir anda omzumda bir ağırlık hissettiğimde başımı çevirip baktım ve Yankı'nın başının düştüğünü fark ettim; uyuyakalmıştı.

Dudakları hafif aralıklıydı, elleri kucağından benim olduğum tarafa doğru düşmüştü, bacaklarını uzattığı yerde fazlasıyla rahat duruyordu. Bir filme bir onun yüzüne bakarken hangisini izlemekten daha fazla keyif alacağımın da farkındaydım; o benim omzumda uyuyakalmıştı.

Gülümsediğimde film bitmek üzereydi ama artık devamı beni çok da ilgilendirmiyordu; filmdeki ışıklar daha parlak olsun istedim, onun yüzünü görebilmek için. Arada sırada gözleri hareket ediyordu, rüya gördüğü belliydi ve birkaç kere de tebessüm etmişti.

Bu tebessümü sıcacıktı.
Rüyasına girip o rüyayı izlemek isterdim, içinde bulunduğum her rüyası bir gün gerçekleşirdi, bunu söylemişti.

Elimi kaldırıp çekingen bir şekilde hafifçe yüzüne dokundum ve yeni kestiği sakalları diken gibi parmaklarıma çarptı; tenimden şiddetli bir ürperti geçti. Parmaklarımı dudaklarına doğru götürdüğümde kasıldığımı hissettim sonra yumuşacık dudaklarına dokundum. Nemliydi, nefesi parmaklarıma çarpıyordu. Sıcacıktı.

Filmin bitiş şarkısı çaldığında ona odaklandığım yerden ayrılamıyordum. Parmaklarım dudaklarında takılı kaldığında ışıklar açıldı, dağınık olmayan saçlarını dağıtmak ister gibi parmaklarımı saçlarına götürdüm.

"Hangi film daha güzeldi?" diye mırıldandığında gülümsedi, parmaklarım saçlarının üzerinde dondu kaldı. "İlk izlediğin mi, ikinci izlediğin mi? Bence ikincisi."

Gözlerini araladı, yüzüme baktığında gülümsemesi genişledi. "Uyumuyor muydun?" diye sordum şaşkınlıkla.

"Uyuyordum," dedi. "Ama uykum hafiftir, Helin. Ayrıca," saçlarında duran elimi tutup aşağı indirdi, "bu lanet olasıca saçlar için çok uğraştılar, bozmanı istemem."

Sinema salonundaki herkes dışarı çıkmıştı ve kapıdaki görevlide bizim çıkmamızı bekliyordu. İlk ayağa kalkan Yankı oldu, onun arkasından ben de kalktım ve yürümeye başladık.

Oradan çıktığımızda karanlıkla ve rüzgarla kucaklaşmamız bir oldu. Yağmur hafif hafif çiseliyordu ve yoldaki arabalar sularını sıçratıyordu. Sinemadan çıkar çıkmaz Yankı bir sigara yakmıştı ve yağmur saçlarına çarptıkça bozulmasına neden oluyordu.

"Ee," dedi alayla. "Film seni çok şaşırttı mı?"

Homurdanarak, “Tam da söylediğin gibi çıktı," dedim. "Ama son dakika masadaki adamın hastaneye yatması gerekti, çapkın olan yardım edecekti."

"Sonra?" diye sordu.

"Sonrası," duraksadım ve bakışlarımı ondan kaçırdım. "Sonrasını unuttum."

"Neden?" Hafifçe bana çarptı sonra saçımı çekti. "Yoksa daha güzel bir final mi yaşadın?"

"Nasıl uyursun?" deyip lafı değiştirdim ve elimi onun saçlarından kurtardım. "Sıkıcı bir film değildi."

"Helin," dediğinde bisikletine doğru yürüyorduk. "Bana hiçbir zaman o filmleri sevdiremeyeceğini kabul etmelisin."

Dilimi uzatıp bisikletinin yanında durdum ve öfkeyle ona baktım. "Nereye gidiyoruz? Gizem filmi izlemeye mi?"

Bakışlarını gökyüzüne doğru çevirdi sonra bisikletine bindi ve başıyla önünü işaret etti. "Bin bakalım önüme," dedi. "Seni eve bırakacağım sonra benim bir yere gitmem gerekiyor."

"Nereye?" diye sorduğumda önüne biniyordum. Cevap vermedi, yanıtsız bıraktı. "Hayatının çok dışındayım," diye açıklamada bulundum. "Senin hakkında bildiklerim o kadar sınırlı ki. Örneğin bazen ortalardan yok oluyorsun ve bir gün gelmediğin oluyor. Nereye gidiyorsun?" Bakışlarım ona döndü. "Söylemeyeceksin çünkü bana güvenmiyorsun." Başımı iki yana salladım. "Bana güvenmediğin için sana öfkelenmiyorum, kızmıyorum ama hayatının bu kadar dışında tutulmak hoşuma gitmiyor."

Gözlerimin içine bakarken kendi kendine bir karara varmak istediğini görebiliyordum. Güvenmek ya da güvenmemek. Yankı Sarca ikinci yolun üzerinde yürüyordu ama asıl sorun, birine güvenmiyorken o insana gerçeklerini göstermekti. Yankı'nın cesareti, bu kadarına izin verir miydi, bilemiyordum.

"Ortadan her kaybolduğumda nereye gittiğimi mi merak ediyorsun?" diye sordu düz bir sesle. "Bunu kimse bilmiyor."

"Kimse bilmiyor ama ben bilebilirim," dediğimde biraz daha ona döndüm. "Kimse görmüyor olabilir ama ben görebilirim. Neden bu kadar kapalısın? Ben seni kimseye göstermediklerinle görmek istiyorum çünkü sen beni öyle gördün."

Bakışlarını benim üzerimden ayırdı yola doğru baktı. Derin bir nefesi verdiğinde turkuaz gözleri kısılmıştı. Bir süre düşündü, bu sürede bakışlarımı ondan ayıramadım. En sonunda bana baktığında, “Bugün kararları sen veriyorsun," dedi. "Sana iki seçenek sunacağım, hangisini seçersen oraya gideceğiz."

Bu beni heyecanlandırmıştı, kesinlikle kimsenin bilmediğini seçeceğime emindim.

"Çocukluğumla ilgili kimsenin bilmediği, her kaybolduğumda gittiğim yeri mi görmek istersin?" Diğer seçenek için nefesini verdi, bakışlarından anlayamadığım bir ifade geçti, benimle oynamıyordu ama bu seçenekler sanki aramızda başka bir köprü oluşmasına neden olacaktı.

"Ya da?" dedim umursamaz bir sesle.

"Diğer seçeneği merak ediyorsun," dedi ve sesi kısık çıktı.

"Sadece merak," diyerek onu rahatladım.

"Ya da," dediğinde gözlerimin içine baktı. "Tek düşmanım Koza'yla tanışmak mı istersin?"

Terazi, önümde belirdi ve ben o teraziyi bile parçalamak istedim. İki seçenek sunmuştu önüme, ilk seçeneği deliler gibi merak ediyordum, diğer seçeneğin umurumda bile olmadığını söylüyordum fakat şimdi düşüncelerim tamamen değişmişti.

Koza'yı tanımak istiyordum çünkü benim ihanetimin nedeni oydu; kim olduğunu bilmem gerekiyordu.

Yankı'nın çocukluğuna dokunmak istiyordum çünkü o benim çocukluğumun ellerinden tutuyordu.

Birinciyi seçmezsem, ikinciye hiçbir zaman ulaşamayacağımı hissettim. "Koza'yla tanışmak istiyorum," dedim ve ben bunu dediğim an gözlerine hayal kırıklığı uğradı. "Tek düşmanın kim merak ediyorum."