logo

72. ŞAFAK VAKTİ

Views 182 Comments 0

Sokak Nöbetçileri'yle beraber hayatımın birçok tuhaf anını yaşamıştım. Örneğin korku evine gitmiştik, delicesine korkmuşlardı. Lunaparka gitmiştik, o oyuncaklarda eğlenmiştik. Konsere gitmiştik, bağıra çağıra şarkı söylemiştim. Karavanla denize gitmiştik, içimden geldiği kadar yüzmüştüm.

Hep beraber birçok ortak anımız vardı ama bugünkü anı, hem çok tuhaf hem çok duygusal hem de çok komikti.

Biz yedi Sokak Nöbetçisi, annemin tam karşısında duruyorduk ve o an fark etmiştim; normal bir ruh halindeyken veya kendimizdeyken ilk defa bir anneyle karşı karşıyaydık.

Bartu saçlarını ciddiyetle taramış, sanki okul müdürünün karşısına çıkıyormuş gibi gömlek giymişti. Mutlu, en sevdiği Pembe Panterli kazağını ve koyu pembe eşofman altını seçmişti. Lâl ve Işık hanım hanımcık olmak için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı hatta Işık ilk kez simli farlarını sürmek istememişti, ciddi bir buluşma olacağını düşündüğünden olsa gerek.

Yankı ise siyah takım elbisesi ve siyah gömleğinde karar kılmıştı. Sanki kız istemeye gelmiş gibi oldukça ciddi görünüyordu. Saçlarını taramıştı; yetmemiş, Bartu yolda zorla kravat taktırmıştı. O kravatı simsiyah takımına zıt bir şekilde kıpkırmızıydı, komik göründüğünü söylemesine rağmen çıkarmak istememişti.

Tek normal giyinen ben ve Koza'ydık; alışık olduğumuzdan ya da bakış açımız onlar gibi olmadığından. Çünkü annemin bütün bunlara dikkat etmeyecek kadar kafası dağınıktı, bizi hatırlamakta bile güçlük çekerken bir de bunlarla karşılaşması tuhaf olurdu.

Fakat bugün diğer günlerden çok daha iyiydi; öyle ki Sadık Orhan'ın hemen yanında oturmasına izin veriyor, arada sırada onu dinliyordu. Doktorlar geçirdiği fiziksel sürecin son bulmak üzere olduğunu söylüyor ve asıl psikolojik savaşın öneminin altını çiziyorlardı. Hiçbir şekilde hatırlamama ihtimali de vardı, hatırlasa daha fazla kötüleşme de. Bu iki ihtimalin ortasında öylece durmuştuk fakat bugün sahiden de annem diğer günlerden çok daha iyi görünüyordu.

Sadık Orhan hepimizi bir arada gördüğünde ne diyeceğini bilememişti fakat yine de karşı gelmeden odaya almıştı.

Annem direkt beni hatırlamıştı, Koza'yı da öyle ama onu kendi oğlu olarak bilmemesi, bizim aramızdaki başka bir acıydı. Bu yüzleşme masasında aşılamazdı, bunu aşmak için uzun bir süre gerekiyordu. Doktorla konuşmam gerekiyordu, bana yol göstermesi gerekiyordu, Koza'yı düştüğü bu çukurdan çıkarmam gerekiyordu.

Bartu boğazını temizledi. "Şey… Merhaba," dedi ve elindeki koca baklava kutusunu köşedeki masaya bıraktı. "Ben Bartu," dedi, "şeyin abisi gibiyimdir. Şeyin..." Duraksadı.

"Saye'nin," dedi Işık kısık sesle.

"Saye'nin," diye devam etti Bartu. "Saye'nin abisi gibiyimdir, sizi de görmek istedik." Baklavayı işaret etti. "Gelirken de baklava alayım dedim, hastalara çiçek götürülür ama hasta çiçek mi yiyecek? Baklava yesin... Öyle değil mi? Hasta dedim, alınmadınız umarım. Ben Bartu bu arada."

"Baklavanın yarısını yolda yedi," dedi Mutlu. Bunu söyler söylemez Bartu dirseğiyle Mutlu'nun karnına vurdu.

Annem başını hafifçe omzuna düşürüp tek tek herkesin yüzüne bakarken sessizliği bozan Işık oldu. "Ben Işık," dedi rahat bir sesle ama tedirgindi. "O da ikizim, Mutlu. Biz ikimiz Saye'nin kardeşi gibiyizdir de." Lâl el salladı ve işaret dilini bilip bilmediğinden emin olmadığı için elini saçlarına geçirip karıştırdı. "Lâl," dedi Işık. "Kendisi de Helin'in kardeşi gibidir. Biz böyleyiz işte."

Annemin bakışları Yankı'nın olduğu tarafa kaydığında, Sadık Orhan'la sadece birkaç saniye göz göze geldim; gülümsedi, zorlukla da olsa aynı şekilde karşılık verdiğimde yüzünün aydınlandığını gördüm. Peki ya bizim yüzleşmemiz ne zaman olacaktı?

"Şey," dedi Yankı, ardından elinin tersiyle alnındaki teri sildi. O kadar kasılıyordu ki boğazına kadar iliklenmiş gömleğinden nefes alamıyor gibiydi. "Ben şeyim…" dedi Yankı ve yalvarır gibi bana baktı. Bartu ile Mutlu gülmemek için nefesini tutarken Koza gözlerini devirdi, Sadık Orhan ise kıvranışından keyiflenerek kollarını önünde bağladı. "Ben kızınızın eşiyim de birazcık," diye saçma sapan bir cümle kurdu Yankı . Kendimi tutamayıp güldüm. "Yani eşiyim."

"Birazcık nasıl oluyor?" diye fısıldadı Mutlu, Bartu'ya.

"Ne bileyim," dedi Bartu. "Hanımcı ya bu şimdi, hanımcılar birazcık oluyorlardır herhalde."

Annem yeniden onların yüzüne baktı, ardından hiç beklemiyorken, “Benden," dedi sakin bir sesle, "korkuyor musunuz?" Hepsinin gözleri kocaman açıldı. "Öyle davranıyorsunuz."

"Öyle şey mi olur?" dedi Işık aceleyle. "Biz sadece bir anda böyle gelince..." Koza'ya baktı. "Yani ilk kez aramızdan birinin annesiyle tanışıyoruz böyle." Dürüst açıklaması kaşlarımı kaldırmama neden oldu. "Ne yapacağımızı bilemedik, tedirgin hissettik."

Annem ağız ucuyla gülümsediğinde içtendi. "Rahat olun," dedi başını sallayarak. "Benden korkmanıza gerek yok."

Bunu söyler söylemez sanki Sokak Nöbetçileri'nin üzerindeki o ölü toprağı kalktı ve Bartu direkt üzerindeki ceketi çıkarıp koluna aldı, Mutlu kendisini koltuğa attı, Işık ve Lâl köşedeki masanın üzerine oturdu. Yankı ise hâlâ kasılıyordu ve öyle tatlı görünüyordu ki öpmemek için kendimi zor tutuyordum.

"Nereden tanışıyorsunuz?" diye sordu annem direkt bana.

Abim beni Sokak Nöbetçileri'nin arasına ajan olarak gönderdi, abim Koza bu arada. Biz o arada tanıştık, sonra savaştık da biraz ama şu an böyleyiz ve... "Çocukluktan," dedi Koza benden önce. "Hep beraber büyüdük biz."

Yalandı, acıtırdı ama bu yalan için her şeyimi verebilirdim; aksini de iddia edemezdim. Çünkü biliyordum, başka bir şekilde yaşasaydık, hatalar olmasaydı geçmişten biz yedimiz hep beraber büyürdük.

"Öyle mi?" dedi annem. "En büyüğünüz hanginiz?"

Bartu kolunu kaldırıp kasını gösterdi. "Hem yaş hem fiziksel olarak ben en büyüğüyüm, hepsini koruyorum, harika biriyim." Öyle heyecanlı görünüyordu ki annemi direkt annesi olarak benimsemiş gibiydi.

"O halde sen lider misin?"

"Lider benim," dedi Koza ile Yankı aynı anda. Gözlerimi devirdim ve başımı iki yana salladım. Birbirlerine kaşlarını çatarak baktılar.

"Lider yok aslında," dedim kollarımı önümde bağlayıp. "Sadece ikisi bu konuda savaşmayı seviyor." Evet, anne, öyle bir savaşıyorlar ki birbirlerinin canlarını yakıyorlardı.

Annem kaşlarını kaldırıp Işık'a baktı, çok kısa bir süre sonra ise, “Çocukluktan beri arkadaşsanız neden ilk tanıştığınız anne benim?" diye sordu. Belki de dünyanın en basit sorusuydu ama verilecek cevap o kadar can yakıcıydı ki yutkundum.

Sessizlik olduğunda merakla herkesin tek tek yüzüne bakan annemin gitgide kendine geldiğini görebiliyordum. Geçen zaman ve aşılan süreç onun kendi benliğine dönmesine yardım ediyordu.

Cesaret gösteren kişi Bartu oldu. "Bu odada gördüğün herkes kimsesiz," dedi net bir sesle. "Biz çocukken yalnız bırakıldık." Annemin bakışları direkt bana döndü, ilk kez acının yanında pişmanlıkla baktı gözlerimin içine; o şekilde bakması bile, kendine geldikçe bana karşı sevgi duyduğunu gösteriyordu. "Ben hiç bilmiyorum ama…" dedi Bartu; gülümsüyordu, sanki çok kolay bir hayatmış gibi konuşuyordu. "Direkt sokak doğurmuş beni, annem sokak olmuş. Hiç tanımadım." Annem bakışlarını benden ayırdı ve Bartu'ya dikkatlice baktı. "Ama üzülecek bir şey yok, sen olursun bizim annemiz."

Gözlerim kocaman açıldığında başımı sallayarak ona baktım, diğerleri de öyle. Bu kadar hızlı olmasını beklemiyordum; biz bile annemle henüz aramızdaki o duvarları zorlukla aşarken, Koza kelimeleri yan yana getirmekte zorlanırken Bartu'nun bu kadar net olması beni çok şaşırtmıştı.

Fakat annem korkmadı, çekinmedi, aksine gülümsedi. "Annen sokak olmuş," dedi Bartu'nun söylediğini tekrar ederek. "Masal karakteri gibi." Bartu'nun gözleri parladı.

"Masal karakteri mi?"

"Evet," dedi annem. "Üzülmedim çünkü hayatını bir masal gibi düşündüğünde acılarla daha çabuk yüzleşiyorsun. Seni sokak doğurmuş, dünya üzerinde bir sokağa belki de annenin adını vermişlerdir." Hepimiz büyülenmiş gibi ona baktık, Sadık Orhan ise âşık gibi. "Ben," dedi kendini göstererek. "Hayatımın büyük bir bölümünü hatırlamıyorum, bu çok acı ama masal karakteri gibi düşündüğünde acısı kalmıyor. Belki de ben prensesimdir ve hafızamı bana güzellikleriyle geri getirecek bir büyüyü bekliyorumdur; bir elmayı, bir çiçeği ya da bilmiyorum..."

Sadık Orhan yutkunduğunda, üzerindeki jilet gibi takım elbisesini bile annem için giydiğini biliyordum. "İstersen sana unuttuğun her şeyi, en ince ayrıntısına kadar yeniden anlatabilirim," dedi başını sallayarak. "Büyüye ihtiyacın kalmaz."

Annem bakışlarını ona çevirdiğinde gülümsemesi silinmedi. "O kadar çok anlattın ki artık gerçekten yaşamış gibi hissediyorum."

Koza'ya başımı sallamamın üzerine, yere koyduğu sandığı aldı ve yatağın yanına ilerleyip ayak ucuna bıraktı. Annem sandığı gördüğü an elini kalbine götürdüğünde, Koza'yla aynı anda boynumuzda asılı olan anahtarları çıkarıp sandığın hemen yanına bıraktık. Koza boğuk bir nefes vererek, “Hatırlamana yardımcı olacak," dedi; annem ona baktığında gözlerini kaçırdı. "Sandığın, anıların, günlüklerin ve belki de fotoğrafların burada. Söz verdim ve sözümü tuttum, sana ulaştırdım."

Annem eli kalbinin üzerindeyken bir sandığa, bir Koza'ya baktı. "Bunu sana," dedi zorlukla konuşarak. "O vermişti, değil mi?"

"Oğlun mu?" dedi Koza, çekindiği kelimeyi söyleyerek. Annem tekrar etmedi ama başını salladı. "Evet," dedi Koza. "Bana emanet etmişti, ben de sana veriyorum."

Annem yutkundu. "Peki ona ulaştın mı? Arkadaşına ulaştın mı?" diye sordu. "Yaşayıp yaşamadığını öğrendin mi?"

Hepimiz buz kesildik, o an diğerleri de Koza'nın ne yaptığını gördü; nasıl bir yalanın içine düştüğünü, nelerle savaştığını. "Bunu gerçekten merak ediyorsan öğrenirim," dedi Koza, bir yabancıdan bahsediyormuş gibi.

"Merak ediyorum," dedi annem; merak etmesi bile Koza için çok büyük bir adımdı. "Bana onu da bulur musun?"

Dudaklarım aralandığında, Koza, "Oğlunu…" dedi kaşlarını kaldırarak. "Görmek mi istiyorsun?"

Annem başını salladığında, benimkilerle aynı renk olan saçlarını arkaya attı. "Onu hep rüyalarımda görüyorum," dedi. "Ve kâbuslarımda da ama hep burada dönüyor." Şakağına vurdu. "Yaşadığım her şeyin acısını ondan çıkardım," diye kabullendi. "Fakat o henüz bir bebekti, bunu yeni fark ediyorum. Rüyalarımda hep bebek, sürekli ağlıyor. Kâbuslarımda ise ölüyor." Annemin gözleri doldu. "Eğer ulaşırsan ona bir öfkemin olmadığını söyler misin? Onun suçu olmadığını." Sadık Orhan derin bir nefes verdi. "Tek bir suçlu vardı bu hikâyede ve o ne bir bebekti ne de bendim." Bizim zor dile getirdiğimiz o isim, tükürür gibi ağzından döküldü. "Harun Aktan tek suçlusuydu bu hikâyenin."

Ürperdiğimi hissettiğimde, Koza hiçbir şey söylemeden, öylece annemin yüzüne bakmaya devam etti fakat doktor, duygu değişimleri olabileceği konusunda zaten bizi uyarıyordu; işte bu yüzden emin olamıyordu, emin olamıyordum.

Sadık Orhan boğazını temizleyip ayağa kalktığında, “Bence bırakalım, biraz dinlensin," dedi başını sallayarak. "Zor bir gece geçirdi."

"Hayır," dedi annem sert bir dille. "Çocukları çok sevdim."

"Çocuklar mı?" dedi Mutlu gülümseyerek. "Çocuklar dedi bize, çok hoşuma gitti."

"Siz çocuk, ben masal kahramanı," diye çıkıştı Bartu, ardından köşedeki baklavanın kapağını açıp anneme uzattı. "Prensessindir belki ve her şeyin normale dönmesi için baklavaya ihtiyacın vardır. Büyülü baklava."

"Ya sen delirdin mi?" diye sordu Işık. "Masallarda baklavaların ne işi var?"

Annem gülmeye başladığında, onu belki de ilk kez böyle gördüğüm için gözlerim kocaman açıldı. Yetmedi, Bartu'nun uzattığı baklava kutusundan bir tane baklava aldı ve ağzına atıp çiğnerken Bartu sırıttı. Yanındaki komodinden bir bardak su alıp içmesinin ardından, “Neler oluyor?" diye mırıldandı. "Hatırlıyorum bir şeyler, bu baklava büyülü mü?"

Bartu kahkaha attı ve o da yatağın yanına oturup baklava yemeye başladı. Hepimiz şaşkınlıkla ona bakarken aslında hiçbir şey yokmuş gibi davranmanın en normali olduğunu anlayabiliyordum ama ben ve Koza'yla aynı hissedemezdi Bartu, bu imkânsızdı.

O andan sonra odanın içindeki karanlık öyle bir kalktı ki konuşmalar, gülüşmeler havada uçuştu. En sessiz olan taraf yine Koza’yla ikimizdik, bir de nasıl davranması gerektiğini bilemeyen Yankı; ama Işık çoktan annemin saçlarına dokunmaya başlamıştı, Mutlu olduğu yerde sürekli hareket ederek saçma sapan bir şeyler anlatıyordu, Bartu baklavaları bitiriyordu, Lâl ise keyifle onları izliyordu.

Bir süre sonra annem yorulup uykuya yenik düştüğünde, kendi aramızda sohbete daldığımız için onun uyuduğunu fark etmemiz bile on dakikamızı aldı. "Uyudu," dedi Işık kısık sesle, ilk fark eden oydu. "Ve gerçekten mutlu görünüyor."

"Onu ilk defa böyle görüyorum," dedi Sadık Orhan yüzüne bakarak. "Sizi çok sevdi, bu kadarını beklemiyordum."

"Sevilmeyecek adam değiliz," dedi Bartu, Sadık Orhan'a üstten üstten bakarak. "Sen de bize hayran oluyorsun, hadi daha fazla inkâr etme." Sadık Orhan güldü ama cevap vermedi.

"Sandığı ne zaman açar ki?" diye sordu Koza. "Keşke açarken yanında olsaydık."

"Bilmiyorum," dedi Sadık Orhan. "Ama…" Bakışları bir kez daha ona döndüğünde, annem rahatsız bir şekilde hareketlendi. "Sanırım bir şeyler hatırlamaya başladı ama bana söylemiyor." Fısıldıyordu, o sırada annemin uyumadığını düşündüren neydi? "Eskiden korku doluydu, şimdi öfke dolu. Doktoru normal olduğunu söylüyor ama..." Başını iki yana salladı, elini saçlarına geçirip dağıttı. "Bana durmadan o şerefsizin nerede olduğunu soruyor."

"Ne cevap verdin?" diye sorunca bakışları direkt bana döndü.

"Hapishanede olduğunu."

"Bizim hapishanemizden mi bahsettin?" diye sordu Mutlu şaşkınlıkla.

"Hayır, elbette," dedi Sadık Orhan. "Sadece hapishanede olduğunu biliyor, ayrıca sizin hapishanenizin yerini de biliyor." Duraksadı. "Biliyordu. Önceden. Biz gençken. Önder'i tanıyorken." Derin bir nefes verdi. "O oturduğunuz evde sizden önce biz vardık ve orayı hatırlıyor, her detayıyla. Ama beni," başını olumsuz anlamda iki yana salladı, "beni hatırlamadığını söylüyor."

Eski Sokak Nöbetçileri. Onların yaşadıklarını öğrenmek için yanıp tutuşuyordum ama ilk önce Sadık Orhan'la yüzleşmem gerektiğini de biliyordum. Dünyamızın bir aydınlık, bir de karanlık tarafı vardı; eski Sokak Nöbetçileri bizim karanlık tarafımızdı.

Ardından bütün bu karanlıkların ötesinde, annemle bir anne kız gibi oturup konuşmam gerekiyordu. O belli belirsiz duran duvarı ya yıkmak ya da yeniden inşa ederek, birlikte o duvarın arkasına geçmemiz gerekiyordu. Az önce bu odada çınlayan kahkahalar gibi, artık onu her gördüğümde benim de normal hissetmem gerekiyordu.

Benim annem konusunda ve belki, içsel olarak kabullenirsem, babam konusunda da iyileşmem gerekiyordu.

"Seni istemediğini hiç düşündün mü?" diye sordu Koza acımasız bir sesle. "Belki de artık seni sevmiyordur."

Sadık Orhan bir an bile geri adım atmadan, “Düşündüm," dedi kendinden emin bir sesle. "Ama artık gitmemi de istemiyor." Ayağa kalktı, ardından biz de ayaklandık. "Her neyse, o şerefsiz şu an ne durumda?"

Konu beni rahatsız ediyordu, onun varlığı beni rahatsız ediyordu, aldığı nefes beni rahatsız ediyordu. Bu yüzden hızlı adımlarla Yankı'nın yanına geçtim ve direkt anladığında eli elimi bulup sıkıca tuttu. "Her gün gidiyorum," dedi Koza, kendisini cezalandırır gibi. "Ve her gün biraz daha çöküyor ama ölmüyor, öldürmüyor kendini. Başucunda duruyor bir neşter, saplasa boğazına ölecek ama hâlâ gülümseyerek bakıyor. Ondan korktuğumu düşünüyor."

"Korkuyor musun peki?" diye sordu Sadık Orhan. Koza birkaç saniye yüzüne baktı, ardından kaşlarını çatıp kapıdan dışarıya çıktı. Yankı ile ikimiz onları hemen arkalarından takip ederken, diğerleri biraz gerimizde kaldı. Cevap alamayacağını fark eden Sadık Orhan bu kez gözlerini bana çevirdi, ardından Yankı'yla ellerimize. "Seninle konuşalım mı biraz?" diye sordu bana.

Gözlerimi kaçırarak, “Belki sonra," dedim; hayır, hazır değildim. Belki de hiç olmayacaktım, bilmiyordum. Bu çok kötü hissettiriyordu. "Çünkü çok işimiz var, gitmemiz gerekiyor."

"Yardım edebileceğim bir şey var mı?" diye sordu bu kez.

"Hayır," dedim.

"Evet," dedi Koza. "Eğer annem sandığı açarsa beni arayıp haber verir misin?"

Sadık Orhan sakince elini Koza'nın omzuna yerleştirip sıktıktan sonra, "Elbette, oğlum," dedi şefkatli bir sesle. "Merak etme." Koza kasıldı. Omzundaki ele baktı, ardından geriye bir adım attı ve bir adım daha, sonrasında ise kaçarcasına yanımızdan uzaklaştı.

"O halde," dedim Sadık Orhan'a. "Görüşmek üzere." İçimdeki yargılar yok oldukça yerine sevgi geliyordu; baba sevgisinden öte, ona olan saygımdan gelen bir sevgi.

"Görüşürüz," dedi Sadık Orhan ve süzercesine Yankı'ya baktı. "Ve sen," dedi. "Takım elbise yakışmış, delikanlı." Yankı ağız ucuyla gülümsedi, ardından başıyla selam verdi; hem Koza hem de Yankı için Sadık Orhan'ın bu duruşu fazlasıyla yaralayıcıydı.

Arkamızı dönüp yürümeye başladık ve parmakları parmaklarımın arasında sıkıca dururken hastanenin çıkışına kadar sessizce ilerledik, ta ki bisikletlerin olduğu yerde Nöbetçiler’i görene kadar. "Kabul edelim," dedi Mutlu. "Sadık Orhan baba adam, ayrıca çıtır da. Ben şahsen çok beğeniyorum."

Bartu Mutlu'nun kulağının arkasına fiske vurdu. "Baban yaşındaki adama da yürümeyeceksin, değil mi?"

"Benim hostum var," diye mırıldandı Mutlu yüzünü buruşturarak. "Hoş, o da iki gündür mesajlarıma geri dönmüyor."

"Çünkü ona saçma sapan mesajlar atıyorsun Mutlu," dedi Bartu bisikletine binerken.

"Sence ben padişah olsam hangisi olurdum, diye sormakta ne var?" diye inledi Mutlu. "Hanginiz flörtlerinize böyle sorular sormuyorsunuz?" Hepimiz sustuğumuzda Mutlu öfkelendi ve sertçe bisikletini çekiştirdi. "Mentollü şampuan mı yoksa normal şampuan mı diye sormamda ne var peki?" Dudaklarımı birbirine bastırdım, Koza dayanamayıp güldü. "Sol bacağın mı, sağ bacağın mı diye soruyorum, peki bunda ne var?"

"Mutlu," dedi Yankı, sanki dünyanın en mantıklı açıklamasını düşünüyormuş gibi. "Yani bunlar elbette saçma değil ama sen sanki biraz fazla derine iniyorsun. Cevaplarını aldığında ne olacak?"

"Rahat uyuyacağım ya," dedi Mutlu ayaklarını pedallara koyarken. "Ayrıca sizin sıkıcı hayatlarınız gibi olmak zorunda değil benim ilişkim." Işık sessizce onu seyrediyordu. Mutlu pedalları sertçe çevirmeden önce, “Biliyorum," dedi. "Uçuşu olmasa bana cevap verirdi." Hiçbir cevap vermemizi beklemeden yanımızdan geçtiğinde arkasından bakakaldık.

Işık, "Cevap vermeyecek," dedi bir anda. "Bir daha görüşmeyecek onunla."

"Ne?" diye döndü Bartu. Işık sırt çantasından telefonu çıkardı ve mesajlara girip ekranı bize çevirdi. Mutlu'nun hostu, Işık'a mesaj atmıştı.

"Merhaba Işık, nasılsın? Seninle Mutlu hakkında konuşmak istiyorum. Ona artık devam edemeyeceğimizi çünkü aklımda başka birisi olduğunu söyledim fakat bu söylediğime, havalar da soğudu bu aralar, diye yanıt verdi. Ciddiyim dediğimde de, patlıcanı imambayıldı olarak mı yoksa karnıyarık olarak mı seversin, diye sordu.

Kısacası benim söylediklerimi duymazlıktan geliyor bu yüzden onunla iletişim kurmayı kesiyorum. Umarım en yakın zamanda onunla konuşursun çünkü üzülmesini istemiyorum. Sizi tanımak güzeldi, kendinize iyi bakın."

Kalbim kırılmıştı. Kalbim öyle bir kırılmıştı ki Yankı'ya tutunmak zorunda kalmıştım.

Bartu'nun, “Amına koyduğumun zıpzıpı," diye çıkışını bile engellemek istemedim. "Madem aklında başka biri vardı, benim çocuğumun aklını niye karıştırdı ulan?"

"Sen," dedi Koza bir anda ve Işık'ın telefonunu çekip aldı. "Versene şunun numarasını bana bi." O sırada Yankı hızla telefonunu çıkardı, kaydetmek için.

"Hey," dedi Işık, telefonu Koza'nın elinden alırken. "Saçmalamayın, çocuğun yaptığı ayıp ama bu yüzden zorbalık edecek değiliz, en azından dürüst olmuş."

"Onu uçağın kanadına bağlayıp gökyüzünde dans ettireceğim," dedi Bartu öfkeyle. "Çünkü nasıl davrandığını ben biliyorum, resmen kullandı. Yine biri Mutlu'yu kullandı, hep bunu yapıyorlar."

Işık ellerini saçlarına geçirdi. "Kavga çıkması için değil, yaşanacak her şeye hazır olmanız için söyledim," dedi rahatsız bir sesle. "Kimse o adama hiçbir şey yapmayacak."

"Hiçbir şey mi?" diye sordu Koza sahiplenici bir sesle. "Hadi ama Nil, ona yaptığını..."

"Hiçbir şey." Işık'ın sesi baskındı, bisikletine tamamen bindiğinde ise kaşları çatıktı. "Bir şekilde halledeceğiz ama sizin aptal yöntemlerinizle değil." O da pedallara abandığında Mutlu'nun peşinden ilerledi. Arkalarından bakarken derin bir nefes verdim.

Koza, "Numarayı ezberledim," dedi ve o anda Yankı başıyla beni işaret ettiğinde sessizliğe büründü. Bense konuşmalarını duymazlıktan gelerek kendi bisikletimi çektim, ardımdan diğerleri de bindi.

Kalbim kırılmış, içim burkulmuştu. Bir ses, sanki Mutlu'nun hayatının sonuna kadar yalnız kalacağını bana söylüyordu.

*

Bisiklet sürmeyi bilmediğim ya da Yankı'nın önüne binip onlara katıldığım zamanlar çok eskide kalmıştı. Yedi bisiklet vardı, altı değil; herkesin kendi rengini belli ediyordu. Üzerinden geçen zaman, akıp giden her şey geride bir ödül gibi kalabiliyordu.

Sokak Nöbetçileri'nin evinin olduğu sokağa girdiğimizde, annemin yanındaki o halimiz, şimdi yerini yorgunluğa bırakmıştı. Normal şartlarda illa ki Bartu ve Mutlu yarış yapar, Işık onlara takılırdı; Lâl bana ayak uydurmaya çalışırdı ve Yankı bana, bin önüme işaretiyle gülerdi. Ama bu kez hepimiz sessizdik çünkü anneme yansıtmak istemesek de o yedi kişilik masanın verdiği yorgunluk kalbimizdeydi.

"Ferda!" diye bağırdı Işık gür sesle. O sırada daldığım düşüncelerden sıyrıldım ve bakışlarım sola kaydığında Sokak Nöbetçileri Yurdunun önünde oyun oynayan çocukları gördüm. Harun Aktan hapishaneye girdikten sonra ve başımızdaki o kadar dertten kurtulmamızın ardından yeniden çocukları o yurda yerleştirmiştik.

Tam yedi çocuk, tıpkı bizim gibi yedi çocuk kapının önünde oynarken kalbimin üzerindeki o yorgunluk uçup gitti. Diğerleri bisikletleri yurdun önüne çektiğinde hesaba katmasak da yine dönüp sığındığımız yer, çocukların yanı olacaktı.

Ferda'nın gözleri kocaman açıldı, bisikleti sol tarafında dururken ellerini birbirine çarpıp, “Geldiniz!" diye bağırdı. Üzerinde pembe bir elbise vardı, uçları pilili. Saçlarındaki tokalar rengârenkti, tırnaklarında ojeler vardı, renkli renkli. Belli ki yakın zamanda Işık onu görmeye gelmişti. Normalde Ferda bizi her gördüğünde ilk bana atılırdı ama bu kez Işık'ın kollarına atıldı. "Seni çok özledim!" diye bağırdı Ferda, ardından kendi etrafında döndü. "Nasıl olmuşum? Bak, giydim elbiseyi."

Işık'tan önce Yankı, "Çok güzel olmuşsun," dedi hayranlıkla ve yanındaki diğer çocuklara baktı.

Bir tanesi aylar önce gördüğüm o çocuktu. İlk göreve gittiğimizde etten duvar örüp önümüzü kapatan, ardından Yankı'nın yeniden karşılaşacağımızı söylediği o çocuk. Şimdi o da bu yurda yerleşmişti. Yankı'yı görür görmez direkt çenesini kaldırdı; lider edasıyla, yanındaki arkadaşlarından ayrılıp büyümüş de küçülmüş gibi başını salladı.

Yankı’nın her şeyin yolunda olup olmadığını sorması üzerine, "Yolunda," dedi arkadaşlarını gösterek. Beş erkek, iki kız. Kızlardan biri Ferda; diğeri Ferda'dan daha büyük, adı Deniz. Sokakta büyümüş o da. Deniz’in erkek kardeşi, ondan birkaç yaş küçük, adı Yavuz. Yankı'yla konuşan çocuğun adı Ali, soyadı yok, bilmiyor, kimliğinde yazan dedesinin soyadı. Ali'nin yanında Turan, yapılı, yaşı da hepsinden daha büyük. Onun solunda zayıf, sessiz bir çocuk; ismi bilinmiyor, isim istemiyor, hep susuyor. Hemen sağ tarafında, geride yüzünde kocaman bir yanık izi olan o çocuk; adı Zafer, soyadı Algın. Çok zengin bir adamın oğlu, babası istemiyor onu.

Bartu hemen Turan'ın yanına gitti, elini omzuna atıp bir şeyler söyledi. Onlarla bugün tanışmıştım ama bahsedildiği kadarıyla haklarında biraz bilgi sahibiydim. Yine de bunların dışında bir şey vardı; kalbimin sıkışmasına neden olan hatta dile getirirsem şaşkınlıktan birkaç saat konuşamayacağım o gerçek.

Bu çocuklar Sokak Nöbetçileri'ne benziyordu. Kendilerine sonradan verilen isimleri ve onları Önder gibi eğiten acımasız bir adam da yoktu ama bağları, birbirlerinin arkasında duruşları hatta bazı karakter özellikleri bile bize benziyordu.

Öyle ki, "Bartu abi," dedi Turan masum bir şekilde. "Bana boks eldivenleri getirecektin, nerede kaldılar?"

"Bartu," dedi Işık; çöktüğü yerden Ferda'nın saçlarıyla oynuyordu, kaşlarını çattı. O sırada Ferda'yla göz göze geldiğimde bana kırgın olduğunu hissettim.

Bartu Işık'ı duymazlıktan gelip, "Birazdan getireceğim," dedi, ardından boks yapıyormuş gibi bir pozisyon alıp kollarını kaldırdı. "Vur bakalım bana bi, nasıl savunuyormuşsun kendini görelim hadi."

Turan ile Bartu birbirleriyle şakalaşırken Ferda'nın yanına ilerledim; o esnada yanındaki Deniz, dikkatlice beni inceliyordu. "Ferda," dedim kolunu okşayarak. "Küs müyüz?" Ferda omzunu silkip Işık'a sarıldı; başı karnının hizasına geliyordu. "Ferda," dedim dudağımı büküp. "Kıracak bir şey mi yaptım?"

"Beni unuttun." Ferda kaşlarını çattı. "Herkes geliyor ama sen hiç gelmiyorsun, neden gelmiyorsun? Işık abla hep burada ama sen yoksun." O sırada uzakta, bizi sessizce seyreden Koza'ya baktı. "Ayrıca şu abi de geliyor ama bizimle hiç konuşmuyor; yiyecek getiriyor, kıyafet getiriyor ama bizimle hiç oynamadan gidiyor. Işık abla onun senin abin olduğunu söyledi." Kaşları çatıldı. "İkiniz birbirinize çok benziyorsunuz."

"Ferda," dedim gözlerimi açarak. "Haklısın, gelemedim ama..." Açıklamam yoktu, ne diyecektim? Ne savunmam olacaktı? "Bundan sonra sürekli geleceğimi söylesem sana?.." Başımı omzuma doğru düşürdüm, omzunu silkti. "Lütfen," dedim; Işık'a baktı, sanki annesiymiş gibi. Işık onayladığında bana yaklaştı ve sakince sarıldı.

"Koza," dedi Işık arkama doğru. "Gelsene buraya."

Koza çekinerek yanımıza gelirken, yan taraftaki Yankı ile Ali'nin konuşmasına şahit oldum. Ali'nin eli kesilmişti. "Ne oldu?" diye sordu Yankı. "Önemi yok," dedi Ali. "Ne oldu?" diye sordu bir kez daha Yankı. "Hallederim abi," dedi Ali. "Bir şey olmadı." O an bu konuşmaya şahit olan tek kişinin ben değil, bütün sokak nöbetçileri olduğunu fark ettim. Yankı önünde çöktüğünde, “Önemi var," dedi. "Halledemezsin bazen." Diğerlerine baktı, yanındaki arkadaşlarına. "Ali'nin eline ne olduğunu biliyor musunuz?"

Hepsi başını sağa sola salladı.

Derin bir nefes verdim; derinden ve içinde sızı olan. Yankı diğer çocuklara baktı, hiçbir şey söyleyemedi ama aynı duyguları hissettik. Ali'ye döndüğünde elini tuttu, avcunun içine aldı, kaldırıp izi göstererek, “Önemi var, Ali," dedi. "Her izin, her yaşadığının önemi var. Halletsen bile anlat herkese, anlatmazsan anlamazlar çünkü."

Koza arkamda durduğunda, Ferda ona bakarak ağız ucuyla, “Merhaba," dedi. "Ben Ferda." Elini öne uzattı, sıkmasını bekledi. Koza çekinerek elini sıktığında, Ferda göz ucuyla Işık'a baktı, sanki çok büyük bir sırrı paylaşmış gibi. "Bizden niye kaçıyorsun?"

"Kaçmıyorum," dedi Koza hemen ama küçücük bir çocuktan çekiniyor gibiydi. "Ben kaçmıyorum." Hayır, kaçıyordu çünkü bir çocuğa nasıl yaklaşılır, kestiremiyordu. Kırmaktan çekiniyordu, dokunduğunda onaramayacağından ya da hissettiklerini yansıtacağından.

"O zaman bizimle oyun oyna," dedi Ferda, ardından bize de baktı ve gülerek zıplamaya başladı. "Hepiniz oynayın!" Hevesle Işık'a bir kez daha sarıldı. "Saklambaç oynayalım mı? Lütfen, oynayalım mı?"

"Hanımefendi, hanımefendi," dedi Mutlu, Ferda'nın arkasından çıkıp başını eğerek. "Ben görünmez olabiliyorum, beni nasıl bulacaksın?"

"Bulurum ki," dedi Ferda. "Oynayacak mısınız? Oynayacaksınız bence. Yapacaksınız, değil mi?"

Birbirimize baktık, yedimiz. Bize en uzun gelen geceyi geçirmiştik ve şimdi burada, belki de yeniden çocuk olmamız isteniyordu.

"Oynayalım," dedim başımı sallayarak. "Oynayalım." Heyecanla ayağa kalktığımda bütün çocukların gözlerinin parladığını gördüm. "Ebe kim olacak?"

"Ebe bu abi olacak," dedi Ferda, Koza'yı göstererek.

"Harika," dedi Bartu arkadan. "Beceriksiz biri ebe olacak."

Ferda gülmeye başladı ve bir anda Koza'nın elinden tutup duvara doğru götürdü; heyecanları bana da yansırken gözlerimi hızla sokakta gezdirdim, saklanabilecek bir yer bulmak için. O sırada Koza duvara dayandı ve yüzünü gizledi. "Ondan geriye say," dedi Ferda, Koza'ya.

"On çok kısa değil mi?" diye sordu Koza boğuk bir sesle.

"Hayır ya," dedi Ferda inatla.

"Tamam," dedi Koza. "Beş kez ondan geriye saysam olur mu, seni kırmamak için?"

Ferda düşündü, ardından, “Bu çok daha iyi," dedi, sonra bize baktı gülerek. Koza on der demez herkes dağılmaya başladı. Bartu, Turan'ı yanına alarak köşedeki çöpün arkasına girdi. Mutlu zıplayarak Koza'nın dayandığı tek katlı evin üstüne çıktı; kollarını güçlüyüm dermiş gibi gösteriyordu. Işık, Ferda'yla beraber bir arabanın arkasına saklandı. Lâl köşedeki ağacın arkasındaydı. Yankı’yla ikimiz ortada kaldığımızda, Yankı elimi tutup beni köşedeki duvarın girintisine yasladı.

"Beş," dedi Koza, herkes saklandığında. "Dört, üç, iki," derin bir nefes verdi, "Ferda," dedi. "Bak, bitiyor."

Ferda yerinin belli olacağını unutarak, “Bitir, bitir," dedi. "Saklandık biz!"

Koza gülmeye başladığında arkasını döndü ve bomboş sokağa bakmaya başladı. Gözleri kısıldı; Ferda kıkırdadı, kıkırdayışından bile o arabanın arkasında olduğu belliydi hatta Koza direkt o arabanın olduğu yere baktı ama sanki duymamış gibi davranarak, “Şimdi bu Sonuncu," dedi direkt. "Elbette benim kardeşime bir türlü rahat vermeyeceği için onunla beraber saklanmıştır."

"Yine bana salça oldu," dedi Yankı öfkeyle. "Bu adamın tek derdi beni kıskanmak."

"Sus," dedim onu biraz daha gizleyerek. "Duyacak."

Koza bulunduğu yerden bir adım daha attı, ardından bir adım daha; bakışları sağa döndü, döndüğü an gözlerini devirip gülerek, “Bartu," dedi alayla, çöpün olduğu yere bakıp. O an Bartu'nun ayaklarının alttan göründüğünü, başının ise tepeden belli olduğunu fark ettim. "Oğlum sen çöpten daha irisin lan," dedi duvara gidip eliyle vurarak. "Ebeoğlu ebe, çık dışarı."

Kahkaha atmaya başladığımda, Yankı eliyle ağzımı kapattı, Koza direkt kahkahamın olduğu yöne döndü. Bartu çöpün arkasından hırsla çıkıp, “Nasıl ya?" dedi. "Görünmüyordum ki ben." Koza, Turan'ı gördüğü halde görmezlikten geliyordu.

"Elli numara ayağın var," dedi Koza kaşlarını çatarak. "Çöpün ayakları olacak değil ya."

"Senin ayakların var ama," dedi Bartu yüzünü buruşturarak.

"Bana bak," dedi Koza ona doğru yürürken fakat o sırada, Mutlu, Koza'nın bulunduğu duvarın çatısından aşağıya, direkt Koza'nın üzerine atlayıp, "Emily'nin ruhu bizimle olsun!" diye haykırdı. İkisi beraber yerde yuvarlanırken bu kez başka bir kahkaha daha attım. Yerde boğuşurlarken Bartu bulunduğu yerden çıkıp Koza'nın kollarını tuttu, Mutlu ise yerde sürünerek eşofmanı belinden düşse bile duvara ulaştığında art arda vurarak Koza'dan önce geldiğini belli etti.

"Lan!" dedi Koza yerde uzanırken. "Beynim döndü lan!" Bakışları gökyüzündeydi, hava kararmak üzereydi, sokak lambaları yanacaktı ama güneş henüz batmamıştı. "Ne Emily'si," dedi elini alnına yerleştirerek. "Yıldızları görüyorum."

"Yıldız değildir onlar," dedi Mutlu duvarın kenarında. "Hatırlasana, bu saklambaç oyununu en çok Emily severdi."

"Mutlu," dedi Koza. "Kapa çeneni, bak tetikleniyorum."

Lâl diğer taraftan taş attığında, Koza'nın dikkati tam tersi yöne çevrildi; bakışları ağaçların olduğu yöne dönse bile ters istikamete doğru gitmek için bulunduğu yerden kalktı; birkaç adım attı, ardından bizim olduğumuz tarafa yaklaştığında, Lâl bulunduğu yerden fırlayıp koşmaya başladı. Koza onu gördüğü an ayak uydurup beraber koşmaya başladılar ama Lâl öyle hızlıydı ki yolu yarılamamışken duvarın dibine gelmiş, zıplayarak varış noktasına ulaşmıştı. Bartu gizli gizli hareket çektiğinde, Koza Lâl'e kaşlarını çatarak baktı, Lâl ise sırıttı.

Zamanla diğer çocuklar da ortaya çıktığında, çoğunu yakalayabilecekken yakalamadı. Bir biz kaldık, bir de Ferda ile Işık.

Koza arabanın bulunduğu yere gelip göz ucuyla baktı, ardından, “Nerede bu Ferda?" diye bağırdı. "Bulamıyorum asla!" Ferda kıkırdayarak işaret parmağını dudaklarına götürdü ve Işık'la birbirlerine işaret verdiler, ardından Ferda ile Işık el ele arabanın arkasından çıktığında, Koza onlara bakıp sanki yakalayacakmış gibi peşlerinden koştu ama âdeta yürüyordu. Ferda Işık'ı arkasında çekiştirirken, “Yakalayacağım," dedi Koza geriden gelerek. "Hayır, yakalayacağım, geldim, yakaladım ben..." Ferda art arda duvara vurduğunda, Koza birkaç adım uzaklarında duruyordu.

"Yakalayamadın ki!" dedi Işık, Ferda'yla beraber zıplayarak. "Olmadı ki," dedi Ferda. "Beceriksizmişsin gerçekten, Bartu abim haklıymış." Gülmeye başladığımda, Işık elini kaldırıp Ferda'ya çak yaptı ve aynı şekilde karşılık verdiğinde Ferda dilini uzattı.

"Nasıl yakalayamam ya," dedi Koza eğilip ellerini dizlerine koyarak. "Ne kadar hızlısın Ferda, sana yetişemedim." Mutsuzmuş gibi dudaklarını büktü. "Gerçekten beceriksizim galiba ben."

"Ya," dedi Ferda üzülerek duvarın kenarından ayrılıp. Koza'nın karşısına geçti ve bir elini hiç çekinmeden onun yüzüne yerleştirdi. "Üzülme, istersen bir dahaki sefere yavaş koşarım." Koza başını eğdiği yerden kaldırdı, kaşları havalandı ve duraksadı. Gözleri arkasında duran Işık'a kaydı, sonra bir kez daha Ferda'ya baktı. Bir çocuğun temasının ne hissettirdiğini biliyordum, kalbi sıcacık olmuştu ama neden duygulanıyordum ki? Beni duygulandıran gerçekten sadece bir dokunuş muydu?

"Yok," dedi Koza zorlukla konuşarak. "Ben seni hiç yenemem Ferda. Zaten Işık ablanı da hiç yenemedim."

Ferda mutsuz bir nefes verdi. "Ama sen de beceriksizmişsin gerçekten." Diğerleri gülmeye başladığında, Ferda Koza'nın yüzünden elini çekti, Koza doğruldu. "Üzülme, sarılmamı ister misin?"

Koza'nın dudakları aralandı, gözlerini göremiyordum ama o an duygulandığına o kadar emindim ki, "Sonuncu!" diye haykırdı. "Çık dışarı ulan, çık!" Yine duygularını geri plana atıp Yankı'ya sataşıyordu. "Aldın kardeşimi gittin, çık lan dışarı!"

"İki arada bir derede eve kaçmış olmasınlar," dedi Bartu kızdırmak istermiş gibi.

Koza'nın gözleri kocaman açılırken, “Yankıcanlar ve Helinhanlar," diye mırıldandı, ardından tam ters tarafa koşmaya başladı. "Sonuncu! Çık dışarı! Seni mahvederim!"

O diğer tarafa koştuğu an, biz bulunduğumuz yerden ayrıldık ve hızla duvarın kenarına doğru koştuk. Sesi duyan Koza arkasını dönüp bize baktı ve aynı şekilde üzerimize geldi. "Ben kendimi feda ediyorum!" dedi Yankı sırtımdan beni itekleyerek. "Git sen!"

"Kendimi feda ediyorum ne ya?" dedi Mutlu; duvarın kenarında yere uzanmıştı. "Altı üstü saklambaç oynuyorsun, Yeşilçam herif."

Koza ve Yankı ortada çarpıştığında birbirlerini iteklemeye başladılar fakat ben çoktan duvarın kenarına gelip elimi dokundurdum. Mutlu alkışlamaya başladığında Ferda da ona katıldı. Koza ve Yankı tam o sırada yere düştüler; gülerek birbirlerinin üstüne çıkıp itekliyorlardı. Koza sıyrılır gibi olduğunda Yankı onu paçasından tuttu; Yankı sıyrılır gibi olduğunda ise Koza. "Bunlar sürekli kavga mı edecek böyle?" dedi Bartu, Mutlu'nun yanına oturup. Ben de onların yanına ilerledim; Lâl, Bartu'nun yanına geçti. Işık ise Lâl'in yanına. Ferda gülerek diğer çocukların yanına gitti.

"Oğlum," dedi Yankı. "Bıraksana pantolonumu." Koza pantolonunun kemer kısmından Yankı'yı yerde çekiştirirken, Yankı sürünerek duvarın kenarına gelmeye çalışıyordu.

"Ya," dedi Işık. "Allah aşkına, buradaki çocuklardan daha çocuksunuz. Altı üstü biriniz duvara dokunacaksınız."

"Duvara dokunan sonsuza kadar liderdir," dedi Koza, Yankı'yı çekiştirip öne geçerek. Bu kez Yankı Koza'nın pantolonunun paçasından yakaladı. "Anlaştık mı?"

"Delirdiler," dedim gülerek.

"Bir Helin Güneş atasözü der ki," dedi Bartu bana bakarak. "Ayrı ayrı zeki olabilirler ama yan yana geldiklerinde iki geri zekâlıya dönüşüyorlar."

Mutlu ayaklandı ve telefonunu çıkarıp ikisini kayda alırken, “Evet sayın seyirciler," dedi. "Elli altıncı lider at yarışları başladı; duvara ilk dokunan, lider atımız olacak. Gülbatur Yankı hamle yaptı fakat hayır, Gülbatur Koza öne geçti; o da ne, iç çamaşırından mı çekiştiriyor? İnanılmaz, Gülbatur Koza ısırmaya çalışıyor; o da ne, Gülbatur Yankı köpek gibi mi yürüyor?" Kamera bize döndü, kahkaha atmaya başladım. "Evet, sayın seyirciler, burada büyük bir heyecanla izliyoruz. Sizce kim lider olacak?"

"Koza," dedi Bartu. "Yankı," dedi Işık ile Mutlu aynı anda. Lâl Koza'yı işaret etti. Mutlu bana baktığında, “Ay," dedim ellerimi kaldırarak. "Benim kocam olsa ya lider, keyfi yerine gelir." Mutlu kusar gibi ses çıkardığında kahkaha atmaya devam ettim, Işık yüzünü buruşturdu.

"Helin!" dedi Koza. "Kalbim kırıldı, ah!" Duvarın kenarına ulaştıklarında birbirlerinin ellerini itekliyorlardı. Mutlu yeniden kamerayı onlara çevirdiğinde ikisinin de güldüğünü gördüm.

"Tamam," dedi Yankı, Koza'nın ellerini kilitlerken. "Savaşmayalım, ikimiz de aynı anda yapalım, ikimiz de lider olalım." İkisi de ter içinde kalmıştı, Koza'nın tişörtünün bir kısmı yırtılmıştı.

Koza bize bakıp gözlerini kıstı, ardından, “Tamam," dedi. "Birisi üçten geriye saysın."

"Ben sayıyorum!" dedi Mutlu kamerayı onlara çevirerek. "Üç!" İkisi de bakıştı. "İki!" Koza sırıttı, Mutlu tam bir diyecekken, Yankı'yı itekledi ve elini duvara vurup, “Hadi lan oradan!" diye bağırdı. "Birinci Sokak Nöbetçisi benim, lider de öyle." Yankı'nın gözleri kocaman açıldığında kahkaha atmaya başladık, Koza ise ellerini havaya kaldırıp ben kazandım dermiş gibi havalandı.

Bartu ıslık çalarken, “Evet sayın seyirciler," dedi Mutlu, kamerayı kendine çevirip. "Kazanan Gülbatur Koza atı oldu, bu savaş şimdilik son buldu. Bir dahaki savaşımızda görüşmek üzere!"

"Seni mahvedeceğim," dedi Yankı yanıma otururken. Nefes nefese kalmıştı, üzerindeki siyah gömleği ve yüzü kir içindeydi. Tıpkı bir çocuk gibi. "Beni kandırdın."

"Kanmasaydın, enayi," dedi Koza, o da yanına oturarak.

Mutlu'ya bakıp, “Gelsene şöyle," dedim yanımı işaret ederek.

Gülmeye devam ettiğimde, Mutlu da diğer yanıma oturdu. Yedimiz duvar kenarında otururken, Lâl uzun zamandır boynuna asmadığı ama bugün boynunda olan fotoğraf makinesini havaya kaldırdı. Ayağa kalkıp ileriye, tam karşımıza makineyi koydu, zamanlayıcıyı ayarladı ve koşa koşa yanımıza geldi.

Hiçbir şey söylemeden poz verdiğimizde, Yankı direkt kolunu omzuma atıp yanağını saçlarıma yasladı. Mutlu saçımın bir tarafını bıyık yapıp dilini uzattı. Koza, Yankı ve benim arama elini yerleştirdi, bizi birbirimizden uzaklaştırmaya çalıştı. Işık kahkaha attı. Bartu kaslarını gösterdi. Lâl ise Bartu'ya baktı. Fotoğraf makinesinin çalışma sesi duyuldu, ardından flaş patladı, flaş patlar patlamaz fotoğrafımız ortaya çıktı, sokak lambaları da aynı anda yandı.

Bir mucizeymiş gibi sokak lambalarına baktığımda, Bartu beni şaşırtarak, “Özür dilerim, Yankı," dedi; hiç beklemiyordum, şaşkınlıkla gözlerim ona döndü. "Sana yalnız hissettirdiğim için." Yankı da şaşırmıştı, başını eğip baktığında Bartu'nun gözleri gökyüzündeydi.

Sessizlik oldu, ardından Mutlu, “Helin bir konuda çok haklı," diye mırıldandı. "Gitsek bile, dağılsak bile, öfkelensek bile hatta birbirimizden nefret etsek bile dönüp geleceğimiz yer yine birbirimizin yanı." Başını iki yana salladı. "Çocukluklarımızı gördüm, başka yüzlerde ve yaşlılıklarımızı da. Ne olursa olsun," dedi ortaya. "Ne olursa olsun kopmadıysak hiçbir kuvvet bizi birbirimizden ayıramaz."

"Ne olursa olsun," diye mırıldandı, Işık başını sallayarak. "Anlamı çok büyük ve tam da bizi yansıtıyor, Sokak Nöbetçileri'ni."

Gözlerim mutlulukla dolduğunda, işte şimdi kalbimin rahatladığını hissediyordum çünkü kabullenmiştik, her şeyiyle. Sadece ben değil, diğerleri de öyle. Büyüdüğümüzü düşünürken çocuktuk, çocuk olduğumuza inanıyorken de büyümüştük. Birbirinin eksik yanlarını tamamlayan yedi kişi, yedi çocuk, yedi yetişkin, yedi yaşlı insan. Belki de kaderimin son cümlesinin bir kısmına bunları da eklerdim, onlardan iz bırakmak için.

Fakat bu mutluluk da uzun sürmedi; Koza'nın telefonu çaldı; açtığında alo demesine bile fırsat vermeden birisi heyecanla konuştu. O konuşmanın ardından Koza, duvardan destek alarak, “Ne?" dedi telefona doğru; hava neredeyse tamamen karardı, karanlık geldi, karanlık Koza'nın gözlerine de düştü. Bakışları direkt bana döndüğünde, “Annem," dedi zorlukla. "Kaçmış."

Biliyordum çünkü onun kızıydım, biliyordum çünkü ona benzemiştim, biliyordum çünkü ben de aynı şeyi yapardım. Ve biliyordum, benim kaderim ile annemin kaderi aslında bütündü. "Hapishanede," dedim başımı sallayarak, gözlerim bu kez acıyla doldu. "Ya kendini öldürmek ya da o adamı yok etmek için hesaplaşmaya gitti."

***

İs, sülfür, beton, kan kokusu.

Acı, vahşet, endişe, korkunun sesi.

Geçmiş, intihar, vazgeçiş, yara izleri.

Hapishanenin içindeydim; yalnız değildim elbet ama aslında yalnızdım. Her adım atışımda başka bir yüzümle karşılaşıyordum. İlk burada kendi kalbime sıkmış, her şeyden vazgeçmiştim; ilk burada Koza'yla, abimle tanışmıştım; ilk burada tam anlamıyla Harun Aktan'ın gözlerinin içine bakmıştım.

Ve şimdi tarih tekerrür ediyordu fakat bu hapishanede artık tek bir Helin yoktu, iki Helin vardı. Annem buradaydı. Vücudumu hissetmiyordum ama yürüyordum, kulaklarım uğulduyordu ama diğerlerinin adım seslerini duyabiliyordum, kollarım acıyordu ama Yankı'nın beni kolumdan taşımaya çalıştığını anlıyordum. Koza önümdeydi; gözlerim net görmüyordu, buğuluydu ama zorlukla yürüdüğünü anlayabiliyordum.

Bir adım, iki adım, üç adım. Köşeyi döndük, yerin bin kat dibine indik sanki ve cehennemle gerçekten yüzleştik.

Hayır, kâbus olmalıydı; bu an kâbus olmalıydı. Hayatımız bu kadar da iç içe geçmiş bir düzenek gibi hazırlanmamalıydı.

Sekizinci ve dokuzuncu adım. Adımlarım duraksadı, nefes sesi işittim, diğerlerinden daha farklı bir nefes; daha zor, daha ince, daha derinden. "Anne," dedi birisi; o birisi abimdi, Koza'ydı. Başımı kaldırıp baktığı noktaya odaklandım ve onu gördüm: annemi. Benim de dudaklarımdan bir kelime döküldü, o kelime neydi, bilmiyordum ama içimden bir ses neden bu anın yaşanacağını bildiğimi söylüyordu?

Dengem sarsıldığında Yankı belimden yakaladı, duvara tutundum ve kendimi vurduğum, annem gibi teslim olduğumu söylediğim yerde Harun Aktan'ın durduğunu gördüm, tam karşısında ise annemi.

"Anne," diye fısıldadım bu kez; bir adım daha attığımda bileğine yasladığı neşteri gördüm, hastaneden almıştı. Tam karşısında Harun Aktan; yüzünün yarısı tanınmaz halde, el ve ayak bileklerinden bağlı, saçları yağlı, üstü başı yırtık, kendi dışkısında boğulabilecek durumda ama hâlâ gülümseyebiliyor. Hâlâ anneme bakıp gülümseyebiliyor.

Koza ellerini kaldırdı, önümdeydi fakat omuzları düşmüştü; tutunacak bir yerler aradı, hiçbir yer bulamadığında dizlerinin üzerine çöktü.

"Hayır," diye fısıldadım, sesim çıkmıyordu. Oradaydım, kalbime bir silah dayamıştım, beş kişi tam karşımda gözlerimin içine bakıyordu. Oradaydıım, vazgeçmek üzereydim, kimse engellemiyordu.

Annem oradaydı, bileğine bir neşter yaslıydı, gözleri Harun Aktan'ın üzerindeydi. Titriyordu, hastane önlükleriyle öylece duruyor, ağzını bıçak açmıyordu.

"Hayır," dedim daha yüksek bir sesle, ardından haykırdım. "Hayır! Hayır, sakın!" O tarafa doğru koşmak istediğimde annem bileğine neşteri daha fazla yasladı, Yankı beni daha sıkı tuttu ve çığlığım hapishanenin içini doldurdu.

"Sonunda geldin demek," dedi Harun Aktan. Zorlukla konuşuyordu, ağzında dişleri bile kalmamıştı, o bir canavardı ama hâlâ konuşabiliyordu. Güldü, benim çığlıklarıma zıt bir şekilde kahkahası aramıza girdi. "Ah," dedi, yüzünü tam göremiyordum. "Kızım da mı geldi?"

"Hayır!" diye inlediğimde gözlerimden art arda yaşlar dökülüyordu. Biliyordum, kendini öldürecekti çünkü o benim iyileşmemiş halimdi; iyileşmemiş halim binlerce kez Harun Aktan'ın karşısında kendini öldürürdü. "Hayır, yalvarıyorum," diye inledim ve çırpınmaya başladım, Yankı beni bırakmadı. Bir ağlama sesi geliyordu, benim ağlayışım mıydı yoksa başkası da mı ağlıyordu?

Hayır, ağlayan annemdi.

Hayır, ağlayan kişi Koza'ydı.

"Neden?" dedi annem zorlukla. Dengesini zor sağlıyordu. "Neden bunu bana yaptın?"

Bileğine yasladığı neşterin baskısını hissedebiliyordum sanki bileklerimde. Koza kendi bileğine baktı. O da mı hissediyordu?

"Eğer," dedi Harun Aktan. "Ellerimi açarsan sana nedenini söylerim."

Annem art arda başını iki yana salladı. "Ellerini açarsam bana dokunursun," dedi. "Biliyorum."

"Dokunmam," dedi Harun Aktan. "Sen her şeyi yanlış hatırlıyorsun, ben sana hiçbir şey yapmadım."

Annem başını omzuna doğru düşürdüğünde, “İnanma!" diye haykırdım fakat beni duymuyor gibiydi. "Bir adım daha attım, ardından bir adım daha ve o an Harun Aktan'ın bakışları bana döndü.

"Benden bir hayat çaldın," dedi annem; sesi öyle bir titriyordu ki hayır, o ben değildim, o annemdi. "Benden çocuklarımı çaldın, benden geleceğimi çaldın. Ben sana ne yaptım?"

Harun Aktan bıkkın bir nefes verdi. "Bunları sormak için mi geldin?" diye sordu, ardından bileğine yaslı duran o neştere baktı. "Yoksa..."

"Ben," dedi annem. "Sadece…" Gözlerinden art arda yaşlar dökülüyordu fakat donuk bakışlarla o adama bakıyordu. "Sormayı istedim, ölmeden önce." Daha fazla ağlamaya başladım. "Artık yaşayamıyorken hayatımı alan o adama sormak istedim, neden diye."

Harun Aktan yere tükürdü, gözleri kısıldı. Oradaydım, çocukluğum vardı, Harun Aktan'ın yanındaydım, titriyordum, ağlıyordum, kaçmak istiyordum, bana dokunuyordu ama kurtulamıyordum. Annemi istiyordum, getirmiyordu. Hayır, bu an kâbus olmalıydı, eğer annem ölürse, annem şu an burada o adamın karşısında ölürse benim kaderimin son cümlesi, ilk cümlesiyle aynı olurdu.

"Eğer," dedi Harun Aktan. "Kapıyı açarsan sana nedenini söyleyebilirim."

Başımı iki yana salladığımda, annem bir an bile düşünmeden, “Kapıyı açın," dedi.

"Hayır," dedim yalvarır gibi. "Bunu yapma, o yalan söylüyor, seni mahvetmeye çalışıyor."

"Kapıyı açın," dedi annem bir kez daha.

"Yalvarıyorum," diye fısıldadı Koza. "Yapma bunu bana bir kez daha."

Annemin bakışları yerde oturan Koza'ya döndü, gözünden bir damla yaş daha aktı. "Kapıyı aç," dedi bileğinden havaya kaldırıp.

"Hayır," diye fısıldadığımda, Koza zorlukla çöktüğü yerden ayağa kalktı ve duvardan destek alarak yürümeye başladı. "Hayır," dedim bir kez daha ve Yankı'yı itekleyerek onun peşinden gittim. Beni yeniden tutmak istedi fakat tekmelerimi savurdum, Koza'yı yalnız bırakamadım.

Koza demir parmaklıkların önüne geldiğinde son kez anneme ağlayarak, “Lütfen," dedi. "Bırak onu elinden."

Annem başını olumsuz anlamda iki yana salladığında, Koza hayatının başlangıcında olduğu gibi, bitişinde de bir anahtara annemi saklamıştı. İşte o anahtarla, kendi elleriyle annemi Harun Aktan'a yaklaştırmak için demir parmaklıkların kapısını açtı. Yanına geçtiğimde ağır demir kapı ses çıkararak sağa doğru açıldı, Koza demirlere tutundu.

Annem bizi görmezlikten geldi, bir adım attı, ardından bir adım daha ve bir adım daha. Harun Aktan'ın tam karşısında ayakta durduğunda, “Eğil," dedi Harun Aktan anneme. Emrine ayak uydurdu, tıpkı Koza gibi boyun eğerek. Eğildi. "Yaklaş," dedi bu kez Harun Aktan. Annem yaklaştı, Harun Aktan bağlandığı yerde çırpındı ama demirleri açamadı. Zorlamadı, gülümsedi, annemin yüzüne baktı, ardından, “Nedenini mi merak ediyorsun?" diye sordu yüzüne yaklaşarak.

"Evet," dedi annem.

Harun Aktan dudaklarını büktü, üzülüyormuş gibi, ardından, “Sadece," dedi korkutucu bir sesle. "Eğleniyordum." Kahkaha atmaya başladı, kahkahası hapishanenin içini doldurdu. "Şimdi açtır şu ellerimi yoksa seni mahvederim."

Dünyanın her karış toprağını gezebilirdim, her insanla tanışabilirdim ama Harun Aktan kadar kötü bir insanla asla karşılaşamazdım. Ben nedenleri sorgulamayı bile çocukken bırakmıştım, annem nasıl olurdu da bırakmazdı.

"Ama," dedi annem. "Biz kardeştik."

"Kapa çeneni," dedi Harun Aktan. "Sıkıldım."

"Ben nedenleri hep düşündüm," diye mırıldandı annem. "Yani çocukluğumuzu bile düşünmüştüm; acaba demiştim, oyuncaklarını ondan izinsiz kullanıyorum diye mi yoksa..."

"Yeter," dedi Harun Aktan bir kez daha yere tükürerek, ardından bize baktı. "Açın şu ellerimi." Üstünlükle anneme baktı, çenesini havaya kaldırdı. "Açtır ellerimi," dedi. "Derhal."

"Ben sandım ki eğer sana itaat edersem sen beni..."

"Açtır şu ellerimi orospu!" diye haykırdı Harun Aktan gür sesle. "Açtır yoksa iki çocuğunu da şimdi burada gözlerinin önünde öldürürüm."

Başım dönüyordu, nefes alamıyordum ve artık boğulduğumu hissediyordum. Daha fazla ayakta kalamadığımda yere, dizlerimin üzerine çöktüm, hemen Koza'nın yanına.

"İki," dedi annem ve neşteri tutan eli titremeye başladı. Bakışları bize döndü, en yakınında duran bana ve Koza'ya baktı, sonrasında arkasında kalan Sokak Nöbetçileri'ne. "İki çocuğum mu?"

"Gözlerinin yaşına bakmam," dedi Harun Aktan. "Onları öldürürüm, şimdi, şu an." Annemin bakışları Sokak Nöbetçileri'nden ayrılıp bana döndü, benden sonra Koza'ya baktı. "Ondan bir göz aldım," dedi Harun Aktan. "Bir daha yaparım bunu." Annem Koza'nın gözlerinin tam içine baktı. Koza çaresizce başını iki yana salladığında, “Ya öldür kendini, durma ya da bana itaat et, ne diyorsam onu yap."

"Onları…" dedi annem bize dönerek. Bakışlarındaki değişimi gördüm, korkunun yanında gelen nefreti, öfkeyi, geçmişi, acıyı ve en büyüğü, pişmanlığı. "Onları öldüremezsin. Onlara zarar veremezsin."

Harun Aktan yine güldü.

"Bir kez daha bunu yapamazsın," dedi bu kez annem. "İzin vermem."

Harun Aktan daha gür bir kahkaha attı, o sırada annemin bizde olan bakışları direkt Harun Aktan'a kaydı; sadece birkaç saniye, birkaç saniye yüzüne baktı, ardından elindeki neşterin sapını tuttu ve öyle sert bir hamleyle Harun Aktan'ın kalbine sapladı ki çığlık atarak geriye düştüm. Durmadı, çıkardı neşteri ve bir kez daha sapladı. Harun Aktan'ın yüzündeki kahkaha donakalırken, gözlerine kocaman bir şaşkınlık oturdu. Bir kez daha sapladı. Elleri kana bulandı, durmadı, direkt kalbini hedef almadan Harun Aktan'ın her yerine neşteri saplamaya başladı, çığlık atarak. Boynuna, yüzüne, kalbine, karnına. Harun Aktan'ın gözleri birkaç saniye içinde kapanırken, dudakları aralandı; son cümlesi olmadı ama son bakışı, hiç ummadığı birinin onu öldürmesinin bıraktığı şaşkınlıktı.

Annem kaç kez sapladı o neşteri, sayamadım. Arkamızdan Sadık Orhan geldi ve orada yaşananları gördü ama kalkamadım, Koza demir parmaklıklara sıkıca tutunarak bir şeyler söyledi fakat duyamadım.

En son hatırladığım, annemin neşteri fırlatması ve bulunduğu yere bayılmasıydı.

Annemin cehenneminin başlangıcı Harun Aktan'dı; Harun Aktan böyle bir adam olmasaydı bambaşka hayatlarımız olacaktı. Sonu ise annemin ellerinden gelmişti, o cehennemdeki ateşi söndüren kişi ne ben ne Koza olabilmiştik. Bunu annem başarmıştı.

Kader vardı; annemin ilk cümlesi, Yaşayacaksın, diye başlıyordu, fakat her şeyini kaybedeceksin.

Son cümlesini yine annem değiştirmişti. Yaşadın, diye bitecekti ve kaybettiğin her şeyin cezasını bir neşterle ödettin çünkü bu en çok senin hakkındı.

YANKI SARCA

Bir hafta sonra...

Bir mektupta bıraktığın son cümle, her zaman ruhunun pusulası olurdu. Bu yüzden tam iki aydır yazdığım o dokuz sayfalık mektubun son cümlesini tam yarım saattir düşünüyordum.

Kurşunkalemle değil tükenmezkalemle, kâğıtları yırtıp atarak değil üzerini karalayarak ve biraz da izleriyle beraber. Hangi cümleyle bitirsem ruhumu yansıtırdı?

Artık ruhumun elbette ki önemi vardı; hangi cümle daha iyi yansıtırsa o cümle benim aynama dönüşecekti. Bu yüzden tam altı kez cümleleri karalamış, ardından tek bir cümlede karar kılmıştım. Helin'inin bana aylar önce söylediği bir cümle; basit, durağan ve belki de bir numarası olmayan o cümle.

Ama benim için onun her cümlesinin, her kelimesinin, kelimelerin arasında duraksayarak verdiği nefesinin bile önemi vardı. Çünkü benim ruhum, onun cümleleriyle nefes almaya devam edebiliyordu.

Bu yüzden o mektubun son cümlesi bana değil, ona aitti: Helin Aktan'a. Beni kurtaran, büyüten, yaşatan ve her şeye rağmen ellerimden tutan o kadına.

"Çıkıyoruz," dedi Bartu'nun sesi. "Hazır mısın?" İki elinde de kocaman valizler vardı; aşağı kattan gelen sesler herkesin hazır olduğunu bana gösteriyordu. Bakışları mektuba kaydı. "Günlük mü yazıyorsun?"

"Hayır," dedim sadece. "Sen in, geliyorum."

Bartu kaşlarını kaldırdı ama sorgulamadı; belki de sorgulasa cevap vermeyeceğimden emindi, belki de önemsemedi, bilmiyordum. O kapıdan çıktı, ben dokuz sayfalık o mektubu beyaz zarfın içine yerleştirdim, ardından zarfın arkasına tek bir cümle yazdım.

Oturduğum sandalyeden kalktığımda o çatı katına baktım; bizim odamıza, bizden önceki gizli inimize. Önder'den korkup saklandığım ama Önder'e ait olan o çatı katına. Gülümsedim, yerdeki kırık tablo da bana güldü. Bakışlarım yatağın üzerindeki beyaz örtüye kaydı, şimdiden tozlanmıştı. Dolaplar açıktı, kıyafetler önümdeki büyük valizdeydi.

"Yankıtu!" diye haykırdı Mutlu aşağıdan. "Odayla vedalaşmak bu kadar zor geliyorsa biz gidelim, sen kal!"

"Demesene öyle," diye bağırdı Helin.

"Bırakın, gelmesin," dedi Koza. Yine güldüm, ardından o çatı katından çıkıp direkt koridora döndüm, o koridorda duvardaki kan izleriyle karşılaştım, Helin'den armağan olan ama bunun dışında biz çocukken odalara sığamadığımda koridorun ortasına uzandığım zamanları anımsadım. Ardından bu koridorda koşturduğumuz o anları.

Fotoğraf odasının önünden geçerken Helin'in kâbusları oradaydı, çığlık atıyordu; çocukken Lâl’le hevesle inşa ettiğimiz o oda. Bartu'yla ikimizin odasının önünden geçtim. Oradaydım, Helin'in artık gitmesini istiyordum; oradaydım, çocuktum, yatakta cenin pozisyonunda canımın acısıyla ağlıyordum; oradaydım, büyümüştüm, Helin yoktu, hâlâ ölmek istiyordum. Oradaydım, Bartu'yla havadan sudan söz ediyordum; oradaydım, Helin'i öpüyordum.

Oradaydım, o odada Yankı Sarca nefes alıyordu.

Merdivenleri inmeye başladığımda bu basamaklardan Önder'in beni tekmeleyerek ittiğini anımsıyordum; hayır, Helin'le kahkaha atarak iniyordum; hayır, Helin yoktu, geceydi, basamaklara oturmuş, yine odalara sığmıyordum. Son basamak, Helin ağlıyordu; son basamak, Önder bana bağırıyordu; son basamak, adımlarımı zor atıyordum, ayaklarımın altı acıyordu ama itaat etmeyi sürdürüyordum.

Merdivenlerden direkt oturma odasına girdim; işte orada, Helin'in karşısında dizlerimin üzerine çöküyordum; hayır, çocuktuk ve kahkahalarla gülüyorduk. Dağınık masa, sandalyeler, biz beş kişi orada Lâl'in yaptığı yemekleri yiyorduk. İki sandalye; ben ve Önder oturuyorduk, Önder ellerime vurarak bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Tek sandalye; herkes uyuyordu, ben yalnızdım, annemi düşünüyordum; gitsem kabul eder mi diyordum, gidiyordum, kapıyı çalıyordum, çocuktum, kimse açmıyordu. Bir kez daha gidiyordum, bu kez kapıyı çalmıyordum, kimse de açmıyordu, geri bu sandalyeye dönüyordum, ağlayarak oturuyordum.

Elimdeki mektubu masanın tam ortasına bıraktım. Hâlâ bir sandalye kırıktı, masanın bir bacağı sallanıyordu, hiçbir şeye dokunmamıştık. Tek değişen, bir mektuptu. Arkamdaki dolapların içinde günlüklerimiz, kitaplarımız ve belki de bazı fotoğraflarımız.

Nefesini hissettim, ardından adımlarını. Helin'di, arkamdaydı, kolları belime sarıldı, çenesi sırtıma dayandı. "O ne?" diye sordu mektup için.

"Hiç," dedim. "Sadece bir emanet."

"Ne yazıyor?" Bakışlarımı ona çevirdim, açık kahverengi gözlerine baktım. İşte ev; evimiz, içinde bulunduğumuz yer, kötü anılarıyla ve iyi anılarıyla beraber fakat kabullenilmez. Helin Aktan; işte yuva, benim yuvam, kötülükleriyle ve iyilikleriyle beraber her şeyiyle kalbimde.

Derin bir nefes alıp kokusunu içime çektim; alnından öptüm, ardından saçlarından. "Şu an değil ama bir gün öğreneceksin."

"Ama," dedi çocuk gibi çenesini göğüs kafesime yaslayarak. "Merak ederim ki."

"Edersin, biliyorum," dedim başımı sallayarak. "Ama şu an değil." Burnundan nefesini verdi, masanın üzerine bıraktığım mektuba baktı, sonrasında ise yeniden gözlerime döndü.

"Üzülüyor musun?" diye sordu. Anlıyordum, üzülüyordu. Ağlamıştı, gizlemeye çalışıyordu ama bakışlarından bile kaç dakika önce ağladığını anlayabiliyordum.

"Evet," dedim dürüstçe. "Ama burası sadece bir ev, terk edilir; sen yuvasın, Helin, ait olduğum yer sensin."

"O halde beni hiç terk etmezsin," dediğinde gülümsedi. "İşte bu rahatlatıcıydı."

"Hadi!" dedi Işık kapıdan. Bakışlarım ona döndüğünde ağladığını anladım onun da hatta arkasında bana çekingen gözlerle bakan Lâl'in de. Valizi yeniden elime alıp Helin'e sarıldım ve oturma odasından çıktık; kapıyı kapatmadım, kapılar kapatılmazdı çünkü biz onları açabilirdik ama çocukluklarımız o kapıları açmakta zorlanırdı.

Koridorda dururken ilk kapıyı açan kişi Mutlu oldu, o da ağlamıştı fakat kendini gizlemek istiyordu. Arkasından ilerleyen Bartu'ydu ve sonra Işık, ardından Lâl. Helin’le ikimiz kaldığımızda elbette bu kapıyı kilitleme görevini de yine bana bıraktılar; her şey değişirdi, her zaman değişirdik ama en zoru hep bana düşerdi, bu hiç değişmezdi.

Dış kapıya doğru yürüdüğümüzde kapının önünde durmuş, bana bakan Koza'yı gördüm; bakışlarımdan direkt anladığı için gözlerimi ona çevirmedim. Hayır, zordu, çok zordu fakat bunu yansıtmamam gerekiyordu. Ben yansıtırsam hiçbiri bu evden çıkamazdı; yine her şey değişirdi ama benim bütün yükleri sırtlanmak isteyişim hiçbir zaman değişmezdi.

Bakışlarım mutfağa döndü. Oradaydık, yaşlarımız dokuz ya da on, yemek yapmaya çalışıyorduk; yine oradaydık, Helin yoktu ama biz o mutfakta tartışıyorduk. Tek başımaydım, çocuktum, Önder elimi ocağa yaklaştırarak beni korkutuyordu. Oradaydık, Lâl’le ikimiz mutfak masasında oturuyorduk; o Hüseyin için ağlıyordu, ben ablam için. Ve yine oradaydık, Helin beni bekliyordu, ben annemin cenazesinden dövülerek kovulmuştum; canım acıyordu, her yerim yara içindeydi.

Kimse sormuyordu, ne olduğunu merak etmiyordu.

Fakat bana doğum günü sürprizi hazırlanıyordu bir yandan da.

Sormayabilirdi, yaralarımı öpmeyebilirdi; geçmiş yaralarımın üzerinden şu an öptüğünde bile iyileşebiliyordum. Asıl önemli olan da buydu.

"İyi değilsin," dedi Helin, sesi titriyordu; ses tonu eskisi gibi korkulu değil, ağlamaklıydı. "İyi değilsin, Yankı."

Hiçbir cevap vermeden dışarıya çıktım. Beş çocuğun kahkahalarını odadan duydum, ayrıca o beş çocuğun ağlayışlarını. Bartu Sarca duvarları yumrukluyordu hırsla ve annesini bulmak istediğini söylüyordu, yaş on yedi. Lâl Sarca hepimizden nefret ettiğini dile getiriyor, defalarca kaçmaya çalışıyordu, yaş on iki. Işık Sarca bana, “En acısız ölüm nasıl olur?” diye soruyordu, henüz yaşı on üç. Mutlu Sarca, “Kimse beni böyle sevemez,” diye yastıkları fırlatıyordu, yaş on dört.

Kapıyı kapatmadan önce o beş çocuğu gördüm, kendimle beraber. Basamaklarda oturuyorlardı ve arkalarında, hemen arkalarında Helin'in ve Koza'nın da çocuklukları vardı. Yaşanmasa da Helin, “Canımı çok yaktı,” diye ağlıyordu bana, yaş yedi. “Hiç mi sevilmeyeceğim?” diye soruyordu Koza, yaş altı.

Ve ben duruyordum, hepsine cevaplar veriyordum, kendim soru bile soramıyordum fakat sorsaydım derdim ki, sarılsan geçer mi; yaş sekiz, yaş dokuz, yaş on. Hayır, yaş yirmi. Hayır, yaş şu an aslında.

Kapıyı kapattım, yutkundum, ardından anahtarı kilide taktığımda içerideki o ağlayışlar ve kahkahalar kulaklarımdaydı. İçeride Bartu Sarca kaldı; Lâl Sarca, Işık Sarca, Mutlu Sarca, Sadece Koza, Sadece Helin.

İçeride Yankı Sarca kaldı.

Kilitledim kapıyı, içeride Sokak Nöbetçileri'nin anıları kaldı.

Bakışlarım Helin'e döndü, dolu gözlerle bana bakıyordu. "Helin," dedim zorlukla. "Saye," dedim ardından. "Sevgilim, her şeyim, yuvam," diye devam ettim. "Sarılsan geçer mi, değil. Sarılsan geçer." Yaş şu an. Yaş daima çocuk.

Beni kollarının arasına alıp sıkıca sarıldı; o sarıldı, geçti, duyduğum ağlayışlar yeniden kahkahalara dönüştü. Elleri saçlarımı okşadı, canlı hissettim yine. Öptü yanağımdan; iz varken öpmediği yerler, iz geçtiğinde bile iyileşti. Yüzümü ellerinin arasına aldı, gözünden bir damla yaş aktı. "Seni çok seviyorum," dedi. "Her şeyinle. Çocukluğunla, Yankı Sarca oluşunla, liderliğinle." Başını salladı. "Umut Güneş oluşuna."

Bakışlarım diğerlerine döndü. Nil ve Fırat Göktepe, Zeynep Elçeri, Poyraz... Ve Bartu. Bartu'dan başka bir ismi yok. Sanki iki farklı dünya ama aynı kişiler.

Yeniden Helin'e döndüğümde elini kaldırdım ve tersinden öptüm, yüzük olan parmağından, ardından, “Sen benim eşimsin," dedim. "Ama bu şekilde olmasını ikimiz de hak etmedik. Savaşın ortasında, acıyla hatta buruk bir şekilde." Gözünden yaş aktı. "Sana bir söz vermiştim, hatırlıyor musun? Her şey bittiğinde ya da gönlümüz rahatladığında çok daha gerçek, çok daha doğru bir şekilde eşim olacağın hususunda. Yalnız değil, yedi kişiyle değil, ne istersen, gönlünden ne geçerse o şekilde." Bir kez daha öptüm elinden, gözleri parladı; neşeyle ve heyecanla. "2 Kasım tarihinde öptüm seni. Şimdi var mısın, 2 Kasım tarihinde bir kez daha eşim olmaya ve bu kez gerçekten kendini dünyanın en şanslı insanı gibi hissetmeye?"