logo

25. YUVA

Views 398 Comments 3

Kırılsa bile kanamayacak bir kalbe sahiptim.

Parçalanacaktı, boğazım düğümlenecekti, beni de parçalayacaktı ama kanamayacaktı; kalbim kanamadığı için benim de canım yanmıyor sanacaklardı.

Öyle değildi. Canım yanıyordu, kalbim kırılıyordu; artık benim kalbim hissetmeye başladığımdan beri kırılıyor ama onarılmıyordu. Çünkü avcumun içine kalbimi almıştım, insanlar kırık olduğunu görüyorlardı ama sanıyorlardı ki o kalbi bile kendim kırmıştım.

İnsan hiç kendi kalbini kırabilir miydi?
Ben bile kendimin sorumlusu kendim sanıyorken başkası nasıl olurdu da beni suçlamazdı?

İnsanlar bazen farkında olmadan bazen de farkında olarak kırılmış kalbimi elimden alıyorlardı, eziyorlardı, ayaklarının altına atıyorlardı, fırlatıyorlardı; ben öylece izliyordum. Sonra parçaları bana geri veriyorlardı.

Şimdi ise ellerim bomboştu.

Kalbim Yankı'nın avcunun içinde parçalanmış şekilde duruyordu.
Kırıldığımı kalbim kanamıyor diye anlamıyor muydu?

O Yankı Sarca'ydı, her şeyimi görebiliyorken ona nasıl kırıldığımı göremiyor muydu?
Belki de görüyordu ama zaten kırık bir kalbi kırdığı için önemsemiyordu.
Belki de kalbimi, benim düşündüğüm kadar önemsemiyordu.

Çünkü ben beş kişinin içinde değildim, ben o altıncı kişi bile değildim; ben sadeceden ibarettim.

Öyle demişti, sadece Helin, demişti. Bundan ibaret olduğumu göstermişti.

Aşamadıklarımı aşmamam gerektiğini o öğretmeye başlamıştı.

Sanki demişti ki evet, buradasın, benimlesin ama dinle, sen hiçbir zaman o dört kişi kadar değerli olmayacaksın.

Sen hiçbir zaman bir Lâl Sarca olamayacaksın.

Hayır, bu kıskançlık değildi; Lâl'i kıskanamayacak kadar çok seviyor, ona çok değer veriyordum. Bu bambaşka bir duyguydu. Hayır, bu bir kıyaslama da değildi. Yerimi onunla kıyaslanmayacak konumda olduğumu biliyordum.

Hiçbir zaman düşman olmayacağım tek kişi Lâl'di. Dünya değişecekti ama bu değişmeyecekti.

Anlayamıyordum, bir arabanın altına saklansam beni de kurtarır mıydı?

Ama beni düşmanıyla baş başa bırakmıştı, bu bir arabanın altında bırakılmaktan çok daha kötüydü.

Herkese soğuk, bana sıcaksın.

Sen benim Yuva’msın.

Ben onun Yuva’sıydım, böyle söylemişti ama şu vardı: Yankı Sarca sadece sokaklara aitti.

Beni kabullenememesinin nedeni de belki de buydu.

Ona kırıldım.

Ona çok kırıldım.

Ama ona daha sıkı sarıldım.

Canımı o acıttı, kalbimi o kırdı ama belki yine o geçirir diye ben ona sarıldım.

Ona öyle güveniyor, öyle inanıyordum ki kalbimi kırmasının bile bir nedeni olduğunu düşünüyordum.

Bu güven bana başka bir güveni hatırlattı: Yankı'nın Lâl'e duyduğu.

Kollarım onu omuzlarından daha sıkı sararken gözlerimi kapattım ve parmaklarım ensesine, ensesinden saçlarına kaydı. Derin bir nefes çektiğimde bildiğim o misk kokusunu içime çektim. Saçlarını okşadım, ona iyi hissettirmek için elimden gelen her şeyi yapmak istedim.

Kolları belimi sarmaya devam ederken yavaşça alnını omzuma yasladı. Başımı eğip baktığımda gözlerini kapatmıştı. Nefes aldıp verdi, bunu yaparken yüzündeki ifade değişti. Saçlarını sevmeye devam ederken onun da parmakları sırtımda dolaştı. Yolun ortasında, yerde otururken Yankı Sarca gerçekten bana ihtiyacı varmış gibi görünüyordu.

O benim kalbimin kırıklığından daha önemliydi.

Ben ne zaman böylesine değişmiştim?

"Biliyor musun?" dedi kısık sesle. "Küçüklüğümden beri hep bir yuvanın sıcaklığını merak etmiştim." Saçlarını seven parmaklarım duraksadı. "Sadece huzurlu diye düşünürdüm." Gözlerini açtı ama alnını omzumdan çekmedi. "Sadece huzurlu değilmiş." Yutkundu. "Bunun adı şefkatmiş."

Donakaldım. Elim havada öylece asılı kaldı, gözlerim yüzüne döndü ama o bana bakmadı. "Ben," dedim zorlukla. "Şefkatli miyim? Yani bir anne gibi?"

Kaşları çatıldı. Alnını omzumdan çekti, yavaşça başını çevirdi ve gözleriyle gözlerim aynı hizaya geldi. "Hayır," dedi. "Bir anne gibi değil, bir yuva gibi şefkatlisin. Bazen dağınıksın, bazen pencerelerin çatlamış, bazen duvarların kırılmış. Ama ne olursa olsun şefkatini hissediyorum. Dağınıklık umurumda değil, pencereler ve duvarlar. Ben sadece şefkatini hissetmek istiyorum."

Turkuaz gözlerine bakarken kırgınlığımı belli etmemeye çalışıyordum ama başarısız olduğuma emindim, bunu da biliyordum. "Bir yuvayı anne sıcak yapar," dedim soluk bir sesle. "Ne olursa olsun hissetmek isteyeceğin anne şefkati bende olmayacak, değil mi?"

Anladı mı bilmiyordum ama gözlerindeki ifade değişti. Bakışları daha dikkatli bir hal aldı, eli sırtımdan omzuma tırmandıktan sonra çenemi tuttu. "Benim istediğim bir anne şefkati değil Helin," dediğinde başparmağı çenemde gezindi. "Bir yuvanın şefkatine ihtiyacım var."

Kalbim tekledi. Elim çenemi tutan eline kaydı, parmaklarını tuttuğumda rahatladığımı hissettim. "Ya bir gün sana bunu hissettiremezsem?"

"Hissettirirsin," dedi emin bir sesle.

"Nasıl?" diye sordum.

Gülümsedi, gözleri kısıldı. "Ben ne zaman istersem bana sarılacak mısın?" diye sordu. Başımı olumlu anlamda aşağı yukarı salladım. "O halde her zaman hissedeceğim. Bak, bu ilkti ama hiçbir zaman son olmayacak."

Gülümseyerek başımı önüme eğdim. Yediği tırnaklarını ve parmaklarının köşelerindeki yaraları izlerken birinin yuvası olmanın verdiği hissi anlamaya çalışıyordum.

"Ben bir Yuva’yım," dedim gülümseyerek. "Ama sen sokaklara aitsin Yankı. Öyle değil mi?"

"Ve sen de benim sokaklarıma aitsin," dediğinde parmaklarım elinin tersinde geziniyordu. "Baksana. Titreyen ellerin, dizlerin ve sesin var ayrıca dağınıklığın, çatlamış pencerelerin ve kırılmış duvarların. Bu Yuva, sadece benim sokağıma ait olabilir çünkü sokağım da sana benziyor."

Gülümsedim ama acılı bir gülümsemeydi. Böyle olmazdı, benim o sokaklara ait olmadığımı cümleleriyle haykırıp sonra beni o sokaklarda yaşatamazdı. "Ben kendimi hiçbir yere ait hissetmiyorum," dediğimde bunu beklemediğini biliyordum. "Ait hissetsem bile sonra bir şekilde ait olmadığımı öğreniyorum. Ben artık nerede durmam gerektiğini bile bilmiyorum. Her insan bir yere ait olmak zorunda değildir belki de. Benim de ait olduğum bir dünya yok."

Elini elimden kurtarıp geriye çekildi. Yüzümü daha net görmek istiyormuş gibi eğildiğinde onu zorlamadan başımı yerden kaldırdım. "Neden böyle düşünüyorsun?" Omzumu indirip kaldırdım. Sanki bilmiyormuş gibi sorması canımı daha fazla acıtmıştı. "Helin," dedi. "Neden böyle düşünüyorsun?"

"Nedeni yok." Bir yanım ona her şeyi söylemek istiyordu ama diğer yanım onu düşünmem için çırpınıyordu. Bakışlarım yüzünde gezinirken sokağın çıkışını gösterdim. "Yorgunsun, gidelim mi?"

Kaşları çatıldı. Gözlerindeki yorgunluk yerli yerine gelmişti ama artık daha farklı bir duygu daha vardı, bana rahatsızlık veren bir duyguydu. Şüphe. Benim verdiğim yanıt onu şüphelendirmişti. Bu tuhaftı, gerçekten kırgınlığımı göremiyor muydu?

"Kendini başka bir yere mi ait hissediyorsun?" diye sorduğunda alacağı cevabı duymak istediğinden emin değildim. "Ya da ait olmak istediğin yer benim sokaklarım değil mi?"

"Ne?" dedim yüzümü buruşturarak. "Bu da nereden çıktı?"

"Sadece soruyorum." Çenesini sıvazladı. "Cevap vermeyecek misin?"

Başımı iki yana salladım ve nefesimi verip, "Beni sorguluyorsun," dedim. "Acaba kendimi başka bir yere ait hissediyor muyum, diye. Bir şekilde ait olduğum ya da ait olduğumu düşündüğüm yerlerden kovulduğumu hissediyorum." Bu sefer sorgulama sırası bendeydi. "Sen kovulduğun yerde durmaya devam eder misin?"

En sonunda gözlerindeki şüphe yavaş yavaş çekildiğinde kaşlarını havaya kaldırdı ve gözlerime bu sefer gerçekten baktı. Dudakları aralandı, birkaç saniye öyle durdu, sonra kapattı ve başını salladı. "Seni kovduğumu düşünüyorsun."

"Düşünmüyorum," dedim hızlıca. "Beni kovdun. Beni kovuyorsun. Her seferinde nasıl yapıyorsun bilmiyorum ama beni kovarken bir yandan da sarılıyorsun. Konu gurur değil, bazen fazlasıyla gurursuz davrandığımın da farkındayım ama artık kendimi de kandırmak istemiyorum."

"Kandırmak mı?" Bakışlarına koruma içgüdüsüyle bir ifade oturdu. "Ben seni hiçbir zaman kandırmadım. Ben sana hiçbir zaman yalan söylemedim." Ellerini iki yana açtı. "Bazen senin bile beni anlamak istemediğini düşünüyorum."

Gülümserken, "Benim mi?" diye sordum. "Seni anlayabilmek için beynimi patlatıyorum. Hatta bazen sana öyle bir güveniyorum ki, öldürmek istesen en doğrusunun bu olduğuna emin olacak kadar. Bu sana bir şey hatırlattı mı?" Başımı omzuma yatırdım. "Beni en iyi sen anlarsın Yankı."

Gözlerini kıstığında konunun nasıl oldu da Lâl'e geldiğini bilmiyordum ama o konuyu Lâl'den tamamen uzaklaştırdı. "Ait olmak istediğin yer benim yanım mı?" diye sordu sabit bir sesle. "Sadece bu sorunun yanıtını ver."

Çok kısa bir süre düşündüm ve düşünürken, geride bırakılışım, arkada duruşum, her zaman vazgeçilmem içimde bir çığlığa dönüştü. "Ait olmak istediğim bir yer yok," dediğimde tam gözlerinin içine baktım. "Ne senin sokakların ne de başka bir yer. Böylesi daha iyi."

Başını aşağı yukarı salladığında o da benim gözlerimin içine bakıyordu. "O halde," dedi kızgınlıktan uzak, kederli bir gülümsemeyle. "Benim de ait olduğum bir yuva yok."

Duvara çarpmadım ama gökyüzünden yüzüme doğru sanki taşlar yağmaya başladı. Bahsettiği yuva bensem, kendisini bana ait hissetmeye mi başlamıştı?

Beklediğim neydi? Beni kendi sokaklarına ait olduğuma inandırması mıydı? Aslında buna onun tek bir cümlesiyle bile inanırdım ve o da bunu biliyordu ama çabalamamıştı. Neden bunu yapıyordu? Onu anlamıyormuşum gibi davranıyordu ama anlamam için de hiçbir çaba sarf etmiyordu. İstiyordu ki ben ona bakayım, ben onu anlayayım, ben onu göreyim. Ama bunu yapamıyordum çünkü bir yerden sonra kırgınlığım daha ağır basıyordu.

Birbirimize bakmaya devam ettik. Ben başka bir şeyler daha söylemesini bekledim ama söylemedi. Cebinden sigara paketini çıkardı ve dudaklarının arasına sigarasını koyduktan sonra ucunu alevlendirdi. Büyük bir nefes çektikten sonra o dumanı gökyüzüne üfledi. Sokağın diğer tarafından itfaiyenin sesleri geldi, patlayan bombalardan dolayı ateş büyümesin diye itfaiyeyi arayan belki Koza, belki de Yankı'ydı, birazdan da polislerin geleceğine emindim.

"Bu kadar mı?" diye sordum. "Yani ben o sokaklara ait hissetmiyorum diye sen de aynı karşılığı mı vereceksin?" Tek istediğim en azından tek bir sokağına bile ait olmaktı. "Beni inandırmaya çalışmayacak mısın Yankı? Bana hiçbir açıklama yapmayacak mısın?"

"Konu inanç değil," diye karşılık verdi. Ellerini yere yasladı, bacaklarını öne uzattı ve gökyüzüne baktı. "Konu hissetmek. Eğer kendini benim sokaklarıma ait hissetmiyorsan..."

"Sence neden ait hissetmiyorum?" diye hızlıca sözünü kestim. "Ya da kendimi ait hissediyorken şu an neden hissetmiyorum? Bunu hiç düşündün mü?"

Sigarasından bir nefes daha çekti. Dumanı üfledi, ardından bir nefes daha çekti. "Düşündüm," dedi yanıt olarak. "Bana kırgınsın."

"Neden kırgınım Yankı?" diye sordum.

İlk başta cevap vermedi, gökyüzüne bakmaya devam etti ama daha sonra gözlerini gökyüzünden ayırıp başını bana çevirdiğinde, "Çünkü seni geride bıraktım," dedi. "Seçtiğim sen olmadın diye düşünüyorsun, mantıklı düşünsen ne yapmaya çalıştığımı anlayacaksın üstelik."

O an bunları söylerken kırılmamın bile ne denli mantıksız olduğunu fark ettim. Elbette ki beni seçmeyecekti, buna neden kırılıyordum ki? Hem istediğim bu değil miydi? Kimi seçecekti, Mutlu'yu mu? Işık'ı? Ah, Bartu'yu? İmkânsız olan Lâl'i? Seçeceği kişi o an sadece bendim, neden şimdi Yankı'nın sırtındaki kambura bir de ben ağırlık yüklüyordum?

Başka bir şey mi söylemeye çalışıyordu?

"Hayır," diyerek yalana başvurdum. Kafamda bahaneler türettim, bütün bahaneler arasından en mantıklısını seçtim. "Sadece Lâl’le aranızdaki ilişki kalbimi kırdı."

Yankı beni dinledi ama söylediklerime inanmadığını hissettim. "Lâl mi?" diye sordu. "Ne?"

Bu daha kötü olmuştu. Her şeyi batırmış gibi hissediyordum. "Yani," dedim çevirerek. "Aranızdaki ilişki çok özel. Bu çok tuhaf, kendimi fazlalıkmış gibi hissetmeme neden oluyor ve..."

"Bana Bartu gibi düşündüğünü söyleme sakın," dediğinde sesinin rengi değişmişti. "Ne demeye çalışıyorsun?"

"Hayır." Ellerimi havaya kaldırdım. "Aranızda bir aşk olmadığına eminim."

Yankı şakaklarına parmaklarını bastırdı ve gözlerini sıkıca yumdu. "O Lâl," dedi kelimelerin üzerine basarak. "Bunu nasıl düşünebiliyorsunuz?" Bartu'nun cümlelerinin acısı benden çıkmasın diye içimden dualar sıralıyordum. "Aklımın ucundan geçmeyecek düşünceler..." Ne diyeceğini bilemiyor gibi başını iki yana salladı. "Bunları konuşmak bile beni geriyor."

Sessizliğimi korurken onu inceledim. İkisinin bu şekilde düşünülmesi onu gerçekten rahatsız ediyor gibi görünüyordu ama peki ya Lâl? "O?" diye sordum dayanamayarak. "Sana çok bağlı. Çok fazla bağlı. Ya o sana karşı..."

"Helin." Gözlerini açtı ve sert bakışları bana döndü. "Bir daha bana böyle sorular sorma, hatta aklının içinde bile bana böyle sorular yöneltme." Oturduğu yerden kalktı, elindeki bitmiş sigarayı yere attı ve botuyla üzerine bastı. "Hatta o aklından böyle düşünceler geçirme. Konu kapandı."

Ben de oturduğum yerden kalktığımda hiçbir yanıt vermeden yüzüne baktım. Yankı ise benim kalkmamla beraber sokağın diğer tarafına yürümeye başladı, peşinden ilerledim. Fazlasıyla sakin olan Yankı Sarca'yı öfkelendirecek nadir konulardan biri de Lâl’le aralarında olan ilişkiydi.

O zekiydi, biliyordum ki Lâl ona karşı bir şey hissederse anlardı ama şu da vardı, Yankı bunu anlamamak için kendini zorlarmış gibi görünüyordu. Anlarsa da yanıldığını düşünecek kadar kendini kandırırdı.

Lâl'e verdiği değer gerçekleri görmesini bile engellerdi.

Peki gerçekler neydi? Bunun cevabını sadece Lâl verebilirdi.

Kollarımı önümde bağladığımda arabaya ilerlediğimizin farkındaydım. İtfaiye sesleri kesilmişti ama gürültüleri kulağımdaydı. İleride, serginin olduğu yerde kalabalık vardı, duman havaya süzülüyordu, yangın söndürülmüştü ama caddedeki koku mide bulandırıcı cinstendi.

Bir an aklıma Koza düştü, o ne yapmıştı? Ürpertiyle beraber etrafıma bakmak zorunda kaldım, nedense onun bizi bir yerlerden izleyebileceği düşüncesi içime işlemişti.

"Neye bakıyorsun?" diye sordu Yankı sakince. Arabaya varmak üzereydik.

Dürüstçe, "Koza'ya," diye yanıt verdim. "Bizi izliyor olabilir mi?"

Yankı arabayı uzaktan kumandayla açtı ve yolcu koltuğunun kapısını benim için açıp sürücü koltuğuna ilerledi. Bu hareketinden sonra büyük adımlar atıp koltuğa oturdum ve kapıyı kapattım, Yankı da hemen arkamdan arabaya bindi ve anahtarı kontağa takıp aracı çalıştırdı.

Geri geri giderken elini koltuğumun başlığına yasladı. "İzlemez," dedi cevap vermeyeceğini düşünürken. "Özele saygısı vardır Koza'nın. Belden aşağı vurmaktan hoşlanmaz."

Bakışlarımı onun üzerinden ayırıp yola doğru bakarken Yankı arabayı park ettiği yerden çıkarıp serginin olduğu tarafa değil, diğer yola sürmeye başladı. "Ondan bir dostunmuş gibi bahsediyorsun bazen," dediğimde fazla detaya girmemeye çalışıyordum. "Yani az önce belki de bütün kardeşlerini öldürecekti ama ondan bahsederken öfkelenmiyorsun. Neden?"

Koza hakkındaki soruları ona yönlendireceğimden emin bir ifadeyle başını aşağı yukarı salladı. "Koza hakkında konuşmak istiyorsun," dedi. "Çünkü aramızdaki ilişki seni meraklandırıyor. Değil mi?"

"Evet." Kaşlarım çatıldı. "Tek bir şey soracağım: Ondan nefret ediyor musun?"

Yankı da benim sorumdan sonra kaşlarını çattı ve uzun bir süre düşündü. Cevabını vermek için kafasının içinde neler geçirdi bilmiyordum ama kaşları çatıldıkça yüzü daha fazla gerginleşiyordu. "Ben kimseye karşı nefret hissini duymam," dediğinde kendisiyle büyük bir tartışmanın içinde gibiydi. "Ama eğer duysaydım da Koza'dan nefret etmezdim."

Elim enseme gitti, ondan bahsetmek tekrar ürpermeme neden olmuştu. "Neden?" diye sordum.

"Küçükken hiç oyun arkadaşların olmamış," deyip açıklamaya başladı. "Bu onun gibi bir şey. O benim senelerdir oyun arkadaşım ama bu, sonunda birinin canının yanacağı bir oyunmuş gibi düşün. Her zaman birimiz kazanıyoruz ama diğeri, asla vazgeçmiyor. Belki kulağa çok tuhaf gelecek ama onunla savaşmaktan zevk alırdım önceden."

Sapkın bir düşünce olduğunun o da büyük ihtimalle farkındaydı ki bu söylediği onu gülümsetmişti. "Geçmiş zaman kullandın," dedim. "Neden?"

"Çünkü artık ikimiz de kötü insanlara dönüştük," diye yanıt verdi. "Birbirimizi zaaflarımızdan vurmaya başladık. O hiçbir zaman benim kardeşlerimi bu savaşa bulaştırmamıştı, beni ise hiçbir zaman..." Sustu, başını yanındaki pencereye çevirdi. "Ama ne var, biliyor musun? Bazen o benden daha iyi bir insan oluyor."

"Koza mı?" dedim şaşkınlıkla. "Bugün eğer tabloyu bilmezsen dört kardeşini birden öldürecek adam? Senden daha iyi?" Başımı iki yana salladım. "O gerçekten psikopat bir seri katil gibi. Duyguları var mıdır, emin değilim."

Yankı da şaşkınlıkla gözlerini bana çevirdi. "Koza öyle birisi değil," dedi savunmaya geçerek. "Yani o sosyopat ya da psikopat değil. Duyguları vardır. Bak, bu düşüncemden emin değilim ama nedense tabloyu bilmesem bile dört kardeşimi öldüremeyeceğini düşünüyorum. Belki onları benden alırdı ama öldürmezdi."

Bu cümleleri beni başka bir soruya yönlendirmişti. "Peki ya sen öldürür müydün?"

Beklemediği bir soruydu. Bakışları kısıldı, vereceği cevaptan ben bile emin değildim. Hayır demesini ya da vicdanını dinlemesini bekledim ama o, "Evet," diye yanıt verirken yutkundu, sokak lambaları yüzünü aydınlatıp tekrar ışığını çekiyordu. "Ben bir yola çıktıysam o yoldan asla geri dönmem. Eğer ölüm istediysem o ölümü gerçekleştiririm Helin." Sustum, şaşırsam bile ona belli etmemeye çalıştım. Bakışları bana döndü. "Ne oldu?" diye sordu. "Bu seni şaşırttı mı?"

Gözlerimi ondan kaçırırken caddeden geçen arabaların ışıkları yüzüme çarpıyordu. "Sadece senin o kadar kötü bir adam olduğunu düşünmek," diye mırıldandım. "Gözünü kırpmadan insanlara kötülük yapabileceğine inanmak. Özellikle masum insanlara. Buna inanamıyorum, gözlerimle görmeden de inanamayacağım." Tekrar bakışlarımı ona çevirdim. "Sen kötü bir adam değilsin hatta sen benim bu hayatta tanıdığım en iyi insansın."

Bu söylediğim onu gülümsetti ama gülümsemesi daha çok beni tiye alıyormuş gibiydi. "Ben ne iyi ne de kötü bir insanım," dediğinde yüzünü buruşturdu. "Ben sadece bazen vereceği vicdan azabını bile bile kötülüğü seçen kişiyim. Beni anlıyor musun? O vicdan azabı çok kötüdür. Her katilin, öldürdükleri yere tekrar gittiğini söylerler. Ben öldürsem bile sanırım orada durmaya devam ederim."

"Pişmanlık mı duyarsın?" diye sorduğumda karşımda gördüğüm Yankı bambaşka bir insana dönüşmüştü.

"Kötülük yaptığım kimseyi o kötülükle baş başa bırakmadım," dedi kısık sesle. "Onlarla beraber acı çektim. Hem onlar için hem kendim için acı çektim. Bu yüzden farkındayım, kötülük yapan her zaman daha ağır cezayı öder."

"Böyle bir insan değilsin," diye fısıldadığımda gözlerim profilini dikkatlice inceliyordu. "Beni buna kimse inandıramaz ve Yankı Sarca bir kötülük mü yapıyor? Bunun bile mantıklı bir nedeni vardır. Birinin canını mı yakıyor? Elbet haklıdır. Sen Yankı Sarca'sın, her zaman doğru bi nedenin vardır."

Bakışları tekrar bana döndü ama bu sefer dikkatli inceleme sırası ondaydı. "Günü geldiğinde," dedi o da fısıldayarak. "Ya böyle düşünmezsen?"

"Düşüneceğim," diye hızlıca yanıt verdiğimde o buna inanmadı ama konuşmayı devam ettirmedi.

Yüzümü dikkatlice incelemeye devam ederken bana uzandı, tedirginlikle ona baktım ama o, elinin tersini alnıma yasladı, sonra yanağıma dokundu. Ne yapmaya çalıştığını anlayamadığımda, "Yaklaşsana," dedi başıyla.

"Ne?" dediğimde sokak lambalarının bile olmadığı bir sokağa girmiştik.

"Yaklaş," dedi emir vererek. "Bir şeye bakacağım."

"Neden?" diye sordum.

Yankı gözlerini devirdi. "Liderin olarak emrediyorum," dedi uzun zamandır duymadığım kelimeyi dile getirerek. "Yaklaş."

"Ha o zaman hiç yaklaşmayayım," deyip omzumu silktim. "Lider Yankı, aramıza hoş geldin. Nasılsın? Uzun zamandır yoktun."

Yankı diğer şeride girdiğinde arabayı yavaşlattı ve bir anda ensemi tutup beni kendine çekti. Hızlıca dudaklarını alnıma yaslayıp birkaç saniye öyle durdu. Şaşkınlıkla aşağıdan ona bakarken o bana bakmıyordu. "Ben iyiyim," dedi dudaklarını alnımdan çektiğinde ama ben öyle durmaya devam ettim. "Sen iyi değil gibisin, hasta oluyorsun. Az önce fark ettim, yüzün yanıyor ve ellerin buz gibi."

Başım önde öylece kaldığımda o çoktan başını çevirmiş yola bakıyordu. Hızlıca arabanın ısıtıcısını çalıştırdığında derecesini neredeyse sonuna kadar getirdi. "O son yaptığın hareket de neydi öyle?" diye sordum. "Alnıma ne yaptın?"

Yankı gülümsedi. "Ateş ölçtüm," dedi. "Babaanne işidir, hiç bilmez misin? Ateşin en çok bu şekilde ölçüldüğünü söylerler."

En sonunda tekrar koltuğa yerleştim ve elimi alnımda gezdirdim. "Dudakla hissetmek mi yani?" Tenim bana normal ısıda gibi geliyordu. "Ayrıca hasta değilim." O an sesimin bile yavaş yavaş değişmeye başladığını hissetmiştim, kalınlaşmıştı.

Bakışları bana döndü, haylaz bir ifadeyle güldü. "Evet, dudakla hissetmek ve ateşin var," dedi. "Sen de benim ateşimi ölçmek ister misin?"

"Ateşin mi var senin de?" diye saf saf sordum. Elimi uzatıp alnına dokundurdum fakat onun teni normal ısıda gibiydi.

"Benim ateşim alnımdan ölçülmüyor," diye karşılık verdiğinde saf bakan gözlerim onu daha fazla gülümsetmişti. “Belki de daha aşağılardan. Her lider kitabında yazar bu da.”

Bakışlarım değişti, gözlerim irileşti, yavaşça aşağıya bakarken dudaklarına odaklandım. Gülümsemesi genişledi ama dudaklarından da aşağıya indiğimde, "Sen ne demek istiyorsun?" diye sordum.

"Hop hop hop," dedi Yankı ve gözlerim karnının üzerindeyken çenemi tutup başımı kaldırdı. "Kastettiğim dudaklarımdı, senin kafan nasıl çalışıyor?" Rahatsızca hareketlendi, çenemi bıraktı ve oturuşunu dikleştirdi. "Yani öyleydi." Gözlerini yola çevirdi. "Baktın." Başını tekrar bana çevirdi. "Nasıl öyle baktın?"

"Ne?" diye sorduğumda kaşlarım çatıldı. Kafasının içinde ne düşünüyorsa hem rahatsızca kıpırdanıyordu hem de beni anlamaya çalışıyor gibiydi. "Sen daha aşağılar deyince ben de..."

Lafımı kesti. "Biz bittik Helin," dedi hızlı bir itirafla. "Tek bakışınla böyle oluyorsa biz bittik, biz yandık, haberin olsun."

Elimi saçlarıma geçirip karıştırırken, "Sen hayatımda gördüğüm en sapık lidersin," diye homurdandım. Başımı direkt yanımdaki pencereye çevirdim ama onun yansımasını da görüyordum. "Gerçekten böyle konularda olduğun Yankı'dan uzaklaşıyorsun."

"Ben senin hayatında gördüğün tek liderim," dedi. "Ve son liderim. Ayrıca sapık mı? Hep derim, hayatın boyunca görüp görebileceğin en masum adam benim..."

"Hımm," diye lafa atladım. "Söylesene o zaman, neden biz bittik? Biz yandık?"

Yansımadan bana baktığını gördüm ama gözlerimi ona çevirmedim. "Çünkü bazen," dedi gülümseyerek ama sustu. Devamını getirmedi, birkaç saniye bekledim ama yine devamı yoktu. Dakika geçti, yine söylemedi.

"Çünkü bazen?" dedim söylediğini tekrar ederek ve gözlerimi ona çevirdim.

Direksiyonu daha sıkı kavradı, bir yola bir bana bakarken, "Bazen," dedi hayatımda gördüğüm en tutkulu bakışla. "Aklımı başından alıyorsun, yok ediyorsun. Ben seni izliyorum, aklım yok oluyor. Bunu sen yapıyorsun." Tekrar dar bir sokağa girmiştik ve sokak lambaları yine yüzümüzü aydınlatıyordu. "Bunu neden yapıyorsun?"

İşte, tam sırası, dedi içimdeki o şeytan. Gülümsedim, ona verebileceğim en etkili gülümsemeyi gönderdiğimde bir yola, bir bana bakan gözleri direkt bana odaklandı. Şehvet de bakışlarına yerleştiğinde ona yaklaştım, elimi oturduğu koltuğun başına yasladım. Nefesimi yüzüne verirken, "Sadece," diye fısıldadım ve ona biraz daha yaklaştım. Dudaklarımız arasında birkaç santim kalmıştı. "Liderim olduğun için lan liderim olduğun için."

Bakışları donuklaştı, çift şeritli yolda korna sesi duyduk ve Yankı hızlıca direksiyonu kırdığında arabada sarsıldık, sonra sokağın köşesine çekip arabayı durdurdu. Kendimi koltuğa attığımda Yankı'nın yüzünün girdiği hale daha fazla dayanamayıp kahkaha attım, sesim arabanın içinde çınladı. Yüzü ciddileşti, daha fazla kahkaha attım, kaşları çatıldı, işaret parmağımla onu gösterip dalga geçerek güldüm.

"Ne oldu?" dedim gülümsememin arasından. "Rengin soldu lider bozuntusu. Nasılmış, anladın mı şimdi?"

İki eli direksiyonu sıkıca tutarken bana bakmaya devam ediyordu. Hemen tepemizdeki sokak lambası direkt onun yüzüne vuruyordu ve bu sefer vuran ışık bembeyazdı. Gözleri kısıldı. "Liderin olduğum için," dedi söylediğimi tekrar ederek. "Öyle mi?" Başımı hızlıca aşağı yukarı salladım ve gülmeye devam ettim. "Anladım," deyip direksiyonu bıraktı. "Liderin olduğum için aklımı başından alıyorsun."

"Ah," dedim kahkahamın arasından. "Bu çok zevkliymiş, sürekli aklını başından alacağım."

Başını yola çevirdi, alt dudağını dişlerinin arasına aldı, gözleri daha fazla kısıldı. "O halde," deyip yine bana baktı. "Aklını başından alma sırada bende o zaman." Bir anda hızlıca ensemi tuttuğunda ve anlamadığım anda dudakları dudaklarımın üzerine örtüldüğünde irileşmiş gözlerimle öylece durdum ve ellerim havada asılı kaldı. Nefesim kesildi, yine dünya durdu ve Yankı Sarca beni yine öptü.

Gülüşüm büyük bir heyecana döndüğünde kalbim göğüs kafesimi kıracak kadar şiddetli atmaya başlamıştı. Dudakları bir süre öyle kaldı, sonra geriye çekilip gözlerimin içine baktı. Yüzümdeki heyecanı ve şaşkınlığı gördüğünde, "Öyle olmaz," dedi. "Böyle olur aklı başından almak."

Bu sefer daha sakince dudakları dudaklarımın üzerine kapandığında anlık şok etkisi bünyemden uzaklaştı ve havada asılı olan ellerim omuzlarına kaydı. Eğildiği yerde başımı ensemden tutup kendine yaklaştırdığında ıslak sıcak dili, kapalı dudaklarımın üzerinde gezindi ve aralamam için âdeta izin istedi.

Onun iznine karşılık verdiğimde üst dudağı iki dudağımın arasına yerleşti. Sakin ve acelesi yokmuş gibi alt dudağımı emmeye başladığında parmakları ensemdeki saçlarımın arasında gezindi. Diğer eli yüzüme dokunduğunda çeneme doğru ilerledi. Ben de onun öpüşüne karşılık vermeye başladığımda ve onun dudaklarını tamamen hissettiğimde parmakları çenemi kavradı, sıkı tutmadı ama baskısı hoşuma gitti.

Ellerim omuzlarından sırtına indi, bunu yaparken tırnaklarımı sürttüm, sonra bir elimle ensesini tuttum, ardından saçlarını kavradığımda onu kendime biraz daha çektim. Bunu yaptığım anda dişlerini alt dudağıma geçirdi ve kıvranmama neden olacak kadar yavaşça çekiştirdi, bunu birkaç kez tekrarladı. Isırdığı yer yanmaya başladığında dilini gezdirdi, öpüşündeki sakinlik ise uzaklaşmaya başladı.

Hafifçe nefesimi verdiğimde elim ensesinden boynuna, oradan yakasına indi. Üzerine giydiği gömleğinin gerginliği daha fazla hoşuma giderken parmaklarım nefes borusuunun üzerinde gezindi, oradan aşağıya indi. İki düğmesi açık olan gömleğinden içeriye ilerlediğimde sıcacık teni parmaklarımın ucunu yaktı. Kasıldı, kasıldığı anda nefesi düzensizleşti, oturduğu yerde birkaç kez hareket etti.

Saçlarımı daha sıkı kavradığında eli de çeneme baskısını artırdı. Hırıltılı bir nefes verdi, sonra dudaklarımı tamamen keşfetmek istiyormuş gibi her noktasını öptü, her noktasına izini bıraktı. Kalbim her an patlayacakmış gibi atarken nefes almakta zorlanıyor ve terlemeye başladığımı hissediyordum. Benim de vücudum onun gibi kasıldığında hafifçe kendimi öne itekledim, vücudum onun istediği şekilde yön değiştirmeye çalıştı. Çıplak teninde duran parmaklarımı sertçe sürttüm, ben bunu yapınca gömleğinin bir düğmesi daha açıldı.

Beceriksizce onun gibi dilimi dudaklarının üzerinde gezdirirken bir nefes daha verdiğimde Yankı hırladı, eli çenemden uzaklaşıp boynuma indi. Terden ıslanmış boynuma dokunduğunda çenesinin kasıldığını hissettim, öpüşü duraksadı, sonra hırlamayla beraber, "Kucağıma gelmeni istiyorum," dedi nefesini benden uzaklaştırmadan. "Seni daha fazla hissetmek istiyorum."

Gözlerimi saniyeler sonra tekrar açtığımda turkuaz gözlerinin içindeki ateşle tanıştım; dudakları dudaklarımın üzerine değmeye devam ederken nefesi de yüzüme çarpıyordu ve büyük bir istekle bana bakıyordu. Şehvet miydi? Tutku muydu? Hepsi miydi? Onun gözlerinde gördüğüm ifade kasıklarıma büyük bir ateşin oturmasına neden oldu.

Dudaklarını alt dudağıma sürttü gözlerimin içine bakarak, sonra çeneme doğru indi. Oraya ıslak dudaklarının izini bıraktığında kalbim ve karnım kasıldı, kasıklarım daha fazla yandı. Dişlerini çeneme geçirdi, ben de bunu yaptığı anda başımı geriye yatırıp kıvrandım ve o çenemden aşağıya inerken nefesini vermeye devam etti.

"Aklımı durduruyorsun, aklımı," dedi sert bir sesle. "Bu yüzden seni mahvedeceğim."

Elim gömleğinin yakasına doğru kaydı, onu tutup kendime çektiğimde dudaklarım yine dudaklarına değdi. "Bani mahvedemezsin," dedim kısık sesle. "Ama ben seni mahvederim."

Şeytani bir şekilde gülümsedi, kaşları havaya kalktı. "Durma," dedi, sonra elini sertçe yanımdaki cama dayadı. "Devam et. Zamanı geldiğinde biten de yanan da mahvolan da sen olacaksın sonuçta."

Gülümsedim, gözlerim dudaklarına kaydı. Alnına ter birikmişti, vuran sokak lambasının ışığında nemi görebiliyordum. "Zamanı geldiğinde mi?" diye sordum. "Neymiş o zaman?"

Yüzündeki şehvetli ifade daha da alevlendi, kaşları çatıldı bu sefer. "Hımm," dedi, sonra eli çenemi sıkıca tuttu. "O tabloyu sadece seni öperek yere düşüreceğimi sanmıyorsundur herhalde?"

Gülümsemem dudaklarımda takılı kaldı, yavaş yavaş ağzım kapandı. "Tablo mu?" diye sordum. "Ama o tablo yanmıştır, bitmiştir, kül olmuştur."

"Sen yanmadan, bitmeden, kül olmadan mı?" diye sorduğunda artık eğlenme sırası ondaydı. "Yankı Sarca'nın olacak dediği her şey olur. O tabloyu sabırsızlıkla bekle Helin çünkü ben fazlasıyla sabırsızım."

Çenemden geriye doğru iteklediğinde başım arkamdaki cama çarptı ve tekrar dudaklarını dudaklarımın üzerine örttü fakat bu sefer sakin değildi. Dişlerini geçirdiğinde hırsını alıyor gibiydi ama bunu yapması kısık sesle inlememe ve torpido gözüne tutunmama neden oldu.

İnleyişimi duyan Yankı nefesini ağzımın içine verdi. Cama dayadığı eli torpido gözünü tutan elime uzandı ve avcumu kendisine yaklaştırdı. Elimi göğüs kafesine bastırdığında hızlı atan kalbi avcumun içinde çarptı, bileğimi tutarak elimi yavaşça aşağıya indirdi, sonra çenemdeki eli de yine boynuma doğru hareket etti fakat o kadarla sınırlı kalmadı.

Boynumdan aşağıya inmeye başladığında oturduğu yerde hareketlendiğini hatta kıvrandığını hissettim. Elim karnının üzerinde kaldı, onun eli gerdanıma indi, sonra göğüs kafesimde duraksadı. Zamanın varlığı, yerin varlığı, kim olduğumuz… Hepsi nereye gitmişti bilmiyordum ama zihnimde sürekli dönüp duran bir çark vardı.

Eli iki göğsümün arasından karnıma inmeye başladığında ben de hareketlendim ve başım bir kez daha cama çarptı ama bu sefer bunu kendim yaptım.

Beni öpmesi kesildiğinde bir süre öyle durdu, bekledi. Karnında duran elimi sıkıca tutan eli yavaşça bileğimden uzaklaştı ve kendini sakinleştirmeye çalışıyormuş gibi alnını alnıma yasladı. Eli daha aşağıya inmedi. Ben gözlerimi aralamadım ama onun gözlerini araladığını hissettim.

"Sana dayanamıyorum, seni hissetmek istiyorum," dediğinde sesi hayatım boyunca duyduğum en etkileyici sesti. "Senin her parçanı hissetmek istiyorum."

Kendimi o kadar da güçlü hissetmediğim bir zamanda bunu söylemişti. Gözlerimi araladığımda bakışlarımız kesişti. Dilimi alt dudağımda gezdirdim, güçsüz bir nefes verdim. O an, turkuaz gözlerine baktığımda kim olduğumla yüzleşmek zorunda kaldım.

Onu engelleyecek ya da durduracak kuvvetim yoktu. Bunu hiçbir zaman yapamazmışım gibi geliyordu çünkü bütün ruhumla ve bütün bedenimle onu istediğimi hissediyordum.

Hiçbir şey söylemeden yutkundu, nefesini verip alnını alnımdan uzaklaştırdıktan sonra eli de vücudumdan çekildi. Yeniden koltuğuna yerleştiğinde gözlerim dağılmış saçlarına, kızarmış dudaklarına kaydı. Teni parlıyordu, sokak lambasının ışığı tenini sanki olduğundan daha güzel gösteriyordu.

Direksiyonu tuttu, gözlerini kapattı, ağzından birkaç nefes verdi. Beni bıraktığı şekilde durmaya devam ederken tekrar gözlerini açtı, sonra bakışları yüzüme değil, bacaklarıma kaydı. Dizime kadar olan elbise baldırlarıma tırmanmıştı. Hızlıca eteğe uzanıp aşağı çektiğinde, "Birkaç dakika benimle konuşma," dedi. "Birkaç dakika bana bakma, birkaç dakika sadece."

Duruşumu yavaşça düzeltirken başımı aşağı yukarı salladım ve elbisenin eteğini aşağıya indirdim, koltukta dik oturdum. Bakışlarım yanımdaki cama kaydığında nefesimizdeki nemden dolayı buğulandığını gördüm, Yankı'nın elinin izi gitgide silikleşiyordu.

Titanik filmi. Yüzümde gülümseme oluştu.

Birkaç dakika geçti; beraber nefesimizi kontrol altına almaya çalıştık ve sanki az önce yaşanılanları biz yaşamamışız gibi karşımızdaki yola odaklandı. En sonunda Yankı arabayı tekrar çalıştırdığında gözlerim tepemizdeki sokak lambasına kaydı.

O da benimle aynı yere bakmış olacak ki, "Başka bir sokak lambası daha şahit oldu seni öptüğüme," dedi etkileyici bir tınıyla. "Bu şehirdeki, diğer şehirlerdeki hatta diğer ülkelerdeki, dünyadaki bütün sokak lambaları şahit olana kadar son olmayacak Helin."

Araba olduğu yerden hareket edip yola koyulduğu esnada aklımı tekrar hissetmeye başlamıştım, bu ise benim için kötü olmuştu. Bir anda ona kırgın olabiliyordum ama bir yandan da onu kollarımın arasına almak istiyordum. Bir yandan onu alt etmeye çalışıyordum ama bir yandan da onun tarafından alt edilmek hoşuma gidiyordu.

Şimdi ise kendimi anlayamadığım bir şekilde suçlu hissediyordum. Yanlış bir şey mi yapmıştım? Neden kendimi suçlu hissediyordum? Neden zihnimde büyüttüğüm bütün yaşlarım beni suçluyormuş gibi konuşuyordu?

Sadece hissetmiştim. Suçlu olmam için bir neden var mıydı?

Aramızda bir çekim vardı, işte bu çekim kimsenin ölçemeyeceği kadar büyük bir çekimdi.

Yankı beş dakika sonra yol üstündeki bir eczanenin önünde durdu ve bana hiçbir şey söylemeden arabadan indi. Elimle buğulanmış camı silip ona baktım. Onu izlemekten fazlasıyla keyif aldığımın farkındaydım. Karşıma geçse bir gün boyunca onu izler, her dakikada onun hakkında farklı bir şey keşfedebilirdim.

Eczaneye gitmesinin nedeni hasta olduğumu düşünmesindendi. Kötülük yapabileceğini söyleyen bir adamın bu kadar detaylı düşünmesi beni dehşete düşürüyordu. Düşünceliydi, hayatımda belki de gördüğüm en düşünceli adamdı. Kötülük yapabileceğine nasıl inanabilirdim ki?

Başka bir duygu yakamdan beni tuttu. Dedi ki, tek düşmanıyla seni baş başa bırakacak kadar umursamıyor ama grip olduğunda gözlerindeki endişeyi okuyorsun. Bu adam nasıl bir adam?

Sahiden, Yankı Sarca nasıl bir adamdı?

Eczaneden döndüğünde elinde poşetle arabaya binip poşeti kucağıma bıraktı. "İki tanesi sabah akşam, üzerinde yazıyor," dedi. "Bir tanesi de şurup, öksürüğün olursa diye. Boğazın ağrıyor mu? Onun için de bir ilaç aldım."

"Şurup mu?" Yüzümü buruşturdum. "Ama onların tadı bazen çok kötü olabiliyor."

Çocukmuşum gibi bana baktı arabayı çalıştırmadan önce. "Senin için acı olandan değil, tatlı olandan istedim," dedi. "Dedim ki, küçük bir çocuk içecek, tadı kötüyse içemez. O da ona göre bir şeyler verdi."

Beni daha önce hiç kimse böyle düşünmemişti; bundan artık emindim ama artık fark ettiğim başka bir nokta daha vardı.

"Beni benden daha çok düşünüyorsun," dedim yutkunarak. "Bazen ihtiyacım olanı benden önce biliyorsun. Bazen hasta olduğumu bile benden önce fark ediyorsun. Yankı bunları bana neden yapıyorsun?"

Bana baktı. Bir baba gibi değil, bir anne gibi değil, bir kardeş gibi de değil bir aile gibi baktı. Ben bir Yuva’ysam o Yuva’daki aileydi sanki. Bana öyle baktı. Şefkatle yüzüme yaklaştı, gözlerini kıstı. "Sadece," dedi kısık sesle. "Liderin olarak lan, liderin olarak."

"Ah," dediğimde yüzünü benden uzaklaştırdı ve bu sefer afallamış bir suratla o beni yalnız bıraktı. Gülümseyerek arabayı çalıştırdığında ne olursa olsun yine alt eden o olmuştu ama artık liderim olarak yaptığı her şeye minnettar hissediyordum.

***

Eve girdiğimizde ilk oturma odasına ilerledik ve orada Işık'ı yalnız başına, pencerenin kenarında otururken bulduk. Gözleri bize yöneldiğinde normalde gülümserdi ama bu sefer dalgın bir ifadeyle tekrar pencereden dışarıya baktı.

"Işık," dedi Yankı ona yaklaşarak. "Herkes nerede?"

Ezberden söylüyormuş gibi, "Mutlu uyuyor, duygusal çöküntü içerisinde," dedi. "Lâl odada yalnız kalmak istediğini söyledi. Bartu'yu bilmiyorum, çıktı gitti. Ben de buradayım işte." Pencereden dışarıya bakmaya devam etti. "Siz nasılsınız, iyi misiniz?"

Yankı'yla birbirimize baktığımızda ikimiz de başımızı iki yana salladık. İlk defa Işık'ı bu kadar dağılmış görüyordum ve fazlasıyla düşünceliydi. "Işık," dedim yanına oturarak. "Sen iyi misin?"

Yankı da Işık'ın önünde dizlerinin üzerine çöktüğünde ellerini onun dizlerine koydu. "Bana kızgınsın," derken sırtındaki kambur belirginleşmişti. "Üzgünüm."

Bakışlarını pencereden ayırıp Yankı'ya döndü ve içten bir gülümsemeyle Yankı'nın dizlerindeki ellerinin üzerine ellerini koydu. "Hayır, sana kızgın değilim," dedi, o anda sol tarafındaki sargıyı gördüm. Bıçağın kestiği yere sargı bezi yerleştirmişlerdi. "Sadece kafam allak bullak; yalnız kalmaya, düşünmeye ihtiyacım var."

"Konuşmak ister misin?" diye sorduğumda hızlıca olumsuz anlamda başını iki yana salladı.

"Orada son durum neydi?" diye sordu Yankı'ya. "Yani onu bir daha gördünüz mü?" Kimden bahsettiğini anlayamadım. "Koza yani," dedi ikimize bakarak. "Onu gördünüz mü?"

"Görmedik." Yankı dikkatlice Işık'ı inceledi. "Seni çok mu korkuttu?"

"Hayır," dedi Işık. "Hiç korkmadım." Dudaklarını birbirine bastırdı, bakışlarını kaçırdı. "Yanımda bile birkaç dakika kaldı."

"Senin yanına mı geldi?" diye sordu Yankı. Bu onu şaşırtmıştı.

"Benim kulaklığımla sizinle konuştu," diye açıklamada bulundu. "Bir anda karanlıkta onu gördüm." Gözleri tekrar pencereye döndü. "Sonra aydınlığa çıktık."

"Sana bir şey söyledi mi?" diye sordu Yankı ve Işık'ın çenesini tutup yüzünü kendisine çevirdi. "Kötüsün Işık. Sana ne söyledi?"

Işık yüzünü Yankı'nın elinden kurtardıktan sonra alt dudağını dişlerinin arasına aldı, derin bir nefes verdi. Bakışları bana döndüğünde sanki bir şeyler anlatmaya çalıştı ama anlayamadım. "O patlamadan kurtulmuş mudur?" diye sordu en sonunda. "Yoksa öldü mü?"

Yankı başını geriye yatırdı ve gözlerini kısarak Işık'ın her hareketini dikkatlice incelemeye başladı. Bunu neden merak ediyordu anlayamamıştım ama gözlerini kaçırmasının bir nedeni vardı. "Işık," dedi Yankı çöktüğü yerden kalkarak. "Bunu neden merak ediyorsun?"

"Sadece cevap versen olmaz mı?" derken o da oturduğu koltuktan kalktı.

Yankı Işık'ı anlamaya çalışıyordu ama sözü ben devraldım. "Hayır," dedim emin bir sesle, bundan nasıl bu kadar emin olabiliyordum bilmiyordum ama Koza'nın orada bir zarar görmeyeceğini düşünüyordum. "Emin ol, o da oradan çıkmıştır. Hem bu bir oyundu, bir intihar değil."

"Işık," dedi Yankı benim hemen arkamdan. "Sana ne söyledi?"

"Hiçbir şey," dedi Işık sonra bakışları odanın içinde gezindi.

"Neden sadece senin yanına geldi?" diye sordu bu sefer Yankı.

"Bilmiyorum Yankı," diyen Işık, öfkelenmeye başlamıştı ve bu öfkesi, yalanlarından ya da gizlemek istediklerinden kaynaklanıyor olmalıydı. "Gidip düşmanına sorsana, ben nereden bilebilirim?"

Kısa bir sessizlik oldu. Ben Yankı'nın yüzüne, daha fazla sorgulamaması için bakarken o Işık'tan gözlerini ayırmıyordu. "Pekâlâ," dedi en sonunda ve elini Işık'ın yüzüne koyup bir kardeş gibi sevdi. "Ama şunu unutma Işık. Koza muhteşem bir oyuncudur. Sana her ne söylediyse hepsi oyununun bir parçasıdır kardeşim. Bunu unutma."

Işık duymak istemediklerini duymuş gibi geriye adım attığında yüzünü Yankı'nın elinden kurtardı. "Biliyorum Yankı," derken geriye bir adım daha attı. "Senin tek sırdaşın benim. Bu durumda Koza'yı en iyi tanıyan da yine benim."

Sırtını dönüp kapıya doğru yürümeye başladı. "Nereye?" diye bağırdım arkasından.

"Uyuyacağım," dediğinde sesi titrek geliyordu. "Size iyi geceler."

Bir şeyler söylemek istedim ama o çoktan odadan çıktı ve benimle Yankı'yı odada yalnız bıraktı.

Herkes bir tarafa dağılmıştı, herkes kötüydü; Mutlu bile kendini iyi hissetmiyordu ve kendini iyi hissetmeyen bir Mutlu varken Sokak Nöbetçileri hiçbir zaman kendini toparlayamazdı.

Peki ya Bartu ne yapmıştı? Onu düşünmek canımın sıkılmasına neden oldu ve kollarımı önümde bağlayıp Yankı'ya döndüm. "Bartu'nun nerede olduğunu tahmin edebilir misin?"

Yankı kendisini koltuğa bıraktı, cebinden sigarasını çıkarıp ucunu ateşledikten sonra içmeye başladı. "Tahmin etmeme gerek yok, nerede olduğunu biliyorum."

İşte bu hiç beklemediğim bir yanıttı. "O halde onun yanına gidelim hadi."

Yankı kaşlarını havaya kaldırıp derin bir nefes verdi. "Bu sefer bunu yapmayacağım Helin," derken gerçekten Bartu'ya kırılmış görünüyordu. "Bu sefer onu toparlayan ben olmayacağım."

Ellerimle oynamaya başladığımda karşısında dikiliyordum. Yankı'yı anlayabiliyordum. Her seferinde Bartu ne yaparsa yapsın onu toplamaya çalışmış, kendisine bir kılıç çekse bile onun üzerine gidip iyileştirmişti ama bugün daha farklıydı. Yankı'ya yumruk atmıştı, dudağının köşesindeki kurumuş kan bunun en büyük göstergesiydi.

"O halde ben onun yanına gitmek istiyorum," dediğimde tepki vermesini bekledim ama sakince bana bakmaya başladı. "Bana nerede olduğunu söyleyebilir misin?"

"O senin kalbini kırabilir," dedi dikkatli bir sesle. "Bunu yapmaman senin için daha iyi olur."

"Aslında Bartu'ya kırılmamam gerektiğini öğrendim," dedim gülümseyerek. "Şu an onu birinin toplaması gerek. Sen bunu yapamazsın, diğerleri yapamayacak durumda. En iyi benim. Onu toparlamak, en azından bunun için uğraşmak istiyorum." Dudaklarım büküldü. "Bana nerede olduğunu söyler misin?"

Çok kısa bir süre söylediklerimi düşündü, sonra oturduğu koltuktan kalktı, masanın yanındaki dolaba ilerleyip kapağını açtı ve geri döndüğünde bana bir anahtar uzattı. "Nadir'in yanındadır," dedi. "İBAK'tan içeriye gir, hastanemizin olduğu yerdedir. Bu İBAK'ın anahtarı. Nadir üçüncü odada yatıyor." Kaşları çatıldı. "Eğer orada değilse Yuva'daki çocuklarla beraberdir. Bartu kendini ne zaman kötü hissetse çocuklara koşar."

Başımı aşağı yukarı sallayıp elinden anahtarı aldım. "Teşekkür ederim," dedim içten bir sesle. "Bugün Yankı Sarca olacağım ve onu toparlayacağım."

Bu söylediğim Yankı'nın hoşuna gitmişti. "Aferin," dedi burnumun ucuna fiske vurarak. "Benim olmadığım yerde sen varsın küçük asker."

Gülümsedim ve elimle asker selamı verdim. "Emredersin komutanım."

"Marş marş," deyip kendisini tekrar koltuğa bıraktı. "Çıkarken ceketimi al, hastalığın şiddetlenmesin."

Lâl'in odasına giremeyeceğimi anlamıştı. "Peki," deyip daha fazla zaman kaybetmeden odadan çıktım. Askılıktaki Yankı'nın siyah kot ceketini üzerime geçirip dış kapıyı açtım ve kapatırken Yankı'nın beni pencereden izleyeceğine yüzde yüz emindim.

***

Yankı'nın bahsettiği kapıdan girdiğimde adımlarım geri geri gidiyordu ama Bartu'nun acısını sanki en iyi ben anlayabilirmişim gibi geliyordu. Bahsettiği üçüncü odaya ilerlemeye başladım.

Bartu Sarca aramızda kalbine en az kötülük dokunmuş tek çocukmuş gibi geliyordu. Bunu bana düşündüren neydi bilmiyordum ama ona her baktığımda, her öfkesinde, her nefes alışında içindeki büyütemediği o çocuğu görüyordum.

Şu an bile canı böyle yanarken kapısını çaldığı kişi yardıma muhtaç bir erkek çocuğuydu. Biliyordum, buraya gelmesinin nedeni belki de bir kez daha kendi çocukluğuyla yüzleşmek istemesiydi.

Adımlarımı daha sağlam bastım, neden bilmiyordum ama kendimi onun yanında kalmaya zorunlu hissediyordum. Biliyordum, herkes ona öfkeliydi, aslında o da kendine öfkeliydi ve bütün bunlarda haklılardı ama söyleyeceklerinin pek de önemi yoktu.

Kapının önüne geldiğimde aralıklı kapıdan sedyede yatan Nadir'i gördüm. Üzerinde beyaz bir çarşaf vardı, burnunda da solunum cihazı. Kalp sesi odanın içini dolduruyordu. Birçok hortum vücuduna bağlıydı. Dudakları aralıktı, gözleri kapalıydı ama nefes bile almıyor gibiydi, teni bembeyazdı.

Bir ölünün vücudu kadar bembeyazdı.

Küçük çocuklar ölmemeliydi çünkü onlar zaten bir melekti, meleklerin ölmesi imkânsızdı.

Kapıyı yavaşça itekledim ve Bartu'yu gördüm. Nadir'in yanındaki sandalyeye oturmuş, dirseği dizinde, eli çenesinde Nadir'i izliyordu. Öyle bir odaklanmıştı ki içeriye girdiğimi bile fark etmemişti. Nefes almakta bile zorlanan Nadir'i izlerken sanki kendisi de nefes almıyormuş gibiydi. Yankı'nın söylediği gibi, kapısını çaldığı yer çocuklar olmuştu.

Odadan biraz daha içeriye girdim ve sağındaki masada duran kitabını gördüm. Kalbimdeki acı katlanıp boğazımı yaktı, yakarken elim boynuma gitti.

İkisini izlerken sanki tek bir ruh vardı. Nadir'in ruhu ve Bartu'nun ruhu, aynılardı. Ben ikisine bakarken tek bir kişiyi görüyor gibiydim.

"Bartu," dedim kısık sesle fakat beni duymadı, gözlerini bile çevirmedi. Daldığı yerde Nadir'i izlemeye devam etti. Küçük adımlarla Nadir'in ayak ucuna gittim ve beni fark etmesi için bekledim fakat fark etmedi. Her zaman kısa kestiği saçlarını bile nasıl dağıtabilmişti aklım almıyordu ama bunu yapmıştı. Onun da teni Nadir'in teni gibi bembeyazdı. "Bartu," dedim bir kez daha, sonra hafifçe omzuna dokundum fakat bu hamleyle beraber hızlıca elimi tutup çevirdi. Acıyla inlediğimde göz göze geldik.

Benim kim olduğumu fark ettiğinde bileğimi bırakıp, "Helin," dedi derin bir uykudan uyanmış gibi. "Senin burada ne işin var? Burada olduğumu nasıl bildin?"

Elimle bileğimi ovalarken, "Seni merak ettim," diye mırıldandım. Gözlerim Nadir'e kaydı. "Ve burada olduğunu nasıl bildiğimi boş ver. Nasılsın?"

Bartu dikkatlice yüzüme baktıktan sonra başını çevirdi ve acıyla gülümseyip başını aşağı yukarı salladı. "Yankı söyledi, değil mi?" Elinin tersinde hâlâ duvara yumruk attığı için izler vardı, kanları silmemişti. Üzerine giydiği takım elbisesinin gömleğinin yakası yırtılmıştı. Bir savaştan çıkmış gibiydi.

Dürüstçe, "Evet," diye yanıt verdim. "O söyledi. Canın ne zaman sıkkın olsa bir çocuğun yanına koşarmışsın." Öne eğildim ve Nadir'i rahatsız etmeden yatağının köşesine oturdum. "Bu doğru mu?"

İlk başta cevap vermeyeceğini düşündüm ama o olumlu anlamda başını aşağı yukarı sallayıp masanın üzerindeki kitabı gösterdi. "Bu kitabı Yankı buraya getirdi, arada sırada gelip Nadir'e kitap okuyordu. Sanki bugün olacakları anlamış gibi kitabı burada unutmuş." Omzunu indirip kaldırdı. "Bildiğimiz Yankı. Geleceği bile görüyormuş gibi, değil mi?"

Sesinde Yankı'ya karşı öfke yoktu ama kırgınlığını hissedebiliyordum fakat onunla konuşmak istediğim konu Yankı değildi. Bakışlarım Nadir'e döndü. Huzurlu bir uykunun içinde gibi değildi, aksine canı çok yanıyormuş gibi arada sırada yüzünü buruşturuyordu. "O nasıl?" diye sorduğumda aslında çok yersiz bir soru olduğunun farkındaydım.

"Kötüleşiyor." Bartu acıyla nefesini verdi. "Daha da kötüleşiyor. Böbrekleri iflas etmek üzereymiş. Önder en iyi doktorları getirmiş ama hepsi yapılabilecek hiçbir şey olmadığını söylemiş. İki gündür uyuyormuş. Uyandığı zamanlarda bazen kim olduğunu unutuyormuş." Gözleri bana döndü. "Bir insan kim olduğunu unutabilirken, onu bu hale getirenleri unutamıyor," dedi. "Tankut'u hep hatırlıyormuş."

Bu sefer daha büyük bir kalp ağrısıyla döndürdüm bakışlarımı Nadir'e. Onu ayakta gördüğümüz zamanlarda bile aslında ayakta değil gibiydi, hiçbir zaman dik duramıyordu. Ama Yankı demişti, o iyileşecek demişti. Ona inanmak istiyordum.

"Nadir iyileşecek," derken gülümsemeye çalıştım. "O çok güçlü bir çocuk."

"İyileşmeyecek." Kendinden emin sesi baskındı. "Kendimizi kandırmaya gerek yok. Mucizeler vardır ama mucizeler çocuklar için hiçbir zaman işlemiyor Helin. Bunu bizzat yaşadım."

Oturduğu sandalyeden kalkıp Nadir'e doğru eğildi, başının tepesine öpücük kondurduktan sonra kapıya yürüyüp çıktı. Öylece Nadir'le odada kaldığımda ilk başta ne yapacağımı bilemedim ama sonra buraya gelme nedenimi hatırlayıp Bartu'nun arkasından ben de odadan çıktım.

Benden adımlarca uzakta yürürken neredeyse peşinde koşuyordum. "Bartu," dedim yüksek sesle. Küçük hastaneden çıktı ve İBAK'a girdi, ardından İBAK'tan da çıkıp kendisini sokağa attı. "Bartu!" Bu sefer gerçekten koşuyordum ama onun büyük adımlarına yetişemiyordum. "Lütfen bekler misiniz?"

"Helin," dedi omzunun üzerinden bana bakarak. "Gerçekten burada ne işin var? Benden ne istiyorsun?"

"Sadece konuşmak istiyorum," dedim nefes nefese. "Eğer biraz daha hızlanırsan nefessizlikten bayılacağım, bunu istemezsin, değil mi?"

Bartu aniden durdu, vücudunu bana döndürdüğünde yanına yaklaştım . "Benim kimseyle konuşmaya ihtiyacım yok," dedi beklediğimden daha sakin bir sesle. "Sadece bana tahammül edebilen tek kişiyle kalmak istiyorum. Yani kendimle. Beni rahat mı bıraksan?"

Tam karşısına geçtiğimde ellerimi dizlerime koyup nefesimi düzene koymaya çalıştım, daha sonra kalbime dokunup, "Sana tahammül edebilen tek kişiyle tanışabilir miyim acaba?" diye sordum yarı alaylı yarı ciddi bir sesle. "Bu kadar sabırlısı zor bulunur bence." Ya çok büyük bir tepki verecekti ya da gülüp geçecekti. Eğildiğim yerden doğrulduğumda ikinci seçeneği uygulayıp güldü.

"Erkek erkeğe kafaları mı çekelim yani?" dedi bana gülerek. "Bunu mu istiyorsun?"

Alayla söylemişti ama ben buna fazlasıyla ciddi yaklaşıp omzuna hafifçe yumruk attım. "Eyvallah kardo, bunu yapalım hadi." Bartu bu söylediğimden sonra yüzünü buruşturdu ve başını tiksiniyormuş gibi iki yana salladı. "Ne oldu bro?" diye sordum. "Benim gibi erkek zor bulunur, var mısın indirelim bir yüzlük rakı? Korktun mu yoksa?"

Bartu elini alnına koyup sıvazladıktan sonra, "Çattık," dedi. "Sen ne çeşit bir tipsin ya?"

"Bu çeşit be bro," dedim sesimi kalınlaştırarak. "En fiyakalısından bir mekân varsa bildiğin, gidip içelim hadi. Hem bakarsın dökülürüz karşılıklı, rakı değil, biz ağlarız be."

Dayanamayarak güldü. "Sen çok çirkinleştin," dedi. "Epey çirkinleştin. İçinde nasıl bir kıro yatıyor senin?"

"Her çeşidim var." Saçımı arkaya attım. "Bu gece sana gönderilmiş bir kıroyum, eğer başından beni atarsan yan masana oturur, 'Ben oğlume bir flüt alamayacak mıyım?' diye ağlarım. Duydun mu? İbrahim Tatlıses olmamı kaldırabilir misin?"

Yüzünü tekrar buruşturdu. "O kurşuna kafa attı, sen kurşuna göğüs attın," dedi. "Bu özelliğiniz benziyor aslında." Yüzünü ekşitti. “Patavatsız bir şakaydı.”

Gülmeye başladığımda tekrar omzuna yumruk attım. "Hadi gidelim o zaman," dedim göz kırparak. "Sıra kurşuna tekme atmakta brocuğum."

"Brocuğum mu?" Bartu başıyla bana işaret verdi ve yürümeye başladık. "O zaman ben de içimdeki kıroyu salıyorum artık."

"Sal," deyip kollarımı önümde bağladım. "Bu gece kafaları çekerken adamlar gibi içelim be, erkekler gibi değil."

"Sen gerçekten çok çirkinleştin ya," dedi Bartu, sonra içten gülümsemesini görünce bunu başarmış olduğum için kendimi fazlasıyla iyi hissettim. Mutsuzluğu belki de hâlâ yerli yerindeydi ama adım kadar emindim, o kötü olduğu zamanlar yalnızlıktan hoşlanmıyordu.

Nasıl mı emindim?
Çünkü Sokak Nöbetçileri'nden gözlerinin içine baktığım zaman kendimi gördüğüm ilk kişi Bartu olmuştu.

Yalnızlığıyla, öfkesiyle, insanları anlayamamasıyla, anlasa bile yanlarında olamamasıyla. Birçok konuda Bartu'yla benzer yönlerimiz vardı.

***

Sokaktaki bir meyhaneye oturmuştuk. Saat gece yarısını çoktan geçmişti ve geldiğimiz yerde bizden başka kimse yoktu ama meyhanenin sahibini ilk gördüğüm anda tanımıştım. Yankı'yla atış yapmaya gittiğimizde bizi karşılayan adamdı. Meyhanenin içindeki tahta masalar ve sandalyeler fazlasıyla eskiydi, duvarların boyası akmıştı ve akan duvar boyalarının önüne posterler asılmıştı.

Bütün Yeşilçam filmleri duvarlardaydı, ayrıca bütün arabesk şarkıcıları da öyle.

Adama tekrar baktığımda cümleleri kulaklarımda çınlamıştı. Bartu'nun bir gönül ağrısı olduğunu söylemişti, sürekli buraya gelip içmesinin nedeni bu muydu?

Bartu bazen başka bir zamandan gelmiş gibi davranabiliyordu.

Bartu'yla aralarında geçen sohbetin ardından masaya büyük bir rakı şişesi getirdi ve mezeleri de masaya yerleştirdi. "Abi," dedi Bartu tabakları yerleştirirken. "Sen uyu istersen, ben kapatırım dükkânı." Fazlasıyla samimi oldukları buradan belliydi.

"Yok," dedi adam saate bakarak. "Saat dört sularında benim kadın gelecek, onu bekliyorum ben de." Gözleri bana kaydı. "Ee," dedi inceleyerek. "Sen hiçbir kadınla gelmemiştin buraya. Yengemizi getirdin mi sonunda?" Adam başını iki yana salladı. "Senin yüzünden kaç şişe içti şu adam be."

Şaşkınlıkla dudaklarımı araladığımda Bartu benden önce lafa atlayıp, "Yok artık," dedi. "Öyle değil abi. Kendisi Helin." Yüzüme döndü. "Dördüncü kardeşim."

Işık, Mutlu, Yankı ve ben. Dördüncü kardeşim. Kardeşi. Şaşkınlıkla ona baktım ama o neden baktığımı anlayamadı. Bartu beni bu denli kabullenmiş miydi? "Merhaba," dedim boğazımı temizleyerek ve adama baktım. "Aslında sizinle tanıştık ama hatırlamıyorsunuz. Yankı'yla bir keresinde poligona gelmiştik."

Adam kaşlarını çattı, düşünmeye başladı ve en sonunda, "Hatırladım," dedi. "Yankı'yla gelmiştiniz. Hatta ben bizimkilerin yanında altıncı kişi var diye çok şaşırmıştım." Adama bunun aksini söylemek istedim ama Bartu benden önce davrandı.

"Altıncı oldu," dedi gülümseyerek. "Altıncımız oldu."

"Vay." Adam bana daha sevgi dolu bakmaya başlamıştı. "Sokak Nöbetçileri'nin arasına bir kişi daha ha?" Rakının kapağını açıp bardaklarımıza doldurdu. "Şaşırdım."

Bartu bana altıncımız demişti. Belki öylesineydi, belki bir anlamı yoktu ama Sokak Nöbetçileri'nden olan birinin ağzından bile duymak kendimi bir anlık onlara ait hissetmeme neden olmuştu. Sonra hızlıca bunu aklımdan sildim çünkü Yankı beni kabullenmiyordu, o istemediği sürece ben hiçbir zaman altıncı olmayacaktım, o şekilde görülmeyecektim.

"Yani," dedi Bartu. "Aslında ona yenge demen pek de yanlış olmaz bence." Adama göz kırptı. "Anlarsın ya. Yakında bu kapıya Yankı da düşmeye başlar."

Utançla başımı önümdeki tabağa eğdiğimde dudaklarımı birbirine bastırıp gülümsedim. "Yankı nerede?" diye sordu adam yumuşak bir sesle. "Sizin ikinizi yan yana görmeyeli epey oldu."

Sessizlik oldu sonra Bartu rakıyı sek bir şekilde su katmadan havaya kaldırdı. "Uzun zaman da göremezsin artık." Bardaktan büyük yudumlar içip masaya bıraktı.

Adam kısa bir süre Bartu'nun yüzüne baktıktan sonra sessiz kalması gerektiğini düşünüp yanımızdan uzaklaştı. Ben de onun arkasından su katılmış rakıdan birkaç yudum aldım ve yüzümü buruşturup masaya bıraktım.

"Ne oldu bro?" dedi Bartu alayla. "Alışık değil misin yoksa?"

Yüzümü buruşturarak, "Yok be brocuğum," dedim ve bardağı havaya kaldırdım. "Sadece yaşadıklarımız canımızı yakıyor, rakı onun üzerine su serpiyor, anlarsın ya. Ateşin üzerine su serpersen daha fazla harlanır. İçim harlanıyor kardo."

Bardağımı bardağına vurup birkaç yudum daha içtim. "Helin," dedi masanın üzerinden bana eğilip. "Hayatın kamyon arkası yazıları okuyarak mı geçti kardeşim senin?"

"Kamyon arkası yazıları okuyan çok insanla tanıştım," dedim yine yüzümü buruşturarak. "Öğrendiklerimi gösteriyorum işte. Hatta bak, şunu da biliyorum." Bardağı masaya vurup havaya kaldırdım. "Burada olmayanlara demek bu, değil mi?"

Bartu gülümsedi, cevap vermedi, sonra bardağı masaya sertçe vurdu ve kafasına dikip sonuna kadar içti. O sırada sessizliği bölen, arkada çalan Zeki Müren şarkısı oldu. Bartu başını adama doğru sallayıp bardağına yeni içkisini doldurdu.

Aramızda bir süre sessizlik devam etti. Ne diyeceğimi bilemediğim için bardağımdan küçük yudumlar almaya devam ettim ama Bartu'nun bir karın ağrısı varmış gibi benimle göz göze geliyor, sonra başını çeviriyordu. Ona zaman tanıdım. Hızlı hızlı içtiği rakısının ona az da olsa etki etmesini bekledim.

Dakikalar sonra sanki umursamazmış gibi, "Eve gittiniz, değil mi?" diye sordu. Çatalını bir mezeye batırdı. "Lâl'i gördün mü? Nasıldı?"

Başımı omzuma doğru yatırdım. "Bartu," dedim. "Bana neden rol yapıyorsun?"

Gözlerini açtı, çatalı bıraktı. "Rol mü?" diye sordu. "Ne rolü?"

Omzumu indirip kaldırdım. "Şu an onu deli gibi merak ettiğini biliyorum hatta onu görmek istediğini de biliyorum. Hatta onun yanında durmak istediğini de biliyorum. Neden bunu bana göstermemeye çalışıyorsun?"

Rakısından yudumlar alıp masaya bırakırken elini çenesine yasladı. "Artık yeni kararlar aldım," derken bakışları uzaklara daldı. "Bundan sonra Lâl'e zarar veren her şeyi gizleyeceğim." Bakışları kısıldı. "Bu benim duygularım olsa bile."

Ben de rakımdan büyük bir yudum alırken gitgide alışmaya başladığımı fark ettim. Onun gibi elimi çeneme yasladığımda, "Senin duyguların ona zarar vermiyor," diye açıklama yapmaya çalıştım. "Yani senin ona karşı hissettiklerin benim bu yaşıma kadar gördüğüm en yüce duygular. Ben daha önce bir adamın bir kadını bu kadar büyük sevdiğini hiç görmemiştim, biliyor musun? Sonra seninle tanıştım. Sen söylemeden bakışlarından anladım. Ona bazen öyle bir bakıyorsun ki sanki senin dünyan sadece Lâl'den ibaretmiş gibi."

Gülümsedi. "Önemli olan da bu ya," dediğinde başını salladı. "Ben bakıyorum, ben görüyorum, ben dünyamı ona sığdırıyorum ama o, bunların hiçbirini görmüyor. Bak, sen görüyorsun ama o görmüyor. Çok tuhaf, değil mi?" Duraksadı, nefesini verdi. "Belki de görüyor ama görmezlikten geliyor. Ne var, biliyor musun? Bakan benim, o değil. Artık bunları gizleyeceğim."

Söyledikleri kalbimin üzerine bir ağırlığın çökmesine neden olduğunda, "Onu artık sevmek istemiyor musun?" diye sordum ve ben soruyu sorar sormaz bakışlarının rengi değişti. "Ya da onu unutmak mı istiyorsun?"

Bardağını havaya kaldırıp sonuna kadar içti, sonra bir daha doldurdu ve onu da içti. "Ben," dedi elinin tersiyle ağzını silerek. "Bartu Sarca, Lâl Sarca'yı unutacak, öyle mi?" Güldü ama ağlasa canımı daha az yakardı. "Ben onu isteyerek sevmedim ki Helin, istediğim zaman unutayım. Hem…" Yutkundu. "Onu sevmeyen bir Bartu'ya ben bile tahammül edemem. Düşünsene. Aklıma geldiği zaman kendimi iyi hissetmeme, hayata bağlanmama neden olacak bir Lâl olmayacak. Böyle bir hayat benim için cehenneme dönüşür."

Kollarımı masaya yaslayıp ona doğru eğildim. "Ama onu sevmek sana zarar veriyor."

"Ama onu sevmem ona zarar veriyor," dedi söylediğimi daha farklı tekrar ederek. "Yani öyleymiş. Bugün Yankı öyle söyledi. Belki klişe ama eğer bu ona zarar veriyorsa ben de bunu gizleyebilirim, değil mi?"

"Hayır." Saçlarımı kulağımın arkasına itekledim. "Yankı'nın anlatmaya çalıştığı bunlar değildi, sen onu tamamen yanlış anladın."

Bartu başını çevirdi ve yan taraftaki sokağa bakarak, "Yankı," dedi. "Lâl'i hak etmediğimi söyledi. Yankı söyledi bunu. Hayatına yalan bulaşmamış adam söyledi. Onun her zaman haklı çıkmasından nefret ediyorum ama yine haklıydı. Ben Lâl'i hak etmiyorum."

"Onu senden daha fazla hak edecek tek bir adam yok, olmayacak da." Kaşlarım çatıldı. "Belki ben Yankı gibi dürüst değilim ama sana bu konuda yalan söylemem için de bir nedenim yok. Evet, onu hak etmiyorsun çünkü öfkeni kontrol edemiyorsun, endişeni kontrol edemiyorsun, sen sevgini bile kontrol edemiyorsun Bartu. Düşünmüyorsun, sadece onu korumak istiyorsun ve her şey mahvoluyor." Bakışları bana döndü. "Onu anlamaya çalışmıyorsun."

Parmaklarını şakağına vurdu. "Aptalım çünkü," dedi net bir sesle. "Anlayamıyorum." Derin bir nefes çektikten sonra içkisinden daha büyük yudumlar aldı. "Ama o anlıyor. Yankı anlıyor. Küçüklüğümüzden beri bu böyle. Senelerdir bir an bile şaşmadı. Lâl küçükken ağladığında hep Yankı'ya giderdi; gece korkardı, onun yanında yatardı. Sokaktaki çocuklar ona karıştığı zaman, onunla dalga geçtiği zaman bile gider Yankı'ya söylerdi. İyileştiği zaman da gelir bana sarılırdı, benimle oyun oynardı. Ben onun için hiçbir zaman kötü gününde sarılacağı o adam olmadım."

Geriye çekildim, sırtımı sandalyeye yasladım. "Yankı Lâl'i anlıyor," dedim. "Sadece bundan ibaret. Küçüklüğünden beri buna alışmış Lâl. Yankı'ya bağlılığının ve en önemlisi Yankı'nın sakinliğinin nedeni bu."

"Hayır." Bu sefer eğilme sırası ondaydı. "Biliyor musun, bazen her şeyin suçlusu benmişim gibi bakıyor Lâl. Nedeni de ne, biliyor musun? Önder bizi ilk aldığı zaman, onu sıkıca kollarından tutup kaçmasını engelleyen bendim. Eğer o an bıraksaydım kaçardı." Parmaklarını içe kıvırdı. "Bir keresinde çok ağladı, küçüktük. Dayanamadım, oturdum onunla ağladım, yalvardım bana bir yol göstersin, yardım edeyim diye ama anlatmadı. Sabırla Yankı'yı bekledi." Bardağı parmaklarının arasına aldı. "Sonra ne mi oldu? Yankı geldi, onu yine iyileştirdi."

"Lâl," diye mırıldanırken gözlerimi ondan kaçırdım. "Yankı'ya karşı bir şey..." Devamını getiremedim, gözlerimi masaya diktim.

"Bu ihtimal bile umurumda değildi," diye karşılık verdi. "Ama sonra korktuğum oldu, onun canı yanmaya başladı." Başımı kaldırdığımda beni işaret etti. "Sen geldikten sonra onun canı yanmaya başladı çünkü Yankı ve sen..." Gözlerini kapattı.

Evet, bu bir ihtimaldi ama bir yandan da biliyordum ki benim Sokak Nöbetçileri'ne olan ihanetim Lâl'in canını yakmıştı ve aslında o andan sonra ikimize karşı duvarlarını örmüştü.

"Sence o senin hislerini biliyor mu?" diye sorduğumda kapalı gözlerini ağır ağır açtı. "Bunları görmezlikten mi geliyor?"

"Herkese suskun olan Lâl, bana bir de kör oldu Helin." Cümlesi acıdan dolayı nefesimi tutmama neden oldu. "Tamamen kör oldu. Ve ben, gerçekten kimsesi olmayan adam, onu her şeyim yaptım. Annem yaptım, babam yaptım, ailem yaptım."

Ona ne diyeceğimi bilemedim ama onu anladım, öyle bir anladım ki sanki her yaşım, onun yanında durdu ve onu anladı. Uzanıp kolunu sıkarak, "Bir gün gözleri sana açılacak," dedim. "O zaman sadece sana konuşacak, eminim."

"Söylediğim gibi," dedi. "Mucizeler, küçük çocuklar için işlemiyor Helin. Senin bahsettiğin bir mucize."

Elimi kolundan çektiğimde, "Seni anlıyorum Bartu," dedim. "Seni belki de en iyi ben anlıyorum ama bak, biz büyüdük. Artık çocuk değiliz."

Şişeden bardağa rakıyı doldurup kafasına dikti, sonra bir bardak daha doldurup onu da içti. Benim rakım öylece kalırken o benim karşımda kaçıncı yudumunu içti, sayamadım.

"Sana kimseye söyleyemediğim bir şey itiraf edeyim mi?" dedi simsiyah gözlerini daha fazla karartarak. "Ben hâlâ büyümedim. Herkes haklı. Ben büyüyemiyorum. Büyüyemediğim için yapıyorum bütün bu yanlışları, büyüyemediğim için bu öfkeler. Olmuyor. Acılar insanı büyütür derler, yalan. Ben büyüyemiyorum. Kapanmış kalmışım çocukluğuma, ilerlemiyor yaşım."

Ruhum Bartu'nun ruhunun yanındaydı ve onunla oturuyordu. Anlıyordum çünkü cümleleri, kelimeleri, benim kendime itiraf edemediklerimden ibaretti. "Büyümeye çalıştın mı hiç?" diye sorduğumda daha çok kendime yöneltiyormuş gibiydim. "Kaç yaşında kaldın?"

Ben beş yaşımda takılı kalmıştım. Ben altı yaşımda takılı kalmıştım. Ben yedi yaşımda takılı kalmıştım. O yaşlarımdan çıkamıyordum, kilitlenmiştim; kilitlendiğim odada kırmızı ışıklar vardı.

"Tek bir yaşım değil," dediğinde anlayamadığım bir şekilde utançla başını önüne eğdi. "Bütün çocukluğum. Ben acının büyütemediği o çocuğum. Diğerlerini acılar büyüttü ama beni büyütmedi çünkü kabullenemiyorum, onlar kabulleniyorlar."

Günlerdir gizlediğim her acım, onun söyledikleriyle ortaya çıkmaya başlamış gibiydi. Beş yaşım bir odanın içinde bağırıyordu, altıncı yaşım pencereden kaçmaya çalışıyordu, yedinci yaşım kendini öldürmek istiyordu. Geriye kalan yaşlarım, hatırlayamadığım, zihnimde yaşatılan hayatında kurtulmak istiyordu.

İki yaşımdaki halimi bile hissediyordum sanki, bir annenin tenine ihtiyacı var gibiydi.

"Kabullenemediğin ne?" diye sorduğumda hem korkuyor hem kendi gerçeklerimle yüzleşmek istiyordum.

Yine içkisinden içti. Biraz daha içti, sonra biraz daha içti. Dakikalar geçti, sabırla ona baktım ve onun yüzüne acı biraz daha bulaştı. Kısık bir sesle, "Doğduğumda sokağa bırakılmışım," derken yüzüme bakmadı, masayı izlemeye devam etti. "Annemi babamı asla kimse bilmiyor ama bununla da sınırlı değil. Beni sokaklardaki insanlar büyüttü. Tek bir sütle beslenmedim mesela. Bir yaşıma kadar bir kadın büyütmüş, o beslemiş. Sonra iki yaşımda başka birisi beslemiş. Üç yaşımda başka birisi. Hayal meyal belirli bir yaşımdan sonralarını hatırlıyorum. Derme çatma bir evde yaşıyordum ama başımızda bir anne ya da baba yoktu, birkaç çocuktuk. Filmlerdeki dilendirmeler sadece güzel hayaller, bize daha kötülerini yapıyorlardı. Keşke dilendirselerdi."

Sesinin titrediğini hissettiğimde başını eğdiği yerden kaldırmıyordu. Elleri masanın üzerinde yumruk halindeydi; düşündükleri, geçmişi onun yumruklarını sıkmasına, sesinin titremesine neden oluyordu. "Çok mu kötülük yaptılar?" diye sorduğumda benim de sesim titriyordu.

"Yaptılar," dedi kuru bir sesle. "Beni kötülükle büyüttüler, beni bir çocuk gibi büyütmediler. Biz onların sadece bir eşyasıydık." Başını eğdiği yerden kaldırıp yüzüme baktığında gözlerinin dolduğunu gördüm. "Sonra yaşlarım ilerledi, ilerlerken daha çok kötülük gördüm. Bu en kötüsüydü dedim, daha kötüsü oldu. En kötüsü oldu." Başını iki yana salladı. "Keşke o sokakta terk edilmiş olan bebek ölseydi de en kötüsü olmasaydı."

Elim ağzıma doğru gitti, kendimi durdurmaya çalıştım ama gözümden bir damla yaş yuvarlanarak yanağıma süzüldü, oradan elime dokundu. "Ama şu an iyisin," dediğimde sesim titriyordu. "Yani o kötülükler yok. İyisin, güzel bir hayatın var. Kardeşlerin var. Arındın."

"Arındım mı?" Başını yana çevirdi ve gözlerini sıkıca yumduğunda çenesinin kasıldığını gördüm. "Arınsaydım böyle bir adam olmazdım. Öfkeli, her şeyi mahveden, kırıp dökmekten çekinmeyen, aptal. Sonra benden değişmemi istiyorsunuz? Kötülükle büyüdüm ben. Öfkeyle büyüdüm, kendimi koruyarak büyüdüm. Çözümlerim hep dayak yemek ya da dövmek oldu. Ben nasıl değişebilirim?" Yumruğunu hafifçe masaya vurdu. "Kendime tahammül ettiğimi söylemiştim, değil mi? Artık bugünden sonra kendime de tahammül edemiyorum."

Oturduğum sandalyeden kalktım ve onun yanındaki boş sandalyeyi çekip oturduğumda kapalı gözlerini araladı, direkt göz göze geldik. "Bartu," dedim acıyla. "Beni dinle. Arınabilirsin." Beni ciddiye almadı. "Arınacaksın," dedim bu sefer. Yine umursamadı. "Arınmak zorundayız," dediğimde umursamaz yüzü değişti. "Anladın mı? Değişmek zorundayız. Arınmak zorundayız. Bunu yapmak zorundayız. Anılarını silemezsin ama anılarından kendini silebilir, yeni bir sen yaratabilirsin. Tertemiz." Sıkıca kolunu tuttum ve onu kendime çevirdim. "Bunu sen yapamazsan, ben de yapamam."

İlk defa Bartu da bana baktığında beni anladı, ruhlarımızın yan yana oturduğunu o da fark etti. Onun beşinci yaşıyla, benim beşinci yaşım birbirlerini izlediler; birbirlerine yardımcı olmak istediler. "Nasıl olacak?" diye sordu.

"En zoruyla," dediğimde parmaklarım daha sıkı tuttu kolunu. "Yüzleşeceğiz. Diyelim ki depremden çıktın ve evinin bir kısmı yıkıldı. Bu senin için en kötüsüydü. Geriye döneceksin, o yıkılmış eve gideceksin hatta içeriye gireceksin. Tekrar yaşayacaksın belki ama bu sefer orada yaşadıklarıyla yüzleşen çocukluğun olmayacak. Acıyacak belki ama yavaş yavaş arınacaksın. Bunu yapacağız."

"Ya olmazsa?" Gözlerinin içi kıpkırmızıydı, konuşurken çenesi kasılıyordu ama ağlamayacaktı, bunu yapmayacaktı biliyordum çünkü geçmiş konu olduğunda, ağlamamak için direnirdi, bunu kendimden de biliyordum.

"Olana kadar acıtacağız o halde," dedim. "Ben seni anlıyorum, Bartu. Eğer istediğin anlaşılmaksa ben seni anlıyorum. Bunu hiçbir zaman unutma. Beraber seni değiştireceğiz ve beni iyi dinle. Lâl seni sevecek demeyeceğim, Lâl seni sevdiğini görecek, anlayacak."

Bunu duymaya ihtiyacı vardı. Umutları tekrar yeşerdiği anda yüzüne belli belirsiz bir gülümseme oturdu. Bir anda beni kendisine çekip sarıldığında "Hayatımda sevdiğim dört kişi vardı," dedi. "Sen de beşinci oldun, bir de başıma senin gibi bir kız kardeş çıktı. Daha fazla bela istemiyorum ama bir kere kardeş dedim, canını acıtanı kum torbası yaparım."

Yankı dışında başka bir erkek, gerçekten bana içten bir şekilde sarıldı ve bu sarılma, daha önceden tatmadığım bir duyguydu.

Lâl'in kollarında anne sıcaklığı vardı.
Işık'ın kollarında kız kardeş sıcaklığı vardı.

Bartu'nun kollarında abi sıcaklığı vardı, beni kollarının arasında tutarken o abi sıcaklığı, kendimi güvende hissetmeme neden oldu.

Bir kez daha anladım, Sokak Nöbetçileri benim bütün eksikliklerimi tamamlıyordu ve onlar benim ailem olmuştu.

***

Taksiden inerken Bartu ayakta duramayacak kadar kötü durumdaydı ve ben de onun koluna girmiştim. Neredeyse bütün şişeyi o bitirmişti, oturdukça daha fazla içmeye devam etmişti en sonunda ise masada uyuklamaya başlamıştı. Arada sırada Lâl'i sayıklamıştı, bunu her gece yapıyor mudur diye merak etmeden duramamıştım çünkü Yankı'yla aynı odayı paylaşıyordu ve Yankı sürekli bunu duyuyor olmalıydı.

Evin kapısına geldiğimizde "Bartu," dedim. "Lütfen bütün ağırlığını verme, yürüyemiyorum." Bir elim, beline sarılıydı, o da elini omzuma atmıştı ama zor yürüyordu ve gözleri kapalıydı.

"Lâl," dedi ağız ucuyla. "Uyuyor mu? Yoksa hâlâ ağlıyor mu?"

Ondan aldığım anahtarla kapıyı açtığımda ve düşündüğümden daha fazla ses çıkardığımızda "Şşş," diye inledim. "Herkes uyuyor."

"Lâl uyuyor," dedi sonra beni beklemeden oturma odasına doğru yürümeye başladı, ben de onun peşinden ilerledim ve sırtını tuttum. Dış kapı sert bir şekilde çarpıldığında kendi kendime kısık bir sesle söylendim.

Bartu, odanın ortasında durdu, etrafa baktı sonra kendini üçlü koltuğa yüzüstü bıraktığında ayakları yere değiyordu ama yüzü koltuktaydı.

Zorlukla bacaklarını koltuğa taşıdığımda ve botlarını çıkardığımda kendi kendine söylenmeye devam etti ama çoktan uykuya dalmaya hazır gibiydi. Bir süre daha tepesinde dikildim ama gözlerini açmadı, nefesi düzenli bir hal aldı. "Bartu," dedim ama çoktan sızmıştı ve bana yanıt bile vermedi.

Diğer koltuğun üzerinde duran ince pikeyi onun üzerine attığımda geceden beri ilk defa yüzü böylesine huzurlu görünüyordu. Odadan sessizce çıktım ve merdivenlere yöneldiğimde nereye gittiğimi sorguladım, basamaklarda adımlarım duraksadı.

Lâl'in yanına gidemezdim, o odada artık beni istemediğini anlamıştım; şimdi orada uyurken gidip onu rahatsız etmek istemiyordum, özellikle bugün çünkü biliyordum ki yalnız olmaya ihtiyacı vardı. Oturma odasına dönemezdim, Bartu orada uyuyordu.

Zaten uyumak istemiyordum ki.

Basamakları yavaş yavaş çıkmaya başladığımda ben de zihnimin Bartu gibi uyuşmasını ve uyuyakalmayı istediğimi fark ettim, doğru düzgün alkol almamıştım ama keşke alsaydım. O zaman uyku benim için daha imkânlı bir hale gelecekti, bunu biliyordum.

Üst kata çıktığımda uzun koridora, kapalı kapılara baktım. Lâl'in odası, Işık ve Mutlu'nun odası.

Yankı ve Bartu'nun odası. Büyük ihtimalle Yankı o odada tek başınaydı. Seslere uyanmış olduğuna adım kadar emindim, uykusu hafifti ama kapıyı açıp bakmamıştı.

Adımlarımı o odaya doğru yönlendirdim, sırtımda sanki büyük bir ağırlık vardı; bu sırtımdaki ağırlık, canımı neden yakıyordu bilmiyordum ama birazdan sanki büyük bir yangının içinde kalacakmışım gibi parmaklarım uyuşuyordu.

Yankı'nın uyuduğu odanın önünde durdum. Sırtımdaki ağırlık arttı. Elim kapının koluna doğru uzandı, ağırlık sanki sırtıma tırnaklarını geçirdi ama o kapıya doğru itmek için değil, geri çekmek içindi.

Elim kapının kolunda asılı kaldığında neden onun yanına gitmek istediğimi anlamıştım. Yine kötüydüm, yine onun beni iyi etmesine ihtiyacım vardı, yine ona gidip belki de sözlerimle olmasa da gözlerimle beni iyileştirmesi için dilenecektim.

Sırtımdaki tırnaklar bunu engelledi. İlk defa Yankı'ya koşulsuz şartsız giden ayaklarım direndi ve kırgınlığım mı yoksa kendi kendime güçlü durma hissim mi bilmiyorum beni o kapıdan uzaklaştırdı.

Arınacaktım, güçlenecektim, silecektim; bunları neden kendim yapmıyordum, neden Bartu'ya söylediklerimin yükünü, Yankı'nın omuzlarına yüklüyordum? Neden kendi gücümü görmezlikten gelirken, ondan ibaret olduğumu düşünmeye başlamıştım?

Sadeceden ibarettim, sadeceden ibaret Helin, tek başına da üstesinden gelebilirdi acılarının.
Bana bunu söylemek istemişti, söylediklerini gerçekleştirecektim.

Adımlarım geri geri gitti ve iki ilerideki kapıya doğru yürüdüğümde bu sefer sırtımdaki tırnaklar, beni o odaya iteklemek için canımı yaktı. Öyle bir bastırıyordu ki sivri tırnaklarını, ben o odaya giremezsem bu gece, bir daha hiçbir oda beni kabul etmez gibi geliyordu.

Kapalı kapının önünde durdum, başımı kaldırdım ve yine elim kapının koluna gitti.

"Güçlüsün," dedim kendime kısık bir sesle. "Arınacaksın. Bunu yapacaksın. Tek başına yapacaksın."

Elim kapının koluna baskı yaptı ve beklediğim gibi olmadı, kapı kilitli değil, açıktı. Bu kadar cesur olmamın nedeni, kilitli olabileceğini düşündüğümden ötürüydü ama kilitli değildi, o lanet kapı açıktı.

Yutkunduğumda gözlerimi sıkıca yumdum sonra kapıyı itekledim ve içeriye doğru adım attığımda kapalı gözlerime rağmen ışıklar gözkapaklarıma çarptı, kendimi ateşin içine düşmüş gibi hissettim; kırmızı sadece ateşin rengi değil miydi? Cehennem kıpkırmızıydı, burası benim cehennemimdi.

Gözlerimi araladım. Cehennem beni daha da fazla kucakladı, kapıyı yavaşça elimle kapattım. Parmaklarım kilidin üzerindeki anahtara dokunduğunda onu çevirdim ve kendimi, cehennemime kilitledim.

Kırmızı ışıklı oda.

Günler sonra tekrar yüzleştiğim gerçeğim.

Benim cehennemim, ateşin rengi.

Kucak açtığım çocukluğum.

Kalbimin hızlı atmasını bekliyordum ama öyle olmadı. Durdu. Evet, durdu atmadı sanki. Nefesimin kesilmesinin tek nedeni bu olmalıydı.

Vücudumdaki bütün his uzaklaştı, bir adım attım ayak tabanlarımı hissetmek için sanki havada süzüldüm ama yürüyebilmiştim. Başka bir adım daha attım, elim kalbime doğru gitti, atıp atmadığını kontrol ettim ve orada, avcuma çarpan kalbimi hissettim.

Acıyla değil, nefretle değil, öfkeyle değil; korkuyla atan kalbimi hissettim.

Yine duvarlarda fotoğraflar vardı, her fotoğrafta Sokak Nöbetçileri vardı ama bu sefer daha farklıydı. O fotoğrafların bazılarında kendimi de görmüştüm.

Teknede çekilmiş olan fotoğrafımız. Mutlu'nun ben ve Yankı'yı çektiği fotoğraflar. Gizli gizli çekildiğimiz anlar. Gülümserken, kahkaha atarken, ben Yankı'yı izlerken. Hepsi ipe asılmıştı ve ben kendimi nasıl ölü hissediyorsam, o fotoğraftaki kız kendini bir o kadar canlı hissediyordu.

Gözlerim masanın üzerine kaydı. Beyaz kâğıtlar vardı, birbirinden ayrılması için kesilen fotoğraflar ve makas.

Tenimden bir ürperti geçtiğinde bakışlarım odanın içindeki koltuğa doğru döndü ve kendimi gördüm ya da görmek istedim. Günler önceki bendi, cenin pozisyonunda yatıyordu ve korkudan ölecek gibiydi; kendi kendini uyutmak için kendine ninniler söylüyordu.

Sonra o yatan kadın değişti, küçüldü, çocuklaştı; ağlamaya başladı. Daha fazla ayakta duramadım ve yere, dizlerimin üzerine çöktüm. Kendi idamını bekleyen bir suçlu gibi değil de kendi idamını bekleyen bir cellat gibi kapının açılmasını bekledim. Bugün suçlu değil cellattım çünkü kendi ayaklarımla gelmiştim korkularıma. Cellatlar ölüm demekti, ben kendimi bir ölü gibi hissediyordum.

Koltuğun üzerinde uyuyan kız ağlamayı bıraktı.

Kapı sanki zorlanıyor gibi oldu.

Gözlerim masanın üzerindeki makasa doğru kaydı.

Kendi bileğimi değil, o çocuğun bileğini kessem iyileşir mi, diye düşündüm.

Kapı daha fazla zorlandı, küçük kız çocuğu korkuyla koltuğun üzerinde geriye doğru kaçtı, ben onun korkularına gözlerimi kapattım.

Ben geldim, dedi o nefret ettiğim ses. Beni özledin mi?
Beş yaşım ağlayarak duvarları yumrukladı, küçücük bedenine bakmadan karşı koymak için ellerini sallamaya başladı.

"Seni özlemedim," diye mırıldandım yüksek bir sesle. "Senden korkmuyorum."

Kapı zorlanmayı bıraktı. Sessizlik oldu sonra kırılma sesi geldi; benim cehennemimin kapısı kırıldı ama içeriye daha fazla kırmızılar yağdı.

Benden korkmuyor musun, dedi o ürkütücü ses. Ama küçük kız öyle söylemiyor.
Beş yaşım korkuyla kaçıyordu, saklanacak bir yer arıyordu ama cehennemde saklanacak tek yer ateş olurdu, bunu bilmiyordu.

"Artık o küçük kız değilim." Sesim beklediğimden daha yüksek çıktı, ona karşı koymak istedim.

Titriyorsun, dedi o şefkatten yoksun ses. Sen sadece korkarken titrersin, bunu sana ben öğrettim.

Dizlerimi karnıma doğru çektim, gözlerimi açamadım. Titriyor muydum gerçekten? Ellerimi hissetmek istedim, parmaklarımı ellerimde gezdirdim ama hissedemedim. Birbirine çarpan dişlerim miydi? Soğuk muydu? Neden cehennem sıcacıkken ben böyle titriyordum?

"Lütfen bize dokunma." Bunu ben söyledim, bunu beş yaşım söyledi.

Bunu altıncı yaşım söyledi.

Bunu yedinci yaşım söyledi.

"Lütfen seni unutmama izin ver." Başımı iki yana salladım. "Lütfen yaşamama izin ver. Ben arınmak istiyorum."

Zihnimde çığlıklar yükseldi, ağlamaları duydum; bir tokat sesi geldi, bir tekme sesi sonra yine çığlıklar vardı. Bu sefer parmaklarımda ıslaklık oluştu, o ıslaklık kendi kanıma aitti biliyordum. Dayanamadım, gözlerimi açtım, ilk olarak parmaklarıma baktım ama kan yoktu sonra tam karşımda benim gibi dizlerinin üzerine çökmüş olan yedinci yaşımı gördüm. Parmaklarında kan vardı, kendi kanıydı.

Elini bana doğru uzattı, temizlemem için değil, beni suçlamak için gösterdi. Kaşlarını çattı, her şey yüzünden bir kez daha kendini suçladı, bir kez daha beni suçladı. Başımı iki yana salladığımda gözlerim yine masanın üzerindeki makasa kaydı.

O makasla boynunu kessem, acıları diner miydi yedinci yaşımın, arınır mıydım?

Ben hep burada olacağım, dedi o şeytani ses. Ben hep sizin saçlarınızı okşayacağım, ben hep sizin korkularınızım.

Gözlerimi yedinci yaşımın gözlerinin içine diktim, o bana baktı, ben ona baktım sonra saçlarımda kirli parmaklarını hissettim yine. Kırmızı ışıklar karardı sanki tenimde yangınlar çıktı, yaralı olan her yerim iz kalan bütün acılarım yanmaya başladı fakat buz kestim.

Bana artık dokunma, demek istedim ama dokunduğu ben değildim ki, küçük bir kız çocuğuydu. O küçük kız çocuğunun saçlarında o kirli parmaklar gezindi, ben büyüdüm ama o kirli parmak izlerini temizleyemedim, engelleyemedim.

Omuzlarımda eller hissettim. Parmakları saçlarımdan omuzlarıma kaydı, dikenler battı bedenime. Çocukluğum çırpındı, ben onu izledim. Eli sırtımda gezindi, eli karnımda gezindi, eli bacaklarımda gezindi.

Tenim parçalandı ama ben hareket dahi edemedim.
Saniyeler geçti, dakikalar geçti. Uzanıp da makası tutamadım, o makasla kendi bileğimi kesemedim.

Ağlayamadım, direndim; ben direnirken çocukluğum gözlerimin önünde kendini yok etti yine. Onu kurtarmak için girdiğim odada, yine onun yok oluşunu izledim; o an aslında kendi çocukluğumun celladı oldum.

"Helin." Kapının kolunun çevrildiğini duydum. Gözlerimin önünde çocukluğum çırpınışlarının arasından korkuyla kapıya baktı; saçlarımı okşayan eller bile duraksadı. "Helin, aç kapıyı." Başımı iki yana salladım. Sanki ruhum yok olmuştu, sanki atan kalbim bile hissetmiyordu hiçbir şeyi. Neden bu kadar tepkisizdim?

Çocukluğum gözlerimin önünde yok oluyordu.

Onlarca kez yok olduğu gibi.

Ses uzaklaştı. Saniyeler geçti. Sonra başka bir ses daha geldi, kapının kilidinin açıldığını hissettim; korkuyla titredim ama başımı çevirip de kapıya doğru bakmadım.

"Helin." Adım sesleri işittim. Hiçbir tepki veremedim, avcumun içindeki acıyı bile o ana kadar hissedememiştim. Omzuma dokunduğunda irkilip daha fazla titredim ve omzumu o elden kurtardım. Vücudumdaki titreme arttı, nefes almak artık tamamen imkânsızlaşmaya başladı ama gözlerimi karşımdaki yedi yaşımdan ayıramadım, bir yandan da gelen kişiden ürkerek kollarımla yüzümü gizledim.

O izlediğim çocukluğumun önüne güçlü bir gölge düştü sonra bir yüz ve turkuaz gözler. Karşımda benim gibi diz çöktüğünde onun arkasında kalan çocukluğumu göremiyordum ama tiz çığlıkları, kulaklarımdaydı.

"İyi değilsin," diye mırıldandı. Ona baktım ama aslında onu göremedim. Vücudundan delip geçen geçmişimi izlemeye devam ediyor gibiydim. Ellerini havaya kaldırdı, bana dokunmak istedi fakat bir kez daha titreyip geriye doğru çekildim. "Tamam," dedi. "Dokunmayacağım." Çaresizlikle elini aşağıya indirdi. "Bak ben Yankı," dedi. "Buradayım. Hiçbir şey olmayacak."

Evet, hiçbir şey olmayacaktı ama zaten olan olmuştu, önemli olan da bu değil miydi?

Gözlerim tekrar ellerime kaydı, parmaklarımın ucundan yere damlayan kan yoksa ben neden kan kokusu alıyordum? Elimi kokladım, benden gelmiyordu. Başımı eğip Yankı'nın arkasındaki çocukluğuma baktım. Sonunda o kirli eller, ondan uzaklaşmıştı ama sıska bedeni, yere düşmüştü ve cenin pozisyonunda korkuyla titriyordu. Kan, ağzından geliyordu.

"Helin," dediğinde Yankı'nın sesinde korkuyu duydum. "Bir şeyler söyle, konuş benimle."

Arınacaktım, unutacaktım, şu an, bu halimle o geçmişimdeki kızı kurtaracaktım; kanı temizlemeyecektim ama kirlerini silebilecektim.

Onun izini silecektim, yok edecektim; gerekirse çocukluğumu da öldürecektim.

"Yankı," dediğimde gözlerimi ona çevirmedim, donuk bakışlarla karşıya bakmaya devam ettim. "Masanın üzerindeki makası eline alır mısın?"

Gözleri masanın üzerindeki makasa doğru döndü ve sonra "Neden?" diye sordu. Hiçbir cevap vermedim, o makası almasını bekledim; günlerce de olsa o makası almasını beklerdim. Bir süre sonra makası eline aldığında yüzünü tekrar bana çevirdi.

Arınacaktım, unutacaktım, kurtaracaktım.

Yok edecektim, tekrar var edecektim; ben zamanın içinden kendimi kurtaracaktım sonra da o zamanın içinde kendimi öldürecektim.

"Yankı," dedim titreyen bir sesle, ilk defa kendimi duydum. "Şimdi o makasla saçlarımı keser misin?"

"Ne?" Başını hızlı bir şekilde iki yana salladı. "Bunu yapmam, bunu sana yapmam. Benden bunu isteme."

"Yap," dediğimde tekrar ellerime baktım. "Benim gücüm yok, ellerimi hissetmiyorum hem görmüyor musun? Ellerimde kan var."

Gözleri ellerime kaydı, uzun bir süre baktı sonra yine "Yapamam," dedi çaresiz bir sesle. "İzin ver sana yardım edeyim."

"Bana yardım edebilirsin," dediğimde sesim daha fazla titredi. "Beni arındırabilirsin, unutturabilirsin, kurtarabilirsin. Saçlarımı kes, Yankı. Onları kes." Gözlerim ilk defa onun gözlerine gerçekten baktı ve yalvarırcasına "Ne olur," dedim. "Saçlarımı kes. Bunu istiyorum yoksa geçmeyecek bu acı. Hep saçlarımda onun parmaklarını hissedeceğim."

"Ben," dedi sustu, gözlerini kapattı sonra nefesini verdi. "Buna kıyamam, saçlarına kıyamam."

Yüzümü izlerken art arda başını iki yana sallıyordu ama öylesine çaresiz görünüyordu ki başka bir yolunun olmadığını o da fark etmişti. "Sen kesmezsen ben o makası zor da olsa elime alacağım," dedim tam gözlerinin içine bakarak. "Ama kestiğim saçlarım olmayacakmış gibi hissediyorum. Sen bunu yapmazsan, ben daha kötüsünü yapacağım."

Yüzüne daha fazla acının bulaştığına şahit oldum. Çaresizce dudaklarını araladı ama hiçbir şey söyleyemedi ve bakmaya devam etti. İlk defa Yankı Sarca'nın da başka bir yolu yokmuş gibiydi eğer varsa da ben o yolları silip atmıştım; kendi yolumu ona göstermiştim.

Helin Aktan’ın yollarındaki tek ışık, kırmızı ışıklardı.

Saniyeler, dakikaya dönüştüğünde makası daha sıkı tuttu ve gözlerini kapattı. "Bu yüzden," dediğinde bana doğru yaklaştı. "Seni affetsem bile kendimi asla affetmeyeceğim."

Parmakları yavaşça saçlarıma uzandı, o an ilk defa Yankı Sarca'nın ellerinin titrediğini hissettim; ilk defa onun da elleri titredi ama korkudan değil gibiydi.

Saçımın önünden bir tutamı aldı, parmaklarının arasında okşadı sonra makası yaklaştırdı ve yüzüme bakarak o bir tutam saçı kestiğinde sanki saçımı değil, bileğimi kesmiş gibi acıyla yutkundu. Bir an bile beklemedi, diğer taraftaki saçımı da tuttu ve orayı da kesti. Ardından arkama geçti ve makasın sesini işittim, oradaki saçlarımı da kesti.

Belime kadar gelen saçlarım, omuzlarıma ulaştığında kanlı parmaklarıma, saçlarım düştü. O kirli saçlar, parmaklarımdaki kanları temizlesin diye avucumun içinde sıktım. O an, tırnaklarımı avucumun içine batırdığım için kan topladığını gördüm; şiddetli acının nedenini o an anladım.

Makasın yere düşme sesini duyduğumda gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım ve elim saçlarıma tutundu. Tamamen kısalmıştı, o uzun saçlarım artık yoktu ama artık kirler de yoktu. Tamamen olmasa da arınmıştım. Gözlerimi tekrar açtım. Karşımda çocukluğumu göremedim, çığlıkları bir daha duymadım ama yeniden geleceklerdi, biliyordum.

"Yankı," dedim. Arkamda durduğunu biliyordum. "Şimdi de saçlarımı okşar mısın? Sadece sen okşar mısın?" Acıyla yutkunduğumda artık hissedemediğim bütün duygularım gün yüzüne çıkmaya başlamıştı. "Sadece sen sever misin saçlarımı?" Derin bir nefes aldı sonra beni kendisine doğru çektiğinde sarıldı. Başım göğüs kafesine denk gelirken çenesi alnıma dokundu ve parmakları saçlarımda gezinmeye başladı.

Yankı Sarca kestiği saçlarımı sevdi, sadece o sevdi; arındığım yerde tertemiz parmakları benim saçlarımda gezindi.

"Yankı," dediğimde artık hissettiklerim katlanılmaz dereceye gelmişti. Vücudum titriyordu, ellerim titriyordu, dizlerim titriyordu, sesim titriyordu; ben titriyordum ama Yankı da titriyor gibiydi. "Yankı," dedim tekrar. Gözümden bir damla yaş düştü. "Beni bu odadan çıkarır mısın?" Saçlarımı okşayan parmakları duraksadı. "Ben çok korkuyorum, çok fazla korkuyorum. Ben hâlâ korkuyorum."

"Korkma," dediğinde beni daha sıkı sardı. "Ben varsam, senin korkacak hiçbir şeyin yok. Ben varım, buradayım." Bu son olmuştu.

Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığımda gözlerim yerlerdeki saçlarıma kaydı ve başımı iki yana sallayarak gözlerimi kapattım.

Çok korkuyordum, seneler geçse bile çok korkuyordum; olacaklardan değil, olmuşlardan. Artık korkularımın nedeni çocukluğumdu çünkü beni bir gün ölümün kıyısına getirecek diye ödüm kopuyordu, eğer ölürsem Sokak Nöbetçileri’ni bir daha göremezdim.

Yankı, bir elini bacaklarımın altından geçirdi diğer eli belimden sıkıca tuttu ve kucakladığında ayağa kalktı. Kollarım onun boynunu sıkıca tutarken ağlamaya devam ediyordum.

O kırmızı ışıklı odadan çıktı, geride kirli saçlarım, Yankı'nın parmaklarının dokunduğu makas ve korkak çocukluğum kaldı. Yürürken onun dengesini sarsacak kadar çok titrediğimi yeni fark ediyordum ya da o titriyordu, bilmiyordum.

"Ölmek istemiyorum," çıktı dudaklarımdan. "O beni öldürecek. Çocukluğum bir gün beni öldürecek."

Odasına girdik. Işığı açmadan beni yatağına yatırdığında ayakkabılarımı çıkardı sonra üzerimdeki ceketi. Hiçbir cevap vermedi, yüzüne bakmak istedim ama karanlıktan dolayı hiçbir şey göremedim.

Yanıma uzandı. Birkaç saniye sonra arkadan bana sarıldığında kolu, belimi sıkıca kavradı ve beni, güven veren göğüs kafesine yasladı. Cenin pozisyonunda ağlamaya devam ederken diğer eli saçlarımda gezinmeye devam etti, parmakları saçlarımı sevdi.

"Çok korkuyorum," dediğimde gözlerimi sıkıca yumsam da kendimi o odada hissediyordum. "Ve bunun çaresi yok."

"Var," dediğinde nefesi kulağımdaydı. "Sen küçükken tek başına korktuğunda kendi kendine ninniler söylerdin değil mi?" Başımı olumlu anlamda aşağı yukarı salladım. "Birbirimize benziyoruz, ben de ıslık çalardım. Dinlemek ister misin?" Tekrar başımı aşağı yukarı salladığımda saniyeler içinde ıslık sesini işittim ve fazlasıyla huzurlu bir melodi kulaklarıma doldu.

Bir yandan saçlarımı sevdi, bir yandan güzel bir melodiyi kulaklarıma doldurdu. Ağladım, ağlamaya devam ettim ama o bıkmadı.

Melodisi o kadar dinlendiriciydi ki benim ninnilerimden daha huzurluydu. Dakikalar içinde ağlamalarım yavaşladığında ve iç çekişlere dönüştüğünde yavaş yavaş melodiyi sonlandırdı.

Sonra ben uykuya dalmadan önce dudaklarını saçlarıma bastırdı, o gece sabaha kadar Yankı Sarca kestiği saçlarımı tek tek öptü; her uyandığımda onun nefesi, onun dudakları saçlarımdaydı ve bu, kendimi arınmış gibi değil, arınmadan da cenneti tadabilirmişim gibi hissettirdi.