logo

21. SOKAK LAMBASI

Views 510 Comments 9

Lâl Sarca'nın güncesinden...

06.03.2005

Günlüğümün ilk sayfasını yazıyorum.

Adımı Lâl koydular, dilsiz demekmiş.

Konuşamıyorum. İnsanlar konuşamıyorum diye beni anlamıyorlar.

Onun dışında.

Adını Yankı koydular ama o adının Yankı olmadığını söylüyor. Herkes konuşamıyorum diye üstüme gelirken o beni arkasına alıyor ve benimle karşılık beklemeden konuşuyor. Kavgacı birisi olduğumu söylüyorlar, o beni savunuyor.

Derdimi anlatamıyorum, bağıramıyorum, kendimi savunamıyorum.
Yankı ben ne söylemek istiyorsam onu söylüyor.

Elime bir fotoğraf makinesi verdi.

Dedi ki, senin sesin fotoğrafların olsun. Her duyguyu fotoğraflarınla ver.

Ne demek istediğini anlamadım ama büyüdükçe anlayacağım, bunu biliyorum.
Yaz dediler, yazdım.

Ve ben günlüğümün ilk sayfasına seni yazdım, sen kimi yazdın Yankı?

"Dördüncü Sokak Nöbetçisi, Lâl Sarca"

Yankı Sarca'yı dört gündür göremiyordum çünkü ortalarda yoktu.

Günlerin hızlı geçtiğine inanabilirdim, bana yıllar gibi gelmeseydi eğer. Onu göremediğim dört gün geçmişti. Koca dört gün. Yetmiş altı saat.

Onu tanıdım tanıyalı bu kadar uzun süre göremediğim hiç olmamıştı. Aramıştım, cevap vermemişti. Nerede olduğunu öğrenmek istemiştim, karşılık vermemişti. Sanki bulabilecekmiş gibi onu sokaklarda aramıştım ama elbette ki bulamamıştım.

Bunları düşünen ve peşine düşen elbette ki sadece bendim. Sokak Nöbetçileri'nin umurunda bile değildi çünkü Yankı'nın arada sırada ortalıklardan kaybolduğunu söylüyorlardı ve sonra geri geldiğini.

Işık telefonuyla oynarken demişti ki; kafasını dinlemeye gitmiştir, Yankı yalnız kalmak istiyordur.

Bartu alayla demişti ki; zekâ geliştiren bir kurstadır, Yankı yalnız kalmak istiyordur.

Mutlu kaşlarını çatıp demişti ki; lanet olasıca sen beraber çıktığınız gün ne halt ettiysen adamı kaçırdın. Sonra da eklemişti, Yankı yalnız kalmak istiyordur.

Lâl yüzüme bakmadan sadece demişti ki; Yankı yalnız kalmak istiyordur.

Bana cevaplarını verirlerken hepsi o kadar umursamazdı ki Yankı'nın onları bu haline alıştırması tuhafıma gitmişti. Evet, elbette o yalnız kalmak isteyebilirdi ama günlerce ortalarda olmaması tuhaflarına bile gitmiyordu. Ayrıca bir insan yalnız kalmak istiyorsa bir derdi olmalıydı, neden hiçbirisi önemsemiyordu? Çünkü alışmışlardı.

Yankı yalnız kalmak istiyordu.

Yankı zaten her şeyi kendi başına halledebilirdi.

Yankı hep böyleydi.

Aynı cümleleri söyleyip duruyorlardı.

Bana yardım edebilecek kimse yoktu. Çekinmeden Önder'e ulaşıp ona sormayı bile düşünmüştüm fakat Işık beni durdurmuş, Önder'i her konuya dahil etmememiz gerektiğini söylemişti ayrıca Önder karşılıksız bir iyilik yapacak birisi olmadığını da üstüne basa basa bana belirtmişti.

Oturduğum yerde dört gün öncesini düşünüyordum, ayrılmadan dakikalar öncesini ve bana sunduğu tercih hakkını. Kendimi suçlu hissetmeli miydim?

Kalbimi yokluyordum, aklımı yokluyordum ama kendimi suçlu hissedemiyordum çünkü suçlu değildim. Onun kimseye anlatmadığı bir sırrını, kendi sırtımdaki kamburu yok edemeden artık öğrenemezdim çünkü benim bir vicdanım vardı, o vicdanı duyabiliyordum.

Her sır, içinde başka bir korku taşırdı çünkü korku taşımasa sır olmazdı. O bana güvenmezken ve ben bile kendime güvenemezken nasıl olurdu da onun sırrını, kamburuma ekleyebilirdim?

Kendime güvenmiyordum, o sırrı elimden, zihnimden, kalbimden söküp alacakları konusunda kendime güvenemiyordum.

Ben Sokak Nöbetçileri'nin arasına ajan olarak Koza için gönderilmiştim. Bana demişlerdi ki, Patron’u bulacaksın ve bulduğunda aslında bütün gerçekleri göreceksin. Onu sadece bul.

O zamanlar ne demek istediklerini anlayamıyordum ama şimdi baktığımda Yankı gibi birisinin düşmanı olabildiğine göre gerçekler, fazlasıyla ağırdı. Onu kurtaracak mıyım, diye sormuştum ama bana sadece bulmamı söylemişlerdi.

Kurtarılmasını istemiyorlar mıydı? Çelişkiler başımı ağrıtacak kadar fazlaydı.

Sırtımdaki kambur, ihanetimin nedeni, beni Sokak Nöbetçileri'yle yüz yüze getiren Koza'yı ve gerçekleri artık görmek istiyordum; o ihaneti, Koza'yı gördüğüm yerde bırakmak istiyordum.

Yankı'nın bana neden tercih hakkı sunduğuyla ilgilenmiyordum fakat zihnimin bir tarafında şüphelenip beni denediğini söyleyen birisi vardı. Bu ses haklı olabilirdi ama önemi de yoktu çünkü zaten Yankı bana güvenmiyordu, sürekli şüpheyle yaklaşıyordu ve en başından önlemlerini almıştı.

İstediği benimle oyun oynamak, şüphelerini haklı çıkaracak mıyım diye görmek miydi? Ona istediğini verecektim çünkü sırrını avuçlarımın arasına almak yerine hayal kırıklığını onun eline verebilirdim.

Bana en son büyük bir hayal kırıklığıyla bakmıştı. Hiçbir şey söylemeden bisikletine binmiştik ve beni eve bıraktıktan sonra gitmişti; nereye olduğunu söylemeden, bir kez daha yüzüme bakmadan.

Ve şimdi tam karşımdaydı.

Öğleden sonraydı, Bartu Mutlu'nun kıvırcık saçlarının arasına hamam böceği yerleştirip onu korkuttuğu anlarda kapı açılmıştı ve Yankı gelmişti. Sokak Nöbetçileri hiçbir şey olmamış gibi ona sarılmışlardı, Mutlu yerinde zıplayarak hamam böceğinden onu kurtarmasını söylemişti.

Karşımdaki koltukta oturan Yankı'yı izlerken gözleri bir kez olsun bana uzun uzun dokunmamıştı, arada sırada temas kuruyordu fakat herhangi biriymiş gibi baktıktan sonra başını çeviriyordu.

Oturduğum koltuğun köşesine Işık kalçasını yaslamıştı, kollarını bağlamış Mutlu'nun çığlıklarını büyük bir keyifle dinliyordu.

Yankı'nın saçları yine dağılmıştı, üzerinde eve gelip değiştirmediği halde farklı bir kıyafet vardı. Siyah kazak ve siyah pantolon. Gözleri kıpkırmızıydı, beyazları neredeyse görünmüyordu. Göz altları ise mosmordu. Dudakları kuruydu, sakalları yine uzamıştı.

Benim dışımda hiçbirisi bunlara dikkat etmiyor muydu?

Lâl ile göz göze geldik. O da Yankı'yı inceliyordu ve bakarken benimle aynı şeyleri düşünüp düşünmediğini merak ediyordum. Günlerdir aynı odayı paylaşmamıza rağmen aramızda hiçbir sohbet geçmemişti, içten içe beni yine suçladığını biliyordum ama bu sefer Yankı'nın gidişiyle bu duygusu biraz daha pekişmişti.

Espriler ortada uçuştu, kahkahalar ve gülmeler. Yankı tebessüm ediyordu ama sıcak bir tebessüm değildi. Sahiden, kimse ona nerede olduğunu sormayacak mıydı?

Kaşlarım çatıldığında elimi saçlarıma geçirdim. Öfkeli hissetmemin nedeni neydi bilmiyordum ama o an Yankı'nın dört kişi içerisindeki yalnızlığını görebiliyordum. Lâl, Bartu, Mutlu ve Işık; onlar dört kişiydi. Yankı gruptaki beşinci kişiydi fakat kendi içinde tamamen yalnızdı. Bunu bilmek ile göz göze gelmek arasında tonlarca fark olduğunu kalbimin sıkışmasından anlayabiliyordum.

Bartu, Mutlu'ya arkadan sarıldı ve başka bir hamam böceğini daha saçlarının arasına yerleştirdiğinde kötü bir şekilde güldü. Mutlu çırpınsa da ellerinden kurtulamıyordu. Bartu'nun dudaklarında zor silinmiş bir ruj, göz kapaklarında ise kırmızı far vardı. Yanaklarına sürülen allık, tıraş izlerini daha fazla belirginleştirmişti.

"Yankıtu!" diye bağırdı Mutlu. "Götünü, başını, bokunu yerim, kurtar!" Ayaklarını kaldırıp salladı fakat yine faydasızdı. "Lan! Şortumun içinde yürüyen umarım senin minik çükündür!"

Zıpladığında ve yapay bir şekilde ağlamaya başladığında orta boylarda bir hamam böceği şortunun içinden düştü ve Işık, çığlık atıp ayaklarını havaya kaldırdı. Hamam böceği parmaklarımın ucundan geçerken, gözlerimi Yankı'dan ayıramıyordum, böcek umurumda bile değildi.

"Bu salataya doğranmalık marulun bana ne yaptığını görüyor musun Yankı?" diye sordu Bartu hiddetle ve kollarını daha sıkı sarıp hareket etmesini engelledi. "Ben uyurken yüzüme makyaj yaptığı yetmezmiş gibi fotoğraflarımı çekip arkadaş bulma sitesine yüklemiş. Telefonuma durmadan erkeklerden mesajlar yağıyor, yok memeni at, yok bilmem nelerini at." Arkadan Mutlu'nun çenesini tuttu. "Ben bunu dövmeyeyim de ne yapayım?"

Yankı, sırtını koltuğa yasladı, kafasını iki yana salladı. Keyifsiz hali uzaklaşırken kardeşlerinin ona iyi geldiğini anladım. "Mutlu, bu sefer gerçekten en kötüsünü hak etmişsin, seni ben bile kurtaramam kardeşim."

"Ama beybeğim!" Mutlu nefes nefese Yankı'nın gözlerinin içine baktı. "Erkek halini de koydum, kadın halini de. İkincisine daha fazla talep geliyorsa bu benim suçum mu?"

"Lan!" Bartu, dönüp Lâl'e baktı sonra elinin tersiyle dudağındaki kıpkırmızı ruju biraz daha sildi. "Sen bana ne demek istiyorsun?"

"Güzel bir kadınsınız beyefendi," dedi Mutlu yarı alaylı yarı korkarak. "Hayatında duymadığın övgüleri aldın, hoşuna gitti biliyorum." Kollarını sallamak istedi ama başarısız oldu. "Altmış yaşında bir amca demiş ki, dudaklarını çilek gibi yemek isterdim ama şeker hastasıyım, acı sever misin? Seversen acıtırım." Işık kahkaha attı. "Hayatımda gördüğüm en gerçekçi yürümeydi."

"Bartu," dedi Işık kahkahasının arasından. "Sen ne demiştin cevap olarak?"

Sessizlik oldu, Mutlu arkasını dönüp zorlukla Bartu'ya baktı sonra kafasını iki yana salladı. "Altmış yaşındaki amcanın kalbine indiren bir şey yapmış," dediğinde gözlerini kapattı. "Adam hesabı kapatıp gitmiş. Bir dur, bir düşün Bartukıç bu adamın çükü kalkıyor mudur, diye. Adam masum sapıklardandı!"

"Bartu karşılık olarak ne yapmış?" diye sordu Işık hevesle.

"Acı mı istiyorsun, diye sormuş adama. Adam tabii kesin kan ter içinde heyecanla evet yazmış ama yazamamış bile harfler birbirine girmiş." Kafasını iki yana salladı. "Karşılığı gerçekten acı olmuş. Bartu adama kendi çükünü atmış al sana acı diyerek..."

"Ne?" Işık'ın gözleri irileşti sonra büyük bir kahkaha attığında Yankı da güldü; bu sefer samimi bir gülüştü. "Gerçekten mi?" Işık kulaklarına inanamıyor gibiydi. "Adamı düşünemiyorum."

"Adam telefonu klozete atıp sifonu çekmediyse ben de bu dünyanın en yakışıklı adamı değilim." Bartu, Mutlu'ya karnından sarıldı, Mutlu öksürmeye başladı. "Daha önce çükün yüzünden kalp krizi geçiren kimse olmamıştır, bir ilki yaşattım sana hâlâ beni dövüyorsun."

"Sen de hâlâ konuşuyorsun," Bartu dişlerini sıktı, "seni sokakta çırılçıplak koşturmamam için tek bir şey söyle, Mutlu."

"Yapmadığın şey değil," diyen Mutlu ayağıyla Bartu'nun bacağına vuruyordu. "Koştur da herkesin gözü gönlü bayram etsin."

"Lan sen ne uslanmaz bir çocuksun." Kıvırcık saçlarının arasında dolaşan bir hamam böceğini alıp yine şortundan içeriye attı ve Mutlu çığlık attı. "Seni bugün kimse elimden alamaz."

"Hadi ama," dediğinde gözleri Lâl'e döndü. "Beni kurtarmayacak mısın?" Dudaklarını büktü. "Bak, erkek tipiyle kızları düşürmeye çalıştı bu koca öküz."

Lâl'in kaşları çatılırken, Bartu'ya gözleri döndü. "Hayır," dedi Bartu sonra bir anda değişti. "Yani evet, kızlar sıraya girmişti mesaj kutusunda ama ben çok sallamadım. Birkaç tanesine baktım, geçtim öyle."

"Yalan söyleme Bartukıç Grey Ballı Çörekçik," diyen Mutlu gülmeye başladı. "Sadece iki kadın mesaj atmıştı. Birincisi yine kalp krizi geçiren amcamız gibi orta yaştan daha büyük bir teyzeydi. Diğeri..."

"Tamam," dediğinde Bartu Mutlu'yu susturmaya çalışıyordu.

"Diğeri," diyen Yankı kollarını önünde bağladı. "Bunu merak ettim."

"Bırak, liderim emrediyor," diyen Mutlu Bartu'nun ağzını kapatan elinden kurtulmaya çalışıyordu. Birkaç saniye sonra Bartu'nun elini ısırdığında Bartu, inledi ve geriye doğru çekildiğinde Mutlu öne atıldı. "Diğeri de kadın fotoğrafı kullanan bir erkekti. Bartukıç'a demiş ki kaslarını fark etmeyecek bir insan yoktur. Bizimki de düşmesi gereken düşmüyor, yazmış." Göz ucuyla Lâl'e baktı.

Bartu yine arkadan Mutlu'ya sarıldı, kollarının hareket etmesini tamamen engelledi. "Ya," diyen Işık dudaklarını büktü. "Profil resmine kaslı fotoğrafını koyduğun halde hiçbir kız yazmadı mı? Bartu, bu kızlar kafayı yemiş..."

Bartu umursamaz bir tavırla, “Ben istediğim herkesi düşürürüm," dedi. "Düşmesi gerekenler düşmüyor, sıkıntı orada ama onu da başaracağım."

Mutlu alayla başını sallarken, “Öyle mi?" diye sordu. "Karmaya inanır mısınız dostlarım?" Hepimizin yüzüne bakarken sonrasında büyük bir bomba geleceğini anlamıştım. "Artık inanın. Kadın fotoğrafı kullanan erkek, Bartu'ya çükünü attı ve dedi ki, bak ben sana düştüm işte. O an şu koca öküzün suratını görmeniz lazımdı. Bir telefona baktı, bir bana baktı sonra o telefonu öfkeyle bana baka baka ısırmaya başladı."

"Oha!" Işık kahkaha atarak oturduğum koltuğa doğru düştüğünde neredeyse kucağımdaydı, ayakları havadaydı. "Boş ver Bartu, belki de kadın olmalısındır çünkü herkesi düşürebilecek gibi görünüyorsun."

"Kadın kişiliğinin adı da çok güzel," diyen Mutlu çenesini havaya kaldırdı. "Şükriye Pelinsu. Tam kahve bardaklarının üzerini dantelleriyle kapattıktan sonra sosyal medyaya kocasını çok sevdiğini yazacak gelin ismi." Bartu nefesini verdiğinde öfkesinin arttığını görebiliyordum. Bir yandan Mutlu'ya kıyamıyordu fakat bir yandan da öfkesini çıkarmak istiyordu.

"Tamam, seni rahatlatacak bir şey söyleyeceğim," dediğinde Bartu karnını tuttuğundan ötürü nefes almakta zorlanıyordu. "Bir şey itiraf edeceğim. Erkek olan hesabın altına Mutluga Prens'in biricik Kırbaççı Prensesi Bartukıç yazdığım için kızlar sana yürümemiş olabilir." Bartu'nun gözleri kocaman açıldı. "Şu an beni söküp geri takmak istiyormuş gibi bakıyorsun ama seni sahipleniyorum adamım, ne yapayım? Ya benimsin ya da..." Lâl'e döndü sonra sırıttı. "Gerisini anladın."

"Seni mahvedeceğim," dediğinde ayaklarına uzanmak için eğildi.

"Hey," dedi Mutlu eli kulağına giderken. Tam orada hamam böceği dolaşıyordu. "Kulağıma dil atmayı bırak, bu şekilde beni mahvedemezsin çünkü hoşuma gidiyor."

"Mutlu..." Işık, eliyle ağzını kapattı. "O dil değil, hamam böceği."

Tam bu sırada Bartu, onu bacaklarından tutup ters çevirdiğinde klasik bir şekilde Mutlu'yu silkelemeye başladı ve Mutlu'nun çığlıkları, odanın içini doldurdu. Işık, kahkaha atmaya devam ederken Lâl de güldü. Yankı'nın yüzündeki tebessüm bir an olsun silinmemişti, onları izlerken ne düşündüğünü ise anlayamıyordum.

Tek gülmeyen kişi bendim, keyfim asla yerine gelmiyordu çünkü Yankı'ya bakmaktan ve onu incelemekten başka hiçbir şeye odaklanamıyordum. Sokak Nöbetçileri gibi hiçbir şey yokmuş gibi davranamazdım, bana onu boş vermeyi öğretemezdi.

Bunu bana yapmasına izin vermeyecektim.

Bakışları Bartu'dan ayrılıp gelişigüzel bir şekilde bana takıldığında onu izlediğimi fark etti. Gözlerini yine üzerimde çok tutmadı, başka tarafa baktı sonra derin bir nefes verdi.

Kaçacak mıydı? Bunu yapamazdı.

"Yankı," dediğimde sesim beklediğimden daha yüksek çıkmıştı, boğazımdaki acı dakikalardır sustuğumdan ötürüydü. Yanımdaki Işık, kahkahasının arasından dönüp bana baktı, Lâl'in de başının bize doğru döndüğünü fark ettim. Yankı, başını kaldırıp bakmadı ama devam ettim. "Günlerdir neredeydin?"

Mutlu'yu silkeleyen Bartu duraksadı, Mutlu bile ters döndüğü yerden bize doğru baktı. Çok gereksiz bir soru sormamıştım, neye şaşırıyorlardı? Böyle bir sorunun varlığından acaba haberleri var mıydı? İlk defa Sokak Nöbetçileri'ne karşı kızgın hissediyordum.

Yankı, başını eğdiği yerden yavaş yavaş kaldırdı, gözleri gözlerime döndü. Kıpkırmızı gözlerinde turkuazları daha canlı görünüyordu; ne kadar uyumuştu?

"Neden sordun?" dediğinde sesinde hiçbir duygu yoktu. İlk tanıştığım gün olduğu gibi bakıyordu, sorgulayan, ifadesiz, yarı alaylı yarı ciddi. Bana yerimi belli etmek istiyormuş gibi, benim kim olduğumu biliyormuş gibi.

"Neden mi sordum?" dediğimde kaşlarım çatıldı. "Dört gündür yoksun, aradım fakat açmadın. Mesaj attım, yanıt vermedin. Bu mahallede gitmiş olabileceğin her yere de baktım ama bulamadım." Kollarımı önümde bağladım. "Aramalarımı görmediğini söylemeyeceksin, değil mi?"

"Neden yalan söyleyeyim ki?" diye sordu hızlı bir şekilde. "Aramalarını da mesajlarını da gördüm."

"Ve?" diye sorguladığımda beynimin içinde karıncalanma hissediyordum. "Onlarca mesaj attım. Birisine yanıt verebilirdin."

Bütün Sokak Nöbetçileri bizi dinliyordu, ilk defa onların önünde Yankı'yla tartışabileceğimi hissediyordum. Yankı'nın cevapsız kalacağını düşündüm ama o "Vermek istemedim ve vermedim," dedi dürüst bir şekilde. "Seninle konuşmak isteseydim telefonlarını açardım, bunu anlaman lazımdı."

Verdiği yanıt, her ne söylersem söyleyeyim karşılığına cevaptı. "Sadece," dediğimde gözlerindeki o ilk tanıştığım Yankı'ya bakıyordum. "Ben seni merak ettim, iyi olduğunu söylemen yeterliydi."

Yankı, sırtını daha rahat bir şekilde koltuğa yasladı, kardeşlerine baktı. "Beni merak ettiniz mi?" diye sordu onlara doğru. Hiçbirisinden ses çıkmadığında Mutlu hâlâ ters dönmüş duruyordu. "Bartu?" Bartu başını iki yana salladı ama gözleri fazlasıyla dikkatliydi. "Işık, Mutlu?" İkisi de birbirlerine baktılar ve sessiz kaldılar. "Lâl?" Başını başka tarafa çevirdi. "Merak etmediniz." Bakışları bana döndü. "O halde açıklama yapmama da gerek yok çünkü buradaki dört kişi bana hiçbir şey sormuyor."

Beni umursamadığını göstermeye mi çalışıyordu? Kalbimin üzerinde çok büyük bir ağırlık hissettim, bu ağırlık, Yankı'nın cümleleriydi. Kırmak mı istiyordu, bunu kardeşlerinin gözü önünde mi yapmak istiyordu? İstediğini eline verecektim. "Ben seni merak ettim," dedim kelimelerin üzerine bastırarak ve vazgeçmeyerek. "Aklım sendeydi. Sadece iyiyim demek zor değildi, bunun dört kişiyle bir alakası yok."

"İyiyim." Kısa ve net başka bir yanıt daha. Cebinden sigara paketini çıkardı, içinde tek bir tane kalmış sigarasını dudaklarının arasına yerleştirdi sonra ucunu alevlendirdikten sonra şakaklarını ovaladı.

"Neredeydin?" diye sordum tekrardan. Farklıydı, Yankı kalp kırmazdı ama ilk defa kalbimi bile isteye kırmak istediğini görebiliyordum. Caner ile beraber arkamı dönüp gittiğimde bile böyle davranmamıştı, şimdi ise vurduğu her darbeyle kalbimi parçalamak istiyormuş gibiydi.

Bunu yapsın istedim, kalbimi bin parçaya bölsün istedim çünkü Yankı'nın bunu yapmadığı her an, ben kendimi daha kötü hissediyordum.

"Bana hesap mı soruyorsun Helin?" diye sordu yüzüme bakmayarak. Gözleri kapalıydı, sigara olan eliyle şakaklarını ovmaya devam ediyordu. Bana o odadaki en önemsiz insanmışım gibi davranmaya çalışıyordu.

"Evet," dediğimde Işık, beni yavaşça dürttü ve bakışları üzerine gitmemem gerektiğini söylüyor gibiydi. "Sana hesap soruyorum."

"Neden?" dediğinde gülümsedi. "Seninle bir akşam birkaç saat çıkıp bir şeyler yedik, sonra da saçma sapan bir film izledik diye mi?" Gözleri açıldı, başını eğdiği yerden kaldırdı. "Bana hesap sorabileceğini düşünecek kadar o akşamı önemseme, bu hakkı sana vermedim."

"Buradaki dört kişinin buna hakkı var, öyle değil mi?" dediğimde içindeki cümleleri sesli bir şekilde duymak istiyordum. "Ama benim buna hakkım yok."

"Yok." Düşünmedi, nefes bile almadı. "Ve onlar da zaten hesap sormaz çünkü Yankı Sarca her şeyi halleder, her şeyi çözer, kendi başının çaresine bakar. Bunu ezberle, onlar ezberledi."

Bartu, Mutlu'yu tutmayı bıraktı ve Mutlu kafa üstü yere düştü. İnlemesiyle beraber küfür savurduğunda Bartu şaşkınlıkla Yankı'ya bakıyordu. Orada, onu tanıyan herkes kasıtlı bir şekilde beni kırmaya çalıştığının farkındaydı ve hiçbir zaman bana böyle davranmadığını da biliyorlardı.

İlkti, Yankı, ellerinin arasındaki kalbimi parmaklarıyla eziyordu.

"O akşamın bir önemi yok muydu?" diye sorduğumda yutkundum. Mutlu, o günden sonra Yankı'nın ortadan kaybolması üzerine düzinelerce şaka yapmıştı. Bir daha kimseyle çıkmamam gerektiğini yoksa insanların intihar edebileceğini bile söylemişti fakat benim için çok güzel geçen bir akşamdı.

Şu ana kadar.

Yankı, yalan söylemezdi. Gözlerimin içine bakarken her ne söylerse inanacağımı biliyordu. Kısa bir süre sessiz kaldığında yanıtsız kalmasının bile benim için ödül olabileceğini hissediyordum.

Onun hiçbir zaman yalan söylememesi, her cümlesine inanacağımı gösteriyordu.

"Artık yok," dediğinde sesi kulaklarımda çınladı. Tek bir kelime. Benim için önemli olanın, onun için ‘artık’ önemsiz olması. Gözlerimin önüne saçlarını tarayan, ütülü gömlek giyen Yankı geldi. O Yankı için önemsiz gibi görünmüyordu.

Dağınık saçlı Yankı, önemsiz olduğunu adeta bakışlarıyla bana haykırıyordu.

Ona inandım çünkü hayatının hiçbir köşesine yalan bulaşmamış adama inanmaktan başka yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Bir anlık keşke benim gibi yalancı birisi olsa diye düşündüm, en azından ikimiz için bir umudum olabilirdi ama öyle değildi.

"Yoktu," diye tekrar ettiğimde bakışlarımı ondan ayıramıyordum. "Sen yalan söylemezsin."

Sigarasından büyük bir duman çektiğinde aramızdaki gerilim can yakıcı bir duruma gelmişti. Caner'le gidip geldikten sonra benden uzaklaştığını düşünmek, bunun yanında hiçbir şeydi. Şimdi öylesine yabancı geliyordu ki gördüğüm kişiden korktum. Başkalarının Yankı'ya baktığı zaman ne gördüğüne şahit oldum. Soğuk, mesafeli ve umursamaz. Artık o yüzünü bana da gösteriyordu.

"Hesap sormaya devam edecek misin?" diye sorduğunda sesindeki sakinlik aynıydı ama tınısı sanki başka birine aitti.

Hesap sormaya devam edecek misin?

Kalbini kırmaya devam edeyim mi?

"Hesap sormaya devam etsem de bir yanıt vermeyeceksin," deyip bakışlarımı ondan ayırdım. "Kalbimi kırmandan korkmuyorum ama faydasız bir çaba olacak gibi görünüyor."

"O halde bu faydasız çabaya ikimiz de son verelim." Net, kısa yanıtları, diğer insanlara verdiği gibiydi. Kardeşlerine daima taviz gösteriyordu ama bana da önceden taviz gösterdiğini, şu an anlayabiliyordum. Kurduğum cümle sanki sadece bu an için geçerli değildi, aramızda yaşanmış olan her şeyi kapsıyordu.

"İlk defa bunu yaptın." Lâl'e baktım, o Yankı'yı inceliyordu. "Dört gün boyunca hiç ortadan kaybolmamıştın ve..."

"Sen geldiğinden beri olmamıştı," dediğinde cümlemi yarıda kesti. "Senden önce olanı bilemezsin değil mi?" Gülümsediğini hissettim. "Yoksa bilir misin?"

"Bilemem." Mutlu, yerde sürünerek Işık'ın ayağının ucuna geldiğinde o bile ağzını açamıyordu. Kurtarıcı olan Mutlu, Yankı'nın bu hali karşısında sessizlik maskesini takmıştı.

"O halde?" diye sorguladı Yankı. "Bu odadaki dört kişi bu duruma alışık. Önemli olan da bu değil mi?"

"Anladım Yankı," dediğimde gözlerimi ona çevirdim. "Benim bir önemim yok, bu odadaki dört kişinin önemi var. Kaç farklı şekilde dile getireceksin?" Sustu ve yüzüme bakmaya devam etti. Bu söylediğimi de onaylamasını bekledim ama öyle bir şey yapmadı. Kalbimi kırmak, bir de bu şekilde mi beni denemek istiyordu? "Ama anlamadığın şu," dediğimde işaret parmağımı havaya kaldırıp onu gösterdim. "Senin gözünde önemli de olsam önemsiz de olsam senin için endişelendim."

Işık'ın elini omzumda hissettiğimde yavaşça sıktı ve bunu yaptığında ellerimin titrediğini fark ettim; kucağımdaki ellerimi yumruk yaptığımda Yankı'dan gizlemek istedim ama bunu gördü.

Beni yanıtsız bıraktı, odadaki gerginlikte nefes seslerimiz duyuluyordu. Mutlu daha fazla dayanamayarak boğazını temizledi. "Beybeğim," dedi sürünerek Yankı'nın ayağının ucuna gidip. "Neden Helinski'ye böyle davranıyorsun? Romantik komedi filmi gerçekten bu kadar iğrenç miydi?"

Yankı'nın bakışları Mutlu'ya döndüğünde turkuaz gözleri yumuşadı, benim için kalkan ördüğü bakışları kardeşlerinde yok oldu. "Ne kadar iğrenç olduğunu tahmin bile edemezsin," dediğinde gülümsedi. "İnsanın aklıyla dalga geçiyorlar ama ben zaten uyudum."

"Uyudun mu?" Gözleri kocaman açıldı. "Ne oldu ilk flörtte sinemaya gidip el ele tutuşmaya, yiyişmeye, elleşmeye? Uçtu gitti mi?" Bir yandan korkuyor, bir yandan da Yankı'yı yumuşatmaya çalışıyordu. "Yoksa Helinski kendini sana öptürmedi diye mi böylesin?"

"Mutlu..." Işık temkinli bir şekilde Mutlu'ya gözlerini açıp baktığında gerginlik silinmemişti.

"Mutlu," dediğimde gözlerimi sıkıca yumdum. "O günün konusunu kapatsak mı?"

"Her ne olduysa Yankı Helin'e öfkeli," dedi Mutlu kardeşlerine bakarak. "Ona ilk defa böyle davranıyor. Görmüyor musunuz? Hep korurdu, hep arkasında dururdu, hep önüne geçerdi ama şimdi böyle değil."

"Öfkeli değilim." Yankı, elini Mutlu'nun saçlarından çekti. Herkes ona inanamıyormuş gibi baktı. "Gerçekten öfkeli değilim," dediğinde gözleri bana döndü. "Hissettiğim duygular arasında öfke yok."

"O halde?" Bartu, ağzını açtığında sesi kızgın geliyordu. Yanıma doğru yürüdü hatta önümde durdu. "Ona neden böyle davranıyorsun?" Beni korumak istiyormuş gibi önümde durması şaşkınlıkla bakışlarımı ona çevirmeme neden olmuştu, zaman farklıydı, kişiler aynıydı ama yanımda olan kişi, geçmiş zamanda karşımda duran kişiydi.

Yankı, Bartu'nun karşısında durmasına imalı bir şekilde güldüğünde dirseğini koltuğun kenarına yaslayıp elini çenesine koydu. "Olması gerektiği gibi davranmıyor muyum, Bartu?" diye sordu. "Bunu istemiyor muydun?"

"Benim isteklerimi ne zamandan beri dinleyip hareket ediyorsun?" Bartu, geriye doğru yürüdü ve yanıma geçti. "Her ne olduysa ona herhangi biri gibi davranmaya başlamışsın."

Yankı, kardeşlerinin tek tek gözlerinin içine baktı sonra derin bir nefes verdi. "Belki de herhangi biridir," dediğinde gözleri sabitti, Bartu'yu inceliyordu. "Belki de ben gereğinden fazla taviz vermişimdir. Belki de artık ona kim olduğunu hatırlatmam gerekiyordur."

"Böyle konuşma, onu kırıyorsun." Işık da ayağa kalktığında kaşları çatılmıştı. "Helin, artık bizim için herhangi birisi değil."

"Bunu zaten ben size öğrettim," diyen Yankı ayağa kalktı ve ellerini cebine yerleştirdi. "En başından beri onu istemeyen sizdiniz ve size onu alıştıran bendim. Fikrimi değiştirdiğimde siz de benimle beraber değiştirmeyecek misiniz?"

"Hayır." Bartu'nun keskin yanıtı ürpermeme neden oldu. "Ben bir söz verdim, kendime ve Helin'e. Sen ne bok yersen ye, aranızda ne geçmiş olursa olsun, ona bizim hatta özellikle benim önümde böyle davranamazsın. Bilerek onun kalbini kırmaya çalışıyorsun ama o günlerce gerçekten seni merak etti."

Yankı, kardeşlerinin tek tek yüzüne baktı ve sanki bu çevirdiği kısa film, onların gözündeki değerimi anlamak içindi. Böyle bir şey asla beklemiyordum, özellikle Bartu'dan ama karşımda kocaman bir dağ gibi beni arkasına almış koruyordu. Yankı bu olanlara şaşırmamıştı fakat çok da rahat göründüğü söylenemezdi. En son Lâl'e baktığında Yankı'nın yanında gibi görünen sadece oydu, nedeni de ihanetimi bilmesiydi.

"Sakin," dedi Yankı Bartu'ya karşı. "Sadece bir düşünceydi, tepkinizi merak ettim." Bakışları bana döndü sonra eliyle kalkmam için hareket yaptı. "Çıkmamız gerek. Hemen."

"Ya," dedi Mutlu yerde oturmaya devam ederken. Oturduğu yerden Yankı'nın bacaklarına sarıldığında bakışları bana döndü. "Yapmayın, etmeyin. Annemle babam boşanacak gibi hissediyorum. Siz daha öpüşecektiniz, ben görecektim, ne oluyoruz ya?"

"Güzel hayaller," dedi Yankı gülümseyerek. "Ve hayalin olarak kalmaya devam edecek."

"Ama iddia?" Mutlu gözlerini kocaman açtı.

"Yok iddia," dediğinde elini yine bana doğru salladı. "Bir kere de ben sözümde durmayayım, olmaz mı?"

"Kendimi öldürürüm," dedikten sonra Yankı'ya daha fazla sarıldı. "Yankı Helin öpüşmesini izlemeyecekse bu gözler neden varlar, sadece soruyorum."

"Tamam Mutlu," dediğimde oturduğum yerden kalktım ve vücudumu Yankı'ya doğru çevirdim. "Galiba dediğin gibi bir daha başka kimseyle çıkmamalıyım, her şeyi mahvediyorum ve bok gibi biriyim. Baksana," dediğimde Yankı'yı gösterdim, "resmen benden tiksiniyor."

O kadar kurduğum cümleden sonra Yankı bakışlarını bana çevirip, “Başka birisiyle çıkmak mı?" diye sordu bir anda.

Ona cevap vermediğimde Mutlu sözü devraldı. "Sen yokken okula gittik biz hep beraber," diyerek yalan söylemeye başladı. "Hani şu yumrukladığın adam var ya. Geldi, Helin'e teklif etti. Hamburger patates yiyelim mi, diye sordu. Neymiş efendim, etkilenmiş Helinski kızımızın masumluğundan."

Yankı, bana bakmaya devam ederken gözlerine ilk defa dakikalar sonra başka bir duygu daha oturdu; turkuaz gözlerinin önüne yerleştirdiği kalkanını bile parçalayan türden bir duyguydu. "Burnunu kırmıştım," dedi yüzüme bakarak.

"Burnuyla konuşmuyor," dedi Işık lafa atlayıp. "Hatırlatırım."

"Doğru, ağzıyla konuşuyor," dedi sonra dudakları aralandı, bir şeyler söyleyecek gibi oldu fakat sustu. Çenesini sıktığında gözlerindeki o duyguyu yok etmeye çalışıyordu. Fark ettiğimi anladığında sırtını döndü, kapıya doğru yürümeye başladı. "Helin," dedi yüksek bir sesle. "Beni takip et."

"Kıskandırma numarası," diyen Mutlu bana doğru aşağıdan fısıldıyordu. "Her zaman işe yarar. O adamı gördüğünde olacakları iyi izle."

Mutlu'nun söylediklerini umursamayıp Yankı'nın peşinden gittiğimde, “Bana emir verme," dedim. İlk günlerimize dönmüş gibiydik, yine ona başkaldırmak istiyordum.

"Beni," dedi sonra dış kapıyı açıp bana baktı. "Takip et."

"Bana," dedim yanından geçerken. "Emir verme."

"Ben senin liderinim," dedi cümlenin üzerine basarak. "Ne istersem onu yapmak zorundasın."

Alayla güldüğümde onun bisikletine doğru yürüyorduk, bir adım gerideydi ve bakışlarının sırtımda olduğunu biliyordum. "Sözlüğünde liderlik için bu da yazıyor mu?"

Hava yine kapalıydı, gök gürlüyordu fakat yağmur henüz yağmıyordu. Gökyüzünde kırmızıyı çalan bir renk vardı. Bisikletinin yanına gittiğimde bakışlarım ona döndü. O ise yüzüme bakmayarak bisikletinin koltuğuna oturdu, benim önüne binmemi bekledi.

Bakmaya devam ettim, cümlesini kurmasını bekledim ama ayakları sağlam bir şekilde yere basarken tam karşısına baktı. İnatlaşmalı mıydım bundan emin değildim. Duygulara, cümlelere, anılara fazlasıyla anlam yükleyen sadece ben olabilir miydim?

"Söylemeyecek misin?" diye sordum kırılgan bir tınıyla ve biraz daha ona yaklaştım.

Hafifçe gülümsediğinde bu sıcak bir gülümseme değildi. Gözlerini bana çevirdi, baştan aşağı süzdü. "O sözlük artık yok," dedi düz bir sesle. "Gerçek liderin nasıl olduğunu görmenin zamanı gelmedi mi?"

"Bu zamana kadar söylediklerin gerçek bir lider olduğun için değil miydi?" Sorum karşısında kaşlarını kaldırdı, bunu beklemediğini anlayabiliyordum ama bana yansıtmamaya çalışıyordu. Yüzüme bakarken merakla onu izlemeye devam ettim. "Ee," dediğimde çenemi havaya kaldırdım. "Verecek bir cevabın yok mu? Liderlerin hep bir cevabı olmalı, öyle değil mi?"

Kolumu tutup beni kendine doğru çektiğinde bacağım bisikletine doğru çarptı. Ani tepkisiyle şaşkınlığım nefesimi kesmişti. "Bak," dedi yüzüme doğru, nefesinde alkolün kokusu vardı. "Birkaç gündür gerçekten doğru düzgün uyuyamadım ve başım çatlıyor. Bunları önemsemediğini biliyorum ama şimdi susup şu bisiklete binsen olmaz mı?"

Söylediklerinden takıldığım tek bir cümle vardı, bu cümlesi kolumu elinden kurtarmama neden oldu. "Bunları önemsememek mi?" diye sorduğumda başımı yan yatırdım. "Ne demek istiyorsun?" Elimle çıktığımız evi gösterdim. "Önemsemediğim için mi günlerdir şu evin içinde seni bekliyorum, seni arıyorum Yankı?"

Ağzının içinde bir şeyler geveledi fakat ne dediğini duyamadım. Gözlerini benim gözlerimden ayırdığında, “İnatlaşacaksın," dedi sonra pes ediyormuş gibi ellerini kaldırdı. "Çocuk," diyerek kafasını iki yana salladı. "Bin bakalım önüme."

Az önce bu inatlaşmamın bir önemi vardı ama artık daha önemli problemlerim olduğunu görebiliyordum. İlk defa onunla tanıştım tanışalı bana haksızlık yaptığını hissediyordum. Defalarca hak ettiğim halde bana kötü davranmazken şimdi neden böyleydi? Doğrusu şimdi de kötü davrandığını söylenemezdi sadece umurunda değilmişim gibiydi, bu kadar.

Bu kadar mıydı?

Bisikletinin önüne sert bir şekilde oturduğumda ellerim demirlere tutundu ve Yankı bisikletini hareket ettirdi. Havanın kapalı olması, göğsüme daha büyük bir karanlığın çökmesine neden oluyordu. Defalarca onunla beraber bu bisiklete binmiştim fakat şimdi gerçekten onunla kendimi iki yabancı gibi hissediyordum.

Aşılamayacak gibi.

Bir daha onu göremeyecekmişim gibi.

Bir daha onu gerçekten göremeyecekmişim gibi.

Bir şeyler demeli miydim, bundan emin değildim. Sırtıma değen göğüs kafesi ve başımın tepesindeki sıcak nefesini hissedebiliyordum fakat kendimi eskiden olduğu gibi tamamen güvende hissetmiyordum. Yankı sanki bu güveni de aramızdan söküp almıştı.

"Nereye gidiyoruz?" diye sordum yüksek bir sesle. Yol tanıdık geliyordu ve bisikletini hızlı kullanıyordu. Her an benden uzaklaşmak istiyormuş gibi.

"İstediğin bir yere," diye yanıt verdiğinde onun sesi, benim aksime kısıktı.

"Ama nereye?" Başımı çevirip ona zorlukla baktım fakat onun bakışları yoldaydı. Gözleri gitgide daha fazla kızarıyordu, her an uykuya dalacakmış gibi görünüyordu. Çok büyük bir derdi olabilir miydi? Kimseye anlatamadığı, anlatsa da insanların anlamayacağını düşündüğü bir derdi.

"Sana tercih hakkı sundum," dediğinde gözleri bana doğru döndü. "Sen düşmanımı tanımak istedin." Güldüğünde bu hayatımda gördüğüm en tuhaf gülümsemeydi. "Ben de kendi ellerimle seni düşmanımla tanıştırmaya götürüyorum yani Koza'nın yanına."

Günler önce götürmek yerine neden şimdi götürüyordu? Anlamayan gözlerle ona bakmaya devam ettiğimde turkuaz gözleri benden ayrıldı. "Koza mı?" diye sorguladım. "Bundan vazgeçtiğini düşünmüştüm çünkü günler önce konuştuk."

"Vazgeçmedim." Çenesi kasıldı, bakışları kısıldı. "Sadece..." Sustuğunda bisiklet sola doğru döndü ve hızını yavaşlattı.

"Sadece," diyerek onu tekrar ettim. "Yankı, her ne söylemek istiyorsan söyler misin?"

Sustu, yine hiçbir söylemedi. Benim anlamamı bekledi ama bu sefer ne demek istediğini anlamadım. Dudaklarımın arasından çıkacak tek bir kelime sanki aramızdaki o iğrenç kalkanı kaldırabilirmiş gibi baktı bana ama o cümleyi bir türlü bulamadım.

"Bir derdin var," dediğimde başımı çevirdim. "Bir şeyler var. Çok tuhafsın. Belki bana kızgınsın, öfkelisin ama bunların dışında bir şeyler var. Yankı Sarca'nın ilk defa duygularını gizleyemeyeceği kadar büyük bir dert. Dört gündür bununla savaşıyordun, değil mi?"

Kısa bir süre cevapsız kalan sorumu alaya aldı. "Ve o savaşı kazanmış mıyım?"

"Ve o savaşı kazanamamışsın," dediğimde gözlerim tekrardan ona döndü. "Ama yenilmemişsin de. Hâlâ savaşıyorsun." Bisikleti daha fazla yavaşladı. "Her savaşta tek başına olmak zorunda değilsin."

Bu söylediğim karşısında bisikletini sertçe durdurdu ve öne doğru kaymama neden oldu. Gülmeye başladığında sertçe bisikletinden indi, onun ağırlığının gitmesiyle bisiklet sarsıldığında ben de indim ve bisiklet geriye doğru sertçe düştü. Gülerek sol tarafa doğru yürümeye başlamadan önce bisikletinin ön sepetinden yere düşen su şişesini aldı.

"Neye gülüyorsun?" diye sordum arkasından giderken. "Benimle konuşmayacak mısın?" Sustu, yine cevap vermedi. "Yankı," dedim dişlerimi sıkarak. "Bana böyle davranma."

"Sana nasıl davranıyorum ki?" diye sorduğunda omzunun üzerinden bana baktı.

"Bana önemsizmişim gibi davranıyorsun," dedim soluk bir sesle.

"Sana önemsizmişsin gibi davranmıyorum." Durdu, benim de durmama neden oldu. "Kendi önemsizliğimi gösteriyorum sadece." Omzunu indirip kaldırdığında başını iki yana salladı.

"Seni gerçekten önemsemediğimi mi düşünüyorsun?" Hiçbir şey değil ama bunu düşünmesi fazlasıyla yaralayıcıydı. Uzanıp ona dokunmak istediğimde geriye doğru adım atıp yürümeye devam etti. "Yankı!" dedim yüksek bir sesle. "Şu an bana ilk defa haksızlık yapıyorsun."

"Haksızlık mı?" Cebinden yeni bir sigara paketini çıkardı ve dudaklarının arasına yerleştirip sigarayı yerleştirip ucunu yaktığında büyük bir nefes çekti. "Bugün seninle tiyatro filmi çekmeyeceğim, Helin. Bugün o tiyatro filminde sana dahil olmayacağım."

"Tiyatro filmi mi?" Adımlarım duraksadı, ellerimi iki yana açtım. "Sana rol yaptığımı mı düşünüyorsun?"

Hiçbir cevap vermeden başka bir köşeyi daha döndüğünde peşinden hızlı adımlarla ilerledim fakat geldiğimiz yeri fark ettiğimde bütün cümlelerim dudaklarımın arasında paylanıp yok oldular.

Tahmin ettiğim gibi Koza, Sokak Nöbetçileri'nin kendisine ait olan hapishanelerindeydi. Çıkmaz sokağa dönmüştük, ileriden yerin altına inecektik. Buraya en son geldiğim anı düşünmek, adımlarımın geriye doğru dönmesine neden bile olabilirdi ama Yankı'nın adımları sağlam, duruşu dikti.

Yankı yerin altına inen kapağı etrafına şöyle bir bakıp kimsenin olmadığını fark ettikten sonra elindeki anahtarla kilidini açtığında ondan neredeyse beş altı adım uzaktaydım.

Ağır demir kapağı gücünü vererek kaydırdığında sanki elimde tekrardan bir silah belirmişti, sanki yine bana kimse inanmıyordu, sanki aşağıda Tankut beni suçlamak için bekliyordu.

Sanki birazdan ölecektim, Yankı da benim ölmeme izin verecekti.

"Gelmeyecek misin?" diye sorduğunda eğildiği yerden doğruldu. Korktuğumu bakışlarımdan anladı, bunu çok iyi biliyordum. Ellerim titremeye başladığında ağır adımlar atarak ona doğru yürüdüm; onun gözleri ellerime kaydı.

"Koza burada," dediğimde sesim kısık çıkıyordu.

"Evet," dedi net bir sesle. "Bunu tahmin etmişsindir zaten." Gözlerini kıstı. "Düşmanımı kapana kıstırdığımı söylediğimde yani."

Ona cevap vermeyerek kapaktan aşağıya doğru baktım ve titreyen ellerimi arka cebime yerleştirdim. Yankı'ya güveniyordum, ona sonsuz güveniyordum ama bir dürtü, beni oraya girmemem için engelliyordu. Yankı her şeyi öğrenmiş olabilir miydi? Gözlerim yerin altından ona doğru döndü. Sabit bakışları duygusuzdu, beni inceliyordu.

Gerçekten en başından şüphelense hatta Koza için bu gruba girdiğimi anlasa onu bu hapishanede tutmaya devam etmezdi değil mi? Çünkü Yankı günlükler için bile önlemini almışken, bunu göz ardı edemezdi.

"Korkuyorsun," diye mırıldandığında konuşan sanki iç sesimdi. "Neden korkuyorsun?"

Dizlerim de titremeye başladığında gözlerimi kapatıp kendime birkaç saniye verdim. Sorduğu soruyu kendi içimde düşünmeye başladım. Neyden korkuyordum? Oraya döndüğümde karşılaşacağım anılardan mı? Kendimi öldürmek istemiştim, göğsüme bir silah dayamıştım. Bu anıların beni yıkacağından mı korkuyordum?

İçimdeki o kötü yorgun yaşlı kadın kahkahalar atıyordu, korkularımın nedeninin bunlar olmadığını söylüyordu.

Koza'dan mı korkuyordum? Hayır, tanımadığım birisinden korkamazdım.
Yankı'dan mı korkuyordum?
Dizlerim ve ellerim daha fazla titremeye başladı. Ondan değil, kendimden korkuyordum.

"Helin," diyen sesini duyduğumda gözlerimi aralayıp ona baktım. "Neyden korkuyorsun?"

"Kendimden," dedim dürüst bir cevapla. "Bu hapishane her zaman benim dönüm noktam olacakmış gibi hissediyorum." İç sesim cümleyi devam ettirdi: Bu hapishanede gizlediğin düşmanın, benim hayatımın dönüm noktasını yarattı, beni sizinle tanıştırdı.

Turkuaz gözleri ne demek istediğimi anlamıyormuş gibi beni incelemeye başladığında bakışlarımı kaçırdım. "Korkularınla yüzleşmelisin," diye mırıldandığında yanıma doğru birkaç adım attı. "Sana söylemiştim, onları yenmek istiyorsan onlardan kaçamazsın."

Güçlenmek istedim, omuzlarımı dikleştirmek istedim ama bunları yapamadım; güçsüz bir şekilde başımı eğip o karanlık deliğe bakmaya devam ettim. İhtiyacım olan gerçekten inançtı, Yankı bana ruhsal olarak bu kadar uzakken kendime nasıl inanabilirdim ki?

"Ve benim başka bir yüzümle daha tanışacaksın aşağıda," dediğinde parmakları çenemi kavradı, yüzümü yüzüne çevirdi. "Senden sadece tek bir şey isteyeceğim." Ne isteyeceğini bilmiyordum, ona artık yalanlar söylemek de istemiyordum. Sessiz kaldığımda cümlesine devam etmesini bekledim. "Benden korkma," dedi bir anda ve parmakları çenemi daha sıkı tuttu sanki bırakmak istemiyormuş gibi. "Aşağıda göreceğin Yankı'dan korkma çünkü ben senin korktuğunda sarıldığın kişiyim, korkup kaçtığın kişi olmak istemiyorum."

"Senden hiçbir zaman korkmam," diye fısıldadığımda elim, çenemi tutan bileğine tutundu. "Ben her şeyden önce sana güveniyorum, Yankı. Her ne yaptıysan bir nedenin olduğuna beni sen inandırdın."

Kalkan parçalanmadı ama ben onu ruhunu yine hissetmeye başladım. Bir yerlerde nefes alıyordu, benden uzaktaydı ama oralardaydı. Nefesini duymak bile yetiyordu.

Parmakları çenemden uzaklaştı ama titreyen elim, bileğini tutmaya devam etti. "Ama şu an korkuyorsun," dediğinde gözleri ellerime kaydı. "Ne olacak bu senin durmadan titreyen ellerin, dizlerin ve sesin?"

"Belki bir gün hiçbir şeyden korkmam artık ve titremezler," diye mırıldandığımda elimi bileğinden çektim.

"Belki de bir gün korktuğun için titremez ellerin, dizlerin ve sesin," dediğinde bakışları kısıldı. "O günü bekliyorum."

"Belki," dediğimde gözlerim yine o karanlık çukura döndü. "Önce sen in ve beni tut olur mu? Düşmek istemiyorum."

Başını salladığında aşağıya doğru inen merdivene doğru yöneldi ve vücudunu çukurdan içeriye sokup hızlı bir şekilde merdivenden inmeye başladı. Karanlık onu yuttuğunda adımının zemine inen sesini duydum. "İn," dedi bana doğru.

Derin bir nefes çektim sonra hızlıca verdim ve bunu birkaç defa daha tekrar ettim. En sonunda çukurdan içeriye bacaklarımı soktuğumda titreyen dizlerime ve ellerime rağmen merdivenleri inmeye başladım. Yukarıdaki aydınlık silinmeye başladığında bacaklarımda onun ellerini hissettim ve ürperdim. "Sakin," dedi bacaklarımı sıkıca tutarak sonra kucaklayıp merdivenden aşağıya doğru indirdi. Sadece üç saniye sarılmış olması bile korkularımı yenmişti, bu nasıl bir büyüydü?

Birkaç dakika içerisinde tekrardan merdivenleri çıkıp demir kapağı kapattığında ve indiğinde karanlıktan dolayı onu göremiyordum.

"Yankı," dedim karanlığa doğru. "Neredesin?" Adım seslerini işittim, saniyeler geçti, olduğum yerden kıpırdayamadım. Korkularım daha fazla arttı, nefes almakta bile zorlandım. "Yankı," dediğimde sesim daha yüksek çıktı. "Lütfen ses verir misin?"

"Buradayım," diyen sesini işittim ama yine hareket edemedim. "Birkaç adım uzağındayım."

"Korkuyorum," dedim zorlukla nefes vererek. "Gerçekten çok korkuyorum. Karanlık. Lütfen bir şeyler yap, korkmak istemiyorum."

"Korkacak hiçbir şey yok," dediğinde bana doğru yaklaştığını hissettim. Kulaklarımda uğultular vardı, şehirden yükselen arabaların sesi sanki hemen dibimizdeydi. İnsanların seslerini bile işitebiliyordum, şimdi hepsi daha yakın geliyordu.

"Korkuyorum," dedim bu sefer daha kısık bir sesle. Normalde bu kadar korkmazdım fakat şimdi ne olduysa kendimi durduramıyordum.

"Korkma," dedi ve sonra elini elimde hissettim. Şaşkınlıkla nefesimi verdiğimde parmakları, parmaklarımın arasına geçti; sımsıkı tuttu. Sıcacık eli, titreyen elime öyle bir güç verdi ki o benim elimi tutarken ben gerçekten hiçbir şeyden korkamazmışım gibi geldi. "Ben elini tutarken seni ne korkutabilir ki?"

Bu zamana kadar birisinin elini tutmanın verdiği hissi hiç anlayamamıştım ama şimdi, o hissi yaşıyordum. Güvendi, sıcaktı, en önemlisi gerçekti. Bana uzanan çok el olmuştu, tuttuğum ellerin hiçbirisinde de böyle hissetmemiştim.

Yankı'nın ellerinde güven vardı; o güveni bir kez hissetmiştim, bir daha başka hiç kimsenin ellerinde bu güveni tadamazdım.

"Hiçbir şey," dediğimde beni iyi eden kişi Yankı oldu. Yine o oldu. Ne olursa olsun, ne düşünürse düşünsün, kim olursam olayım, beni yine iyileştirdi.

Yürümeye başladığında ona ayak uydurdum. Karanlıkta nasıl yolu tam olarak bulabiliyordu bilmiyordum ama kendinden fazlasıyla emin yürüyordu. Daha önce geldiğimiz zamanı düşündüğümde çoktan aydınlığa çıkmamız gerekiyordu fakat şimdi öyle değildi.

Bir merdiveni inmeye başladığımızda eli beni daha sıkı tuttu, her basamağı inişinde bana biraz daha destek oldu. Düz bir yerde yine yürümeye başladığımızda ilerideki merdiveni görebiliyordum çünkü ucunda sarı ışıklar olduğu belliydi. Gitgide koku kötüleşiyordu ve duvarların darlaştığını hissedebiliyordum.

O merdivenden de inmeye başladığımızda aydınlığa çıkıyorduk fakat eli hâlâ elimin içindeydi. Son basamaktan da indiğimizde düşündüğüm gibi duvarlar darlaşmıştı, Yankı ve ben aynı anda kollarımızı iki yana açsak duvarlara değebilirdik, o kadar dardı. Yukarıdan sarkan turuncu ışıklardan bazıları yanıp sönüyordu, iple bağlanmıştı.

Yerler nemliydi, fare seslerini işitebiliyordum. Adımlarım ağırlaştığında Yankı'nın da öyle yürüdüğünü fark ettim.

Diğer geldiğimiz yer gibi değildi. Burada sadece dört tane demir parmaklık vardı, üç tanesi boştu, bir tanesi perdeyle örtülmüştü. Bakışlarım Yankı'ya döndüğünde o, perdeyle kapalı olan tarafa doğru adımlarını yönlendirdi.

Ayaklarımın ucundan fare geçtiğinde irkilip Yankı'nın elini sıktım ve Yankı, o an hâlâ elimi tuttuğunu fark edip parmaklarını hızlıca benden uzaklaştırdı. Karanlıktan kurtulmuştuk fakat onun elimi bırakması, beni korkularımın karanlığına yine itecekti.

Karşıdaki duvarda yine o cümle yazıyordu:

“Yarattığın gerçek adalet, vicdanının ve vicdansızlığının sesidir.”

SOKAK NÖBETÇİLERİ

Perdeyle kapalı olan demir parmaklıkların önünde durduğumuzda Yankı çenesini havaya kaldırdı, omuzlarını dikleştirdi ve burnunu çekti. Farelerin çıkardığı seslerden başka bir ses daha vardı, o da bir kâğıdın çevrilme sesiydi.

Bakışlarımız birbirimize döndü, ben korkarak ona baktım, o yine bana tercih sunduğu zaman olan bakışını attı fakat bu sefer çok da uzun sürmedi. Yine perdeye doğru döndüğünde, “Onunla konuşma," diye fısıldadı. "Ve sana sorduğu sorulara cevap verme."

Bunu neden söylemişti anlamamıştım, zaten onunla konuşmayacaktım fakat başımı hızlıca aşağı yukarı sallamaktan başka hiçbir şey yapmadım.

Yankı, benim tepkimden sonra siyah perdeleri iki yana doğru açtığında demir parmaklıkları ve demir parmaklıkların içini gördüm.

Bir klozet vardı, bir lavabo ve bir de yerde kirlenmiş bir yatak. Küçücük bir yerdi, yerler betondu, fareleri görebiliyordum. Duvarlarda yazılar yazıyordu, cümleler vardı. Resimler çizilmişti. Tam karşımda bir güneş resmi vardı, çocukların pastel boyasıyla çizilmiş bir güneşti. Onun yanında da bulut vardı. Hemen yanında yağmur tanesi. Sonra kar tanesi.

Dört mevsim.

Mevsimlerin üstünde şu cümle yazıyordu:

“Yarattığın gerçek adalet, sadece senin korkularından ibarettir.”

KOZA

Küçücük odanın içinde, taburenin üzerinde sırtı bize dönük bir adam oturuyordu. Elinde bir kitap vardı, sayfaları çeviriyor ve bizim geldiğimizi fark etse bile başını çevirip bakmıyordu. Yüzünü göremiyordum ama saçlarının açık renk olduğunu seçebiliyordum. Fazlasıyla zayıf görünüyordu, ayakları çıplaktı, üzerinde kıyafeti yoktu. Altında uzun bir siyah bir eşofman vardı.

"Koza." Yankı'nın sesi, karanlığın içinde çınladı, demirlere çarptı, demirlerden sekip geri bana geldi ama o kişi cevap vermedi.

Elindeki kitabı okumaya devam ederken başka bir sayfaya daha geçti. Hafifçe yan döndüğünde elindeki kitabın George Orwell, 1984 olduğunu gördüm.

"Koza." Yankı bu sefer daha keskin bir ses tonuyla konuştu. "Tek değilim."

Koza, başını kaldırdı, tam karşısındaki duvara doğru baktı; profilinden ve gölgesinden genç bir adam olduğunu fark ettim. "Biliyorum," dediğinde kalın, çatallaşmış sesini işittim. Yaşlı birisi değildi. "Senin sağlam adım seslerinin yanında çekimser başka adımları da duydum. Yanındaki bir kadın, öyle değil mi?"

Yutkunduğumda bakışlarım Yankı'nın profiline döndü ama Koza'nın sırtını izlemeye devam ediyordu.

"Ne zaman o kitabı bırakıp bize döneceksin?" diye sordu Yankı sorusunu yanıtsız bırakarak.

"Tek bir paragraf kaldı," diyen Koza'nın sesi fazlasıyla sakindi. "Şu an çok yoğunlaşmış durumdayım, burada bırakırsam aynı hissetmem."

Sanki tuhaf bir kâbusun içinde gibiydim. O kadar kötü bir yerde yaşıyordu ki nasıl oluyordu da normâl bir hayat sürüyormuş gibi davranabiliyordu? Elindeki kitabı okurken sadece onu izlediğimde öylesine bir bankta oturmuş, karşısında deniz olan bir adamı görüyor gibiydim.

Ama iğrenç bir yerdeydi, nefes alması bile zor bir çukurdaydı.

"Bitti," dediğinde sakin bir şekilde başını tekrardan kaldırdı ve yan bir şekilde baktı. Göz göze gelmedik ama gülümsedi. "Kadın getirmişsin." Koza, oturduğu yerden yavaşça kalktı, boynunu çıtlattı ve vücudunu bize doğru çevirdiğinde direkt olarak Yankı'ya baktı.

Bize doğru yürüdüğünde karanlıktan kurtuldu, sarı ışıklar ona doğru çarptı. Sesinden ve vücudundan anladığım gibi yaşlı değil, gençti. Yaşı, yirmi yedi, yirmi sekiz olmalıydı. Boyu, Yankı'dan birkaç santim daha kısaydı, vücudu fazlasıyla sıskaydı ve sol göğsünün üstünde kocaman anlayamayacağım bir dövme vardı. Karnı, zayıflıktan ötürü içeriye doğru göçmüştü fakat daha önceden olan kaslarının varlığını görebiliyordum. Zayıf değildi, zayıflamak zorunda kalmıştı. Yürürken o kadar zayıf vücuduna rağmen dimdikti. Belindeki eşofmanı düşecek gibiydi.

Aç bırakılmıştı.

Yankı'ya doğru biraz daha yürüdü, yavaş yavaş yüzü de aydınlığa çıktığında onu tanıyıp tanımadığımı sorgulamaya başladım. Kavisli bir burnu vardı ve kalın dudakları kupkuruydu. Susuz kalmış olmalıydı. Saçları sarı ve uzundu, sakalları ise uzundu. Gözleri Yankı'nın gözleri gibi masmaviydi, profilinin bir tarafı karanlığa bakıyordu.

"Misafir ağırlayacak durumda değilim," dediğinde Koza gülümsemeye devam ediyordu. Aslında hep gülümsüyordu, bir an olsun o gülümsemesi silinmiyordu. Ağzında her ne varsa onu çiğniyordu. "Bir dahaki sefere haber verirsen çay demlerim."

Yankı da ona karşılık olarak alayla güldüğünde Koza'nın parmaklarının arasında tuttuğu kitaba baktı. "Bitiremedin mi daha?"

"Dördüncü okuyuşum," diyen Koza kitabı havaya kaldırdı. "Sen yeni kitap getirene kadar beşinciyi de okurum."

"Hangi kitabı istiyorsun?" diye sordu Yankı. "Sadece üç günün kaldı, bunu biliyorsun, değil mi?" Anlamayan gözlerle ona baktım, onu öldürecek miydi?

Koza, son söylediğine cevap vermedi. "Hiç okumadığım bir kitabı," diyerek kaşlarını kaldırdı. "Bana yeni kitaplar getirirsen iyi olur, Sonuncu. Daha önce okuduğum kitapları, bir daha okuduğumda sadece duyguları hissediyorum." Sonuncu mu? Ne demek istemişti? Yankı'yı izliyordum ama gözlerini bir an olsun bana çevirmiyordu, Koza ise ben yokmuşum gibi davranıyordu.

Aralarında öylesine tuhaf bir enerji vardı ki hem birbirlerini oracıkta öldürecek kadar nefret ettiklerini hem de birbirlerini kurtarabilecek kadar sevgi beslediklerini hissettim. Gözleri birbirlerini izlerken, bakışlarıyla anlaştıkları her hallerinden belli oluyordu.

"O kitabın içinde bir şifre var," diyen Yankı, göz ucuyla Koza'nın yaşadığı yere baktı. "Ve bu şifre bu kapıyı açacak ama sen günlerdir o şifreyi bulamıyorsun. Koza, zekânı kaybetmeye mi başlıyorsun?" Gözlerim, onlardan ayrıldı ve demir parmaklıklarda gezindiğinde kilit kısmını gördüm. Normal anahtarla açılacak bir kilit değildi, tuşlu bir kilitti ve bahsedilen şifre, kitabın içinde gizliydi. Yankı, onun çıkış biletini kitabın içine gizlemişti.

"Üç gün içinde bu şifreyi bulacağım," diyerek Koza omuzlarını dikleştirdi. "Sadece kitabın keyfini çıkarıyorum, Sonuncu, kendime zaman veriyorum."

Yankı onu tiye aldı ve gözleri hapishanenin içinde gezindi. "Kendine boşa güveniyorsun," diye mırıldandığında tek kaşı havaya kalktı. "Kazmaya başlasan iyi edersin, buradan en fazla öyle kurtulabilirsin."

Koza, alaylı ifadesini bozmadı, tek elini cebine yerleştirdi. "Biliyorsun, bunlar şehir efsanesidir, bir hapishaneden asla yeri kazıyarak çıkamazsın."

"O halde nasıl çıkarsın?" diye sordu Yankı.

"Bir hapishaneden kurtulmanın tek yolu kapısından çıkmaktır," dediğinde çenesiyle Yankı'yı işaret etti. "Ve bu kapıyı açacak olan tek anahtar, seni iyi tanımaktan geçiyor."

"O zaman buradan çıkamayacaksın çünkü beni hiçbir zaman tanıyamadın." Yankı ağır ağır başını aşağı yukarı salladı. "O şifreyi bulamayacaksın, bu kitapta kendimi nereye gizlediğimi bilemeyeceksin."

"Ya kendini gizlediğin yeri bulacağım ya da bu kapıyı açacak başka bir anahtar bana gelecek." Koza'nın ilk defa yüzü bana doğru döndüğünde gözlerimiz kesişti ve yana doğru bir adım atıp tam karşıma geçti.

O an, gözlerine baktığımda ürkmeme neden olacak bakışlarıyla yüzleştim. Hayır, gözleri masmavi değildi; karanlığa dönen tarafıyla ilk defa karşılaşmıştım. Bir gözü maviydi, diğer gözü kahverengiydi ve kahverengi gözünün altında küçücük bir çarpı dövmesi vardı. Ürperticiydi, korkutucuydu ama bir o kadar da etkileyiciydi.

"Seninle tanışmadık," dediğinde gözlerinden gözlerimi ayıramıyordum. O kadar tuhaftı ki içinde farklı iki insan taşıyan bir adam gibiydi. "Ama sen beni tanıyorsun ki buraya kadar geldin."

Dudaklarımı açıp bir şeyler söylemek istediğimde Yankı'nın bana söylediğini hatırladım ve sessizliğe gömüldüm. Koza, gözlerinden hiçbir duygu okunmayan bir adamdı. Sürekli alaylı bir ifadesi vardı, sürekli bir şeyler çiğniyordu ve sürekli inceleyen bakışları yerindeydi.

"Hım," dediğinde kaşlarını havaya kaldırdı. "Onun sözünü hep böyle dinler misin?" Biraz daha yaklaştı yüzüme, yüzü tamamen aydınlıkla yıkandı. Beni incelerken, her ne gördüyse kaşları çatıldı. "Onun neden benimle konuşmanı istemediğini biliyor musun?"

Bakışlarım Yankı'ya döndü ve onun gözlerinin sadece benim üzerimde olduğunu gördüm. Bakışlarından bir şeyleri çözmeye çalıştığını anlayabiliyordum ama Koza'da değil, benim üzerimde bir şeyleri çözmeye çalışıyordu.

Yankı, Koza'yı tanıyıp tanımadığımı görmek istiyordu.

Kendimi çok büyük bir oyunun içinde hissettim, bu oyunda piyon gibiydim.

"Çünkü benimle konuştuğunda senin açıklarını yakalayacağımdan ve seni yönetebileceğimden korkuyor," diyen Koza dikkatimin tekrardan ona dönmesine neden oldu. "Kendisinden başka hiç kimseyle beni konuşturmuyor."

"Onu yönetmenden korkmuyorum," dediğinde Yankı'nın sesi temkinliydi. "Sadece onu tanımanı istemiyorum."

"Benim onu tanımamı istemiyorsun ama onu beni tanıması için buraya getirdin öyle mi?" Koza, bir an olsun Yankı'ya bakmıyordu, bakışları üzerimdeydi. Kahverengi gözü seğirdi. "Çünkü bu kız beni tanımak istedi ama elleri de titriyor. Tuhaf." Endişeyle yumruklarımı sıktığımda ellerime bir kez olsun bakmadığına neredeyse emindim. "Saklama ellerini," dedi Koza aynı gülümsemeyle. "Gölgeler, gerçekleri gizlemez."

Aslında bana değil, arkama doğru baktığını fark ettiğinde başımı çevirip ben de o yöne doğru baktım ve kendi gölgemle yüzleştim. Sıkıca yumruk yaptığım ellerim, gölgemden görünüyordu ve titrediğimde anlaşılabiliyordu. Başka bir nefesi daha verdiğimde kollarımı önümde bağlayıp yine ona baktım. Bu kadar dikkat fazlaydı.

"Sonuncu," dedi Koza Yankı'ya doğru. "O benimle neden tanışmak istedi?"

Yankı'nın ne cevap vereceğini bilemiyordum ama Koza'nın karşısında durdukça kendimi daha fazla korkarken buluyordum. Ondan değil, ikisinin arasındaki enerjiden ve benim buradaki fazlalığımdan. Karşımdaki iki farklı göz rengine sahip adam için bu aileye gönderilmiştim ama o adamın bana ihtiyacı yokmuş gibiydi.

"Ona bir tercih hakkı sundum," dedi Yankı dürüst bir şekilde. "O seninle tanışmayı seçti."

"Diğer tercih hakkı benden daha mı önemsizdi?" Koza'nın gözleri, gözlerimden en sonunda ayrıldığında Yankı'ya baktı. "Yoksa bu kız beni mi daha çok önemsedi? İlk seçenek daha mantıklı geliyor değil mi?"

Kendimi tutamadığımda, “Diğer tercih hakkı daha önemliydi," diye atıldım ve Yankı'nın sert bakışlarının bana döndüğünü fark ettim.

Koza, gülmeye başladığında eliyle ağzını kapattı ve kafasını iki yana salladı. "Vay," dedi Yankı'ya doğru. "Bu kız seni kırmamak için elinden geleni yapıyor ha?" Sadece tek bir cümleydi, bunu nasıl anlamıştı? Sinir bozucu bir sakinliği, sinir bozucu bir ifadesi vardı. Gülümsemesinin asla silinmemesi beni öfkelendirmeye başlamıştı. Mutluluk değildi, adeta herkesle dalga geçiyormuş gibiydi.

"Senden bahsettim ona," dedi Yankı Koza'nın söylediğini duymazdan gelerek. "Düşmanım olduğunu ve o düşmanı kapana kıstırdığımı söyledim. O da seni merak etti." Yankı kaşlarını çattı. "Artık düşmanım olamayacak kadar zararsız olan seninle tanıştırmak gayet mantıklı geldi."

Koza, dilini damağına vurarak geriye doğru birkaç adım daha attı ve kafasını iki yana salladı. "Sana söyledim, Sonuncu," dediğinde kaşlarını kaldırdı. "Ben istediğim için beni kapana kıstırdın, ben çıkmak istesem zaten buradan çıkardım. Seni çok iyi tanıdığımı biliyorsun."

"Hayal dünyasında yaşıyorsun." Yankı da artık alayla gülüyordu. "Bu kapandan hiçbir zaman çıkamayacaksın."

"Bu kapandan çıkmak istesem çıkarım," dedi Koza tekrardan üzerine basarak. Parmakları duvardaki çizimleri işaret etti. "Ama çıkmak istemiyorum çünkü burada dört mevsimi yaşarken buradan çıkıp tek mevsimi yaşamak saçma geliyor." Yüzü bana döndü, çene kemiği oldukça belirgindi. "Sence mantıksız mı konuşuyorum?"

"Bence sen aklını kaçırmışsın," diye fısıldadığımda duyabileceğini düşünemiyordum ama duymuştu. Başka bir kahkaha daha attığında Yankı'nın sert bakışlarını daha fazla hissetmiştim.

"Beni neden kapana kıstırdığını anlattı mı?" Koza, göz ucuyla Yankı'yı gösterdi. "Benimle yıllarca süren savaşından bahsetti mi?"

"Bunları anlatacak tek kişi sadece benim." Yankı'nın sakin sesi aramıza balta gibi indi.

"Kazanan hiçbir zaman sadece ben olmadım," dedi Koza dürüst bir şekilde. "Onun da kazandığı zamanları oldu ama en çok da o kaybetti." Ellerini iki yana açtığında kendini sonra beni gösterdi. "Bu kaybettiğinin resmidir." Neden beni gösterdi?

Alayla onun gibi gülmeye çalıştığımda yüzümü buruşturdum. "Şu an demir parmaklıkların arkasında sen varsın ve o dışarıda. Söylediğin gibi bu senin kaybettiğinin resmidir."

"Beni yenmedi," dedi Koza işaret parmağını kaldırıp. "Beni hapsetti, onunla savaşmamı engelledi." Elindeki kitabı havaya kaldırdığında daha geniş gülümsedi. "Bu kitapta geçen bir yeri, beni anlaman için okuyacağım." Parmakları sayfalarda gezindi sonra nefesini verip okumaya başladı:

"İnsan insana nasıl hükmeder, Winston? Winston biraz düşünüp, “Acı çektirerek" dedi." Başını kaldırdı, tam gözlerimin içine baktı. "O beni yenmedi, bana hükmediyor hem de acı çektirerek. Aç bırakıyor, susuz bırakıyor, beni yendiğini sanıyor ve ben yenilmiyorum. Sadece acı çekiyorum."

Ona yemek vermiyordu, ona su vermiyordu; ona işkence çektiriyordu. Yankı Sarca adeta onunla oyun oynuyordu ve bundan keyif aldığına adım kadar emindim.

Kendimi başka bir oyunun içinde daha hissettim. Bu sefer piyon olsam bile en önemsiz kişiydim.

“Bunları daha önce sen de bana yaptın,” dedi. “Ve ben daha küçüktüm. Dinle, Koza. Sen benimle savaşmak istiyorsun.” Demir parmaklıkların arasından uzanıp Koza'nın elinden kitabını aldı. "Ve ben de seninle savaşırken acı çektirmekten keyif alıyorum."

"Ona hükmedebileceğim çok fazla fırsatım vardı," diyerek Koza bana açıklama yapmaya devam etti. "Ama Sonuncu'ya hiçbir zaman hükmetmeyi seçmedim."

Yankı'nın onunla neden konuşmamam gerektiğini söylediğini artık anlıyordum çünkü beni anlaması bir yana, Yankı gibi insanı etkisi altına alan ve kafamın içine giren bir yapısı vardı. Her söylediği cümle, başka bir anlam çıkarıyordu ve her anlamda başka bir sır gizliydi.

Yankı elindeki kitabı parmaklarının arasında döndürürken gözleri Koza'nın üzerindeydi. Yüzündeki gülümseme fazlasıyla ciddiyetsiz, fazlasıyla samimiyetsizdi; Koza'ya bakarken onu tek anlayan kişi Yankı Sarca olabilirdi.

Ve ben şu an ikisini de anlayamıyordum.

Kendimi aptal gibi hissediyordum, gerçek bir aptal.

Yankı, diğer elinde duran su şişesini havaya kaldırdığında Koza'nın gözlerinin içine bakmaya devam etti. "Seç," dediğinde sesi, hiç tanımadığım bir adama ait gibiydi. Ürkütücü görünüyordu. "Su mu yoksa kitap mı?"

"Su mu yoksa şifre mi?" Bana sunduğu tercih ne kadar zor ise bu tercih bir o kadar kolaydı. Koza'ya bakışlarım döndüğünde gülümsemesinin genişlediğini gördüm. Başını arkaya doğru yatırdığında burnunu çekti. "Kitap," dedi alayla. "Bu da soru mu? Dün yeterince su verdin, idare edebilirim."

Şaşkınlıkla gözlerim açıldığında Yankı hiç şaşırmış görünmüyordu. "Sadece üç gün," diye mırıldandı.

"Üç gün sonra görüşeceğiz," diye karşılık verdi Koza. "Beşinciyi okursam kendini gizlediğin yeri göreceğim, Beşinci Sokak Nöbetçisi." Neden imalı bir tınısı vardı?

Ellerimi yavaşça saçlarıma geçirdiğimde anlamadığım dilde konuştuklarını bile düşündüm. Yankı, kitabı tekrardan demir parmaklıkların arasından ona verdiğinde, “İmkânsız," dedi düz bir sesle. "Buradan çıkamayacaksın, Koza. Beni yenemeyeceksin."

"Beşinciyi okuduktan sonra buradan çıkacağım," dediğinde Koza'nın bakışları bana döndü. "Ama tek bir mevsimi yaşamak için değil, sana yine kaybettiğini göstermek için. Ve seni bitirmek için."

Yankı başını iki yana salladığında Koza'nın kahverengi gözünü izliyordum. Masmavi denizin ortasında toprak yüzüyor gibiydi; o toprakta birçok ölü can vardı fakat diğer gözü, bir çocuğun gözü kadar masum ve berraktı.

Beni küçük görmeye çalıştığını mimiklerinden hatta duruşundan bile anlayabiliyordum. Kaşlarım çatıldığında bir şey söylemek için dudaklarımı araladım ama Yankı, kolumu tutup beni susturdu ardından elindeki su şişesinin kapağını açtı ve o ılık suyu, Koza'nın gözlerinin içine bakarak içmeye başladı. Bir an bile tereddüt etmedi ya da vicdanı sızlamadı, bunu yaparken gözlerini ondan ayırmadı sonra şişeyi yere attığında elinin tersiyle ağzını sildi.

"Koza," dediğinde Yankı geriye doğru bir adım attı. "Adının hakkını burada veriyorsun."

Koza da geriye doğru adımlar attığında duvarın kenarına doğru gitti. Bakışları bana döndüğünde gözleri tam gözlerimin içine odaklanmıştı. Elleri havaya doğru kalktığında işaret parmaklarını gösterdi, parmaklarını şaklattı sonra bir kere elini birbirine vurdu sonra iki kere ardından bir kere daha. Bunu tam gözlerimin içine bakarak yaparken, anıların en tazesi tam karşımda onun yanında dikilmişti.

Ekip'e ilk girdiğim zamanlardandı. Eğitiliyorduk ve her eğitimin başlangıcında ve sonunda bu alkış, bizi karşılıyordu. Kim olduğunu hiçbir zaman çözemesem de bu alkış, zihnimin içinde çınlıyordu. Başlangıç ve bitiş alkışıydı.

"Başlangıç zamanı," dedi Koza bir an bile gözlerini kırpmadan. "Son değildi."

Beni tanıyordu, benim kim olduğumu biliyordu; benim bu gruba neden gönderildiğimi biliyordu.

Anımsadım hatta hatırladım; kendimi vurduğum o gün de alkış sesleri işitmiştim. Koza’ydı.

O zaman da buradaydı, bana kendini göstermişti.

Elini üç kere hızlıca birbirine çarptıktan sonra bir kere daha yavaşça vurdu. Bu Ekip'in ceza alkışıydı, yanlış yapılan her bir hatada bize ceza kesiliyordu. Korkuyla nefesimi verdiğimde arkamda kalan Yankı'ya bakamıyordum, baksam gözlerimden her şeyi anlardı biliyordum ama Koza öyle bir gizliyordu ki her şeyi onun bu ifadesizliğine hayran kalmıştım.

"Buradan çıkacağım," dedi. "O zaman ceza başlayacak."

Başımı iki yana salladığımda geriye doğru başka bir adım daha attım. Her şey birkaç saniye içerisinde olmuştu fakat o birkaç saniyede benim Koza'yla paylaştıklarım, sadece ikimizin anlayacağı türdendi.

Koza, hipnoz eden bakışlarını, gözlerimden ayırdığında Yankı'ya döndü. "O zaman gerçek savaş başlayacak."

Geriye doğru birkaç adım daha attım. Bu sırrı neden Yankı'yla paylaşmıyordu? Neden benim gruba gönderilen bir ajan olduğumu söylemiyordu?

Kendimi kocaman bir oyunun içinde yalnız kalmış gibi hissediyordum fakat Yankı'ya baktığımda onun hiçbir şeyi anlamadığını gördüm. İfadesiz gözlerle Koza'yı izlemeye devam ediyordu. Onun için bu yapılanlar belki de sadece tuhaf birkaç hareketten ibaretti.

Ya da Yankı her şeyi biliyordu, her şeyin farkındaydı ve beni bu girdiğimiz çukur gibi bir yere iteklemeye çalışıyordu. Onlar aslında kimdi? Hiçbirini tam anlamıyla tanımıyordum, hiçbirini gerçekten göremiyordum.

"Korkma," dedi Koza sonra hızlıca adımlayıp parmaklarıyla demirleri tuttu. "Ellerini yine gizleyemiyorsun."

Başımı birkaç defa daha salladığımda yapabilecek başka hiçbir şeyim yoktu. Sırtımı onlara döndüğümde ve geldiğimiz yere doğru ilerlediğimde artık adımlarım daha korkak ama bir o kadar da daha sağlamdı.

Koza benim kim olduğumu biliyordu.

Belki de ben Sokak Nöbetçileri'nin yanına Koza'yı bulmak için gönderilmemiştim, Koza beni bilerek Sokak Nöbetçileri'nin yanında istemişti.

Belki de Koza düşman bile değildi.

Belki de ben kendim ihanet ettiğimi sanıyorken, kocaman bir ihanetin ortasındaydım.

Akıl oyunları vardı, zekâları ve birbirlerine siperleri. Bu oyunun en aptalı belki de sadece bendim.

Merdiven basamaklarını hızlıca çıkmaya başladığımda karşımdaki karanlığı görebiliyordum fakat o karanlık bile artık beni engelleyemiyordu. Tırabzanları sıkıca tutup yukarıya tırmanırken arkamdaki Yankı'nın adım seslerini de duyabiliyordum.

Karanlıkla kucaklaştım, arkamdaki sarı ışıklar gitgide yok olmaya başladı. Geriye doğru baktığımda Yankı'nın gölgesini gördüm ama adımlarımı daha fazla hızlandırdım, bana dur demedi; neden demedi bilmiyordum ama korkularımla yüzleşmemi bekledi.

Birkaç adımda bir tökezlesem de hatta duvarlara çarpsam bile diğer merdiveni bulabilmiştim. Aşağıdaki o iğrenç kokudan uzaklaşmaya başlamıştım ama zihnimin içinde dönen seslerden hatta kokulardan bir türlü uzaklaşamıyordum.

İhanet eden bendim ama neden kendimi ihanet edilmiş hissediyordum?

Koza kimdi?

Kendimi neden Koza'nın parmakları arasındaki bir kukla gibi hissetmeye başlamıştım.

Lanet olsun, o kukla ipleri, Yankı'nın da mı ellerindeydi yoksa ben kafayı mı yiyordum?

Daha fazla karanlıktı, çok daha fazla. Adımlarım yavaşladığında nefes nefese kalmıştım ve Yankı'nın adımları da bana biraz daha fazla yaklaşmıştı. Parmaklarımla duvarlardan destek alırken artık ne tarafa gideceğimi bilmiyordum.

Yankı'nın eli, kolumu tuttu ve beni yürütmeye başladığında tökezlemem onun da umurunda değilmiş gibiydi, neredeyse koşuyorduk. Onun aklından ne geçiyordu bilmiyordum ama benim aklımdan geçenler, kimsenin tahmin bile edemeyeceği konulardı.

Durdu ve çukurun önüne geldiğimizi anladım. Basamakları tırmandığını işittim sonra ağır demir kapak yüksek bir ses çıkararak açıldı. Yankı kendini sokağa attığında kapağı yüzüme kapatacağından neden ölesiye korkuyordum, bilmiyordum.

Aşağıda durmuş ona bakarken, başını çukura doğru eğdi sonra, “Hadi," dedi kaşlarını çatarak. "Neyi bekliyorsun?"

Beni Koza gibi buraya kilitleyecek misin Yankı?

Ben bu hikâyede aslında kimim Yankı?

"Hadi," dediğinde kelimenin üzerine bastırdı. "Dikkat çekeceğiz. Yukarı çık."

İhanet eden miyim, edilen miyim Yankı?

Başımı hızlıca iki yana salladım ve yukarıya doğru tırmanan merdivenden çıkmaya başladım. Her basamakta başka bir nefes verirken, ona daha fazla yaklaşıyordum. Son basamakta elini bana uzatıp yardım etmek istedi fakat onun elini görmezden gelip kendi ellerimle çukurdan çıktığımda dizlerimin üzerinde durup başımı önüme doğru eğdim, öksürmeye başladım.

Temiz hava ve yüzüme vuran hafif yağmur taneleri. Rüzgâr. Toprağın kokusu. İstanbul'un aceleci ve kaygılı sesi.

Mantıklı düşünmeye çalıştım, mantıklı ilerlemek istedim.

Beni tanıyabilirdi, Koza'nın Ekip'le zaten bir bağlantısı vardı ama bana neden öyle bakıyordu? Sanki bana bir piyonmuşum gibi bakan gözleri neden öylesine korkutucuydu?

Yankı omzuma dokunduğunda irkilip elinden kurtuldum ve diğer tarafa doğru kayıp ayağa kalktım. Yankı çukurun kapağını çoktan kapatmıştı ama ben kendimi hâlâ o karanlık çukurda hissediyordum.

Yankı'nın eli havada kaldığında kaşlarını kaldırıp beni inceledi sonra üzerime doğru yürüdüğünde geriye doğru başka bir adım daha attım; bakışlarımı ondan ayıramasam da aslında aklım başka yerlerdeydi.

Durdu, nefesini verdi. "Benden korkuyor musun?" diye sordu sanki olması gerekeni soruyormuş gibi.

"Hayır." Kısa ve net verdiğim yanıtta dürüsttüm ama o bana inanmadı.

"Korkuyorsun," dediğinde elini aşağıya doğru indirdi. "Çünkü başka bir yüzümle tanıştın."

Tekrardan, “Hayır," dediğimde ellerimi saçlarıma geçirip nefesimi verdim. "Senden korkmuyorum."

"Yalan söylüyorsun." Güldü ve bu gülüşü fazlasıyla samimiyetsizdi. "Bana yine yalan söylüyorsun."

"Yine mi?" Kaşlarım çatıldığında onun üzerine doğru bir adım attım. "Sana daha önce yalanlar söylediğimi mi düşünüyorsun?"

Başını iki yana salladı sonra hiçbir şey söylemeden arkasını dönüp gitmek istedi fakat kolunu sertçe tutup kendime doğru çevirdim. Yankı, bir bana bir kolunu tutan elime bakarken gözlerine daha önce şahit olmadığım bir ifade yerleşti ve o ifade, gerçekten korkutucuydu. "Yalanlar söylemedin mi bana hiç?" diye sorduğunda kolunu elimden kurtardı. "Buna cevap verirken de yalan söyleyecek misin?"

Her şeyi biliyordu. Her şeyi biliyordu.
Her şeyi biliyor muydu?

Elim göğsüme doğru gittiğinde, “Ben sana yalanlar," dedim sonra sustum ve yutkundum. "Ne yalanlar söyledim?"

"Boş versene," dediğinde yine yürümeye başladı ve bisikletine doğru gitti. Ben de peşinden ilerlerken, yüzleşmek zorunda kaldığım kişi sadece Yankı'ydı.

"Söyle!" Sesim beklediğimden daha yüksek çıktı ama bu onu etkilemedi. İleride yere düşmüş olan bisikletini tutup kaldırdığında adımlarımı daha fazla hızlandırdım ve bisikletinin direksiyonunu tutup kendime doğru çektim. "Bana bak ve söyle, sana ne yalanlar söyledim?"

"Helin," dedi kısık bir sesle. "Gitmem gerekiyor."

"Hayır." Bisikleti daha fazla çekiştirdim. "Hiçbir yere gitmen gerekmiyor. Yine mi ortalıklardan kaybolacaksın? Yine mi gideceksin?"

Bisikleti bir o bir ben çekerken, çıkmaz sokağın ortasında birbirimize, nefret ediyormuş gibi değil de öfkemizi kusacakmış gibi bakıyorduk daha doğrusu ben kendimi fazlasıyla öfkeli hissederken o yine sakindi ama gözlerine öfkenin ateşinin bulaşmasına saniyeler kalmış gibiydi.

"Sana yalanlar söylemiş olabilirim," dediğimde sesim tiksiniyormuş gibi çıkmıştı. "Ama sana hiçbir zaman zarar vermedim." Sustu, her ne söyleyeceksem dinlemeye devam etti fakat bisikletini bir an olsun bırakmadı. "Sana kendimi farklı birisi gibi göstermeye çalışmış olabilirim ama başarılı olamadım ve sen beni gerçekten gördün. Ben sana kendi hayatımla ilgili hiçbir zaman yalan söylemedim, ne anlattıysam hepsi gerçekti." Kaşlarım çatıldığında işaret parmağımla çukuru gösterdim. "Fakat sen bana Koza konusunda her şeyi anlatmadın, öyle değil mi?"

Son söylediğimden sonra bakışları değiştiğinde gözlerini kıstı. "Her şeyi anlatmadım mı?" dedi tükürür gibi. "Neyden bahsediyorsun sen?"

"O senin düşmanın değil, değil mi?" diye sorduğumda kaldırdığım işaret parmağımla onu omzundan itekledim. "O hiçbir zaman senin düşmanın olmadı. Bana bir oyun oynanıyor, değil mi? Kim oynuyor? Kim benimle dalga geçiyor?"

Yankı, her cümlemden ve her sorumdan sonra bakışlarını daha fazla kıstı. "Neden böyle düşünüyorsun?" diye sorduğunda beni sorgulamaya devam ediyordu.

"Beni artık sorgulama!" diye bağırdığımda bu kadar öfkelendirenin ne olduğundan emin bile değildim. "Benimle sürekli oynama! Benim dengelerimi değiştirme! Bana ne yapmaya çalışıyorsunuz? Kendimi aptal gibi hissediyorum!"

"Ne saçmalıyorsun?" dediğinde uzanıp havaya kaldırdığım elimi tutmak istedi ama ondan hızlıca kurtuldum.

"O senin düşmanın ama dostun gibi. Birbirinize bakışlarınızı gördüm. Ondan nefret etmiyorsun ve o da senden etmiyor. Bana oyun oynadınız, aşağıdaki tamamen bir oyundu öyle değil mi? Asıl tiyatro aşağıda yaşandı."

"Yeter." Yankı, bisikleti çekiştirdiğinde parmaklarımla öyle sıkı tutuyordum ki bırakmadım ve öne doğru tökezledim. "Her ne düşünüyorsan, her neyin içindeysen, hangi okyanusta yüzüyorsan ben orada değilim. Sorumlu tuttuğun sadece kendinsin."

Durdum, dudaklarımın arasına yerleşen cümleyi dile getirmemek için kendime direndim ama olmadı. "Yalan söylüyorsun." İki kelime, tek cümle. Onu tanıdım tanıyalı ilk defa böyle bir cümle kuruyordum ve ilk defa onun bana yalan söylediğini düşünüyordum. Cümle ağzımdan çıktığı anda Yankı'nın bakışları bana öyle bir döndü ki çenesini sıktığına şahit oldum sonra bir anda öyle sert bir şekilde bisikleti alıp yere fırlattı ki çıkan yüksek ses, ellerimi kulaklarıma bastırmama neden oldu.

Bisikletin pedalı yerinden çıkarken, demiri de yerinden söküldü. Tekerlekleri kendi kendine dönmeye başladığında Yankı, üzerime doğru bir adım attı ve benim adımım geriye doğru ilerledi. "Ne dedin sen?" dedi kısık bir sesle. İlk defa öfkesini görebiliyordum, gözlerindeki o ateş gitgide büyüyordu ve dişlerini sıkıyordu. "Ne dedin?" dedi bir daha. Yalan konusundaki hassasiyetini bildiğim halde ona böyle bir cümle kurabilmiştim. O bu konuda neden bu kadar hassastı?

Sırtım duvara çarptığında gidebileceğim başka hiçbir yer yoktu. Tam karşımda durduğunda kendini sakinleştirmeye çalışan Yankı'yı değil, öfkesini daha fazla harlandıran Yankı'yı görüyordum.

"Yalan," dediğimde sesim titriyordu. "Söylüyorsun."

"Yalan söylüyorum öyle mi?" dediğinde çenesi öfkeden dolayı titredi ama sesi sakindi. Onu ilk defa böyle görüyordum. "Siktiğimin hapishanesinde her ne yaşandıysa kendi yalanlarını örtmek için beni suçluyorsun," dediğinde elleri öfkeden yumruk halini almıştı. "Gözlerime bak," diye soludu. "Benim bir aptal olduğumu düşünmüyorsun değil mi?"

Başımı iki yana salladığımda, “Ben," diye mırıldandım. "Yani siz ikiniz." Ne açıklayacağımı bilemediğim için gözlerimi ondan kaçırdım. "Siz ikiniz tuhaftınız. Siz ikiniz sanki bir oyunun içindeydiniz ve ben piyondum. Sen benim hakkımdaki birçok şeyi biliyormuşsun gibi davranıyorsun ve o bana öyle bir baktı ki..." Ellerimle yüzümü kapattım. "Kendimi çok büyük bir oyunun içinde hissediyorum."

Keskin nefesini saçlarımda hissettim. "Sana bu zamana kadar tek bir yalan söylemedim," dedi kelimelerin üzerine bastırarak. "Ama sen bana birçok yalan söyledin ve ben hepsini yalan olduğunu bilerek dinledim." Elleri yüzümü kapatan ellerimi tuttu sonra gözlerimden çektiğinde parmakları buz gibiydi. "Senin öylesine aramıza gönderilmediğini biliyorum, Helin. Bunu daha önce de söylemiştim. Ama şu piç kafam, senin akıllanmanı bekliyor, öyle mi? Ve sen şimdi geçip beni suçluyorsun."

Ona ne diyeceğimi bilmiyordum ama hata yaptığımı yeni yeni fark edebiliyordum. En çok ona güvenirken, nasıl olurdu da bu şekilde düşünüp ağzıma geleni ona sayabilirdim? O yalan söylemezdi, yalan onun için bir tercih değildi. Rol yapmazdı, kendini gizlemezdi.

Ben kötü biriydim.

"Herkesi kendim gibi sanıyorum," dediğimde buz gibi parmakları, parmaklarıma dokunurken üşümüyor, yanıyordum. "Herkesi kendim gibi yalancı sanıyorum."

Elleri elimi daha sıkı tuttu. "Sen kimsin?" dedi o korktuğum soruyu sorarak. "Sen gerçekten kimsin şimdi söyle bana."

Yalana başvuracaktım, tam gözlerinin içine bakarak başka bir yalan daha söyleyecektim ve o bunu biliyordu. "Sadece Helin," dedim acıyla gülümseyerek. "Hiçbir zaman bir Sokak Nöbetçisi olamayacağımı biliyorum, hiçbir zaman senin için o dört kişi kadar değerli olamayacağımı da biliyorum. Lütfen daha fazla soru sorma. Ben sadece Helin’im. Bu kadar."

Elleri ellerimi sertçe bıraktığında sorusuna cevap vermemem onu da gülümsetmişti ama benim gibi acılı değildi, hayal kırıklığı vardı. "Sen değersizsin öyle mi? Sen önemsizsin öyle mi?" Geriye doğru döndü, yürüdü sonra durdu ve bana baktı. Dişlerini sıkarken öfkesini hem kusmak istiyor, hem de kendini gizliyordu. "Sana bir şey itiraf edeyim mi?"

Etmemesini istedim, o an oradan kurtulmak istedim, kaçmak istedim; beni sorgulamamasını istedim. "Et," dediğimde sesim titriyordu. "Ama lütfen beni sorgulama."

Omzunun üzerinden bana bakarken duruşu dikti fakat omuzları düşüktü. "Sen benim aklımı durduruyorsun sanıyordum," dediğinde sertçe şakağına birkaç defa vurdu ardından yine gülümsedi. "Ama ben aklımı dinlemiyormuşum ki zaten."

Yüzüme bir cevap vermemi bekliyormuş gibi baktığında hiçbir şey söylemeden onu izlemeye devam ettim. Boğuldum, duruldum, yandım; o arkasını döndüğünde artık gözleri yoktu ve gidiyordu. "Nereye?" dediğimde deli gibi korkuyordum.

"Sana ne," dediğinde yere düşen bisikletinin önünden geçti ve diğer tarafa doğru dönmek için yeltendi ama peşinden gittim.

"Ben de geleceğim," dedim ve yine kolunu tuttum. "Beni önemsiz görmen umurumda bile değil, gitmeni istemiyorum, yine ortalıklardan kaybolmanı istemiyorum."

Bu son damlaydı, bu sanki son parçaydı; bu sanki Yankı'nın son sakin nefesiydi. "Yeter!" diye bağırdığında sesi öylesine gür çıkmıştı ki bana ilk defa bağırıyor olmasının verdiği etkiyle sarsıldım. "Yeter," dedi daha sakin bir sesle ve bana doğru döndü. "Ben ben ben," ellerini iki yana açtı, "sürekli sizsiniz, sürekli siz varsınız, sürekli siz yaşıyorsunuz." Başını hiddetle iki yana salladı. "Asıl önemsiz olan benim, görmüyor musun? Kimsenin umurunda değilim, kimsenin hayatında önemli bir yerde değilim. Çünkü Yankı halleder değil mi? Çünkü Yankı böyledir. Sikeyim bu işi, Yankı'nın da artık dayanamayacağı bir noktası var, bunu görün!"

"Yankı," dediğimde ona dokunmak istedim fakat geriye doğru adım attı. "Önemlisin," dedim ve gözlerimin dolduğunu hissettim. "Yemin ederim önemlisin, benim için önemlisin."

"Başka bir yalan daha," dediğinde dudaklarını birbirine bastırdı.

"Yalan söylemiyorum." Ona doğru bir adım daha attım ama geriye doğru gitti.

"Bak," dedi sert bir sesle. "Bana istediğin her konuda yalan söyle ama benimle oynamaya çalışma, dengelerimi değiştirme. Bana bunu yapma. Ulan kaç gündür sadece tercihini değiştirmeni bekledim, dört gün boyunca pişman olmanı bekledim ama bunu yapmadın ve şimdi gelmiş bana önemlisin mi diyorsun?"

"Yankı," dediğimde elimin tersiyle akmak üzere olan yaşları sildim. "Gerçekten önemlisin. Ben seni merak ediyorum, ben seni bu hale neyin getirdiğini önemsiyorum." Dudakları aralandı, bir şey söyleyecek gibi oldu ama sonra sustu. "Konuş," dedim yüksek bir sesle. "Bir kere olsun içinde tutma."

"Neden Koza'yla tanışmayı seçtin?" Soruyu o kadar hızlı bir şekilde sormuştu ki ne diyeceğimi bilemeyip onu izlemeye devam ettim. İlk önce bir şey söyleyecek gibi oldum ama sonra susup gözlerime dolan diğer yaşları yok etmek istedim. "Çünkü Yankı Sarca'nın sikik acılı geçmişinden daha önemli bir şey vardı, o da Yankı Sarca'nın tek düşmanı. Çünkü bu bir anahtardı."

"Anlamıyorsun," dediğimde başımı önüme eğdim.

"Anlat o zaman," dedi ve kollarını önünde bağladı. Yine hiçbir şey söylemedim, bana bir süre verdi ama sürede de susmaya devam ettim. "Doğru olan bu değil mi?"

"Yankı..." Başımı yerden kaldırıp ona baktığımda yine gözlerinde hayal kırıklığı vardı. "Ben kendime bile güvenmiyorken senin sırlarını saklayamam sandım."

Yankı elini saçlarına geçirdi ve karıştırdıktan sonra, “Ben de sana güvenmiyorum," dedi. "Ama sana güvenmesem de bu yola çıkacaktım. Benim de bir tercih hakkım vardı, Helin. Önemsenmek mi yoksa güvenmediğin birisine kendini göstermek mi?" Başını iki yana salladı. "Bir kez olsun birisi beni gerçekten önemsesin istedim, bir kez olsun doğruları siktir etmek istedim." Ellerini havaya kaldırdı. "O an güvenmemek umurumda bile olmadı. Ben bu değilim. Ben kendime ne yaptım?"

Cümleleri canımı yakarken kalbimin üzerinde kızgın bir demir varmış gibiydi ve o demir, kalbimin üzerinde gezinirken nefes almakta bile zorlanıyordum. "Gerçekten seni önemsiyorum," dediğimde kelimelerin hiçbir anlamı olmadığını biliyordum ama bana inansın istedim.

"Geçmişte kaldı," dedi Yankı geriye doğru bir adım atarak. "Ve biz şu anın içindeyiz, ben ise ne senin için ne bir başkası için ne de kendim için hiç önemli değilim."

Yürümeye başladığında peşinden gidecek gücüm yoktu ama arkasından bağırdım. "Yankı!" Dönüp bakmadı, beni orada öyle bıraktı, titreyen dizlerimle, ellerimle ve sesimle beni öylece bıraktı. "Yankı!" diye bağırdım bir daha. "Ben çok bencil biriyim biliyorum!" Yine dönmedi, yürümeye devam etti, caddeye doğru çıktı. "Yankı!" diye bağırdım tekrardan ve gözden uzaklaşana kadar ona seslendim.

Saniyeler geçiyordu sonra dakikalar. Sabit bir şekilde o çıkmaz sokakta beklerken çaresizliği de çareyi de tadabiliyordum. Onu hayal kırıklığına uğratmıştım, onu kendime bakmayarak suçlamıştım, onu anlayamamıştım.

Ama o da beni anlayamamıştı.

Yine gitmişti, günlerce belki de gelmeyecekti ama günler sonra geldiğinde de birbirimize daha yabancı olacaktık; daha fazla kalkan örecekti ve belki de daha fazla tanımayacaktık birbirimizi. Ben ondan santimlerce uzaklaşırken o benden kilometrelerce kaçacaktı.

Yapabileceğim bir şeyler olmalıydı çünkü onun her zaman vardı.

Her zaman başka bir yol vardı.

Dakikalar belki de saate dönüşmüştü bilmiyordum ama akşam olmuştu, yağmur daha fazla hızlanmıştı ve ben durdukça daha fazla ıslanıyordum.

Her zaman başka bir yol vardı.

Bu yollar gururumun üzerine çiziliyordu.

Yankı, beni böyle bir durumda asla bırakmazdı; ben de onu bırakmayacaktım. Bu sefer bunu yapmayacaktım, ona yalan söylemediğimi gösterecektim.

Elim, arka cebimdeki telefona doğru gittiğinde Sokak Nöbetçileri'nin bana verdiği telefondaki isimlere baktım. Hiçbirisi onun nereye gitmiş olabileceğini bilmiyordu, bilgileri yoktu ve merak da etmiyorlardı ama başka birisi bunu bilebilirdi.

Parmağım ilk olarak Bartu'nun ismine tıkladı ve telefon çalmaya başladığında kulağıma götürdüm. Birkaç çalıştan sonra Bartu durgun bir sesle telefonu açtı. "Helin," dediğinde yanındaki birisini susturuyordu. "Bir şey mi oldu?"

Onu aramazdım, bunu biliyordu. "Dinle beni," dedim ve dakikalardır hareket etmediğim yerde yürümeye başladım, caddeye doğru ilerledim. "Yankı'yı bulmam gerek."

"Bulamazsın," dedi Bartu bıkkın bir sesle. "O zaten başının çaresine bakacaktır. Hem siz beraber çıkmadınız mı?"

Öfkeyle nefesimi verip, “Bartu," dedim dişlerimi sıkarak. "Onu bulmam gerek, anlıyor musun? Hecelememi ister misin?" Bartu, sessiz kaldı sonra hareket ettiğini hissettim.

"Kötü bir şey mi oldu?" diye sordu.

"Onun ailesini tanıyor musun?" diye sordum adımlarımı hızlandırarak.

"Bunu neden soruyorsun?" Bana Yankı'nın vermediği hiçbir sırrı vermezdi, bunu biliyordum.

"Tamam," dediğimde nefesimi verdim. "Bana Önder'in telefonunu mesaj olarak atar mısın?"

"Önder mi?" İşte buna Bartu çok şaşırmıştı. "Neler oluyor?"

Daha fazla zaman kaybetmek istemiyordum. "Bartu," dedim hırsla. "Lütfen sorgulama olur mu? Sadece Önder'in numarasını gönder, bekliyorum." Telefonu onun cevap vermesini beklemeden suratına kapattığımda ekrana bakarak yürümeye devam ettim.

Diğerleri bu söylediğimi yapmazdı, biliyordum ama Bartu yapardı çünkü fevriydi, düşünmeden hareket ederdi ve saf bir tarafı vardı. Tam da düşündüğüm gibi birkaç dakika sonra Önder'in cep telefonunu bana mesaj olarak gönderdiğinde zaman kaybetmeden numaranın üzerine tıklayıp telefonu kulağıma götürdüm.

Beklediğimden daha uzun süre çaldı sonra Önder'in baskın sesini işittim. "Alo?"

"Önder." Sustu, kim olduğumu çözmeye çalıştı ya da çözdü bilmiyordum. "Benim Helin." Yine cevap vermedi fakat bir çekmeceyi kapatma sesi duydum. "Tamam," dedim ve adımlarım duraksadı. "Şu an seni aradığım için şaşkınsın hatta sorguluyorsun fakat bana yardımcı olman gerekiyor."

"Yardımcı mı?" Önder beni alaya aldı. "Sana mı? Neden?" Duraksadı, başka bir çekmece açıldı. "Yankı nerede?"

"Bilmiyorum." Etrafıma baktım ve kalabalık caddedeki insanlara çarpa çarpa yolun karşısına geçtim.

"Hım," dedi Önder de umursamaz bir sesle. "Yine ortalardan kaybolduğu bir zamandır. Birkaç güne gelir."

"Önder," dedim ve kaldırıma çıktığımda ellerimi saçlarıma geçirdim. "Senden bir şey isteyeceğim." Yine bekledi, yine bir cevap vermedi. "Ben onu bulmak istiyorum," dediğimde Önder'den medet umacağımı hiç düşünmüyordum. "O hiç kimsenin bilmediği bir yere gidiyor, neresi bilmiyorum ama bir tahminim var."

Çocukluğum demişti Yankı, çocukluğu Sokak Nöbetçileri'yle olan çocukluğu değildi. "Ne isteyeceksin?" Önder'in ayaklandığını hissettim, adım seslerini işittim.

"Onun nerede büyüdüğünü biliyor musun? Ailesinin evini? Çocukluğunun geçtiği semti?" Kısa bir sessizlik oldu, bu sessizlikte Önder'in ne düşündüğünü anlayabiliyordum. "Lütfen," dedim yalvarır gibi. "Biliyorum beni sevmiyorsun, biliyorum bana güvenmiyorsun ama buna ihtiyacım var. Lütfen biliyorsan söyle."

"Yankı'nın sana söylemediğini benim sana söylememi istiyorsun," dediğinde sesi temkinliydi.

"Bu kısım biraz karışık," diyerek onu geçiştirdim. "Söyleyecek misin?"

Önder derin bir nefes verdi sonra, “Ne karşılığında?" diye sordu. Sorusu, bakışlarımın donmasına neden oldu. "Sana bir iyilik yapacaksam bu karşılıksız olmayacaktır."

O an düşünmek için çok kısa bir zamanım vardı ve o kısa süreyi bile harcamak istemedim. "Her ne istersen," dediğimde sesimi hoparlöre aldığını anladım, büyük ihtimal kayıt altına alıyordu. "Bana o adresi ver. Yankı'yı orada bulursam ne istersen yapacağım, karşılıksız olmayacak."

Telefonun ucunda bir dolap açıldı ardından bir çekmece daha. "Bu sözünü unutma," dedi Önder. "Ama unutturmam da zaten." Sesi uzaktan geliyordu, düşündüğüm gibi kayıt altına alıyordu. "Birazdan adresi mesaj olarak atıyorum fakat orada bulamazsan da ne istersem yapacaksın."

Benden ne isteyeceği umurumda bile değildi, tek istediğim Yankı'yı bulabilmekti. Telefonu cevap vermeyerek suratına kapattığımda yağmurdan korunan insanların aksine ben direkt olarak kaldırımın ortasında elimde telefon ekrana bakmaya başladım. Yağmur ekrana her değdiğinde tekrar tekrar siliyordum.

Önder'den mesaj geldiğinde bulunduğumuz yere çok da uzak olmayan adresi gördüm ve kaşlarım havaya kalktı. Bildiğim kadarıyla fazlasıyla lüks evlerin olduğu bir semtti ve o semtte genelde maddi durumu çok iyi insanlar yaşıyordu.

Hızlıca caddeden bir taksi çevirip bindiğimde ve adresi söylediğimde taksi şoförü başını sallayıp gaza bastı. Cama her yağmur damlası çarptığında, kalbim o yağmur damlasıyla beraber daha hızlı atıyordu. Her yağmur damlası süzülerek aşağı indiğinde, benim de kalbim durgunlaşıyordu, yok oluyordu.

Karnımın içinde bu sefer ağrı yoktu, acı vardı. Ellerim titriyordu ama ellerim bu sefer onu gerçekten kaybedeceğim için titriyordu. Kaybetme korkusunu öyle bir hissediyordum ki avuçlarımın arasına onu gizleyebilsem zaten gizlerdim; onu saklayabilsem zaten gizleyebilirdim.

Kendimi onu kırdığım için yok edebilsem... Zaten kendimi yok olmuş hissediyordum.

Yol bitmedi, o mesafe aşılmadı. Taksi şoförüne daha hızlı gitmesi gerektiğini söylerken yağmur da sanki daha fazla şiddetini arttırıyordu. Semt biraz daha tepedeydi bu yüzden gökyüzü daha fazla koyulaşıyor hava sanki daha fazla soğuyordu.

On dakika sonra şoför dönüp, “Geldik," dediğinde cebimden fazlasıyla parayı çıkarıp verdim ve geri parayı beklemeden kendimi taksiden aşağı attım.

Her tarafta ağaçlar vardı ve villa evler. Sokaklar çok fazlaydı ve sokak lambaları her yeri aydınlatıyordu. Arabalar yoktu, insanlar yoktu, kimse yoktu. Yağmurun sesi, rüzgârın sesi ve benim nefesimin sesi vardı.

Vazgeçmeden sokaklara girdim ve her sokak başka bir yabancı sokağa çıktı; her sokağın sonunda daha fazla kaybolduğumu hissettim ama onu aramaya devam ettim. Gitgide daha yukarı tırmandığımı hissedebiliyordum ama içimden bir ses onun burada olduğunu söylüyordu. Çocukluğu burada mı geçmişti? Bu yollarda mı yürümüştü?

Bu villalar onun hayatı için bana öylesine yabancı geliyordu ki. Bu hayat öylesine yabancıydı ki bana. İkimizi de bu sokaklara yakıştıramadım, bu tenhalık ikimiz için de uygun değildi.

Başka bir sokağa daha koşar adımlarla girdiğimde onu göremiyordum. Neredeydim bilmiyordum, taksinin beni bıraktığı yerden fazlasıyla uzaklaşmıştım ama bunlar umurumda bile değildi. Onun adını bağırmak istedim ama bu sokaklarda adının Yankı olmadığını kendime hatırlattım.

Gerçek adını ise bilmiyordum.
Aslında ben onun kim olduğunu bile bilmiyordum.

Başka bir sokağa daha döndüm sonra başka bir sokağa daha. Sarı ışıklı sokak lambaları yerlerdeki su birikintisini parlatıyordu; yağmurdan dolayı sırılsıklam olmuştum.

En sonunda bir sokağa girdiğimde ileride sokak lambasının altında oturan bir gölge gördüm. O gölge karanlıktaydı ama tepesindeki sokak lambası onu aydınlatırken sanki daha fazla karanlığa gizleniyordu.

Sokağın başından sonuna doğru o gölgeye baktım, elim kalbimi yokladı; camdaki yağmur tanelerinden daha hızlı atıyordu ve camdaki yağmur tanelerinden daha hızlı yok oluyordu.

Adımlarım yavaşladığında o gölgeye doğru yürümeye başladım, her adımda paçalarım daha fazla ıslandı, yaklaştıkça o gölgeyi daha fazla tanıdım. Ben yaklaştıkça o gölge daha fazla aydınlık oldu sanki.

Yankı, sokak lambasının altında kaldırımda küçük bir erkek çocuğu gibi oturuyordu. Ellerini bacaklarının etrafına dolamıştı, gözleri yerdeydi. Saçları yağmurdan dolayı sırılsıklamdı, alnına yapışmıştı. Paçaları çamura bulanmıştı, elindeki bıçakla oynuyordu.

Yalnızdı, ilk defa ona gerçekten bakıyordum ve yalnızlığını görebiliyordum. Bir erkek çocuğu, kocaman bir adam ya da yaşlı bir amca. Hepsi, Yankı'ydı. Hepsinde de tek başınaydı. Onu yalnız bırakan bütün zamanlarımdan nefret ettim, onu asla anlamayan kendime lanetler sıraladım.

Altında oturduğu sokak lambası daha parlaktı sanki ama o artık parlamak istemiyor gibiydi. Yankı Sarca, tenha sokağı aydınlatan o sokak lambasına benziyordu, benim sokaklarımı o aydınlatıyordu.

Biraz daha yaklaştım, öyle bir odaklanmıştı ki ya beni fark etmedi ya da fark etse bile dönüp bakmak istemedi. Ben yaklaştıkça gözümde biraz daha büyümesi gerekirken biraz daha küçüldü; bu sokak lambasının altı, bana çocukluğunu bağırdı.

Yanında durduğumda gölgem, onun yüzünü kapattı. Bakışları, yerden ayaklarıma doğru kaydı; bu an, bana beni kaldırımda bulduğu zamanı hatırlatmıştı. Herkes gitmişti, herkes beni geride bırakmıştı ama o beni, geri almak için gelmişti.

Yüzüme bakmak yerine tekrardan yere baktığında sakin bir şekilde yanına kaldırıma oturdum ve onun baktığı noktaya baktım.

Sessizlikte yağmurun sesi vardı, rüzgârın sesi ve ikimizin nefesi. Artık tek değildim ve artık o da yalnız değildi.

Birkaç dakika ikimiz de öylece bekledik. Gözlerine bakamadım ama ıslak saçlarına gözlerim kaydığında gülümsemeden edemedim. "Dağınık saçlar sana daha çok yakışıyor," dedim. "Bir daha saçlarına dokunma."

Omzunu indirip kaldırdığında elindeki bıçağın ucuyla oynamaya devam etti. İşaret parmağının ucuna batırdı, çekti sonra çevirdi. "Beni nasıl buldun?" diye sordu sakin bir sesle.

"Seni bulmak zor değildi Yankı," dediğimde ona biraz daha yaklaştım ve omzum omzuna değdi. "Sadece çabaladım."

"Doğru söylüyorsun, beni bulmak hiçbir zaman zor olmadı." Başını aşağı yukarı salladı. "Sadece kimse beni bulmak için çabalamamıştı."

Bu cümle canımı acıttığında gözlerimi saçlarından ayırıp elindeki bıçağa döndüm. "Üzgünüm," dedikten sonra elindeki bıçağa uzanıp aldım, beni engellemedi. "Kendini öldürmek üzereyken seni yakaladım sanırım."

Gülümsediğini hissettim. "Ben sen değilim," diye mırıldandığında başını kaldırıp sokak lambasına doğru baktı; yüzüne yağmur taneleri çarptı. "Kendimi öldürecek olsaydım bu bir bıçakla olmazdı."

"O halde?" dediğimde bıçağı havaya kaldırdım.

Sorumu anladı, gözleri sokak lambasının ışığında ayrıldı ve bakışları bana döndüğünde turkuaz gözlerini ilk defa bu kadar çaresiz gördüm. Elini kaldırıp sokak lambasının demirini gösterdiğinde bakışlarım o yöne döndü. "Buraya her geldiğimde bir çentik atıyorum," dedi ve yüzlerce çentikle göz göze geldim. "Bugün de başka bir çentik attım."

"Neden?" O çentiklerden bazıları eskimişti, bazıları yeni görünüyordu ama hiçbirisi silinmemişti. "Genelde hapishanelerde çentik atarlar," dediğimde gözlerim o çentiklerde dolaşıyordu. "Kurtuluş için bunu yaparlar. Sen neden yapıyorsun?"

"Hatırlatsın ve çocukluğumu unutturmasın diye," dediğinde nefesini verdi. "Beni bu sokak lambasının altında terk ettiler. Her seferinde buraya geldim ama benim dışımda kimse beni tekrardan almaya gelmedi. Ben varım, bu sokak lambası var, benim bu sokak lambasına anlattığım sırlarım var."

"Ve ben varım artık," dediğimde sesim titriyordu fakat gülümsüyordum. "Ben seni almaya geldim. Ben sizi almaya geldim." Onun gibi, onu tek başına kabul etmedim; çocukluğunu da sarılmak istedim.

"Bizi almaya geldin," dediğinde cümleyi tekrar etti. "Bizi," dedi durağan bir sesle. "Sadece beni değil, bizi."

"Sizi." Bedenimi kaldırımdan eğdim ve demirin diğer tarafına elimdeki bıçakla bir çentik attım. "Bu da benim ilk çentiğim," dediğimde bakışlarım ona döndü. "Artık beraber yapacağız bunu."

Bir yandan kırgınlıkla, bir yandan hissizlikle, bir yandan çaresizlikle tam gözlerimin içine baktığında benim karşımda ilk defa güçlü durmaya çalışmıyordu. "Burada 269 çentik vardı," dedi Yankı derin bir sesle. "Bugün 270. çentiğimi attım ve sen de birinci çentiğini."

"Üzgünüm," diye mırıldandım. "Sırrını sen söylemeden ellerinden çekip aldım ama seni kendi haline bırakamazdım." Başımı önüme eğdiğimde siyah botlarına baktım. "Vicdanımı dinlemeyecek kadar bencilim belki de ama bir dört gün daha ortadan kaybolmanı istemedim. Burada her ne yaşadıysan bilmek istemiyorum, anlatma ama yanında durmama izin ver. Yanınızda durmama izin ver."

Bakışlarının bana döndüğünü hissettim ama ben ona bakamadım. Omzum omzuna değerken soğuktan titriyor olmalıydım, yağmurdan ya da Yankı'dan. Ama korkudan değildi.

"Ben başkalarının aksine ailemden kaçmadım," dedi Yankı kısık bir sesle. "Terk edildim. Ailem beni istemedi." İşaret parmağını kaldırdığında gözlerim gösterdiği yöne döndü. "Şuradaki büyük villayı görüyor musun?" Tam karşımızdaki beyaz kocaman villayı gösteriyordu. "Orası benim evimdi. Ablam orada öldü, ailem beni bir akşamüzeri bu sokak lambasının altında bırakıp gitti." Çenemi tuttu, başımı ona döndürdü. "Burası benim terk edildiğim evim. Burası mutsuzluğum. Burası yalnızlığım."

Çenemi tutan elinin bileğini sıkıca tuttum ve ona doğru eğildim. "Artık terk edildiğin evin değil, artık mutsuz değil," biraz daha ona yaklaştım, "artık yalnız değilsin. Ben varım."

"Sen beni buldun," dediğinde eli çenemden yanağıma doğru kaydı ve bana öyle bir baktı ki sadece bir anlık bir mucize olabileceğimi hissettim; bana bir mucizeymişim gibi baktı. "Terk edilen o çocuğun yanına geldin."

"Geldim," dediğimde gözlerimin dolduğunu hissediyordum ama umurumda da değildi. "Kendini çaresiz hissediyorsun değil mi? Kendini buraya her geldiğinde güçsüz hissediyorsun değil mi?" diye sorduğumda bakışlarındaki çaresizliği de yok olan gücünü de gizleyemiyordu. "Bunu nasıl geçiririm bilmiyorum, sen benim acılarımı nasıl geçiriyorsun bilmiyorum ama eğer burası sana çaresiz hissettiriyorsa..."

Baş parmağı dudaklarıma dokunduğunda konuşmamı sonlandırmamı beklemedi, beni susturdu. Yüzü yüzüme doğru yaklaştığında diğer eli de yanağıma dokundu. "Bu ev bana çaresiz hissettiriyor," diye fısıldadığında baş parmağı alt dudağımda gezindi. Gözleri gözlerimin içine bakarken ben de ona biraz daha yaklaştım ve burunlarımız birbirimize değecek kadar çok yaklaştık. "Ama," dediğinde nefesi dudaklarıma çarptı, kalbim tekledi; ellerim ve dizlerim daha fazla titredi. "Sen yuvasın, bana çaresiz hissettirmiyorsun."

Baş parmağını dudağımdan çektiğinde iki eli de yüzümü kavradı; gözümden bir damla yaş düştüğünde onun parmaklarına tutundu daha sonra çeneme doğru süzüldü. Yağmur gizledi ama Yankı'dan gizleyemedim.

"Acılarını geçirmek istiyorum," dedim titreyen bir sesle. "Seni iyileştirmek istiyorum."

"Acılar bu sokak lambasının altında ve o acıları daha güzel anılarla silebiliriz," dedi. Burnu burnuma değdiğinde gözleri dudaklarıma doğru kaydı, dudaklarım aralandı ve gözlerimi kapattım. Sıcak nefesi dudaklarıma çarparken, her an bayılacakmış gibi titriyordum. Ellerim omuzlarına sıkıca tutunduğunda nefes almakta bile zorlanıyordum.

"O halde silelim," dediğimde parmaklarım tenine saplandı. "Bu sokak lambasının altında güzel anılarımız olsun."

"Ellerin, dizlerin ve sesin titriyor," dediğinde dudakları dudaklarımın üzerine kapanmak üzereydi. "Ama bu sefer korkudan değil, bunu başardık."

Derin bir nefes aldığında ve nemli sıcak dudakları dudaklarımın üzerine dokunduğunda kalbim sanki son ritmini verdi, o camdaki yağmur damlası son kez aktı; ben bu dünyada artık değildim. Sıcak dudakları, dudaklarımın üzerinde kaldığında eli yanağımdan enseme oradan da saçlarıma doğru kaydı sonra dudaklarını aralayıp üst dudağımı öptü.

Beni öptü, Yankı Sarca beni öptü; dünya titredi, ben titredim, hayatım titredi. Kalbim titredi, bütün güzellikler yaşadı ve bütün kötülükler öldü. Bütün acılar silindi, anılar gülümsedi; ikimizin de çocukluğu bizi izledi. İhanet sırtını döndü, ben gülümsedim. Ben gerçekten gülümsedim; ben gerçekten yaşadığımı hissettim.

Yankı Sarca'nın dudakları bana gerçekten yaşadığımı hissettirdi.

Bir elim, omzundan ensesine doğru tırmandığında diğer elim yanağına dokundu ve sakallarında parmaklarımı gezdirdim; ensesindeki saçları parmaklarımın arasına aldım. Dudakları üst dudağımı emerken beni kendine doğru biraz daha çekti ve saçlarımda parmaklarını gezdirdi. Diliyle dudaklarımı biraz daha araladığında ve dilini dudaklarımın çizgisinde gezdirdiğinde hafifçe inleyip ensesindeki saçları çekiştirdim.

Bu tepkimden sonra dudaklarımı yavaş öpüşü biraz daha hızlandı ve alt dudağımı dişlerinin arasına alıp yavaşça çekti. Parmakları saçlarımı okşarken diğer eli yanağımdan belime doğru kaydı, elini bastırdı. Kendimi tutamayıp ben de onun dudaklarını öpmeye başladığımda onun gibi sakin olmaya çalışıyordum ama başaramıyordum, kalbim bunu engelliyordu.

Dişlerimle üst dudağını çektiğimde ve sonra sertçe öptüğümde hırlayıp beni yan bir şekilde kaldırıma yatırdı ve o da yan bir şekilde yatıp beni öpmeye devam etti. Bacaklarımız kaldırımdan aşağıya sarkıyordu ve vücutlarımız kaldırımdaydı.

Beni kendine yasladığında diğer eli saç köklerimden çekiştirdi ve daha sert öptü. Ben de onun ensesindeki saçları kavradığımda diğer elim göğüs kafesine doğru indi ve o an, nefesimi bile tutacağım gerçeklikle karşılaştım.

Onun da kalbi, benim gibi hızlı atıyordu.

Yankı Sarca'nın kalbi benim için atıyordu.

Dilini dudaklarımda gezdirdikten sonra nefes almak için geriye doğru çekildiğinde kapalı gözlerimi aralayıp ona baktım ve artık o çaresiz bakmıyordu, hayal kırıklığıyla bakmıyordu. Bana öyle bir bakıyordu ki sanki o an benden başka hiç kimseyi hiçbir şeyi istemiyordu.

Bana, ben onun yuvasıymışım gibi bakıyordu.

Eli saçlarımdan çeneme kaydı ve sıkıca tuttuktan sonra gülümsedi. "2 Kasım 2019 Cumartesi," dediğinde gülümsedim. "Seni ilk defa öptüm." Gözleri dudaklarıma kaydı. "Ve hiçbir zaman son olmayacak."