IŞIK SARCA
Herkesin düşündüğünün aksine, aynalara bakmaktan o kadar da hoşlanan birisi değildim çünkü her insanın aynaya baktığında gördükleri değişir. Kendine bakarsan özünü göremezsin, gözlerinin içine bakarsan ruhuna ulaşırsın.
Ben ruhuma ulaştığımdan olsa gerek aynada kendimle göz göze gelmemeye dikkat edenlerdendim. Çünkülerim bitmezdi, amalarım gibi. Sıraladığımda can yakardı, canımı yakardı bu yüzden görmezlikten geldiğim bir diğer acım da ruhumdu.
Bir çocuğun büyümesi ile büyümek zorunda kalması arasındaki farkı, benim gibi olanlar anlardı. Bundan olsa gerek ki şu an tüm aile fertlerim beni anlıyordu ama hiçbirinin hayata bakışı benim gibi değildi.
Bartu Sarca, benim ruhu çocuk kalan ve kendini karanlığın içinde sansa da kalbine kir bulaşmamış kardeşim. Onunla aramızdaki bağ çok tuhaftı. Bazen günlerce karşılıklı oturup konuşmazdık fakat çocukken, en korktuğum o gecelerde yatağında yanına uzanıp beni korumasını istediğim olmuştu.
Lâl'in aksine ben, Bartu Sarca'nın ruhunda iyi bir babanın sıcaklığını almıştım. Parmaklarında hâlâ gözyaşlarımın izi vardı, geçmişimde kimsenin bilmediği çok büyük bir sırrı da sadece Bartu bilirdi.
Diğer kardeşim Lâl Sarca. Onunla aramızda dağlar kadar fark vardı, onu anlamakta uzun süre zorlanmıştım. Sevilmeyi seviyordu, birinin arkasında durmayı da ve ağlamayı da. Sonrasında anladım ki hayatı kolay yaşamaya çalışıyordu; öylesine, sıradan ve kendisi için değil. Aslında kimsenin arkasına saklanmıyordu; onun tek yaptığı, hayatını başkalarının ellerine verip yönetmelerine izin vermekti.
Çünkü hepimizin aksine, o konuşmamaya başladığından beri hayatından vazgeçmişti. Küçükken ona sesini çok merak ettiğimi söylediğimde, sadece çığlıklarını hatırladığını söylemişti.
Beş yaşında bir çocuk sadece çığlıkları öğrenirse hayattan da ders çıkaramazdı.
Yankı Sarca: en büyük sırdaşım ve acı ortağım.
Soğuk zemini defalarca onunla beraber paylaştığımızda, başımızda durup bizi izleyen kişi Önder'di ve birbirimizin yaralarını geçirirken, geçmişimiz dilimizdeydi. O kendini anlatmaz, anlattırırdı.
Buna alışmıştım ama Helin hayatımıza girdikten sonra aslında onu robotlaştırdığımı fark etmiştim. Bir gece, Helin henüz hayatımızda yokken onu sokak ortasında, bir sokak lambasının altında bulmuştum, evimizin karşısındaki. Ne olduğunu sorduğumda anlatmamıştı ama demişti ki: “Her gece sokak lambaları yanmasın istiyorum, Işık. Bu mümkün mü?” Değildi. Bunu ona söylemedim ama geçirmeye de çalışmadım.
Helin Aktan. Onu koyduğum yer çok ayrıydı çünkü en büyük pişmanlıklarım ondan geçiyordu. En başından beri biliyordum, o masumdu ama ben masumiyetini görmezlikten gelip onun kirli ruhunu görmeye çalışmıştım.
Bir keresinde onu kırmızı ışıklı odanın önünde görmüştüm, içeri girmiyordu ama eli kapının kolundaydı. Beş dakika durdu, kendi ruhundaki acıyı hissetti ve sonra o odaya girdi. Ertesi gün saçları kısacık kesilmişti.
Onu o gün kurtaramadım, durduramadım ama o, kendi acısını saçlarından çıkardı. Bu konuda kendimi asla affedemezdim.
Toprak zemine batıp çıkan tekerlek, nisan ayında olmamıza rağmen ön camıma vuran yağmur ve radyodan gelen o duygusal şarkının sesi. Her ay ziyarete gittiğim ikinci uğrak yerime doğru ilerliyordum. Bu kez diğer günlerden daha farklı bir şey vardı; o da yan koltuğumda duran neşter dolu kutuydu.
Bakışlarım o neşterlere döndüğünde ve yeniden dikiz aynasındaki gözlerime denk geldiğimde radyodaki o duygusal şarkıyı hemen kapattım. Arabayı geldiğim yere yaklaştırırken, neşterlerin yanındaki silahın ağırlığını biraz sonra belimde hissedeceğimi biliyordum.
Silahlar, hiçbir zaman kardeşim Lâl’e olduğu gibi korkulu rüyam olmamıştı ama bıçakları daha fazla tercih ederdim; çünkü birini kurşunla kalbinden vurduğumuzda ölmesi çok kısa sürerdi ve acıyı fazla hissetmezdi ama bıçak öyle değildi. Saplandığı yerde ilk önce yavaş yavaş kan kaybına neden olurdu, sonra büyük bir acıya. Nefesin kesilene kadar işkenceleri hissederdin, ardından hayata veda ederdin.
Yaşamamış, yaşatmıştım bunu öz babama. Gözlerindeki acıyı o yaşıma rağmen gördüğümde bıçağı geri çekmemiştim ama şaşırdığım tek bir şey vardı: Nefret ellere güç mü verirdi?
Bugün kardeşim Yankı'nın gözlerindeki o acıyı görmüştüm; babası ona ne kadar yetiştirme yurdunda büyüttüğü bir çocuk gibi davransa da hatta yeri geldiğinde iş toplantılarına sanki ibretlik bir örnek gibi götürüp onun haksızca acınası gözlere maruz kalmasına neden olsa da, babasının canına kıyarsa bu vicdan azabıyla çok zor yaşardı.
Çocukken hissedilen nefret, büyüdüğümüzde hissedilen nefretten daha büyük olabiliyordu çünkü en büyük izler, çocukluğa darbe vuran izlerdi.
El frenini sertçe çektiğimde karşıma baktım. İçimden her zamanki gibi beşe kadar saydım, etrafımı inceledim, ardından koltuktaki silahı belime taktım ve kutuyu da alıp arabadan indim.
Bastığım çamurun sesi ve atıştıran yağmur, beni bir mezarlığın üzerinde tekmelerle dövüldüğüm güne götürmüştü.
Makyaj yapmayı, yüzümdeki morlukları kapatmaya çalışırken öğrenmiştim. Ergenliğime ulaştığımda da değil, henüz çocukken halamın makyaj malzemeleriyle.
Dokuz yaşımdayken babamın yüzümde bıraktığı morlukları halam makyajla kapatmaya çalışıyordu ve bunu yaparken bana da anlatmıştı. Bir kadın, başka bir kadına yüzündeki morlukları makyajla nasıl kapatacağını öğretir miydi?
Halam bana öğretmişti çünkü onlar bu şekilde öğrenmişlerdi; kadın dövülürdü, itilirdi ve yine de yaşamaya devam ederdi. Kadınlar acılarıyla yaşamak zorunda kalan değersiz varlıklardı büyüdüğüm yerde.
"Neden kapatıyoruz ki?" diye sormuştum halama sandalyede otururken. Ayaklarım yere değmiyordu hatta henüz regl bile olmamıştım. Regl ne demek onu dahi bilmezdim, okuma yazma bilmediğim gibi. Okula göndermiyorlardı, kadınların öğrenme hakkı yoktu.
Halamı severdim, her şeye rağmen. O gün gözlerine düşen endişe bile onu sevmem için bir nedendi.
"Çünkü bugün güzel görünmen gerekiyor, Nil," demişti.
"Ben güzelim ki." Kaşlarım çatıldığında patlayan yer canımı acıtmıştı. "Makyaj, güzelliğime güzellik mi katacak?"
"Öyle değil." Dudağımın kenarını makyajla örtmeye çalıştı. "Morluklarının görünmemesi lazım, çürüklerin görüntüsü hoş değil."
"Hoş değilse babam neden beni dövüyor?" Sırtımda kemerinin izleri vardı, dışarıya çıkmayayım diye ayaklarımın altında yanık izleri. Öyle sevmiyordu ki beni, sevgisizliği bir insanın ilk öz babasından öğrenmesi çok büyük bir acıydı.
"Çünkü kardeşini bebeklerinle oynatıyorsun." Halamın kaşları çatıldı. "Ve odadan rujlarımı çalıyorsunuz, ona makyaj yapıyorsun."
"O istiyor." O zamanlar Mutlu'yu anlayamıyordum ama bana hiçbir şey yanlış gelmiyordu. Bencil bir istekle, "O istiyor ama ben dayak yiyorum, onun saçlarını kesiyor. Benim de yine saçlarımı kesebilir, dövmek yerine," dedim.
"Çünkü altı kız arasında tek erkek çocuk o," dediğinde halamın sesinde özlem vardı. Kendi eşi öldükten sonra eşinin kardeşiyle evlenmek zorunda kalmıştı. O zaman anlamasam da şu an biliyordum ki o adamın çocuğu olmuyordu fakat herkes halamı kadın olmamakla suçluyordu.
"Annem neden babama karşı gelmiyor," diye sordum. "Diğer kız kardeşlerimi de görmek istiyorum ben."
Ben ve Mutlu dışında beş kız kardeşimiz daha vardı fakat babam onları para karşılığı satmıştı. Bu düşünce her zaman kalbimin üzerine bir közün oturmasına neden olurdu çünkü şu an nerede, ne yaptıklarını bile bilmiyordum. Yaşıyorlar mıydı? Mutlular mıydı? İsimlerini bile bilmiyordum ama içimden onların hâlâ nefes almaya devam ettiklerini diliyordum ve Tanrı’nın iki kız kardeş daha vererek beni ödüllendirdiğini düşünüyordum.
Lâl'im ve Helin'im. Onlar benim hiçbir zaman tanımadığım dört kız kardeşimden sadece ikisiydi. Bazen onlara baktığımda hatta önlerinde, arkalarında veya yanlarında durduğumda kız kardeşlerimi görüyor ve hissediyordum.
Helin'in saçlarının kesildiği gün bağım oluşmuştu onunla çünkü babamın öfkeyle Mutlu'nun saçlarını, ardından benim saçlarımı kazıdığı zaman hissettiğim acı, Helin'in gözlerindeydi. O günden sonra defalarca kendi saçlarımı kesmiştim, nedeni bilinmezdi.
Helin'in de nedenini bilmeme gerek yoktu, onu sevmek için neden olmasına gerek yoktu, kalbini görmek yeterdi.
Lâl'in bütün o soğuk görüntüsüne rağmen çocukken ağladığım zaman yanıma gelip üzerimi örttüğünde bağım oluşmuştu. Babam beni soğuk odada terk edip gittiğinde annem gelir, dayak yiyeceğini bile bile üzerimi örterdi.
Onları nasıl olurdu da hiç tanımadığım kız kardeşlerim gibi görmezdim?
Halam bütün diretmelerime rağmen diğer kız kardeşlerimden bahsetmemiş ve makyajımı yapmıştı, ardından üzerime güzel bir kıyafet giydirmişti, hem de kendi kıyafetlerinden. Can atardım o kıyafetleri giymek için ama izin vermezdi, şimdi üzerimdeydi. Ayaklarıma hafif yüksek topukluları vermişti, çene hizamda biten saçlarımı ilk defa serbest bırakmıştı.
O gün, ilk defa mutlu hissetmiştim çünkü babam beni dövmemişti, kardeşime dokunmamıştı hatta o gün yüzüme gülümsemişti. Üstüne üstlük annemin bizimle oturmasına bile izin vermişti.
Annemin yüzündeki izleri ise kimse kapatmamıştı. Ona benziyordum. Yemyeşil gözleri vardı, sapsarı saçları ve ince bir fiziği. Uzun boyuyla o zamanlar annemi herkes çok güzel bulurdu, babam da bundan olmalı ki uykudan annemin çığlıklarıyla uyandığımız bir gece yanağına büyük bir bıçak kesiği bırakmıştı.
O günden sonra kimse anneme bir daha hayranlıkla bakmadı, babam da kendi elleriyle mahvettiği yüzünü çirkinlikle suçlayıp başka kadınları eve getirdi.
Bir gün anneme, "Neden hep dayak yiyorsun?" diye sormuştum. "Kaçıp gitsene."
"Kaçıp gidersem öldürürler beni," demişti.
"Ölü gibisin zaten," diye karşılık vermiştim çocuk aklımla. Şimdiki aklım olsa o gece onu belki de saatlerce ağlatan o cümleyi kurmazdım.
Adımlarım durdu ve karşımdaki toprağa baktım, ardından solmuş çiçeklere ve mezar taşına.
Yutkunduğumda yanındaki mezara gözlerim kaydı. Aynı solmuş çiçekler, öyle solmuş ki birkaç senedir kimse gelmemiş.
Bir mezar taşında Nil Göktepe yazıyordu, diğer mezar taşında Mutlu'nun gerçek adı.
Biz ikimiz ölmüştük. Kimse sorgulamamıştı ama ikimizin de Önder'in verdiği isimlerle yaşamasının ve kendi isimlerimizi kullanmamamızın bir nedeni de buydu.
Geçmişimiz bir mezarlığın içindeydi ve ben her ay kendi mezarıma ziyarete geliyor, geçmişimle konuşuyor, ona bir çiçek bile vermeden geri dönüyordum.
Çiçekleri eken ise ne babamdı ne de babamı öldürdükten sonra kendi kayınbabasına zorla verilip kendini asan annemdi.
Halamdı.
Bir keresinde geldiğimde uzaktan onu görmüştüm. Elindeki birkaç çiçeği mezara gömüyordu. Yanına gidip gitmemek benim tercihimdi ama bunu yapmıştım. Bir yabancı gibi. Beni tanıyabilirdi ama tanımadı hatta öyle bir tanımadı ki çocuk Nil'in bakışları, nasıl oldu da güçlü olduğunu sanan Işık'a dönüştü, bilmiyordum.
"Yaşları küçükmüş," demiştim halamın yanına gittiğimde. Sanki yan tarafındaki mezara gelmiş gibi davranmıştım. Göz ucuyla bana bakıp başını sallamıştı.
"Çok küçüklerdi, bir yangında öldüler. İkisi de kül oldu." Yutkundu ve benim mezar taşımda elini gezdirdi. "Ah benim Nil'im," dedi. "Keşke seni koruyabilseydim."
İlk defa, ben o kadınım, demek hatta dönüp sarılmak istedim ama ölmüştüm, o mezarın içindeydim ve yoktum.
"Anne ve babaları da mı o yangında öldü?" diye sorduğumda halamın gözleri Mutlu'nun mezarına dönmüştü.
"Kardeşim yani babaları onlardan önce öldü," dedi ama nasıl öldüğünü, kendi kızının onu kalbinden bıçaklayarak öldürdüğünü söylemedi. "Anneleri ise çocukları gittikten ve kayınbabasıyla evlendirildikten bir ay sonra kendisini astı."
Annemin ölümünü kendi mezarımın başındayken öğrendim, öğrendim de o mezarın içine girmek yerine yine dimdik durdum.
"Kendi kayınbabasıyla evlenmeyi kaldıramamış olmalı," dedim.
"Bilmem ki," dedi halam, yüzündeki yaşı silerek. "Arkasında bir not bırakmış. Okuma yazmayı da bilmezdi; küçük oğluma, Ben zaten ölü gibiydim, diye yazdırmış."
Annemin benden sonra benim cümlemle kendini öldürdüğünü duydum mezarımın önünde ama yine o mezarın içine girmedim, dimdik durdum.
Fakat rehabilitasyon merkezinin duvarlarına yazdığım tek cümle buydu. Bir gün ölürsem dudaklarımdan çıkan son cümle de bu olacaktı.
"Siz peki?" demiştim halama. "İyi misiniz?"
Halam ilk defa o an dönüp gözlerimin içine baktı, huyum olmasa da gözlerimi gözlerinden kaçırdım.
"Ölü gibiyim," demişti, ardından hiçbir şey demeden, ektiği çiçeği son kez koklayıp dönüp gitmişti.
Şimdi o çiçeğin önündeydim; iki senedir hiç sulanmamıştı, kurumuştu, mahvolmuştu ama dalı oradaydı.
Halam da ölmüştü, bunu biliyordum.
Nil Göktepe ile kardeşinin mezarı, ben ve Mutlu öldükten sonra terk edilmiş mezarlara dönüşecekti.
Arkamda adım seslerini işittiğimde ilk başta bozuntuya vermedim fakat çamurun o çıplak sesiyle adımların bana yaklaştığını anladığımda yutkunup elimi arkamdaki silaha götürdüm ve hızla arkamı döndüm.
Nil Göktepe ile kardeşinin mezarı; ben, Mutlu ve Koza öldükten sonra terk edilmiş mezarlara dönüşecekti çünkü bu sırra bir de o ortaktı ve şu an karşımdaydı.
Elim silahın kabzasında durmaya devam ederken bana doğru yaklaştı. "Burada olacağını biliyordum."
Donuk gözlerle ona bakarken, "Nereden biliyorsun?" diye sordum.
"Her ay geliyorsun," dedi.
"Bunu nereden biliyorsun?" diye yineledim.
"Çünkü her ay senin için geliyorum," diye karşılık verdi.
Başımı iki yana salladım ve o karşı tarafa geçene kadar elimi silahın kabzasından çekmedim çünkü güvenmiyordum, sırtımı ona dönemezdim.
Mezar taşının önünde durduğunda gözlerini gözlerimden ayırmadı fakat ben onu umursamayıp yavaşça çömeldim ve elimdeki kutuyu da yere koydum.
Bir gözü mavi, diğer gözü kahverengi, altın saçlı Koza. Üzerindeki siyah paltosunun yakası havada, dudakları soğuktan hafif kızarmış, burnu da öyle. Kemikli yüzü onu sert gösteriyor ama bakışları bazen muhtaç bir çocuğu andırıyor.
Boynunda çocukluk izleri var ama hâlâ hayatım boyunca gördüğüm en güzel adam.
"Kendi senaryonu takdir etmeye geliyorsundur," dedim toprağın bir kısmını hafifçe kazıyarak.
"Senin hayatını kurtaran bir senaryoydu," diyerek beni düzeltti ve haklıydı. O beni bulduğunda amcalarımdan kaçıyorduk ve onlar bizi köşe bucak arıyorlardı. İstanbul'a geldiğimizi biliyorlardı, her köşesinde izlerimiz vardı.
"Beni alıp yeniden memlekete götürdükleri ve babamın mezarına yatırıp öldürecekleri günü hatırlıyor musun?" diye sordum. On dört yaşındaydım, belki de on beş, tam hatırlamıyordum çünkü bu yedi kişi içinde yaşını tam olarak bilmeyen birkaç kişiden biriydim.
"Dün gibi," dedi Koza yere çökerek. Benimle göz teması kurmaya çalışıyordu ama ona bakmamak için direniyordum. "Seni bulmak için çok uğraşmıştım."
"Beni o gün neden öldürmediler?" diye sordum Koza'ya, en merak ettiğim soruyu yönelterek. "Dövüldüm, işkenceler çektirdiler, soydular ve o soğukta başımdan aşağıya buz gibi suyu döktüler. Babamın toprağını yedirmeye çalıştılar, beni babamın mezarına diri diri gömmeye çalıştılar. Bayıldıktan sonra gözlerimi açtığımda sen vardın, beni kurtarıyordun. Neden orada öylece bıraktılar ve bunun karşılığında ne yaptın? Neyi feda ettin?"
"Bırakmadılar, bırakmak zorunda kaldılar," dedi Koza ve yine o anı anlatmak istemediğini fark ettim.
Toprağı eşelerken, "Beni kurtardığını mı söylüyorsun yani yine?" diye sordum. "Bunu defalarca söyledin, ezberledim Koza."
"Gerçek anlamda kurtarmış olsaydım o şekilde bulmazdım galiba," dedi. "Ölmek üzereydin, Nil."
Nil. Bana Nil demesinin en büyük nedeni, bu mezar taşıydı. Durmadan hatırlattığı bir geçmiş vardı, canımı yaktığını bile bile yapıyordu bunu.
"Ölseydim ya da bir gün öldüğüm zaman bu mezara gömülmek isterim," dediğimde canımın yandığını hissettim. "Hem Işık hem Nil bu terk edilmiş mezarı hak ediyor."
Koza söylediklerimi duymazlıktan gelerek, "Neden buraya geliyorsun her ay?" diye sordu.
"Sen neden geldin?" diye karşılık verdim. "Yoksa yine tehdit etmeye mi?" Koza başını iki yana sallayıp bir elini mezar taşına koydu.
"Hiçbir zaman tehditlerimi gerçekleştirmeyecektim," dediğinde ilk defa ona baktım ve yüzümdeki o ifade gözlerini kaçırmasına neden oldu.
"Beni bulduğun o günden sonra kurtarmak için bir haber yaydın ve bu mezarları oluşturdun. Amcalarım inansın diye bütün yolları denedin ve onları inandırdın. Öldüğümüzü düşündüler. Peşimden gelmelerine engel oldun, onlardan kurtuldum ama daha kötü bir silahla karşılaştım." İşaret parmağımı ona kaldırdım. "Beni onlara vermekle tehdit ettin, sana yardımcı olamayacağımı söylediğimde. Kendimden vazgeçtiğimde Mutlu'yu ortaya attın. Gerçekleştirmeyecek olsan bile hangi vicdana sığar bu yaptığın? Senin yarattığın gerçek adalet, gerçekten de korkulardan ibaret mi Poyraz? Adalet bu mu?"
Hiçbir şey söylemeden yüzüme bakarken aklından neler geçtiğini merak etmiyordum bile. Bir şeyler demesini bekledim yine. Yalandan da olsa kendini savunmasını ama hiçbir şey söylemeden öylece yüzüme baktı.
"Babamı nasıl öldürdüğümü anlatmadım, değil mi sana hiç?" diye sordum acımasız bir sesle. "Senin yapamadığını o yaşımda benim nasıl yaptığımı dinlemek ister misin Poyraz?"
Koza yerdeki çamurları umursamadan yere oturup kollarını dizlerine sardı. "Senin anlattığın her şeyi dinlerim, bana acı verecek olsa bile."
Tiksinerek nefesimi verdim ve kazıdığım toprağa baktım. "Hayatımın en mutlu günüydü; halamın en güzel kıyafetini giymiştim, ayağımda topuklu ayakkabılar vardı ve yüzümde makyaj. Babamın merhamet duyduğuna inanıyordum, bana ve Mutlu'ya. Belki de sevmeye karar vermişti." Dişlerimi sıktım. "Akşama doğru Mutlu'yu odasına kilitleyip insan içine çıkmaması gerektiğini söyleyene kadar tabii ki. Ondan çok utanıyordu çünkü kız gibi davranıyordu. Biliyor musun, bir gün Mutlu'nun ellerini yaktı. Mutlu'nun avuçlarında yanık izleri var; o hatırlamıyor ama ben hatırlıyorum. Kızgın demirleri bastırdı." Acıyla yutkunduğumda elimi alnıma götürdüm. "Mutlu'nun alnındaki ize dikkat ettin mi hiç? Saçlarını keserken makasla yaptı, hatırlamıyor bence." Koza'ya büyük bir korkuyla baktım. "Hatırlamıyordur, değil mi? Hatırlamasın."
Hiçbir cevap vermedi yine ama gözleriyle hatırladığını gösterdi.
"O akşam kalabalık bir aile bize geldi. Çiçek ve çikolata vardı, bir de siyah poşet. Dört kız, üç erkek, bir bebek, iki kadın ve bir yaşlı adam. Babam saçlarımı okşuyordu, yanına oturtuyordu, kahveyi bana yaptırıyordu ve herkes bana bakıyordu. Anlamıyordum ama yine de çok mutluydum çünkü herkes beni seviyordu o gün. O yaşlı adam öyle bir sevgiyle bakıyordu ki dedemden çok daha iyiydi. Tek gülmeyen kişi annem ve halamdı ama onların o çocuk halimle beni kıskandıklarını bile düşünmüştüm çünkü onlar sevilmiyorlardı, ben seviliyordum."
"Adamın yanındaki kızlar hiç mutlu değildi, erkekler ise babam gibi gerine gerine oturuyorlardı. O küçük bebek," dedim nefesimi vererek, "öyle güzeldi ki."
"Bu bebeği anlattığını hatırlıyorum," dedi Koza lafımı bölerek.
"Ben o bebeği sana hayalimdeki bebek olarak anlattım," diye düzelttim. "Ama evet, hayalim de bu anıdan geliyor." Başımı iki yana salladım ve kutuyu kazıdığım toprağın içine koydum. "Babamla o yaşlı adam arasında bir para meselesi geçti, bir de çocuk yapıp yapamayacağımı sordular. Nedenini anlayamadım ama halam, ‘Henüz değil,’ diye yanıt vermişti. Yaşlı adamın kaşları çatılmıştı hatta elindeki o siyah poşete şöyle bir bakmıştı."
Koza acıyla başını iki yana salladı.
"Beni o gün, o siyah torba içindeki para karşılığında babam yaşlı adama verdi. Ederim ne kadardı bilmiyordum ama çocukluğum o gün satıldı; belki de çocuk, çocuk doğuramaz diye o torbadaki paralar azalmıştır bile ama o gün, babamdan daha büyük bir adamın karısı olmamı istediler ve ben bunu düğün günü öğrendim halamdan."
Yutkunduğumda tırnaklarımı avcuma batırdım. "Sana henüz dokunmaz," demişti halam ama ben anlamıyordum. "Ama kanaman başladıktan sonra ne yapman gerektiğini sana yengen anlatacak. Kadın olacaksın, çocuk doğuracaksın. Elime bir valiz tutuşturdular, Mutlu'yla vedalaşmama bile izin vermediler ve beni o evden çıkardılar. O yaşlı adamla yaşamaya başladım. Babamdan daha çok dövdü beni ve çocuk yapana kadar o bebeğe bakmamı istedi. Çocuk, çocuğa bakar mı? Baktım. Bir kız çocuğuydu, biliyor musun? Hiç sevilmeyen, yeşil gözlü bir kız çocuğu."
"Hiç sevilmeyen," dedi Koza söylediklerimi tekrar ederek. "Yeşil gözlü kız çocuğu. Bu bana birini hatırlatıyor." Hatırlattığı bendim ama onu duymazlıktan geldim çünkü cümlelerinin kurşun gibi etkisi vardı, beni delip geçerken ona inanmamı sağlıyordu.
"Adı bile yoktu, tıpkı Bartu gibi. O evin içinde en çok onu seviyordum ama bir gün uyandığımda onu yatağında hareket edemezken buldum." Gözlerim dolduğunda tırnaklarım avcumun içini kanatıyordu. "Bir hastalığı vardı, biliyordum, doktor çağırmıyorlardı. O hastalık her neyse onu öldürdü, yeşil gözleri açık öldü."
Koza'nın gözlerine acının ilk defa bu kadar bulaştığını görüyordum ama bir adım bile geri gitmedim.
"O gün, o bebeğe bakarken bir gün kendi çocuğumun olmasını istedim, onun gibi. Benim büyüttüğüm, adını verdiğim, yeşil gözleri olan bir kız çocuğu. Beni o zamanlar hayata bağlayan tek bebek. Büyüyecektim, ona yeniden kavuşacaktım ve inanıyordum, kader onu yeniden bana verecekti. Hayata bağlanmamı yeniden sağlayan bu oldu."
Gözümden akan yaşı elimin tersiyle sildiğimde, Koza oturduğu yerden kalktı ve benim olduğum tarafa doğru yürüdü. Hemen yanıma çöktüğünde elini kaldırıp gözümden akan yaşı silmek istedi fakat buna izin vermeyip elini itekledim, ardından gözlerinin içine baktım.
"O bebeğin acısı beni o gün büyüttü ve Mutlu'yu hatırlattı, Poyraz. O gün elime bir bıçak aldım, çıplak ayaklarla koşarak evimize gittim. Kapıyı Mutlu'ya açtırdım. O gün Mutlu'yu vücudundaki sopa izleriyle gördüm, yarılmış kaşıyla ve kazınmış saçlarıyla. Ölecek gibiydi, ölmek üzereydi. Mahvolmuştu. Nasıl bir acı ve nefret hissettiysem, o merdivenleri nasıl çıktığımı ve babam uyurken üzerine çıkıp kalbine o bıçağı nasıl sapladığımı hatırlamıyorum. Tek hatırladığım, acı çeken gözleriydi. Yanında uyumayı hak etmeyen annem, diğer odadan babamın çığlığını duyup koşmuştu ve ses çıkarmak yerine donuk gözlerle bizi izlemişti. Küçüktüm, çocuktum ve babamın kalbine o bıçağı saplayıp geri çıkardım. Üzerinden indiğimde onu öldürdüğümü anladım, ikinci büyüdüğüm an o andı. Elimden bıçak düştüğünde o bıçağı alan Mutlu'ydu. Kan izleri onun eline bulaştı. İşte o günden sonra Mutlu'nun travması oluştu. Her zaman babamı kendisinin öldürdüğünü düşündü; bunu ne ben ne doktorlar değiştirebildik. Bıçaklarla haşır neşir olurken ikimiz de babamızı öldürdüğümüzü düşündük ama doğrusu benim öldürdüğümdü."
Koza'nın gözlerinin dolduğunu gördüm ya da yağmur tanelerinin verdiği histi, bilmiyordum ama yeniden elini kaldırıp yüzüme koyduğunda bu kez engel olmadım. Ona baktığımda gördüklerimden, göreceklerimden ve bana verdiği histen nefret ediyordum. Ondan nefret ediyordum.
Ve onu seviyordum.
"Benden alınandan sonra babamı öldürdüm ben, Poyraz," dedim acıyla. "Ve hayallerimi aldığın halde seninle savaşamıyorum. Keşke çocukken hayallerimi elimden alsaydın, o zaman daha cesurmuşum."
Başını iki yana salladı fakat yine sessizliğini korudu. Uzun bir süre konuşmadı ama bana dokunmaktan vazgeçmedi. "Ya da," dedim kendimi tutamayıp. "Çocukken o hayalleri kurmama destek olmasaydın ve o rehabilitasyon merkezinde beni hayata döndürmeseydin. Bana yaptığın bir iyilik bile ya bir tehditten ibaret ya da cezadan. Kendi kurduğun intikam oyununda bir tek benim canımı yakmayacağını söylemiştin ama en çok benim canımı yaktın belki de, görmüyor musun?"
"Görüyorum," dediğinde sesinin titrediğini duydum. "Kendimden daha ne kadar nefret edebilirim, Nil?" diye sordu. "Kendi öz kardeşinin canını bile isteye yakan birisiyim ben. Eğer için rahatlayacaksa kendimden nefret ediyorum, çok ediyorum hem de. Binlerce savaş kazansam da sana karşı yenildim, bunu görmüyor musun?"
Elini itekledim ve gözümden akan yaşları silip kutunun kapağını açtım. "Bu neşterler artık ölen Nil'le beraber burada çürüyecek," diye mırıldandım. "Ve seni de gömmüş olacağım. Bu son savaşımızda da Helin'in yanında olduktan sonra Mutlu'yu alıp gideceğim buradan, yanıma da seni hatırlatacak hiçbir şey almayacağım ama buraya geldiğinde bu neşterlerin varlığını bileceksin." Doğruldum ve onu çöktüğü yerde bıraktım. Yaşlar akmaya devam ederken ellerimin tersiyle bir kez daha sildim. "Bu sana acı verir mi bilmiyorum ama yine de bana çok güvenme, Poyraz. Bir tarafım hâlâ çocuk ve o cesaret içimde yaşıyor."
Bu cümlelerime tanık, arka cebimde tuttuğum ve kutudan aldığım tek neşterdi.
Koza başını kaldırıp bana baktığında, "Ölümden korkmuyorum," dedi. "Korktuğum başka bir şey var ama."
"Nedir o?" diye sordum. Yüzüme bakarak onu anlamamı bekledi ve neredeyse bir dakika geçti. "Herkese karşı her şeyi tek seferde söyleyen Poyraz, bana gelince neden bu kadar suskun?" diye sordum. "Söylesene, korktuğun ne?"
"Kaybetmek," dedi.
"Neyi?" dedim.
Yine sustu.
"Önemsediğin, sadece savaşlarını kaybetmek." Ayağımla kutunun üzerine toprağı atarken ona gelmesini bile umursamıyordum.
"Savaş kaybetmekten korkmuyorum," dedi.
Bu kez sorgulamadım, üzerine gitmedim hatta yüzüne bile bakmadım. Boş mezarın içine koyduğum o anılarımızı ayağımla ezdikten sonra hiçbir şey söylemeden arkamı dönüp yürümeye başladım. Ondan hiçbir beklentim yoktu, Koza insanların beklentisine karşılık verecek bir adam değildi ama o kalbimdeki sevgi, son kez dönüp onun yüzüne bakmama neden oldu.
Bana bakmıyordu, çöktüğü yerde gözleri topraktaydı. Ona merak edip de soramadığım o kadar çok şey vardı ki. Mesela bana saklamam için verdiği mektuplarda neler yazıyordu? Bana neden Nil diyordu? Benden neden hiç vazgeçmiyordu?
Dayanamayıp, "Poyraz," diye ona seslendim. Bakışları bana döndü. "Bana verdiğin mektupları gitmeden önce ne yapmalıyım?"
Göm demesini bekledim ya da yak fakat bunları söylemek yerine, "Seninle beraber götür," dedi. "Ve bir gün öldüğümü öğrenirsen o mektupları oku."
"Senden hiçbir parça istemiyorum," diye karşı çıktım.
"Zaten bana ait değil," dedi. "Çocukluğuma ait."
Hiçbir şey söyleyemedim çünkü ona bir minnetim olmasa bile çocukluğuna vardı. Bir gün ölürsem demişti ve onun ölümünü, seneler sonra yeniden bu mezara geldiğimde bir başkasının ağzından tıpkı anneminki gibi duyacağım diye korktum, korku gözlerimi yaşlarla doldurdu ama bunu ona göstermedim ve arkamı döndüğümde artık gitmekten başka bir planım daha vardı.
O plan, kendimden bir parçayı ona bırakmaktı.
HELİN AKTAN
Çocuklar için ayrılan bir yuvaya kan bulaşmaması gerekirdi ama Sokak Nöbetçileri'yle beraber çıktığımız bu yolda, kendi ellerimizle yaptığımız yetiştirme yurduna, yuvamıza kan bulaşmıştı. Yedimize de hiçbir şey olmamıştı ama o çocuklara bu korkuyu yaşatmak, bir ay bile olsa başka evlerde yaşamalarına neden olmak büyük bir iz bırakmış olmalıydı.
Bu yüzden olmalı ki bugün hepimiz ilk buraya gelmek istemiştik.
Koza ve Işık dışında. Koza'nın çocukların arasına karışmamak için gösterdiği ekstra bir çaba vardı, bunu görebiliyordum ama Işık'ın nereye gittiğini merak ediyordum.
Yetiştirme yurdu binasına girerken yanımda yürüyen Bartu'ya, "Işık'ın nereye gittiğini biliyor musun?" diye sordum.
Bartu az önce masada geçen konuşmaların sebep olduğu izleri yüzünden silebilmiş değildi. Önümüzde Mutlu'yla beraber yürüyen Yankı'ya bakışları takılmasa da ona kızgın olduğunu biliyordum. Lâl ise Mutlu'nun yanındaydı. "Benim ne zaman bir şeylerden haberim oldu, sultanım?" dedi yarı alaylı yarı ciddi. "Kim bana hesap verir ki?"
Gülerek, "Yaşlı gibi konuşmayı bırak," dedim. "Ayrıca sultanım ne yahu?"
"Bu aralar tarihi dizilere sardım," dedi heyecanla. "Sence benden harika bir padişah olmaz mıydı lan? Sürekli savaşırdım, sürekli at üzerinde, oh! Çıplak padişah Bartu Sarca. En kaslı padişah... Hayalimde muhteşimim."
"Haremin olurdu bir de," diyerek zıplayıp kolumu omzuna sardım. "O haremin içinde eşlerin olurdu." Kusar gibi ses çıkardım. "Çok kötü, maalesef sana hiç yakıştıramadım."
"Ben öyle birkaç eş istemem," dedi göğsünü kabartıp kolunu belime sararak. "Bir tane olur, ölümüne gider, aşkımızdan ölürüz. Susarsa dere oluruz, üşürse ateş, yanarsa buz. Sevmek isterse kalbimizi açarız, gitmek isterse yollar otoyol."
Başımı ağır ağır iki yana sallayıp yavaşça ondan uzaklaştım. "Sanırım," diye mırıldandığımda parmak uçlarımda yürüyormuş gibi davrandım. "Bu kadar kekoluğu ben bile kaldıramayacağım."
"Gel buraya," dedi ve beni kolumdan çekip kafamı ısırdı. Acıyla bağırdığımda karnına yumruk attım ve o da benden kaçtı.
"Lafı değiştirip duruyorsun," dedim başımı ovalayıp kaşlarımı çatarak. "Dün ne yaptınız? Biz gittikten sonra ne oldu? Lâl’le hiç konuştunuz mu?"
Yüzündeki ifade değişti ve yine o mutluluğu arasam da bulamadım. "Biz," deyip sustu ve gözlerini kaçırıp aniden durdu. Ben de adımlarımı durdurduğumda ona düşündüğümden daha uzun süre vermiştim ama susmaya devam etti.
"Siz?" dedim merakla. "Ne yaptınız ya?"
"Lâl bana bir şey söyledi," dedi kaşlarını kaldırarak.
"Ne söyledi?"
"Sence benim ona hislerim bir tür alışkanlık ya da hırs olabilir mi?" Anlamadığımda kolumu tutup beni diğer köşeye götürdü ve gözden kulaktan uzak durmamızı sağladı. "Sadece onu sevdim ve ona âşık oldum. Yeni doğan bir bebek ilk kimi görür, Helin? Annesi, değil mi? Ben de sanki gözlerimi açtım ve onu gördüm. Bağlılığım çok büyük, tahmin bile edilemez." Hiçbir şey söylemeden onu dinlemeye devam ettim. "Kısacası, ona olan aşkım bir alışkanlığa dönüşmüş olabilir mi?"
Bu soruyu Bartu'dan duymak beni şaşırtmıştı. "Sorguluyorsun," dedim şaşkınlıkla. "Benim tanıdığım Bartu bunu asla sorgulamazdı."
"Ben değiştim, Helin," dedi kabullenerek. "Artık eskisi kadar öfkemi görüyor musun? Öfkeli değilim, Lâl'in en nefret ettiği tarafım gitti ama o tarafım giderken sanki büyüdüm." Sustuğunda, aklından geçenleri tamamen dile getirmediğini anladım.
"Bilmiyorum," dedim omzumu kaldırarak. "Ona hâlâ kırgın olabilir misin?"
Okları bana çevirdi. "Yankı'yla ayrılığınızın nedeninin, artık ona güvenmediğinden geçtiğini söylemiştin; hatırlıyorsun, değil mi?" diye sordu.
"Evet."
"Onunlasın ve şu an ona güveniyor musun?"
Hazırlıksız yakalandığım soru, aslında durmadan kaçtığım bir soruydu. Gözlerim Yankı'nın olduğu tarafa döndüğünde, geçmişimi ellerimden alırken, beni de kukla gibi yönlendirdiğini hatırladım. Yine olsa okur mu mektupları, diye düşündüğümde verdiğim kesin bir yanıt yoktu.
"Bilmiyorum," dedim dürüstçe. "Ama bir daha aynı olay tekrar ederse aşkımdan ölsem bile onu tek kalemde silerim çünkü sevmeden önce ona güvendim, Bartu. Bunu elimden alması çok büyük yara bıraktı."
Şaşırdı ama belli etmemeye çalışarak, "Peki, onu seviyor musun yine de?" diye sordu.
Düşünmeden, "Âşığım ona," dedim. "Bütün kalbimle."
"Peki onsuz yaşayabilir misin?"
"Neden bu soruyu sordun?"
"Cevabını verirsen nedenini söylerim."
Uzun bir süre düşündükten sonra, “Bilmiyorum,” dedim. “Yaşarım dersem nasıl yaşayacağımı bilmiyorum, ölürüm dersem cesaretim kırılıyor. Bilmiyorum, Bartu, neden bunları soruyorsun?”
“Yankı bu soruya, ‘Onsuz yaşayamam,’ dedi direkt. Düşünmedi bile. Sen o adamın elindeyken, bir elinde seni kurtarmak için tuttuğu silah, senin ölümünü duyarsa şakağına dayayacağı silaha dönüşecekti ve bunu görüyordum. Düşünmez, tetiği çekerdi.” Bu söylediği beni şaşırtmadı ama ölümü bu kadar kolay seçmesi canımı yaktı.
“Bu canımı yakıyor,” dedim kırgın bir sesle.
“Lâl o hastane odasındayken onsuz yaşayamayacağımı hissettim, Helin,” dedi asıl konuya dönerek. “Tıpkı Yankı gibi. Benim de bir elimde silah vardı ve öldüğü an o silahı şakağıma dayardım; düşünmez, tetiği çekerdim. Bunun adı aşk mı diye düşündüm dün gece, o tam beni öptüğünde.”
Gözlerim kocaman açıldı. “Öpüştünüz mü?” diye bağırdım. Eliyle ağzımı kapattığında gözlerini kocaman açtı. Ağzımı kapatırken konuşmaya devam ettim. “Anlat,” dedim boğuk sesle. “Nasıldı?”
“Ne anlatacağım ulan, sapık kadın,” dedi elini ağzımdan çekerek. “Öptü işte.”
“O mu öpmek istedi?”
“Evet.”
Ellerimi yüzüme koyup romantik bir filmi izler gibi, "Ne kadar sürdü?" diye sordum. "İlk kim geri çekildi? Ne hissettin? Bir daha öptün mü? Neredeydiniz? Onu..."
"Helin, insan ne kadar öptüğünün saniyesini tutar mı kardeşim?" diye sordu. "Şu tuhaf fantezilerini git sevgiline göster."
"Of," dedim ayaklarımı yere vurarak. "Heyecanlandın mı peki? Ne hissettin?"
"Hayatım boyunca," dedi kısa bir sessizliğin ardından, "benim onu, onun beni sevdiğinden daha çok seveceğimi. Bir gün o ölürse ben yaşayamam çünkü ona alıştım, gözlerimi açtım ve onu gördüm ama o yaşar, Helin. Beni hep sevdiğini söyledi," dediğinde yine gözlerimi açtım, "ama biliyorum, bu sevgi, benim sevgimin yanında çok ufak kalıyor. Beni seviyor çünkü sevilmeye ihtiyacı var ve bu hayatta onu en çok seven insan benim." Bartu'nun ağzından bunları duymak beni şaşırtmıştı. "Aptal değilim artık. Görüyorum her şeyi. Neden bu zamana kadar sevdiğini söylemedi de ben vazgeçtiğimde söyledi, Helin?" Nefesini verdi. "Neden Yankı'nın bütün ilgisi onun üzerinden çekildikten sonra bunu yaptı?" Kaşlarım çatıldı. "Onu suçlamıyorum, kimseyi suçlamıyorum ama dedim ya, artık eskisi gibi aptal değilim ve aptal olmamak, daha az sevildiğim bir yolda yürüyüp yürümemem gerektiğini düşündürüyor."
Bütün bunları dinlerken aklımdan geçen iki düşünce vardı: Birincisi, Lâl'in kendi canına kıydığıydı ve belki de buna neden olanlardan biri de Bartu'yu kaybettiğini düşünmesiydi. İkincisi, otuz iki yaşındaki Bartu Sarca sonunda büyümüştü. İlk tanıdığım Bartu, şu an o masadan kalktıktan sonra Yankı'yla kavgaya tutuşmuş olurdu, Lâl onu öptü diye bulutların üzerinde yürürdü, benimle bunları paylaşmazdı. Şimdi büyümüştü ve en çok da kendine değer vermeye başlamıştı.
"Sevgiyi, o olmadan yaşamamaya bağlama," dedim elimi koluna koyup sıkarak. "Ben bilmiyorum dedim diye Yankı daha mı çok seviyor?"
"Her ilişkide birisi daha çok sever," dedi kendinden emin bir sesle. "Ama illa ki bir noktada denge olur. Bizim Lâl’le aramızda o denge olmaz. Ona sormaktan korktuğum bir soru var ama bu soruya sen ne yanıt verirdin, merak ediyorum."
"Nedir o?" Gözleri arkama doğru saniyelik kaydı, sonra derin bir nefes verdi.
Yutkunduğunda rahatsızlığını hissettim. "Yankı ona her zaman bir kardeşi gibi yaklaştı, bu hep böyleydi. Eğer öyle yaklaşmasaydı Lâl âşık olur muydu?"
Sorusuna hazırlıksız yakalandığımda, başka bir ses yerimden sıçramama neden oldu. "Olurdu," dedi Koza diğer taraftan, elleri ceplerinde. "Ve senin gölgen bile aralarına giremezdi."
"Lanet olsun," diye inledim. "Bizi ne hakla dinlersin?"
Bartu şaşırmamıştı ve o an anladım ki en başından beri onun dinlediğini biliyordu, asıl cevabı ondan almak istemişti.
"Sen ne düşünüyorsun?" dedi Bartu direkt bana.
Aklıma, daha doğrusu kalbime doğan ilk duyguyu dile getirerek, "Olmazdı," dedim. "Ona karşı bağlılığı hiçbir zaman aşka dönüşmezdi. Lâl bu hayatta bir bütün olacaksa bu kişinin senden başka kimse olabileceğini düşünmüyorum."
"Olur muydu?" dedi Koza'ya bakarak. "Olmaz mıydı?" Gözleri bana döndü.
"Neden inatla aklını karıştırıyorsun?" diye çıkıştım. "Ne hissediyorsan onu yaşasana."
"Söyledi ya," dedi Koza arkamdan. "Artık aptal değil." Koza'nın gözlerinin içinin kızarmış olduğunu gördüm.
"Sen neredeydin?" diye sordum. Paçaları çamur içindeydi ve saçları ıslaktı. "Düştün mü? Islanmışsın, hasta olacaksın."
Burnunu çekti ve yapay bir şekilde öksürdü. "Çok hastayım, Minik, beni iyileştirecek misin?"
"Hayır," dedim.
"İnanmam," dedi. "Bana kıyamazsın."
"Hayır," diye direttim.
Burnumu sıktı, geriye çekildim, bu kez saçlarımı karıştırdı. "Of!" diye inlediğimde onu itekledim. Sırıttığında, "Hangi acını saklamak için yine böyle davranıyorsun, Koza?" dedim sinirle.
"Acı mı?" dedi ellerini ceplerine sokarak. "Sikmişim acısını. Ben acı çekmem." Bartu umursamaz bir ifadeyle başını salladığında, benim içime düşen kötü düşünce, Koza'nın gözlerinde gördüğüm o değişimdi. İlk tanıdığım o adama dönüşmüştü sanki. Acıdan gözü kararan, nereye gideceğini bilmeyen ve sevgiyi bile tatmayan.
Kendimi tutamayıp, "Koza," dedim. "İyi misin sen?"
Soruma cevap vermeden, "Ben de bir şey sorabilir miyim sana, Minik?" dedi merakla.
Pişman olacağımı bilsem bile, "Evet," dedim.
"Hazır bu hayatta en nefret ettiklerimden birinin konusu geçmişken," dedi ve uzakta, Yankı'nın hemen yanında duran Lâl'i gösterdi. Yüzü gülüyordu, Yankı'ya bakıp bir şeyler anlatıyordu ve Yankı da aynı işaret diliyle ona karşılık veriyordu.
Bu işaret dilini bilmiyordum çünkü öğretmemişlerdi.
"Bir gün Sonuncu, ikinizin arasında karar vermek zorunda kalırsa sence kimi seçer?" Bu sorusu beni sabah aralarında geçen konuşmaya ittiğinde, kaşlarım çatıldı ve yutkundum.
"Ne saçma bir soru," dedi Bartu diğer taraftan. "Adam Helinsiz yaşayamayacağını söylüyor, neyi deniyorsun şu an, yavşak?"
"Sen hâlâ biraz da olsa aptalsın, koca adam," dedi Koza gözlerini devirerek. Yeniden bana döndü. "Söylesene, kimi seçer?"
"Neden yeniden canımı yakmaya çalışan o adama dönüştün?" diye sordum kısık sesle. "Neden böyle bir soru soruyorsun? Aklından geçen ne?"
"Cevap ver, Minik," dedi direterek. "Tek bir cevap. Kimi seçer?"
"Ben kimi seçerim Koza?" dedim aynı şekilde canını yakmaya çalışarak. "Seni mi, Yankı'yı mı?"
"Daha önce bunun yanıtını aldım, Sadık Orhan sana tercih hakkı sunduğunda," dedi Koza. "İkimizden de vazgeçmedin, kendini feda ettin."
"Diyelim ki kendimi feda edemeyecek durumdayım," dedim. "Kimi seçerim Koza?"
Bartu diğer taraftan, "Aşktan vazgeçebilirim ama kardeşimden asla," diye fısıldadı.
"Ne?" dedim anlamayıp.
"Işık teknede oyun oynadığımızda sana bu soruyu sormuştu ve bu cevabı vermiştin." Bartu kafası karışmış şekilde bana baktı, sonra Koza'ya döndü ve ensesinden tutup kendisine çekti. "Kanadını kırdığımın götü, nasıl sorular lan bunlar? Beynim sikildi."
Koza, Bartu'nun elinden kurtulup, "Demek öyle bir yanıt verdin," dedi böbürlenerek. "Demek beni seçersin."
"Kapa çeneni, Koza. Kardeşlik, kan bağıyla olmaz."
Koza güldü. "Soruma hâlâ cevap vermedin, Minik."
Öfkeyle nefesimi verip, "Aklından ne geçiyorsa onlardan vazgeç," dedim dişlerimi sıkarak. "Ve Lâl'den uzak dur. Onu kendi haline bırak, sevmiyorsan sevme ama artık o boktan intikam oyunlarınla insanları mahvetmeye çalışma. Hiç mi ders çıkarmıyorsun, aptal herif? Kaybettiklerin yetmedi mi?"
Bir an bile düşünmeden, "Her şeyi kaybettim," dedi, ardından bir kez daha damarıma bastı. "Hâlâ cevap vermedin."
"Helin!" Ferda'nın sesiyle beraber başım merdivenlere döndüğünde, örgülü saçlarıyla bana doğru koştuğunu gördüm. Koza'yı omzundan iteklemeden önce Bartu'nun, "Lâl'e karşı nefretinden vazgeç," dediğini duydum. "Her şey bir yana, karşında beni bulursun."
"Her şeyin ama her şeyin sorumlusu o," dedi Koza ama devamını dinlemeden omzuna çarpıp Ferda'ya koştum ve önünde eğilip ona sarıldım. Arkasından yurttaki diğer çocuklar geldiğinde onlara da sarıldım.
Hepsi bana bir şeyler anlatırken en sessiz duran ve bana sarılmaya devam eden kişi Ferda'ydı. Başını omzuma yaslarken, eliyle saçlarıma dokunuyordu.
"Benim prenseslerim ve prenslerim," dedi Bartu, arkamdan diğer çocuklara ilerleyip Ferda'yla ikimizi başa başa bırakarak.
Koza omzunu duvara yaslamış bize bakarken bütün çocukların en soğuk buldukları kişinin o olduğunu biliyordum. "Nasılsın?" dedim Ferda'yı omuzlarından tutup geriye çekerek.
Canımı yakarak, "Nadir nerede?" diye sordu. "Çok özlüyorum, Helin. Hiç mi gelmeyecek?"
Yutkunduğumda arkamda adım seslerini işittim ve başımı çevirdiğimde Yankı'yı gördüm. Koza'nın karşısındaki duvara omzunu yasladı ve aynı şekilde bakmaya başladı. Ferda'nın gözleri ikisine kaydığında başını iki yana salladı ve bir kez daha bana sarıldı.
"O çok uzakta artık Ferda," dedim acımı belli etmeyerek. "Ama böyle olmanı istemezdi."
"Diğer çocuklar beni anlamıyor, o anlıyordu," dediğinde sesi titriyordu, ağlayacaktı. "Onu abim gibi görüyordum, bunu ona söylediğimde üzülüyordu. Gidecek diye mi üzülüyordu?"
"Belki de," dedim diğer ihtimal kalbimi yumuşatıp acıtırken. "Ama bir yerlerden izliyor ve seni böyle gördüğünde üzülüyor."
Yankı da dayanamayıp dizlerinin üzerine çöktü. "Bir günlüğün var, Ferda," dedi. "Nadir'i yaz o günlüğe, o okuyacakmış gibi düşün."
"Aynı şey değil," dedi Ferda omzunu silkerek; kollarımın arasından çekildi ve öfkeyle Yankı'ya baktı. "Onun bir kahraman olduğunu söyledin ama o öldü ve hiçbir masalda kahramanlar ölmez."
Koşarak yeniden merdivenlere dönüp basamakları çıkmaya başladı; arkasından gitmek için ilerledim ama Yankı kolumdan tutup beni çekti. "Şu an ne dersek diyelim, dinlemeyecek."
"Çünkü kızı kandırıyorsunuz," dedi Koza doğrularak. "Hiçbir çocuk masallarla ve yalanlarla büyümemeli. Ona gerçeği söylerseniz daha çabuk kabullenir, kendimden biliyorum."
"O yüzden böylesin işte," dedim çıkışarak.
"Ah, kalbim kırıldı," dedi gözlerini devirip. "Ne ağır laftı."
Dişlerimi sıktığımda onun yüzüne sert bir yumruk geçirmek istedim. Yankı'ya dönüp, "Işık nerede, biliyor musun?" diye sordum.
Koza'nın başını çevirdiğini gördüğümde onun bildiğini anladım ama Yankı'dan yanıt bekledim. "Bilmiyorum," dedi. "Işık bu aralar çok fazla…" uygun kelimeyi bulmaya çalıştı, "değişti. Bir şeyler var ama ne olduğunu anlamıyorum."
Gidecek, diyemedim. Hiçbir şey söylemeden yüzüne baktığımda içimden geçenleri hemen anlamış olmalı ki o sarılma ihtiyacıyla kollarını vücuduma sardı ve alnımdan öptü.
Koza kusar gibi ses çıkardığında Bartu'nun adımı haykırdığını işittim ve başımı eğip baktığımda, "Kardeşim," diye sesleniyordu ve çocuklara dövüşmeyi öğretiyordu. "Helin, canım kardeşim!" dedi sanki Koza'nın damarına basmak ister gibi. "Gel de nasıl kendini koruyabilirsin, sana da göstereyim!"
Koza'nın kaşları çatıldığında, Yankı buna güldü ve gözleriyle işaret etti.
Keyifle, "Abim!" diye seslendim. "Canım abim! Geliyorum, bekle!"
Kızgın gözleri bana döndüğünde Yankı'nın kollarından çıktım ve Bartu'ya doğru ilerledim.
Arkamızdan Koza ve Yankı gelirken, Yankı'nın içinde masallar ve Helin geçen bir cümle kurduğunu duydum.
Her ne dediyse başımı çevirip onlara baktığımda Koza'nın kaşları havada, "Bunu yapmaz," dediğini anladım. Göz göze geldiğimizde ise direkt ifadesini değiştirdi.
"Selamlar!" dedim Bartu'nun yanına giderek. Karşısındaki hemen hemen on iki-on üç yaşındaki erkek çocuğuna kendini korumayı öğretiyordu ve dizlerinin üzerine çökmüş, yumruk attırıyordu. "Çocuklar, kendinize seçtiğiniz öğretmen çok kötü. Ben daha iyiyim, gelin size ben öğreteyim bunu."
"Işık!" diye seslendi Mutlu ve dizlerine sarılmış vaziyette oturduğu yerden kalktı ve ona doğru koştu. Işık'ın da pantolonunun paçalarındaki çamurlar, Koza'yla az önce beraber olduklarını gösteriyordu, saçları da nemliydi.
Işık da Mutlu'ya sarıldı ve Koza'ya bakmadan bizim olduğumuz tarafa yürümeye başladı.
Bartu çöktüğü yerden kalkıp, "Sen misin benden iyi?" diye sordu.
"Evet," dedim göğsümü kabartarak. "Seni daha önce yendiğimi hatırlatırım."
"Hayır, dostum," dedi Işık, az önce Mutlu'nun oturduğu yere oturup ellerini birbirine çarparak. "İki-iki olmuştu ve yarım bırakmıştık. Üç olan kazanacaktı. Elimde videosu bile var."
"Hadi benim koca öküzüm!" dedi Mutlu ellerini çarparak. Işık gelince kendini daha iyi hissetmişti. "İki yüz kâğıt sana basıyorum!"
"İki hak vermiştim, doğru ya," dedi Bartu beni küçümseyerek. Ardından Mutlu'ya baktı. "Beş yüz kâğıt yap onu kıvırcık, serçe parmağımla yenerim bu bücürü."
"Üç yüz kâğıt Helin'e basıyorum," dedi Işık. "Teknikleri çok iyi ve Bartu gibi fevri değil."
Lâl ellerini kaldırıp Bartu'yu tuttuğunu gösterdi; beş yüz kâğıt Bartu'ya bastı.
Koza ve Yankı birbirine baktığında, Yankı, "Beş bin basıyorum Helin'e," dedi rahat bir sesle.
"Helin dövüşemese bile yine döner Helin'i tutardın yalakalığından, Sonuncu," dedi Koza gözlerini devirip.
"Sana ne lan!" dedi Yankı. "O her şeyin en iyisini yapıyorsa benim suçum mu?"
"Ne büyüsü bu?" dedi Mutlu arka taraftan bana doğru. "Hangi Dabbe filminden aldın kızım bu büyüyü? Kör oldu bu."
"Ne alakası var lan?" dedi Yankı. "Sadece gerçekçiyim."
"Gerçekçiye bak," dedi Mutlu gözlerini devirip. "Geçen gün Helin hamilesin dedi şakayla ve eliyle karnını yokladı."
Gülmeye başladığımda diğerleri de bana katıldı. "Şakaydı o," dedi Yankı, tek gülmeyen kişi olarak.
"Döktürme arama motorundaki romantik komedi filmi geçmişini," diye devam etti Mutlu.
"İğrenç, amına koyayım, izlerken o kadar sıkılıyorum ki," dedi Yankı yüzünü buruşturarak fakat göz göze geldiğimizde gülümsedi. "Çok güzel filmler de var tabii, bir ara yine sinemaya gidelim mi?"
"Hamburger patates de yiyecek misin liseliler gibi ya?" dedi Koza alayla.
Ciddiyetle, "Evet," dedik. Koza sorguladı, ardından gözlerini kocaman açtı ve eliyle alnına vurdu.
Evlilik teklifinden hiçbirinin haberi yoktu ve bunu Yankı ile benim sessiz bir anlaşmayla ertelediğimizin farkındaydım...
"Al işte," dedi Mutlu ve Yankı'ya yaklaşıp tıpkı Dabbe filmlerindeki gibi bir şeyler söylemeye başladı. "Çık içinden," dedi Yankı'ya doğru. "Terk et bu adamı, Macukacacuka."
"Macukacacuka ne?" dedi Işık gülerek.
"Hep öyle oluyor içine girenlerin adları," dedi. "Hatırlayamadım şimdi. İlla ki vardır bir tanışıklığı."
"Kardeşim, yeri mi şu an bu korku filmi muhabbetinin?" diyen Bartu kaşlarını çatmıştı, sonra çocukları gösterdi. "Yani çocukları dert ettim yoksa biliyorsunuz, ben korkmam."
Hepimiz inanmasak da ona başımızı salladık ve Mutlu olduğu yerde zıplayıp, "Sinemada şu an harika bir korku filmi var," dedi. "Ve hep beraber hiç sinemaya gitmedik. Bu akşam gidelim mi?"
Herkesten önce Bartu ve Koza, “Hayır,” dediğinde gözlerim kocaman açıldı.
“Sen de mi korkuyorsun?” dedim Koza’ya gülerek. “Sen? Korku filmlerinden?” Elimin tersini alnıma koydum. “Bayılacağım şimdi.”
“Evet, korkuyor,” dedi Işık kendini tutamayıp. “Hatta tuvalete gitmeye bile korkacak kadar.”
“Helinski, yer aç,” dedi Mutlu. “Ben de yanına gelip bayılacağım.”
“Gözünü kırpmadan üç adamı,” Yankı çocuklara baktı ve fısıldadı, “öldürürsün ama korku filmlerinden korkuyorsun. Uçağa binersin, yükseklik korkusundan elimi tutarsın. Süt içersin, keyiflenirsin. Ne türsün kardeşim sen?”
Yankı Koza’ya her kardeşim dediğine kalbimin sıcacık olması çok tuhaftı.
“Gözümle gördüğümü öldürürüm ulan,” diye fısıldadı Koza da. “Ama gözümle göremediğimi öldüremem, değil mi beynini becerdiğim herif. Ayrıca yükseklerden sert düşersin ve süt…" Kaşlarını çattı. "Sana ne lan benim sütümden? Sağlıklı besleniyorum belki ben."
"Hayatımda gördüğüm en kötü adam görünümlü pamuk herif," dedi Mutlu gözlerini kırpıştırarak. "Bi ısındım sana şu an."
"Yılışma," dedi Koza gözlerini devirip.
Aklıma gelen fikirle, "Madem gözünle gördüğünden korkuyorsun, korku evleri de ürpertmez o zaman seni," dedim Koza'ya sırıtarak.
"Ne alakası var şu an?" dedi Koza, sonra Bartu'ya döndü. "Niye bana oynuyorsunuz şu an? Şu herif korkağın önde gideni."
"Ben mi?" dedi Bartu kaşlarını kaldırıp. "Ben?" Başını iki yana salladı. "Kazanırsam korku filmine gidiyoruz."
"Kazanırsam korku evine gidiyoruz," dedim ben de.
Koza hangisinin daha kötü olacağını düşünürken bir anda Yankı'ya döndü. "Romantik komedi filmleri aslında güzel ya," dedi ve hepimiz kahkaha attık. Tek gülmeyen kişi Koza'ydı.
Birkaç dakika sonra Bartu beni karşısına aldı ve meydan okuyarak parmaklarını birleştirdi. "Merak etme," dedi boynunu çıtlatırken. "Bir yandan da sana kendini korumayı öğreteceğim."
Dümdüz dururken, "Çok komiksin Bartu," dedim. "Ve beni çok hafife alıyorsun."
Mutlu hakem imajıyla ortamıza geçip elini havaya kaldırdı ve üçten geriye sayarken Yankı, Koza'ya dönüp, "Sen kimi tutuyorsun?" diye sordu.
"Eğittiğimi," dedi gururla. "Helin'e on bin basıyorum."
"Parayı nereden buldun bu devirde?" dedi Mutlu saymasını yarıda keserek. "Yakında kardeşimi çulsuza vermem de diyecek misin?"
Kardeş şakasını Mutlu'nun da yapması tuhafıma giderken Koza normal karşıladı. "Bunu bir gün benden Helin'i isterse düşünürüz," dedi, ardından yüzünü buruşturdu. "Şakası bile çok kötüydü." Yankı'yla ikimiz ciddiyetle birbirimize baktık ve sabah aramızda olan konuşma zihnimizde döndü.
"Helin'i benden isteyecek, Yankı," dedi Bartu. "Geri bas Kelebek."
Işık diğer taraftan, "İstemek ne demek ya?" dedi. "Hangi devirdeyiz? Helin bir birey, kiminle olmak isterse onunla olur, geri kafalılar."
"Bu konularda aile babasıyım, dostum," dedi bana bakıp Bartu. "Ve benden isteneceksin."
"Öyle bir şey olmayacak," dedi Koza.
"Tamam, senden de ister," dedi Mutlu dudaklarını bükerek. "Üzüldün mü?"
"İsteme falan filan olmayacak," dedi kaşlarını çatıp. "Kapatın şu konuyu çünkü komik değil."
Bartu Koza'nın ağzını taklit ettikten sonra bana göz kırptı. Işık'la hayal kurarken, bir gün çocuğum olursa erkeklerin hem amca hem dayı, kızların da hem teyze hem hala olacakları aklıma gelmişti. Güzel bir hayaldi ve imkânsız değildi; imkânsız olmamalıydı. Öyle bir yürekten istedim ki o an bunu, belki de şu an mutluyuz diyeydi ama inanmak istedim.
"İki!" dedi Mutlu. "Ve bir! Başla!"
"Koza," dedim Bartu'ya hamle yapmadan önce. "Bu arada, seni de yenerim."
"Ooo," dedi Yankı ve Mutlu, alkışladılar. Gülerek Bartu'nun üzerine atıldığımda geriye çekilip arkama geçti, tam beni kavrayacağı sırada eğilip kollarından kurtuldum ve bacağına vurdum. Sarsılırken, göğsünden itekledim fakat tam yere düşecekken dengesini sağladı ve boynunu bir kez daha çıtlattı.
"Ne oldu brocuğum?" dedim keyifle. "Yollar otoyol diyorduk en son."
"Biz o otoyolu kendimiz yaptık, bro," dedi ve hiç ummadığım anda ensemden tutup beni çevirdiğinde sırtım göğüs kafesine çarptı. Diğer elinde bıçak varmış gibi boynuma yaklaştırdığında dirseğimle karın boşluğuna vurdum ve öksürürken ondan kaçtım.
"O otoyolu ışıklandıran da bizdik, kardo," dedim. "Biz olmasaydık sen o otoyolu kullanamazdın."
"Ay, bu ne böyle?" dedi Işık gözlerini açarak. "Ay, ne oluyor ya, ne oluyor? Helin, sen kimsin?"
Koza diğer taraftan gözleriyle işaret verirken, Yankı da elleriyle beni yönlendiriyordu. Lâl heyecanla Bartu'ya bakıyor, Mutlu keyifle gülüyordu. Çocuklar ise köşede alkışlıyordu.
Eğer hayatım bir film olsaydı bu sahneyi defalarca geriye alıp izlerdim, diye düşündüm çünkü umut vardı, sevgi vardı, inanç vardı, aile vardı.
Karanlık şimdi çok uzakta görünüyordu.
Lâl içimi okumuş gibi boynundaki makinesini kaldırdı ve büyük ihtimalle video çekmeye başladı.
Bu bir anıydı; geriye sarıp izleyeceğim, bazen yavaşlatacağım ve bazen de yüzlerini durdurup o içten gülümsemelerini göreceğim.
Seneler sonra onlarla izlemek istedim, onlarsız değil. Tek bir kişi eksik değil, hepsiyle. Hep beraber.
Gülümserken Bartu bana hamle yaptı fakat kahkaha atıp hızlıca arkasına geçtim, kendisini kurtarmasına izin vermeden dizinin arkasına vurdum, yere çöktüğünde elim boynuna gitti ve bastırarak geriye itekledim. Acıyla inleyip sırtüstü yere düştüğünde zaman kaybetmeden üzerine çıktım ve elimde bir silah varmış gibi alnına dayayıp parmağımı hareket ettirdim. "Çok basittin, dostum," dedim. "Ve öldün."
"Aklım dağıldı!" dedi Bartu yere vururken. "Lanet olsun! Aklıma başka bir şey gelmişti!"
"Savaşırken aklın..." dedim ve Koza devam ettirdi.
"Daima düşmanın gibi düşünsün yoksa kendi benliğini kaybedersin," diye tamamladı. Ekip'ten öğrenmiştim yani Koza'dan.
Yankı ıslık çalıp alkışladı ve yerde öfkeyle tepinen Bartu'nun üzerinden kucaklayarak kaldırıp sarıldı, ardından Işık da zıplayarak yanıma geldi ve o da sarıldı.
Mutlu yere çöktüğünde, Bartu'ya doğru, "Kalıbına tüküreyim senin," dedi. "Gitti iki yüz kâğıt." Lâl ise elini uzatıp Bartu'yu yerden kaldırmak istedi.
Işık ve Yankı bana sarılırken, çocuklar da alkışlıyordu.
Koza, bana doğru geldi ve elini kaldırıp çarpmamı bekledi. Karşılık verdiğimde eliyle saçlarımı karıştırdı. "Kimin öğrencisi," dedi keyifle.
Askeri demedi, öğrencisi dedi. Bunun bile içimi ısıtması bu kadar kolayken neden bana bunu yapmıyordu? Ona kalbim yumuşamak için hazır bekliyordu.
"Seni de yenerim," dedim üstün bir sesle. "Hem de hiç zorlanmadan."
"Yener benim kızım," dedi Yankı destek çıkarak.
"Seni de yenerim," dedim aynı şekilde.
"Yenemez..." Kaşlarımı kaldırdım ve cümlesi yarıda kesildi. "Yenersin tabii," diye düzeltti.
"Yinir binim kizim," dedi Koza taklit ederek. "Yalaka, göt herif."
Gülmeye başladığımda Yankı kendisine söylenen laftan sonra güldüğümü anladı ve beni kucaklayıp havaya kaldırdı, ardından Işık da ona destek verdi. "Düşeceğim!" diye bağırdım fakat bizi izleyen çocuklar da kahkaha atıyordu, ben de onlara katılıyordum.
Diğer Sokak Nöbetçileri de Yankı'ya katıldığında kahkaham yetiştirme yurdunun içini dolduruyordu, ben kahkaha attıkça onlar da gülüyordu.
Tekrar ettim içimden. Hayatım bir film olsaydı bu sahnede kalırdım; ne ileri giderdim ne geri.
Çünkü biliyordum, filmin ilerisinde kötülükler bekliyordu ve ben, mutluluklara aç bir kadın hatta bir çocuktum.
Paragraf Yorumları