logo

58. GERÇEKLER

Views 150 Comments 0

“Evler, acı ve mutluluk veren anılarla doludur,” demişti bir keresinde ilkokul öğretmenim. Yüzünü bile unutmuştum ama bu cümlesi aklımdan silinmiyordu çünkü benim o zamanlar yaşadığım ev, kötü anılardan ibaretti. Bir evin huzur verdiğine ya da verebileceğine asla inanmazdım.

Sokak Nöbetçileri'nin evine girdiğimde ise o cümlenin haklı olduğunu anlamıştım. İki katlı ahşap evde kötü anılarım kadar güzel anılarım da vardı ve bir gün, seneler sonra o eve yeniden girersem kahkahalarımızın sesini işiteceğimi biliyordum. Ağladığımı da. Hep beraber oturduğumuz o masayı, Yankı'nın yatağını hatta acı çektiğim kırmızı ışıklı odayı.

Nesneler ölmezdi; o ev, bir anı yuvasıydı.

Koza'nın evi ise tamamen ruhsuzdu, bunu o eve girer girmez anlamıştım. Ne kötü anılar vardı ne güzel anılar.

Üç katlı, kocaman bir villaydı. Geniş bir bahçesi vardı, büyük bir garajı ve gerçekten de garajında dört tane lüks arabası. Kapıdan içeriye girdiğimiz an kocaman bir hol bizi karşılamıştı; mutfak, salon kadardı ve salon, bir ev kadar. Üst katlarda kaç oda vardı hatta evin içinde kaç oda vardı, bilmiyordum ama direkt ruhsuzluğu hissetmiştim.

Sadece bu kadar da değildi, evin önünde iki adam bekliyordu, ruhsuz adamlar. Korumaları mı? Sanmıyordum.

Koza'nın bilmediğim başka yüzlerinden bir tanesi daha.

Kendime itiraf edemesem de bu ruhsuz evi, Harun Aktan'ın ruhsuz evine benzetmiştim; bu düşünce ise beni fazlasıyla rahatsız hissettirmişti.

Buraya gelmek için taksiye binmiştik çünkü uzaktı ama Sokak Nöbetçileri'nin evlerinin içinde bulunduğu sokağın huzuru bile yoktu. Daha soğuktu sanki, daha ıssız ve daha korkunç.

Salona girdiğimizde koltuklar arasındaki mesafe bile buz gibi hissettirmişti. Duvarlarda rasgele serpiştirilmiş tablolar vardı, ışıklar solgundu. O kadar derli topluydu ki her yer, bu bile beni rahatsız etmişti.

Koza önündeki dolabı açıp, "Ne içersin?" diye sordu.

Viskiler, şaraplar, rakılar; bütün içkiler sırayla dizilmişti. Kristal bardaklar aşağıdaydı.

Kaşlarımı çatarak, "Bira?" dedim. "Vardır umarım."

Koza gülümsedi ve birkaç saniye içinde yanımdan ayrıldı, geri geldiğinde elinde bira şişesi vardı. Kendisine de bir tane almıştı.

"Beğendin mi?" dedi hevesten uzak bir ses tonuyla. "Evimi yani."

"Burası senin evin değil," dedim rahat bir sesle. "Çünkü bu ev senlik değil." Bakışlarımı köşedeki çıplak heykelden ayırıp ona baktım. "Neden böyle bir yerde yaşıyorsun? Ruhun buraya uygun değil."

Boş bulundu ya da itiraf etmek isteyerek, "Nasıl evlerde yaşamam gerektiğini bilmiyorum çünkü," dedi omzunu kaldırıp. "Ama zaten bu evin sadece iki odasını kullanıyorum. Bir kendi odam, bir de..." Sustu, devam etmedi ama ben de sorgulamak istemedim şu anlık.

"O halde," dedim elimdeki bira şişesini kaldırarak. "Beni kendi ruhunun olduğu odaya götür yoksa burada samimiyetsizlikten bayılacağım. Emily bile böyle bir evde yaşamıyordur."

Koza tam yürüyecekken dönüp bana baktı. "Emily dediğin her an ürperdiğimi biliyorsun, değil mi?" diye sordu. "Adına tükürdüğümün kızı."

"Küçük daha," dedim arkasından giderken. "Çok ayıp. Emily kutsalımız."

Koza başını iki yana salladı ve söylenerek merdivenlere ilerledi. Kırmızı halılara bakarken gülmemek için kendimi durdurdum. "Nesin sen? Zengin bir iş insanı mı?" diye sordum. "Sahiden bu kadar parayı nereden buldun?"

"Teknoloji firmam var," dedi başka bir yalanla. "Yazılımcıyım."

"Bu saydığın işler," diyerek takıldım ona. "Hırsızlık yaptığın insanlar olabilir mi?" Bir cevap vermedi; haklı mıydım, haksız mıydım, bilmiyordum.

Üst kata çıktık; uzun, ince koridorda yürürken şimdiden Sokak Nöbetçileri'nin evini özlediğimi fark ediyordum. Her köşeden çıkmalarını, Mutlu'nun bizi yakalamalarını... Ama bir şey dikkatimi çekmişti. "Koza," dedim önümde yürürken. "Işık hiç..." Omzu havalandı. "Buraya geldi mi?"

Kısa bir sessizliğin ardından, "Geldi," dedi sadece.

Işık'ın hayallerindeki o eve çok benziyordu, bana anlattığı. Hepimizin mutlu olduğu, masada oturduğumuz ve bahçesi geniş olan o ev.

Benim güzel kardeşim Işık, hayallerinde aslında Koza'nın evinde yaşıyordu ve çocuğu ondandı.

"Hatta," dedi bir odanın önünde durduğunda. "Onun hayallerindeki eve benziyor diye almıştım bu evi de."

Kaşlarım havalandı, kapıyı açtı ve eliyle beni içeriye davet etti.

Çekinerek adım attığımda başka büyük bir odayla tanıştım ama evet, bu odanın içinde ruh vardı.

En solda bir çalışma masası vardı, çalışma masasının üzerinde geniş bir kitaplık. Koza ilerleyerek o masanın üzerindeki gece lambasını açtı, içeriye loş bir sarı ışık doldu.

Bilgisayar ve dağılmış kitaplar masadaydı, kâğıtlar da öyle. Hemen yanındaki rafta sadece eskimiş üç defter vardı, adımlarım oraya ilerlediğinde Koza da defterlerini koruma içgüdüsüyle benimle beraber ilerledi. "Günlüklerin mi?" dedim parmağım üzerlerinde gezinirken. Eli korumak ister gibi rafın üzerine gitti. "Merak etme, okuyacak değilim."

"Sadece," dedi yutkunarak. "Alışık değilim."

"Işık bu odaya girmedi mi?" diye sordum.

"Girmek istemedi," dedi tek nefeste.

"Neden?"

"Bilmiyorum," dediğinde adımlarımı diğer tarafa yönlendirdim. "Bunu ona sor."

Geneli gerilim türü olan kitapların arasında tek bir rafa koyduğu, 1984'tü. Yankı'yla aralarında sır olan bu kitabı okuduğum halde ikisinin arasındaki bu sırrı da merak ediyordum.

Pencerenin kenarında beyaz bir üçlü koltuk vardı, koltuğun yanında küçük bir sehpa. Sehpanın üzerinde bir kitap duruyordu, ince bir kitap ama henüz dokunulmadığı o kadar belliydi ki. Oraya doğru ilerlerken dikkatimi çeken başka bir detay kalbimin sıkışmasına neden oldu: koltuğun solunda bulunan panodaki fotoğraf.

Benim çocukluk fotoğrafım. Bende bile olmayan çocukluk fotoğrafım. Dudaklarım aralandı ve sakince o fotoğrafa ilerlediğimde altında adımın yazdığını gördüm. Kardeşim Saye.

Elim dudaklarıma gittiğinde kalbimin kırılan bir parçasının onarıldığını hissettim ve sessizliğimi korurken parmaklarım çocukluğumun üzerinde gezindi. İki yaşındaydım, belki de üç. Gülümsemiyordum ve ciddiyetle kadraja bakıyordum ama elimde o çok sevdiğim, tek oyuncağım vardı. Üzerimdeki elbisenin bir kenarı açılmıştı; utanarak elimle o tarafı kapatırken çekilmiş bir fotoğraftı.

Dayım çekmişti, bunu bakışlarımdan bile anlamıştım.

"Bu fotoğrafımı," dedim titreyen bir sesle, "hiç bilmiyordum." Koza bir cevap vermedi, hem verse ne diyecekti ki?

Hemen altındaki başka bir fotoğrafla karşılaştım. Annemin fotoğrafıydı. Tek başınaydı; bir koltukta oturmuş, kadraja bakıp gülümsüyordu. Geniş bir gülümsemeydi ve gençlik fotoğrafı olmalıydı. Fotoğrafın bir kısmı yanmıştı. Altına not düşmüştü. Annem Helin.

İşaret parmağım yanağında gezindi, sonra nefesimi verdiğimde vicdan azabı oradaydı. "Sana bir şey sorabilir miyim?" dedim Koza'ya.

Kısa bir sessizliğin ardından, "Evet," dedi. Ona bakmadım çünkü buna cesaret edemedim.

"Annem hâlâ ölü gibi hissediyorum," diye fısıldadığımda boynumdaki anahtar kolyesi sanki benimle savaş içerisindeydi. "Onu gördüm Koza, ona dokundum ve onunla konuştum ama annem gibi değildi. Evet, annemdi ama o ölüydü." Başımı iki yana salladım. "Senin çektiğin acıyı gördüm, ben de acı çektim ama annem için değil, o kadının hali için. Şimdi durup düşündüğümde hâlâ ölü gibi geliyor, canım yanıyor ama bir tarafım kabullenemedi." Gülümseyen yüzündeki annemin acısını o an gördüm. "Bu beni kötü biri yapar, değil mi? Yoksa hissiz mi? Belki de vicdansız?"

Cevap vermek için uzun bir süre düşünse de, "Hiçbiri," dedi en sonunda. "Ben seni ilk gördüğümde nasıl hissediyorsam sen de anneme karşı öyle hissediyorsun." Titreyen sesini duymazlıktan gelmek istiyordum çünkü bunu kaldıramazdım. "Çocukken bir anneye sarılıp sıcaklığını almadığında, büyüdüğünde bunun bir faydası olmuyor. Ben çocukken ona sarıldım, sevmese de beni göğsünde büyüttüğü zamanları oldu. En çok bunu özlediğimden belki de üzülüyorum ama sen bunları tatmadın."

"Nasıl bir his?" diye sordum kendimi tutamayıp. "Çocukken bir anneye sarılmak?" Bunu sormanın onu üzeceğini fark ettiğimden konuyu değiştirmek istedim. "Kendimi çok suçlu hissediyorum, Koza."

Yüzüme bakıyordu ama bakışlarım ona dönmüyordu. "Bir yalanla büyütüldün, o yalana inandın. Aslında muhtaçsın anneme." Konunun değiştiğini ve saptığını fark ettim. "Hatta yanında olsun istiyorsun, ihtiyacın var. Sarılmak da istiyorsun. Oturup onsuz çektiğin acıları tek tek anlatmak, bazen günlüğünü okutmak, bazen anla beni demek. Bazen kendine kızıyorsun, onu yalnız bıraktığın için. Bazen ona kızıyorsun ama sonuç olarak aynı noktaya dönüyorsun. Ailene. En korkulu günlerinde onun yaşadığını bilerek güne devam ediyorsun." Gözlerim ona döndüğünde sözleri sanki benim içindi. "Çünkü bir yerlerde ailen nefes alıyor. Bazen ona gerçekten saatlerce ağlamak bile istiyorsun," dedi gözlerimin içine bakarak. "Ama öğrenmemişsin, bilmiyorsun bu duyguyu. Saklanıyorsun. Yaralarını göstersen anlayacak ama göstermeyi de bilmiyorsun. Hiç öğrenmemişsin." Nefesini verdi. "Bazen sadece cesaret edemiyorsun, bazen de korkuyorsun."

Sustu. Gözlerinin içine bakarken ağlamak istemiyordum fakat kahverengi gözünün seğirdiğini fark ettim.

"Bazen onunla yapacaklarının hayalini kuruyorsun," dedim karşılık olarak. "Ama bazen de artık çocuk olmadığını fark ediyorsun. Bu yaştan sonra bir salıncağa binip kahkaha atabilir miyiz, Koza?" diye sordum. "Koşturabilir miyiz? Saklambaç oynayabilir miyiz? Aynı hisseder miyiz?" Başımı iki yana salladım. "Şu an anneme sarılsam çocukken sarıldığımdaki hissi alabilir miyim?" Olumsuz bir nefesin ardından dolan gözlerimi ondan kaçırdım. "Hiç sanmıyorum. Yaralar ize dönüşmeden iyileşmesi gerekir, bizimkiler ize dönüştü Koza. Ben büyüdüm."

Söylediklerimin canını yaktığını biliyordum ama artık gerçekleri kabullenmeye başlamıştım, onlarla yaşamayı da.

"Çocukluğundaki hissi alır mısın, bilmiyorum," dedi derin bir nefesle. "Ama ben bazen…" Durduğunda söylemekten vazgeçti ya da benden çekindi. Onu yargılamamdan belki de.

"Sen bazen?" dedim devam etmesi için ama susuyordu. Kendim sadece içimden gelerek aklıma geleni söyledim. "Sen bazen hiç büyümemiş gibi hissediyorsun, değil mi Koza?" diye sordum. Anlamış olmak mıydı canını yakan yoksa yanlış anlamam mı, bilmiyorum; sessiz kalırken yutkunduğunu gördüm. "Bu beni üzmez, mutlu eder. Öyleyse hâlâ annemin sarıldığında verdiği o sıcaklığı hissediyorsun demektir."

"Çocuk kalmak sadece annemin verdiği sıcaklığı hissettirmiyor ama Helin," dedi Koza bakışlarını kaçırarak. "Belki de büyüseydim bu kadar hata yapmazdım çünkü öfke, benim çocukluğumun iki duygusundan biriydi. İkincisi ise muhtaçlıktı. Bir aileye muhtaç olmak."

Koza hâlâ kırmızı ışıklardan korkan ve kaçan o çocuktu, bunu görebiliyordum.

"Belki," dedim tek nefeste, "bir gün anneme yeniden sarılırsın ve biter hepsi."

Hiç ummadığım bir anda, "Senin de kollarında anne şefkati olduğuna eminim," dedi ve sesindeki o çocuksu ihtiyacı duydum. "Birine sarıldığında aile gibi hissettiriyorsundur, belki de anne gibi."

"Sanmıyorum," dedim elimin tersiyle gözlerimi silerek. "O kadar yüce bir insan değilim."

Ağzının içinde bir şeyler yuvarladı ama anlayamadım, ardından annemin fotoğrafına baktığında, "Bazen sana bakmak beni rahatsız hissettiriyor," dedi. "Çünkü ona gerçekten benziyorsun. Bakışların bile."

Buna mutlu olmam gerekirken korktum. "Ya kaderimiz de benzerse?"

Koza'nın çekinmeden itiraf ettiklerine inanan bir tarafım vardı ve ödüm koptu, benzeyeceksiniz der diye. "Bence yeteri kadar ortak noktanız var," diye mırıldandı. "Daha fazlasına izin vermem." Koruma içgüdüsüyle kurduğu cümle kaşlarımı kaldırmama neden oldu. O da fark etmiş olacak ki, "Vermeyiz," dedi. "Sen annem kadar yalnız değilsin."

Başımı iki yana salladığımda bu düşünceleri kafamdan kovup, "Sence onu kurtarabilecek miyiz?" diye sordum. Asıl olan buydu, gitgide o korkunç anlara yaklaşıyorduk.

Beni şaşırtarak, "Sence beni bir gün sever mi?" dedi. "Beni bir günah gibi gördüğünü söylemişti çocukken. Küçüklüğümden beri Önder de dahil beni hep bir şeytan gibi gördüler. Elimde olsa dünyaya gelmezdim herhalde."

"Seni sevmediğini düşünmüyorum," dedim. "Ama onu da anlıyorum."

"Bazen anneler ve babalar, çocuklarını sevmez," dedi sanki gerçeklere beni itiyormuş gibi. "Onları istemez ve kabullenemezler. Bazen bazı insanlar anne ve baba olmaktan bile kaçınırlar. Hayallerinin içinde bile yer vermezler. En yakın örneğin elini tutuyorsun."

"Ne?" dedim afallayarak.

Koza şaşırdı. "Sonuncu'dan söz ediyorum," dedi kaşını kaldırarak. "O hiçbir zaman baba olmak istemiyor."

"Bunu bilemezsin," dedim ama çoktan canımın yandığını hissediyordum.

"Bilirim," dedi Koza. "Onun baba olması, yıkımının başlangıcıdır," dediğinde kelimeleri doğru seçmeye çalışıyordu. "Bütün öfkelerimi, size karşı sinir olmalarımı bir kenara bırakırsak çok iyi bir baba olacağını biliyorum ama o hiçbir zaman çocuğunu kabullenemez, Helin. Özellikle şu an. Anlamıyorsun, bazı travmalar sadece iz bırakmaz, hayatımızı belirler."

Dişlerimi sıktım. "Bunun nedeni ne?"

Koza bakışlarını başka yöne çevirdi. "Bunu ona sor, en mantıklı yanıtı alırsın."

Bir an hamile kalsam ne yapacağını düşündüm, ne hissedeceğini. Normal olan boynuma atlaması olmalıydı, sevinmesi ama Yankı ruh haliyle bunu zaten yansıtmıştı. Aksini göstermişti. Altında ne yatıyordu, bilmiyordum ama artık onu dinleme zamanının geldiğinin farkındaydım.

"Ona âşığım," dedim tek nefeste. "Ama âşık olduğum kişiyi bazen tanıyamıyorum, değil mi?"

Sessiz kaldı.

Gözlerim mutsuz bir şekilde panonun aşağısına kaydığında kıkırdamaya başladım. Bir çocuk merdivenin altında durmuştu ve üstündeki bir çocuk da üzerine işiyordu. "Yankı ve sen!" dedim gülerek. "Kim çekti bunu, inanamıyorum!"

"Sizin Lâl’iniz," dedi Koza gülerek, "bunun hâlâ elimde olduğunu bilse beni on yerimden bıçaklar, senin gördüğünü bilse bayılır." Sırıttı. "Bunu keyifle benim yanımda yapmalısın."

"Çok tatlısınız!" dedim altındaki isimlere bakarak.

Sonuncu ve Koza yazıyordu.

"Ona Umut da demiyorsun," dedim düşünceli bir sesle. "Neden?"

"Çünkü o benim için sadece Sonuncu," dedi. "Gerçekten hayallerindeki o adama dönüştüğünde Umut diyeceğim."

"Neymiş o hayaller?" Sustu ve onun sırlarını benimle paylaşmadı.

Bir altındaki fotoğrafı görünce şaşkınlık bütün vücudumu sarstı.

Lâl, Yankı ve Koza. Çocuklardı. Koza'nın elinde bir süt vardı, Yankı yanında sırıtıyordu ve Lâl önde kamerayı kendine döndürmüş, gülümsüyordu. Öyle içten bir fotoğraftı ki bakarken içimin ısındığını fark ettim.

Kardeşim Lâl ve Sonuncu, yazıyordu altında. Kardeşim, Lâl.

Koza fotoğrafı panodan sertçe çekip çıkardı ve elinde buruşturarak diğer tarafa fırlattı. "Sadece intikamı hatırlatmak için," dedi ama sesi sanki aksini iddia ediyordu.

"Hep çocukluk fotoğrafları," dedim hüzünle.

"Hayır," dedi çocuk gibi koştu. Ortadaki yatağının yanında bulunan masanın üzerindeki çerçeveyi alıp havaya kaldırdı. "Bu da var!" Yılbaşında çekilmiş fotoğrafımızdı, Gargamel olmuştu ve aynı fotoğrafı, Mutlu'da da görmüştüm. "Fotoğrafları hep Lâl çektiği için ondan almadım ama Mutlu bunu dalga geçmek için bana verdi, elimdeki tek hep beraber fotoğrafımız bu. Ben de bunu buraya koydum." Gözlerindeki neşe ve heves, duygulanmama neden oldu; normalde mutlu olmam gerekirken gözlerim yeniden doldu.

Koza'nın dudakları aralandığında neye duygulandığımı anlamamıştı ama duygulandığım oydu. Bazen o ruhuna uğrayan masumluğu ve sevgisi. Yatağının başında bizim fotoğraflarımız vardı, bundan daha büyük bir sevgi olabilir miydi? Diğerleri duysaydı buna şaşırırlardı. Hatta dalga geçmek için bu fotoğrafı veren Mutlu fazlasıyla şaşırır ve pişman olurdu.

"Ben sana getireyim mi daha güzel bir fotoğraf? Hep beraber olduğumuz?" dedim titreyen bir sesle. "Merak etme, benim çektiğim bir fotoğraf olur, Lâl'in değil."

"Olur," dedi yeniden çerçeveyi masaya koyarken. "En azından şu Gargamel tipimi görmem."

Gözlerim dolu dolu güldüğümde başımı salladım ve ona bakmaktan vazgeçip anlık deliliğimi daha fazla göstermek istemedim. Sırtımı döndüğümde giysi dolabının açık ve dağınık olduğunu gördüm. İşte asıl olan Koza buydu. Duvarının yarısı siyaha boyanmış, diğer yarısı beyaza boyanmış oda.

Giysi dolabının yanındaki kapalı kapıyı gördüm; o yöne yürüdüğümde hemen yanındaki kuş kafesi ve uyuyan papağan gözüme çarptı. Ciyakladığımda kuş bir anda başını kaldırdı ve ötmeye başladı. Masmaviydi, çok güzeldi ve kocamandı. "Maviş!" dedim. "Nasıl güzel!"

Koza papağanla aramdaki ilişkiyi önemsemeden hızlıca önüme geçti, beni diğer kapıdan içeriye girmemem için durdurdu. "Oraya şu an girmemelisin," dedi sakince.

"Banyo, değil mi?" diye sordum.

Duraksadı, ardından, "Banyo," dedi. "Ama dün bir misafirim vardı ve uygun olmayan eşyalar içeride olabilir... Kız kardeşimin bunları görmesi hiç hoşuma gitmez."

Yüzümü buruşturduğumda, "Kadınlar sende ne buluyor, anlamıyorum," dedim kapıya sırtımı döndüğümde. Rahatlamış bir nefes verdi, gereğinden fazla tepki göstermişti. "Ben olsam sana tırnağımı bile vermem."

"Zaten tırnaklarını vermiyorlar," dedi sırıtarak. "Genelde tırnaklıyorlar."

"Koza!" dedim koltuğa ilerlerken. "Kapa çeneni."

Koltuğa oturmadan önce sehpanın üzerindeki o ince kitabı gördüm ve yanındaki büyük defteri. Elim o büyük deftere gitmeden önce Koza hızla onu da aldı ve kapağını kapatıp çalışma masasının çekmecesine koydu. Tek kaşımı kaldırdığımda rahatsızlığını fark ediyordum; benden gizlemekten öte, hazır olmadığım bir şeyler var gibiydi.

İçime büyük bir sıkıntı çöktü, kötü bir şeylerin olması şüphesi de ama Koza'nın yüzündeki tedirginlik bambaşka bir duyguyu bana aşılıyordu.

Yeniden sehpaya döndüğümde kitabı elime aldım, bu kez karşı çıkmadı.

Yankı'nın yılbaşında Koza'ya hediye ettiği masal kitaplarından biriydi: Peter Pan.

"Okudun demek," dedim kitabın sayfalarını karıştırırken koltuğa oturarak. "Sevdin mi? Ben çok severim."

Birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra koltuğa, hemen yanıma oturdu ve elini saçlarına geçirip, "Okumadım," dedi. "Sana kim okudu?"

Gözlerim şaşkınlıkla açıldığında, "Kimse," dedim. "Ben kendim okumuştum, merak edip."

Koza kaşlarını çattı ve hayal kırıklığıyla başını iki yana salladı. "Masalları anneler okur, Minik ya da babalar. Çocuklar okumayı öğrendikten sonra masallar aynı etkiyi vermez ki." Kitabı işaret etti. "Bana kimse masalları okumadı ve ben de aynı hissetmeyeceğimi bildiğimden hiç açıp da okumadım ama biliyor musun, küçükken Sonuncu bana söz vermişti. Bu söz gerçekleşmedi, o günden beri hiç merak da etmedim."

Parmaklarımı sayfalarda gezdirirken okuduğum zamanları hatırladım. "Ben masallarla dayımdan en korktuğum zamanlar tanıştım, biliyor musun?" diye mırıldandım. "Okumayı söker sökmez masal kitapları çalmıştım." Utançla başımı eğdim. "Dayım almazdı, para da vermezdi. Ben de okuldaki birkaç çocuktan çalmıştım, istesem de vermiyorlardı çünkü benden nefret ediyorlardı. İlk hırsızlığımı böyle gerçekleştirdim. Gerçi sonradan öğretmen fark edip beni dövmüştü ama önemi yok." Keyifle güldüm. "Okudum çoğunu bu şekilde ve hepsi çok güzeller." Peter Pan masalını havaya kaldırdım. "Ve bunu Yankı'nın sana hediye etmesinin altında manidar bir şeyler olmalı çünkü hikâyesi biraz bizim hayatımıza benziyor."

Söylediklerimin arasından en kötü olanı çekip, "Dövüldüğünde," dedi. "Çok canın yandı mı?"

Şaşırdım ama bunu ona göstermeyip, "En hafif olanıydı, birkaç tokat sadece," dedim rahatlatmak istermiş gibi. "İz kalmayan bütün dayaklarım benim için bir ödüldü, Koza." Gözleri dalgınlaştı, çenesinin kilitlendiğini fark ettim. "Her neyse, bence bir gün okumalısın bunu."

"Okumayacağım," dedi inatla. "Annem okuyacak bana."

O çocuksu bakışları yine ve masumluğu. İçimdeki karanlıkta kalan ve inancı körelmiş kız çocuğu, annemin hiçbir zaman ona bir masal okumayacağını söyledi. "Bunu ondan hiç istedin mi?" diye sordum.

"İstemiş olmalıyım ki Harun Aktan gönderdiği mektuplarda bu konuyla dalga geçiyor," dedi. "Ve bana hiçbir zaman masal kahramanı olamayacağımı söylüyor." Başını önüne eğdi. "Annem de okumak istememiş büyük ihtimalle. Ama okuyacak bir gün." Gözleri yeniden bana döndü. "Okur, değil mi? Okur."

Benim Yankı'ya duyduğum o güven ile Koza'nın bana duyduğu güven nasıl da benzerdi.

Okur dersem inanırdı ama diyemedim.

"Dünya üzerinde binlerce masal var, Koza," dedim söylediğine cevap vermeyip. "Ama Peter Pan masalı bir tane." Ben onun annesi değildim elbette, belki de hiç olamazdım ama o an, bir anne şefkati verilecekse ben ona vereyim istedim. "Belki annem sana bir gün başka bir masalı okur," dedim sakince. "Ama dilersen," korkuyla nefesimi verdim, reddetmemesini istedim, "sana okurum bu masalı."

Gözlerindeki ifade değişti ve nefesini dudaklarından verdiğinde bakışlarına büyük bir anlam oturdu. Açık pencereden hafif bir rüzgâr estiğinde ürperdim ve aklıma annemin cümleleri geldi. Küllerimizi savurduğunu söylemişti, belki de şu an ilk defa bir abi ve kardeşi olarak küllerimizden doğduğumuzu hissediyordum.

"Eğer istemezsen," dedim korkuyla. "Yani eğer anneme özelse ve ben hiçbir şeysem bunu söyle ki..."

"Çok isterim," dedi kısık sesle, tek nefeste. "Öyle bir isterim ki hayatım boyunca unutmam, Minik." Çocuksu heyecanı. "Çok denedim açıp okumayı ama yapamadım ama şimdi sen yaparsan hayatım boyunca unutmam bunu."

Mutlulukla gülümsediğimde, "O halde," dedim. "Sana Peter Pan'i anlatacağım ve sen de beni dinlerken o hayalleri kuracaksın."

"Az önce söylediklerin," dedi umutlu bir sesle. "Çocukken hayal edilenler büyüyünce aynı olmaz, dedin ya Helin. Olur. Ben çocukken ne hayal ettim, biliyor musun?" Beni hafifçe geriye itekledi ve sırtım koltuğa yaslandığında başını bacağıma koydu, yan yatıp gülümsedi. "Böyle annemin kucağına yattığımı ve onun bana masal okuduğunu. Şimdi büyüdüm ama aynı hissediyorum. Çocukluk hayallerin kaç yaşında olursan ol, gerçekleştiğinde seni o yaşına geri döndürür, Minik."

Şaşkınlıkla ona bakarken bütün duvarlarını yıkması beni bozguna uğratmıştı. Öylece birkaç saniye kalakaldım ve kucağımda uzanan altın saçlı adama değil, çocuğa baktım. Küçüktü sanki ve annesinin kucağına yatıyordu.

Ona annesi olmadığımı söylemeyi düşündüm, annem gibi olamayacağımı ve o şefkatin bende var olmadığını ama yüzündeki gülümsemeyi sileceğime kendi dilimi koparırdım şu an, bunu biliyordum.

"O halde," dedim, bir elimi çekinerek omzuna koyarken. "Başlasın masalımız."

"Öncesinde bir şey sorabilir miyim?" dedi merakla.

"Elbette," dedim.

"Uyuyakalırsam ve masalın sonunu duyamazsam yine gelip aynı masalı okur musun, Minik?" dedi çocuksu bir planla.

Gülümsedim. "Uyuyakalmasan bile istediğin her an gelir, sana bütün masalları okurum Koza. Çekinme benden, seni anlıyorum. Her şeye rağmen."

Rahat ve huzurlu bir nefes verdi, ardından başını salladı. Elim omzundan saçlarına doğru çıktı ama dokunamadım çünkü yine çekindim ve yeniden omzuna koydum.

Kitabı açtım ve ona hiç büyümeyen, daima çocuk kalan Peter Pan masalını okumaya başladım. Üç kardeşin hayallerinde Peter Pan'i gördüklerini, bir gün pencerelerinde karşılaştıklarını, ardından Peter Pan’in onları Düşler Ülkesi'ne götürmek istediğini.

"Düşler Ülkesi," dedi Koza bölerek. "Bu bizim hayatımızı anımsattı."

Haklıydı; Peter Pan'in hikâyesi, bizim hikâyemize benziyordu.

"Evet," deyip devam ettim. Peter Pan'in üç kardeşi Düşler Ülkesi'ne götürdüğünü ama orada kötü adamlarla karşılaştıklarını ve Peter Pan'in o kardeşleri kurtarmak için savaştığını, kötü korsanı yenmek için neler yaptığını anlattım.

"Ben," dedi kendini göstererek, ardından bana baktı, "Peter Pan'im." Beni işaret etti. "Senin Peter Pan'in olabilirim. Çünkü küçükken seni kurtardım."

Gülümsediğimde başımı salladım fakat bir süre sessiz kaldım çünkü konuşursam ağlayacağımı biliyordum. Birkaç dakika o sessizliği paylaştık ve o an, benim için mutsuz sonlu o masalı elimde tuttuğumu biliyordum. Bütün o masallar arasında bile en mutsuz olanını seçmesi kalbimi kırıyordu.

"Hadi," dedi hevesle. "Okusana. Nasıl kurtarıyor onları?"

"Koza," dedim yutkunarak. "Masalların daima mutlu sonla mı biteceğine inanırsın?"

"Tabii ki," dedi. "Masallar daima gülümsetir Helin. Neden sordun?"

"Hiç," dedim derin bir nefes vererek. "Hiç."

Düşler Ülkesi'ni anlattım ona; bu kez, çekinmeden elim omzundan saçlarına tırmandı ve bir anne nasıl okşar bilmediğim halde onun saçlarını annem gibi okşamaya çalıştım. Nefesi duraksadı, yutkundu ve durdum. Sanki bunu istiyormuş gibi başını salladı. "Hayallerimde," dedi Koza. "Annem saçlarımı da okşuyordu."

Yeniden parmaklarım saçlarına daldığında bu kez bütün kalbimle onun saçlarını seviyordum.

"Çocuklar annelerini özlemişti," diye devam ederken mutsuz bir nefes verdi. "Devam et lütfen. Çocuklar annelerini özlemeye başlamıştı. Peter Pan'i terk edecekler mi?" diye sordu. "Ama o çok yalnız ve hep çocuk kalıyor. Başka arkadaşı yok ki."

"Ama Koza," dedim. "Kardeşler annelerini özlüyor ve anneleri de onları. Peter Pan'in yeri ile onların yerleri birbirinden ayrı."

"O zaman Peter Pan onların yanına gitsin," dedi çocuk gibi. "Yalnız kalmasın."

"Ama oraya giderse Peter Pan büyür," dedim. "Ve Düşler Ülkesi'ni bir daha göremez."

"Çok üzücü," diye mırıldandı, masalın sonunu bile bilmeden. "Bence Peter Pan onlarla gidecek, kardeşler terk etmeyecek."

Başımı iki yana salladım fakat bunu görmedi. "Gözlerini kapatıp dinle," dedim uyumasını umarak. "Hayal kurarak. Öyle daha güzel oluyor."

"Ya gözlerimi kapatınca," dedi düşünmeden. "Gidersen."

"Gitmeyeceğim," dedim derin bir nefes vererek. "Söz veriyorum." Koltuğun arkasındaki pikeyi aldım ve onun üzerine örterken gülümsediğine şahit oldum.

Birkaç saniye sonra gözlerini kapattı ve devam etmemi bekledi. Daha yavaş okudum hatta bazı yerleri iki defa tekrar ettim. Koza, Tinker Bell'i çok sevdi ve her seferinde ona güldü. Peter Pan'e çok üzüldü, düşman olan Korsan'a küfretti ve kardeşlere kızdı.

Fakat bir süre sonra sessizleştiğinde nefesinin derinleştiğini işittim ve durduğumda, "Devam et," demedi çünkü uyumuştu. Öne eğilip ona baktığımda ise avcunun içinde bir şeyi sımsıkı tuttuğunu gördüm: boynundaki kolyeyi.

O akşam Koza, bir plan uğruna, ona defalarca masalı okumam için mi uyudu yoksa gerçekten hayaller âlemine mi daldı, hiçbir zaman bilemeyecektim ama Peter Pan'in finalini okuyamamıştım; böylelikle onu üzmeme gerek kalmamıştı.

Ve hiçbir zaman da finalini okuyamayacak, anlatamayacaktım çünkü mutlu masallara inanırken onu üzmek istemiyordum ve biliyordum: Benden ve annemden başka kimse de artık ona masal okumazdı, buna izin vermezdi, kendisi de açıp devam etmezdi.

Uzun bir süre onun yüzünü izledim; çekinmeden ve karşı çıkmasını beklemeden. Alnındaki ize dokundum, bıçak iziydi. Boynunda da vardı. Ensesinde sigara yanıkları. Buna rağmen uyurken nasıl da çocuk gibiydi ve masumdu. Yüzündeki gülümseme, huzurlu bir uykuda olduğunu gösteriyordu.

Beraber geçiremediğimiz bütün zamanlarımız için o gece gözyaşı döktüm çünkü onun izlerini ben iyileştirebilirdim, benim izlerimi de o. Sonra hâlâ ona kırgın olan kalbim için ağladım, ardından kendini affetmeyen tarafı sebebiyle onun için. Yıkamadığı ve yıktığı duvarlara. Yenildiği ve yendiği zamanlara. Korkularına. İhtiyaçlarına, sevgisine, merhametine ve merhametsizliğine.

Bana olan benzerliğine.

Koza için en çok ağladığım gece, bir çocuk gibi kucağıma yattığı geceydi çünkü farkına varmıştım; onu çok seviyordum. Onu affedemiyorken bile çok seviyordum.

Elim saçlarında gezinirken titreyen bir sesle, "Peter Pan," dedim duymayacağından emin olarak. "Yalnız kaldı, Koza. Kardeşler onu bıraktı ve kendi dünyalarına döndüler, Peter Pan daima çocuk kaldı ama bunu hiçbir zaman sana bilincin açıkken söyleyemeyeceğim." Devamını da söyleyemedim, finalini dillendiremedim. "Masallar ve gerçekler," diye mırıldandım. "İç içedir, abiciğim."

Bu masalın yazarının neden böyle bir hikâye yazdığını da dillendiremeyecektim; tek bildiğim, her şeyiyle acılı ama umutlu olan bu masal, Sokak Nöbetçileri'ne benziyordu.

MUTLU SARCA

Gülen bir yüzün ardında herkese anlatacağım trajik bir hikâyem elbette ki vardı.

Genelde benim gibilerin hikâyeleri ciddiye alınmazdı çünkü mutluluk, üstü örtülü bir acı beşiğiydi. Ben o beşikte büyürken de büyüdükten sonra da ve hâlâ hayatım boyunca da insanların ötekileştirdiği birisiydim. Hem de her şeyimle.

Beni tanıdığını düşünenler aslında tanımıyorlardı çünkü zihnimin içinde büyüttüğüm gerçekliğim ile insanların gördüğü kişi birbirinden ayrıydı.

Biliyordum, ben de diğerlerinden farklıydım, her şeyimle. Öncelikle hislerimle, sonra ruh sağlığımla ve en son bağlılığımla.

Kaldırımda oturmaya devam ederken gitgide bir karanlık fırtınanın sanki içimde bir yerleri devirdiğini hissediyordum ya da bir anda düştüğüm çukur, korku evindeki o çukurdan daha derindi. Her şey bir anda oluyordu, bir anda son buluyordu ve bir anda varlığını gösteriyordu.

"Ben uyumaya gideceğim," dedim Bartu'ya. "Gidelim mi?"

Yankı ve Lâl, beraber bir yere gitmişlerdi; Bartu'nun onların arkasından bakarken ne düşündüğünden emin değildim ama eskisi gibi o kıskançlığını değil, aksine inancını görüyordum.

Yankı ve Lâl. Hiçbir zaman onlar gibi olamayacağım kişilerdi çünkü Lâl, güçlü kişiliğinin ardında güçsüzlük maskesi takan bir çocuktu ve büyüdüğünde de aynı şekilde devam etmişti. Yankı ise kendini bir an bile düşünmeyen ve her kurşunun önüne atlayabilecek kadar aptaldı.

İkisi de değildim. Hiçbir zaman kimsenin arkasına sığınmamıştım ve kimse için de öne atılmazdım: Işık dışında.

Fakat bütün bunların dışında Lâl'in bendeki yeri de apayrıydı çünkü bir insanın konuşamadığında neler hissedebileceğini daha önce tatmıştım. Benimki sadece dört saat sürmüştü ama o senelerdir böyleydi. O anları yaşadıktan sonra Lâl'i görmeye başlamıştım.

İnsan çığlık atmak istediğinde atamıyorsa ya da gözler ve eller onun sesiyse kendini güçsüz hissetmek zorunda kalıyordu. Güçlü olsa bile.

Yine bütün bunların dışında, Yankı'nın fedakârlığının altında yatan o suçluluğu anlayabiliyordum. Bana anlattığı ve diğerlerinin bildiğinden emin olmadığım ablasının hikâyesinden sonra herkesi kurtarmaya çalıştığını hatta kurtaramadığında ablasının acısının deşildiğini anlamayacak kadar aptal olmaya gerek yoktu.

O birilerini kurtardığında aslında seneler önce kurtaramadığı için ölen ablasını yaşatmış oluyordu.

Yine de zaman içinde hatta çocukken babasının onu maşa gibi kullanmasına göz yummasını, Önder'in yönetmesini hatta sessizce ağlarken, "Çocuklar da ağlar," dediğimde, "Ben çocuk değilim, olamam," dediğini anlayamıyordum.

Hepimiz büyümüş, değişmiştik; o çocukken de büyüktü, büyüdüğünde de hiç değişmedi.

Helin dışında.

Ailemize sonradan gelen ama aslında o ailede bir kalbin atmadığını bize kanıtlayan o kızdı.

Evimizde ilk kaldığında adım seslerini dinlediğimi, yaklaştığında diğer elimle bıçağımı tuttuğumu bilmiyordu ve Lâl'in günlüğünü gizli gizli alırken gördüğümü ama buna karşı çıkmadığımı hiçbir zaman öğrenemeyecekti.

Bir keresine Helin bana, "Sence ben sizden farklı mıyım?" diye sormuştu. Ailenin en farklı çocuğuna bunu sorduğu için gülmüştüm ama onun gözleri ağlamaklıydı. "Beni neden sizden biri gibi görmüyorsunuz?" diye devam etmişti. Aramıza yeni girdiği günlerden biriydi; pek güvenmiyorduk ama bir yandan da öyle bir sevmiştik ki tek diyebildiğim, "Bizim gibi olursan çok yaralanırsın," olmuştu. O da, "Yaralanayım ama sizinle yaralanayım," demişti.

O zaman bu sevgi bana çok fazla gelmişti ama şu an anlıyordum; Helin Aktan, Sokak Nöbetçileri'nin durmuş olan kalbini sevgisiyle attırmıştı ve birbirimize daha farklı bağlanmamıza neden olmuştu.

"Hayır," dedi Bartu karşı çıkarak ve ayağa kalktı. "Önce seninle bir yere gideceğiz çünkü hediyem var."

"Ne bu romantiklik?" dediğimde ben de ayağa kalktım ve aramızdaki boy farkı bir kez daha beni öfkelendirdi. Çocukken de dev gibiydi, büyüdüğünde de aynı kaldı. "Yoksa evlenme teklifi mi edeceksin bana?"

Bartu'yu çocukken ilk tanıdığımda ondan korkup kaçıyordum çünkü beni anlamayacağını düşünüyordum. Hatta bir keresinde Önder'e gidip, "O kötü birisi," demiştim. "Bizim gibi değil. Ailesi yok. Yemek yemeyi bile bilmiyor, eliyle yiyor."

Bu anı kalbimi her seferinde yaralıyordu çünkü Önder bu cümlelerimden sonra kabullenilsin diye Bartu'ya çatal tutmayı öğretmişti. Bu kez de, "Okuma yazma bile bilmiyor," diye gitmiştim Önder'e. Onu okula yazdırmıştı. "Giyinmeyi de bilmiyor," demiştim. Bartu'ya yeni kıyafetler almıştı.

Bütün bunlara Bartu hiç karşı çıkmamıştı; asıl tuhaf olan ise, her seferinde gelip hevesle bana ve Lâl'e anlatmıştı. Lâl sadece dinliyordu, bense destek olsam bile onu içten içe kabullenmemeye devam ediyordum, utanmaya da.

Ta ki on dört yaşındayken, okuldaki çocukların pantolonumu çıkarıp beni okulda koşturmaya başladıkları ana kadar. O gün Bartu okula gelmişti, bana kendi kıyafetlerini vermişti ve bütün o çocukların gözü önünde beni sahiplenmişti.

Kıyafetlerinin, nasıl yemek yediğinin, konuşmasının hatta okuma yazma bilmemesinin bile bir önemi kalmamıştı. O günden sonra, her canımı yaktıklarında ilk Bartu'ya koştum. Babam gibi değildi ama bir baba gibi korumacıydı.

"Hemen geliyorum," dedi ve eve girdi. Arkasından bakarken ondan utandığım bütün o anlar gözlerimin önündeydi.

"Ona böyle davranma," demişti bir keresinde Yankı, Bartu için. "O sana hiç böyle davranmıyor. Bize hediyeler almış, görmüyor musun?"

"Hediye dediğin, ekmek arası!" diye karşı çıkmıştım. "Ekmeği hediye olarak görüyor. Aç değiliz ki!"

"Belki o çok aç kalmıştır ve bu hediyedir," demişti Yankı.

O gün ne demek istediğini hiç anlamamıştım ama şu an fark ediyordum; ötekileştirmiştim onu, beni ötekileştirmelerinden şikâyet ederken hem de.

"Ama o çok pis," demiştim Yankı'ya. "Hiçbir şey bilmiyor, onunla aynı odada uyumak istemiyorum." Aslında Bartu ve ben aynı odada uyuyorduk küçükken, Lâl ve Işık beraberdi. Yankı tekti.

O günden sonra Yankı Bartu'yla aynı odada yatmıştı, ben Işık'la yatmaya başlamıştım.

Öyle bir vicdan azabıydı ki; bu benim ve Yankı'nın bildiği bir sırdı ama bazen aklıma geldiğinde değil Bartu, Yankı'nın yüzüne bile bakamıyordum. Birine anlatır mıydı? Helin'e anlatmış mıydı? Eğer Helin bunu bilseydi bugün beni sevdiğini söylemezdi.

Çocuktum ama canımı yakıyordu onun için düşündüklerim. Ben kimdim ki onu ötekileştiriyordum?

Bartu evden siyah bir sırt çantasıyla çıkıp bana doğru koştu. "Yürü," dedi kolumdan çekerken. "Sürprizime gidiyoruz."

Sessizliğe gömüldüm ve onunla yürürken içimdeki vicdan azabının arttığına şahit oldum. İtiraf etseydim çok üzülür müydü? Geçmişteydi sonuçta. Ben de çocuktum ve o da çocuktu. Ama bir keresinde bana, "Beni nasıl sevdiniz?" diye sormuştu. "Kabullenilmesi zor bir çocuktum."

En başta onu hiç sevmediğimi söyleyememiştim, gülümsemiştim öylesine, sonra kaslarına övgüler dizmiştim.

Dışarıdan Sokak Nöbetçileri çocukluktan beri beraber gibi görünebilirdi ama kendi içimizde bile birbirimizi zor kabullenmiştik.

Lâl de mi bu yüzden çocukken ondan kaçıyordu? Işık'ı bilmiyordum, onunla hiçbir zaman paylaşmamıştım bunları ama onun bir süre tek umurunda olan bendim. Bartu'dan beni korumaya çalışıyordu, diğerlerinden de öyle.

"Çocukluğumuza dönsek neyi değiştirirdin?" diye sordum beni sokakta yürütürken. "Hangi anı?"

Biraz düşündükten sonra, "Sanırım sizi daha fazla korurdum," dedi Bartu. "Bir de Helin ile Koza'nın da bizimle olmasını. Beraber büyüseydik her şey daha güzel olurdu gibi gelmiyor mu sana da?"

Koza.

Onu Bartu'dan önce tanıyordum, Işık'tan dolayı ama bizi kurtardığı an zihnimde yoktu. Unutmuştum; nasıl olmuştu, bilmiyordum ama o masada bizi kurtardığını söylerken şaşırmasam bile hatırlayamamıştım.

Zaten çocukluğumla alakalı birçok anı silikti.

Koza'yı Yankı'nın evden kaçtığı günlerden de biliyordum. Bir keresinde onu takip ettiğimde üstü başı kir içinde bir çocukla buluştuğunu görmüştüm; bir ekmeği bölüşmüşlerdi. Kıskançlık hissetmiştim ama şu an o çocuğun Koza olduğunu bilseydim ilk ben koşardım yanlarına çünkü kendime itiraf etmek zor olsa da onu çok sevmiştim.

Sevmekten öte, eksik tarafımız olduğuna emin olmuştum.

"Senelerce beş kişiyken eksik yaşamışız gibi gelmiyor mu sana da?" diye sordum Bartu'ya. "Onlar sanki hayatlarımızdaymış gibi hissediyorum. Hatta geçen Koza'ya içinde olmadığını unuttuğum bir çocukluk anısını anlattım. Dinledi, ben yoktum demedi ama üzüldüğünde bunu fark ettim." Elimi saçlarıma geçirdim. "Çok tuhaf, hep varlardı bence."

"Bu aptal potları ben de kırıyorum," dedi Bartu, ardından dar bir sokağa döndüğümüzde, omuzlarımdan birilerinin sıktığını ve kalbimin sıkıştığını hissettim. Bartu bunu anlamadı ama adımlarım yavaşladığında bana ayak uydurdu.

Birkaç dakika sonra, "Nereye," dedim derin bir nefes vererek, "gidiyoruz? Bence eve dönelim."

O an Bartu beni anladı çünkü bıçak gibi kesildi ve koyu gözleri umutla bana baktı. "Neden korktuğunu biliyorum, kardeşim," dedi içten bir sesle. "Ama ben senin yanındayım."

Başımı iki yana salladığımda o günün izleri hem vücudumdaydı hem zihnimde hem de bileklerimde.

"O gün hissettiklerimi sana hiçbir zaman anlatmadım," dedim Bartu'ya. "Sen nasıl..."

"Ben anlarım," dedi, ardından bir koruma gibi beni kolunun altına aldı. "Şimdi o sokağı güzelleştireceğiz, Mutlu."

Başımı iki yana salladım ama ona ayak uydurarak yürümeye devam ettim. "Konu sadece o sokak değil," dedim kendimi tutamayıp. "O sokak, benim geçmişimi hatırlatıyor. Yaşadıklarımı."

Hiçbir zaman anlatmamıştım, vücudumdaki izleri gördüğünde bile ama anladıklarını biliyordum; Işık'ın da benim de geçmişimizdeki o izleri hiç dinlememişti. Sorgulamadan, "Geçmişini de düzeltiriz o zaman," dedi.

Diğer sokağa döndü ve iki sokak ilerisi, canım çıkana kadar tekmelerle dövüldüğüm o yerdi.

"Büyüdükten sonra yediğin tekmeler acıtmıyor, çocukken yediğin tekmeleri hatırlatıyor," dediğimde Bartu'nun duraksadığını hissettim ama yürümeye devam etti. "Dört yaşındayken kalemlerin en renklisiyle yüzümü boyadığımda babam benim saçlarımı kazıdı ve ellerime kızgın demirler bastı. O yaşımda neyi yanlış yaptığımı hiç bilmedim çünkü bana göre her şey normaldi, Işık için de öyle. Bir ay elim kalem tutmadı ama Işık gizli gizli gelip benim yüzümü boyamaya devam etti. Yine yakalandık, bu kez onun da saçlarını kazıdı babam." Bartu'nun omzuma sarılan kolu sıkılaştı. "Annemi hiç tanımadım," dedim sakince. "Yani biliyorum, hatırlıyorum ama konuşmamız yasaktı çünkü annemin bana bunları yaptırdığını söylüyordu babam ve onu da dövüyordu bu yüzden. Bir adam vardı, yeşil gözlü. Babamın kardeşi de olabilir, yeğeni de, hatırlamıyorum ama odama girip beni çırılçıplak soymuştu ve erkek olduğumu aynaya bakarak haykırmıştı ama yemin ederim Bartu, bakışları zıddını söylüyordu sanki. Bana öyle bir bakıyordu ki çok korkmuştum. Fiziksel çıplaklık, ruhsal çıplaklığa dönüşmüştü sanki. O günden sonra kimsenin önünde soyunamadım, zorla soydurulup dövülmediğim sürece."

"Sen hiçbir zaman suçlu olmadın," dedi Bartu bininci kez. "Sana bunu yapanlar suçluydu."

"Benim yaşadığım yerde öyle değildi. Tek erkek olduğum söyleniyordu. Durmadan ve art arda. Bir tane kız kardeşim vardı. Işık başka kardeşlerimiz olduğunu geçen gün ağzından kaçardı ve sonra şu an çok iyi bir hayat sürdüklerini söyledi. Bir de halam vardı, Bartu," dedim gülümseyerek. "Işık dedi ki, oradan kurtulmuş, İstanbul'da görmüş onu. Yalnız başına çalışıp geçiniyormuş ve hep hayalini kurduğu terziliğine devam ediyormuş." Bartu bana neden inanmıyormuş gibi bakıyordu? Işık anlatmıştı, böyleydi.

"Annen?" dedi yutkunarak. Bildiği bir şeyler mi vardı?

"Annem de kaçıp kurtulmuş sanırım," dedim rahatsız bir nefes verdikten sonra. Işık'a göre hepsi kurtulmuştu ama haklı olabilirdi çünkü peşimize takılmamışlardı ve bizi serbest bırakmışlardı. "Tek kurtulamayan Işık oldu."

"Öyle söyleme," dedi Bartu sokağa bir adım kala. "O burada ve kurtulmuş."

Başımı iki yana salladım. "Babam eve misafir geldiği zaman utanır, beni odaya kilitleyip ağzımı bağlardı ağlamayayım diye. Ellerimi de kullanırsam yeniden yakacağını söylerdi." Avuçlarımda yine o yanıkları hissettim. "Yine bir gün bunu bana yaptı ama ertesi sabah gelip ağzımı açtığında ve odadan dışarıya çıkardığında Işık yoktu." Acı kalbimde yeniden canlandı. "O evin içinde nefes aldığına minnet duyduğum tek kişiydi. Nerede olduğunu sorduğumda cevap vermemişti ama halam birkaç gün sonra geleceğini söylemişti."

"Mutlu," dedi Bartu, hikâyeyi biliyormuş gibi.

"Birkaç gün sonra geldiğinde sadece ağlıyordu. Benimle konuşmuyordu, yüzüme bakmıyordu hatta odasından çıkmıyordu. Onun da benden utandığını düşünüyordum ama acı çekmekten başka yaptığı hiçbir şey yoktu. Beraber gizli gizli çizgi film izleyeceğimiz zamanlar yanıma gelmedi; boyalarımla gittim, umursamadı; kıyafetlerini giydirmesini söyledim, göz ucuyla bile bakmadı. Sadece ağlıyordu. En son söylediği de, ‘Bir siyah torbaya satıldım ben,’ oldu."

Bartu, dövüldüğüm sokağın başında durduğunda nefesini verdi ve kolunu omzumdan çekti.

"Ve o günden sonra ne olduğunu anladım. Bir gün evin içinde şenlik vardı, herkes mutluydu, Işık dışında. Ne olduğunu anlamadım ama beni giydirdiler ve Işık'ı da öyle. Işık'ın üzerinde bembeyaz, kabarık bir elbise vardı; başını örttüler beyaz bir tülle ve yüzünde öylesine, yaşına uymayan, ağır bir makyaj. Işık o evden çıkmadan önce sadece bana sarıldı ve o yaşlı adamın yanına gitti. Yüzlerce insan, Bartu. Yüzlerce insan onları alkışladı ve danslar edildi, halaylar çekildi. Işık'ın ölümünü kimse umursamadı. Ardından benim elime bir kırmızı kuşak verip, ‘Bağla,’ dediler. Ne olduğunu bilmediğim halde ağlayan yüzüne baka baka bunu yaptım, şimdi olsa yapar mıydım bunu? Asla yapmazdım."

Karanlık sokağa baktım. "Işık gittikten sonra babam her gün, aralıksız her gün dövdü beni. Sırtımdaki izler kemerinden geliyor; alnımdaki iz, saçımı kazıdığı jiletten. Benden nefret ediyordu ama beni öldüremiyordu da çünkü tek erkektim." Başımı iki yana salladım. "Sonrasını biliyorsun, aldım elime bir bıçağı ve öldürdüm onu. Işık beni kurtardı oradan. Can verişi ve elimdeki bıçak dün gibi aklımda. O günden sonrasını pek hatırlamıyorum, bir şeyler çok yarım."

Bartu'nun gözlerinden bambaşka bir ifade geçti fakat gözlerini kaçırdığında ne düşündüğünü anlayamadım. Neden babamdan her bahsettiğimde hepsinin yüzünde bu oluşuyordu? Kötülüktü, evet ama bunu yapmıştım.

"Sizinle tanıştığım zaman aklımda ama sizinle tanıştıktan sonraki bazı seneler zihnimde yok. Hastaneye yatırıldığım..." Ürperdim. "Bir daha asla hastaneye yatırılmayacağım."

Bartu yutkundu, o unuttuğum zamanlarda neler olduysa hepsinin yüzünde aynı ifade canlanıyordu.

"Ama o günü hatırlıyorum," dedim sokağı göstererek. "Akşamdı, kıştı ve büyümüştüm. Renkli giyinmekten de kendimi göstermekten de çekinmediğim zamanlardı, hâlâ öyleyim ama o zamanlar birilerinin göz hapsinde olduğumu bilmiyordum." Sırtımda eller hissettim. "Orta yaşlı bir adam beni omzumdan döndürdü ve hiçbir şey söylemeden bir tokat indirdi. Başka bir adam geldi ve karnımı tekmeledi, diğer adam üzerimdekileri çıkardı ve yerlerde karlar vardı. Sonra babamın yaptığı gibi saçlarımı kestiler ve ağzımı kapattılar. Çığlıklarım sokakta duyulmadı ama gün doğana kadar o karların üzerinde çıplak yatıp nasıl ölmedim bilmiyorum."

Bartu'nun gözlerinin dolduğunu fark ettim çünkü beni bulan oydu, Yankı'yla beraber. Yarısı kazınmış saçlarıma ve yüzüme bakarak çocuk gibi ağlamıştı; beni kucaklayıp oradan götürmüşlerdi. O adamlara ne yaptılar, bilmiyordum, hiç bahsetmemişlerdi ama önemi de yoktu. O günden sonra hastaneye yatırılmıştım, buna neden olan neydi, yine bilmiyordum ama çıktığımda vücudumdaki izler, o karanlık sokağı bana gösteriyordu.

İyileştim mi, sayılır ama sokaklardan korkmaya devam ettim. Tek başıma hiçbir zaman akşamları sokaklara giremedim ve diğerlerine itiraf edemesem de bir gün, bir sokak ortasında, karanlıkta ve kışın ölü bulunacağıma inandım.

"Her şey canımı çok yaktı," dedim Bartu'ya. "Lisede bana zorla etek giydirmeye çalıştıkları da canımı yaktı, saçımı kesmeleri de, erkek değilsin diye bağırmaları da, hatta bana benden hoşlanıyormuş gibi davranıp taciz ettikten sonra beni öylece bırakan, bazen dalga geçmek için kullanan bütün o insanlar da ama en çok ne canımı yaktı, biliyor musun Bartu?" Sokağı işaret ettim. "İnsan evinden korkmamalı, ben korkuyorum." Adımlarım sanki geri geri gitti ama böyle bir şey yoktu. "Bir sokak ortasında, hissettiklerim yüzünden dövüldüm; evim sandığım yere aynı gözle bakamadım," dedim. "Sokaklar yalnızken korkutuyor."

On dokuz yaşındayken birinden çok hoşlanmıştım, bütün kalbimle. Karşılık verdiğini sanmıştım, öyle de davranmıştı ama sonrasında ortaya çıkan, benimle dalga geçtikleriydi. Arkadaşlarıyla oturup bir dalga malzemesi haline geldiğimi ise üniversitenin duvarlarına kâğıtlarla mesajlarım asıldığında görmüştüm.

Zorbalıksa tacize de uğramıştım, erkekler tarafından.

Sırtındaki çantayı ayağının ucuna indirip içinden birkaç sprey boyayı çıkardı, renkli boyalara bakarken gülümsüyordu. "Senin için dövüldüğün sokağın duvarlarını rengârenk yapacağız, kardeşim; korkma," dedi kendinden emin bir sesle. "İzini bırakacağız, adını ve seni. Her geçtiğinde artık renkleri göreceksin, karanlık yerine."

Utandığım, çekindiğim, çocukken kaçtığım Bartu şimdi beni iyileştirmek için yollar düşünüyordu. İmkânsızdı, geçmezdi ama yine de, "Geçer mi ki öyle?" diye sordum.

"En azından bu sokak için," dedi Bartu gülümseyerek. "Her geçtiğinde artık gülümsersin; Mutlu Sokağı koyarız adını." Elime üç tane boya sıkıştırdı, ardından dört tane boyayı eline aldı. "İlk başta gökkuşağını ortaya çıkarırız. Yürü!" Koşar adımlarla döküntülü siyah duvara ilerledi ve kırmızı boyayla yatay bir çizgi çizdi, ardından turuncuyla. Elimdeki sarı renge bakıp, "Hadi!" diye bağırdı.

O evlerde oturan insanlar pencerelere çıktı ama kim olduğumuzu bildikleri için hiçbir şey demediler, sadece izlediler.

Gözümden akan yaşı elimin tersiyle silip yanına koştum ve sarı bir şerit çizdim. Benim ardımdan yeşili devam ettirdi ve turkuazı ben boyadım. Koyu maviyle tamamladı ve son moru boyadığımda gülmeye başladım, hiçbir şey söylemesini beklemeden diğer duvarlara koştum ve elimdeki boyalarla rengârenk boyadım.

Ardından hepsinin isimlerini yazdım. Yankı'nın, Koza'nın, Işık'ın, Helin'in, Lâl'in, Bartu'nun...

O sokağın bütün duvarları rengârenk oldu; şekillerle, isimlerle, cümlelerle ve gökkuşaklarıyla.

Sıra benim adıma geldiğinde Bartu elini kaldırıp yazmak istedi ama onu durdurdum.

Seneler geçecekti, yaşamaya devam edersek yaşlanacaktık ve bir gün bu sokağa gelecektik belki. Bu duvara baktığımda sadece Mutlu'nun ismini görmek istemedim, Mutlu'nun çocukluğunun ismine de gerek vardı.

Gülümsedim ve gerçek adımı yazdım; ben gerçek adımı yazarken Bartu da gülmeye başladı.

Fırat yazdım. Fırat Göktepe. Adını ikiziyle beraber nehirlerden alan o çocuk, ailesi tarafından erkek değilsin diye dövülen ve hissetmekten her zaman korkan o çocuk: Fırat Göktepe.

Soğuk havaya rağmen ter içinde kaldığımızda her yerimiz boyalı halde birbirimize baktık; hiç düşünmeden Bartu'ya sarıldım. Bütün vicdan azaplarıyla, özürlerimle ve onu babam yerine koyduğum sevgiyle.

Karşılık olarak sarıldığında belki hiçbir zaman âşık olamayacaktım, insanlar buna izin vermeyecekti ve doya doya yaşayamayacaktım ama ölmeden, baba sevgisini de kardeş sevgisini de tatmış olacaktım; hem de kabullenilmiş ve ötekileştirilmemiş bir şekilde.

HELİN AKTAN

Dünyanın hem en huzurlu hem de en huzursuz uykusunu çekmiş olmalıydım çünkü gözlerimi yavaşça araladığımda yüzümde bir tebessüm vardı ama boynum ve başım inanılmaz derecede çok ağrıyordu.

Acıyla hafifçe inlediğimde uyuşan bacaklarımı hareket ettirmekte zorlandım ve gözlerimi aşağıya indirdiğimde bir kâbus gördüğümü biliyordum; detayları uçup gitmişti ama bu evin içindeydim, herkes vardı, büyük bir ateşi de anımsıyordum.

Ürperdiğimde hâlâ kucağımda uyuyan Koza'ya bakakaldım. Yüzü karnıma doğru dönmüştü; bir eli, gitmemi istemiyormuş gibi bileğimi kavramıştı ve yüzünde yine gülümseme vardı. Uyurken mi bu hali almıştı yoksa uyanıp beni gördüğünde mi, bilmiyordum ama masal kitabı yere düşmüştü.

Gözlerim duvardaki saate kaydığında sabahın erken saatleri olduğunu fark ettim. Henüz Nöbetçiler uyuyor olmalıydı ve Koza'nın da pek uyanası yoktu.

Yutkunarak yavaşça bileğimi Koza'dan kurtardım ve hareketlendiğine şahit oldum. Uyanmasını bekledim ama ağzının içinde, "Olmayacak," diye mırıldandığını duydum. "Hayır, gitmeyecekler." Başı kucağımdan aşağıya düştüğünde, bir bacağı da yerdeydi.

Kendimi ondan zorlukla kurtardığımda, uyuşan bacaklarımla kuvvetsiz bir şekilde ayağa kalktım ve ilk önce Koza'nın başını yastığa aldım, ardından zorla bacağını koltuğa taşıdım.

"Hımm," diye mırıldandı Koza. Hiç ummadığım anda, "Nil," dedi ve kaşları çatıldı. "Hayır." Yeniden gülümsedi, yine üzüldü. Bir şeyler daha mırıldandı ama ne dediğini anlamadım.

Önüme gelen saçlarımı geriye attığımda elim karnıma gitti ve ağrıyla beraber regl takvimimi gözümün önüne getirmeye çalıştım. Birkaç gün gecikmişti, regl olmam gerekiyordu ama zaten reglim hiç düzenli olmamıştı; bu yüzden en olmadık yerlerde beni yakalardı, bu da o anlardan biriydi.

Bacaklarımı zorlukla banyoya gitmek için ilerlettiğimde papağanla göz göze geldik, beni izlediğini gördüm.

Sırıttığımda, "Maviş," diye fısıldadım. "Hey!"

"Yankıcan!" dedi bir anda papağan. "Helinhan! Olmayacak!" Kafesin içinde uçmaya başladığında dehşetle gözlerimi açıp kuşa baktım. "Olmayacak!" dedi bir kez daha. "Olmayacak!"

Omzumun üzerinden Koza'ya döndüğümde hâlâ uyuyordu ve bu saplantılı hali beni kendi kendime güldürdü. "Maviş," dedim yeniden dönerek. "Biliyor musun, Yankı bana evlenme teklifi etti."

Maviş kafesin içinde uçarak, "Olmayacak!" demeye devam etti. "Olmayacak! Olmayacak! Olmayacak!"

Sahiden, biz Yankı'yla Nöbetçilere ve özellikle Koza'ya evlilik teklifinden hiç bahsetmemiştik. Yankı neyi bekliyordu? Normalde bunu söylerdi.

Kuşkuyla nefesimi verdiğimde banyo kapısının kulpunu çevirdim ve içeriye girdiğimde karanlıkla karşılaştım. Parmaklarım duvarda ışığın düğmesini ararken burnuma dokunan koku, kuşkumu başka noktalara çekti ve en sonunda düğmeye bastığımda dehşetle geriye bir adım attım.

Kıpkırmızı ışık odanın içini aydınlattı; burası bir banyo değildi ve içerideki görüntü şaşkınlıkla çığlık atmama neden oldu.