Lâl Sarca'nın güncesinden...
09.04.2020
Sevgili Bartu'm,
Günlüğümün her sayfasına seni yazmak için söz verdiğimden beri burada sana güzel bir şeylerden bahsedemiyorum.
Kardeşim Koza, yani bunu ona söylemek zor olsa da, seneler sonra gözlerimin içine baktı, bizim o kaçtığımız evde.
Bir gün olması gereken o yüzleşme en sonunda gerçekleşti.
Pişmanlık merhametle birleşince daha fazla can yakıyor ve katlanılmaz bir hal alıyor.
Onun bana hâlâ merhamet beslemesini değil, ilk gördüğü gün olduğu gibi öldürmek istemesini diliyorum.
(Üzerini karaladım.)
Sevgili Bartu,
Günlüğümün son sayfası sana ait olsun diye bütün çabam. Senin için yaşıyor, senin için ümit ediyorum. Anlatmaktan utandıklarımı karaladım, lütfen okumaya çalışma. Senin gözünde daha fazla küçülmek istemiyorum, senin beni gördüğün gibi iyi birisi olmak istiyorum.
Önceki sayfalardaki son cümlelerimi tekrar ediyorum yine.
Eğer okuduğun son satırlar bunlar olursa bilmeni isterim ki şu an hayatımdaki en güzel duygu, seni sevmek. Çünkü beni bir tek bu iyileştiriyor.
"Beşinci Sokak Nöbetçisi, Lâl Sarca"
"Şu an bir rüyanın içindeyiz, güzel sevgilim," dedi Yankı kulağıma eğilip. Sesi derinden geliyordu. "Bunu hiçbir zaman unutma. Beyazlar lekesiz, rüyalarda beyazlar kirlenmez. Kirlenmeyeceksin. İzin verme buna, bozma bu rüyayı."
Elimi sımsıkı tutmuştu; uzun bir koridorda el ele yürüyorduk. Koridorun ışıkları durmadan renk değiştiriyordu; ilk önce sarı, ardından beyaz ve sonra kırmızı. Her adımımızda değişen renklere bakarken söylediği sözler zihnimde dönüyordu ama bilincim de durmadan açılıp kapanıyordu sanki.
"Şu an bir rüyanın içindeyiz, güzelim," dedi fakat sesi uzaklaşır gibi oldu. "Bunu hiçbir zaman unutma. Bir hayalin içindeyiz. Beyazlar kansız, rüyalarda kan olmaz, canım sevgilim. Kan bulaşmayacak sana. Bozma bu rüyayı."
Bir rüyanın içinde olduğumu o söylemeseydi fark etmezdim çünkü adımlarımın yere basışından yüzüme vuran ışıkların o dalgasına kadar fazlasıyla gerçekti her şey. "Madem bu bir rüya," diye fısıldadım. "Neden kırmızı ışıklar da var? Koza korkar, bu koridorda yürüyemez."
"Yürüdü ya," dediğinde ileride açık olan kapıyı işaret etti ve o kapının önünde beş kardeşimin de beklediğini gördüm. Bartu ve Koza'nın üzerinde takım elbiseleri vardı, Mutlu'nun üzerinde ise rengârenk bir takım. Işık ve Lâl ise kendi yerlerindeydi.
Bartu Lâl'in elini sımsıkı tutmuştu, bunu uzaktan bile fark ediyordum.
Koza, bir elini Işık'ın omzuna atmış, gülümseyerek bana bakıyordu.
Mutlu ise Koza'nın omzuna elini atmıştı; onları ayırmayı istemekten öte, yapay bir kıskançlıkla.
"Nasıl yani?" diye sorduğumda, Koza'nın bu koridordan nasıl geçtiğini ve Işık'ın yanında hâlâ nasıl durduğunu anlamaya çalışıyordum; Bartu'nun Lâl'in elini sımsıkı tutarken yüzündeki huzuru. "Neler oldu?"
O kapıya yaklaşırken alkış sesleri yükseldi. Öyle ki Bartu ıslık çaldı; Koza ise ona gülerek baktı.
Saf mutluluk ama bir o kadar da cenaze. Herkes çok mutluydu, ben mutsuzdum. Bir şeyler ters gidiyor olmalıydı. Rüya da olsa, gerçek de olsa mutsuzdum çünkü kandırılıyordum, artık kandırılmak canımı yakıyordu.
"Masalları da gerçek kılabildiğimizin kanıtı bu rüya," diyen Yankı, beni kapıdan içeriye yönlendirdi. "Başaracağız biz."
Onları gördüm: annemi ve Sadık Orhan'ı.
Yan yana ikisi de. Annem dimdik, saçları Koza'nın çizdiği gibi simsiyah ve hasarsız. Sadık Orhan'ın gözlerindeki o keder uzaklaşmış, annemin elini sımsıkı tutmuş, gülümseyerek bize bakıyordu.
Onların arkasındaki küçük çocukları gördüm. Ferda'yı gördüm, üzerinde pembe bir elbise vardı. Yanında ise Nadir.
Acıyla inlediğimde zihnim kendini uyanmaya zorladı. "Hayır," dedim içeriye girmek istemeyerek çünkü biliyordum. "Bu bir rüya, bu bir rüya, evet. Bu bir rüya ve kâbusa dönüşecek, biliyorum. Girmeyelim."
Bakışlarım onun profiline döndüğünde, diğerleri gibi yüzündeki huzuru gördüm. Beni dinledi mi, bilmiyordum ama yürütmeye devam etti. Dirensem de onun gücüne karşı gelemedim ve salondan içeriye girdiğimizde bunun bizim düğünümüz olduğunu anladım; üzerimdeki gelinlik de bunun kanıtıydı.
Daha önce gördüğüm rüya, bu kez farklı bir şekilde karşıma çıkıyordu ama artık farkındaydım: Bu bir rüyaydı, kâbusa dönüşecekti.
"Nadir," dedim onun olduğu yere dönerken. O omuzları düşük görüntüsü yok olmuştu, artık dik durabiliyordu ve içtelikle gülümsüyordu. "O öldü Yankı. Ama burada."
Yankı bakışlarını bana çevirdiğinde şaşkınlığını hissettim. "O bizim bir yangında kurtardığımız kişi," dedi gözlerini açarak. "Yangından Bartu kurtardı onu. Hatırlasana, bir bir yangın çıkmıştı. Büyük bir yangın."
"Hayır," dediğimde, bir tarafım o yaşananların kâbus olduğunu kabullenmek istedi. Sesim kısılırken, "Hayır," dedim bir kez daha ama direnemedim.
Annem, gülümseyerek bana baktı, ardından Sadık Orhan'ın elini nazikçe bırakarak bizim olduğumuz yöne yürüdü.
Hayır, bizim değil, Koza'nın yanına.
Işık köşeye çekildiğinde, annem Koza'nın yanına geçti ve elini beline sararak onu kendine çekti. Koza, hiç düşünmeden karşılık verdiğinde, "Hayır," diye fısıldadım bir kez daha. "İmkânsız. Annem onu hiçbir zaman..." Devamını getiremedim. Rüyanın içinde de devamını getiremedim.
"Saye," dedi Yankı, net bir sesle. Sanki yanımdaydı ve bana sesleniyordu. Saye diyordu. "Neden böyle davranıyorsun?"
"Bunların hepsi imkânsız," diye fısıldadım. "Annem Koza'yı hiçbir zaman kabullenemedi, Nadir öldü, Işık onu affetmedi, Harun Aktan'ın ellerinde annem var, annem Sadık Orhan'ı hatırlamamak üzere unuttu." Yankı söylediklerimi dinlerken gözleri irice açıldı.
"Helin Saye," dedi boğuk bir sesle bu kez. "Sen ve abin, annen ile Sadık Orhan'ın ellerinde büyüdünüz, Harun Aktan siz küçükken öldü." Canımın acıdığını hissettim. "Biz seninle bir metro istasyonunda tanıştık," diye devam etti. "Sen karşımda oturuyordun ve ben kitap okuyordum."
"Genç Werther'in Acıları," diye fısıldadım.
"Hayır," dedi Yankı yüzünü buruşturarak. "O kitap intiharı anlatıyor. Hiçbir zaman o kitabı okumak istemedim, çaresiz çünkü. Ben hayata bağlı bir adamım."
Annem o sırada bana, "Kızım," diye seslendi. "Neyi bekliyorsun? Biraz daha öyle dikilirsen abin seni Umut'un ellerinden alacak..."
Umut'un...
Diğerlerinin şaşırmasını bekledim ama kimse tek kelime etmedi.
"Öyle," dedi Koza, rüya da olsa kâbus da olsa Yankı'ya öfkeli bakışlarını gönderirken. "Kız kardeşimi sana vermek istemiyorum, Umut. Bunu biliyorsun."
Sonuncu, demedi. Umut, dedi.
Her şey değişebilirdi ama o hâlâ Koza'ydı. Adı Koza'ydı. Poyraz'ı rüyamda bile kabullenmemiştik.
"Sokak Nöbetçileri," diye mırıldandım.
"Efendim?" dedi Yankı diğer taraftan. "Anlamadım."
Avazım çıktığı kadar bağıracaktım çünkü her şey çok güzeldi, biz bu kez normaldik, herkes normaldi. Normal hayatlar yaşamıştık, acı yoktu. Nadir'in yaşadığı bir dünyaydı.
Bu rüyanın içinde hapsolabilirdim.
"Anne!" diye seslendi birisi. Bakışlarım o yöne döndüğünde yeşil gözlü, üç-dört yaşlarındaki bir kız çocuğunun Işık'a doğru koştuğunu gördüm. Işık eğilip kızını kucağına almak istedi ama ondan önce Koza, "Önce babanın kucağına!" diye bağırdı ve eğilip kızını kucağına aldı.
Başka bir ses, "En çok beni seviyor," dedi. Bir kadın sesi. İnce, tiz ama kendinden emin. Lâl'in sesi. "Teyzeler, sevilir."
Dudaklarım aralanırken, bütün travmalar yok olup gitmişti. Lâl konuşuyordu ve kimse şaşırmıyordu.
Koza dönüp Lâl'e gülümsedi; hiçbir zaman görmeyeceğim, o içten gülümsemeydi. "Zeynep," dedi ona. "Saye’yle bu konuda savaşmanız gerekecek gibi görünüyor."
"Savaşırım," dedi Lâl, Koza'ya dilini uzatarak. "Çünkü en çok ben!"
"Bir konuya açıklık getirmem gerekiyor," dedi Bartu, Lâl'e dönüp bakarak. "Bu dünyada seni en çok seven kişi de benim."
Işık kıkırdayarak çocuğuna doğru eğildi ve ikisi beraber kızlarına bakarken, Koza Işık'ın şakağına bir öpücük kondurdu.
"Titremesin dudakların," dedi Yankı, bana dönüp bakarken, ardından sol eli karnıma gitti. Başparmağı karnımı okşarken ne düşündüğünü anladım. "Oğlumuz gözbebeği olsun diye her şeyi yaparım."
Nefesimin daraldığını hissettim ve acıyla, "Sen…" dedim eli karnımdayken. "Çocuk." Kabullenemedim. "Baba olmak istemezsin ki."
Yankı kaşlarını çattı. Bunu bir hakaret gibi algılarken, "Kısık sesle konuş bu şakaları yaparken," dedi. "Poyraz duyabilir. Bebekler, bu yaşlarda çevresinde olup biten her şeyi anlıyor..."
"Başladı yine bilgiç konuşmalarına," dedi Koza gözlerini devirerek. "Lanet olsun sana."
Kahkaha atmaya başladıklarında Mutlu'nun yanında bir adam belirdi; onun boylarında ama Mutlu'dan daha az çılgın. Omzu omzuna dokunduktan sonra gülümseyerek birbirlerine baktıklarında artık Mutlu'nun da gülümsediği ortadaydı, artık Mutlu'nun da tamamen kabullenildiği ortadaydı.
"Yeter," dedim dişlerimi sıkarak ve karnımın üzerindeki Yankı'nın elini itekleyerek. "Buna bir son verin. Aklımı kaçıracağım. Son verin. Uyanmak istiyorum. Son verin!" Yüzleri bulanıklaşmaya başladı, hepsi şaşkınlıkla bana baktı ve alkışlar sustu. Işık kızının kulaklarını kapattı. "O çocuk gerçek değil!" diye haykırdım, Işık'ın yüzüne. "Senin hiçbir zaman çocuğun olamaz!" Haykırışım kulaklarımda çınladı. Şaşkınlık hepsinin yüzüne daha fazla yayıldı. Lâl'e döndüm. "Sen konuşamıyorsun!" Anneme baktım, güzel yüzünü birkaç saniye izledim, ardından acıyla, "Koza'yı hiçbir zaman kabullenemedin!" dedim ağlayarak.
Yankı'ya döndüğümde kırgınlıkla bana bakıyordu. "Sen hiçbir zaman baba olmak istemedin!" diye inledim. "Rüya da olsa kandırmayın beni! Gerçeklerle gelin çünkü inanıyorum!"
Bir anda salonun ışıkları söndü ve yerini karanlık aldı. Birkaç saniye sonra yeniden ışıklar aydınlığında her şey şimdi daha gerçekti.
Az önceki gibi değillerdi, gerçeklere dönmüşlerdi. Annem yoktu, Sadık Orhan yoktu. Nadir yoktu. Koza gülümsemiyordu, Işık Koza'dan uzaktı, Lâl konuşamıyordu, Bartu hâlâ acılıydı ve Mutlu da yalnız.
Bakışlarım Yankı'ya döndüğünde, gözleri dolu dolu bana baktığını gördüm; ilk başta sözlerime kırıldığını düşündüm, ardından bir anda dizlerinin üzerine çöktü, af dilediğine inandım ama eğilip kollarımı ona sardığımda elime bir ıslaklık bulaştı, ardından sırtındaki o bıçağı hissettim.
Elimi havaya kaldırdığımda kanı gördüm, acıyla haykırarak üzerimdeki gelinliğe sildiğimde, beyaz kırmızıyla renk değiştirdi. Başka bir acılı haykırış dudaklarımdan çıkarken, Yankı'nın dolan gözlerinde ölümün adım adım yaklaştığını gördüm.
"Beyaz kirlendi, kan oldu," dedi dudağının kenarından da kan akarken. "Söylemiştim sana, bozma bu rüyayı." Turkuaz gözleri ölümün rengini almadan önce çaresizlik bakışlarındaydı. O ölüyordu, kollarımdaydı ve artık kimse yoktu. Biz ikimiz o koca salonda yalnız başımızaydık.
Kollarımdayken ve son nefesini vermeden önce bütün acılı haykırışlarım salonun içinde yankılandı, düştüğümüz yer kanının rengini aldı; o kadar çok kan vardı ki öldüğünü yüzünde renk kalmadığında anladım halbuki hâlâ turkuaz gözleriyle bana bakıyordu.
"Yankı," diye fısıldadım acıyla, bana bakıyordu ama bakmıyordu. Artık bir ruh yoktu, o benimle değildi. Sol gözünden bir yaş aktı, yanağından süzüldü, ardından avcumun içine düştü. "Yankı!" diye haykırdım ama yine ruh yoktu. "Umut," dedim bu kez belki yeniden rüyanın içine dönerim diye. Fakat hareket etmedi. Elimi kalbinin üzerine koydum, atmıyordu. Buz gibiydi.
Teni buz gibiydi çünkü o ölmüştü.
YANKI SARCA
"Aile sence nedir?" diye sordu Koza bana.
Gece saat yirmi üç otuz, Koza'yla beraber o dairenin içindeydik. Sadece biz değil, onun yanında çocukluğu ve benim yanımda da çocukluğum. Vazgeçilen ve savaşılan dünler, kan kokusu ve fedalar. Bir o kadar da dostluk, neşe ve birlik.
"Sıcak bir ev değil bence," dedim, onunla günler geçirdiğimiz o çatı katını hatırladığımda. "Belki tek bir daire, çatı katı; elektriği yok ama neşeli. Bir tane koltuk, ortada eski bir masa ve üç kişi."
Seneler öncesiydi. Önder onu bizden gizlemeye devam ediyordu ve ben onun yanına kaçak bir şekilde gitmeyi sürdürüyordum ama artık Önder'in işkencelerine katlanacak gücü kalmamıştı. Bir şeyler yapmalıydı, bir çözüm bulunmalıydı.
Bizim evin hemen aşağı sokağında iki katlı bir ev vardı, terk edilmiş. İki katı anahtarlarıyla kilitlenmiş, çatı katında ise daha önce bir büyücünün yaşadığına inanıldığı için kilitlemeye bile gerek görülmemişti.
Duvarlarda yazılar, ortalıkta muskalar, hayvan boynuzları.
Bir çözüm bulunmalıydı.
Koza'yı Harun Aktan'ın ve Önder'in görmeyeceği bir yere götürmek gerekiyordu. Yoksa ölecekti; ya Önder'in elinde ya da Harun Aktan'ın korkusundan.
Lâl’le beraber, Koza'yı Önder'den habersiz o çatı katına gizlemiştik.
Günlerden cumartesi, öğleden sonra saat üç elli beş.
"Koza!" diye bağırıyordum yolun ortasında o eve koşarken, yüzümde bir gülümseme. Normalde adını bile söylemem yasakken sokakta koşarken adını haykırıyordum. "Koza! Çok güzel bir oyun buldum!"
İlk önce o sarmaşıktan merdivenleri tırmanmaya başladım, bacaklarım ağrıyordu, ardından o kapının eşiğine geldiğimde paslı demir kapıya vurmuştum iki kez. Ses yok, Koza içeride demekti bu.
Şifremizi girdim, aramızdaki. İki hızlı, bir yavaş alkış. Birkaç saniye sonra, "Parola!" dedi.
"1984," dedim, beraber okuduğumuz kitabı söyleyerek.
Demir kapı açıldı. Elimdeki oyunu havaya kaldırdım ve topallayarak içeriye girdim; gözleri kocaman açıldı, ardından yüzüme baktı.
Nereye baktığını biliyordum, burnumdan akan kana ama o an, o kadar umurumda değildi ki. "Dün gelemedim," dedim üzüntüyle. "Önder bir türlü rahat vermedi ama bugün kaçtım, Koza. Kaçtım ve bak, bu oyunu getirdim!" Elimdeki satranç kutusunu havaya kaldırdım. Burnumdan akan kana yeniden baktı, ardından bacaklarıma ve kaşları çatıldı.
Gülümsediğini hissettim ama ona bakmadım, gözlerim karşıdan ayrılmıyordu.
"Kardeşlik sence nedir?" diye sordu bu kez de.
"Savaş," dedim hiç düşünmeden. "Ya onun uğruna ya da onunla savaş, Koza."
"Çok mu dövdü seni?" Her gün dövüyordu, Koza'nın yerini öğrenmek için. Söylemiyordum, direniyordum ve savaşıyordum. Gözleri acıyla yüzüme bakarken kazağını aşağı çekti ve burnumdan akan kanı koluna sildi. "Bence artık onun yanına dönmeliyim."
"Hayır!" Karşı geldim, o zamanlar yalan söylerdim ve güvenirdim. "Hayır, çok önemli değil Koza. Seninle ilgili değil. Ben yine başkaldırdım ve o yüzden dövdü." Hayır, Koza'nın yerini öğrenmek için dövdü ama ben, o beni döverken bile odasındaki satrancı çalmayı düşünüyordum. "Satranç getirdim bize. Araştırdım biraz, çok zevkli bir oyun ve zekâ istiyor."
İçeride bir koltuk, eski bir masa, asma tavan, yorganlar ve dün Lâl'in getirdiği yemekler.
Masanın bir köşesine oturdum ve yorganı Koza'ya uzattım. Dairede elektrik yok, mevsim kış, hava soğuk. Koza o yorganla uyumaya çalışıyordu genelde.
Koza karşıma oturmuş, kollarını önünde birleştirmişti. "Ben daha zeki olduğum için seni yenerim." Yüzüme bakmaya devam etti, ardından gözleri yine kanayan burnuma kaydığında bu kez ben kazağıma sildim.
"Ben senden daha çok düşünerek hareket ettiğim için asıl ben yenerim," demiştim.
"Hayır, ben yenerim," diye karşı çıkmıştı ama hâlâ mutsuz bir ifadeyle bana bakıyordu.
O an, çocuk olmama rağmen içime bir acı oturmuştu. "Koza," demiştim satrancı elimden bırakarak. "Kimin yendiğinin bir önemi var mı ki?" Duraksamıştı. Onunla bir oyun üzerine savaşmak bile canımı yakmıştı. "Oynarız ama hiç bitirmeyiz, olmaz mı?"
Koza onaylayacak sanmıştım ama, "Olmaz," demişti. "Yenmeden bırakmam seni."
Kaşlarım çatıldığında, "Savaş mı bu?" diye sormuştum.
Bu soru, o an fazlasıyla masumdu ama sonrasında hayatımızın tümü olmuştu. "Benimle savaşmaktan korkuyor musun yoksa Sonuncu?" diye sormuştu. Yine çok masum bir soruydu ama bütün hayatımızı kapladığından habersizdik.
"Seninle savaşmak istemiyorum," demiştim. "Önder hep bunu söylüyor bana. Senin benimle savaşmak istediğini. Bunu söyleme." Satrancı elimle itekledim. "Oynamıyorum."
"Tamam," diye kabul etmişti Koza. "Oynayalım ama hiç sonunu getirmeyelim o zaman."
"Güven sence nedir?" diye sordu, o dairenin içindeyken.
"Birine sırtını ne olursa olsun, tam anlamıyla dönmek," dedim ve o an, sırtım ona tamamen dönüktü. "Ya da bıçağı saplasa bile onu değil, sırtını döndüğün için kendini suçlamak."
O anda kapıda Lâl'in alkışları duyuldu. İki hızlı, bir yavaş.
"İşte geldi!" diyen Koza, koşarak kapının önüne gitti ve ona parola diyemedi çünkü Lâl seslenemezdi.
Kapıyı açtığında Lâl'e gülümseyerek baktı ve o da hevesle içeriye girdi. Yüzümü gördüğünde, gözleri Koza’yla aynı noktaya kaydı. Kaşları çatıldığında gülümsemesi dondu. Elinde duran poşeti Koza'ya uzatırken benden gözlerini ayırmadı.
İşaret diliyle, "Yine mi?" diye sordu.
Cevap vermedim.
"Lâl!" dedi Koza hevesle. "Kek mi yaptın?"
Lâl başını sallarken, gözlerini benden ayırmıyordu, ardından Koza'ya döndü. "Sevdiğinden," dedi diğer poşeti de verirken. "Tarçınlı." Diğer poşeti gösterdi. "Boyaları ve kâğıtları da getirdim."
Koza heyecanla gözlerini açtı, ardından Lâl'i kendine çekip sıkıca sarıldı.
Üçümüz yere oturduğumuzda, Koza keki çıkarıp bölüştürdü. Ben reddettim, onların ikisi yedi, ardından satrancın kurallarını anlattım. İlk başta Lâl ve Koza oynadı, yenen Lâl oldu. Sonra Koza’yla ikimiz oynadık fakat ben onu şah yaptığımda oyunu yarım bıraktık. Kaçabilirdi ama matı getirmedik.
Bir kez daha oynadık, bu sefer o şah yaptı ve yine yarım bıraktık.
Bu şekilde devam ederken az zamanımız kalmıştı çünkü o çatı katında elektrik yoktu, akşam olduğunda göz gözü pek görmüyordu ve mum yakmak da dikkat çekerdi. Hayır, yakalanacağımızdan öte, büyücünün içeride olduğundan yakılacağımızdan ötürü.
Son satrancı oynarken hava kararmak üzereydi.
"Keşke bugün gitmeseniz," dedi Koza, tavandaki pencereye bakarken. "Dün gece kâbuslar gördüm. Karanlığa alıştım ama bazen korkutucu olabiliyor."
Onun yanında kaldığım her gecenin ertesi günü, Önder tarafından daha büyük işkenceler gördüğümü söyleyemedim. "Bugün Önder hepimizi toplayacakmış," diye yalan söyledim yine, kendini kötü hissetmesin diye. "Eğer gitmezsek dikkatini çekeriz ama söz, yarın kalırım."
O yarının cehennem olduğunu bilmeden bunu söylemiştim.
Koza mutsuz bir şekilde dudaklarını bükerken, Lâl parmaklarıyla Koza'nın dudağının köşesini yukarı kıvırdı ve zorla gülümsetti. Üçümüz de güldüğümüzde, Koza yüzünü ondan kurtardı ve saçlarını karıştırdı.
Ve cehennemin ilk davetiyesi Lâl'den geldi; sırta saplanan ilk bıçak, ilk güven kırıklığı ve ilk acı.
"Yarın parka gidiyoruz," dedi Koza'ya. "Sana büyük bir sürprizim var."
Bilmiyordum ne olduğunu ama gülümsedim.
Koza oradayken sadece akşamları nefes alması için dışarı çıkarıyor, kimseye görünmeden geri dönüyorduk.
"Saat kaçta?" diye sordu Koza hevesle.
Yarın günlerden pazardı. "Sabah," dedi Lâl işaret diliyle. "Sekiz buçuk civarı."
"Sabah mı?" dedi gözleri kocaman açarak Koza ve bana baktı. "Ama Önder bizi görür ki."
Dudaklarımı büktüğümde hiçbir şeyden haberim yoktu, sonraki gün de olmayacaktı ve uzun bir süre daha; ama Lâl'e güvenimle, "Gelirsin işte," dedim hiç düşünmeden. "Ben de olacağım. Önder öğlene kadar uyuyor."
"En nefret ettiğin gün ne?" diye sordu Koza, hangi günü söyleyeceğimi bilerek.
"Pazar," dedim.
"Pazar," diye tekrar etti.
"Yine kek yaparım," dedi Lâl. "Sabah yeriz. Tarçınlı olur."
"En nefret ettiğin..."
"Kek," dedim kısık sesle.
"Tarçınlı," diye devam ettirdi.
O gün, Koza'yı hava kararınca orada bıraktık. Yolda Lâl'e sordum, ona sürprizin ne diye. "Yarın öğrenirsin," dedi yüzüme bakmadan.
"Anne ne demek senin için?" diye sordu bu kez Koza.
Bu soruyu uzun bir süre düşünmek zorunda kaldım hatta düşünürken anılar getirmeye çalıştım gözümün önüne, güzel bir anıyı. Bir insanın annesiyle güzel bir anısı olmaz mıydı, olmuyordu.
Zehir gibi bir hafızam vardı ama o hafızanın içindeki tek anı, şiddet gören bir kadının yüzüydü.
"Acı," dedim başımı eğerek. "Başka hiçbir şey aklıma gelmiyor. Sence?"
Bakışlarım ona kaydığında yutkunduğunu gördüm. "Sevgisizlik."
Sessizliğe gömüldük ve gözlerim o tek kişilik koltukta, o masada, duvarlardaki yazılarda gezindi. Karanlıktı ama tavandaki pencereden ayın ışığı vuruyordu. O çatı katındaydık yine ama ikimiz yoktuk.
Önder, o sandalyenin üzerinde, elleri kolları bağlı duruyordu. Önünde bir su şişesi, pislik içinde ama gözleri hâlâ açık.
"Koza," dedim yutkunarak. "Baba ne demek senin için?" Mahir Güneş'in yüzü gözümün önüne geldi.
Koza duraksadı, ardından, "O da sevgisizlik," dedi. "Sence?"
Bir adım attığımda, arkamda hareketsiz durduğunu fark ettim. "İyi bir baba hiç tanımadım," dedim bütün kalbimle. "Benim babam, Mahir Güneş," Önder'in gözlerinin içine baktım, sakince bizi izliyordu, ağzı açık olsa gülerdi, biliyordum, "annemi hep dövüyordu. Bir keresinde annemi öyle dövdü ki bir gözü o morlukla şişti. Sonra yan evdeki kadın bize geldi, annem ona dedi ki: ‘Merdivenden düştüm.’ Çok basit bir yalan ama o zaman bu yalan içimi çok acıtmıştı. Başka bir gün, kaburga kemiklerini kırmıştı. Yardım etmek istemiştim, beni iteklemişti. Hastaneye yatmıştı; doktora, ‘Merdivenden düştüm,’ demişti yine." Önder'in karşısında durdum. "Benim dünyamda babalar çocuklarını hiç sevmedi, işkencelerle büyüttü, hor gördü, yetiştirme yurdundan aldığı bir çocuk gibi davrandı ve eşlerini de öldürdü."
Koza ne demek istediğimi anladığında, sessizlikte nefesini duydum. "Şu kadardık," dedim Önder'e bakarak, direkt ona yönelik. "Şu kadardım," diye devam ettim.
Eve geldiğimizde, Önder odamda bekliyordu. Diğerleri salondaydı. “Önder yukarıda,” demişti Bartu, “seni sordu Yankı ve sinirli.”
Yukarı çıktığımda elinde sopayı gördüm. Avcuna vurdu; bir, iki, üç. Nefes aldım, sonra saymaya başladım. İlk önce yakamdan tuttu, ardından yere fırlattı. Karşı gelmem mümkündü ama gelemedim çünkü onu sevmek istiyordum.
Onu sevmek istediğimi Koza da biliyordu.
Onu sevmek istemem, en büyük savaşımdı.
"Eğer onun yerini soracaksan bilmiyorum," demiştim yerde, o bana tekme atmadan önce.
"Hayır," demişti, bu beni şaşırtmıştı. "Onun yerini sormayacağım ama aptallığının cezasını çekeceksin."
İlk önce karnımı tekmeledi, ardından yüzüme tokatlar attı. Karşılık verebilirdim ama yapmadım, onu sevmek istiyordum.
Ona bakarken hâlâ canım acıyordu. Bunu dile getirmedim, getiremezdim ama ona bakarken nasıl canımın yandığını ben biliyordum.
Ağzımı kapattım ve aşağıya ses gitmesin diye direndim. Eğer duyarlarsa gelirlerdi, eğer gelirlerse beni bu halde görürlerdi ve Önder'i de öyle. Acı çektiğinde bağırmamayı, ağlamamayı, direnmeyi çocukken öğrenmiştim; tekmeler acıtmıyordu.
"Beni neden sevmiyorsun?" demiştim, son tekmesini atarken.
"Beni neden hiç sevmedin?" dedim Önder'e bakarken. Belki de bunu son kez yüzüne bakarak soruyor ve bir cevap istiyordum, bir cevabı olmalıydı ama cevabını duymak için ağzını bile açmadım çünkü gözleri alayla baktı. Artık rol bile yapmıyordu. "Bartu seni babası gibi görebileceğini söyledi," dedim Önder'e bakarak. "Bunu biliyor musun?" Kendimi tutamayıp dizlerimin üzerine eğildim ve Koza arkamdan, “Yapma,” diye inledi. Ellerimi dizlerine koyduğumda, "Seni sevmek için nasıl savaştığımı biliyorsun, değil mi?" diye sordum. "Bir kez sarılsan severdim, bir kez yanımda olsan ve bir kez beni anlasan." Gözleri beni izlerken başımı iki yana salladım. "Bugün Mahir Güneş’le görüşeceğim," dediğimde kaşları havalandı. "Belki bu sana bir veda, belki de yeniden görüşeceğiz, bilmiyorum ama bir kez, beni azıcık da olsa sevdiysen bunu bana söyler misin?"
"Yapma," dedi Koza yine arkamdan. Engellemedi ama bunu istemedi, biliyordum. Hiç istemezdi çünkü Önder'e güvenmezdi. Herkesin dönüp dönüp güvendiği birisi olurdu, benim Önder'di.
Çöktüğüm yerde uzanıp ağzındaki mendili aşağıya kaydırdım ve ağzının kan içinde olduğunu gördüm.
Yüzüme baktı, ardından Koza'ya döndü ve yeniden bana baktı.
"Sevilmek için önce kendini sevdirmen gerekiyor," demişti Önder bana, son tekmesinin ardından. "Sözümden çıkmayacaksın. Nankörlük yapmayacaksın. Emirlerime uyacaksın."
"Sakin kaldım," dedim yüzüne bakarak. "Emirlerine uydum, duygularımla hareket etmedim, herkesi korudum, hep öne atıldım, kimseye dert yanmadım, kimseye hiçbir şey anlatmadım, seni utandırmadım, her şeyi gizledim ama sen yine de beni sevmedin, değil mi?" Sevdim dese ne değişecekti? "Sevseydin Harun Aktan'la işbirliği yapmazdın, değil mi Önder?" Koza'nın hırıltılı nefesi.
Önder, gözlerini Koza'ya çevirdi, ardından yeniden bana baktığında, "Umarım bugün," dedi dişlerinin arasından. "Mahir Güneş seni öldürür yoksa elime geçen ilk fırsatta bunu ben yapacağım." Yere tükürdüğünde başımı önüme eğdim ve gözlerimi kapattım.
"Önder, sana baba diyebilir miyim?"
"Neden?"
"Çünkü babam gibi görüyorum seni." Kaşıma dikiş atıyordu, kendi yapmıştı ama kendi onarıyordu. "Babalar böyle seviyor sanırım. Öğrendim artık. Ne istersen yaparım, tamam."
Önder gülümsemişti, ardından kaşıma giren iğneyi sanki daha sert sokmuştu. "Kendini diğerlerinden ayrı görme, Yankı. Biz birbirimize benziyoruz diye diğerlerinden farkın yok. Aynı sokağın çocuğusun."
"Ama..."
Bakışı ve sustum.
Koza, geriden gelip Önder'in ağzını kapattığında, "Şerefini siktiğim," dedi. "Kansız herif, sence böyle bir fırsat eline geçebilir mi? Buna izin verir miyim?"
Önder güldü. Kötü bir gülüş, ezberlediğim bir gülüş ama yine canımı yakıyordu.
Çöktüğüm yerden ayağa kalktığımda omuzlarımı dikleştirdim ve kapıya ilerledim.
Kapının önünde durduğumda gözüm kolumdaki saate kaydı. Koza, öfkeyle Önder'e bakarken, bakışlarını en sonunda bana çevirdi. Kısa ve sessiz bir bakışmanın ardından elini öne uzattı ve avcumu avcuna çarpıp ona sarıldım.
"Bu kez," dedim sarılırken. "Ne olursa olsun, biz kazanacağız bu savaşı. Kıyamet biz olacağız."
"Biz kazanacağız," diye tekrar etti Koza, ardından geriye çekildi ve elleri yüzümü kavradı. "Plandan asla vazgeçme, zaaflarına oynamalarına izin verme, yeter."
Başımı aşağı yukarı salladığımda, Önder'in tıslayan sesi ikimizin arasındaydı. Benim ondan nefret etmemi sağlamaya çalışarak büyütmüştü, işlemişti fakat başarısız olmuştu.
"Bana biraz daha böyle bakarsan," dedim Koza'ya kısık sesle. "Beni öpmek istediğini düşüneceğim."
Koza güldü, ardından ciddiyetle bir anda alnımdan öptüğünde ben de gülmeye başladım. Geriye çekildiğinde elim ensesini kavradı, ardından omzuna koydum. "Bir savaşa giriyoruz Koza," dedim sakin bir dile. "Ve bu savaşta galip gelmek için elimden gelen her şeyi yapacağım ama sadece bu kadar da değil." Kaşları havalandı. "Yüzleşmen gerekiyor."
"Neyle?" diye sordu, korkuyla. Aklından Harun Aktan geçti, bunu biliyordum ama ilk yüzleşecek kişi bendim, Koza için bunu göze alırdım.
O sırada demir kapı çaldı, ardından iki hızlı bir yavaş alkış sesi duyuldu.
Koza'nın gözlerindeki ifade değişti; kızgınlık mı, acı mı yoksa tedirginlik miydi, bilmiyordum ama ona sırtımı dönüp engellemesine izin vermeden demir kapının kilidini kaydırıp açtım.
Lâl.
Koza'nın öfkeyle hırladığını duyduğumda, Lâl acıyla içeriye baktı. Başımla davet ettiğimde tereddüt etti, ardından yutkundu. Bir kez daha aynı hareketi yaptığımda içeriye girdi; ilk Koza'yı gördü, sonra Önder'i.
Eliyle ağzını kapattığında, Önder gülmeye devam etti.
Seneler sonra, biz üçümüz yine o çatı katındaydık. Tek bir farkla: Bu kez Lâl'e kimse sarılmıyordu, Önder içerideydi ve kalp, kırıldığı yerden onarılmak için bekliyordu.
Bugün hayatımın son günü olsaydı bu şekilde geçirmek isterdim, diye düşündüm.
"Pazar sabahı, 08.46," dedim ikisinin yüzüne bakarken. "Ve hesaplaşma zamanı." Bakışlarım Koza'ya döndüğünde, acıyarak Lâl'e baktığını gördüm, Lâl ise kurtulmak ister gibi bana bakıyordu.
Artık değildi, bu kez değildi.
"O günün sorumlusu Önder ve sendin, Lâl," dedim ciddiyetle. "Şimdi, Koza'yla hesaplaşma zamanı."
HELİN AKTAN
Titreyerek ve acıyla gözlerimi araladığımda ilk önce nerede olduğumu anlamaya çalıştım, ardından elim direkt yanımdaki yastığı buldu.
Odadaydım, tavanda pencere vardı ve gün aydınlanmıştı. Saat kaçtı, tam olarak bilmiyordum ama güneş yine yoktu, hava yine yağmurluydu ve ben yine çok kötü bir kâbus görmüştüm, içinde düğün olan.
Artık düğün ve gelinlik benim fobim haline gelmeye başlamıştı çünkü daha önce de aynı şekilde bir rüya gördüğüm için bu fikirden tamamen kaçıyordum fakat bir yandan da rüyanın başlangıcının verdiği his, boğazımda bir yumrunun ve kalbimde bir umudun filizlenmesine neden oluyordu.
Elim soğuk olan yastığı okşarken, hiç gelmediğini, belki gelse de duyamadığımı hissettim. Rüyamdaki ölü gözleri zihnimde dolaştı, onu yok etmek için çabalarken dolan gözlerimle de savaştım.
Kalbimde büyük bir huzursuzluk vardı. Tahmin edemeyeceğim kadar büyük ve acılı bir huzursuzluk. Bugün hayatımın son günüymüş ya da kötü günlerin başlangıcının ilk günüymüş gibi hissettiren kâbusum olmalıydı.
Halbuki dün, resmi olarak Yankı'nın yani Umut Güneş'in eşi olmuştum; mutluluğumun içimde bir yerlerde canlanması gerekirdi.
Dün, nikâh kıyıldıktan sonra, Koza Yankı'yı alıp oradan ayrılmışlardı, hem de hiçbir şekilde bana saygı duymayarak ve işin tuhafı, Yankı da bunu kabullenmişti. Koza'nın derdinin ne olduğunu bilmiyordum ama bütün bunların yaşananların dışında geliştiğine emindim. Öfkeliydi ama öfkesi bize miydi, onu bile anlamamıştım.
Eğer Yankı Koza’yla gitmeseydi neler olurdu, tahmin bile etmek istememiştim çünkü Yankı da tam olarak bunu söylemişti.
Akşam uyumadan önce, "İyiyim, Koza'ylayım," mesajından başka bir şey de yazmamıştı.
Komodinin üzerindeki telefonu elime aldığımda ne bir mesaj ne bir aramayla karşılaştım; telefona uzanırken bitki çayının yanında duran ağrı kesici yere düştü.
Regl olmuştum.
Genelde hafif geçirirdim ama bu ay, üşüttüğümden ötürü olsa gerek, eve gelir gelmez şiddetli bir ağrıyla baş etmeye çalışmış, Lâl'in yaptığı çaylar fayda etmeyince ağrı kesici içmiştim.
Elim karnıma gittiğinde yeniden rüyanın içine yöneldim ve aklımdan ne geçtiğini bilsem de ne içimden ne de yüksek sesle dile getirdim.
"İsterdim," diye fısıldadım sadece. Bu kadar, bununla sınırlıydı.
Her şeyden öte, isterdim.
Regl olmama en çok sevinen kişi ise Işık olmuştu, bunu onun bakışlarından anlamıştım ama dile getirmek yerine bakışlarıyla karşılık vermişti.
Üzerimdeki yorganı attığımda çıplak ayaklarım yerle buluştu ve yeniden tepemdeki pencereye baktım. Nisan ayı olmasına rağmen, yağmur bir türlü dinmiyordu ve güneşi göremiyorduk.
Aklımı kaçırmıyorsam, hava durumunun bile bizimle alakalı olduğunu düşünmeye başlamıştım. Sadece yağmur yağıyordu, bir gün güneş açarsa her şey son bulacakmış gibi hissetmiştim; gerçekten gülümseyeceğimizi. Böyle düşünmemi sağlayan neden Yankı gibi hissediyordum?
Yataktan çıkıp yürümeye başladığımda, dünün anıları zihnimde dönüyordu.
Helin Güneş olmuştum. Aslında o evlenme teklifini kabul ettiğimde bunun gerçekleşeceğini biliyordum ama her şey o kadar ani olmuştu ki şu an bunu yeni kavrıyordum ve altında yatanları detaylarıyla düşünmeye başlıyordum.
Helin Güneş'tim çünkü Yankı o savaşa girmeden önce ikimizin de son dileğini gerçekleştirmek istemişti. Biz normal insanlar değildik, gün ve tarihlerle ilerleyip düğün dernek yapacak bir hayatımız yoktu.
Helin Güneş'tim çünkü ona bir şey olursa bütün malvarlığı bana kalacaktı ki bu umurumda değildi. Biz normal insanlar değildik, adımlarımızı atmadan önce bile birbirimizi düşünüyorduk.
Helin Güneş'tim çünkü bu savaşta eğer başıma bir şey gelirse mezarımda Helin Aktan değil, Helin Güneş yazacaktı. Biz normal insanlar değildik, yola çıkmadan önce birinci sırada ölümü düşünürdük.
Helin Güneş'tim ve Aktan soyadından kurtulmuştum; her şeyden ama her şeyden önce bu çok büyük bir şeydi. Harun Aktan'ın üzerimde hak iddia edeceği birçok şey yok olup gitmişti.
Bu evlilik, ilk önce aşkın, ardından önlemlerin bir ışığıydı. Biz aslında hâlâ aynı kişilerdik ama Yankı önlemini önceden almıştı. Her şey son bulduğunda belki bir düğün yaparız, demişti, çocukların olduğu.
Gördüğüm kâbuslardan sonra bunu kaldırabilir miydim, sanmıyordum. Aslında hiçbir zaman özendiğim bir konu da değildi, birisi bana nasıl evlenmek istersin, diye sorsaydı, sade bir nikâh kıymayı ve sonrasında yurtdışında görmek isteyeceğim bütün her yeri gezmeyi dilerdim.
Belki de böyle düşünmeye iten, yaşadığım zorunlu hayattı ama bunlardan önce düşünmem gereken başka şeyler de vardı.
Fakat şu an, her şey bittiğinde ve kalbimdeki bütün huzursuzluk kalktığında, rüyamın başlangıcındaki gibi bir an yaşamak için bütün her şeyi feda edebilirdim ve bunun için savaşabilirdim.
Odadan çıktığımda ilk önce banyoya ilerledim ve işlerimi hallettikten sonra dişlerimi fırçalayıp yüzümü yıkadım. Banyodan çıktığımda ise koridorda Mutlu'yla karşılaştık; yeni uyandığı belliydi, gözleri şişmiş gibiydi.
İçimdeki huzursuzluk daha fazla yayıldı; gök ikiye ayrılıyor, yağmur sanki evin içinde yağıyordu.
"Günaydın," dedi gözlerini ovuştururken. "Nasılsınız gelin hanım?" Dünden beri Bartu'yla durmadan aynı kelimeyi tekrar edip duruyorlardı. Gözlerimi devirdiğimde gülümsedi. "Yenge mi demeliyim yoksa?"
Kusar gibi ses çıkardığımda, "Lütfen bana Helin de," diye mırıldandım. "Ayrıca günaydın. Bugün çok daha yakışıklısın."
İçtenlikle güldü, aslında Mutlu'yu güldürebilmek nasıl da kolaydı, onun bizi güldürebildiği gibi.
"Ah," dedi. "Yoksa beni kaçırdığın için pişman mısın?"
Sırıttım. "İkimizi çift olarak düşünsene."
Bu sefer kusar gibi davranan oydu. "Çok kötü, o kadar kötü ki bayılacağım. Bu ailede bütün kombinasyonları düşündüm ama sen ve ben, en kötüsü olurduk." Güldüğümde yanağımdan makas aldı.
"Uykusuz görünüyorsun," dedim şişen gözlerine bakarken.
"Kötü bir kâbus gördüm."
"Ya," dedim kendi kâbusumu hatırlayarak. "Ben de öyle. Ne gördün?"
Yutkundu, ardından omzunu kaldırdı. "Önemi yok, gelin hanım." Yeniden yanağımdan makas aldı. "Çok güzel bir romantik komedi filmi buldum, var mısın, kahvaltıdan sonra izleyelim."
Gözlerim neşeyle parladı ki bu ona da yansıdı. Dün aslında bunu yapacaktık, Koza Yankı'yı ellerimden almasaydı. "Çok sevinirim," dedim ellerimi çırparak. "Patlamış mısır ve cips de isterim."
"Birazdan çıkıp alırım." Göz kırpıp banyoya girdi ve kapatırken gülümseyerek bir süre kapalı kapıya baktım.
“Huzursuzluğum kâbuslarımdan,” diye mırıldandım kendi kendime. Öyle kısık sesle mırıldandım ki kendimi bile ikna etmekte zorlandım ama öyle olmasını diledim.
Merdivenleri inmeye başladığımda evin içini dolduran o kokuyu aldım; ilk geldiğimde de bu koku vardı. Güzel yemeklerin kokusu, bir aile evi gibi. Bir anne sanki içeride güzel bir yemek pişiriyordu, sevgiyle.
Elim tırabzanda gezinirken bu evi çok sevdiğimi fark ettim, her parçasıyla ama artık bir yerlerde geçmişimizin de bizi izlediği düşüncesinden kurtulamıyordum. Sanki oradaydım ve dışlanıyordum, arkamdaydım ve kırmızı ışıklı odaya yürüyordum, kapıdan çıkıyordum çünkü kovulmuştum. Burada yürürken...
"Günaydın!" diye bir ses yükseldiğinde, merdivenin son basamağındayken Bartu kollarını iki yana açıp sımsıkı sarılarak beni havaya kaldırdı. "Nasılsınız gelin hanım?"
Öyle sıkı sardı ki nefes almakta zorlandığımda, "Bartu," dedim. "Biraz daha sıkarsan artık ölü gelin olacağım ve yılbaşında giydiğimiz kombinler gerçekleşecek." Gülerek geri bıraktığında neredeyse düşüyordum, öksürmeye başladım. "Ve bana artık şöyle demekten vazgeçin."
Bartu sırıttı; dünden beri inanılmaz keyifliydi, en huzursuz anda bile keyfi gözlerinden okunuyordu ama benim içimdeki huzursuzluk bir türlü dinmiyordu. "Ruhun çekilmiş senin," dedi gözlerini devirerek. "Karnın ağrıyormuş, iyi misin?"
"Daha iyiyim," dedim başımı sallayarak. "Yankı geldi mi?"
Duraksadı, birkaç saniye gözlerini kaçırmasının ardından, "Bilmiyorum," dedi, sonra oturma odasındaki masanın üzerinde duran koca tostunu bana gösterdi. "Yemek ister misin? İçinde salam, sosis, sucuk, peynir, yumurta, salça, pastırma, zeytin ve reçel..."
"Bütün buzdolabı içinde yani?" diye sordum yüzünü buruşturarak. "İstemem, midemi seviyorum dostum."
"İstemem, midemi seviyorum," diyerek beni taklit etti. Aslında hiç de benimle paylaşmak istemiyordu. "Lâl yaptı."
Lâl derken ağzından binlerce Lâl çıkıyor, gözlerinin içi yine parlıyordu. Aramızdan birilerinin mutluluğu en azından anlık devam etmiyor diye mutlu oldum, ardından sorgulayan bir ifadeyle kaşlarımı kaldırdığımda daha yüksek bir şimşek çaktı. Bartu küfür savurdu, sorgulayan bakışlarıma sırtını döndü ve odaya ilerledi. Arkasından, "Mutlu beni romantik komedi izlemeye davet etti," dedim.
Sandalyeye otururken, "Mutlu, Behlül olmak istediğinden söz ediyordu," dedi alayla. "Evlenmenizi bekledi demek."
Gülmeye başladığımda, "Sen de izler misin bizimle?" diye sordum.
"Lâl isterse neden olmasın," dedi ekmeğin yarısını âdeta ağzına tıkarken. "Sordun mu ona?"
Kollarımı önümde bağladığımda, "Yankı olsaydı sana hanımcı derdi," diye karşılık verdim. Yankı dediğim an, yüzündeki gülümseme yavaşça silindi ve tostuna döndü. Anlamıştım, bir şeyler gizliyordu ama Bartu gizlemek zorunda kaldıysa elbette bir bildiği olmalıydı. "Neyse," dedim mutfağa ilerlerken. "Bunu evet, olarak kabul ediyorum. Belki biz izlerken Yankı da gelmiş olur ve sizi nasıl kafaladığımı görür."
Mutfağa girdiğimde Lâl'i küçük mutfak masasında otururken buldum. Zihnimin içinde onu da mutlu görmeyi diledim ya da benimle bir bütün olarak ama düşüncelerimin tam zıddıydı.
Sandalyesi demir parmaklıklı pencereye dönük, parmaklarının arasında bir sigara ve saçları hafif nemli. Ya dışarıya çıkmıştı ya da açık pencereden yüzüne yağmur vuruyordu. Bartu'nun bu şekilde yakalamadığına memnun olarak ona doğru ilerledim, ruhu bile duymadı.
Buzdolabını açtım, süt çıkarıp geri kapattım. Yine hissetmedi.
Dolabı açtım ve kâse çıkardım, içine mısır gevreği koyarken yine hissetmedi.
Mutlu mutfağın önünde göründü; bana elini sallayıp, "Başka bir şey ister misiniz gelin hanım?" diye sordu.
"Yalvarırım, çikolata al bana," dedim gözlerimi açarak.
"Ah," dedi karnıma bakarak. "Anladım. Kocaman bir Nutella alırım sana. Filmi izlerken de bir güzel ağlarsın."
"Gelin hanımı bugün ağlatanı Nutella banyosuna sokarım," diye bağırdı Bartu içeriden.
"Sonra da yalar mısın beni?" Mutlu gülmeye başladığında, "İşte güzel bir fantezi türü," dedi ve dış kapıyı açmadan önce kapüşonunu başına geçirdi.
Bakışlarım Lâl'e döndüğünde yine hiçbir şekilde göz kontağı kurmadığını gördüm. Ya bizi duyamayacak kadar dalgındı ya da duysa bile gülemeyecek kadar kötü bir gece geçirmişti.
Bana ayırdığı tostu gördüm; gülümseyerek, "Teşekkür ederim," dedim ama yine duymadı.
Bir şeyler olmuştu, Lâl'in aklı bizimle değildi.
Yanına oturmadan önce sertçe sandalyeyi çektiğimde hissetti ve irkilerek bakışlarını bana çevirdi. Önündeki sigara paketinin neredeyse yarısı bitmişti, çok sık sigara içen biri değildi ama bu hali Koza'yı hatırlatmıştı.
"Günaydın," dedim, ardından duvar saatine baktığımda öğleni geçtiğini gördüm. "Yorgun görünüyorsun."
Hiç uyumamış gibi gözleri kızarmıştı, belki de ağlamıştı ama Bartu bu kadar mutluyken onun bu halde olması tuhaftı. Bitkin görünüyordu, dudaklarındaki renk gitmişti.
Gülümsemeye çalıştı, ardından sigarasından birkaç nefes daha çekerken beni inceledi. O beni hep incelerdi, bunu biliyordum ama bu kez, o rahatsız edici incelemelerinden değildi, daha huzursuz; ama benden değil, kendinden alıyordu bu huzursuzluğu.
Mısır gevreğinden birkaç kaşık yedikten sonra, "Lâl," dedim. "Ne oldu?"
Bakışları kapının olduğu tarafa yöneldi, Bartu'dan çekindiğini düşündüm. Kaşlarımı kaldırdığımda sigarasını önündeki küllüğe söndürüp derin bir nefes verdi. Elleri hareket ettiğinde parmaklarının ucunun kıpkırmızı olduğunu gördüm. "Sence ben kötü biri miyim?" diye sordu.
Başka birisi olsa buna direkt hayır diye cevap verebilirdi ama ben, birkaç dakika düşündükten sonra, "Hepimiz kadar bence," dedim. "Hatalar yapıyoruz, o hatalar kötülüğe çıkıyor. Hangimiz temiziz ki?"
Başını iki yana salladı. "Bence bu ailenin en kötü kişisi benim."
"Bunu düşünmen yanlış," dediğimde, yağmur camları delecek kadar hızlı atıştırıyordu ve birkaç dakika orada oturmam bile pencereden vuran suların yüzüme çarpmasına neden olmuştu. "Neden kıyaslama yapıyorsun ki? Diğerleriyle yani?" Başını yine salladı ve onu anlamadığımı düşünerek bakışlarını pencereye çevirdi. Sessizce mısır gevreğini bitirdim, ardından tostu bir köşeye iterek sandalyemi ona yaklaştırdım. "Lâl," dedim, bakışları yeniden bana döndü. "Dürüst olmak gerekirse bu ailede en fazla hata yapan kişinin sen olduğunu düşünüyorum," diye itiraf ettim. "Yani benim dışımda."
Lâl, ağız ucuyla güldü, bu onun içini rahatlatmamıştı.
"Ama seviliyorsun," diye mırıldandım. "Seni canından çok seven bir adam var, adı Bartu." Gözlerini kıstı; çok mu ağlamıştı yoksa saatlerdir kendini ağlamamak için durduruyor muydu, anlamadım ama acıyla yutkundu. "Dürüst olmamı istiyorsan dürüst olayım. O bile affettiyse seni, geriye hiçbir şeyin önemi kalmaz."
Yutkundu, dolan gözlerini artık dolmalarından nefret ediyormuş gibi sildiğinde "Konu affedilmek değil artık," dedi ellerini kaldırarak. "Pişmanlık." Dudaklarım aralandı ve itirafı çok geç geldi. "Neden ölmek istedim sanıyorsun? Pişmanlıklarla yaşanmıyor."
Gözlerimin önünden onun yerde, kanlar içindeki görüntüsünü silmek isterken, "Ama telafi edilir," dedim.
"Geçmişi değiştiremezsin." Kendisine karşı büyük bir öfke içindeydi. "Hiç her şeyin sorumlusu senmişsin gibi hissettin mi?"
"Her şeyin sorumlusu oldum," dedim. "Farkında olarak ve olmayarak. Geçmişte bazı anları değiştirebilseydim değiştirirdim. Hangi ana dönmek isterdin diye sorsan şu an, yetiştirme yurdundaki o ağacın altında oturduğum güne giderdim. Hayranlıkla izlediğim bir çizim olmazdı, hemen arkasındaki yazıyı okurdum ve şu an, bambaşka bir hayatım olurdu." Gözlerinin içine baktım. "Sizinle mi olurdum yoksa sizi hiç tanımaz mıydım, bilmiyorum ama geçmiş, geleceği şekillendiriyor, Lâl. Bizi olduğumuz kişi haline getiriyor. Sen olsan hangi ana dönerdin mesela? Eğer dönseydin ne yapardın? Bir düşün, eğer değiştirseydin neler artık hayatında olmazdı? İyi bir anne baba isteseydin bizi hiç tanımazdın mesela. O gün, Sokak Nöbetçileri'nin arasına girdiğin o ilk gün..."
Gözlerini kapatıp birkaç saniye düşündü, ardından, "Hatalar fazla olunca dönmek istediğin anlar da çoğalıyor," dedi. "Bu aileye girdiğim güne dönmek isterdim," dedi ve gözleri arkamdaki pencereye kaydı. "Ve bir şekilde Bartu'nun ellerinden kurtulurdum. Aslında biliyor musun, o gün kaçmasam da ertesi günü kaçabilirdim, yapmadım. Eğer geçmişe dönseydim kaçardım çünkü eğer ben olmasaydım herkes çok daha mutlu olurdu."
"Belki öyle," dedim kabullenerek. "Belki de değil. Mesela sen olmasaydın Bartu nasıl biri olurdu?"
"Bartu'dan başka verebileceğin örneğin yok," dedi acılı bir tebessümle ve haklılığı tokat gibi çarptı. "Çünkü sen de biliyorsun, gözbebeği gibi görünen Lâl, aslında bir o kadar da silikti. Mutlu ve Işık aynı şekilde devam ederdi, bu insanlar olurlardı. Yankı da öyle." Yutkundu. "Koza," dedi, işaret diliyle, abin hareketi yaptı ve bu canımı yaktı. "O mutlu olurdu ve sen, belki de bu ailenin içinde olurdun. Şu an bulunduğu gibi olmayacak tek kişi Bartu ve belki de o da daha mutlu olurdu. Bu kadar yara almazdı. Onu hak eden biriyle olabilirdi, elbet severdi birini. Birinizi çıkardığımda bu aile yarım kalıyor ama kendimi çıkardığımda öyle değil." Derin bir nefes verdi. "Hiç sadece yara olduğunu düşündün mü? Ben bu ailenin sadece yarasıyım ve yara açan kişisiyim."
Yaşadıkları korkunçtu, hayatı değil; şu an zihninde yaşadıkları korkunçtu ve onu anlıyordum. Her şeyin sorumlusu gibi hissediyordu, her şeyin ama her şeyin. Pişmanlıklar, katlanılmaz acıları getirirdi. Bir insan en büyük pişmanlığıyla yaşamaya devam ettiğinde ve bunun başka hayatları da etkilediğini gördüğünde, ya pişmanlıkla yaşamaya devam ediyordu ya da büyük bir vicdan azabı çekiyordu; vicdan ise insanı bitirirdi. Bunu yaşayan biri olarak Lâl'i anlıyordum, bunu yaşayan herkes Lâl'in ruh halini anlardı.
"Dün çok mutluydum," diye devam etti. "Bartu'yla bir şansımız olacağına karar verdik." Gülümsedim ama canım acıyordu. "Biliyor musun, dün tedavi olmayı düşündüm. Konuşmama nedenim travmaya bağlı. Tedavi olursam ve buna yanıt verirsem geçebilir. Birkaç kez Yankı zorla götürmüştü ama istemediğim için faydasız kaldı. Artık yürekten istiyordum." Gözlerini bir kez daha sertçe sildi. "Şimdi istemiyorum. Susuyorken bu kadar can yaktım, konuşsaydım ne hayatlar bitirirdim." Diliyle dudaklarını ıslattı. "Seni artık üzmek istemiyorum, özür dilerim ama yaşamak için nedenlerim varsa bile pişmanlıklar beni öldürüyor. Bir gün affedilsem bile geçmeyecek. Nasıl yaşanır böyle?"
Yutkundum ve kendimi tutamayıp, "Koza mı bir şey söyledi?" diye sordum. Sessiz kaldı, kaşlarım çatıldı. "O da hatalarla dolu bir adam..."
Başını iki yana sallayarak beni susturdu. Öyle bir susturmaktı ki nedenini anlayamadım. Sessizliğine geri döndü, büyük bir sessizliğe. Hiçbir şey paylaşmadı, paylaşmak istemedi. Belki de en mutlu olması gereken gündü ama şimdi mahvolmuş haldeydi.
"Günaydın," diyerek içeri giren Işık'a baktığımda gözleri ikimize kaydı ve kaşlarını kaldırdı. Saçları dağınıktı, altında bol siyah eşofmanı vardı ve üzerinde bol kazağı. "Bensiz derin bir sohbetin içindeyseniz çok kırılırım çünkü dün gece berbat bir kâbus gördüm. Bunu size anlatsam delirirsiniz." Bakışlarım yeniden Lâl'e döndüğünde yüzünü ondan gizledi, ardından gülümseyerek Işık'a döndü. "Ağlamış bu," dedi kaşlarını çatarak, gizlemeye çalışmasına bile aldırış etmeden.
"Önemli değil," dedi Lâl ellerini hareket ettirerek.
Işık buzdolabını açarken kaşları hâlâ çatıktı. "Günlerdir hava bok gibi," dedi benimle aynı şeyi düşünerek. "Güya nisan ayındayız, bahar geldi ama güneş açtığı yok. Hepimizin ruh halini etkiliyor. Mutlu nerede?"
Gülümsediğimde Bartu elindeki boş tabakla içeriye girdi ve tezgâha bırakırken, "Helin'e romantik komedi izleme sözü vermiş," dedi. "Markete gitti." Gerindi, ardından Lâl'e döndü ve yüzüne baktığında ağladığını fark etse de bunu göz ardı edip, "İzler miyiz bir film?" diye sordu.
"İzleriz," dedi Lâl gülümsemeye çalışarak.
Işık boş sandalyelerden birine oturdu, ardından Bartu da diğerine, hemen Lâl'in yanına. Sigara paketini gördü, bakışları bana kaydı, sonra paketi alıp cebine attı ve elini Lâl'in sandalyesinin arkasına attı. Benden de Işık'tan da çekinmeden Lâl'in saçlarından öptüğünde Işık'la birbirimize baktık.
Bu bize kanıtlama değildi, bu Lâl'e, ne yaşarsan yaşa, ne olursa olsun, ben buradayım demekti.
Lâl kötüydü, bunu biliyor ve hissediyordu ama onu iyileştirmeyi deniyordu; kendisi onun yanında durmaya çalışarak. Bunu anlamıştım çünkü Lâl ne zaman Bartu'nun yanında dursa Bartu iyi olurdu. Lâl'in de aynı olabileceğini düşünüyordu.
Hayat tuhaftı. İki insan birbirini hiçbir zaman eşit sevemezdi ya da iki insan birbirini aynı duygularla sevemezdi. Onların arasında hangisi vardı, bilmiyordum ama Bartu'nun gözlerine doğan o Lâl için yaşama hevesi, Lâl'in gözlerinde yoktu. Onu suçlayamazdım, her insan da aynı değildi ama kurtulmak için çaba göstermek isterken ne olmuştu da böylesine yıkılmıştı, anlayamıyordum.
Bu ailenin en kötü insanı Lâl miydi, bunu bilmiyordum ama artık emindim, şu andan itibaren kendinden en fazla nefret eden kişisi Lâl olmuştu. Kendisini ona sevdirmeye çalışan Bartu varken bile.
"Yine dünyaları mı yedin?" diye sordu Işık, Bartu'ya, düşüncelerimden beni uzaklaştırırken.
"Çok bir şey yemedim be," dedi Bartu, uzun bacaklarını Işık'ın kucağına uzatırken. Kocaman ayakları, eğilen Işık'ın neredeyse çenesine değiyordu. Işık bacaklarını itekledi ve Bartu bir kez daha kucağına koydu. "Işık lan!" dedi ona bakarak. "Issız adaya düşsek hepimiz ve birimizi kesip yiyecek olsak ben seni yerdim. Gıcık oluyorum arada sana."
"Mal herif," dedi Işık gülmemek için kendini zor tutarak. "Sen beni yemeden ben seni çoktan yemiş olurum." Yüzünü buruşturdu. "Gerçi bu şekilde beslenen birinin mideme zararı dokunur."
"Bütün yüreğimle soruyorum, Bartu," dedim gülerek. "Neden böyle saçma sapan bir şeyi düşündün? Neden birimizi yemek zorunda kalasın?"
"Dün bir film izledim," dedi, ardından sanki koca ekmek tostu yiyen kendisi değilmiş gibi, Lâl'in bana ayırdığı tostu eline aldı ve ayağını Işık'ın omzuna uzattı. Işık bu kez iteklemedi ve aynı şekilde o da mısır gevreğini yedi. Bu manzaraya gülmeye başladım. "Issız adaya düşüyorlar ve en sonunda açlıktan birbirlerini yiyorlar. Düşündüm, taşındım, kimi yiyemem diye," Lâl'e baktı, "şu kızı yiyemem. Kıyamam. Şuna bakın bi." Bana döndü. "Bu kız da fazla mazlum bakıyor, insan bunu yemeye kalksa..."
Işık gülmeye başladığında, "Helin kesin, 'Tamam yiyebilirsiniz ama çok yemeyin, olur mu?' derdi," dedi. Kahkaha attığımda Bartu da katıldı. "Mutlu saçma sapan şekerlemeler yediği için eti lezzetsizdir," diye açıklamasına devam etti ciddiyetle. "Yankı desen, kitap yemiştir o. Hiç çekemem." Daha yüksek sesle kahkaha attık. "Koza, korkusuz korkak olarak kesmeye başladığım an bayılır. Drama kraliçesi, Koza." Işık bir anda durdu ve gülmemek için kendini tuttu. "Ee geriye sen kalıyorsun dünyanın en gıcık kadını olarak. İzin verirsen bir parça etinden..."
Bir anda Işık, sertçe dişlerini Bartu'nun baldırlarına geçirdiğinde Bartu acıyla inledi ve Lâl de kendini tutamayıp güldü.
Bartu acıyla inlerken kahkahalarımız mutfağı doldurdu ve bu evin, kötü anıları kadar, iyi anılarıyla da yüzleştim. Her acıya şahit olan bu ev, gülüşlerimize de şahitti. Bir odam yoktu başlarda ama artık vardı. Kabullenilmemiştim ve artık ailenin bir üyesiydim. Sevilmiyordum ama artık Bartu'nun nezdinde, kesip yemeye kıyamayacağı kardeşi olmuştum. Bu kulağa manyakça gelse de aslında güzeldi.
Kalbimdeki huzursuzluk arttı artmasına ama gülmeye devam ettik. Çünkü biz böyleydik, en kötü anlarda bile gülebiliyor, en güldüğümüz anlarda ise karanlığa gömülebiliyorduk.
Fark ediyordum; eğer rüyamdaki gibi sıradan hayatlarımız olsaydı, öyle büyüseydik, birbirimizi asla bulamazdık ve olduğumuz kişilerden uzaklaşırdık. Acılara, çektiklerimize minnet besleyeceğimi düşünemezdim ama bu kişiler olduğumuz ve gücümüzü geçmişten aldığımız için Sokak Nöbetçileri olmuştuk.
Mutlu gelecekti, film izleyecektik, ardından Koza ile Yankı da bize katılacaktı. Kötü bir şey olmayacaktı, olmamalıydı, bugün güzel bir gün olarak kalmalıydı. Fakat ben ne düşünsem gerçekleşmiyordu.
Bir anda gülüşlerimizin arasını tek el bir silah sesi doldurduğunda ve az önce, Bartu'nun oturduğu odanın camları art arda silahlarla kırılmaya başladığında çığlık sesi kulaklarımı doldurdu. Işık'ın çığlığı. Bartu'nun ayağa kalkıp önümüze geçtiğini gördüm ve Lâl de ayağa kalktı.
Bense gözlerimi kapatıp yutkundum. Biliyordum, bunun olacağını biliyordum ve korkudan daha çok acıyı hissettim.
Biliyordum, adım gibi biliyordum çünkü artık kalbimle hissediyordum; gözlerimi kapattığımda bunun da kâbus olmasını diledim fakat geri açtığımda Bartu'nun beni kolumdan tutup kaldırdığını hissettim, ardından dış kapı sertçe yumruklanmaya başlandı ve başka silah sesleri daha peşinden geldi.
"Yankı," diye fısıldadım gözlerim acıyla dolarken.
"Benim!" dedi kapının önündeki ses. Yankı değil, Koza.
Bartu bir an bile düşünmeden hızlıca yürüyüp kapıyı açtı ve Koza'nın elinde bir silahla içeriye girdiğini gördüm. Gözleri direkt beni buldu ve başımı iki yana acıyla salladığımda ne demek istediğimi anladı sanki ama sustu.
Elim kalbime gitti, acı katlandı. "Yankı," dedim son nefesimi veriyormuş gibi hissederken. "O nerede?"
"Vakti geldi," dedi Koza. "Tuzağa düştük, Mahir ve Harun'un tuzağına. Evi boşaltmamız gerek, hem de hemen. Sadık Orhan dışarıda bizi bekliyor."
Vakit geldi. Savaşın zamanı geldi; olması gerekenlerin ve olacakların. Bu kez tek bir günde değil, günlerce sürecek bir savaş ve kapana kısılmış olan biz.
Kalbimin üzerinde bir yara belirdi; o yara aşındı, kaşındı, delindi. Tırnaklarımı göğüs kafesime batırdığımda, Koza'nın gözlerinden başka hiçbir noktaya bakamadım. "Yankı," dedim sadece Koza'ya dönerek. Sonra her şeyi idrak ettim.
Dün aslında bir vedaydı ve bir hoş geldindi; son gündü, kendisi için. Olabilecek en güzel senaryoyu yaratmıştı, ardından aslında ilk adımıyla savaşı o başlatmıştı, kendisi için.
Koza'nın gözleri yüzümden aşağıya indi. İkileme düştü ya itiraf edecekti ya da kaçacaktı. "Koza," dedim acıyla ve sandalyeyi itekleyerek ona doğru yürüdüm. "Bana doğruyu söyle, lütfen."
Titreyen sesimi duydu, titreyen ellerimi gördü ve çaresizlik, tam kalbimin üzerinde atmaya başladı. "Parmağındaki yüzüğü de mi fark etmedin, Helin?" diye sordu. "Dün gece sen uyurken yanına geldi ve hediyesini verdi. Şu an Mahir Güneş'in yanında."
"Evlenme teklifi edilirken yüzük verilir," demiştim bir keresinde uyumadan önce ona. Amacım ona takılmaktı ama o ciddiye almıştı, bunu anlamıştım.
"Nasıl bir yüzük istersin bebeğim?" diye sormuştu uyumadan birkaç dakika önce.
"Yonca şeklinde olsun, lütfen."
Bakışlarım parmağıma kaydı ve yonca desenli, minik taşlı yüzüğü gördüm; o vakit gece hayal meyal onu gördüğümü anımsadım. Kapıdan çıkmadan önce alnımdan, ardından göğüs kafesimdeki yara izimden öptüğünde.
YANKI SARCA
Herkesten, her şeyden, en çok kendimden yani benim gibi bir adamdan önce anlatılacak bir hikâye varsa bu Yankı Sarca'yı kurtaran Helin Aktan’ın hikâyesi olmalıydı, sonradan dünyadaki herkes sıraya girebilirdi, ben de son sırada olabilirdim.
Onun yüzü, onun sesi, onun uykusu, onun neşesi, onun nefesi, onun öfkesi, onun acısı, onun nefreti, onun sevgisi, onun kolları, onun gözleri, onun gözyaşları, onun savaşı, onun yenilgisi, onun hayatı.
Sabaha karşı beş otuz altı, yağmur hiç durmadan yağıyordu. Odamızın tavanındaki pencereye de vuruyordu, yağmur taneleri ise onu uyandırmıyordu. Odaya girdiğimi duymamıştı; derin uykusunda cenin pozisyonunda yatıyordu ve uzamaya başlayan saçları yastığın her tarafına yayılmıştı.
Yüzünü göreceğim tarafa geçtiğimde köşedeki sandalyeyi aldım ve oturunca kaşlarının çatık olduğunu fark ettim; öfkeden daha çok acı çekiyormuş gibiydi. Komodinin üzerindeki ağrı kesiciler, bitki çayı ve hemen yan tarafında duran sıcak su torbası birkaç saniye düşündükten sonra derin bir nefes almama neden oldu.
Gerçek, korkusuz, derin bir nefes.
Elini yattığım boşluğa attığında yüzünün her zerresini izledim, her zerresinde kendimden daha çok bizi gördüm, ardından onu ilk gördüğüm güne gittim. "Merhaba Helin Güneş," dedim kalbimdeki bütün o kasvet kalkıp, yerine onun yüzünü görmenin verdiği huzur oturduğunda. "Sen benim eşim mi oldun şimdi?" Vicdan bir köşede nefes almaya devam etti ama onun güzel yüzü vicdanımın önünde bir koruma kalkanı oluşturdu. "Bu hayatta yaptığım en bencilce ikinci hareketim, ölecek olsam bile senin benim eşim olarak ölmeyi istememdi. Birincisi zaten seni sevmekti ama ilk gördüğüm gün bile hissettim bütün bunları."
Aylardan eylül, günlerden pazartesi, hava güneşli, sabah saat sekiz otuz altı. Metronun önünde bir kadın duruyordu, saçları siyah ve kürekkemiklerinin altında. Üzerinde beyaz, kırışmış bir tişört. Kim olduğundan habersizim, çocukken onu tek sırdaşımla kurtarmaya çalıştığımdan da öyle. Ama ilk gördüğüm an bile dengem şaştı; dengemi şaşırtan güzelliği değil, hissettiğim bağdı.
"Güneşte saçları daha açık renk görünüyor olabilir, diye düşünmüştüm seni ilk gördüğümde," diye mırıldandım, yastığa dağılan saçlarına dokunmak isteyip çekinerek. Benim bu dünyada ellerimi titreten, Helin'in saçlarıydı.
"Beni izliyordun ve bunu yaparken de çekinmiyordun. Her baktığında aklından ne geçiyorsa yüzünde tedirgin bir ifade beliriyordu." Üzülmesin diye içimden devam ettim; uyuyor olsa bile belki zihninde söylediklerim dönerdi.
Seni izlediğimi bilmiyordun çünkü önündeki camın yansımasından bunu yapıyordum; sense bakışlarını kaçırmadan beni izlemeye devam ediyordun.
"Özellikle o gün ve senden öncesinde kendimi o kadar değersiz görüyordum ki, olsun, demiştim içimden, belki de fazlasıyla yalnız göründüğüm için bu dikkatini çekmiştir. Yalnızdım, Helin, senden önce çok yalnızdım ben. Bunu hissettin mi hiç?" Ve o gün değersizdim çünkü yine o sokak lambasının altında sabahlamıştım ama önemi yok, şu an benim hiç önemim yok, seni de üzmenin faydası olmaz.
Aylardan yine eylül, aynı haftanın perşembesi, hava güneşli ama emindim, birazdan yağmur yağacaktı. Sürekli hava durumunu takip eden ve aynı metroya bindiğim kırk beş yaşındaki adam, bugün yağmur botlarını giymişti.
Metronun içinde dördüncü gün, aynı kadın yine karşımda oturuyordu. Saçlarını yarım toplamıştı, gözleri uykusuz görünüyordu ama bu kez onu izleyemiyordum çünkü camda bir yansıması yoktu. Dün de izleyemedim ve önceki gün de. En son pazartesi izlediğimde bu kadar huzursuz değildi.
"Üzerindeki kıyafetler sana büyük geliyordu dördüncü gün," diye mırıldandım. Yine içimden devam ettim üzülmesin diye. Birinden emanet almıştın o kıyafetleri. Kendi kıyafetlerin değildi ama bunu sana şimdi söylersem üzülürdün. "İlk gördüğümde fazlasıyla rahat giyinmiştin ama o gün eteğinle ve üzerine giydiğin bol ceketinle öğretmen gibiydin. Elinde benim gibi bir kitap tutuyordun: Vadideki Zambak. Sayfa kaçtaydın, bilmiyordum ama beni izlemek istesen de arada kitaba dalıyordun. Biliyor musun, senden sonra o kitabı okudum, hem de hiç tarzım değilken."
"Olsun, demiştim içimden yine, belki de fazlasıyla çaresiz göründüğüm için bu dikkatini çekmiştir. Çaresizdim, Helin, senden önce çok çaresizdim. Bunu hissettin mi hiç?"
Ayrıca o kitabı okurken hangi satır, hangi düşünce seni duraksatmıştı, bilmiyordum; uykuda olmasaydın sana sorardım ama uyuyorsun ve uyandığında ben yanında olamayacağım.
Ya bunun hiçbir zaman cevabını alamazsam? Ya hatırlamıyorsan? Ya unutursan?
Unutma, Helin. Sana yalvarıyorum. Bir başkası bunun için yalvarmazdı ama biz normal hayatlar yaşamadığımız için sana yalvarıyorum ve yalvarmamın nedeni, bir gece vakti uyurken rüyanda, "Hiçbir şeyi unutmak istemiyorum" diye ağladığından ötürü. Biliyorum, annen işledi aklına. Uykularında durmadan onu sayıklıyorsun ama nasıl da gizliyorsun bunu çünkü öldü diye kabul ediyorsun, yeniden ölürse kaldıramayacağını düşünüyorsun. En çok uykularında ortaya çıkıyor ama bana da bu büyük korkuyu yerleştirdin.
Bana dönüp, "Yankı, tokamı gördün mü? Yerini unuttum," dediğinde bile sayıklamalarını duyuyorum. Bir toka kaybedilir, değil mi? Unutulur da ama ben o an, sen fark etmeden çok korkuyorum.
Aylardan yine eylül, ikinci haftanın çarşambası, hava hafif yağmurlu ama sıcaktı. Kantindeki herkesin kolunda yağmurlukları var, o kadının yoktu. Üzerinde ince, ip askılı bir atlet ve altında bir mini etek. Herkes onun bu yağmurlu havada neden böyle giyindiğini sorguluyordu.
"Ben o gün, senin üşüyüp üşümediğini düşünmüştüm." Saçlarını atkuyruğu yapmıştın, diğer günler hep açıktı; cumartesi, pazar yaşadığım mahalledeki kahveciye gelip saatlerce oturduğunda da saçlarını toplamıştın.
"Seni izleyebiliyordum çünkü sırtın bana dönüktü." Yine içimden devam ettim, üzülmesin diye. Ensenden omuz hizana kadar bir iz vardı. Bıçak izi değildi, bıçak izlerini tanırdım. Belki kemer izi. Belki de kemerin tokası kesmişti ama bunu gizlemek istememiştin. Şimdi uyanık olsaydın o izin nasıl oluştuğunu sana soramazdım ama öperdim üzerinden.
Hatırlamıyorum o izin nasıl oluştuğunu, demeni isterdim elbette, başka bir hayatta yaşasaydık ama şu an bu bile canımı yakardı.
Bir adam yanına yaklaştı, üst sınıflardan. Onunla tanışmak istedi ama asıl amacı, onunla bir gece geçirmek. “Oturabilir miyim?” diye sordu.
"İlk defa sesini duyacağım için merak ediyordum ama konuşmadın, Helin. Başını iki yana salladın ve bana dönüp baktın." Tam o anda başımı önümdeki bilgisayara doğru eğdim.
Adam ısrar etti. Bakışlarım yeniden o adama döndüğünde benimle göz göze geldi ve gözlerimi ayırmadan onu izlemeye devam ettim. Kadın da bana döndü fakat bu kez kaçmadım; kadına değil, adama bakmayı sürdürdüm.
Adam bakışlarımdan her ne anladıysa ısrarı bırakıp gitti. Kadın yeniden bana odaklandı ama bilgisayara döndüm.
"O adam seni rahatsız etmeyi sürdürseydi ne yapardım, bilmiyorum ama sen eğer onu kabul etseydin..." Devam etmek istemedim, akıl kârı değildi, hiç konuşmadığın birisine böyle çekilmek.
"Olsun, demiştim içimden yine. Belki de fazlasıyla acınacak halde göründüğüm için bu dikkatini çekmiştir. Bana acıdın mı Helin? Bunu yaptın mı?"
Aylardan ekim, günlerden pazartesi. Hava yine yağmurlu ve kadın bahçede, motosikletinin önünde duruyordu. Deri bir pantolon ve deri ceket. Dudaklarında kırmızı ruj, saçları bu kez neyse ki açık çünkü öyle çok daha güzel görünüyordu ya da ben sürekli sırtı dönük izlediğimden saçlarına hayranlık beslemeye başlamıştım.
"Saçların," diye mırıldandım, yastıkta yayılan saçlarına bakarken. "Saçların, Helin. Saçların." İçimden devam ettim, üzülmesin diye. Saçlarını neden bu kadar sevdiğimi merak ediyor musun? Çünkü sen bana bakmıyorken, sırtın dönük olduğunda izledim hep seni. İlk saçlarını ezberledim. İlk saçlarından tanıdım. İlk saçlarını sevdim. Saçlarını kestiğimde kendi anılarım da yok oldu.
Kendimi hiç affetmedim, Helin. Ve affetmeyeceğim.
Beni görmüyordu ama gözleri birini arıyordu. Eli telefona gidiyor, mesajlar atıyor, ardından okulu yeniden izlemeye devam ediyordu. Aradığı birileri vardı, ben olmayı istemiştim ama sonradan benim gibi birini neden arayacağını düşündüğümde mantıklı bir sebep oturtmamıştım; en azından oturtmak istememiştim.
İlk defa tam anlamıyla onu izliyordum.
Alt dudağı üst dudağından daha kalındı. Dudağının hemen altında bir boşluk vardı ve çenesi çıkık, küçüktü. "Dudağının kenarında minik bir gamze var, gülümsediğinde değil tedirgin olduğunda ortaya çıkıyor, bunun farkında bile değilsin." Burnu kavisliydi. "Gözlerini daha yakından göremediğim için kızmıştım çünkü bu tuhaftı." Kızmak benim için yasaktı. "Bu yüzden kahverengi diye kabul ettim gözlerini. Saçlarınla aynı renk. Işıkta daha açık renk saçların, bukle bukleydi."
Uyuyamıyordu, onu gördüğüm ilk gün hariç gözlerinin altında hep morluklar vardı fakat bu kez, yüzüne çok daha fazla makyaj yapmıştı. Bu makyajın nedeni neydi?
Üzülmesin diye sesli dile getirmedim yine ama kaşının altındaki çiziği mi kapatıyordu? Parmağım o uyurken çiziğin olduğu yeri okşadı; çatık kaşları düzeldi ama gözlerini açmadı.
Ellerine baktım; ellerinin tersinde çizikler vardı.
Ellerine uzandım; tersini okşadığımda, "Hiçbir zaman ellerini öpmeyi neden sevdiğimi öğrenmedin," dedim. "Sormadın da."
Birisi ona şiddet mi uygulamıştı?
Bir adam yanına geldi; turuncu saçlı, benden kısa boylu, güler yüzlü. Kadını izin bile almadan elinden tutup kaldırdı ve sarıldı. Yüzündeki gülümseme genişledi ama kadının gözleri açıldı.
Sarılmasına karşılık verdiğinde içimde tanımadığım bir duygu oluştu, hayır olamazdı, bu yasaktı.
Yankı Sarca'ya bütün duygular yasaktı.
Adam ona bir şeyler söyledi, ardından parmaklarıyla kadının kaşının altındaki çiziğe dokundu, kadın onun dokunmasına izin vermeden geri çekildi; canının acıdığını hissettim.
Lâl yanıma gelip bana baktı, ardından o kadına. Aramızda geçen sözsüz bakışma, kadına arkamı dönmemi sağladı.
"Olsun, demiştim içimden yine. Belki de iç dünyamı merak ediyordur ve beni tanıdığında benden tamamen vazgeçecektir. Benden hiç vazgeçmeyi düşündün mü Helin?" Beni sokak lambasının altında bırakıp gittiği gün geldi aklıma. "Düşündün elbette. Vazgeçtin de ama ben senden hiç vazgeçemedim."
Aylardan ekim, günlerden cuma. İlk defa sesini duydum; bilerek üzerime sıcak kahveyi döktüğünde.
Tam kantinden çıkarken bir anda karşımda belirdi ve kahveyi tişörtümün üzerine döktü. Gözleri kocaman açıldı, güzel rol yapıyordu ama titreyen elleri bunu gizleyemiyordu.
"Yemin ederim, Helin," dedim. "O an bilseydim ellerinin titreme nedenini, hiç sorgulamazdım bile bunu."
"Özür dilerim," dedi ince bir sesle. "Göremedim seni." Gördü, biliyorum ama kulaklarımda sesi çınlıyordu. Düşündüğümden daha çocuksu ve daha hevesli.
Yüzüne baktım; kaşının altındaki çizik iyileşmişti, ağır bir makyajı yoktu fakat boynundaki parmak izleri silik de olsa belli oluyordu. Biri onu boğmaya mı çalışmıştı?
Parmaklarım boynunda gezindi, artık izler yoktu ama o gün canını yakmışlardı. Çok mu canı yanmıştı? Uyurken ürperdi ve iç çekerek sırtüstü uzandı. Dudaklarını kıpırdattı, bir şeyler söyledi; sürekli bir şeyler mırıldanırdı ama bu kez anlayamadım. Çok defa onu uyurken dinlediğimi bilmiyordu.
Boynundaki parmak izlerine bakarken kaşlarım çatıldı ama o, kahveyi döktüğü için öfkelendiğimi düşündü. "Kızdın mı?" dedi dudaklarını bükerek. "İstersen sana kahve ısmarlayabilirim?"
Dudakları kurumuştu. Burnunu çekti, hasta mı olmuştu? Kaşlarım havalandı, bir şey söylememi bekledi.
Neredeyse üzerime sıcak kahveyi döktüğü için mutlu olacaktım çünkü gözlerinin rengini yakından görmüştüm: açık kahverengi, uykusuzluktan kızarmış.
"Teşekkür ederim," diye fısıldadım uyuyan yüzüne bakarken. "O sıcak kahveyi döktüğün için. Seni yakından gördüm."
Arkamı dönüp gittiğimde küfrettiğini işittim, bu komikti. Gülümsediğimde bunu görmedi.
"Olsun, diyemedim bu kez Helin çünkü bakışlarından anladım. Benim peşimdeydin."
O günden sonra Önder'in yanına gidip onu araştırmasını istedim. Uzun sürmedi bulması çünkü kendisi bir insan avcısıydı.
Adı Helin, soyadı Aktan. Annesi ve babası hakkında bilgi yok ama belli bir yaşına kadar dayısıyla beraber büyümüş, dayısının adı Harun Aktan. Önder bu ismi söylerken tanıyor gibi ama bana belli etmemeye çalıştı.
"Dayısı yaşıyor mu?" diye sorduğumda bilgisinin olmadığını söylemişti.
Belli bir yaşından sonra yetiştirme yurdunda büyümüş; dayısı öldüğü için mi yetiştirme yurduna girmişti yoksa başka bir neden mi vardı?
Yetiştirme yurdundan on üç yaşında ayrılmış, bir daha da hiçbir şekilde ulaşılmamıştı. Bu kadardı, sonrası herkesin bildikleriydi.
"Benim peşimde," dediğimde Önder şaşırmış gibi davranmıştı ama şaşırmadığını anlamıştım. "Derdi ne, öğrenmek lazım."
"Daha iyi araştırırım." Önder yüzüme bakarken gözlerini gözlerime dikti. "Neden bu kadar odaklandın bu kıza?"
"Sadece," deyip susmuştum çünkü devamını bilmesine gerek yoktu.
"Sadece seni tanıdığımı düşünüyordum, Helin; belki kendi hayatımdan, belki kendime benzettiğimden, belki de geçmişte bir yerlerde seninle kesiştiğimizden ötürü. Belki de o yuvanın sen olduğunu hissettiğimden ötürü."
Koza olsaydı onunla paylaşırdım ama artık en büyük sırdaşım, düşmanım oldu; beni öldürmek istiyordu.
Diğer kardeşlerim bir cumartesi günü kapımızın ziline çalıp kaçtığında fark etti. Lâl zaten biliyordu ama Mutlu, "Delinin teki zilimize basıp kaçtı," demişti. "Bir kız."
"Bana âşıktır," demişti Bartu alayla.
"Sana bir tek ben âşık olabilirim," diye alaya almıştı Mutlu.
Lâl duymazlıktan gelmişti.
Işık en sessiziydi, gözleri dalgın ve ruhsuz. Bildiği bir şeyler mi var, diye düşünmüştüm ama sessizliğini bile benimle paylaşmamıştı.
Bunu pazar günü de tekrar ettiğinde, yani zile basıp kaçtığında, Bartu öfkelenmişti. Lâl bana bakıyordu, kimin yaptığını biliyordu. Diğerlerine söylemezdi, biliyordum. Lâl'e güveniyordum, benden hiçbir şey saklamazdı.
Önceden.
Aylardan ekim, günlerden çarşamba, hava bulutlu. Metro istasyonundaydım. Ortalarda yok, birkaç gündür de yoktu. Son gördüğümde yorgundu, izleri yenilenmişti ama artık onu bu hale getirenleri biliyordum. Ekip, onun arkasındaydı ve böyle eğitiyorlardı.
Arkamda bir koşuşturma oldu; yansımadan onu gördüm, hemen yanımda durdu. Derin derin nefesler alırken kokusu burnuma doldu ama yine görmezlikten geldim. Aslında çok iyi rol yaptığım söylenemezdi ama dikkatimi çekmediğini düşündüğüne emindim.
Kulaklıktaki şarkıyı kıstım ve ona kulak verdim. "Akli dengesi yerinde değil galiba," dedi bir kadın ona yönelik. "Fazla bulaşmayalım."
Başımı metronun geldiği yöne çevirdiğimde, beni diğer günlerden daha farklı bir şekilde izlediğini fark ettim ve bundan rahatsız oldum; sebebi, içimi görme ihtimalinden dolayıydı.
"O an ne düşündün, Helin?" diye sordum, cevap alamayacağımı bilerek. "Yani hakkımda ne düşündün de hüzünlendin? Neyi sana yansıttım?"
Lâl’le metroya binip oturduğumuzda, hemen karşımıza oturdu. Gözleri bir Lâl'e bir bana kayarken aklından ne geçtiğini tahmin edebiliyordum. Lâl’le konuşmuyorduk, o topluluk içinde çok fazla işaret diliyle konuşmayı sevmiyordu, insanların ona acıdığını düşündüğü için.
Kaçıncı okuyuşum olduğunu sayamadığım kitabı elimde tutarken, Lâl gözlerini ondan ayırmıyordu.
Sürekli okuduğum kitapta altı çizili cümleler vardı fakat bu kez bir cümleyi okurken duraksamak zorunda kalmıştım; bana bu cümleyi bir gün karşımdaki kadının söyleteceğini düşündüren neydi?
"Onunla ilgili olmayan hiçbir şeyin önemi yok," dedim uyuyan yüzüne bakarak, cümleyi tekrar ederek.
Kaşlarım çatıldı ve başımı kaldırdım. İstemsizce onun yüzüne bakmayı arzu ettiğimde kendimi engellemem zor olmuştu. Bir insandan başka hiçbir şeyi önemsemeyecek duruma geleceğimi düşündüren neydi? Bu imkânsızdı.
"Nasıl da hissetmişim aslında, değil mi? O an bu aptallıktı, tuhaftı, imkânsızdı ama şu an, seninle ilgili olmayan her şey şöyle bir esip geçiyor ama seninle ilgili olan her şey bir kasırga. Beni devirebiliyor." Gülümsedim. "Ayrıca artık o kitabı okumak istemiyorum çünkü adam intihar ediyor Helin, benim için yaşam var ve sen varsın. Başka yollar da var, intihar bana artık yanlış geliyor. Bunu, seni severken öğrendim."
Başımı yeniden eğdim.
Yanındaki adamla tartışmaya başladı. Tartışma değil, adam onun hareketlerini yadırgadı. Lâl koluyla hafifçe beni dürttü ve başımı kaldırıp yanındaki adama baktım. "Ne diyorsun yahu?" dedi adam. "Beni neyle suçluyorsun?"
Kadın dudaklarını içeriye kıvırıp bana baktı; utandığını hissettim, ardından, "Beyefendi," dedi. Sonra, "Sana demedim," dedi. "Üzerine alınma, hayatım." Adam çıldırmış gibi ona bakarken gazeteyi yırtıp koltuğunun altına sıkıştırdı ve öfkeyle söylenerek oradan kalktı.
Başımı eğdiğimde kendimi tutamayıp güldüm. Akılsız birisi değildi, akıllıydı ama heyecanlandığında ne yaptığını bilmiyordu. Güldüğümü gördü mü, bilmiyordum ama bunu önemsemedim.
O gün metrodan indikten sonra, derse girmeden önce Lâl ilk defa beni durdurup, "O kadının ajan olduğunu hepimiz biliyoruz, sadece amacını anlamıyoruz," demişti. "Neden ona böyle davranıyorsun?"
Dün, Önder bütün gerçeklerle geldiğinde hepsini uyarmıştım: bir ajanın peşimde ya da peşimizde olduğu konusunda. Mutlu alaya almıştı, “Geleceği varsa göreceği de var,” diyerek. Bartu nefret etmişti ve kan kusturacağını söylemişti.
Lâl bundan hiçbir şekilde hoşlanmamıştı ve bunun tek nedeni, onun ajan olması değildi, benim bu kadına yaklaşımım onu rahatsız etmişti.
Işık sessiz kalmıştı, ardından vazgeçmesi için elinden ne geliyorsa yapacağını söylemişti.
Önder ise kabul etmek istememişti, aramıza. Eğer kabul ederse de onun ben ve Işık gibi eğitileceğini söylemişti. Silahıyla, en hazırlıksız anında ve belki de biz yokken.
Yine de onu yanımızda istemiştim. İnsan kendi sırtına hançeri saplayacağına emin olduğu birisiyle yan yana bile oturamazdı ama ben o uzun saçlı kadını evimize almak, aynı masaya oturtmak, eğitmek, onun tarafından eğitilmek ve gerçekleri ondan öğrenmek istemiştim.
"Seni kabul etmek için mantıklı bir nedenim yoktu, Helin ama nedenler de senden sonra önemsizleşti, her seferinde ben senin kim olduğunu unutmak istediğimde yani."
O gün, tanışmamızın ilk günü olacaktı ama artık tahammülü öyle bir bitmişti ki benimle aynı derse girdi. Bu kadarla yetinmedi, kendini rezil etmeyi göze aldı.
Benim onu istememin geçerli bir nedeni yoktu ama onun var mıydı ve hayatından daha mı önemliydi?
Kendimi tutamayıp Önder'e, "Onu bence bizim yanımıza göndermek için zorluyorlar," demiştim ve bu en güçlü teorimdi. "O kadına şiddet uyguluyorlar ve biraz daha görmezlikten gelirsem şiddete devam edecekler. Onu istiyorum, ne olacaksa olsun, Önder." Derin bir nefes aldım. "Ne olacaksa olsun."
"Ne olacaksa olsun, dediğimin," diye fısıldadım, elim yanağına ulaşıp okşarken. "Aşk olduğunu nereden bilebilirdim?"
"Bize ne?" demişti Önder. "Bizi ne ilgilendirir?"
"Ben sana karşı aklımı ilk gün, o rubik küpü verdiğimde kaybettim ama bunu bir ben bildim, bir de sokak lambasının altı," dedim huzursuz nefesini dinlerken. Kim bilir rüyasında ne görüyordu? İçimden devam ettim, üzülmesin diye.
İnsan intihar ettiğinde ve ölmek üzereyken geçen o birkaç dakikada ne yapacağını bilemiyor, Helin. Ne düşüneceğini. Hayata yeniden tutunan kişiler de olmuş, acıdan mahvolan da. Ben bir odadaydım, ailemin evinde. Komodinin üzerindeki rubik küpü almış, onu tamamlamak istemiştim. Hayır, tamamlayamadan gözlerimi kapatmışım ama o küp bileğimdeki izden daha çok intiharın sembolü oldu.
Sahiden Helin, neden hiç bileklerime bakmadın? Ben ilk önce senin bileklerine bakmıştım.
Küpü eline verdiğimde bir kumar oynamıştım, kendi içimde.
Aslında nasıl da emindim onu bitireceğinden ama bitirmeseydin belki de şu an sen uyurken yüzünü izlemiyor olacaktım.
Bize katıldı, evimize girdi. Hiç sevilmedi, hor görüldü, herkes o evdeyken yastıklarının altında bir bıçakla uyudu, günlüklerini ortadan kaldırdılar ve yeni yazılmış günlükleri koydular. Her gün yemeklerini kontrol ettiler.
"Senin için defalarca Bartu'yla kavga ettim," dedim gülümseyerek. "Öyle büyük kavgalar ettik ki aklın almaz. Şimdi karşıma geçip benimle senin için kavga ediyor. Bu çok hoşuma gidiyor." Gülümsemem genişledi ama içimden devam ettim yine üzülmesin diye. Sustuğumda ne düşünüyordu, bilmiyordum ama onu üzmemek için içimden getiriyordum cümlelerin devamını.
Bir gün bana bir şey olursa seni emanet edeceğim değil, senin emanet edilmeye ihtiyacın yok ama seni yalnız bırakmayacak birinin olduğuna emindim. Bartu hiç bırakmaz seni. Herkes gider, o gitmez.
"İlk bizim evde Lâl'in fotoğraf odasında uyuduğun gün, inleme seslerini gece boyunca dinledim," dedim başımı iki yana sallayarak. "Çok ağladın Helin. Çok bağırdın, çok çırpındın. Sadece ben değil, hepimiz duyduk ama hiçbirimiz o odaya girip seni kaldırmadık. Bartu rol yaptığını söyledi; Mutlu, ‘Kâbus görüyor,’ dedi; Lâl, ‘Fotoğraflar rahatsız ediyordur,’ diye karşılık verdi ve Işık kaçtı. Belki de hepimiz uzun süre kâbuslarımızdan çığlık çığlığa uyandığımızdan ötürü olsa gerek, o odaya girmedik. Beni sorarsan cesaret edemedim. İşte, kendimi affetmeyeceğim ilk gün o gündü."
"İkinci gün," diye mırıldandım ve gözlerim boynundan göğüs kafesine indi. Üzerinde v yaka bir tişört vardı; tişört kalbinin olduğu yeri açığa çıkarmıştı. İşte iz oradaydı. Parmaklarım yanağından göğüs kafesine indi, ardından işaret parmağım o çıkıntının üzerine dokundu.
Sanki acısı hâlâ tazeymiş gibi hafifçe inleyip başını diğer tarafa çevirdi, yüzünü benden gizledi.
İkinci gün, kendini gözünü bile kırpmadan kalbinden vurduğun gündü.
Nedenlerin bir önemi yok, sıraladığımda kendimi affetmiyorsam sana da iç sesimle bile sıralamamın bir nedeni yok ama bir gün bana bir şey olursa, belki de bugün ve Önder o sandalyesinden kalkıp sana işkence etmeye çalışırsa artık daha dirayetli olacaksın. Daha az acı çekeceksin, bilincin daha çabuk yerine gelecek ve gün geçtikçe alışacaksın.
Nedenlerin bir önemi yok ama bir insan, o metroda gördüğüm kadın, benim saçlarını doyasıya izlediğim kişi, ölmeyi bu kadar da dileyemezdi, Helin. Gözlerinin içine baktığımda ölmek için yalvarıyordun ama aramızdaki tek fark şuydu: Kurtulmak için de bana bakıyordun. Gördüm muhtaçlığı, bir insan hem ölmek isteyip hem de yaşamayı nasıl diler, diye düşünmüştüm çünkü benim için sadece ölüm vardı.
Sonradan fark ettim; o günkü bakışların, çocukken seni kurtardığımızda olan bakışlarınla aynıydı. Solgun, ölmeyi diliyor ama bir yandan da yaşamaya hevesli. Korkuyor ama savaşıyor. Acısı var ama göstermemeye çalışıyor.
Nedenlerin gerçekten bir önemi yok ama ne zaman avazın çıktığı kadar bana bağırıp o günün hesabını soracaksın? Ne zaman intikam alacaksın? Ne zaman beni aynı şekilde dönüp vuracaksın? Şimdi uyansan, o silahı eline alıp beni vursan sesimi çıkarmam, sana izin veririm Helin. Verdiğin en güzel acı bu olur çünkü pişmanlık ve vicdan azabı az da olsa sönerdi. Ama yapmıyorsun, hiç yapmadın. Yapmak istediğinde bile bunu gerçekleştiremedin.
Helin, nedenlerin gerçekten bir önemi yok ama kucağımda o buz gibi vücudunu taşırken, sense acıdan titrerken ve gözünden farkında olmadan yaşlar akarken çektiğim acıyı sana tarif edemem.
Beşinci dakikada titremeye başladın, onuncu dakikada ağzından köpükler çıktı ve on beşinci dakikada gözlerinden yaşlar aktı. On sekizinci dakikada vücudun buz kesti, yirmi üçüncü dakikada titremelerin durdu. Yirmi sekizinci dakikada acılı inlemelerini duydum ve otuz üçüncü dakikada tamamen durdun.
Ölürken otuz üç dakika boyunca hiç durmadan canımın yanmasını isteyecek kadar vicdan azabı çektim; çektim ama sen beni affettin, bu daha yaralayıcıydı. Gözlerini açtığında yine ihtiyaçla bana baktın; o duyduğun ihtiyaç için bile bugün ölürsem ya da bir gün öldüğümde beni hiç affetme.
Kendimi affetmeyeceğim üçüncü gün, saçlarını kendi ellerimle kestiğim gündü.
Kendini kalbinden vurduğunda ölmek istediğini anlamıştım ama yaşamak için de bir çaban vardı Helin ama o gün, o fotoğraf odasında, kırmızı ışıklar tam yüzüne çarparken gözlerinde tek bir duygu bile yoktu. Yaşamak dahi istemiyordun; muhtaçlık da yoktu, ihtiyaç da.
Elim yastıkta dağılan saçlarına gittiğinde, yine elimin titrediğini fark ettim. Nasıl oluyordu da o an zihnimde döndüğünde bile ellerim titreyebiliyordu?
"Helin," dedim saçlarına bakarak. Yine içimden devam etmek istedim çünkü anlatırsam kendini suçlardı.
Kendi bileklerimi yeniden kesseydim canım bu kadar acımazdı ama senin saçlarını kesmek canımı çok yaktı. Suçlu sen değilsin, suçlu ben de değilim ama o gün, başka bir yol varsa bile göremedim çünkü ya ölecektin ya saçlarını kesecektim. Yaşamanı seçtim ama o günden sonra ben, henüz kalbimde bu kadar büyük bir yerin olduğunu bile bilmeden kendi irademden vazgeçmiştim.
Harun Aktan'ın sana yazdığı mektubu okuduğum gün, o gündü.
Merak ediyorsan, bu konuda hiç pişman olmadım. O güne yeniden dönsem ve sonrasında senin beni sokak lambasının altında terk edip gideceğini bilsem yine okurdum o mektubu. Pişmanlığım, girdiğim yollara ama seni korumak istememe değil.
Uyuyan yüzünde bir gülümseme belirdi. Solgun bir gülümsemenin ardından ifadesi ciddileşti.
Gülümsedim, o gülünce kalbimdeki karanlık kalktı.
"Sonra güneş açtı," dedim bütün bu karanlığı yok ederek. "Ardından yağmurlar yağdı. Bir sokak lambasının altında buldun beni." Yeniden gülümsedi ve yeniden cenin pozisyonu aldı. Eli yastığıma gitti. "Senin hakkında defalarca kendi içimi rahatlattım. O olmasaydı, başkasına da bunları yapardım, diyerek. Başkasına da bir bisiklet hediye ederdim, demiştim kendi kendime. Kendime ilk söylediğim yalan buydu, seninle ilgili. Belki daha öncesinde de söylemiştim ama bundan emindim. Sonrasında, başkası da kendini vursa gözlerimin önünde, aynı acıyı çekerdim, demiştim ama yalandı. Hayır, bu acı bambaşkaydı. Bir başkasının saçlarını kessem yine vicdan azabı çekerdim, diye bile düşündüm. Aklım ile kalbim savaş verirken, senin kokun bana yaşadığımı hissettirirken bile kendi içimi rahatlattım. Dedim ki, bir başkası da gülünce mutlu olurum, bir başkası da ağladığında parçalanırım, bir başkası da ölmek istediğinde ölmeyi dileyebilirim, bir başkası için de bu kadar çabalayabilirim. Tutunduğum bunlardı ama bir an var, o andan sonra bir başkası diyemedim."
Gülümsemesine gölge düştü.
"O sokak lambasının altında beni bulduğun gün bir başkasını görseydim; böyle yaşamayı dilemez, böyle umutla dolmaz ve gerçekten güzel bir hayatın da var olabileceğine inanmazdım. O gün geldin, kimse gelmezdi ama sen geldin. O gün, yaşamayı istediğim ilk gündü. Umut sendeydi; seni ilk öptüğüm gün, benim için hayatımın bir başlangıcıydı. Sana yenildiğimi çok sonradan kabullendim ama beni hayata döndürdün; çünkü o gün gelmeseydin ben belki de şu an burada seninle konuşuyor olmazdım." İçimden devam ettim. Çünkü cebimde bileğim için sakladığım o bıçağı bile bilmiyordun, Helin. O gün yarım kalan her şeyi halledecek, ölecektim.
Sonrasında bir sokak lambasının altında beni tekrar terk ettin; acılar katlandı ama önemi yok, gerçekten hiç önemi yok. Buradasın, uyuyorsun ve beni seviyorsun. Sen söz konusu olunca kendimi affetmemem için birçok nedenim varken, senin hiç olmasın. Çünkü biliyorum; sen benim çektiğim bu vicdan azabının çeyreğine katlanamazsın.
O günü, beni terk ettiğin günü anlatmayacağım; sonrasını ve yaşadıklarımı da.
Önemi yok ne çektiğimin.
Gözlerim kolumdaki saate kaydı; pencereden vuran ışıkla günün ağardığını fark ettiğimde derin bir nefes verdim.
Bir veda, bir his, hayata tutunmak ve belki de son kez yüzünü görmek için buraya geldim; bunların hiçbir önemi yok. Gözlerini açarsan gidemem, benimle gelirsen Yankı Sarca'yı öldüremem ve yanımda durursan aklımı dinleyemem.
"Bana hayatı sevdirdiğin için teşekkür ederim," dedim, ardından sandalyeden kalktım ve eğilip alnından öptüm. Kokusu, yüzü ve ruhu. İçimden son kez devam ettim, üzülmesin diye. Şimdi bir savaşım var, o da senin hayatın için. Biliyorum, ben sensiz yaşayamam ama sen bensiz yaşarsın çünkü benden çok daha güçlüsün.
Eğilip göğüs kafesinden öptüm, tam izin olduğu yerden, ardından cebimden çıkardığım o yüzüğü parmağına taktım. Mırıldandı, gülümsedi.
"Hayalini kurduğumuz hayat için çabalayacağım bugün," dedim bütün kalbimle. "Vazgeçmemek için direneceğim; önce senin için sonra da kardeşlerim. En kötü yollardan geçip en büyük fırtınalarla karşılaştık ama zafer, bunun sonunda daha fazla gülümsetecek yüzümüzü." Yağmurun sesi kulaklarımdaydı. "Güneş açacak elbet yeniden, yağmurlar dinecek; bu kez biz başaracağız, kazanacağız çünkü yaşamayı seviyorum, yemin ederim ki seviyorum. Her şey son bulacak ve o güneşli havada, ben bisikletimin önüne yine seni bindireceğim." Derin bir nefes verdim. "Sonra o karavana binip gezeceğiz, Helin."
Gözlerim bu defa son kez bakıyormuş gibi onun yüzünde gezindi.
"Ama eğer başarısız olursam bugün, yani eğer yaşayamazsam…" Üzülmesin diye sessiz devam etmek istedim ama bu, ona belki de son cümlelerimdi. "Bütün hayatını güvence altına almış olacağım. İlk önce soyadımla." Bir şeyler mırıldandı. "Dizlerine kapandığımda bana, senden daha iyi biriyle olacağımla hatta onunla yaşlanacağımla ilgili bir konuşma yapmıştın, Helin. Gideceksin diye kulaklarım hepsini duymak istememişti bile ama dünyanın en saçma konuşmasıydı." Kaşlarım çatıldı, onu hak etmediğimi nasıl düşünürdü? Ondan başka birini sevebileceğimi?
"Şimdi, aynı konuşmayı sana yapmayacağım, seni başka biriyle düşünme fikrine giremem; bu beni mahveder ama sana başka bir şey söyleyebilirim. Senin beni, benim de seni hak etmediğimle ilgili bir konuşma değil bu; hak ettiğin hayatı yaşamanla ilgili." Burnunun ucundan öptüm, ardından saçlarından. "Bahsettiğin o yaşlılığa ulaştığında ve başını yastığa koyup ecelinle öleceğin zaman aklına ben geleyim istiyorum. Bir adam vardı, adı Yankı ve Umut. Beni çok sevdi, bana âşık oldu, demeni istiyorum. Senden tek isteğim bu. Hatırla bizi, yalvarırım unutma. Çünkü ben ölürsem ve öldükten sonra beni unutursan, yaşadığım hayatımın bile bir değeri kalmayacak."
Paragraf Yorumları