logo

73. YEDİ MUCİZE ÇOCUK

Views 293 Comments 5

Bartu Sarca'nın güncesinden...

26.10.2020

Hayatımın en güzel melodisini dinledim bugün; hiç ninni dinlemediğim halde ninni gibiydi.

Bir annenin değil, bir meleğin ninnisi gibiydi.

Ve bundan sonra her gün bu ninniden söz edeceğim böylece her gün çok daha güzel cümleler türeteceğim, yetersiz kalmayacak kelimeler.

"İkinci Sokak Nöbetçisi, Bartu"

Üzerini karaladım.

"Dünyanın en mutlu İkinci Sokak Nöbetçisi, Bartu"

***

2 Kasım'a iki hafta kala...

"Bir yürek sizin için açıldığında, bir kulak sizi dinlediğinde, bir bakış size karşılık verdiğinde mutluluğun sonsuzluğunu ancak siz hissedebilirsiniz," diyordu, Balzac, Vadideki Zambak kitabında. Seneler önce okuduğumda bana öylesine uzak bir cümleydi ki ne demek istediğinin üzerine düşünmemiştim bile; fakat öyle ki etkisi altında kaldığımdan ötürü ezberimden silinmemişti.

Başka insanlar nasıldı, pek bilmiyordum ama bana acı veren her şeyden uzak durmaya alışkın bir bünyem vardı. Bir şarkıyı en kötü zamanımda dinlediysem bir daha onu duymak bile istemezdim çünkü o şarkıyı bıkana kadar dinlemiş olurdum. Bir sokakta yalnız başıma ağlayarak yürüdüysem o sokaktan bir daha geçmek istemezdim, bir koku bana özlemi anımsatıyorsa o kokudan köşe bucak kaçardım.

Kimisi acının üzerine yürürdü, bense kaçan taraftaydım ve benim gibi olan her insan bilirdi ki kaçmak bir kurtuluş değil, sadece tedavisi geciktirilmiş bir açık yaraydı.

Vadideki Zambak kitabı da tam olarak benim kötü zamanlarımda okuduğum bir kitaptı. Aşka inancımın kalmadığı, her gün ne şekilde öleceğimi düşünerek geçirdiğim günlerde elimde tuttuğum, her cümlesinde nefreti daha fazla hissettiğim ve bir kez daha elime almaktan korktuğum bir kitap.

Kısacası başka bir açık yaraydı.

Fakat şu an, oturduğum sandalyede elimde Vadideki Zambak kitabımı tutuyor, ilk açtığım sayfada o cümleyle yüzleşiyordum. Hâlâ ezbere bilmem ve bu kez cümleyi okurken ne demek istediğini anlamam yüzümde bir gülümseme belirmesine neden oldu.

"Ne hissediyorsunuz?" Gözlerim kitaptan ağır ağır ayrılıp karşımda oturan psikoloğa kaydı. Bu üçüncü seansımızdı ve kendi isteğimle psikoloğa gelmiştim; buraya geldiğimden ne Yankı'nın ne de diğerlerinin haberi vardı. Tek bilen kişi Işık'tı; o da telefon elimde komik bir video izletirken üstten gelen seans hatırlatma mesajıyla yakalandığımdan ötürüydü. Neden gizleme zahmetine girdiğimi bilmiyordum; tek bildiğim, kendimi tamamen iyileştirmek için artık elimden gelen her şeyi yapmam gerektiğiydi.

Üstelik sadece kendim için de değil. Sadece Helin için de değil.

Gülümsediğimde, “İlk defa çaresiz hissettirmiyor," dedim gözlerimi kısarak. "Bu cümleyi önceden okuduğumda sevilmenin, dinlenmenin ne demek olduğunu bilmiyordum ama şimdi okuduğumda bunu yüreğimde hissedebiliyorum. Ayrıca söylediğiniz gibi, her anı, gelecekte acı vermek zorunda değilmiş. Şu an acı hissetmiyorum. Büyüdün, diyorum bazen kendime. Öyle seneler öncesini değil, bir sene önceki halimi hatırladığımda bile büyüdün diyebiliyorum. Bu gerçek bir büyüme değil, mutlu bir çocuk gibi büyümek. Anlatamadım, çok zor anlaşılır zaten."

Henüz orta yaşlardaki, tatlı gülümsemesini hiç eksik etmeyen psikoloğuma geçmişimden tam anlamıyla söz etmemiştim; hoş, ne kadarından söz edebilirdim? Sokak Nöbetçileri görevlerinden söz edemezdim çünkü buradan çıktığımda beni götürecekleri yer ya akıl hastanesi olurdu ya da hapishane. Ajan olduğumdan?.. Pekâlâ, bununla yüzleşmek çok zor olurdu.

Çocukluk... Ürperdiğimi hissettiğimde kitabın kapağını kapattım. Çocuk Helin'den söz etmek, en başından anlatmak, belki de doğumumdan itibaren bir yalanla büyütüldüğümü söylemek her şeyden çok daha zor geliyordu. Utandığım için değildi; hâlâ bir tarafım o acılarımla yüzleşmiyor, onlardan kaçıyor, çocuk Helin Aktan'ın yaşadıklarını unutmak istiyordu.

Bazen maalesef ki o Helin'i unutmak ya da bir odaya kilitlemek istiyordum çünkü kâbuslarımdan henüz ayrılabilmiş değildi. Geçen gece, Yankı'nın kollarında huzurlu uyumuşken dakikalar sonra kendimi bir kırmızı ışıklı odada, Harun Aktan çırılçıplak bir şekilde üzerime yürürken görmüştüm. Birkaç haftadır görmediğim için kâbusların bittiğini düşünsem de yeniden bana uğramıştı. Gözyaşları içinde bağıra çağıra uyanıp Yankı'yı itekleyerek kendimden uzaklaştırdığımı ve o günden beri gözüme zerre uyku girmediğini düşünürsem, iyileşmek oldukça uzak görünüyordu.

Ama iyileşmek gerekiyordu, sadece Helin için değil üstelik.

"Kâbuslarımdan kurtulamıyorum," dedim, psikoloğun o aralıkta neler söylediğini dinlemeyip. "Ve bu sevdiğim insanı da üzüyor. Bir çözümünüz var mı?"

"Ne görüyorsunuz?"

"Geçmişi."

"Ne kadar geçmişi?"

"Çocukluğumu."

Psikolog öne eğilip gözlüğünü geriye itti. "Ne görüyorsunuz, anlatmak ister misiniz?"

Aslında üç seanstır tek söylediğim, iyileşmek istediğim ve acılarımdan kaçmaktan yorulduğumdu ama soruların çoğu cevapsız geçiyordu. Bu kez derin bir nefes verdiğinde, “Sanırım," diye mırıldandım. "Size anlatmak istemiyorum."

"Neden?" diye sordu.

"Çünkü..." Küçük Helin Aktan'ı düşündüm; dövülen Helin Aktan'ı, cinsel istismara uğrayan Helin Aktan'ı, açlıktan sokaktaki ekmeği yemek isteyen Helin Aktan'ı, kendini yaralayan Helin Aktan'ı, yapayalnız Helin Aktan'ı, banyoya girip mutfak lifiyle vücudunu kazıyan Helin Aktan'ı. "Çünkü," diye devam ettim, "yargılanmaktan korkuyorum." Belki de en büyük itirafımdı. "Çünkü aynı gözle bakmamanızdan korkuyorum. Çünkü o çocuktan utanıyorum. Çünkü o çocuktan utandığım için kendimden nefret ediyorum." Yutkunduğumda gözlerim doldu ama bunu yok etmek için elimden geleni yaptım. "Konudan bağımsız, kendimi bazı zamanlar her şeyin suçlusu gibi hissettiğimi söylesem ne düşünürdünüz?" Bir istismar söz konusuyken kendimi nasıl suçlu görebilirdim? Görebiliyordum, anlaşılması zordu yine.

Psikoloğun yüzünde bir hareketlenme olmadı fakat birkaç saniye düşündü, sonrasında ise, “Çocuk olduğunuz dönem için bile mi?" diye sordu.

"Çocukken bile." Net cevabımı anladı mı bilmiyordum ama bildiğim tek bir şey vardı: Beni en iyi anlayabilecek olanlar, aynı yollardan geçmiş çocuklardı. Beni en iyi anlayabilecek olanlar, o banyoda gözyaşları içinde kendini temizlemek için çaba gösteren çocuklardı. Beni en iyi anlayabilecek olanlar, çocuk bile olamayan çocuklardı.

"Bunları hiç eşinize anlattınız mı?" diye sordu, büyük ihtimalle ilk geldiğim seans ballandıra ballandıra Yankı'dan bahsettiğimden ötürüydü. "Ya da herhangi birine? Size kötü değil, iyi hissettirecek birilerine?"

"Hayır." Başımı önüme eğdim. "Bazı günler Bartu'yla konuşuyoruz ama hepsi üstü kapalı oluyor. O da benimle benzer acıları yaşadı, benden daha güçlü olduğunu düşünüyordum ama iki gece önce onu mutfakta öylece ağlarken buldum." Bu anı, bir kez daha gözlerimin dolmasına neden oldu. "Bir çocuk gibi sandalyeye oturmuş, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Kâbus mu gördü, bir anıyı mı hatırladı bilmiyorum ama sarıldığımda o da çok utandığını söyledi. Kendinden çok utandığını söyledi. Gözyaşlarının erkeği kadını yoktur ama Bartu ağladığında sanki dünya ikiye ayrılıyor; o kocaman adam, küçücük bir çocuğa dönüşüyor, ele avuca sığmıyor."

Başını salladığında önündeki deftere bir şeyler yazdı. "Peki ya abiniz? " diye sordu. "Ona bahsetmeyi düşündünüz mü? Bildiğim kadarıyla bakışlarınızla bile anlaşabildiğiniz başka birisiydi o da."

"Ona anlatamam," diye fısıldadığımda sanki bir yerden çıkıp duyacakmış gibi hissetmiştim. "Anlatamam çünkü kendini suçlar. Suçluyor. Suçlayacak. Ona olabildiğince iyileşmiş yüzümü gösteriyorum ki daha çok parçalanmasın çünkü zaman geçtikçe daha fazla üzerime titremeye başladı." Gülümsediğimde gözümden bir damla yaş aktı, hızlıca elimin tersiyle sildim. "Yirmi dört yaşında hatta yirmi beşine basacak bir kadına oyuncak bebek alan bir adam o. Görünce şaşkınlıktan dilimi yutacaktım; alma nedeni ise bir konuşma sırasında hiç oyuncak bebeğimin olmadığını söylememdi. Eminim kendini suçladı ve üzerini örtmek için böyle bir hediye aldı. Hoş, ne ben artık yedi yaşında bir çocuğum ne de artık bebekleri isteyecek kadar masumum ama o beni o şekilde görmek istiyor." Bir damla daha yaş aktığında bu kez silmedim. "Size bahsettiğim altı kişi içinden vicdan azabını hayatımın sonuna kadar en çok hissedeceğim kişi abim."

Psikolog bir kez daha başını salladıktan sonra, "Ona olan sevginiz, acınızı paylaşma dürtünüzden daha üstün," dedi. "Hediyeye ne tepki verdiniz?"

"Teşekkür edip mutlu olduğumu söyledikten sonra ona sarıldım; sarıldığımda verdiği nefes çocukluğumuzun nefesini kesti sanki." Gözlerimi kapattım. "Ardından odama gidip saatlerce ağladım, bebeği ise bir daha görmek istemediğim için Yankı'ya verip saklamasını söyledim."

"Ama atmadınız?"

"Atmadım." Gözlerimi açtım. "Bir çocuğun hediyesi atılmaz ama artık ben bir çocuk da değilim."

Psikolog gülümsedi. "Peki sizce neden saklamasını istediniz?"

Soruya hazırlıksız yakalandığımda üzerine birkaç dakika düşünüp, “Belki de…" dedim sesim titrerken. "Beni mutlu etmese bile başka bir çocuğu mutlu etmesi içindir."

Psikolog kaşlarını kaldırdı, önündeki kâğıda yine bir şeyler karaladı, ardından, “Anneniz nasıl?" diye sordu gülümseyerek.

"Çok iyi!" diye şakıdığımda kara bulutların uzaklaştığını hissettim. "Hayatın sürprizleri bitmiyor. 1 Kasım tarihinde hastaneden taburcu olacak. Geçmişi hâlâ tam anlamıyla hatırlamıyor ama kendi iç hesaplaşmasını tamamladıktan sonra inanılmaz bir ilerleme katetti. Bizi özlüyor, beni özlüyor, kardeşlerimi de öyle. Eskiden topluca giderdik ama şimdi bir bakıyorum, Bartu tek başına gitmiş, bazen Işık ve Mutlu, geçenlerde Lâl tek başına görmeye gitmiş. Yankı gidemiyor." Kıkırdadım. "Çok utanıyor. Hepimizle arası çok iyi. Aramızda tam olarak anne kız ilişkisi yok; hoş, anne kız ilişkisi nasıl olur pek bilmiyorum ama sevgisini hissedebiliyorum." Yüzüm düştü. "Abimi ise hâlâ abimin arkadaşı olarak biliyor ama ona benden daha düşkün. Abim ona gidip masallar okuyor; aslında annemin okuması gerekir, biliyorum bu hayalini ama o gidip anneme masallar okuyor. Bunu bana söylemedi, Yankı öğrenmiş. Sorduğumda, 'Belki anneme de kimse masal okumamıştır,' dedi abim." Bakışlarımı tavana çevirdim. "Aile," diye fısıldadım. "Aile sıcaklığını tam anlamıyla hissetmeye başlıyorum."

Kısa bir sessizliğin ardından, “Peki ya babanız?" diye sordu psikolog. "Onunla yüzleşebildiniz mi?"

"Hayır," dedim bakışlarımı koltuğa çevirerek. "Hayır, ondan kaçıyorum. Ondan kaçtığım için hastaneye bile çoğu zaman gidemiyorum ama annemle araları iyileşmeye başladı galiba. Hatırlamıyor Sadık Orhan'ı hâlâ ama sanki..." Derin bir nefes verdim. "Sanki babam onu yeniden kendine âşık ediyor gibi." Gözlerim açıldı. "Düşünsenize; annem unuttu, Sadık Orhan onunla yeniden tanıştı ve bir kez daha âşık olacak. Yılmadan bunun için çabalıyor. Her gün zambaklar alıyor ona. İyi bir baba mı, bilemiyorum ama filmlerden fırlamış bir âşık gibi."

Psikolog tebessüm etti. "Neden onunla yüzleşmekten kaçıyorsunuz? Ayrıca farkında mısınız, ona babam demiyorsunuz."

"Diyemiyorum," dedim yutkunarak.

"Neden?"

Yutkunduğumda çok uzun bir süre sessiz kaldım; ardından, “Birini sevmekten hiç korktunuz mu?" diye sordum. Bir cevap vermeyeceğinden emin olduğum için hızlıca devam ettim. "Onu sevmekten, özellikle bir baba gibi sevmekten çok korkuyorum. Peki birini affetmekten hiç korktunuz mu?" Sorum karşısında duraksadı. "Onu affetmekten de korkuyorum. Birini anlamaktan hiç korktunuz mu?" Psikoloğun gözleri kısıldı. "Onu anlamaktan da korkuyorum çünkü çocukluğumdan beri bir yalana inanarak büyütüldüm; annemin sorumlusu oydu. Sonra bunun doğru olmadığını öğrendim. Belki şu an ondan uzak kalmam haksızlık fakat ya seversem, affedersem, anlarsam ve beni yine yarı yolda bırakırsa?" Derin bir nefes verdim. "Baba sevgisini hiç tatmamış bir çocuk, o sevgiden çok korkar çünkü kaybetmek daha ağır bir yüktür. İşte bu yüzden babamı sevmekten de korkuyorum."

Sessizlik olduğunda uzun bir süre bakıştık. En sonunda, “En azından onu dinlemeye çalışın," dedi. "Çünkü korktuğunuz bir baba sevgisinden de öte, aileyi tamamen hissetmek olabilir. Anlattığınız kadarıyla anneniz ve babanız yoktu, abiniz yoktu, yalnızdınız fakat bir anda hayatınıza beş kişi girdi, kardeşleriniz ve aşkınız oldu, ardından abinizi buldunuz, sonrasında ise annenizi ve babanızı. Bunlar kulağa güzel gelse de art arda yaşanması sizi korkulara sürükleyebilir. Kabullenemiyor olabilirsiniz ya da benden asıl korktuğunuz şeyi saklıyorsunuz."

Gülümsediğimde saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. Uzamaya başlayan saçlarımı. Artık sadece ben istediğim için, keyif için kestireceğim saçlarımı.

"Korktuğum doğru," dedim zorlukla. "Fakat sadece kendim için değil. Artık değil."

"Kim için?"

Gözlerim saate kaydı, seansın bitmesine beş dakika vardı fakat daha fazla duramayıp ayaklandım. "Bunu başka bir zaman konuşabiliriz," dedim onu geçiştirerek. "Şimdi gitmem gerekiyor, Işık aşağıda beni bekliyordur." Psikolog ani kalkışımdan ötürü afalladı ama sonrasında o da ayaklanıp başını salladı. El sıkışıp vedalaştığımızda arkamı dönüp kapıya doğru yürüdüm fakat sonrasında, “Ah, neredeyse unutuyordum," diye inledim, ardından omzuma taktığım çantamı hızlıca açıp içinden davetiyeyi çıkardım. "Düğünüme beklerim, Işık sizi çağırmam konusunda ısrar etti de."

Psikolog davetiyeyi aldığında, “Teşekkür ederim," dedi süslü püslü pembe kâğıdı inceleyerek. "Gelmeye çalışacağım."

"Lütfen içinizden o çirkin davetiyeyi eleştirmeyin," diyerek güldüm. "Benim zevkim değil hatta hiç benlik değil. Işık bir gelin olduğum için her şeyin abartılısını seçip seçtiriyor, kafama sim dökmeme hususunda yeni anlaşmaya vardık neyse ki." Psikolog dayanamayıp güldü. "İyi günler."

Odadan çıkıp koşar adımlarla asansöre bindim ve aynada kendimle yüzleştiğimde Işık'tan yiyeceğim bütün laflar için kendime sövdüm. Altımda gri eşofman vardı ve Işık gelin olacağım için maalesef –lanet olsun ki bunu dilinden düşürmüyordu – dışarı çıkarken, markete gitsem bile en şık kıyafetleri giymemi söyleyip duruyordu. Şimdi ise deliye dönecekti.

Çıkış kapısına ilerlerken onu karşı binanın önünde Range Rover marka bir arabaya yaslanmış, elindeki telefonla oynarken gördüm. Altında siyah bir etek vardı; üzerinde ince bir siyah kazak, altında topuklu siyah botları... İkinci kuralı; gelinin yanında en abartısız kıyafetlerini giyecekti, ta ki düğüne kadar... Düğünde giyeceğini sır gibi saklıyordu.

Yoldan karşıya geçip önünde durduğumda dikkati dağıldı, bense arabaya bakıp, “Bartu'nun yeni bebeği mi?" diye sordum. "Şu araba çalma işini artık bırakması gerekiyor yoksa başımız yanacak."

Işık bana baktı, yüzümü inceledi, ardından üstümü başımı ve sonrasında yeniden telefona yöneldi. "Seni tanımazlıktan geliyorum şu an, lütfen benden uzak dur."

"Of!" diye inleyip kolunu sıktım fakat o telefonla ilgilenmeye devam etti. "Elime ne geçtiyse giydim işte, rahat olan her şeyi çok seviyorum, lütfen beni..."

"Helin!" dedi Işık gözlerini açıp bana bakarak. "Eline sürekli gri eşofmanının geçmesinden bıktım usandım artık! Sen bir gelinsin ve ben bir nedimeyim. Yazılı olmayan bir kural der ki: Gelin evlenmeden üç ay önce daima gelin gibi dolaşır, üç ay sonra da öyle, ayrıca nedime de daima onu över. Ben şimdi neyi öveceğim? Altından donu düşen gri eşofmanını mı?"

Gözlerimi devirdiğimde, “Çok yoruldum," dedim inleyerek. "Davetiyeyi psikoloğa verdim, gülmemek için nefesini tuttu kadın. Bir insan neden davetiyesinin köşesine karikatürlerini yaptırır ki! Ayrıca o karikatürde Yankı kel, Yankı neden hep kel? Kurabiyemde de keldi." Işık gülmeye başladı.

Işık bu kez kahkaha attığında elindeki telefonu çantasına atıp yolcu koltuğunun kapısını açtı ve geçmem için işaret verdi, ardından kendisi de sürücü koltuğuna geçtiğinde, “Öncelikle," dedi gülüşünün arasından, "Karikatürde Yankı'yı kel yaptıran abindi, son bir umut gelecekteki halini gösterip seni vazgeçirmek istemiş; ‘aşk bir sudur, iç iç kudur’ minvalinde bir cümleyi de Mutlu yazdıracaktı fakat sizin için bundan vazgeçirdim. Ne var? Sizi bir noktada düşündüm işte. Ayrıca bu da bizim farkımız, değil mi? Normal bir şeyler beklemiyordun herhalde."

Emniyet kemerini taktığımda arabayı çalıştırdı, parmaklarımla burun kemerimi sıkarken gülmemeye çalışıyordum ama direnmek çok zordu. "Yankı henüz davetiyeyi görmedi, değil mi?"

"Hayır," dedi Işık. "Ve diğerleri aşırı yakışıklı göründüğü konusunda onu ikna etti; abin durmadan, ‘Hayatımda gördüğüm en parlak damat gibi görünüyorsun,’ diyor kelini kastederek. Neyse ki davetiyeye yazılacak cümleye müstakbel eşin karar verecek." Dayanamayıp güldüm. "Terapi nasıl geçti?"

"Her zamanki gibi," dedim pencereden dışarıya bakarak. "Fakat konuyu değiştirme. Bu sabah Mutlu ağzından kaçırdı. Neden dört bin adet davetiye bastığını öğrenebilir miyim?"

"E çevremiz var."

"E bizim kimsemiz yok ki Işık," dedim başımı ona çevirerek. "Dört bin kişi kim? Kim bizi tanıyor?"

"Bebeğim," dedi son heceyi uzatarak. "Öncelikle sinirlenmek sana hiç yakışmıyor; gelinler sinirlenmez, kızarmaz ve..."

"Küfür edeceğim şimdi."

"Çok ayıp; gelinler asla küfür..."

"Sikeceğim Işık!" diye bağırdığımda gözlerini kocaman açtı; bu benim yine gülmemek için direnmeme neden oldu. "Umarım Mutlu'nun geçen gün şaka diye söylediği şeyi yapmıyorsunuzdur şu an!"

"Neymiş o ya?" dedi sola dönerken. "Ayrıca Mutlu şu an burada olsa, Sokak Nöbetçileri, bebeğim; ünlü değiliz ama illa ki duymuşsundur, derdi."

"Yoldan çevirdiğiniz insanlara davetiye vermiyorsunuz, değil mi?" Işık dikiz aynasına baktı, sonra diğer aynalara, ardından ıslık çalmaya başladı. "Kahretsin," dedim gözlerimi açarak. "Sırf kalabalık olması için millete davetiye mi verdiniz? İstanbul'daki birçok insan Yankı'nın kel kafasını gördü mü yani?"

Işık yüksek sesle kahkaha attığında dar bir yola girdi. "Öncelikle bizim bir çevremiz var yavrum," dedi rahat bir sesle. "Çocuklar var, yetiştirme yurdumuzdaki çocuklar var, huzur evlerindeki teyzelerimiz ve amcalarımız var. Yemekli bir düğün olacak; hem onların karnı doyacak hem çok eğlenecekler hem de bizden biri gibiler. Ailemiz." Yanağımdan makas aldığında yumuşadığımı hissettim, hiç bu açıdan düşünmemiştim. "Kısacası bize ihtiyacı olanlara verdik davetiyeyi, bizim ihtiyacımız olduğu gibi."

"Ya," dedim yutkunarak. "Bu utandırdı, hiç bu açıdan bakmamıştım."

"Ama tabii," dedi Işık gözlerini kaçırarak. "Mutlu serserilik yapıp dansçılara ve seksi erkeklere davetiye göndermiş olabilir." Gözlerim açıldı. "Yani birazcık. Biraz. Yüz kişi kadarcık." Dudaklarım aralandı. "Bize harika bir dans gösterisi sunacaklar da."

"Işık!" diye inledim.

"Sadece bu kadar da değil..."

"Ne?" dedim elimi kalbime götürerek.

"Yankı'yla geçen kavga etti ya Mutlu..." Mutlu, Yankı'yla aramızda yatmak istemişti, kâbus gördüm bahanesiyle; Yankı ise odadan kovalamıştı. Bunun ardından Mutlu sabaha kadar kapının önünde ağıtlar yakmış, gece boyu uyutmamış, sabahında ise Yankı Mutlu'nun başından aşağıya buz gibi soğuk suyu dökmüştü. Sonrası katliam gibiydi. Konuşmamış, intikam yeminleri etmiş, abartılı tepkilerle bayılma numarası yapmıştı. Odanın kapısına bile kırmızı rujla ÖLDÜNÜZ yazmıştı. Tabii bunlar Koza'nın köşkünde gerçekleştiği için sinir krizleri geçirmesini unutmaya çalışıyordum.

"Ne yaptı?" dedim korkuyla.

"İntikam aldı," dedi Işık.

"Yankı'yı kel çizdirmekten daha kötü ne olabilir?"

"Şey," dedi Işık, gülüp gülmemek arasında. "Şeyi çağırdı düğününe..."

"Kimi?"

"Tarkan'ı."

Kaşlarım çatıldı ve afalladığımda, “Tarkan'ın da işi gücü yoktu, bizim düğünümüze gelip ‘Kuzu Kuzu’yu söyleyecekti," dedim alayla. "Söylesene kimi çağırdı?"

Işık kaşlarını kaldırdı. "Kızım, âşık olunca bütün erkekleri hafızadan sildin mi sen?" diye sordu. "Tarkan'ı çağırdı. Şarkıcı Tarkan değil, senin Tarkan. Eski sevgilin olan. O da düğüne geliyor."

Bir nefes, iki nefes, üç nefes. "Ne?" diye haykırdığımda gözlerim kocaman açıldı. "Siz aklınızı mı kaçırdınız? Yankı Tarkan şarkısı çaldığında bile değiştiriyor; en son..."

"Artık değiştiremeyecek." Işık sırıttı. "Çünkü Mutlu'nun onun için de planı var."

Başımı iki yana sallayıp elimle ağzımı kapattım. "Sanırım kusacağım," dedim uzanıp pencereyi açarak. "Stresten bayılacağım şu an."

Işık kahkaha attı. "Delirme, sabah da kusmak istiyordun, sanırım artık mideni bulandırıyoruz ha."

"Lütfen," dedim boğuk bir sesle. "Durdur arabayı." Işık ciddiyetimi fark ettiğinde arabayı ilk gördüğü müsait yerde durdurdu ve o durdurduğu gibi kapıyı açarak öne eğilip kusmaya başladım. Bomboş bir mideyle doğru düzgün bir şey çıkaramadığımda Işık koltuktan inip yanıma bir şişe suyla geldi ve uzatıp bana içirdi.

"Rengin solgun," dedi ciddiyetle. "Sahiden yorgunsun galiba bugün. İstersen başka bir gün provaya gidebiliriz."

Sürekli ve sürekli ve sürekli gelinlik provasına gidiyorduk. Aslında ne kadar söylenirsem söyleneyim bu koşturmacayı ve heyecanı sevmiştim, her şey dilediğimden çok daha güzel ilerliyordu, masal gibiydi, bu kez gerçekten evlendiğimi ve gelin olduğumu hissedebiliyordum ama son birkaç gündür kendimi inanılmaz halsiz hissettiğim de doğruydu.

Suyu dudaklarımdan uzaklaştırdığımda, “İnanılmaz bir baş ağrım ve mide bulantım var," diye mırıldandım. "Ama eve gitmeyi de pek istemiyorum çünkü Koza büyük ihtimalle yine Yankı'yı benden kaçırmaya çalışıyordur." Sokak Nöbetçileri'nin evinden ayrıldığımızdan beri Koza'nın köşkünde kalıyorduk ve maalesef ki bütün söz hakları onda olduğu için baş başa geçirdiğimiz vakit sınırlı oluyordu. Çoğu günler birlikte uyuyamıyorduk bile.

"Aslında," dedi Işık alnıma dokunarak. "Evde de seni bir sürpriz bekliyor." Gözlerim açıldı. "Hayır, bu gerçekten benim planım değil ama eğleneceğiz gibi görünüyor." Dudakları büküldü. "Fakat istersen iptal ettirebilirim onu da."

"Ah," dedim başımı iki yana sallayarak. "Hadi gidelim ve şu provayı halledelim, ardından da eve gidip sürprizimi göreyim; kim hazırladı bunu?"

Işık dudaklarını birbirine bastırdı. "Abilerin..." Kaşlarım çatıldı. "Onlar böyle söylememi istedi. Abilerin diyecekmişim. Başta karşı çıktığım bir sürprizdi ama sonra eğleneceğimizi düşünüp onayladım. "Bartu ile..." duraksadı, "Koza," ona yeniden Koza demeye başlamıştı fakat hâlâ dudaklarından dökülürken hislerini gizleyemiyordu, "sana sürpriz hazırladı."

Yerine oturup yeniden arabayı çalıştırdığında başımı koltuğa yaslayarak, “Sana bir şey soracağım ama yine kaçmayacağına söz ver," dedim.

"Veremem, ben hep kaçmak isterim ama sor," dediğinde radyodan hafif bir müzik açtı.

"Gelinliği, düğünleri, bu organizasyonları çok seviyorsun," ne soracağımı anlamıştı, "peki hiç kendini hayal etmiyor musun? Gelinlikle."

"Hayır." Net cevabıyla yüzüne ciddiyet çöktü.

"Neden?" diye sordum merakla.

"Evlilik aile demektir, Helin," dedi derin bir nefes verip. Gözleri kısıldı, direksiyonu kavrayan parmakları sıkılaştı. "Hiçbir zaman hayalimdeki gibi bir ailem olamayacaksa neden evleneyim ki? Benim çocukluğumdan beri hayalim hep eşim ve çocuğumla olan bir evlilikti. Aile benim için bu demekti. İçinde eksik olacaksa gerçekleşmesine gerek yok."

Gözlerim ellerime indiğinde söylemek ile söylememek arasında kararsız kalmıştım ama bana baktığını fark ettiğimde, “Biliyorum," diye mırıldandım. Sessizce bekledi. "Düğün davetiyesi e-postalarına bakarken gördüm, sen de tedavi görüyorsun şu an bebek için." Uygun cümleleri bulmaya çalışıyordum; o ise bakışlarını çoktan kaçırmıştı. "Doktorlar ne diyor? Bir umut var mı anne..." gözlerimi kapattım, "anne olabilmen için?"

"Hayır." Net yanıtı yine yüzüme tokat gibi indi. "Hepsi imkânsız olduğunu söyledi; gördüğün de bir tedavi değil, gidip görüştüğüm yüz altıncı doktordu. Hepsini denedim, hepsi de imkânsız olduğunu dile getiriyor." Omzunu kaldırıp indirdiğinde bakışları donuklaştı. "Öyle bakma," diye çıkıştı. "Ağlayacak değilim, alıştım imkânsız kelimesine, sadece bu hayatta bir mucize arıyorum Helin. Evet, Işık Sarca da mucizelere tutunmak isteyebilir fakat görüyorum ki mucizeler her zaman gerçekleşmez."

Uzun bir sessizlik oldu. Ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Tek bildiğim, her gece uyumadan önce, o gece uykuya yatmasam bile bir dilek hakkım varsa onu Işık için harcamak ve bu mucizenin gerçekleşmesini dilemekti. Diğer bir dilek hakkım varsa onu da Lâl'in yeniden konuşabilmesi ve Bartu'nun bir kez bile olsun onun sesini duyabilmesi için kullanırdım. Lâl benden daha sık terapiye gidiyor, çaba gösteriyordu fakat bir sonuç alamıyordu o da.

Biz Sokak Nöbetçileri'ydik; evin kapısını kapatmamız, içeride acı çeken yedi çocuğu yok ettiğimiz anlamına gelmiyordu, izlerini hâlâ taşıyorduk ve hayatımızın sonuna kadar da taşıyacaktık.

Gelinlikçinin önünde durduğumuzda Işık arabadan inmek için hamle yaptı fakat kolunu tuttuğumda bakışları bana döndü. "Koza'yla nasılsınız?" diye sordum. Gözümle gördüğüm, eski hallerine yavaş yavaş dönüyorlardı ama içlerinde neler yaşıyorlardı, bundan emin olamıyordum. "Yani siz ikiniz..."

"Onu seviyorum," dedi Işık, direkt gözlerimin içine bakarak. "Ve maalesef ona âşığım. Deliler gibi. Ama öğrenmek istediğin ondan nefret edip etmediğimse bazı geceler onu boğarak öldürmek istediğim de doğrudur. Sonrasında ise bir bakıyorum, kendisi hatalarıyla yaşarken her gün bir kez ölmeyi düşünüyor." Güldüğünde ciddiyetle ona baktım; elini yanağıma koyup okşadı. "Düşünme bunları; biz savaşıyoruz, hem birbirimizle hem yaşananlarla."

"Işık," dedim, gözlerimi kapatıp başımı iki yana sallayarak. "Onun acısını hissedebiliyor musun?"

Işık bakışlarını karşısındaki cama çevirdi. "Evet," dediğinde derin bir nefes verdi. "Bazen kalmamın benden önce onun kötülüğüne olduğunu düşünüyorum çünkü vicdan azabı daima karşısında duruyor, gözlerinin içine bakıyor, yetmiyor, onu seviyor. Benim en büyük cezam, ona olan koşulsuz bağlılığımın her şeyin üzerinde olması ve onun en büyük cezası da vicdan azabına rağmen bencilce düşünerek benden vazgeçememesi. Benim en büyük intikamım ne, biliyor musun? Farkında olmasam da tam karşısında, onun gözlerinin içine bakmam." Bakışları bana döndü. "Helin," dediğinde boğazına oturan yumruyu hissettim. "Bizim harika bir aşk hikâyemiz olmadığını biliyorum, örnek de değil ve belki sağlıklı da ama unutulmaz bir aşk hikâyesi olduğuna da eminim. Sanırım Işık Sarca'ya da bu yakışırdı, Nil Göktepe'ye de öyle. Bir gün ben gideceğim, bir gün o da gidecek belki ama bu, yaşarken olmayacak. Belki bir gün yaşlandığımızda artık dayanamayacak ve bir neşterle karşılıklı birbirimizi öldüreceğiz ama asıl önemli olan ne, biliyor musun?" Cümlelerinin etkileyiciliği başımı döndürmüştü. "Biz birlikte öleceğiz çünkü o rehabilitasyon merkezinde bu sözü verdik birbirimize. Her neşter de buna şahitti. Hem çocukluğum hem ergenliğim hem gençliğim ve belki de yaşlılığım. Bütün zamanlarım olan bir adam Koza."

Düşündüğümden daha uzun süre gözlerinin içine baktım, ardından, “Vay," dedim nefesimi vererek. "Bu etkileyiciydi. Cidden."

"Ah!" dedi Işık burnunu çekerek. "Çekin şu spot ışıklarını üzerimden, gelin hanıma odaklanın, konu ben değilim, sadece o."

Güldüğümde kendimi tutamadım ve kolundan çekip ona sarıldım; öyle sıkı sarıldım ki bir anlık afallamayla nefesinin kesildiğini hissettim. Başımı boynuna gömdüğümde ve gözlerimi kapattığımda o eve girdiğim ilk gün geldi aklıma. Beni sevebileceğini hiç düşünmezken şimdi öyle bir kız kardeşim haline dönüşmüştü ki bazen ilk koştuğum kişi Işık olabiliyordu. Gözlerim yine dolduğunda, “Beni sevdiğin için teşekkür ederim," diye saçma sapan bir cümle kurdum. "Gerçekten."

Işık kollarını belime doladı, saçlarımı hafifçe okşayarak, “Başka bir evrende olsaydık ve bir yabancı olsaydın seni yine severdim bebek; çünkü..." deyip kıkırdadı. "Lanet olasıca yakışıklı bi abin var ve ben ona yaklaşmak için seni kullanırdım. Koza, ucube Behlül; sen, suratsız Nihal."

Geriye çekilip omzundan iteklediğimde o da saçlarımı karıştırdı ve kahkaha attı. Ardından arabadan indi, ben de onu takip ederken gökyüzünde güneş olmadığı halde güneş gözlüklerini takıp saçlarını arkaya attı. Onu izlerken, “Sadece son gelinlik provasına gidiyoruz," diye mırıldandım. "Bu hava ne için?"

"Gelinlikçide çalışan adam yakışıklı ve benden etkilenmiş görünüyor," dedi gözlüklerinin ardından bakarken. "Erkekleri umutlandırıp sonra yerin dibine göndermek gerek. Haz duyuyorum bundan. Kaç kızın kalbini kırmıştır kim bilir lanet olasıca herif."

Dudaklarım aralandı. "Koza bunu duyarsa deliye döner."

"Zaten duyacak," deyip güldü gelinlikçinin önünde dururken. "Çünkü adamı biraz sonra düğüne davet edeceğim."

"Ne?"

"Abin kıskanınca aşırı aptal oluyor ve aptal olunca sevimliliği artıyor. Hem heyecan olur, fena mı? Renk gelir ilişkiye." Kahkaha attı. Sanki ilişkilerinde yeterince renk yokmuş gibi... "Harika ötesi bir düğün olacak," diyerek koluma girdi ve kapıyı açtı. "Çok keyif alıyorum! Çok!"

Ah, sanırım dünyanın hem en tuhaf hem en komik hem de en beklenmedik düğünü bizi bekliyordu; Sokak Nöbetçileri'nden de aksi beklenemezdi.

***

Köşke öyle derin bir sessizlik hâkimdi ki artık korkmaya başlamıştım. Provadan çıkıp eve gelmiştik; Işık hiçbir şey söylemeden, “Sürpriz için,” diyerek beyaz, şık bir mini elbise giydirmişti ve topuklu ayakkabılar. Saçlarımı topuz yapmıştı, yüzüme de makyaj. Bütün bunlar olurken evdeki kimseden ses çıkmıyordu hatta evde olmadıklarını bile düşünmüştüm ama Işık'ın gülmeleri ve arada sırada odadan çıkıp başka odaya giderek kahkaha atmaları aksini düşündürüyordu.

Köşkün büyük salonunda dakikalardır tek başıma oturuyordum ve neden avazım çıktığı kadar bağırmadığımı bilmiyordum. Yankı neredeydi? Buralarda olmalıydı, onu görmeden bir günüm bile geçmezken şimdi onu görmediğim saatler art arda geliyordu ve sürprizlere yavaş yavaş alışmaya başlasam da kötü bir şey olacak korkusunu bir türlü aşamıyordum.

Dayanamayıp, “Yankı!" diye seslendim kapıya doğru. "Eğer bir dakika içinde ortaya çıkmazsanız sözümü çiğneyip yukarıya geleceğim!" Ses yoktu. Kaşlarım çatıldı, telefonumu elime aldım ve mesaj gelip gelmediğine baktım ama herhangi bir mesaj yoktu. "Yankı!" diye haykırdım bir kez daha. "Neler oluyor? Ne sürprizi bu? Delirdiniz iyice."

Acaba Koza'nın durmadan imalarla dile getirdiği bekârlığa veda partisine kaçmışlardı ve şimdi de sürpriz diye bana mı yutturuyorlardı? Peki ya Koza’nın kulağıma, “Dansçılar kucağa çıkıyormuş, Helin, ben bilmem,” demeleri... Bartu'nun imalı gülüşleri... "Yankı!" diye haykırdım daha gür bir sesle. "Eğer aklımdan geçeni yapacaksan..."

Merdivenlerden ses geldi, ardından itişmeler. Gözlerim kısıldığında elbisenin eteklerini sıkıca kavrayıp kapıya baktım. Fısıldaşmalar gitgide yaklaşırken birilerinin tartıştığını anladım; bu tartışanlar Yankı ile Koza olamazdı çünkü Yankı bu kadar seslendikten sonra illaki bir şeyler söylerdi, atacağım tripleri göz önüne alarak.

Boğaz temizleme sesi geldi. Bu Bartu'ya aitti. Kaşlarım çatıldığında üç gölge belirdi, ardından içeriye ilk giren kişi Bartu oldu. Dudaklarım aralandığında üzerindeki jilet gibi siyah takım elbisesine bakakaldım fakat beni şaşırtan takım elbise değil, bıyıklarıydı. Takma bıyıklarıydı.

Bartu'nun hemen ardından Koza da içeriye girdi; onun da takım elbiseli olduğunu gördüm ama ilginç kısım, Bartu'nun üzerinde siyah takım elbise varken Koza'nın üzerinde cennetten fırlamış gibi bembeyaz bir takım elbise olmasıydı. Ve onda da takma bıyıklar vardı. Sapsarı saçlarına zıt, simsiyah bıyıkları. Ve omzunda papağanı...

Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdığımda üçüncü kişi olarak içeriye Lâl girdi; onu gördüğüm an kahkaha atmaya başladım. Altında siyah bir kalem etek vardı, üzerinde demode bir beyaz gömlek; saçları abartılı dalgalarla süslenmişti, göz makyajı eski Yeşilçam yıldızlarınınki gibiydi. Dudağının kenarında bir ben duruyordu, kalemle çizilen.

Kahkahamın arasından, “Siz,” dedim onlara bakarak. “Ne yapıyorsunuz be? Ne oluyor?” Bartu ile Koza birbirine baktı ve ikisi de aynı anda öne bir adım attı, ardından birbirlerini hafifçe iteklediler. “Kostüm partisi mi var? Siz niye Yeşilçam filminden fırlamış gibisiniz?”

Lâl kaşlarını kaldırdığında dudaklarını öne uzattı ve kirpiklerini kırpıştırdı. Bu hareketine daha fazla kahkaha attığımda beynim çalışmıyor gibiydi fakat durmadan kahkaha atıyordum.

Bartu ile Koza aynı anda ellerini öne uzattılar. İkisine aval aval bakmaya başladığımda, “Öp yavrucuğum babanın elini,” dedi Bartu, Sadri Alışık tonlamasıyla.

“Hayır,” dedi Koza aynı şekilde. “Asıl, öp gerçek babanın elini yavrucuğum."

Lâl ikisinin ortasında dururken ne yapacağını bilemedi ve o da elini öne uzattı. Delirmiş miydim? Son günlerim gördüğüm kâbuslarım ve geçirdiğim bazı ataklar hariç mutluydu; bunu tuhaf karşılıyordum, işte asıl sebep buradaydı. Ben delirmiştim, bir akıl hastanesine kapatmışlardı, bunlar da bir hayalden ibaretti. Ya da bir rüya?

"Öpsene kızım," dedi Bartu, dişlerinin arasından gözlerini kısarak. "İddiaya girdim, ilk beni öpmezsen beş gün Pamuk'un bokunu temizleyeceğim."

"Pamuk değil tavşanımın adı artık, Pişmaniye," dedi Koza. Yüzümü buruşturdum, Koza sırıttı. "Pamuk çok klişe geldi, tavşanıma Pişmaniye adını koydum." Omzundaki papağanını gösterdi. "Bu da oğlum, yani senin kardeşin, Paşa." Ellerimi iki yana açtım. "Maviş çok klişeydi, Paşa orijinal ama değil mi?"

"Mal bu herif," dedi Bartu. "Dilimizi hiç bilmeyen birini çevirip sizce bu kuşun adı ne desek ilk Maviş der, sonra da Paşa."

"Kuş deyip durma amına koyayım."

"Ne diyeyim?"

"Papağan Paşa Hazretleri."

"Kuş, kanatları var," diye çıkıştı Bartu.

"Kanatları olan her hayvana kuş diyorsak, tavuk da mı kuş?" Koza tek kaşını kaldırdı, Bartu afalladı. "Öyle mal gibi kalırsın işte."

Ayağa kalkıp kollarımı önümde bağladım. "Birisi bana burada neler olduğunu söyleyebilir mi?"

İkisi bir anda ciddileşti ve aynı anda, “Ben senin babanım," dedi. Tavana baktım, Bartu elini kolunu salladı. "Bak, ben gerçekten babanım; Lâl de eşim yani senin annen. Bir sıfır öndeyim." Hâlâ anlamayan gözlerle onlara bakmaya devam ettim, Bartu ise Lâl'e dönüp baktığında gülümsedi ve onun omzuna elini attı. "Ne güzel çocuk doğurmuşuz, değil mi hanım? Hanım. Hanımım, eşim, karım, şuna bak." Lâl'e odaklandı, dikkati dağıldı, Lâl de ona baktığında Koza gözlerini devirdi. "Biz şimdi evliyiz, değil mi, rol de olsa?” Bunu söylerken Bartu’nun bıyığının kenarı düştü, Lâl gülerek uzanıp bıyığını geri yapıştırdı, temasıyla Bartu gözlerini kapattı. “Durdurun şu filmi, kalbim sıkıştı. Düştüm, değil mi? Düştüm, düştüm."

Bütün sırlar ortadan kalktıktan sonra gözlemleyebildiğim en net detay, Lâl ve Bartu'nun ilişkisiydi. Sanki Lâl'in omuzlarından o ağır yükler kalkmış, tüm hayatını Bartu'ya adamıştı. Bartu ise onu mutfakta ağlarken bulduğum gün, ilk defa, tüm kalbiyle sevgiyi hissettiğini söylemişti. Lâl'in ona olan sevgisini. Sanki, demişti Bartu, Lâl'in istemediği hiç ben değildim, kendisiydi; yüzleşti kendisiyle ve herkesle barıştı. Görüyorum, bana sever gibi bakıyor, Helin. Hayır, sevgi dolu bakışları tanıdığımdan ötürü değil, bir insan sevmediğinde nasıl bakar bildiğimden eminim. Ne acı bir cümleydi. Onun sesini hiç duymadım ama sesinden duymadan da duyabiliyorum sevgisini. Bir de dile getirdiğini düşünsene? Gözleri yeniden dolmuştu, bu kez acıdan değildi. Keşke ben konuşamasam, benden bu yeti alınsa da o konuşabilse çünkü bunu çok istediğini biliyorum artık.

Öyle ki bu cümlelerin ardından onların ikisine baktığımda değişimi görebiliyordum. Örneğin artık Lâl için sadece animasyonlar yoktu, Bartu için Lâl'in izlediği ağır aksiyon filmleri de vardı. Bartu, Lâl seviyor diye kendinde bir şeyleri değiştirmiyordu; Lâl, Bartu için kendinden ödün veriyordu. Çoğu günler Lâl, Bartu'nun karşısına geçip konuşmak için çaba gösteriyordu, Bartu belki de saatlerce ona ayak uyduruyordu.

Ses yoktu. Sonuç yoktu. Ama çaba vardı; ikisi için.

Geçen gece duştan çıkmış saçlarımı kuruturken Lâl odaya girmiş, kurutma makinesini elimden almış ve saçlarımı o kurutmak istemişti. Bunu yapmaktan keyif aldığını biliyordum bu yüzden izin vermiştim. Normalde Lâl sessiz kalmayı tercih ederdi, her anlamda ama o gün bana ilk kez, artık hayata karşı bir öfkesi kalmadığını söylemişti. Bunu söylerken gözleri doluydu, dudaklarında bir tebessüm vardı ve elleri sakindi. Yetmemiş, devam etmişti, bu hayat için umutları olduğunu söylemişti çünkü demişti ki: Benim gibi birisi bile sevilebiliyor, Helin, Koza tarafından bile. Hâlâ, her şeye rağmen. Seviyor beni. Artık yaptığım yemekleri yiyor, bana günaydın diyor, artık ne Zeynep diyor ne Lâl. Tutunuyorum, umut ediyorum, hissediyorum. Bir gün abin bana küçük Koza gibi bakacak ve ben o gün, ona hiç çekinmeden sarılacağım.

Ben henüz cevap vermediğimde koşa koşa gidip günlüğünü getirmiş, biraz bekledikten sonra sayfalarını açmıştı. Her sayfasında ama her sayfasında Bartu'yu anlatmış, ondan söz etmiş, her cümlesini Bartu'yu çok sevdiğini söyleyerek bitirmişti. Bir gün ölürsem, demişti, günlüğümün son sayfasında ondan söz etmiş olacağım Helin. Bunu söylerken bile gülümsüyordu. Yetmemiş yine heyecanla devam etmişti. Yankı artık bana gülümseyebiliyor, o da affedecek beni. Affeder, değil mi Helin? Yine cevabımı beklememişti. Geçen gece salonda uyuyakaldığımda üzerimi örttü. Bana söylemedi ama Bartu'ya konuşma terapistleri önermiş. Bir gün güvenecek o da bana, değil mi Helin?

Kollarının arasına çekip bana sarılmıştı; Lâl kolay kolay temas etmezken öyle bir sarılmıştı ki kemiklerim kırılacak sanmıştım. Geriye çekildiğinde kalbimi delip geçen cümleleri kurmuştu, o narin elleriyle: Bir rüya gördüm; Hüseyin yaşıyordu, kocaman olmuştu, genç bir delikanlıydı ve iyileşmişti, sevgi onu iyileştirmişti; koştu bana, aramızda bir duvar vardı, seslendi, ben onu duydum ama o beni duyamadı. Uzandım, dokunmak istedim, dokunamadım, gülmek istedim, gülemedim, konuşmak istedim, rüyamda bile bir kez sesimi duyamayan ben konuşmak istedim fakat yine konuşamadım. Aramızdaki engel sessizliğimdi; ona küstüğümü düşündü, belki de bütün suçu onda bulduğumu. “Abla,” dedi bana son cümle olarak. Hüseyin bana abla dedi ve sonra devam etti: “Özür dilerim, affet beni, ben affettim bizi.” Yok olup gitti, ona kurduğum son cümle, “Hoşça kal Hüseyin,” oldu; ilk cümlem umutlu olsun istedim, başaramadım. En azından ilk cümlemde ondan özür dilemeyi istedim, bunu bile başaramadım. Uyandım sonra ve fark ettim. Sevgi iyileştirir, ben iyileşmesem bile sizi iyileştireceğim; baksana, Hüseyin bile iyileşmiş Helin. Sizi de iyileştirebilirim.

O an belki zamanın içinde saniyeler kadar Lâl'in yüzüne dalıp gittim; gittiğim yerde onun ruhuna, kalbine bir kez daha sarıldım ve iyileşen ya da iyileşecek olan, belki de hiç iyileşmese bile iz olarak kalacak yaralarımıza rağmen, Tanrı’dan bir kez olsun onun için mucizelerini gerçekleştirmesini diledim.

Gerçekleştirmeliydi ki biz de iyileşelim. Bu o Lâl olduğu için değildi, bu Lâl'in isteğinde bile bizim umutlarımız daima canlı kalacağı içindi, bir mucize gerçekleştiği içindi.

Bütün dikkatimi dağıtan Koza eliyle alnına vurduğunda kendimi silkeleyerek dikkatimi yeniden onlara verdim. Birkaç saniye sonra, “Bak," dedi Koza. "Senin asıl baban ben olmalıydım ama Bartu her zamanki gibi paylaşamadı, bana bir savaş açtı ve sonunda Nil delirip, ‘İkiniz de olun,’ dedi. Sonuç bu." Kendilerini gösterdi. "Şimdi elimizi öpecek misin yoksa saygısızlığa devam mı?"

"Ha," dedim alayla. "Her şey çok normal, açıklama çok olağanmış gibi elinizi öpeceğim, öyle mi?" Lâl'e baktım. "Bari sen anlat çünkü bu ikisi asla tam anlamıyla anlatmayacak."

Lâl alt dudağını dişledi, ardından ellerini kaldırarak, “Yankı seni istemeye gelecek," dedi, gözlerim kocaman açıldı. "İkisinden ve benden. Kız isteme."

"Ne?" diye inledim gür sesle. "Ne?" Sesim salonun içini doldurdu; Koza uzanıp papağanın kulaklarını kapattı.

"Yapma, yavrum," dedi yine Yeşilçam tonlamasıyla. "Kardeşin Paşa'yı korkutuyorsun."

"Siz aklınızı mı kaçırdınız?" dedim onlara bakarak. "Oturup kız isteme tiyatrosu mu oluşturdunuz? Bir de sizden mi isteyecek beni? Böyle şeylere karşıyım; kimi kimden istiyorsunuz, ne demek istemek? Neler oluyor? Işık buna nasıl..."

"Yüzyıllık feminist konuşması geliyor," diye mırıldandı Bartu; o esnada sertçe karnına vurduğumda inleyerek öne eğildi. "Baba dövülür mü lan, kızım Helin?"

Gülmemek için kendimi durdururken, “Bunu kim planladı?" diye sordum kollarımı önümde bağlayıp. "Hangi ruh hastasından çıktı bu fikir?" Koza ve Bartu aynı anda birbirini gösterdi, sonra yüzlerini buruşturdular. "Yankı nerede? Ona ne yaptınız?" Odadan çıkmak için hamle yaptığımda önüme geçtiler. "Kocama ne yaptınız?" diye sordum korkuyla. "Yankı! İmdat! O iyi mi?"

"Kızım bağırma be," dedi Bartu. "Sen bizden daha Yeşilçam oldun. Merak ettiğin, seni bırakması için para teklif edip etmediğimiz ise bunu yaptık ama Tarık Akan edasıyla reddetti."

"Siz delirmişsiniz," dedim kaşlarımı çatarak. "Benim ilişkimi eğlenceye çevirdiniz resmen."

"Eğlence derken?" dedi Koza ciddiyetle. "Gerçekten seni bizden isteyecek tabii ki, şartlarımı kabul ederse seni ona vereceğim."

"Kendini ver sen önce," dedim hırsla.

"Ne?" dedi Koza gözlerini açarak. "Yoksa Nil beni istemeye mi gelecek?"

"Koş, gelinlik siparişi ver hemen," dedi Bartu; Lâl gülmeye başladığında Koza ona bir bakış attı, Lâl ağzını kapatıp gülmeye devam etti, Koza ise bakışlarını çevirirken o da gülümsedi.

"Işık buna nasıl izin verdi?" İkisi birbirine baktı. "Yoksa o da mı işin içinde?" Koza gülmeye başladı. "Yok artık! Eğer şu an senin eşin olarak yanında değilse..." Kapıya bakıp gözlerimi açtım. "Yankı'nın annesi mi oldu?"

"Hımm," dedi Bartu. "O biraz ters oldu diyelim biz ona..."

"Ne?"

Kapının önünde hareketlenme olduğunda Koza ve Bartu önümü açtı; o anda onları gördüm. Gördüğüm gibi şaşkınlıktan kendimi arkamdaki koltuğa bıraktım.

Yankı lacivert bir takım elbiseyle, saçları güzelce taranmış, yakasında siyah bir kravatla duruyordu. Elinde bir çiçek buketi ile bir de çikolata paketi vardı, bakışları benim üzerimdeydi ve öylesine yakışıklı görünüyordu ki aptal kalbim onu her gördüğümde nasıl bu şekilde atabilirdi, anlayamıyordum.

Ama beni koltuğa düşüren Yankı'nın yakışıklılığı değil, yanındakilerdi.

Işık ve Mutlu, anne ile baba olmuştu ama ters bir şekilde. Mutlu anneydi; üzerinde siyah, derin yırtmaçlı bir elbise vardı; ayağında topuklu ayakkabıları, kıvırcık saçları açık, boynunda ise kırmızı bir eşarp. Işık ise üzerine kocaman gelen, paçaları katlanmış siyah bir takım elbiseyle duruyordu, saçlarını sıkıca toplamıştı.

"Hımm," dedi Mutlu bana bakarken, ince bir sesle. "Gelinimiz de pek güzelmiş, maşallah." Bakışları Bartu'ya döndüğünde göz kırptı, ardından elbisesinin yırtmacını göstermek için bacağını havaya kaldırdı. "Ama ben babaya vuruldum gibi."

Kahkaham salonu doldurduğunda ve durmaksızın gülmeye başladığımda uzun zamandır bu kadar gülmediğimi fark ettim, sonrasında ise gördüğüm kâbuslardan dolayı moralimin bozuk olduğu ve bunun onların gözünden kaçmadığını anladım. Bu bir tiyatroydu, eğlenceliydi ve anlamıştım, artık anlıyordum, beni eğlendirmeye çalışıyorlardı.

"Yankı," dedim kahkahamın arasından. "Sen bunlara nasıl ayak uydurdun?"

Yankı da gülmeye başladığında, “Bebeğim, inan bana tehdit ediliyorum," dedi başını sallayıp. "Eğer bunu gerçekleştirmezsem düğüne kadar seni göremeyeceğimi söylediler; seni bir saat görmesem dayanamam, biliyorsun; boyun eğdim her şeye, bizim için."

"Oğlum, ben bu çocuktan bıktım ya,” dedi Koza tiksinir gibi. “Evirdi çevirdi, dans ettirdi, yine geçti kardeşime yürümenin bir yolunu buldu." Yankı'ya baktı. "Ulan senin yavşaklıktan başka işin yok mu?"

"Bu kim?" dedi Mutlu yüzünü buruşturarak Koza'ya bakıp. "Bu ıstakoz suratlı kim?" Işık'a baktı. "Gelinin iki babası mı var?"

"Maalesef," dedi Işık bana bakıp gülerek.

"Ah," dedi Mutlu bu kez Koza'yı inceleyerek. "Yani diğer babası kadar beğenmesem bile bu da konuşmadığı zamanlar iş görür gibi geldi."

"Yalnız," dedi Koza. "Ben senin kocana yanığım da," diyerek Işık'ı gösterdi. Söylediğinin farkına vardığında gözleri açıldı. "Yani karına." Işık'ı süzdü. "Oğlum, eşine lan. Yanındakine yani." Işık gülmeye başladığında Koza'nın yüzü kızardı.

Yankı başını iki yana salladığında, “Nasıl herkes bu kadar deli olur da diğer delinin yolundan devam edebilir, aklım almıyor," dedi.

"Sokak Nöbetçileri bebeğim; oğlum, canım oğlum, yakışıklı oğlum, aklı aşkını gördüğü zaman kıtlaşan oğlum," dedi Mutlu kıvırta kıvırta yürüyüp koltuğa otururken. "Deli olmayan içeriye giremez, bilmiyor musun ha aptal oğlum?"

Yankı kaşlarını çattığında, Işık omzundan itekleyip Mutlu'nun yanına oturttu ve karşı koltuğa yerleştiler. Onların ardından biz de oturduğumuzda bir tarafıma Koza, bir tarafıma Bartu geçti. Lâl ise Bartu'nun yanına kuruldu. Koza papağanı yani Paşa'yı omzundan indirip dizine koyduğunda başını sanki bir kedi gibi sevdi. Gülmemek için nefesimi tutarken ortamı derin bir sessizlik kapladı.

Eğilip Bartu'ya, “Her şey tamam," dedim. "Ama neden bıyık taktınız ve Yeşilçam filminden fırlamış gibi davranıyorsunuz?"

"Ne bileyim," dedi Bartu kısık sesle. "Olayın ciddiyetini artırmak istedik ama Koza pembe göte konan karasinek gibi oldu." Kendimi tutamayıp gülmeye başladığımda Koza ikimize ters ters baktı.

Mutlu eteğini yukarıya çekip bacak bacak üstüne attığında Yankı'yla bakışlarımız kesişti. Göz kırptığında gülümsedim ve omzumu silktim; bu hareketimden sonra alt dudağını dişlerinin arasına aldığında elinde tuttuğu papatyaları gösterdi. Sadece bakışarak anlaştığımızda ve zihnim beraber hamburger yediğimiz güne gittiğinde kalbim sıcacık oldu.

"Oğlunuz da pek cilveliymiş, maşallah," dedi Bartu alayla. Yankı direkt kaşlarını çattığında, Koza öfkeyle nefesini verdi.

"Öyledir," dedi Mutlu. "Bana çekmiş." Çenesini havaya kaldırdı. "Sizin kız da maşallah size benziyor; aynı seksilik, aynı çekicilik. Sahi, boşta mısınız? Gelmişken sizi de bana isteyelim."

"Hanımım olur," dedi Bartu, Lâl'i göstererek. "Gözüm başkasını görmüyor maalesef, sal beni."

"Ah," dedi Mutlu. "Yasak meyve daha dikkat çekicidir maalesef."

"Oğlum," dedi Koza ters bir sesle. "Aşk-ı Memnu mu çekiyoruz? Kendinize gelin lan. Ciddi bir iş bu."

"Of!" dedi Işık kendini tutamayıp. "Koza gerçekten o kadar ciddiye alıyor ki bu isteme işini." Bakışları bana döndü. "Laf aramızda, kendisini gerçekten baban gibi görüyor olabilir." Gülerek Koza'ya baktım, o ise kaşlarını çatmıştı. O an, hevesini kırmak en son isteyeceğim şeydi.

"E öyle sayılır," dedim gülümseyerek. "Yani bir nevi babam gibi o da." Koza büyük bir heyecanla bana döndüğünde Bartu da kıskançlıkla baktı. "Yani ikisi de." Gözlerimi kapatıp başımı iki yana salladım ve gülmeye başladım. "Ya siz gerçekten delirmişsiniz, şu an bunun gerçekleştiğine inanamıyorum."

"Yavşak Sonuncu'yu engelleyebilecek bütün yolları bulmaya çalışıyorum, canım kızım," diye inledi Koza.

O sırada papağan konuştu: "Yavşak Sonuncu, Yavşak Sonuncu, Yavşak Sonuncu."

Yankı öfkeyle ayaklandı. "Ulan şunu unuttur demedim mi sana? Hâlâ devam ediyor."

Koza gülmeye başladı. "Unutturmak ne kelime, yeni bir cümle de öğrettim, birazdan söyler, ağlama artık."

Papağan yeniden konuştu: "Ağlama Sonuncu, Ağlama Sonuncu, Ağlama Sonuncu."

Herkes gülmeye başladığında Yankı arkasındaki yastığı Koza'ya fırlattı, Koza havada kaptığı gibi geri Yankı'ya gönderdi. İkisi laf dalaşına girmişken Lâl eliyle bana işaret verdi ve mutfağa doğru yönlendirdi. Birlikte salondan çıkıp mutfağa gittiğimizde kahve malzemelerini hazırladı ve hevesle ellerini çarpıp işaret etti. "Şaka yapıyorsun," dedim gülerek. "Sen de çok heyecanlısın."

Lâl ellerini kaldırıp, Annenim senin," dedi. "Harika hissettiriyor."

Başımı iki yana salladığımda kahveyi makineye doldurdum ve karıştırarak çalıştırdım. Lâl hevesle mutfakta dolanırken bir o tarafa bir bu tarafa koşturuyordu. En sonunda dolaptan çıkardığı tuzu, karabiberi, pul biberi, acı biber turşusunu, kimyonu, ketçabı, sirkeyi tezgâha yerleştirdi. Gözlerim kocaman ona bakarken bir fincanı öne çıkarıp başıyla işaret verdi. "Hımm," dedim kaşlarımı kaldırarak. "Fare zehri nerede? O eksik kaldı."

Lâl güldüğünde eliyle sırtıma destek verdi. Dudaklarımı büktüğüm gibi bütün o baharatlara baktım ve kahve köpürmeye başladığında Yankı'nın kahvesini doldurdum, ardından diğerlerinin. Tepsiye tek tek yerleştirirken içeriden kavga sesleri geliyordu, gülümsediğimde Lâl'in gözleri hâlâ üzerimdeydi, ardından baharatları işaret etti. "Ya," dedim mutsuz bir sesle. "Kıyamıyorum ama." Lâl derin bir nefes verdi. "Yani o bunu hak etmiyor." Lâl bir kez daha derin bir nefes verdi. "Evet, zamanında beni üzdüğü zamanlar oldu ama..." Kaşları havalandı. "Pekâlâ, oradan tuzu ve karabiberi verir misin?" Lâl gülerek karabiberi uzattı. "Şimdi pul biberi." Uzattı. Bu kez ondan istemeden ketçap damlattım, ardından turşu suyu, kimyon ve sirkey koydum. Gözlerimi kıstım. "Dolaptaki çamaşır suyunu da verir misin?"

Lâl gözlerini kocaman açarak geriye adım attı. Kahkaha attığımda şaka yaptığımı belli ederek Yankı'nın kahvesini ayrı tepsiye koydum ve Lâl’le birlikte salona yürüdük. Lâl diğerlerine kahveleri verirken ben özellikle Yankı'ya verdim. Sanki gerçek bir isteme töreniymiş gibi hâlâ elindeki çiçek buketini ve çikolatayı tuttuğunu gördüğümde tepsiyi bırakarak onları elinden aldım.

Geri yerime oturduğumda Koza ile Bartu aynı anda höpürdeterek kahvelerinden birer büyük yudum aldılar ve damaklarından ses çıkardılar. Gözlerimi devirdiğimde Mutlu da aynı şekilde karşılık verdi. Işık göz kırptığında bakışları Yankı'nın kahvesine döndü. "İçsene Sonuncu Bey," dedi Koza ciddiyetle Yankı'ya. "Kızım sana özel dinamit hazırladı, kısmetse patlayacaksın."

Yankı bir kahveye baktı, bir bana baktı, ardından, “Helin bana kıyamaz ki," dedi hevesle. "Kendisi bu isteme işlerini de sevmez zaten. Öyle değil mi?" Sadece gözlerinin içine baktığımda bakışları Lâl'e döndü, Lâl de aynı ciddiyetle baktığında bakışları yeniden kahve bardağına döndü. "Yani bal mı koydu ki acaba?" Yutkunduğunda çekinerek kahveyi kokladı ve kaşları havalandı.

"İçmen gerekiyor," dedi Işık yan taraftan. "Eğer içmezsen bu gelin için her şeyi göze almadığın anlamına gelir."

Yankı'nın gözleri açıldı. "İyi de ben onun için her şeyi göze alırım ve aldım ki." Öyle tatlı konuşmuştu ki dudaklarımı aralayıp içmemesini söylemek üzereyken Koza arkadan direkt ağzımı kapatıp beni engelledi. Tam o esnada Lâl koşarak salondaki büyük masanın üzerinde duran kamerayı hepimizi görecek bir yere yerleştirdi ve kayıt altına almaya başladı, o anı. Seneler sonra hatırlayıp gülümseyelim diye.

Yankı bana baktı, gülümsedi, duraksadı, bir kez daha gülümsedi, ardından tam kahveyi içeceği sırada Bartu, "Tek nefeste içmezsen," dedi, Koza devam ettirdi, "kızımızı rüyanda görürsün ancak." Yankı çocuk gibi onların ikisine baktığında, Koza ağzımdan elini çekti.

"Sizce buna ihtiyaç mı var?" dedi çekinerek. "Yani bence içmemeliyim." İzin istermiş gibi bana baktı. "Ne dersin?" diye sordu. "İçmeyeyim ha?"

"Aşkı için kurşunların önüne atladıktan sonra tuzlu kahveden korkan adamın adıdır Yankı Sarca," diyen Mutlu alayla ona güldü, ardından yaklaşıp o da kahveyi kokladı ve öğürür gibi bir ses çıkardı. "Bu ne amına koyayım? Pamuk'un kakasından daha kötü kokuyor bu."

"Pişmaniye," diye düzeltti Koza.

"Yankı," dedim dudağımı bükerek. "İçmeyecek misin yoksa?" Yankı bakışlarını bana çevirdi, dudaklarıma baktı, duruşuma ve sonra diğerleriyle göz göze geldi. "Yani içmek istemiyorsan içme tabii de, ne bileyim, ben içersin diye düşündüm." Yapay bir şekilde ellerimle oynamaya başladım. "Kahve altı üstü, ne var ki bunda?"

"Bebeğim, yavrum, sevgilim," dedi Yankı kısık sesle. "Kahve altı üstü dediğin şeyin içinde ne var, söyler misin bana? Buradan gerçekten Pamuk'un kakası varmış gibi görünüyor da."

"Pişmaniye dedik ulan," dedi Koza sinirle.

"Bir şey yok ki." Omuzlarımı silktim. "Tuz var, karabiber var, pul biber var, turşu suyu var, ketçap var, kimyon var." Her kelimenin ardından Yankı'nın gözleri kocaman açıldı, Koza ise keyifli sesler çıkardı ve uzanıp beni kolunun altına aldı. "Tat versin diye çamaşır suyu damlattım biraz da."

Bartu, benim arkamdan Koza'ya elini uzattı, Koza eline çaktığında, “Sanırım kurtuluyoruz bu hanımcıdan," dedi. "Gün bizim günümüz."

"Hımm," dedi Yankı yutkunarak. "Çok da bir şey yokmuş aslında ya." Hareketlendi, yanındakilere baktı ve bir kez daha kahveyle bakıştı. "Korktuğum kadar değilmiş." Yüzü kızarmaya başlamıştı, Koza ile Bartu da aynı şekilde gülüyordu.

"Helin'e bakın yalnız," dedi Mutlu; kadın kıyafetini unutmuş, bacaklarını açıp ellerini birleştirmişti. "Beş dakika önce ne yaptığınızı sanıyorsunuz diye nazlanıyordu şimdi Yankı'ya altın tepside zehir sunuyor." Başını iki yana salladı; o an Koza ve Bartu beraber Mutlu'nun oturuşuna ve bacaklarına bakıyordu. Dikkatlice. Mutlu direkt oturuşunu düzelttiğinde, “Ne olsun istiyorsunuz şu an?" diye sordu ikisine ve yeniden bacak bacak üstüne attı. "Kafa karıştırdığımı biliyorum ama ikinizle de aynı anda sevişemem, etik kurallarım dışında."

"Oğlum lan," dedi Koza hiç ummadığım bir anda. "Sen ne kadar güzel olmuşsun harbiden."

Herkes büyük bir şaşkınlıkla Koza'ya baktığında, Işık bile kocaman gözlerle Koza'yı inceledi. "Sanırım," dedi Mutlu yutkunarak. "Ciddi ciddi bu iş Aşk-ı Memnu'ya doğru evriliyor." Işık'a baktı, sonra Koza'ya. "Sokak Nöbetçileri yine şaşırtmadı ve herkes herkesten hoşlanmaya başladı. Sıranın bir gün bana geleceğini biliyordum."

Işık arkadan Mutlu'nun kafasına vurduğunda, Koza, "Nil'in ikizi olduğu için yani," dedi ve göz kırptı. "İki tane Nil var sanki karşımda. Doyumsuz bir görüntü."

Boğazımı temizleyip, “Birbirinize yürümeyi bırakacak mısınız? Çünkü damat zaman kazanıyor gibi," diyerek çenemle kahveyi gösterdim. "Beni seviyorsan," dedim ciddiyetle ve kendimi gülmemek için zor tutarak, ",çersin o kahveyi."

Bartu hızla sözü devralıp, "Öncelikle," dedi gür sesle. "Damadın işi nedir?" Sesine ciddiyet bulaştı. "Kumarı var mıdır? Alkolü? Sigarası? Geçmişten çoluğu çocuğu? Öğrenelim bakalım."

Yankı kaşlarını çattığında, Mutlu, “Vallahi işi bir zamanlar keskin nişancılıktı," dedi. "Sonrasında bir dönem liderlik yaptı ama devrildi gibi bir şey oldu. Mekân basmışlığı da var. Bunların yanında güzel adam öldürür, yan meslek olarak da hanımcılık yapıp eşi eve geldiğinde terliklerini ayağına götürüyor. Geçen gün Helin'e, ‘Sen bugün çok konuştun, yerine biraz da ben konuşayım,’ şakası yaptı. Bence ciddiydi." Gözlerim kocaman açıldı, bunu nasıl duymuştu? "Kumarı var, Koza'yla harika kumar oynarlar, çok şükür hepimiz ölecektik. Alkol desen gırla. Sigarayla pek arası yok, onun yerine zengin bir göt gibi puro içmeye başladı." Bakışları Yankı'ya döndü. "Neyi eksik söyledim?" Parmağını şaklattı. "Çoluğu çocuğu yok diye biliyorduk ama geçen gün babalıkla alakalı makaleler okurken buldum. Sanırım bir de çocuğu var geçmişten." Başını salladı. "Bunların dışında temizdir bizim çocuğumuz ya, hiçbir şeyi yok."

"Aileme iyi biri diye anlattığım sevgilimin geçmişi," dedi Işık gülerek. "Harbiden sen neymişsin ya? Ben bile vazgeçeceğim şimdi."

"Ne?" dedim ben şaşkınlıkla, bambaşka bir noktaya odaklanarak. "Babalıkla alakalı makaleler mi okuyor?" Artık sıcak baktığını hatta korkularını yendiğini biliyordum ama merakı beni bozguna uğratmıştı. Sıcak bakmak ve korkularını yenmek bir yana, bütün kalbiyle istemeye mi başlamıştı? Bu yüzden mi bir alışveriş merkezinde girdiğimizde ilk uğradığı yer bir oyuncak dükkânı oluyordu? Bu yüzden mi bütün masalları ezberlemeye çalışıyordu?

"Sussana," dedi Yankı sert bir sesle. Ardından bana döndü. "Gözüme takıldı, okuyup geçtim. Hanginiz çocuk bezi nasıl takılır videosu izlemediniz?"

"Okudun geçtin mi? Sadece Google'da aratsan iyi, Kızlar Soruyor sayfasında ne işin var lan? Çocuğa Dostoyevski kitapları sipariş edecekmişsin neredeyse."

"Kusacağım bu herifin üzerine," dedi Koza. O anda bu konuşma sürerken Işık'a baktım, üzülüp üzülmediğini görmek için fakat gülümseyerek dinliyordu. "Dünyanın en sıkıcı ikinci çocuğu olurdu. Birincisi de babası." Bir anda bakışlarını çevirdi. "Ama neyse ki böyle bir şey yok, şükürler olsun."

"Dostoyevski kitapları sipariş etmesi neden anormal geldi ki?" dedi Bartu gözlerini devirerek. "Durmadan tablo da sipariş ediyor odasına, gören de Salvador Dalí sanacak. Nedir bu sanat aşkı?"

Direkt yüzüm kızardığında Yankı'yla sadece birkaç saniye göz göze geldik, bakışlarımı kaçırdığımda alt dudağımı dişlerimin arasına aldım. "Sana ne lan," dedi Yankı gülümseyerek. "Benim de kendime göre sanatçı kişiliğim var demek ki. Oturup tabloları," bakışları bana döndü, "izlemeyi seviyorum. Her şekilde."

Kıkırdadığımda Koza, “Hepsi de sik sik tablolar," dedi. "Ot yiyen panda tablosu ne alaka mesela?"

"Anlık heyecanla karşıma ilk çıkanı almışım işte." Gözlerim açıldı.

"Neyin heyecanı?" diye sordu Işık.

O an onun da gözleri açıldığında, “Sanat heyecanı," diye mırıldandı. "Ot yiyen pandalar, birbirini izleyen zürafalar... Bunlar hep sanat."

"İyi," dedi Koza. "Bir gün kendimi çizdireyim de onu as duvarına, benden daha iyi tablo, daha güzel bir sanat olamaz. Oturup izlersin."

Aynı anda, “Hayır," diye bağırdık. Koza'nın resmi tam karşımdayken ve ciddiyetle bize bakarken Yankı'yla nasıl sevişirdim? "Ya kapatın konuyu, karışmayın sanatına, ben böyle kabul ediyorum onu."

"Ot yiyen panda tablosuna tamam diyorsun da bana mı hayır diyorsun abiciğim?" Alınmış gibi davrandı. "Hem odanızda bir resmim olursa..."

"Sus," dedi Yankı gözlerini kapatak. "Sus, hayal ettikçe ürperiyorum, sus."

"Bak," dedi Koza tiksinerek. "Üç sene içinde kel kalır bu."

"Kalsın."

"Göbeği de çıkar."

"Çıksın."

Koza gözlerini devirdi. "Canım kızım benim, yavrum," dedi Koza. "Kim çıkardıysa bu adamı senin karşına ben onun ta amına koyayım ya."

Salonu derin bir sessizlik kapladı ve herkes bir anda gülmeye başladığında Koza'nın kulağına eğilip, “Açıksözlü olmak gerekirse abiciğim," dedim fısıldayarak. "Beni onunla tanıştıran sensin, bunun için teşekkür ederim."

"Zaten, ben beni sikeyim," dedi Koza dişlerini sıkarak. "Ben olmasam Yankı tuvalet terliği olarak hayatına devam ederdi, öyle bir vasıfsızlık."

"Dostoyevski okuyan tuvalet terliği," dedi Mutlu. "Alternatif rock grubu ismi gibi."

"Yine de bu canım kızım Helin'in mükemmel olmadığı anlamına gelmez." Bartu'nun cümlesiyle herkes ona döndü. "Ne var? Öyle bir övesim geldi, dakikalardır kimse kızımı övmedi." Beni göğsüne çekip sarıldığında ve başımın tepesinden öptüğünde, “Duygulandım," dedi. "Sanırım veremeyeceğim, kimse layık değil benim kızıma."

Mutlu boğazını temizledi. "Evet," dedi ciddiyetle. "Gelelim sebebi ziyaretimize..."

"Maalesef," dedi Koza omuzlarını dikleştirerek. "Bu kriterler bize uygun değil."

"Hangi kriterler, amına koyayım?" diye sordu Yankı. "Sanki iş görüşmesi gerçekleştiriyor."

"Katilsin," dedi Koza, Yankı'ya. "Adam öldürmüşsün, çok ayıp, değil mi?"

"Sen de katilsin," dedi Yankı. "Hatta sen benden daha katilsin."

"Hırsızsın o halde," diye karşılık verdi Koza.

Yankı eve şöyle bir baktı. "Sen de hırsızsın."

Koza kaşlarını çattı. "Lan," dedi kendini tutamayıp. "Harbiden biz ne şerefsiz insanlarmışız. Bir aydınlanma geldi şu an."

"Günaydın," dedi Bartu, Koza'ya. "Geçen gün bana, ‘Uzun zamandır birini öldürmüyorum, seni vurayım mı?’ diye sordun."

"Sadece canım sıkılıyordu." Koza şakaklarını ovaladı. "Bu da tutmadı, keseceğim kendimi."

"Zorlama," dedi Yankı gülümseyerek bana bakıp. "Amuda da kalksan, çırılçıplak sokaklarda da koşsan, kendini de kessen, yetmeyip delirsen de kız kardeşinle evleneceğim; hayatımın sonuna kadar onunla olacağım ve son nefesimi onun kollarında vereceğim." İçim yumuşacık olduğunda gözlerimin içine baktı. "Çünkü ona koşulsuz bir şekilde her zerremle âşığım ve bu hiçbir zaman değişmeyecek." Diğerlerinin yanındaki bu itirafıyla yanaklarım bir kez daha kızardı. "Ayrıca güzel bir hayat için, ailem için yeniden üniversite sınavına gireceğim ve hayalimdeki gibi avukat olacağım. Çünkü hayatımı hiçbir zaman ben yönetmedim; şimdi o hayatı ben yöneteceğim, sadece kendim için de değil üstelik." Başını salladığında turkuaz gözleri gözlerimin içine öyle büyük bir aşkla baktı ki kalbim tekledi. Bakışları Lâl'in yerleştirdiği kameraya döndüğünde elini kaldırıp, “Merhaba gelecek," dedi içten bir sesle. "Bütün çabam şu harika kadının yüzündeki gülümseme hiç solmasın diye, seneler sonra yeniden bu videoyu izlediğimizde benim kazandığımı göreceğiz çünkü güneşin daima açması için bir söz verdim, ben sözümden dönmem. Onun gözlerinde artık daima mevsim yaz olacak."

Koza'nın dudakları aralandığında ve ben kocaman gözlerle Yankı'ya baktığımda salonun içindeki sessizlik bu kez bambaşka bir noktadaydı. Kimse ne diyeceğini bilemiyordu, öyle ki benim heyecandan dilim tutulmuştu.

İlk konuşan ise bu yedi kişiden biri olmamıştı. Koza'nın papağanı, bir anda gür sesle, “Yavşak Sonuncu," dedi. "Yavşak Sonuncu, yavşak Sonuncu." Bunun ardından hep beraber kahkaha attığımızda, Koza papağanını alkışladı.

"Sevgili gelecek," dedi Koza kameraya dönüp Yankı'yı taklit ederek. "Sonuncu kel olacak, kardeşim onu terk edecek, onu salonumun ortasına sehpa olarak alacağım, vuracağım götüne tekmeyi ve lider olmaya devam edeceğim."

"Lider benim bu arada." Yankı yüzünü buruşturdu.

"Kes sesini, benim."

Koza yeniden kameraya döndü. "Gelecekte liderliğimi kabul etmiş olacak."

"Sevgili gelecek," dedi Bartu sırıtarak bambaşka bir noktadan bakıp. "Ben gelecekte de daima bildiğimiz Bartu olarak kalacağım, hep Bartu olacağım çünkü başka bir ismim yok, olmayacak ama çok merak ediyorsan söyleyeyim," göz kırptı, "gelecekte mucizeler gerçekleşmiş olacak ve bu yeni bir isim olmayacak."

Derin anlamları olan bu cümle, buruk bir tebessüm etmeme neden oldu. "Sevgili gelecek," dedi Işık başını eğerek. "Ben hâlâ bu altı aptalla uğraşıyor ve onları seviyor olacağım, mucizeler gerçekleşmese bile."

"Sevgili gelecek," dedi Mutlu ayağa kalkıp yırtmacını yukarıya çekiştirerek. "Şu seksiliğime rağmen hâlâ birini bulamamış olursam Koza'nın sapsarı altın rengi saçlarını kele vuracağım, bu beni mutlu eder."

Kahkaha attığımda, “Sevgili gelecek," dedim başımı iki yana sallayarak. "Ben kardeşlerime ve hayatımın aşkına sonsuza dek bağlı kalmaya devam edeceğim, kalbim atana dek."

"Kalbimiz olarak," dedi Yankı. Gülümsedim.

Bakışlar Lâl'e kaydığında gözlerinin dolduğunu gördüm; herkese büyük bir sevgiyle bakarken eliyle “sonradan” işareti yaptı ve elinin tersiyle gözlerini silip omuzlarını dikleştirdi. Bütün ilgiyi üzerinden çekmek için ellerini birbirine çarpıp, Yankı'nın elindeki kahve fincanını gösterdi.

Düşündüğü neydi? Belki de söyleyebileceği hiçbir şey yoktu ya da gelecekte kendini görmekten bile korkuyordu, bilemiyordum ama içimin burkulduğunu hissettim. O da geleceğimize aitti.

Mutlu ilgiyi Lâl'in üzerinden alarak, “Gelelim sebebi ziyaretimize," dedi bir kez daha. Bu kez ne Koza karşı çıktı ne Bartu ama ikisi de, özellikle Koza, ölümcül bakışlarını gönderiyorlardı. "Allah'ın emri, Peygamber'in kavliyle," gülümsedi, yırtmacını yukarıya çekiştirdi, gözleri bana döndü, "baban Bartu'yu, kendime istiyorum. Koza da olur." Gözleri minnetle bana baktı. "Sadık Orhan bile olur, hiç fark etmez, Abdülhamid halimi görse tacını bırakıp, sen benden daha yalnızsın, der, lütfen bana artık birilerini verin."

"Ya!" dedim gülerek. Tam o esnada Bartu arkasındaki yastığı Mutlu'nun yüzüne attı. "Mutlu!" dedi hiddetle. "Yine ve yine ve yine çok konuştun!"

"Of," dedi Işık, Mutlu'ya ters bir tavırla. "Ben devralıyorum." Ciddileşti, dikleşti, yakasını düzeltti, Koza bu hareketine bile gülümsedi. Işık ise direkt ona bakıp, “Acaba," dedi elini atkuyruğu yaptığı saçlarına daldırıp ucuyla oynarken. "Verir misin seninkini, bizimkine?" Göz kırptığında Koza'nın dudakları aralandı. "Verirsin bence. İstiyorum çünkü. Çok istiyorum."

Koza nefes alıp yarım bir şekilde verdiğinde, “Ver," dedi kekeleyerek. "Veri…" boğazını temizledi, "vereyim tabii. Veririm. Verdim." Eli ensesine gitti. "Canımı bile veririm şu an."

"Aptal," dedi Bartu diğer taraftan fakat Işık’la ikimiz çoktan kahkaha atmıştık. "Senin uçkurun yüzünden verdik kızı. Hani süründürecektik pembe götlü herif."

Koza hâlâ hipnoz olmuş bir şekilde Işık'a bakarken, Yankı Işık'ı çekip şakağından öptü, ardından ayağa kalkıp hızlı adımlarla bana yaklaştı ve çevik bir hareketle kaldırıp belimden sarıldığında başını boynumun girintisine sıkıştırdı. Kıkırdadığımda beni hafifçe havaya kaldırdı ve kulağıma, “Seni bana almadım," dedi kısık sesle. "Tanrı seni benim için yarattı zaten."

"Ee," diyen Mutlu'nun sesini işittim. "Ben yine yalnız mıyım dostum?" İlerleyip Bartu'ya doğru gitti ama Bartu direkt eliyle engellediğinde, “Cehennemde cayır cayır yanacaksınız," diye mırıldandı. "Ve ben cennetten sizi elimde ejder meyveli içeceğimle izleyeceğim soysuzlar."

"Ne oldu şimdi?" dedi Koza ayaklanıp bize ters ters bakarak. O sırada papağan uçup Yankı'nın omzuna kondu.

"Uyan dede, geldik," dedi Bartu, Koza'yı ensesinden çekip kolunun altına aldığında. Koza ondan kurtulmak istediğinde atışmaya başladılar ve birbirlerini iteklediler. O sırada Işık onları ayırmak için yanlarına gitti ve Lâl telefonunu çıkarıp fotoğraflarımızı çekti. Mutlu ise Bartu'nun sırtına zıplamayla meşguldü.

Başımı Yankı'nın göğüs kafesine yasladığımda ve gülümseyerek onları izlediğimde yaşımız yirmi de olsa, otuz da olsa hatta altmış bile olsa hiç değişmeyeceğimizi gördüm. Biz Sokak Nöbetçileri'ydik; başkaları için anormal olan her şey, bizim için sıradandı. Şu an bile. Koza'nın o sarı saçlarına uyumsuz duran siyah bıyıklarına kadar.

Sadece birkaç saniye gözlerimi kapatıp onların seslerini dinledim; kahkahalarını, atışmalarını, çocuksu taraflarının hiç solmayışını, itişip kakışmalarını, ne olursa olsun o aile sıcaklığının verdiği güveni hissettim kalbimde, ardından hiç büyümemeyi diledim; Sokak Nöbetçileri'yle daima bu şekilde çocuk kalabilmeyi.

"Unuttum sanma," dedi Yankı kulağıma. "Yüzüğünü düğünde takacağım o güzel parmağına."

"Ya sen?" dedim başımı kaldırıp göğsüne çenemi yaslayarak. "Benim aldığım yüzüğü takacak mısın?"

Yankı önüme gelen saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdığında, “Elbette," dedi. "Hayatım boyunca çıkarmayacağım hem de."

"Bir dakika lan!" diye inleyen Koza'nın sesiyle o tarafa döndüğümüzde Bartu'nun Koza'yı göğsüne yapıştırdığını ve zorlukla konuştuğunu gördüm. "Bu yavşak kahveyi içmedi, sayılmaz!"

"Helin!" dedi Işık kocaman gözlerle. "Sahiden unuttun!"

Benim de gözlerim kocaman açıldığında geriye çekilip Yankı'yı hafifçe itekledim. "Beni manipüle ettin, içeceksin o kahveyi!"

"İstediğin bir kahve olsun be," dedi Yankı havalı bir ses tonuyla, ardından fincanına uzanıp aldı ve sonra bir an bile düşünmeden tek nefeste kafaya dikti. Fincanı indirdiğinde yüzündeki gülümseme donuklaştı, gözleri açıldı ve öksürmeye başladığında kahkaha atma sırası artık Koza ve Bartu'daydı. Eliyle göğsüne vururken, “Helin," dedi zorlukla. "Öleceğim." Öğürdüğünde az önce savaş içerisinde olan Koza ve Bartu, birbirlerinin omuzlarına elini atıp keyifle onu izliyordu.

"İşte şimdi," dedi Koza. "İşte şimdi keyfim yerine geldi yavşak; al, verdim gitti, zaten iki seneye kalmaz zehirler seni benim kardeşim."

Papağan uçup Koza'nın kafasına konduğunda, Yankı ellerini dizlerine yerleştirip öksürmeye devam etti, aynı anda ise Koza'ya bakarak, “Paşa'ya çok güvenme," dedi zorlukla. "Lider olarak onu bile kendi tarafıma çekmiş olabilirim, bu da senin mahvoluşun olacak."

"Benim Paşa'm beni asla satmaz," diyen Koza parmağını uzattı ve Paşa parmağına kondu.

Yankı hâlâ elleri dizlerinde dururken bir kez daha öksürdü. Mutlu, “Abartma Bihter artık," dedi alayla. "Altı üstü uranyum içtin."

"Hem yavşak hem hanımcı hem sıkıcı," diye mırıldandı Koza. "Öyle değil mi Paşa'm? Öyle değil mi oğlum? Söyle hadi yeniden."

Papağan, Koza'nın bir tanecik paşası, "Yavşak," dedi bir kez daha, ardından hızlıca devam etti. "Yavşak Koza, Yavşak Koza, Yavşak Koza."

Bu kez Yankı gür sesle kahkaha attığında ve herkes ona katıldığında bu son damlaydı. Koza, Yankı'nın üzerine atılıp onu yere devirdi ve gelişigüzel zararsız yumruklarını sallamaya başladı; bu sırada Mutlu da Koza'nın üzerine atladı. Bartu'yla sadece birkaç saniye bakıştık, sonrasında, “Canlarım," dedi gülümseyerek. "Ben de atlarsam ölürsünüz." Şeytani bir gülümseme gönderdi. "Ve ben ölmenizi istiyorum." O da Mutlu'nun üzerine atladığında Yankı'dan yüksek, acılı bir çığlık çıktı, ardından diğerlerinden.

Kahkahalarla onları izlerken, Koza'nın, “Evlenin de gidin evimden," dediğini duydum. "Hepiniz gidin. Mahvettiniz köşkümü." Halbuki iki gece önce yanıma gelip, “Beni bırakmazsın, değil mi Helin?" diye bin kez soran kendisiydi. O hiç değişmeyecekti.

"Sanırım," dedi Işık kolunu omzuma atarak, Lâl ise başını omzuma yasladı. "Biz hiç büyümeyeceğiz."

"Sanırım mı?" diye sordum gülümseyerek. "Ben eminim Işık, biz bu dünyanın bir türlü büyümeyen değil, büyümek istemeyen çocuklarıyız; biz ne kadar zaman geçerse geçsin, Sokak Nöbetçileri olarak kalacağız."

Işık gülümsedi. "Hatırlatacağım," dedi hiç solmayacak bir umutla. "Hatırlatacağım bu cümleni seneler sonra sana. O gün hâlâ büyümemiş olursak bileceğiz ki çocukluğunu yaşamamış her insan asla büyüyemez, biz bunun kanıtı olacağız."

Tam o esnada Lâl, ellerini kaldırıp ona bakmamız için işaret etti ve sonrasında, “Şimdi bunu söylemenin tam zamanı," dedi parmaklarını hızlıca hareket ettirerek, sanki vazgeçebilecekmiş gibi. "Kendimi hazır hissediyorum." Bakışları Koza'ya döndü, Koza acıyla bağırıyordu. " Artık Hüseyin'in mezarına ziyarete gidebiliriz. Bunu Koza'ya söyleyeceğim."

Işık'la birbirimize sadece birkaç saniye baktık ve sonrasında, “Rüyanda gördüğün için, değil mi?" diye sordum.

"Artık her gece görüyorum," dediğinde ellerine sanki nefretle bakıyordu. "Ve her gördüğümde biraz daha kötüleşiyor; o beni duymak istiyor, o beni görmek istiyor." Başını salladı. "O affedilmek istiyor, bütün masumiyetine rağmen." Derin bir nefes verdi. "Yüzleşeceğim ve konuşacağım onunla." Gözlerini kapattı, elleri yavaşça hareketlerine devam etti. "Ama Hüseyin işaret dilini bilmez ki Helin, nasıl anlayacak beni? " Masumiyeti karşısında diyecek hiçbir şey bulamadığımda sadece yutkunabildim.

"O halde öğretiriz," dedi Işık. "Çünkü unutma, o da bir Sokak Nöbetçisi."

Lâl başını iki yana salladığında dudakları aralandı, sanki bir şey diyecekmiş gibi, ardından sustu; sustu demek haksızlıktı, susturuldu; konuşamadı, yine yapamadı.

Ve biz onun karanlığında bir kez daha yok olduk.