Bartu Sarca'nın güncesinden...
26 Ocak
Saat: 07.45
Lâl, benim Lâl'im.
Bugün uyurken ağladın, keşke kâbuslarını senden çekip alabilsem ama bu imkânsız. Üzülüyorum, her şey çok çaresiz hissettiriyor, keşke ikimiz de çocuk olmasaydık.
Büyüdüğümde senin için çabalayacağım, kâbuslarını yok edeceğim.
Saat: 14.25
Lâl!
Bugün çok güzel bir şey oldu, senin için oldu! Çok mutlu olacaksın!
Kardeşin seni gülümseyerek izleyecek! Kâbuslarını senden alacağım.
***
KOZA
Rehabilitasyon Merkezi
Birkaç sene önce...
Göğüs kafesinde büyük bir boşlukla yaşayan bir çocuğun hangi çocuk parkında kalbini unuttuğunu bilemezsiniz.
Belki annesi tarafından çocuk parkında terk edilen bir çocuk, belki kardeşi kadar sevilmeyen bir çocuk, belki diğer çocukların anne ve babalarıyla sevgi dolu ilişkilerini kıskanan bir çocuk...
Belki de bütün bunların dışında bir pazar sabahı 08.46'da neden sırtına hançer yediğini bilmeden şeytana emanet edilen bir çocuk.
Öyle ya da böyle, bir çocuk parkında kalbimi unuttuğumu hissettiğim zamanlarda Nil’le tanıştım. O kalbini bir çocuk parkında unutmamıştı çünkü çocuk parklarını sevmediğine emindim, ona ürkütücü gelirdi öyle yerler, güvenmezdi de ama bir yerlerde kalbinin kırık olduğunu bileğindeki kesik izinden anlayabiliyordum.
Rehabilitasyon merkezindeydik; benim iyileşmek dışında bir amacım vardı, o ise gerçekten iyileşmek için buradaydı ya da ben öyle sanıyordum, bilemiyordum.
Uzun bir süre hiç konuşmadık ama ikimiz de kim olduğumuzu biliyorduk, geçmişten. Bir sokakta kurtardığım ikizlerden kız olanıydı; sarı saçlı, yeşil gözlü, korkak ama cesur.
Biz Nil’le bir kere tanışmadık, defalarca tanıştık, hepsinde de birbirimizi tanıyorduk ama her seferinde ilk defa tanışmış gibi davranmıştık. Kaderin gerçekliğine inancım yoktu ama varsa da Nil ve benim için birlikte yazıldığına emindim. Ne şekilde olduğu önemli değildi; benim bacaklarım ona gidiyordu, onun kesik bilekleri benimle birlikteydi.
Hiç beklenmedik zamanlarda Nil, yeşil gözleriyle karşımda durabiliyordu ve ben hayatımda görüp görebileceğim en güzel yeşil gözlere her defasında hayranlık duyabiliyordum. Yeşil renkli gözleri çok sevdiğimden değil, onun gözleri yeşil olduğundan hayranlık duyuyordum.
"Bugün gidiyorsun," dedi Nil, yastığının ipini çekiştirirken. Yüzüme bakmasını bekledim ama o ipi bir süre çekiştirmeye devam etti. Yavaşça yanına oturduğumda cebimde onun için son neşter vardı. Bakışları bana döndüğünde yine o güçlü duruşuyla karşılaştım ama mutsuzluğunu hissedebiliyordum. "Yalnız kalacağım, beni yalnız bırakıyorsun."
Rehabilitasyon merkezinde onun odasındaydık, üzerinde krem eşofman takımı vardı. Eşofman takımının kol kısımları yırtılmıştı, büyük ihtimalle yine kâbuslar görmüş, o kısımları dişlerken parçalamıştı. Kimse yenisini getirmiyordu, ben olsaydım ona yeni bir tane kazak alırdım.
"Burada artık bir işim kalmadı," dedim çünkü annem artık burada değildi, o gitmişti ama Nil, nedenini çok farklı anlayıp gözlerini kollarıma çevirdi. Damarlarımın üzerine, sonra dirseğimin arkasına dokundu.
"Çünkü iyileştin," dedi parmağını iğnenin girdiği noktalarda gezdirirken. "Artık bir uyuşturucu bağımlısı değilsin."
Bütün o yaşadıklarımdan sonra hayatla baş etme yöntemim son derece yanlıştı ama başka bir çarem de yok gibiydi. İlk önce Harun Aktan'ın yani babamın ellerinde günlerce işkence çektim, sonra oradan kurtulmaya çalışırken daha fazla işkenceye maruz kaldım. İnsan hem ihaneti hem acıyı hem yalnızlığı aynı anda yaşadığında nasıl bir çare bulabileceğini bilmiyordu, bir çocuksanız bu daha da çaresiz bir noktaya ulaşıyordu.
Harun'un elinden kurtuldum, kardeşim Helin'e gittim ama kardeşimin beni istemediğiyle yüzleştim. Annemi aradım bir süre, bulamadım. Sokak Nöbetçileri'ne dönmeyi bile düşündüm ama döndüğümde yiyeceğim bıçağın hangi taraftan geleceğini asla çözemezdim ve kendimi o zamanlar biliyordum, gidersem affederdim. Bu affın ötesindeydi ve sevgi bu dünyadaki en zararlı duyguydu, tek taraflı bağlılık ise en büyük işkenceydi.
Şimdi ne sevgi ne bağlılık hissediyordum onlara karşı ve Sokak Nöbetçileri'ni bitirmek için her yolu deneyeceğimin farkındaydım ama bundan aylar önce öyle değildi. Aylar önce bir anneye ihtiyacım vardı, bir kız kardeşe; tuhaftı bir kız kardeşe ihtiyacımın olması çünkü onu sadece bir kez görmüş, bir kez kurtarmış, bir kez yan yana gelmiştim ama ona ihtiyacım vardı. Nasıl sarılır, bilmiyordum; nasıl bakar, nasıl güler, nasıl hisseder.
Ama o beni istemedi. Kabul etmedi.
Sokak Nöbetçileri'ne ihtiyacım vardı. Hatta bir keresinde korkusuzca o evin önüne kadar gitmiştim, Önder umurumda bile değildi. Köşede durup o evi izlemiştim, saatler sonra Bartu ile Mutlu dışarıya çıkmıştı. Gülüyorlardı, Mutlu Bartu'nun sırtına zıplıyordu, Bartu kaçıyor ama sonra saçlarını karıştırıyordu.
Zeynep'i gördüm, pencereden dışarıya bakıyordu; saklandım, beni görme ihtimalinden korktum ve o gün, onu gördüğümde ağlamak istedim. Hayır, ağlamadım ama içimdeki o ağlama hissi çok kötüydü.
Bir süre sonra Sonuncu'nun eve doğru yürüdüğünü gördüm, yanında Önder vardı. Eli Sonuncu'nun omzundaydı, bir şeyler anlatıyordu, Sonuncu onu onaylıyordu. Bir baba gibi destekliyordu, Sonuncu ise ona ağzını açıp hiçbir şey demiyordu.
O gün, saatlerce, kış olmasına aldırmadan onların evini izledim. Akşam oldu, ışıklar yandı, bir masaya oturdular. Görünüyordu, bir masadalardı, gülüşme sesleri dışarıya kadar geliyordu. Yemek yiyorlardı, Zeynep yemek yapmış olmalıydı.
Ve ben açtım.
O gün, kendime ilk acıdığım an oldu ve kendime acımak, içimdeki o ateşi alevlendirdi. Yangına dönüştü, yangın intikamı doğurdu; o masa dağılacaktı, o gülüşler solacaktı, o ev yanacaktı. Sırtıma yediğim hançerin acısı geçene kadar canları yanacak, demiştim.
İşte tam olarak bu ruh halindeyken kaçış noktam eğer önüme koyulan kocaman bir pasta olsaydı onu yerdim. Zehir olsaydı onu içerdim. İntihar olsa o intiharı ederdim ama benim kaçış noktam uyuşturucular olmuştu. Bir sokak arasında, o sokakta yaşayan insanlar tarafından başladım buna. Her sokakta yaşayanlar Sokak Nöbetçileri gibi olmuyordu, o gün yüzleşmiştim bununla. Sevgi, saygı, bağlılık yoktu.
En azdan başladım uyuşturuculara, ilk önce bağımlılık yoktu ama zamanla oluştu. Her yoksunlukta satış yapmamı istediler ve onu gerçekleştirdim, ardından daha fazlasına ulaştım, daha fazlasını sattım, daha fazlasını kullandım. Zamanla tek işim bu oldu, içine girdiğim o sokak çetesinin yavaş yavaş başına geçtim fakat artık aklım da yerinde değildi.
Öyle ki Koza'nın bir sokak ortasında, damarında iğneyle baygın bulunup hastaneye kaldırılması zor olmadı. Doktorların konuşmaları hâlâ kulaklarımdaydı. "Üzerinden bir kimlik bile çıkmadı," diyorlardı. "Telefonu da yok. Kime ulaşacağız?"
"Kimsesi yok galiba. Ailesi de öyle." O gün, kimsesiz oluşumun ilk yüzüme vuruluşuydu ve ilk kez o zaman yüzleşmiştim ne kadar kimsesiz olduğumla. Benim canım için arayacakları kimse yoktu bile. O gün, herkesten önce Sonuncu'nun adını vermeyi düşünmüştüm ama o da bana kazık atmıştı. Zeynep'in bütün planlarını biliyordu, o parkta o da vardı ve göz yummuştu.
Nil'i aramalı mıydım? Onunla tanıdık bir yabancıydık, gelemezdi.
Kardeşimi? Helin'i aramalı mıydım? Beni istemeyen birini aramak olmazdı, yüzsüzlükten ya da gurursuzluktan değildi. Artık kimseye güvenmiyordum.
Bu yola çıktığım kişiyi düşündüm, annemi bulmak amacımdı ama zamanla hedefim şaşırmıştı, aklım mahvolmuştu ve o hedefimden de vazgeçmiştim. O gün, benim bir sokak ortasında uyuşturucudan dolayı ölmek üzere bulmaları beni yeniden anneme getirdi. Tedavi olmak istediğimi söylemiştim, rehabilitasyon merkezinin neresi olduğuyla beraber.
Aslında annemi bulmuştum ama onun da beni istemediğini düşündüğüm için karşısına çıkmamıştım. Sevdiği adamla birlikteydi, sevdiği adam onu rehabilitasyon merkezine iyileşmesi için yatırmıştı; kızının öldüğünden emindi ama beni hiç sormamıştı bile. Emindim, biliyordum. Harun Aktan ilk defa dürüsttü. “Seni hiç sormadı,” diyordu bana. “Sadece kardeşini sordu.”
Belki de bunu bilmek beni uyuşturucu kullanıp beynimi uyuşturmaya itmişti; belki de sevilmemek, yediğim hançerler, istenmemek... Birçok neden olabilirdi ama ben yine de onunla aynı rehabilitasyon merkezine gidip tedavi olmak istemiştim.
Ve burada, Nil’le karşılaşmak hayatımın en plansız anıydı ve büyük bir şanstı. Yemin ederim ki şanstı; ilk defa kendi kaderimi kendim oluşturmaya çalışmamıştım ve onu yeniden görmüştüm. İşte bu yüzden kaderin varlığına inandığım birkaç dakika olmuştu çünkü bu şanstan çok daha öteydi.
O rehabilitasyon merkezinde bir süre bahçede dolaşırken onu izledim; odasına girerken, gökyüzünü izlerken, ağlarken, bileğindeki kesikle oynarken, saçlarını tararken. Ziyaretçi kabul etmiyordu, kimseyle görüşmek istemiyordu çünkü burada olmak da istemiyordu.
İntihar ettiğine şaşırmamıştım, intihar edip de ölememesine şaşırmıştım çünkü Nil gerçekten ölmek isteseydi bunu başarırdı, biliyordum.
İlk zamanlar onun yanına gidemedim çünkü kendimde değildim. Bazen rehabilitasyon merkezini dolduracak çığlıklar atıyordum, bazen öfkeden görevlilere saldırıyordum; zamanla vücudumdaki zehirden kurtuldum fakat etkisi hayatımın tümünü kapsadı. Belirli ilaçlar dışında ilaç kullanmam yasaklandı, bilmediklerimden uzak durmam gerektiği söylendi. Kontrol altında tutuldum. Komikti, istesem köşedeki odadan sakinleştirici çalıp kullanabilirdim ama yapmadım.
Kurtulmak istedim çünkü bir uyuşturucu bağımlısı olarak ölmektense bir neşterle ölmeyi yeğlediğimi fark ettim. Koza öldü derlerdi ama Önder'in hayalindeki gibi sokak ortasında uyuşturucuyla değil, bana yakıştığı gibi, kendim isteğimle ölmüş olurdum.
Kendime geldikten sonra bir süre annemi yokladım, yanına gitmedim ama göz göze geldim. Beni tanımadı ya da tanımak istemedi. Annemi her gördüğümde ve beni tanımadığında elime bir neşter aldım, zor değildi bir damarı kesmek ama ölmek yerine o neşteri gittim, şansa verdim; şans, Nil'di.
O sandı ki kendisi ölmesin diye veriyorum ama benim verme nedenim, kendi ölümümün önüne geçmekti.
Ve şimdi bugün rehabilitasyon merkezinde son günümdü. "İyileşmekten kastın nedir, Nil?" diye sordum. "Eğer vücudumun bir zehirden arınmasını kastediyorsan evet, arındım ama konu ruhlarla alakalı olduğunda iyileşmek pek de mümkün değil gibi görünüyor."
Omzunu kaldırıp indirdi çocuk gibi. Onun da taburcu olmasına az kalmıştı. Düzene giren uykusundan, bileğinin iyileşmesinden ya da öfkesinin dinmesinden bunu anlayabiliyordum.
"Annen," diye söze başlayacağı sırada bakışlarımla onu susturdum.
Annem rehabilitasyon merkezinden ayrılalı bir buçuk hafta olmuştu, sevdiği adam gelip onu almıştı, en azından ben öyle düşünüyordum. İçimdeki öfkenin intikama dönüşü ve planlar, annemin bile beni kabul etmediğini tamamen kabullendiğimde başladı. Aslında kabul etmediğinde de değil, ben artık bir çaba göstermek istemediğimde başladı.
"Seni bir daha görebilecek miyim?" diye sordu bu kez Nil. Bildiklerinin yanında, bilmedikleri de vardı. Annemi biliyordu, kardeşimi biliyordu ama Zeynep'in sırtıma sapladığı hançerden isimsiz bir şekilde haberi vardı. Yaşadıklarımı biliyordu, babamı da ama onun aslında kim olduğunu bilmiyordu, yaşadıklarımın ağırlığından haberi bile yoktu.
İstismardan, şiddetten, açlıktan, uykusuz günşerden... Hiçbirinden tam olarak haberi yoktu.
“Dövdü mü? diye sormuştu. “Evet,” demiştim. “Çok mu dövdü? demişti. Katlanamayacağım kadar diyememiş, “Yaşıyorum işte,” diye yanıtlamıştım. Anlamış mıydı, bilmiyordum ama öylece yüzüme bakmaya devam etmişti.
"Bir kez daha göreceksin beni," dedim kendimden emin bir sesle. "Ve o gün, hiçbir şey şu an gibi olmayacak Nil. Belki de biz karşı karşıya olacağız, düşman diyemem ama savaşsa karşıt taraflarda yer alacağız."
Nil'in gözleri açıldı. "Birbirimize zarar mı vereceğiz?" diye sordu, soruyu sorarken kulaklarına inanmıyordu. "Ben sana zarar veremem, Koza."
Başımı omzuma doğru yatırıp yeşil gözlerine baktım. "Herkes zarar görecek," dedim emin bir sesle. "Sen ve ben de dahil." Korktu mu, bilmiyordum ama kaşları çatıldı. "Ama sana zarar veren kişi ben olmayacağım, bir tek sana dokunmayacağım. O zarar benden gelmeyecek."
"Bunu istemiyorum," diye çıkıştığında başını iki yana salladı. "Çünkü bir savaşta herkes zarar görür, doğru ama en çok eline kılıcı alamayan zarar görür, Koza," diye açıklamada bulundu. "Kimseye kılıç doğrultmadığımda en büyük zararı ben göreceğim, biliyorum."
"O halde benim tarafımda dur," dedim başımı sallayarak.
"Kimlere karşı?" diye sordu, aslında cevabını da biliyordu. Anlatmadıklarımın içinden anladıkları vardı, o anladıkları bazen benim söylediklerimden bile daha büyüktü. Hiçbir cevap vermediğimde oturduğu yerden kalkıp kollarını önünde bağladı. "Biz seninle o kadar şey paylaştık, Koza," dedi kırgın bir sesle. "Bunların hiçbiri içindeki ateşi söndürmedi mi? Sırlar verdik, hayaller paylaştık. Hayallerimiz bile sırlardı. Bir gün yeniden karşılaştığımızda bunun güzel olmasını istiyorum. Bir deniz kenarında olabilir ya da bir konserde, bilemiyorum ama güzel bir şekilde karşılaşalım. Neden iki normal insan olamıyoruz ki?"
Ben de ayağa kalktım. "Kurduğun hayalleri gerçekleştirmeni engelleyecek değilim, Nil," dedim kaşlarımı çatarak. "Bahçeli bir evin olabilir, anne olabilirsin, kızını sevgiyle büyütebilirsin, âşık olabilirsin," bana âşık olmayacaksın, değil mi? "hatta tam da dediğin gibi, öyle bir âşık olmak istiyorsun ki vücuduna kazımak istiyorsun o kişiyle ilgili her şeyi." O kişi ben olamam, değil mi?"Bunları engelleyecek değilim, sana zarar vermeyeceğim."
Işık'ın gözleri kısıldı, bir süre beni inceledi, ardından, “Biliyorum, Koza," dedi kendinden emin bir sesle. "Sana güveniyorum, bana zarar vermezsin."
"O halde?" dediğimde yutkunduğunu gördüm.
"Sadece dönüşmeye çalıştığın kişinin sana vereceği zarardan korkuyorum," dediğinde bana doğru bir adım attı ve gözlerimin içine baktı. "Kendine baktığında ne görüyorsun, bilmiyorum ama ben sana baktığımda acımasızlığı değil, acıları görüyorum." Gözleri, kahverengi gözümün üzerinde gezindi. "Görüyorum, Koza. Acılar var, çaresizlik. Nefret yok. Bunu yok edemezsin ya."
"Ederim," dediğimde bakışlarımı kaçırdım. "Öyle bir yok ederim ki beni ilk gördüğünde ne olduğunu anlarsın hemen; dersin ki yok etmiş her şeyi."
Nil başını iki yana sallayıp tekrar uzaklaştı ve yeniden kollarını önünde bağladı. Artık diyecek hiçbir şey kalmamış gibiydi, buradan gitmeme dakikalar kalmıştı fakat ben ona bakmaya devam ettim.
"Yeniden uyuşturucuya başlamayacaksın, değil mi?" diye sordu endişeyle.
"Hayır," dedim kendimden emin bir sesle. "Beynimi uyuşturuyor ve aklıma ihtiyacım var. Olduğum kişiden uzaklaşmak istemiyorum." Gülümsedim. "Fakat bir ekip kuracağım, beni uyuşturucuya başlatanların liderleri konumundayım. Bu zamana kadar onlara hizmet ettim, sıra onlarda."
"Değer mi?" diye sordu Nil.
"Değer," dedim hemen. "Çünkü bir gün öleceksem bile beni bu hale getirenlerin rahat uyuyamadığını bilerek öleceğim, tek istediğim bu."
"Bir gün ölürsen rahat uyku çekemeyen tek kişi düşmanların olmayacak," dedi Nil derin bir nefes vererek. Sessizlik oldu. "Ve bir gün seninle yeniden karşılaşacağız, ben senin gözlerinin içine baktığımda yine bu acılı adamı göreceğim. Gizle, savaş, aksini iddia et, Koza. Ben seni tanıdım, buna hem bu oda hem izlerimiz hem gözlerin şahit." Çenesiyle beni işaret etti. "Yapamayacaksın demiyorum, yapacaksın ama pişman olacaksın. Geçeceksin karşıma, pişmanım diyeceksin. O gün, ben hayalimdeki hayatı yaşarken seni umursamamak için elimden gelen her şeyi yapacağım."
Güldüm ve kaşları çatıldı. "Yoksa çocuğumuzu benden kaçıracak mısın?" dedim alayla. "Boşanma davalarıyla uğraşamam, güzel kız. Bana bunu yapma."
"Aptal herif," dedi Işık sert bir sesle. "Senden çocuğum olacağına inandın mı gerçekten? Ya da seninle evlenebileceğime?"
"Neden olmasın?" dedim kaşlarımı kaldırarak. Elbette bunun imkânsızlığının farkındaydım ama ona takılmak hoşuma gidiyordu. "Sapsarı saçları olur, yeşil gözleri ama mavi de olabilir." Göz kırptım. "Benden daha iyi bir eş de bulamazsın..."
"Hayal âleminden çık, Koza," dedi ama yüzünde anlık bir gülümseme oluştu çünkü aynı kız çocuğunu o da hayal etmişti, belki de ben söylemeden hayal etmişti. "Söylediklerin yaşanacak ama seninle olmayacak, sen de bunu göreceksin."
"Göremeyeceğim," dediğimde ona doğru bir adım attım. Yine sessizlik oldu ve yüzündeki gülümseme silindi.
"Neden diye sormayacağım çünkü yine aptal cümleler kuracaksın," dedi sert bir sesle.
"Göremeyeceğim," dedim bir kez daha.
Durdu, baktı, derin bir nefes aldı, sonra göğüs boşluğuma sert bir yumruk attı. Acıyla inlediğimde iki büklüm oldu, bu kez de sırtıma vurdu. Bakışlarım ona kaydığında gözlerinin dolduğunu fark ettim. "Git," dedi sadece ve kapıyı işaret etti. "Git artık."
Duruşumu dikleştirdiğimde gözleri daha fazla doldu fakat ilk defa ağlamak üzere olduğunu benden gizleyemedi. "Nil," diye fısıldadığımda ona yaklaştım, sonra yüzünü ellerimin arasına aldım. "Biz yeniden karşılaştığımızda ben artık bu adam olmayacağım ama sana karşı daima aynı kalacağım, söz veriyorum." Normalde iteklerdi ama bunu yapmadı. "Çünkü sen benim bu hayattaki tek şansımsın, insan şansını yok edemez, onu mahvedemez."
"Biliyorum," dedi yine. "Sana güveniyorum, bana zarar vermezsin."
Başımı salladım, sonra gözlerim dudaklarına kaydı. "Eşya emanet kısmına sen de çıkarken teslim etmeleri için bir sandık bırakacağım." Gözleri anlamadığını gösterir şekilde bana baktı. "Artık istemiyorum ama atamam da. Sende kalsın, sakla onu."
"Neden?" diye sordu.
"Çünkü beni dönüşmek istediğim kişiden uzaklaştıracak," dedim.
"Ve bir gün yeniden benden istersen aynı adam mı olacaksın?" diye sordu. "Şu an olan adam?"
"İstemeyeceğim," dedim bu kez de. Sustu, yüzüme baktı ama yine de geri çekilmedi, bakışları boynumdaki anahtara kaydı, sonra yeniden gözlerime tırmandığında anladı; o hep anlardı. Zeki olmasının yanında beni hep anlardı.
"Bir gün beni yeniden gördüğünde aşkımı vücuduma kazımış olayım da gör sen," dedi yarı alaylı yarı ciddi.
"O kadar da cesur bir kız değilsin," dedim ama cesaretini biliyordum.
"Sen öyle san, Koza," dedi imayla. "Sen öyle san." Elleri bir anda yüzünü kavrayan ellerime ulaştı ve sımsıkı tuttu. "Ben korkak olmadım hiçbir zaman ama sen korkaksın, hep korkak kalacaksın."
Aksini kanıtlayabilir, diretebilir, savunabilirdim ama yapmadım; öylece yüzüne bakmaya devam ettim. Yüzü ellerimin arasında, gözleri gözlerimde, son kez ona baktım. Bakışlarım yavaş yavaş dudaklarına indiğinde derin bir nefes verdi.
"Öpmeyeceksin," dedi net bir sesle.
"Öpmeyeceğim," dedim bakmaya devam ederken. "Öpmeyeceğim, söz veriyorum." Ondan söz istemedim çünkü bir gün, bu gerçekleşecekse o yapsın istedim.
Nil'in odasının kapısı çaldığında artık gitme vaktimin geldiğinin farkındaydım. Geriye bir adım attığımda ellerim yüzünü bırakmış oldu, ardından cebimden son neşteri çıkarıp yatağın üzerine bıraktım.
Yeniden gözleri doldu ve bu kez, bir damla yaş yuvarlanarak aşağıya kaydı.
"Yaşamaya çalış güzel kız," dedim, her zaman söylediğim gibi. "Çünkü ben sayende yaşamaya devam ettim."
Hiçbir şey söylemedi, öylece baktı. Yaşayacağım da demedi, yaşamayacağım da. Baktı, bakışlarında gördüm yeniden karşılaşacağımızı.
Günümüz...
Nil’le geçmişimizi düşündüğümde birçok detayla karşı karşıya kalıyordum.
Rehabilitasyon merkezinin ardından Sokak Nöbetçileri hapishanesinde karşılaştığımızda dönüştüğümüz kişilerden habersiz olacağımızın farkında değildik.
Onun köprücük kemiğinde bir anahtar dövmesi vardı, aşkı kazımıştı, o anahtar benim boynumdaki kolyeydi; bu aslında bir itiraftı çünkü âşık olursa vücuduna o adamı bile kazıyacağını daima söylerdi.
Benim ise kahverengi gözümün altındaki çarpı dövmesi onun cümlelerinin aksini söylüyordu, kalıcı bir dövmeydi. Acılar yok, demek istemiştim, çaresizlik de öyle çünkü o gözlerimin içine bakıp aynı adam olacağımı dile getirmişti.
İkimiz de vücutlarımıza birbirimizin etkisiyle bir şeyler kazıdık fakat ne yazık ki ben yine bu şekilde bile onun kalbini kıran taraftaydım.
O daha cesurdu, ben daha korkaktım ve sonuç olarak sözlerini tutan o oldu, bütün sözlerini yıkan ise bendim.
Benimle bir çocuğu olmadı söylediği gibi ama artık kimseyle çocuğu olamazdı. Göremeyeceğimi söylemiştim, göremiyordum çünkü bu elinden alınmıştı. Ona zarar vermeyeceğimi söylemiştim; “Biliyorum, vermezsin,” demişti, sözümü çiğnemiştim.
Benim göğsümdeki boşluk bir çocuk parkından geliyordu ama Nil'in göğsündeki boşluğun nedeni bendim, kalbi sanki avcumdaydı.
Yeni doğan gün ışığı gözlerine çarpıyordu, yeşil gözleri sanki her zamankinden daha farklı parlıyordu veya ben öyle sanıyordum; ama benim tanıdığım Nil ve diğerlerinin bildiği Işık, kollarımın arasında böyle bakıyorsa bunun anlamı sevginin ötesinde bir duygu olmalıydı.
Su soğuktu ama sanki onunla beraber çarptığı an su kaynıyormuş gibi hissediyordum ya da kollarımın arasında olan Nil ateş gibiydi.
Gözlerim, tuzlu suyun arasında dağılan biletin kâğıt parçalarına kaydı ve yeniden ona döndüğümde bakışlarını bir an bile olsun benden ayırmadığını fark ettim. Bu bakışları tanıdıktı ama bu kez çok daha farklıydı. Bana eskiden olduğu gibi değil, eskiden saklayamadığı o gizemli bakışını atıyordu.
"Nil," dediğimde önüne gelen saçını geriye attım; kumlar saçlarının arasına girmiş, yüzünün yarısını kaplamıştı. "Gitmeyeceğini söyle bana, bunu bekliyorum." Başımla arka tarafı, çadırların olduğu kısmı işaret ettim. "Bak, orada bir ailen var, kardeşlerin, orada bir hayat var. Sen gidersen yarım kalınacak." Başımı salladım. "Yarım kalacağım ve..."
Derin bir nefesin ardından bir anda dudaklarımda o dudaklarını yine hissettim, ardından bir anda altımdan kaydı, sırtımı sertçe kumlara yasladı ve bacaklarını iki yana açarak üzerime yerleşti. Bir eli çenemi kavrarken, diğer eli kalbimin üzerine doğru gitti.
Hayatımda aldığım en güzel öpücüktü; yaşadığım nadir güzel anlardan biriydi ve o benim şansımdı.
Kalbimin üzerindeki eli gömleğimden içeriye girdiğinde parmaklarının göğüs kafesimin üzerinde takılı kaldığını fark ettim, izlerimden birkaçı eline çarptı ve öpüşü duraksadı. Bu duraksayış, beni de duraksattı. Ellerini çektiğinde belinden kavrayıp onu kendime çektim.
Bir dalga sertçe bize çarptığında neredeyse suyun içindeydik, ıslanıyorduk, soğuğu hissedebiliyorduk ama bütün bunlar umurumda bile değildi. Tek istediğim o an, orada doyasıya, öpemediğim zamanlar için öpmekti.
Geriye çekildiğinde alnını alnıma yasladı, gözleri kapalıydı. "Ben bir rüya gördüm iki gün önce," dedi fısıldayarak. Gözlerini hâlâ açmamıştı. "Başka bir hayatın içinde değildik ama o rehabilitasyon merkezindeydik yine seninle. Vedalaştığımız günü hatırlıyor musun?" Gözlerini açtı, elleri göğüs kafesimin üzerine yeniden baskı uyguladı. "O gün sen değil, ben gidiyordum, geride kalan sendin ve bana gitme demedin, ben de gittim." Omzunu kaldırıp indirdi. "Bu kadar. Bir anlamı yoktu ama aklıma başka bir soru getirdi bu rüya." Gözlerimin içine baktı, gözümün altındaki çarpı dövmesine, sonra derin bir nefes verdi. "Ben o gün sana gitme deseydim yine de gider miydin?" Dudaklarım aralandı. "Bunun rehabilitasyon merkezinden gitmen olmadığını çok iyi biliyorsun, Koza. Kendinden gitmekten söz ediyorum. Ben sana bu cümleyi kursaydım bütün bunlar engellenir miydi?"
"Sence?" diye sordum merakla.
"Bilmiyorum," dedi net bir sesle. "Ben yaşananlardan sonra kendimde hangi hakla bu gücü bulabildiğimi bilmiyorum ama sanki o gün seni engelleyebilecek tek kişi benmişim gibi geliyor. Bu suçlu hissettiriyor ama gitme deseydim ve kalsaydın belki de bütün bunlar yaşanmayacaktı. Sen gittin, değiştin, her şey değişti."
Sorduğu soruyu çok uzun bir süre düşündüm ve düşünürken yüzümü dikkatlice inceledi. O zamanlar beni engelleyebilecek ilk kişi annemdi, ikinci kişi ise Nil'di; ikisi de bunun farkında değildi ama sorduğu soruya cevabımı daha şimdiden görebiliyordum.
Gitmezdim çünkü Nil hiçbir zaman bana kal dememişti. O zamana kadar kimse bana iyi bir insan olma şansı vermemişti, başka bir yolun varlığından bahsetmemişti, ikna edememişti. Kötülükse her kelimesiyle ezberlerdim ama iyiliği öğretmenin bir yolunu bulsaydı o rehabilitasyon merkezindeyken ben gitmezdim.
Fakat bu yanıt onu büyük bir karanlığa sürüklerdi ve onun için yalan söylemekten bir an bile çekinmezdim.
Yüzünü ellerimin arasına aldığımda, “Giderdim, Nil," dedim hiç çekinmeden. "Beni kimse engelleyemezdi. Kan kaybından ölmek üzereydim gibi düşün ve sen o kan değildin, beni kimse engelleyemezdi." Hayır, Nil, aslında sen o kandın, elimi tutsan gitmezdim çünkü şimdi anlıyorum, sana dokunduğumda inanç ve sevgi var.
Derin bir nefes verdiğinde gözleri uzun bir süre beni inceledi. Kalp atışlarını tam kalbimin üzerinde hissediyordum. "Hayatımda senden başka hiçbir erkeği bu kadar istemedim," dedi dürüstçe ve artık benim de kalbim atıyordu. "Bir tek seni öpmenin, sana dokunmanın hayalini kurdum; geriye kalanların hiçbiri umurumda bile olmadı." Cesurdu, dürüsttü; her zaman benden daha fazlasıydı. "Ve en çok sana kırıldım, sen parçaladın, sen yok ettin. Söylesene, bu his nasıl geçer?"
"Geçer," dedim başımı sallayarak. "Çünkü Nil, sana daha önce de söyledim, sen benim şansımsın. Bu şans, öylesine bir şans değil." Yüzüne yaklaşıp alnından öptüm, ardından burnunun ucundan ve yanağından, çenesinden. Derin bir nefes verdiğinde elim saçlarının arasına karıştı ve belinden daha fazla tutup onu kendime bastırdım. "Kollarımın arasında saatlerce kaybolman için hayatımdan seneler verebilirim," dedim dürüstçe. "Ama her şeyden önce, hayatımdan sana da seneler verebilirim yaşaman için, anlıyor musun?" Dudağından öptüm, tadını alarak, birkaç saniyeden sonra geri çekildim, ardından bir kez daha öptüm. "Geçer," dedim yeniden. "Geçmeli. Geçsin. Bana bu cümleleri senden başka kimse söyletemez, Nil."
Onu isteyen tarafıma karşı koymak imkânsızdı. Nerede olursak olalım fark etmiyordu, onu istiyordum çünkü bir ateş vardı, vücudumda sönüp duran o ateşlerden değildi, tam içimdeydi. Ben onunla önümüzdeki bütün gecelerde de hatta gündüzlerde de birlikte olsam geçmeyecek bir ateş gibiydi. Kollarımda varlığını bilmek bile o ateşi alevlendirmeye yetiyordu.
"Peki ya kaybedilenler?" diye sordu kısık sesle.
"İyileştiririm," dedim.
"Hayaller?" diye sordu bu kez.
"Çaresizliğin içinde olmadığı her hayalini gerçekleştiririm bundan sonra."
"Artık hayal kuramıyorum, Koza," dediğinde canımın yandığını hissettim ama belli etmedim.
"O halde hayal kurman için sana her akşam masallar okurum," dedim gülümseyerek. "Bakma öyle, masallar hayal gücünü çalıştırıyor, Nil. Peter Pan'i okuduğumdan beri rüyalarım bile güzelleşti. Seninle beraber o masalları okurum, hayal kurarsın."
Gülümsemesini beklemiyordum ama gülümsedi, sonra gözlerine acının oturduğunu gördüm, öyle bir acıydı ki hem benim hem kendisi içindi. "Bir masal kahramanı yaratırsın belki," dedi sakin bir sesle. "Adı Işık Sarca olsun."
"Ölümsüz," diyerek başımı salladım.
"Savaşçı," diyerek katıldı.
"İnatçı."
"Kibirli."
"Büyücü," diyerek güldüm.
"Büyücü." Onaylayıp kısa bir süre düşündükten sonra, "Çocuğu olmayan annelere çocuk veren bir büyücü olsun mu?" diye sordu ve o an sesinin titrediğini fark ettim.
"Olsun," dedim fakat içimdeki o boşluk Nil gibi bende de geçmeyecekti. "Hatta kendisinin de yeşil gözlü, güzel bir kızı..." Sustum, devam etmek istemedim, ardından onu kendime çekip göğsüme yasladım. Bakışlarım bulutlara kaydığında devam edemediğimin farkındaydı ama ne geleceğini biliyordu.
Geçer diyordum, geçecek ya da geçmeli ama nasıl olacaktı, ben de bilmiyordum.
"Sanırım bununla yaşamaya alıştım," dedi, burnunu çekti, ağlamamak için direniyordu, farkındaydım. "Bu acıyla yaşamaya çalıştım, bu acının en büyük nedeninin kollarındayım, alıştığım biraz da buradan belli." Burnunu bir kez daha çekti. "Ama Koza, alışmak acıtmadığı anlamına gelmiyor. Söylesene, her kız çocuğu gördüğümde bu kalbimdeki acı nasıl geçecek?" Eli kumların arasına girdi. "Her şeyi düşündüm, elbette bu dünyada bize ihtiyaç duyan birçok kimsesiz çocuk olduğunun da bilincindeyim. O çocuklardan birini yanıma almayı bile düşündüm ama bu acı, çok başka bir acı. Yoksa düşünsene, Bartu gibi sokağa bırakılan kaç bebek vardır, kim bilir? Birinin kaderini Bartu'dan daha farklı çizmek aslında benim de ellerimde." Yeniden ağlamaya başladı. "Fakat işte, o hayali o kadar sevdim ki sanki canlı bir bebeği kaybettim, kendi bebeğimi. Mezarı yok ama öldü işte."
Başını kaldırıp bana baktı ve ellerini yüzüme yerleştirip gözlerimi silene kadar ağladığımın farkında değildim. "Benim de imtihanım bu demek ki," dedi. "Mezarlıklar, mezarlıkların başında o mezarlardan sorumlu sen ve benim sana olan bağlılığım." Başını iki yana salladı. "İstediğin kadar gözünün altına o çarpı dövmesini at, ben seni o hapishanede gördüğümde de bu adamı hissetmiştim ve maalesef, ne olursa olsun, yine görüyorum, bunu yenemiyorum."
"Neyi yenemiyorsun?" diye sordum.
Ağlaya ağlaya, “Seni sevmeyi," dedi, itiraftı. Elini sertçe göğsüme vurdu. "Seni seviyorum," dedi nefret edermiş gibi. Bizim anlaşma dilimiz belki de buydu. "Seni seviyorum ve maalesef bunu yenemiyorum. Sana âşığım ve maalesef geçecek gibi değil." Bir kez daha vurdu. "Aptalca bir şey bu, kendimden bile nefret etmeme neden oluyor ama geçmiyor."
"Nil..." dediğimde susturdu.
"Yaşarım," dedi. "Senden başkasıyla da yaşarım ki yaşadım da. Seviştim, öpüştüm, gezdim ama bu..."
Başımı salladığımda, “Biliyorum, Nil," dedim. "Benden başka biriyle de yaşarsın, çok da güzel yaşarsın, hepsinin de sülalesini sikeyim; biliyorum, benimle olduğundan daha mutlu da olursun belki ama hiçbir zaman bizim gibi olmaz." Başımı iki yana salladım. "Şans, kader, adı her neyse, sen ve ben, bu hayata beraber, yan yana olmak için geldik." Yavaşça doğrulduğumda bacaklarını iki yana açtı ve kucağıma tamamen oturdu. Kollarım beline dolandığında saçları yüzüme döküldü, elleri omuzlarıma tutundu. "Gitmeyeceğim, de. Gitmeyeceğini söyle, kâbusum bitsin. Bencillik, biliyorum, hak etmiyorum, biliyorum ama gitmeyeceğim, de."
Daha fazla ağırlığını verdi, göğsünü göğsüme yasladı, vücutlarımız bir bütün oldu. Gözleri gözlerimde, dudakları bir nefes kadar uzağımda, “Gitmeyeceğim," diye fısıldadı, içinde birçok gitmeyeceğim barınıyordu. "Gitmeyeceğim ve burada savaşmaya devam edeceğim."
Hayat sanki durdu, güneş gökyüzüne tırmanmaktan vazgeçti, dalgalar bile dondu kaldı sanki ve onun uçan saçlarından başka bir hareket eden bir şey sanki yoktu. Kazandığım en büyük ikinci zafer, Nil’in gitmeyişiydi.
Birinci zaferi, Helin bana ilk abi dediğinde hissetmiştim.
Eğer zafer sigaralarına küsmeseydim o an, Nil'in gözlerinin içine bakarken bunu yapar ve bir sigara yakardım.
"Fakat bir şartım var," dediğinde güneş yeniden yukarıya tırmanmaya başladı, dalgalar yeniden hareketlendi.
"Nedir o?"
"Lâl," dedi, ismini söylediği an kalbimde bir sızı oluştu. "Onu affetmek için savaş vereceksin sen de." Kaskatı kesildim. "Çünkü bu savaş, benim savaşımla aynı Koza. Duydun mu? Hiçbir fark yok." Kaşlarım çatıldığında, “Burada kalıyorsam bunda onun da çok büyük bir payı var," diyerek beni şaşırttı. "Çünkü o senin için savaştı, benimle senin için konuştu." Başını salladı. "Bir keresinde bizi oturttuğun o masayı yeniden kur, bu kez yedi kişi yine oturalım o masaya ve son kez hesaplaşalım, Koza. Eğer o masadan kalkan olursa zaten biz hiç aile olmamışız demektir ama eğer herkes o masada oturmaya devam ederse bunun adı affediş olsun. Sen ve Lâl için de geçerli bu."
HELİN GÜNEŞ
Kıpkırmızı bir odanın içindeydim ve bütün Sokak Nöbetçileri yerdeydi, hepsi ölmüştü.
Mutlu ile Işık el ele ölmüştü, ikisi de tam kalbinden vurulmuştu. Onların yanında Bartu vardı, can çekişiyordu ama ölmek üzereydi, ağzının kenarından kan akıyordu. O da kalbinden vurulmuştu ve bakışları yanında uzanan Lâl'in üzerindeydi. Yine ona bakıyor, onu korumak istiyordu.
Lâl'in vücudu bembeyazdı, gözleri açıktı, ilk ölenlerden olduğu belliydi. Kanı bile yerde kurumuştu; o da kalbinden vurulmuştu.
Lâl'in yanında Koza vardı. Yan dönmüştü, bakışları Lâl'in üzerindeydi fakat o sırtından bıçaklanmıştı. Bacakları hâlâ titrese de ölmek üzere olduğu, kaymaya başlayan gözlerinden belliydi. Bartu son nefesini verirken, o hâlâ direnmeye devam etti. Dudakları hareket etti, bir şeyler söylemek istedi ama bu imkânsızdı.
"Helin," diye fısıldayan bir ses duydum ve gözlerim Koza'nın yanına döndüğünde onu gördüm, Yankı'yı. Koza'nın hemen yanında, kanlar içindeydi; en son vurulan kişi olmalıydı ama en açık yara da ondaydı. Göğsünde oluk oluk kan. Bakışlarım ona döndü ama yanına gidemedim çünkü hareket edemiyordum. Bacaklarıma baktığımda zincirlendiğimi gördüm, ellerim de öyleydi. Bir sandalyedeydim, hareket dahi edemiyordum. Ağzımı kapatmışlardı, bağıramıyordum.
"Helin," dedi bir kez daha. Başımı iki yana sallayıp inliyordum, kalkmak istedim ama bu imkânsızdı. Kırmızı ışıklar yanıp sönmeye başladı, ailem karşımda katledilmiş şekilde duruyordu ve ben çaresizdim. "Helin," dedi yeniden Yankı. "Artık yalnızsın."
Son nefesini verip öldü; bütün kırmızı ışıklar söndü, ardından yeniden açıldığında artık sadece altı kişi yerde değildi, çocuklukları da ölüydü; benim çocukluğumla beraber.
"Bebeğim," diye fısıldayan sesini duyduğum an titreyerek uykumdan uyandım ve elim direkt Yankı'nın belime sarılan eline tutundu. "Hey, hey, hey," dedi, ardından yüzümü yüzüne çevirip gözümden akan yaşları sildi. "Sadece bir kâbustu, buradayım, gerçek hayattayız. Buradayım bebeğim, kendine gel."
Turkuaz gözlerine, dağınık saçlarına baktım, ardından elim direkt kalbinin üzerine gitti. Atışları avcumun içine dolduğunda onu kendime çekip sarıldım, sıkıca, hiç bırakmayacak kadar sıkıca. "Berbat bir kâbus gördüm," dedim hıçkırarak. "Hiç geçmeyecek mi bu kâbuslar?" Çadırın içi sıcacıktı, ter içinde kalmıştım, bu sıcaklık uyumadan önce saatlerce seviştiğimiz için de olabilirdi. "Çok yoruldum, artık kâbus görmek istemiyorum Yankı. Ne olur kurtar beni."
Yankı da bana sarıldı, çıplak göğüs kafesi ateş gibiydi, bana dokunduğunda daha fazla terlememe neden oldu. Elleri saçlarımı yavaşça okşadığında, “Ne gördün?" diye sordu. "Anlat bana. Anlat, onu imkânsız kılayım."
"Ölüm," dedim ağlayarak. "Çok fazla ölüm. Hepiniz ölmüştünüz. İlk Lâl ölmüştü, sonra Mutlu ve Işık, ardından Bartu. Koza can çekişiyordu, sen de öyle. Çok kötüydü. Kanlar içindeydiniz." Dudakları saçlarıma dokundu ve sıcak bir öpücüğü saçlarıma bıraktı. "Artık güzel rüyalar görmek istiyorum, bitsin bu. Çok gerçekti." Geriye çekildiğimde gözleri gözlerimin içine tedirginlikle bakıyordu. "O adam hapishaneden kaçamaz, değil mi?" Bunu bininci soruşumdu, her seferinde de kaçamaz cevabını almıştım.
"Canım eşim, güzelim benim," dedi yüzümü okşarken. "Geçecek zamanla kâbuslar." Huzursuz bir nefes verdi. "Keşke senin yerine ben görsem o kâbusları, keşke senden bunları alsam."
"Sus," dediğimde onu omzundan itekledim ve tekrar yerime yattım. "Hâlâ bir şeyleri sırtlanmaya çalışıyorsun, deşeceğim karnını en sonunda."
Gülmeye başladığında yanıma uzandı ve arkadan bana sarılıp dudaklarını boynuma gömdü. İlk önce kulağımın arkasından, ardından hafifçe yan çevirip boynumdan, sonra nefes borumdan göğsüme indiğinde vücudumdaki ateş daha fazla yükselmeye başladı. "Deşsene," dedi dudaklarını sutyenimin altına dokundururken. "Çok hoşuma gidiyor senin şu asabi hallerin."
"Lanet olsun," diye mırıldandığımda sırtüstü döndüm ve dudaklarına daha fazla izin verdim. "Çok az uyuduk, yola çıkacağız ve..." Dudakları dudaklarımın üzerine kapandı, ellerimi bir eliyle başımın tepesinde topladı, sonra diğer eliyle altımdaki şortuma uzandı. İnleyerek nefesimi verdiğimde şortumu çıkarması için izin verdim, bunu seviyordum. Onun bana dokunuşunu, parmaklarının tenimde bıraktığı etkiyi, nefesini, sesini, her şeyini seviyordum.
İlk seviştiğimizde olan Yankı zaman geçtikçe bana gerçek halini göstermişti. O gün hassas olabileceğimi ve belki de korkacağımı düşünerek aslında narin yaklaşmıştı fakat şimdi, her seviştiğimizde düzey artıyordu. Öyle ki dün gece çadırın içine bile sığamayacak duruma gelmiştik. Kucağındaydım, altındaydım, üstündeydim ve bazen başka şekillerde... Her seferinde ona biraz daha âşık oluyordum ve bir o kadar da bağlanıyordum.
Dün gece her zamankinden daha farklıydı. Bu kez dakikalarca dudaklarımı öpmüştü, vücudumu da öyle. Kıvrandıracak kadar yavaştı ama aklımı başımdan almıştı ve prezervatif kullanmak istememişti. Bilerek, bu kez ben söylemeden, kendi isteğiyle.
"Ama…" diyerek karşı çıkmıştım.
"Ama," demişti onaylar gibi. Onu hissetmeyi sevdiğim için karşı çıkmamıştım ve yine korunmasız seks yapmıştık.
Dudakları karnıma inerken bakışlarım çadırın üzerindeki minik pencereden gökyüzüne kaydı. Kasıklarıma ilerledi, nefesi için ömrümden her parçamı verirdim. "Yankı," diye fısıldadığımda dudaklarını kasıklarıma bastırdı.
"Hmm," dedi derinden gelen bir sesle. Kasık çizgimdeyken saçlarına dokundum, ardından yüzüne ve onu kendime çekmek istedim. Bunu anladığı an üzerime geldi; bacaklarımın arasına yerleştiğinde yüzünü kavrayıp o güzel suratını izledim.
Kâbuslarımın korkusunu yok edebilecek tek yüz, Yankı Sarca'nın yüzüydü.
"Dün korunmadık," dedim boğuk bir sesle. Kasıklarımda erkekliği vardı, baskı yapıyordu. Eskiden bu cümlenin ardından kasılırdı fakat bu kez dudaklarını çeneme dokundurdu.
"Evet," dedi karşılık olarak. "Ve bunu ben istedim."
"Gerçekten istiyor musun?"
Hemen cevap vermedi, bir süre düşündü, ardından eli yavaşça karnıma giderken kendisi de aşağıya doğru indi. Parmakları sanki orada bir bebek varmış gibi okşadığında kalbimin teklediğini hissettim. "Göğüs kafesimde bir yonca dövmesi var, Helin," dedi, ardından bunu bana kanıtlamak istermiş gibi dizlerinin üzerinde dövmesini gösterdi. "Bunun anlamı aile demek. Seninle ben beraber aile değiliz, birbirimizin ailesiyiz, sen benim eşimsin ama sen benim sadece eşim de değilsin, evimsin." Eli dövmeme gitti, aynı dövmeden bende de vardı. "Benim senden, senin benden başka bir yolumuz yok. Ben baba olmayı istiyor muyum?" diye sordu, ardından gözlerine umut doğdu. "İstiyorum ama seninle olacaksa evet, sen yoksan hayır. Sen varsan başka yapraklar da eklenir, sen yoksan bu yapraklar da solar."
Yutkunduğumda olduğum yerde doğruldum ve ben de dizlerimin üzerinde durup gözlerinin içine baktım. "Hâlâ korkuyorsun ama değil mi?" diye sordum.
"Korkuyorum," diyerek dürüstçe itiraf etti. "Ama sonra korkumun derecesini de ölçtüm. Biz seninle kırmızı ışıklı odayı aştık; saçlarını kestik, onu aştık; dizlerine kapandım, sen gittin, onu aştık; yalanları aştık; ihanetleri aştık hatta yeri geldi savaştık, onu aştık. Söylesene, bi baba olma korkusunu mu aşamayacağım?" Önüme gelen saçımı kulağımın arkasına ittiğinde gülümsedi, yüzüme bakarken her zaman böyle gülümsüyordu. İçten, içi giderek. "Seninle her şeyi aşarım, seninle her şeyi isterim." Dişlerini gösterek güldü. "Yani şimdi bu adam, liderin olarak bir çocuk yapmasın mı senden?"
Dudaklarım aralandı, gözlerim irileşti, ardından sertçe ona vurduğumda gülmeye başladı, kahkahası çadırın içini doldurdu. "Kanım çekildi, inanılmaz," dedim sırtüstü düşerken. "Ürperdim, liderin olarak," ellerimi kollarıma sürttüm, "çok kötüyüm, sanırım kriz geçiriyorum."
Gülmeye devam ederken ellerimi başımın tepesine topladı. "Çocuğumuzun ilk kurduğu kelime lider olsun diye her şeyi yapacağım," dedi. "Sonra sana gelip diyecek ki: Liderin olarak süt vermeni istiyorum anne." Gülmeye başladığımda onun gülüşü bir anda kesildi ve ciddiyetle bana baktı. "Şaka değil bu arada," dedi, gülmeye devam ettim ama katılmadı. Birkaç saniye sonunda dudaklarım aralandığında gerçekten ciddiydi.
"Sanırım Koza haklı," dedim iri gözlerle. "Sen çocukları elli beş yaşında gibi büyüteceksin. Üç yaşındaki çocuk takım elbise giyip toplantılara katılacak."
"Koza'yı mahvedeceğim," dedi hırsla. "Gidip gelip bana senin beşiz çocuğun olduğundan bahsediyor. Öyle bir şey yok dediğimde de, ‘Ben gidip Helin'e senin çocukları istemediğinden söz edeyim de gör diyerek,’ tehdit ediyor." Gülmeye başladım yeniden. "Gülme," dedi. "Bu hikâyeye gerçekten inanıyor. Bana, ‘Bir tanesinin adını Koza koy,’ dedi, sonra da diyor ki: Okulda kelebek diye dalga geçerlerse dalga geçenlerin babalarını döveriz.’"
Daha yüksek sesle kahkaha attığımda, “Harika bir dayı olacak," dedim.
"Amca," diye düzeltti.
"Dayı," dedim yeniden.
"Amca," dedi.
"Dayı diyorsam dayı," diye çıkıştığımda kaşlarım çatıldı. "Ben ne diyorsam o."
"Peki, dayı," diyerek beni onayladı. "Öyle olsun."
Çenemi kaldırıp zafer kazanmış bir ifadeyle ona bakarken gözlerini kısıp beni inceledi. "Yankı," dedim merakla. "Bir şeyi çok merak ediyorum, sorabilir miyim?"
Çenemi parmaklarıyla tutup, “Sorabilir miyim diyen o dilini," dedi kanı kaynamış bir şekilde. "Sor."
"Başka bir hayatı düşündük," dedim heyecanla. "Fakat başka bir hayat değil de beraber büyüseydik sence yine böyle olabilir miydik?" Hazırlıksız yakalandığı için kaskatı kesildi. "Yani şöyle: Sen Koza'yla düşman olmasaydın, Koza bir şekilde beni yanınıza getirseydi, yedi çocuk beraber büyüseydik sence yine bana âşık olur muydun?"
Yankı derin bir nefes verip, “Başladı benim mesai," dedi, ardından kolundaki saate baktı. "Sabahın beş buçuğu," dedi. "Ve sen bunu mu merak ediyorsun?"
"Söyle," dedim kaşlarımı çatıp. "Âşık olur muydun, olmaz mıydın?"
Kaşları çatılırken elini kumral saçlarına daldırdı, ardından yanıma sırtüstü kendini bıraktı. Bakışları çadırın tavanındaki minik pencereye odaklandığında, “Ben sana âşık olurdum," dedi dürüstçe. "Ama sen bana olmazdın."
Şaşkınlıkla, “Neden?" diye mırıldandım.
"Ben sana tüm varlığınla âşık oldum, her şeyinle çünkü sen âşık olunabilecek bir kadınsın ama sen eğer acıların olmasaydı asla bana âşık olmazdın." Daha fazla şaşırdım. "Öyle bakma, kastettiğim çok farklı. Bütün bunların dışında bak bana, anlamadığını düşün. Bir adam; içine kapanık, asla konuşmuyor, robot gibi hareket ediyor, gülümsemek bir yana dursun, öylece yaşayıp gidiyor. Hisleri var ama kapalı. Acı çekse bile sesi çıkmıyor. Bir keresinde bir kadın bana…" Öfkeyle nefesimi verdim. "Hayır, öylesine hoşlandığım bir kızdı işte lisede ama bana, ‘Tanıdıkça insan senden nefret ediyor,’ demişti. Onu suçlamıyorum ama eğer o kadar acı çekmeseydin beni anlamazdın, beni anlamasaydın âşık olacağın hiçbir parçam kalmazdı."
Direkt karşı gelmek istemedim ama söylediklerinden tek bir anlam çıkıyordu. "Yani ben de mi sana robot gibi davranırdım? Bunu mu demeye çalışıyorsun?"
Yan dönüp yüzümü okşadı. "Öyle, Helin," dedi sesinde hüzün vardı. "Çünkü bunu itiraf etmek çok zor olsa da seni bana bağlayan, o acılar oldu." Kendimi çok kötü hissetmiştim, direnmek istiyordum ama haklı olma ihtimali beni mahvediyordu. "Ve zaten öyle bir hayatımız olsaydı yine beraber büyüyemezdik, ben bir süreden sonra uzaklaşırdım. Sen bu aileye dahil olmadan önce ben zaten Sokak Nöbetçileri'nde sadece bir robottum; bağım bile tek taraflıydı, kimse bana o kadar da bağlı değildi çünkü ben daima yalnızdım. Sonra sen geldin, kalp attı. Sen geldin, aile olduk. Ne güzel geldin, bir tur daha hayatımızı katletsene."
Güldüm ama cümlelerinin ağırlığını aşamıyordum, bir şeyler söylemek için dudaklarım aralandığında yastığımızın altındaki telefon titredi.
Yankı gözlerini devirip telefona uzandığında ekrana bakıp derin bir nefes verdi, ardından açıp telefonu hoparlöre aldı. "Ne var Mutlu?"
"Ulan çadırın ışığını kapatın, gölgelerinizi üst üste alt alta görmek zorunda mıyım ben?" dediğinde Yankı, “Siktir,’ diye fısıldadı, ardından uzanıp ışığı kapattı. "Boks maçı izler gibi saatlerdir sizi izliyorum; bir ara bütünleştiniz, aklım gitti korkudan. Yedin sandım Helin'i."
"Uyusana oğlum," dedi Yankı hırsla. "Bizi mi dikizliyorsun?"
"Su uyur, ben uyumam, dostum," dedi Mutlu. "Sevişme dedektörü gibiyimdir; kokusunu aldım mı, kurtarabilene aşk olsun." Daha kısık sesle fısıldadı. "Host Bey yanımda uyuyor, sarılıyor ve gülümsüyor. Abarttı, bana âşık oldu bu."
"Nerden anladın âşık olduğunu?" dedim merakla.
"‘Mutlucuğum,’ dedi bana, âşık olmayan insan –cim/cum eki katmaz." Yankı'yla birbirimize baktık. "Bir de uyumadan önce, ‘İyi geceler yavrum,’ dedi, siz söyleyin, âşık olmayan yavrum der mi ya?"
"Abartıyorsun gibi geldi," dedim kendimi tutamayıp. "Yani bunları söylemek..."
"Kıskanıyorsun," dedi duymazlıktan gelerek. "Âşık olmayan kimse iyi geceler demez, âşık olmasa gecelerimin iyiliğini neden umursasın?" Şaşkınlıkla gözlerim açıldı, Yankı bile cevap veremedi. "Haksız değilim, kabul edin."
"Mutlu," dedi Yankı gözlerini devirerek, o sırada Bartu'dan mesaj geldi; ortak gruba gelen mesaj benim telefonuma da ulaşmıştı. Bu saatte hepimizin uyanık olması trajikomikti.
Yankı ekranı aşağı kaydırdığında başımı kaldırıp ben de baktım, tam o esnada Mutlu telefonu kapattı.
Sokak Nöbetçileri beybeğim grubu.
Bu grubu Mutlu kurmuştu, durmadan o konuşurdu ve grup fotoğrafı hepimizin toplu bir fotoğrafıydı fakat bir fark vardı: Mutlu hepimizin yüzüne bir emoji eklemişti, Bartu kendisinde domuz var diye onu saatlerce silkelemişti. Bende geyik vardı; “Narin kızım” demişti. Işık'ın yüzüne şeytan koymuştu; Koza'ya kelebek, Yankı'ya patates, Lâl'e asık bir surat, kendisine ise kral.
Son mesaj Koza'dan gelmişti; Mutlu'nun attığı Koza'nın sarı baksırlarını alıntılayıp, “Hediye ulan hediye!" diye çıkışmıştı.
Işık ise sadece gülücük atmıştı.
Bartu Sarca:
Çabuk dışarıya bakın, çabuk! Hemen! Uyanık olmak zorundasınız.
Mutlu Sarca:
Eğer çırılçıplak bir şekilde dalgaların ortasında beni izliyorsan bu beni heyecanlandırır.
Bartu Sarca:
Geri zekâlı yürü git, yanındakiyle ilgilen.
Mutlu Sarca:
Sen bana varmayınca ben de Host Bey’e vardım ama çıplaksan geliyorum; hem Host Bey’e kendimi ağırdan satıyorum.
Bartu Sarca:
Bok ağırdan satıyorsun, dün, “Bal olmadığına emin misin? Bal gibi kokuyorsun da,” diyordun.
Mutlu Sarca:
Bal güzel kokuyor deseydim haklıydın ama bal gibi kokuyorsun demek bir övgü değil.
Bartu Sarca:
Ne?
Ha...
Siktir git, mal oldum.
Lâl Sarca:
Bartu heyecanla dışarıya bakıyor, uykumdan uyandırdı. Birisi ne olduğunu söylesin, ona göre kalkacağım.
Yankı kaşlarını çattı, göz göze geldik. "Neyi bekliyoruz?" dediğimde üzerimdeki çarşafı atıp Yankı'nın köşedeki tişörtünü üzerime geçirdim, ardından gözlerimi ovuşturup çadırın fermuarını sessizce açtım, sonra kafamı çıkarıp dışarıya baktım.
Havanın aydınlanmaya başladığını gördüm; sonra denizin o güzel görüntüsünü, iyot kokusunu, ardından onları: Işık ve Koza'yı. Kıyıda, dalgaların yanında uzanıyorlardı ve sırılsıklam olmuşlardı. Koza, Işık'a sıkıca sarılmıştı, derin bir konuşmanın içindelerdi.
"Siktir," diye fısıldadığımda Yankı da yanımdan başını eğip baktı, ardından yan çadırdaki Bartu'yla göz göze geldik, Bartu'nun arkasından Lâl de çıkageldi. En son Mutlu kafasını çıkardığında beşimiz o kadar komik görünüyorduk ki gülmemek için kendimi zor tuttum, bir yandan da şaşkınlık içindeydim.
"Siktir," dedi Mutlu da aynı benim gibi. "İkizimi mi boğuyor o?"
"Kes sesini," dedi Yankı ters bir bakış atıp. "Sevişmenin kokusunu alırmış, bir bizimkinin kokusunu alıyor o burnun."
"Oğlum, uyandım," dedi Bartu heyecanla. "Dedim bi temiz hava alayım, hani zenginler sabah erkenden uyanır, kahvesini yudumlarken güneşi izler ya, onu yaşamak istedim fakat ne göreyim, amına koyayım?" Çenesiyle Koza ile Işık'ı işaret etti. "Dalga sert çarptı harbi."
Lâl gülümseyerek o tarafa bakarken, “Bence bakmayalım," dedim ama beşimiz de solucan deliğinden fırlamış gibi onlardan gözlerimizi alamıyorduk. "Bu çok ayıp," dedim daha dikkatli bakarak. "Yani özel bir an." Başımı kaldırıp Yankı'ya baktım. "Acaba ne konuşuyorlar?"
"Dalgaların ortasında ama," dedi Mutlu hırsla. "Sokak Nöbetçileri'nde olanlar için normal bir mekân imkânsız galiba ya," diyerek bize gönderme yaptı. "Yok efendim, olmuyor. Yatak yasak gibi; dalga, mutfak, kapı, tablo..." Işık bir anda Koza'yı çevirip altına aldığında Mutlu gözlerini kocaman açtı. "Bu kez de Işık onu boğuyor."
"Bence artık bakmayalım," dedi Yankı ama benden daha dikkatli izliyordu. "Herkes içeriye geçsin."
Lâl ellerini yüzüne yerleştirip, dirseklerini yere yasladı. Yüzündeki gülümseme öyle keyifli bir hale bürünmüştü ki heyecanını hissedebiliyordum, bu çok tuhaftı. Ardından hızlıca içeriye geçti, sonra geri çıktığında Koza ve Işık'ın fotoğrafını çekti. Dişlerini göstererek gülümsediğinde, çektiği fotoğrafı kaldırıp Bartu'ya gösterdi. Bartu onayladığında kamerayı bize çevirdi, sonra o halimizi de fotoğrafladı.
Dünyanın hem en anlamlı hem de en eğlenceli fotoğrafı o an ortaya çıkmıştı.
"Mutlu, sen çok değiştin," dedi Bartu ona bakarak. "Normalde üstünü başını yırtarak suya atlaman gerekiyordu ama sakince izliyorsun."
"Maalesef, bunu asla kabullenemeyerek ve tahammül de edemeyerek bir şey itiraf etmem gerekiyor ki Kelebek’i seviyorum," dedi. "Ve onun Işık'ı sevdiğinden de eminim." Ardından kaşlarını çatıp ikisine baktı. "Fakat sevişmeye başlarlarsa gidip üstlerine işerim, o kadarına da gerek yok."
Gülmeye başladığımda sesim yüksek çıktı, Yankı arkamdan ağzımı kapatıp gözlerini açtı. Lâl de bana katıldığında ikimiz birden gülüyorduk. Az önce berbat bir kâbus görmüştüm ama şimdi hepsi yaşıyordu, buradaydı ve benimleydiler. Kimseye hiçbir şey olmamıştı ve olmayacaktı da.
"Günaydın," diyen Host Bey’in sesiyle bakışlarım o tarafa döndü. Mutlu'nun tepesinden başı çıktı, hepimize gülümseyerek baktı, hepimiz karşılık verdik, Bartu dışında.
"Ah," dedi Mutlu sırıtarak. "Doğdu güneşim." Bartu gözlerini devirdi, öyle bir kıskanıyordu ki Mutlu'yu asla paylaşamıyordu. "Nasılsın balpeteğim, çiçeğim, böceğim, biricik kırlangıcım, evimin direği..."
"Ağırdan almasa ne diyecekti acaba?" dedi Bartu bize.
"Kıskanmaktan vazgeç," dedim kaşlarımı çatıp. "O mutlu hissediyor."
"Günaydın ömrüm," dedi Mutlu bir kez daha, sonra bize bakıp, “Günaydın, dedi," diyerek hatırlatmada bulundu. Mutlu'ya göre günaydın demesi, âşık olduğu anlamına gelirdi.
Bakışlarım yeniden Koza ile Işık'a döndüğünde, Koza'nın yüzündeki o ifadeyi az çok seçebiliyordum. Heyecanlı, mutlu ve ilk defa bu kadar acısız. Abim ilk defa bu kadar huzurlu görünüyordu; onun huzurunu tam kalbimde hissettiğimde güneş artık daha parlaktı.
Çadırın içini telefon sesi doldurduğunda Yankı içeriye girdi, ardından geri çıktığında, “Sadık Orhan arıyor," dedi. "Bu saatte..."
Kalbimin üzerine bir ağırlık oturdu. "Aç hemen," dedim endişeyle, ardından bir kez daha Koza'nın olduğu tarafa baktım. Hayır, şu an onun bu huzurunu bozacak tek bir olay bile yaşanmamalıydı, bunu istemiyordum.
Yankı telefonu kulağına götürdüğü anda Sadık Orhan'ın bir şeyler dediğini işittim, Yankı'nın yüzünde korkunç bir ifade oluşmasını bekledim ama aksine gülümsedi ve gözlerimin içine umutla baktı. Ne oldu dermiş gibi başımı salladığımda Sadık Orhan'a, “Tamam," dedi. "Biz hemen geleceğiz, hemen." Telefonu kapattı, ardından o gülümsemesiyle, “Annen," dedi. "İlk defa birilerini soruyormuş, o birileri sizsiniz." Sonra düzeltti. "Sensin," dedi, "ve bir günlük."
Mutlu oldum fakat bir yandan da son derece mutsuzdum; heyecanlandım ama bir yandan da heyecanımın parçalandığında şahit oldum. Beni sormuştu, Koza'yı sormamıştı. Onu zaten soramazdı çünkü kendisini arkadaşım gibi tanıtmıştı ama günlüğü soruyordu, günlüğü sorması bile Koza'yı merak ettiğini gösterirdi.
"Yankı," dedim kalbim deli gibi çarparken. "Gidelim, ne olur gidelim." Bir anda kendimi tutamadım, çadırdan dışarıya fırlayıp, “Abi!" diye seslendim. Ona abi demekte zorlanıyordum ama o an dudaklarımdan abi döküldü, bunu engelleyemedim.
Koza omzunun üzerinden bana baktığında, Işık önce benimle sonra hepimizle göz göze geldi. Gözlerinde yaşlar vardı ama solucan deliğinden fırlamış tiplerimizi görünce yaşları da unuttu. Hızla Koza'nın kucağından kalktığında elleriyle yüzünü silip, "Ne yapıyorsunuz siz?" diye sordu.
"Belgesel izliyoruz," dedi Bartu. "Köpekbalıklarının hikâyesi."
"He," dedi Mutlu ters bir sesle. "Televizyonda çıkan ucuz köpekbalığı filmleri gibi."
"Abi!" diye bağırdım bir kez daha.
Koza söylenerek oturduğu yerden kalktığında üzerindeki kumları silkeledi, sonra bana dönüp, “Deme deme," dedi ters bir sesle. "Hiç olmayacak zamanda karşı komşunun çatısına topun kaçmış gibi abi diye bağır."
Dudaklarımı büktüğümde, “Bir şey söyleyecektim…" dedim. "Önemliydi." Kollarımı önümde bağladım, ardından kırgınlıkla ona baktım. "Bozmak istemedim, bir anlık ben öyle..."
Koza kıyıdan bize doğru yürürken yüzümün asıldığını fark etti ve o an söylediğinden pişman olup, “Söyle abim," dedi merakla. "Söyle miniğim, güzelim, kızım, yavrum benim. Söyle güzel kardeşim, dinliyorum."
Her seferinde bana olan şefkatini duyduğumda, hissettiğimde ya da gördüğümde böyle hissetmemeliydim, sanki ailem bana kocaman sarılıyormuş gibi olmamalıydı, kalbime sıcaklık uğramamalıydı. Bu olmamalıydı.
Bana yaklaştıkça gözlerinin içinin kıpkırmızı olduğunu gördüm, ağlamıştı ya da tamamen uykusuzluktandı, bilemiyordum ama gerçekten huzursuz görünmüyordu.
"Annem," dedim yutkunarak. Adını duyduğu an yüzündeki o gülümseme silindi, bakışlarına korku oturdu. "Hayır, kötü bir şey değil. Annem ilk defa bizi sormuş, istiyormuş, günlükle beraber."
Koza şaşkın bir nefes verdi, ardından, “Annem," dedi heceleyerek. "Beni de mi sormuş?" Arkamda duran Yankı sessizliğini korurken, Koza'nın arkasındaki Işık ise sadece dinlemeyi tercih etti. "Helin," dedi heyecanla. "Beni hatırlamış mı? Sormuş mu? Beni de mi istiyormuş?"
Öyle büyük bir umutla bakıyordu ki dünyanın en dürüst insanı bile gelse, o an bu umudu kıramazdı, biliyordum.
"Evet," dedim yalan söyleyerek. Ben bunu söyler söylemez Yankı'nın hareketlendi, diğerlerine gideceğimizi söylediğini duydum. Yalan söylememden hoşlanmadı. "Bunu kaçırmamamız gerekiyor."
"Evet," deyip sola doğru yürüdü, sonra sağa, ardından arkasını dönünce Işık'ı gördü. "Duydun mu?" dedi ona. "Beni sormuş, Nil." Gülüşünü duyabildim, sonra koşarak çadırına gitti.
Arkasından acıyla bakarken, Işık bana doğru yaklaştı, direkt anlamıştı. "Yapmamalıydın," dedi. "Umutlanacak."
"Annem onu kabullenecek," dedim başımı sallayarak. "Ve ben onun kalbini kıramıyorum, bu şekilde kıramam." Koza ileride hızla çadırındaki eşyaları topluyordu. Yüzünde geniş bir gülümseme vardı. Işık başını iki yana sallarken Lâl koluma dokundu, ona baktığımda sanki bana hak veriyormuş gibi gözlerini açıp kapattı.
Dakikalar sonra çadırlar toplanıp karavana yerleştiğinde herkes yerlerini almıştı; geriye sadece Lâl’le ikimiz kalmıştık, çantalarımıza eşyalarımızı tıkıştırıyorduk. Aramızdaki sessizlik sürüyordu ama az önce hariç, Lâl'in yine kafasında karanlık bulutların uçuştuğunu anlayabiliyordum.
En sonunda omzuma dokundu ve bakışlarımın ona dönmesini sağladı. Ellerini kaldırıp hızla, “Sana hemen bir şey sormam gerekiyor," dedi, elleri öyle hızlı hareket ediyordu ki cümlelerini iki kez tekrar etmek zorunda kalmıştı. Onaylayarak başımı salladığımda tereddüde düştü, ardından, “Kırmızı ışık korkunu nasıl yendin?" diye sordu. "Kırmızı ışıklardan korkarak mı yoksa o ışıkların altında kalarak mı?"
Duraksadığımda amacını çözemedim ama bana büyük bir merakla bakarken cevap beklermiş gibi ellerini hareket ettirdi. Karavandaki birkaç kişi bize seslendi. "O ışıklara direnerek," diye cevap verdim. "Korksam bile altında durarak hatta onu sevmeye çalışarak. Zaten korkan ben değil, çocukluğumdu. Bir süreden sonra o da alıştı, alıştırdım. Zordu ama başardım." Hayranlıkla bana baktı. "Neden sordun?"
"Peki hâlâ korkuyor musun?"
"Arada sırada," diyerek dürüst bir yanıt verdim. "Az önce bir kâbus gördüm, kâbusumda kırmızı ışıklar vardı, o korkuttu ama geçti."
"O ışıklar öldürecek olsa yine de direnir miydin?"
Kaşlarım çatıldı. "Neden soruyorsun bunları?" Yine cevap beklermiş gibi ellerini hareket ettirdi. "Zaten öldürüyordu," dediğimde kalbimde derinlerdeki bir kesik sızladı. "Ben de öldürmesin diye direndim ve yaşıyorum."
Elini kaldırdı, duraksadı, gözlerinin dolduğunu gördüm, ardından, “Peki benim gibi suskun olsan," dedi. "O kırmızı ışıkları yendikten sonra konuşabilir miydin sence? Ya da arındığını hissettin mi? Temizlendin mi? Artık iyi biri misin?" Elimdeki çanta titremeye başladı. "Geçti mi Helin?"
"Beni korkutuyorsun," diye fısıldadım ardından ona yaklaşıp kolunu kavradım. "Ve bu halinden hiç hoşlanmadım, Lâl. Ne düşünüyorsun? Neler oluyor?"
"Bir bedel ödenecek," dedi parmaklarını sakince hareket ettirirken. "O bedel için canımdan bile vazgeçerim." Şaşkınlıkla ona baktığımda karşı çıkmak istedim ama hiçbir şey söylemeden arkasını dönüp gittiğinde gözlerinde ilk defa acımasız bir kadın görmüştüm ya da kararlı; belki de Lâl kararlıyken acımasız olanlardandı, bilinmez ama bir karar vermek üzereydi ve ben, her ne söylediysem o kararı vermesine destek olmuştum.
Paragraf Yorumları