logo

66. KIYAMET SONRASI

Views 121 Comments 0

KOZA

Gece 02.46: Sabah 08.46'ya 6 saat var; bu 6 saatin sonunda ya yaşayacak ya ölecektim.

02.47: Saniyeler dönüyor, araç gideceğimiz yere vardı. İçimdeki tedirginlik artmaya başladı, bunu diğerleri görüyor muydu, bilmiyordum ama hiçbirinin benim gibi hissetmediğine emindim.

Sonuncu kulaklıkları çıkarıp aracın içinde bize verdi, ardından bilgisayardan bağlantıyı sağladı. Saat 02.48: 5 saat 58 dakika kaldı.

Bakışlarım en son Helin'e dönmek kaydıyla hepsinin üzerinde geziniyordu; ilk önce Mutlu'nun, sonra Lâl'in. Lâl Sarca. Uzun süre boyunca sabah 08.46'da uyanıp iyi olduğuma emin olduktan sonra geri uykuya dalmama neden olan ilk kardeşim ve ilk hançerim. Bakışları bana döndüğünde gözlerimi kaçırdım.

"Helin," dedi Yankı, arabadaki Sniper’lardan bir tanesini ona uzatırken. "Bunu uygun bir yere sakla, sana emir verdiğimde soldaki çatıya çıkacaksın. Orası korunuyor." Bir tane Sniper’ı da kendi omzuna astı. "Mutlu, seninle içeriye arka kapıdan gireceğiz, benimle geleceksin." Nil'le ikimize döndü. "Biz içeriye girdikten sonra sizi çağıracağım." Bartu ile Lâl'e döndü, ardından Helin'e. "Siz dışarıda duracaksınız, saklanın, beş yüz metre uzağımızda her köşede adamlar olacak, ilk önce Sadık Orhan'ın adamları girecek, ardından biz."

"Peki o nerede?" diye sordu Nil; benim yanımda adını anmamaya dikkat ederdi, her ne kadar benim kollarımda son dansını yapsa da hâlâ geçmişime saygılıydı.

"Evde ama zorda kalırsa kaçacağını biliyoruz, o anda biz devreye gireceğiz. Evin içini bilmediğimiz için..."

"Zemin kat, soldan üçüncü kapı," dedi Nil kaşlarını kaldırarak. "Orası arka kapıdan depoya ulaşıyor çünkü bütün kapılarda iki kilit varken, o kapıda dört kilit var. Ayrıca daha az kullanılmış, aşınmamış." Herkes ona şaşkınlıkla baktı, ben hariç. Gözünden hiçbir şey kaçmayacağını biliyordum. "Beni o evde rehin almak zekice değildi, evin her santimine hâkimim. Dikkatli ve detaycı olmak bazen işimize yarıyor."

"Kızım benim," dedi Sonuncu ve yumruğunu kaldırıp Nil'in yumruğuna vurdu, ardından hepimize yeniden baktı. "Herkes ne yapacağını anladı, değil mi?" Hiçbirimizden ses çıkmadı, bu anlaşıldı demekti.

Hepsi farkındaydı, hayatım boyunca çıktığım en zor görev olduğunun; bundan olmalı ki Sonuncu yanıma Nil'i vermişti. Hiç kimse beni vazgeçiremezse onun vazgeçireceğini düşünüyordu ama bilmediği bir şey vardı, Nil de benden çoktan vazgeçmişti.

Yankı'nın telefonu çaldı, kulağına götürdükten sonra başını salladı.

Başlamıştı.

Kolumdaki saate baktım: 02.55, henüz sabaha çok vardı. Ensemden aşağıya bir damla ter yuvarlandı ve kalp atışımın hızlandığını hissettim.

"Kulaklıkları çıkarmayın," dedi, ardından arabanın kapısı otomatikman açıldı. Sonuncu arabadan ayrılmadan önce gözlerimiz kesişti, hiçbir şey söylemedi ama o bakışlarından her şeyi çözdüm.

Ben yaptım, dedi, sen de yapabilirsin. Ben kendi babamı alt edebildim, sen de alt edebilirsin.

Mutlu onun arkasından arabadan inmeden önce Nil’le sarıldılar sonra Helin’le.

"Kıvırcık," dedi Bartu endişeyle. "Sana her seslendiğimde ses vermezsen bozuşuruz."

"Âşıksın bana," dedi Mutlu gülerek ama o da çok gergindi. Arabadan indiğinde Nil büyük bir endişeyle Mutlu'ya bakıyordu ve bir an bileğimi sıkıca tuttu. Kendini durdurmak istediğini anladığımda bakışlarımız kesişti, direkt elini çekti, sonra bakışlarını kaçırdı. Yine de korktuğunda ilk bana sığınmak istemesi, neden sürekli ona döndüğümün bir göstergesiydi. Çünkü ben de ona sığınmak istiyordum.

Sonuncu kimseye hiçbir şey söylemeden yürüdü, ardından durdu ve dönüp arkasına baktı. Bir anda geri döndü, Heline sarılıp kulağına bir şeyler söyledi, Helin başını salladı, sonra yüzünü ellerinin arasına aldı ve düşündüğümden daha uzun süre alnından öptü. Helin onu bırakamayacakken bir anda yeniden arkasını dönerek ilerledi. Eğer biraz daha kalırsa bırakamazdı, bunu görebiliyordum.

Helin arkasından dolu gözlerle bakarken derin bir nefes verdi ve gözleri gökyüzüne kaydı, bir şeyler mırıldandı, sonra bize baktı. İlk önce Nil'e, sonra bana bakarken, “Yanında olacağım," dedi; abi demedi, o her abi dediğinde kendimi güçlü hissediyordum.

"Biliyorum," dedim gelişigüzel bir şekilde.

Helin bir anda elimi tuttu ve eğilerek, “Işıklar," dedi sakince. "Işıklar, abiciğim, bizim ortak noktamız. Bunu unutma." Abiciğim dedi, kendimi daha güçlü hissettim; korkmuyor gibi değil, korkularımı yenecekmiş gibi. Elini tutup kaldırdığımda ve avcunun içini öptüğümde titrediğini fark ettim, evde bana söyledikleri aklıma geldi. Korkuyordu, yeniden titremeye başlamıştı.

"Merak etme," dedim. "Son ana kadar savaşacağım, Minik."

Hiçbir şey söylemedi; inandı mı, inanmadı mı bilmiyordum ama, “Lâl," dedi. "Bartu. Hadi gidelim."

Lâl, Işık'ı çekip sarıldıktan sonra bana baktı, ona bakmayı pas geçtiğimde ve o arabadan indiğinde arkasından baktım. Silah belindeydi, görüyordum ama uzun zamandır kullanmadığına emindim.

Hayır, onu düşünmemeliydim, anlattıklarının belki de çoğu büyük bir yalandan ibaretti.

"Dikkatli olun," dedi Bartu, arabadan inmeden önce. "Ve birbirinize sahip çıkın."

Bir anda elim kolunu tuttuğunda ve onu kendime çektiğimde birkaç saat sonra ne olacağını bilmediğim için o içimi kemiren sorudan bir an önce kurtulmalıydım. "Sana bir şey soracağım," herkesin, özellikle Nil'in bizi duymasını umursamadan. Bartu kaşlarını kaldırdı. "Çünkü şu an sormazsam hiçbir zaman soramam ya da bu sorunun yanıtını öğrenmeden ölürüm."

"Ne oluyor?" dedi Bartu endişeyle ve arkasını dönüp Lâl'e baktı direkt, en çok onun için endişeleniyordu.

"Lâl," dedim kısık sesle. "Sana hiç kardeşi Hüseyin'i bulmak istediğinden bahsetti mi?"

Bartu yutkundu. "Bu nereden çıktı?"

"Bana cevap ver," dedim sert bir sesle. "Tek bir cevap, Bartu. Bahsetti mi, bahsetmedi mi?"

Düşündü ve en sonunda, “Hayır," dedi, bunun ardından hayal kırıklığı hissetmem benim aptallığımdı. "Evet," dedi bu kez de. Kaşlarım çatıldı. "İlk zamanlar bulmak istiyordu ama hiç yardım istemedi fakat ben ona yardım etmeye çalıştım." Başını omzuna doğru yatırdı. "Önder'e bundan bahsettim ve yardım edebileceğini söyledi." Şaşkınlıkla ona baktığımda eli ensesini buldu. "Sonrasında ise Lâl bir daha konusunu açmadı. ‘Bulmak istemiyorum,’ dedi."

Her şey ama her şey, hayatta boncuklar gibi diziliydi. Eğer bunun adı kaderse o dizinin ilk parçası, Bartu tarafından eklenmişti ve başlangıç, iyilik için olmuştu, saflıktan gelmişti. Bartu bütün kalbiyle Önder'e inanmış, ondan yardım istemişti, Önder bunu kullanmıştı ve sonrası tamamlanmıştı.

"Ne oluyor?" dedi Bartu endişeyle. "Lâl iyi mi?"

"İyi," dedim kolunu bırakarak. "Sadece ikimizin arasındaki geçmişten bir konu, Bartu. Sonra konuşuruz."

"Yanlış bir şey mi yaptım?" diye sordu bu kez, Helin ile Lâl ise Bartu'ya bakmak için başlarını eğdiler.

Lâl'in gözünün içine bakarken, “Hayır," dedim kendimden emin bir sesle. "Sen yanlış hiçbir şey yapmadın, sadece sevdiğin birisi için çabaladın, ondan vazgeçmek yerine."

Kısa bir sessizlik oldu, ardından Bartu benden bir yanıt alamayacağını fark ettiğinde o da arabadan indi. Nil’le baş başa kaldığımızda kemerimdeki silahları çıkarıp susturucularını taktım. "Bu neydi?" diye sordu, Nil bana.

"Hiçbir şey," dedim omzumu kaldırarak. "Gidelim." Ayağa kalkıp arabadan inmek için hamle yaptığımda hemen ardımdan o da kalktı ve beraber arabadan indik. Gözlerim kolumdaki saate kaydığında 03.04 olduğunu gördüm.

İkimiz de sessizce yürüdük, ardından Harun Aktan'ın annemi esir tuttuğu o evin önüne yaklaştığımızda kendimi tutamayıp kolumla Nil'i arkama aldım ve belimdeki silahı çıkardım.

"Sizi görüyorum," dedi Helin. "Etraf temiz, yürüyebilirsiniz."

"Biz kapıyı açıyoruz," dedi Yankı kısık sesle. "Ön kapının orada adamlar var, dikkatli olun. Mutlu, amına koyayım, şu telefonu bırak da aç şu kapıyı."

"Karışma," dedi Helin çıkışarak. "Mesajını atsın ve öyle devam etsin."

"Canım yengem benim," dedi Mutlu gülerek. "Tam da, bir saniye bebeğim, operasyona giriyorum, yazıyordum."

"Mal Mutlu, sana demedim mi pas verme diye." Bartu'nun sesi gerçekten de öfkeli geliyordu.

"Kapa o koca çeneni, aptal herif."

"Şu an yapmayın bari," dedi Nil öfkeyle. "Biri sizi duyacak."

"Ortalık çok sessiz," dediğimde bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamıştım ama diretmedim. Yaklaşık beş dakika sonra Yankı içeriye girdiklerini söyledi; farkındaydım, onun yapmaya çalıştığı direkt Harun Aktan'a ulaşmaktı. Biz öylece dururken bakışlarım Nil'e döndü. İkimiz de aynı şeyi mi düşündük, bilmiyordum ama başımızı salladık.

"Biliyor musun, Nil?" dedim diğerlerinin duymasını umursamadan. "Ben tehlikeyi önceden hissederim; işte bu yüzden arkama geçmeni istiyorum ki seni koruyabileyim."

"Burası," dedi Yankı donuk bir sesle. "Temiz ve kimse yok."

Birbirimize daha dikkatlice baktık. Bana yaklaştı, öyle çok yaklaştı ki nefesi yüzüme çarptı. "Biliyor musun?" dedi çenesini kaldırarak. "Ben de tehlikeyi önceden hissederim; işte bu yüzden senin arkana geçmeyi değil, yan yana durmayı istiyorum."

Bu son cümle oldu, ardından ikimiz de hislerimizde yanılmadık ve bir kurşun Nil'in arkasından geçip gerideki arabanın camına çarptı ve iki araç da ilerimizde durdu. "Başladı!" dediğimde arabadan adamlar inmeye ve silahlar patlamaya başladı. Harun Aktan'ın evinin önü göle, arka tarafı ormanlığa bakıyordu ve silah sesleri gökyüzüne gökgürültüsü gibi düşüyordu.

Nil’le sırt sırta durduk, ardından nişan alırken, “Sağa!" dedi Nil, sonra, “Koru beni!" diye bağırdı. O sağa giderken adamları nişan aldım, iki kişi yere düşerken az önce camı kırılan arabanın arkasına ulaştık ve ikimiz de sırtımızı arabaya verdik. Gözlerimiz kesişti, güldü, güldüm, ardından ikimiz de aynı anda arabanın üstüne çıkarak birkaç adamı daha nişan aldık.

"Bartu, arkana dikkat et!" dedi Helin, ardından silahın patlama sesi duyuldu, Bartu'nun küfrü onun iyi olduğunu anlatırken sırtımı yeniden arabaya yasladım ve şarjörümü değiştirdim. O sırada Sadık Orhan'ın adamları diğer köşelerden çıktı, Sadık Orhan ise Helin'in olduğu tarafa doğru gitti.

Ben şarjörü değiştirip doğrulduğumda Nil sırtını yasladı. "Düşündüğümden daha azlar, Sonuncu," dedim. "Evin içinde olmalılar."

"Siktir," dedi Sonuncu, sonra orada da silahların patlama sesi geldi. "Buraya birilerini gönderin. Mutlu, sağa geç."

O an bütün bunları özlediğimi hissetmek yüzümde gülümsemeye neden oldu ve biraz daha sağa kayarak solda gizlenen adamı vurdum. Nil de yeniden yanıma geldiğinde omzu omzuma değiyordu, şu an omzunun omzuma değiyor olması beni daha fazla gülümsetemezdi.

"Sus," dedi Nil, hiçbir şey söylemediğim halde. Şaşkınlıkla ona baktım, eğildi, bir kurşunun arka duvara saplanmasına neden oldu. Yeşil gözleri bana döndü, ateşi hissettim. "Sus," dedi bir kez daha. "O aklından geçenleri duyabiliyorum."

"Hepsini mi?" diye sordum ben de eğildiğimde ve bir kez daha şarjör değiştirdim, ben bunu yaparken o beni korudu. "Eğer hepsini duyabilseydin şimdi bu kurşunların ortasında..."

Sırtını yasladı, benimle. Üzerine giydiği beyaz tişörtten köprücük kemiğindeki anahtar dövmesi görünüyordu, göğüs kafesi kalkıp iniyordu, dudakları aralıklıydı. Bakışlarımız kesiştiğinde onu orada öpmemek için beni ne durduruyordu, bilmiyordum ama neyin durduramadığına emindim.

"Gideceğim ben," dedi yine kendine hatırlatmak istiyormuş gibi. Güldüm, dudaklarına baktım. "Gideceğim, aptal herif. Bakma bana öyle."

"Desteğe ihtiyacımız var," dedi Sonuncu kulaklıktan. "İki kişi buraya gelsin, içerisi dışarıdan daha kalabalık."

Nil’le birbirimize baktık, ardından, “Biz geliyoruz," dedim ve silah sesleri azalmak yerine arttı. Başımı yeniden kaldırdığımda artık siper almak bile mümkün değildi. Arka duvarı göstererek, “Önden gideceğim," dedim. "Beni koru."

"Tabii ki," dedi yarı alaylı yarı ciddi. "Bana sırtını dön ve dikkat et, o güzel sırtına bir kurşun saplanmasın."

Gülümsediğimde, “Senin tarafından sırtıma saplanacak kurşuna razı olduğumu bilmiyor musun güzel kız?" diye sordum.

"Şerefsiz ruh hastaları," dedi Bartu öfkeyle. "Bütün zamanlarda birbirinize surat sallandırıp şimdi flörtleşiyorsunuz, canımız götümüzde ulan."

"Sus," dedi Mutlu, sonra bir silah sesi geldi. "Çok güzeller."

"Ne?" dedi Helin, Bartu, Nil aynı anda.

"Vaov," diye inledi Mutlu. "Tomates çorbası. Bunu ben de beklemiyordum."

"Sadık Orhan'ın adamları azalıyor," dedi Sonuncu dişlerini sıkarak. "Ve Harun Aktan şu an bu evin içinde." Adını duyduğum an, vücudum bıçak gibi kesildiğinde sanki Sonuncu bunu anlamışçasına, "Onu göremedim," dedi. "Ama burada olduğunu biliyorum."

Nil gerildiğimi hissettiğinde başını salladı. "Hiçbir şey olmayacak," dedi kısık sesle, öyle kısık sesle konuştu ki dudaklarını okudum. "Onu yeneceksin."

Biraz beklemek istedim ama buna da zaman yoktu; tek bildiğim, her şeyin bir anda gerçekleşeceğiydi. "Önden gidiyorum," dedim doğrularak. "Peşimden gel." Onaylamasını beklemeden arabanın arkasından diğer duvara koştum ve temiz olduğunu gördüğümde onu da yanıma çağırdım. "Sağa doğru gideceğim," dedim Nil'e. "Beni arkamdan geldiğinde..." Arkasından birisi çıktığında Nil'i çekip duvara sıkıştırdım ve adamı vurdum. Adam yere düştüğünde başındaki kanlar ayaklarımıza ulaştı. Başımı çevirip Nil'e baktığımda vücudunun vücuduma yaslı olduğunu fark ettim, dudakları burnuma çarpıyordu ve duvarla benim aramdaydı.

Şu an hayatımın en korkulu günüydü, belki de yüzleşeceklerim bile aklımı kaçırmama neden olacaktı ama benim o an düşündüğüm tek bir soru vardı.

"Nil," deyip yutkundum. "Gidecek misin gerçekten?"

Nil ilk defa cevap vermedi, gideceğim diye diretmedi ya da o küçük çenesini hiddetle havaya kaldırmadı. "Üç dediğimde koşacağız," dedi karşılık olarak. Başımı salladığımda, “Bir," dedi, gözleri dudaklarıma kaydı, alt dudağına dişlerini geçirdi. Yutkunduğumda, “İki," dedi, bana sıkıca tutunan parmakları ensemdeki saçlara karıştı, kolum beline daha sıkı dolandı.

"Eğer üç dersen," dedim, nefesimi zorlukla vererek. "O siktiğimin sözünü tutmayacağım ve ölmek pahasına seni burada..." Bir kurşun sesi duyuldu, ardından omzumda büyük bir acı hissedip bağırdım. Nil bir anda beni arkasına aldığında etrafına baktı, sonra bakışları bana döndü. Elim omzuma tutunduğunda avcumun içi kan doldu ve dişlerimi acıyla sıktım. Nil hızla koştururken arkamızdan kurşun sesleri yükseldi, az önce önünde durduğumuz duvar delik deşik oldu. Bir aralığa geçtiğimizde sırtımı duvara yasladım. "Sikeyim," dedim çatılara bakarak. "Sikeyim! Sikeyim! Omzum! Seni öpecektim! Sikeyim!"

"Vuruldun, aptal!" dedi Nil öfkeyle.

"Ne oldu?" Endişeli ses Helin'e aitti. "Koza!"

"Keskin nişancı var," dedim elimi omzuma bastırırken. "Birinizin yukarıya çıkma zamanı geldi, omzumdan vuruldum."

"Sikeyim," dedi Bartu. "İyi misin?"

Nil aceleyle üzerimdeki tişörtü yırtarak çıkardığında, “İyi," dedi. "Sadece ufak bir sıyrık, benim yapmak istediğim cinsten. Siz devam edin." Gülecek gibi oldum, ardından canım yandı ve dişlerimi sıktım. Nil çıkardığı tişörtümü elimi itekleyerek omzuma sardı, sıkıca bağlayıp eğilerek dişiyle tişörtü biraz daha yırttı. Kurşunun sıyırdığı yere sıkıca bağladığında acı hissi azalmıştı ama kolumu hareket ettirmekte zorlanıyordum ve Nil şu şekildeyken bile hoşuma gidiyordu.

Fısıldayarak, “Bilerek o keskin nişancıyı tuttun, değil mi?" diye sordum. "Seni öpmeyeyim diye."

"Kapa çeneni," dedi Nil, sonra başını eğip etrafa baktı ve arka çıkış kapısının olduğu tarafa yöneldi. "Yankı," dedi keskin bir sesle. "Neredesiniz?"

"Üst kattayız," dedi Sonuncu. Sesindeki duyguyu hissettim, ya umutsuzluktu ya da çaresizlikti. Bir şeyler ters gidiyordu.

Biliyordum, yenileceğimizi değil, en sonunda hepimizin o adamın eline düşeceğini ve büyüsek bile çocukluklarımızın onun elinde un ufak olacağını.

"Yankı," dedi Helin. "Çatıya çıkayım mı?"

"Hepiniz buraya gelin," dedi dişlerini sıkarak. "Çünkü zaten izleniyorsunuz, nerede olduğunuzu biliyorlar."

Sessizlik oldu, Nil’le birbirimize baktık. Aklımdan geçeni okudu mu, bilmiyordum ama gözlerim kolumdaki saate kaydı, 04.00, miladın dolmasına 4 saat 46 dakika kalmıştı. Gözlerimi saatten ayırdığımda pantolonumun cebinde duran neşter sanki ağırlığını veriyordu.

Yavaşça uzanıp kulaklığını çıkardım sonra kendi kulaklığımı da öyle. Karşı gelmedi. Beni izlerken, “Nil," dedim, adını söylemeyi sevdiğimi yeniden fark ettiğimde. "Belki yeniden kaybedeceğiz, belki o bizim kıyametimiz olacak, belki de ben korkularıma yenik düşeceğim ama sana bir şey söylemek istiyorum."

"Yenilmeyeceğiz," dedi Nil ama parmağımı dudaklarına yasladığımda onu susturdum.

"Sana veda etmeyeceğim, benden vazgeç de demeyeceğim, bunların hiçbirini yapmayacağını biliyorum zaten." Başını iki yana salladığında diğer tarafı gösterdi.

"Gidelim," dedi adım atarak ama kolunu tuttum. "Hiçbir şey için geç değil, duydun mu? Gidelim." Sonuncu'nun çaresizliğini işitmiştim, geriye kalan birçok şeyi de öyle.

"Dinle beni, şimdi söyleyemezsem hiçbir zaman söyleyemem," dedim, ardından elimle ağzını kapattım ve yeşil gözlerinin içine baktım. "Bugün her şey mutsuz bir şekilde son bulursa git ve bana o anlattığın o hayatı yaşa, âşık ol, her duyguyu tat, Nil."

Gözlerinde içimdeki acının bir yansıması vardı. Benden gizlemeye çalıştı, belki de başardı ama ben onu gördüm. Bu acı aynı zamanda bir kırgınlıktı, bir kızgınlıktı, bir çaresizlikti.

"Sev, sevil, benim sana vermediğim bütün duyguların doruklarına ulaş çünkü ben çoktan ölmüş olacağım," diye devam ettim. "Artık ne Koza ne Poyraz nefes alıyor olacak, mezar taşıma bir isim bile yazılmayacak çünkü aslında ikisini de hiçbir zaman tam anlamıyla kabullenmedim."

Dolan gözlerini gözlerimden ayırmıyordu, bana dikkatlice bakıyordu ama kelimeleri duymaya tahammül edemediğini kendi kalbimde hissettim. Onun kalbini kendi kalbimde hissettim.

"Tarih yazacaklar," dedim. "SN ekleyecekler ve Birinci diyecekler. Siz bileceksiniz, başka kimse bilmeyecek."

Elimi iteklemeye çalıştı ama izin vermedim, dolan gözleri parlıyordu. "Ama benim söyleyeceklerim bunlar değil." Elimi ağzından çektiğimde dişlerini sıkmış bir şekilde bana bakıyordu. "Eğer yaşarsam, eğer kazanırsak ve eğer dik durabilirsem, Nil," elim yüzünde gezindi, sonra köprücük kemiğindeki o dövmede. "Uğruna anahtar dövmesi yaptırdığın adamdan gitme." Dudakları aralandı ve gözünden bir damla yaş aktı. "İlk ve son kez söyleyeceğim, en büyük bencilliğim olacak ama gitme, Nil. Benden gitme."

Dudakları aralandı, bir şeyler söyleyecek gibi oldu, sonra geri sustu. Gideceğim, demedi ama gitmem de demedi, öylece gözlerimin içine bakıp yanaklarını sildi ve o anda, bir elinin karnında durduğunu fark ettim.

"Gitme ki mucizelerin varlığına ikimiz de inanalım." Dile getirirken bile canım yanıyordu. "Ben yaşarsam ve sen gidersen, bunun adı benim için yaşamak olmaz, yarım kalırım ama eğer gitmezsen yemin ederim bütün mucizeleri senin için gerçekleştiririm, çabalarım, her yolu denerim."

Parmakları karnının üzerinde içeriye kıvrıldı. Hiç doğmayacak çocuğunun boşluğunda. Bir kez daha bir şey söyleyecek gibi oldu ama sonra yine sustu. Kulaklığı kulağına yerleştirdi. "Geliyoruz," dedi ve dışarıda silah seslerinin de sustuğunu fark ettim.

Bir kez daha yüzüme bakmadı ve yürüdü, beni arkasında bıraktı.

Peşinden giderken düşündüğüm gideceğim dememesiydi, diyebilirdi ama demedi.

Kalacak mıydı? Yoksa bana acıdığı için mi şu an gitmem demiyordu?

Artık silahların hedefinde değildik ama yine de dikkatlice Sonuncu ile Mutlu'nun açtığı kapıdan girdiğimizde diğer taraftan içeriye giren Bartu, Lâl ve Helin'le karşılaştık. Sadece birbirimize bakıp merdivenlere yöneldik. Helin hemen yanıma geldiğinde ve bir anda elimi sımsıkı tuttuğunda, “Buradayım," dedi bir kez daha, sonra vurulduğum yerden, omzumdan şefkatle öptü. Şaşkınlıkla ona baktığımda acıyla nefesini verdi. "Çok üzülüyorum, acımasın canın."

Elimi tutabilirdi ama içimdeki bu ölü adamı canlandıramazdı. Elimi yanağına yerleştirdim, sonra saçlarından öptüğümde, “Benden küçüksün," dedim alayla ama keyfim yoktu. "Ablam gibi davranma."

"Sus," dedi kaşlarını çatarak ve bir kez daha vurulduğum yerden öptü ve merdivenlere yöneldik. Başımı çevirip baktığımda Bartu'nun da Lâl'in elini sımsıkı tuttuğunu gördüm. Lâl ise bana bakarak sadece bir kez başını iki yana salladı; ona söylemiştim, ne yapacağımı biliyordu.

Merdivenlerden yukarıya çıktıkça kırmızı ışıklar gözlerimi aldı ve ağzımdan öfkeli bir küfür yuvarlandı.

"Babalar çocuklarını sever, sen neden beni hiç sevmiyorsun?" diye soruyordum Harun Aktan'a. Bir cevap bile vermeden sert bir tokadı yüzüme vuruyordu, bir piç olduğumdan söz ediyordu ve beni o ışıklarla baş başa bırakıyordu.

Ben titredim, Helin titremedi ve elimi daha sıkı tuttu.

Üst kata çıktığımızda Sonuncu ve Mutlu'yu gördüm. Sonuncu bana bakışlarıyla bir şeyler anlatmaya çalıştı ama kırmızı ışıklardan başka hiçbir şey göremiyordum.

"Merhaba efendim," demiştim, köşedeki bakkalın sahibine. Üstten üstten bakıp cevap vermemişti. "Efendim, rahatsız ediyorum ama beni babam dövüyor, yardımcı olabilir misiniz?"

"Çık dışarı, küçük; babalar çocuklarını döver."

"Babalar çocuklarının kemiklerini de kırar mı, efendim?"

"Çık dışarı."

"O beni yakıyor, efendim. En azından polise gitmemi sağlasanız? Çok korkuyorum ben."

"Çık dışarı, dedim, ufaklık."

Sonuncu ile Mutlu'nun yanına geçtiğimizde Helin Sonuncu’nun yan tarafına geçti ve bakışlarıyla anlaştılar. Nil Mutlu'ya sıkıca sarıldı.

"Ekip tamamlandı," diye bir ses duydum. Onun sesi; kâbuslarımın, korkularımın, çocukluğumun. Gözlerim televizyon ekranına kaydığında ilkin az önce durduğumuz sokağın görüntülerini fark ettim, ardından evin her köşesinin ve en üstte onun yüzü. Sanki orada durmuş; korkularımın, çocukluğumu elimden alan her anının içinden bakıyordu.

Harun Aktan bütün korkularımın sahibiydi; o korkularsa derimi delip geçerek bağlanan ipler gibiydi ve o ipler onun parmaklarına dolanmıştı. Geçmişim ve çocukluğum onun parmaklarında dağılmıştı. Poyraz onun parmaklarında kaybolmuştu. Bugünse yine Koza'yı korkularıyla o parmaklarının arasında tutuyordu. Geçmişimi, çocukluğumu ve Poyraz'ı yanıma alıp o ipleri kesecektim. Gerekirse Koza'yı yok edecektim ama o korkular bugün, burada son bulacaktı. Bir milat yazılacaktı.

"Merhaba, çocuklar," dedi keyifli bir sesle. Sesini duymak içimdeki korkuyu besledi, korkuysa bir yandan beni güçsüzleştirirken diğer yandan daha da güçlendirdi. "Hoş geldin sevgili kızım ve sevgili oğlum."

"Öğretmenim!"

"Söyle Poyraz."

"Babalar çocuklarını sever mi?" Öğretmen kaşlarını kaldırmıştı. "Babalar çocuklarına nasıl hitap eder? Küfürler eder mi? Onlara piç der mi?"

Öğretmen bir cevap vermedi, beni PDR servisine yönlendirdi, PDR servisi Harun Aktan'ı çağırdı ve eve gidince bir daha dayak yedim.

"Yüzünüzden düşen bin parça," dedi kameraya doğru. "Keyif almıyor musunuz?" Yüzündeki gülümseme soluklaştı. "Seni Önder'in piç kurusu," dedi Sonuncu'ya doğru. "O yarım aklınla beni alt edebileceğini mi sanıyordun?"

Parmaklarımın ucu karıncalandı, ruhum uyuştu ve korku daha da büyüdü ama fark ettim ki korkularım beni daha da büyütüyordu ve bugün burada, Harun Aktan'ın yüzünde, onun sesinde bir kez daha büyüyordum.

Sonuncu hiçbir cevap vermedi. "Sevgili kızım, Helin'im," dedi gülerek. "Şu güvendiğim, beş para etmez çocuklara bak; görüyorsun ya, yine avuçlarımdasın."

Yine avuçlarımdasın... Göremediği bir gerçek vardı, miras bıraktığı korkular bizi o kadar büyütmüştü ki artık avuçlarına sığmıyorduk.

Helin hiçbir cevap vermedi.

"Oğlum," dedi, daha fazla titredim, başımı önüme eğdim. "Poyraz," dedi, gözlerimi kapattım. "Poyraz!" diye bağırdı.

"Efendim," dedim başımı eğdiğim yerde.

Bugün sondu. Bugün çocukluğum da Poyraz da son kez başını eğiyordu. Başımı eğdiğim yere son kez bakıyordum, belki korkularımla vedalaşıyordum, belki de onlara teslim oluyordum ama biliyordum ki Poyraz'ın ve o küçük çocuğun eğdiği başı Koza kaldıracaktı.

"Bana karşı bu şekilde başkaldırmanın cezasını ödemeyeceğini düşünmüyorsun, değil mi?"

Evet, bir cezası olacaktı ve bu ceza belki de ilk defa Harun Aktan'ın kazancı olmayacaktı. Bu sefer ya benimle kaybedecekti ya da bana yenilecekti.

Korkumun sinsice derimin altına yayıldığını, ilerleyip beni ele geçirdiğini hissettim. Kalp atışlarım yaşam ile ölüm arasında, korku ile cesaret arasında hızlanmıştı.

"Düşünmüyorum, efendim."

"Beni neden öldürmüyorsun? Zaten yaşamıyorum ki!"

"Seni bana benzetmek için Poyraz'ım."

"Sana benzemeyeceğim ki," demiştim ağlayarak. "Hiçbir zaman hem de."

"Farkında olmadan benzeyeceksin, oğlum, direnmeyeceksin. Şimdi soyun, çıkar o şortunu."

"Sence ben aptal biri miyim?" Cevap vermedim, Helin'in eli elimi daha sıkı tuttu ama artık bir anlamı yoktu. Korkumun arasında Helin'in cesaretini hissettim. Beni öldürmeyecekti, yine işkenceler çektirecekti hatta eve kapatacaktı. Herkese başkaldırabiliyorken onun karşısında nasıl bu kadar korkabilirdim? Nefes alamıyordum, ondan korkuyordum, boğuluyordum. "Cevap ver!" diye bağırdı.

"Senin belanı sikeceğim," dedi Bartu dişlerinin arasından. Korkumun arasında Bartu'nun öfkesini hissettim.

"Basma damarına," dedim Bartu'ya doğru. Sanki konuşan ne Koza'ydı ne Poyraz'dı. Konuşan küçük bir çocuktu, benim çocukluğum. "Yapma Bartu."

"Ben Koza," demiştim Ekip'i ilk oluşturduğumda. "Bana Patron ya da Efendim, diye hitap edeceksiniz." Tıpkı Harun Aktan gibi konuşuyordum. "Her suç cezayla ödenir." Bütün cezalarım ondan öğrendiklerimdendi. "Acımasız biriyim, acıtarak size gerçekleri öğreteceğim."

Yaktım, boğdum, yıktım ve en sonunda ona benzedim, ona benzemek beni en çok bitirendi.

Harun Aktan kahkaha attı. "Şimdi gelelim, benim o güzel planlarıma, değil mi?"

"Annen seni hiçbir zaman sevmedi, biliyor musu, Poyraz? Ölmeni istedi ama ben yaşattım. Teşekkür et."

"Teşekkür ederim," dedim boğuk bir sesle ve daha fazla titrediğimi fark ettim. Harun Aktan daha gür sesle kahkaha attı.

Korku geçmişten, şimdiden ve gelecekten saldırıyordu. Daha da büyüdüm. Büyüdükçe daha da korktum.

"Sıkıldım," dedi elindeki sigarasından nefes çekerken. "Aranızdan iki kişiyi istiyorum, beş dakika içinde karar verin. Derhal."

Bağırmak, çırpınmak istiyordum ama yapamadım. Helin'e doğru eğilerek, “Beni ne olur vermeyin," dedim korkuyla. "Öldürün ama vermeyin."

"Neden iki kişi?" diye sordu Sonuncu.

"Çünkü diğerleriniz öleceksiniz."

Sonuncu ve Nil bakıştı, çok kısa bir anın ardından Sonuncu televizyona yeniden döndüğünde, “Bugün birileri ölecek," dedi ve gülümsedi, dudaklarım aralandı. "Ama o biz olmayacağız." Nil de gülümsediğinde başını salladı. Korkularımın arasında Nil'in umudunu hissettim. "Maalesef Harun Aktan, oyunlarının sonuna geldin, tam da söz verdiğim gibi senin hayatını sikeceğim."

Harun Aktan'ın yüzündeki ifade değişti, kaşları havalandı, sonra bulunduğu yerden silah sesleri yükseldi. O kadar korkuyordum ki neredeyse hiç korkmadığım bu silah sesleri beni irkiltecekti. Kendi korkumun içinde Lâl'in korkusunu hissettim, o korkuyu tanıdım, daha da büyüdüm.

Harun Aktan ayağa kalktığında arkasındaki iki adam da yere düştü, sonra kadraja Sadık Orhan girdi ve elindeki silahı Harun Aktan'ın ensesine yasladı, onun arkasındaki adamlar üzerindeki silahları toplarken kıyafetlerini de çıkardılar ve sadece iç çamaşırıyla kalmasına neden oldular. "Merhaba Harun Aktan," dedi Sadık Orhan. "Kapanmamış bir defterimiz vardı, öyle değil mi?"

"Merhaba Harun Aktan," dedi Sonuncu eliyle alkış tutarken. "Kapanmamış bir defterimiz vardı, öyle değil mi?"

Korkumun arasında Yankı'nın güvenini hissettim.

Harun Aktan başını iki yana sallarken Sadık Orhan tuttuğu gibi onu o odadan çıkardı, ardından geriye bir boşluk kaldı.

"Nasıl?" dedi Helin zorlukla konuşarak.

"Yine kumar oynadık," dedi Sonuncu merdivenlere ilerlerken. "Ve Nil'in düşündüğü odayı Sadık Orhan'a önceden söyledim, yedimizi toplamayı düşündü ama Sadık Orhan'ı unuttu. Aptal olduğunu biliyordum ama bu kadarını düşünmezdim."

"Bitti mi yani?" diye sordu Mutlu kaşlarını çatarak. "Bu kadar mı?"

Korkumun içinde Mutlu'nun inancını hissettim.

"Şahı eline alırsan satranç biter," dedi Nil Mutlu'ya doğru. "Şah elimizde." Bakışları bana ve Helin'e döndü. "Aşağıya inelim."

Beşi hep beraber aşağıya indiler, ben ve Helin ise geride kaldık. İkimiz de henüz bitmediğinin bilincindeydik ya da çocukluğumuzdan olsa gerek bir direniş içindeydik. Şu an onunla yüz yüze gelecektim, ne olacağını bilmiyordum ve bütün bunlara hazır olmamak yaralayıcıydı.

Kırmızı ışıklar yanıyordu, ikimiz de öylece bir süre o odanın ortasında el ele durduk. Ben korkudan gidemiyordum, o beni bırakmak istemiyordu.

Kırmızı ışıkların altında korkuyu hissettim. Bu Helin'le ikimizin korkumuzdu ama Helin benden daha cesurdu.

En sonunda, “Yapmak zorundayız," dedi kendinden emin bir sesle. Her zaman benden daha cesurdu, daha korkusuzdu. Belki de bunları bildiğim için bir dönem onu delicesine kıskanıyordum.

"Anlamıyorsun işte," diye mırıldandım. "Şu an onun karşısında bu şekilde durmak bile öldürdü beni. Güçsüzüm, mahvolmuşum, ölüyüm." Boğazımda bir yumru vardı, yutkunsam da geçmiyordu.

"Koza," dedi Helin, sonra karşıma geçip elimi bıraktı. "Direnirsen yaşarsın, hiç direnmeyi denedin mi?"

"Hayır," dedim başımı iki yana sallayarak.

"O halde direneceksin." Başını salladıktan sonra merdivenleri işaret etti. İstemiyordum, sonunu biliyordum ama yine de yürüdüm ve o merdivenlerden aşağıya indim, ardından kapıdan dışarıya çıktığımda onları gördüm. Beş Sokak Nöbetçisi, sokağın ortasında yan yana dizilmiş duruyorlardı ve karşılarında Harun Aktan vardı, Harun Aktan'ın arkasında ise onun ensesine silah dayamış olan Sadık Orhan.

Beş Sokak Nöbetçisi oradaydı, sanki çocuklukları önlerinde duruyor ve karşılarındaki adama, Harun Aktan'a bakıyordu. Poyraz'ın ve Helin'in çocukluğu ise Harun'un tam önündeydi ve bu beş Sokak Nöbetçisi'ne bakıyordu.

Küçük adımlarla onların yanına gittiğimde hepsinin bakışları bana döndü, benim gözlerim ise Harun Aktan'ın üzerindeydi.

Altında siyah bir iç çamaşırı vardı, çırılçıplaktı ve oldukça âciz görünüyordu. Yalnızdı, yanında kimse yoktu, bizden bir farkı yoktu; yanında benim çocukluğum iç çamaşırlarıyla durmuş onu izliyordu ve yine de onun için endişeleniyordu.

Böyle bir kalbi mahvetmek çok zordu, bana bunu yapmıştı.

Sokak Nöbetçileri'nin ortasına ilerlediğimde Lâl önüme geçti, bir an bile düşünmeden. Harun Aktan'dan gelecek zarar için değil, benim kendime uygulayacağım zarar için bunu yapmıştı.

Harun Aktan hepimizin yüzüne bakıyordu ama ben ve Helin'in üzerinde daha fazla oyalanıyordu; bana bakmasına da bir yere kadar tahammül edebiliyordum ama kardeşime bakışına katlanamıyordum.

Zaten korkularımın yanında affetmediğim en büyük acı da bu değil miydi? Helin'i o adamın ellerinde bırakmak ve bütün o acıları çekmesine neden olmak.

Ellerimi sıkıca yumruk yaptığımda güçlenmek istiyordum fakat faydasızdı, ona her baktığımda gözleriyle beni alt ediyordu.

Gecede ağır bir sessizlik vardı. Bakışlarım gökyüzüne kaydı, yıldızlar fazlasıyla parlaktı, ardından kolumdaki saate baktım.

05.32: Üç saatten biraz daha fazla kalmıştı ve ben hâlâ korkuyordum.

"Bir şey söylemeyecek misin?" diye sordu Sadık Orhan, ardından bacağının arkasından Harun Aktan'a öyle sert bir tekme attı ki acıyla inleyerek dizlerinin üzerine çökmek zorunda kaldı. "Az önce konuştuğun gibi konuşsana."

Dişlerinin arasından acıyla inlerken, “Konuşacağım," dedi başını sallayarak. "Elbette konuşacağım ama şu an değil."

Sonuncu güldü. "Yolun sonundasın, Harun Aktan," dedi başını iki yana sallayarak. "Güçlü mü davranacaksın böyle? Neye güveniyorsun?" Sonuncu kaşlarını kaldırdı. "Biliyorum, bir saniye," elini öne uzattı, Mutlu telefon verdi. Birkaç düğmeye bastıktan sonra öne adım attı ve ekranı Harun Aktan'a doğru tuttu. "Burası senin tekstil fabrikan, değil mi?" Başını salladı ve cebinden başka bir telefon çıkardı. "İzliyor musun?" Harun Aktan dişlerini sıktı, elleri aşağıda, yumruk şeklindeydi. "İzliyorsun." Diğer telefonla bir düğmeye bastığında büyük bir patlama sesi duyuldu, ardından ekrandaki görüntüden alevler çıkmaya başladı. "Parana mı güveniyordun? Artık yok." İşaret parmağını alayla kaldırdı. "Bir saniye, başka neye güveniyordun? Şerefsiz evladı olduğun için elindeki kasetlere, değil mi?" Başını iki yana salladı. "O kasetlerin hepsi artık elimizde, Harun Aktan. Başka neye güveniyordun? Zekâna mı?" Sonuncu yere tükürdü. "Şu kadar bile zekân yok. Ne kaldı geriye?"

"Belki benim hiçbir şeyim kalmadı," dedi ama hâlâ sesi kendine güveniyormuş gibi geliyordu. "Ama sizden de öyle şeyler çaldım ki aklınız hayaliniz almaz."

"Beni hiçbir zaman unutmayacaksın, oğlan çocuğu. Çünkü senden en utanç verici anılarını çaldım."

"Bunlar son çırpınışların," dedi Helin kendinden emin bir sesle. Onun da sesi öylesine korkusuz geliyordu ki duruşuna hayranlık beslemiştim, benim aksime dimdikti. "Çaldın, bozdun, yıprattın, mahvettin ama sonunda kaybettin. Elimizdesin ve seni mahvedeceğiz."

"Öyle mi?" dedi Harun Aktan. "O halde şov başlasın. Son üç, iki, bir, start!"

Bir anda etrafımızdan adamlar çıkmaya başladığında on beş kişi arkamızdaydı ve bir o kadar da Sadık Orhan'ın arkasında vardı. Hiddetle nefesimi verdiğimde hepsi el pençe Harun Aktan'ın önünde duruyordu.

"Ben ölürsem," dedi Harun Aktan. "Siz de ölürsünüz. Bu kumara var mısınız?"

Sonuncu güldü, Sadık Orhan güldü. "Gerçekten bunu düşünmediğimi mi sanıyorsun?" İşte o an Harun Aktan'ın son kozunda da mahvolduğunu fark ettim. "Evet, belki bu durumda biz kazanmayacağız ama sen de kazanmayacaksın çünkü beş dakika sonra polisler burada olacak, biz hepimiz içeriye atılacağız. Bu adamların da dahil." Arkasına baktı, dudaklarını büktü. "Hoş, artık çoğunun parasını da veremezsin, orası ayrı."

"Yalan söylüyorsun." Bu gerçekten son kozuydu, son oyunuydu, daha fazlası yoktu, bunu anlamıştım.

"Ben yalan söylemem," dedi Sonuncu başını sallayarak. "Birazdan polis sirenleri burada olacak." Adamlar kendi arasında söylenmeye başladığında hepsinin gerisingeriye kaçmaya başladığını fark etmiştim, kalanlar ise ikilemdeydi.

Tam o anda uzaktan polis siren sesleri duyuldu ve o an Sonuncu'nun ne yaptığını anladım, güldüm, sonra sustum, ardından bir daha güldüm. Bakışlarımız kesiştiğinde bu zamanda değildik, Helin'i kurtardığımız günün içindeydik, bunu biliyordum.

Polis sirenini duyan adamlar bu kez hiç çekinmeden kaçmaya başladığında o sirenler de gitgide yaklaşıyordu.

İyi de kim?

Harun Aktan'ın gözleri boşluğa döndü, ağzı aralandı ve son numarası da bitti. "Ne oldu ulan, sikik?" dedi Bartu kelimenin üzerine basarak. "Kaldın mı şimdi elimize? Ben şimdi seni boş zamanlarımda sadece canım sıkılıyor diye duvardan duvara çarpıp, sonra duvarları kirlettin diye bir de dövmez miyim ulan?"

Mutlu dilini damağına üç kez vurdu. "Çok ayıp, hiç kaba kuvvete gerek yok. Diyorum ki soyup mahallede koşturalım. Tasmayla. Yakışır."

Nil gülmeye başladı, ardından diğerleri de öyle. Uzaktan, Harun Aktan'ın arkasından siren ışıkları yaklaştı, sonra büyük bir kalabalığın bize doğru yaklaştığını fark ettim. Onlar yaklaştıkça boyutları küçüldü ama kişiler arttı.

En sonunda, en büyüğü on beş yaşında olan çocuk topluluğunu gördüğümde, Helin, “İnanmıyorum," diye bağırdı ve gülmeye başladı. "Onlar!" Bütün çocuklar Harun Aktan'ın arkasında etten duvar örerken önünde de biz vardık.

Sonuncu elini alnına yerleştirip, “Şef," dedi ortalarındaki çocuğa selam verirken. "Tam zamanında."

"Şef," dedi çocuk da Sonuncu'ya. "Borçlar ödenir."

"Yok artık!" dedi Bartu gözlerini kocaman açarak. "İşte buna sigara yakılır!"

"Yeniden karşılaşacağımızı söylemiştim, bugüne denk geldi." Sonuncu Helin'e dönüp baktığında gözlerinin içi gülüyordu, diğerlerinin de öyle. Bir tek ben içimde aşamadıklarımla kalmıştım.

Elim yavaşça cebime gitti ve parmaklarıma neşterin keskin tarafı dokundu. Bu keskin tarafın verdiği hissi, bir an damarlarımda düşündüm. Ve o an, Harun Aktan'ın karşısında yenilmek mi daha çok canımı yakardı yoksa bu neşterin damarımı kesmesi mi, bilemedim.

Küçüktüm, artık ondan kurtulmak istiyordum fakat beni odama kilitlemişti. En sonunda dayanamayıp yumruğumu cama vurmuştum, cam avcumu kesmişti; ölmemiştim, iz kalmıştı ve sonucunda ben camı kırdığım için yine dayak yemiştim.

Az önce Helin, benim küçük kardeşim, sanki o izi biliyormuş gibi avcumun içinden öpmüştü.

Şimdi yine avcumun içinde bir acı hissediyordum çünkü o neşteri cebimden çıkarmıştım, avcumda sıkıca tutuyordum ve tıpkı çocukluğumda olduğu gibi sol avcumun içini, az önce Helin'in öptüğü avcumun içini kesiyordu.

Bu yaptığım yanlıştı, benim küçük kardeşimin öptüğü avcumu korkularım yüzünden kesiyordum, ya bir daha Helin bunu yapmak istemeseydi?

Pişman oldum ama yumruğum daha sıkı bir hal aldı.

Önümde saatler önce yüzleştiğim Lâl beni korumak için duruyordu, onun yanında kardeşim Helin vardı, Nil bana bıraktığı neşterin şu an avcumu kestiğinden habersizdi. Bartu, Mutlu ve Sonuncu yanımdaydı. Harun'dan korumaya çalışıyorlardı, peki beni benden kim koruyacaktı?

Ya bu neşterle geçmişi alt edecek, Poyraz'ı sevecektim ya da korkularımı da alıp bu neşterle Koza'yı öldürecektim fakat bir kez daha ona boyun eğmeyecektim. Nil elime acıyla baktı. "Koza," diye fısıldadı günler sonra. Poyraz demedi, Koza dedi. "Yaşamaya çalış, benim için. Mucizelere inanmam için."

Mucizelere inanmam için, dedi, bu artık gitmeyeceğim mi demekti? Yoksa kendime bir şey yapmamam için mi bunu söylüyordu?

Farkındaydım, herkes beni bekliyordu, onu alt etmek için. Küçük kardeşim Helin bile bütün acılarına rağmen ilk önce benim yüzleşmemi ve belki de benim onun canını yakmamı istiyordu.

Avcum daha fazla kesildi ama öne bir adım attığımda Lâl'in omzunu tuttum ve onun geriye çekilmesine neden oldum. Harun Aktan başını eğdiği yerden kaldırdığında direkt göz göze geldik.

O gözlerimin içine baktı, benim kalbim korkuyla attı ama Helin'in arkamdan, “Buradayım," dediğini duydum bir kez daha ve o an gördüm, kimse görmese bile ben gördüm.

Harun Aktan'ın hemen yanında çocukluğum durmuş, bana bakıyordu. Ağlamıyordu, direnmiyordu, sadece ne yapacağımı bekliyordu. Eğer kendimi öldürürsem anlayış gösterirdi, eğer onu yenersem yine kabullenirdi.

İkisine de tamamdı ama ben hangisini istediğimi bilmiyordum. Biraz daha yürüdüm, avcumda tuttuğum neşterden yere kanlar damladı, biliyordum hatta arkamda bir hareketlenme oludu ama birileri birilerini tuttu. Helin'di büyük ihtimalle ya da Nil, onlara bakmadım.

Eğer bakarsam kendi istediklerimin dışına çıkabilirdim. Eğer bakarsam acıdıklarını düşünüp kendimi öldürebilirdim. Eğer bakarsam bir an güçlü hissedebilir, başımı kaldırabilirdim ama yine kırmızı ışıklardan korkardım.

Yüzleşecektim.

Kulaklarımda Bartu'nun saatler önce söyledikleri çınladı, benim demişti, intikam almak isteyeceğim biri yok, neden diye bile soramıyorum. Benim böyle imkânım vardı, nedenlerin hiçbir önemi olmazdı ama intikam işte oradaydı.

Tam karşısında ayakta durduğumda ellerim titriyordu ama avuçlarımı öyle sıkı yumruk yapmıştım ki,bunu fark ediyor muydu, bilmiyordum.

"Silahı indir," dedim Sadık Orhan'a. Şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. "İndir," diye emir verdim sert bir sesle. Çünkü biliyordum, eğer güvende olduğumu hissedersem ondan daha az korkardım, şimdi sadece ikimiz olmalıydık.

Sadık Orhan arkama baktı, ardından silahı yavaşça aşağıya indirdiğinde geriye bir adım attı. Çenemi havaya kaldırdım ve karşısında yere çöktüm, benimle beraber çocukluğum da çöktü ve sonrasında, hiç ummadığım şekilde diğer yanımda Helin'in o güzel çocukluğunu gördüm.

"Bu andan her zaman kaçtım," diye açıkça itiraf ettim. "Çünkü senden her zaman korktum." İtiraflar iç rahatlatırdı. "Öylesine korktum ki kocaman adam oldum ama sen karşımdayken ben küçücük çocuktum." Harun Aktan dişlerinin arasından hırladı. "Bunu nasıl başardığını bilmiyorum ama sana baktığımda hâlâ bana zarar verirmişsin gibi geliyor, verebilirmişsin gibi." Gülümsediğimde çocukluğum geriye bir adım attı. "Bunun nedeni, beni saatlerce dövmelerin mi sence? Soyarak soğuk suya maruz bırakmaların? Vücudumda sigara söndürmelerin?" Başımı iki yana salladım. "Yoksa beni aşağılamaların mı?"

"Sen her zaman aptal, muhtaç bir çocuktun," dedi Harun Aktan tükürür gibi. "Ne olduğunla ilgilenmedim, hâlâ da öylesin."

"Biliyor musun, hâlâ öyle değilim. Öyle bir değiştim ki aklın şaşar. Ne oldu bana, biliyor musun? Dinle, sana dönüştüm." Gözleri umursamaz bakarken bir anda dikkat kesildi. "Sana benzemek ne demek biliyorsun, değil mi?"

"Eğer bana benzeseydin şu an yanımda dururdun," diye üstünlük tasladı bana.

"Eğer sana benzeseydim tamamen senden korkmazdım asıl çünkü içimdeki o çocuk ölmüş olurdu ama ölmedi, sana benzedim, can yaktım ama en çok senin canını yakmam gerekirken bunu yapamadım." Yüzüne yaklaştım. "Mesela benim neden kolumu tost makinesinin içine yerleştirip yaktığını anlamıyorum, ben bunu asla yapmazdım. Çünkü gizli gizli yemek mi yemiştim? Açtım, çok açtım ve senin bir kalbin yoktu."

"Bana bunları neden dinletiyorsun?" deyip arkama baktı. "Öldürüyorsanız öldürün, sizin beni öldürmenizden mi korkacağım?"

"Hayır," dedim başımı eğip yüzlerimizi aynı hizaya getirerek. "Onların öldürmesinden korkmadığını biliyorum, Harun Aktan," adını söyledim, adını söylerken korkmayı bekledim ama hiçbir şey yoktu, "ama benim yapacaklarımdan korkabilirsin, değil mi?"

Harun Aktan bir anda yüzüme tükürdüğünde gözlerimi kapattım, sonra geri açtığımda bunun hissettirdiklerini düşündüm; eskiden olsa korkardım, aşağılandığıma inanırdım ama şimdi kocaman bir boşluktu.

O boşluğu Helin'in cesareti, Bartu'nun öfkesi, Lâl'in masum korkuları, Yankı'nın güveni, Nil'in umudu, Mutlu'nun inancı doldurdu. Bu duygular doldurdukları boşluktan taşıp ayaklarımın önüne döküldüler, o küçük çocuğu sakinleştirdiler. İçimden taşıp arkama dikildiler, önümde durdular, beni korudular, beni benden bile korudular.

O karşımdaydı ve artık anlıyordum, ben büyümüştüm, çocuk değildim. O âcizdi, ufaktı, mahvolmuştu ve ben buradaydım. "Bana şu an zarar ver," dedim başımı sallayarak. "Bunu yap." Öylece yüzüme baktı, hiçbir şey yapmadı. Hatta yapamadı. "Neden yapmıyorsun? Yoksa sen mi benden korkuyorsun?"

Bir anda sertçe yüzüme kafa attığında sersemleyip geriye doğru düştüm ve ağzıma kan tadı geldi. "Piç," dedi çocukluğumdaki gibi. "Senden korkacağımı mı sanıyorsun?"

"Bir gün seni mahvedeceğim," dedim gözlerinin içine bakarak. "Hem de kendim için değil, annem ve kardeşim için."

"Bunu asla yapamayacaksın," dedi Harun Aktan. "Çünkü senin soluğunu kesmek için her zaman bir adım önünde olacağım."

Başımı iki yana salladığımda elimle burnumu sildim ve kanadığını fark ettim. Boğazımı temizlediğimde başımı aşağı yukarı salladım ve bakışlarım çocukluğuma döndü, ardından yanında duran Helin'in çocukluğuna. Kaybolan anneme, bana hissettirdiklerine, bize yaşattıklarına.

Ağzımdaki kanı yere tükürdüm, ardından neşteri yavaşça parmaklarımın arasına alıp yüzüne öyle bir tokat attım ki geriye doğru düşmesine neden oldum, sonrası benim için büyük bir karanlık ve onun için ise felaketti.

Yumruklar ardı ardına yüzünde patlarken, elimdeki neşterin nereye isabet ettiğini bile bilmiyordum, ağzımdan çıkanlardan haberim bile yoktu. Tek bildiğim, yüzümün bile kanlı dolduğuydu ve birilerinin beni onun üzerinden aldığıydı.

HELİN AKTAN

O karşımızdaydı, benim çocukluğumun katili, Koza'nın şimdisinin mimarı, Nadir'in katili. O karşımızdaydı ve artık elimizdeydi.

Sokak Nöbetçileri hapishanesindeydik ve Harun Aktan, Koza'nın daha önce bulunduğu o hücrenin içinde, demir parmaklıkların ardındaydı. Burnu kırılmıştı, yanağı da öyle. Ön dişlerinin çoğu artık yerinde değildi, bacaklarından bir tanesinde de kırık olmalıydı. Yüzü neşter izleriyle doluydu ve hepsinin mimarı Koza'ydı.

Ve şimdi karşısında dururken kendi eserini izliyor, elleri ceplerinde çenesi havada bakıyordu.

Yerde yarı baygın yatarken hepimiz ama hepimiz ölümün onun için ödül olacağını biliyorduk ve ortak bir noktada buluşmuştuk.

"Yarattığın gerçek adalet, vicdanının ve vicdansızlığının sesidir."

Duvarda yazan bu cümle, şu ana uyuyordu. O hem vicdanımızın hem vicdansızlığımın sesiydi fakat bu kadarla da kalmamıştık. Koza da kendi cümlesini yazmıştı duvara.

"Yarattığın gerçek adalet, sadece senin korkularından ibarettir."

Harun Aktan'ın bu hali, Koza'nın korkularından ibaretti, yine bu ana uyuyordu.

Yine de ben kendi cümlemin arkasında duruyordum.

"Yarattığın gerçek adalet, kalbinin sesinden ibarettir."

Harun Aktan'ın bu hali benim kalbimin sesiydi. Vicdanım da korkularım da kalbim de öylesine rahattı ki ona bakarken çektiği ve çekeceği her acıyı defalarca izlemek için her şeyimi verebilirdim. Hayır, onun için verebileceğim tek şey bir bardak su olurdu ve bunun nedeni de susuzluktan ölmemesiydi.

Biz Sokak Nöbetçileri'ydik ve yedi kişiden ibarettik; bugün geçmişin en acılı sayfasını kapatmış, kıyamet olmuş ve biz kazanmıştık.

Koza, elindeki o kanlı, ucu darbeden kırılmış neşteri Harun Aktan'ın elinin yanına koydu, ardından, “Her gün," dedi üzerine basa basa. "Her gün buraya geleceğim ve sana yeni bir neşter bırakacağım, Harun Aktan. Seni öldürmeyeceğiz ama senin kendini öldürmeni bekleyeceğiz ve ne var, biliyor musun, senin o ucuz canın öylesine kıymetli ki kendin için bunu bile yapmayacaksın." Başını omzuna doğru yatırdı. "Her neşter, ölümden bir vazgeçiştir, senin neşterlerin ölümüne bir adım olacak; nefes aldığın müddetçe sürekli beni kâbuslarında göreceksin." Harun Aktan irkilerek eliyle yüzünü kapattı ve geriye kaçmaya çalıştı ama başarısız oldu.

Küçük Helin'i anımsadım, onun irkilmelerine benziyordu, küçük Koza'nın da öyle. Hatta birçok çocuğun. Ve artık o korkuyordu.

İlk görevimizde bir çocuğu kurtarmıştık; o çocuk olan Nadir, Harun Aktan yüzünden ölmüştü. Ama yine o ilk görevimizde bizi kurtaran çocuklar, bu gece gelip yine bizi kurtarmışlardı. “Yeniden görüşeceğiz,” demişti Yankı. En ihtiyacımız olduğu anda yeniden görüşmüştük.

Bu da en büyük hediyeydi.

Koza çöktüğü yerden kalktığında omzunun üzerinden bana baktı ve diğerleri arkada dururken ben öne atıldım. O an, eskiden adım atmaktan bile korkan Koza beni kendisine çekip öyle bir sarıldı ki bundan önceki hiçbir sarılışının abi sarılması olmadığını anladım.

Onunla ilk tanıştığım yerdeydik, hapishanedeydik ve düşmanım değil, abimdi; sarılıyorduk ve yerde geçmişimizi mahveden o adam vardı.

Bunun adı kıyametti, Sokak Nöbetçileri'nin kıyametiydi.

"Başardık," dedi Koza kulağıma. "Geriye sadece iyileşmemiz kaldı, tamamen."

"İyileşeceğiz, abi," dedim kısık sesle. "Söz veriyorum."

Geriye çekildiğinde Yankı'ya, “Saat kaç?" diye sordu.

Birkaç saniye sonra, “08.45," dediğini duydum.

"Tüh," dedi Koza sırıtarak. "Bir dakikayla kaçırdık, bilseydim bir dakika sonra sarılırdım sana."

Güldüğümde, “Hayır," dedim. "Bir dakika daha sarılırım sana, üzülme." Ardından yeniden sarıldım, sımsıkı ve öylece kaldım, diğerleri bizi izlerken bir an bile olsun ondan ayrılmak istemedim.

Sonrasında ise o hücreden ayrıldık, sonrasında hepimizin ayrı ayrı gelip o adamdan hesap soracağını bilerek.

Hayatlarımızdan geriye kalan, kendi aramızda çözülmemiş problemlerimiz, iyileşmelerimiz, mutluluklarımız ve yollarımızdı. Elbette Işık'ın gidişini ve doğmayacak çocuğunu düşünmeyecektim şu an; gider mi, demeyecektim. Elbette Lâl ve Koza'nın küslüğünü görmezlikten gelecektim. Elbette saklanan sırları önemsemeyecektim. Çünkü biliyordum, biz bugünden sonra her şeyi hallederdik.

Açık havaya adım attığımda gözlerimi gökyüzüne çevirdim, burnumun ucuna bir yaş düştü, yağmur atıştırdı ama ufukta parlayan güneş ışığını gördüm.

"Hey," dedi Mutlu heyecanla. "Hava çok güzel, yarın yüzmeye gidelim."

Hem yağmur yağdı hem güneş açtı; gökkuşağı çıkacaktı.

"Güneş açtı," dedim; günler sonra, ilk defa güneş açmıştı ve çocuksu bir hevesle ellerimi birleştirdim. Gözlerim bu kez saf bir mutlulukla doldu ve yeniden, “Güneş açtı," dedim huzurla. "Güneş açtı."

Bir anda belimden bir el sarıldı, ardından kulağımda onun sesini duydum. "Güneş açtı, sevgilim, bizim için."