2 Kasım'a bir hafta kala...
"Sence aile nedir?" diye sordum Koza'ya. Üzerindeki ince siyah kazağını aşağıya çekiştirirken duraksadı ve yutkundu. "Yani," dedim düzelterek. "Genel anlamda sormuyorum, senin için olanı soruyorum."
"Hangi yaşıma sorduğuna göre değişir bu," dediğinde gözlerini yavaşça yerden kaldırdı ve önümüzde yürüyen beş kişiye baktı. Hüseyin'in mezarına doğru ilerliyorduk; Koza nedense geride durmak istemişti, bunu adımlarından bile sezebilmiştim. Yankı ise onunla baş başa kalmamı ister gibi diğerlerine katılmıştı. Sessizdik, belki de uzun zamandır ilk defa bu kadar sessizdik. Hatta biz hepimiz şu an Lâl olmuştuk.
"Bütün yaşlarına," dedim başımı sallayarak.
"Birçok insan sevgi der," dediğinde bakışları bana döndü. "Başkaları bağ diyebilir; belki sıcak bir ev, belki ekmek, belki kör bir bıçak, belki hiç doğmayacak bir çocuk, belki de ne olursa olsun dimdik ayakta kalabilmek." Derin bir nefes verdi. "Benim için aile, affetmek demek." Kaşlarım havalandı. "Çünkü çocukluğumdan itibaren kendimle beraber bir şeyleri affetmeye ve kendimi affettirmeye çalıştım." Başımı omzuma doğru yatırdım ve yavaşça koluna girdiğimde destek bulmuş gibi elini elimin üzerine koydu. "Sen ailemsin, kendimi sana affettirmeye çalışıyorum; hayır, sözümü kesme, ben bunu ömrümün sonuna kadar yapacağım." Başını çevirip Işık'ı gösterdi. "Ona kendimi affettirmeye çalışıyorum." Diğerlerine baktı. "Ve onlar da kendi aralarında birbirlerini affetmeye çalışıyor." Gülümsediğinde elimin tersini okşadı. "Hiçbir suçu yokken bile kendisini annesine affettirmeye çalışan çocuğun adıdır Koza. Senelerce kendimi suçlu gördüğüm halde."
"Koza," dedim kolunu sıkarak, ardından ne diyeceğimi bilemedim.
"Bence," dedi, cümlelerin boğazında düğümlendiğini anlayarak. "Biz bir aileyiz, gerçek bir aileyiz." Öyle yürekten söyledi ki ürperdiğimi hissettim. "Çünkü affedebiliyoruz. Eğer affedemeseydik biz asla bir bütün olamazdık. Bir düşünsene yaşadıklarımızı," düşünmek bile adımlarımın yavaşlamasına neden oldu, "kaç insan affederdi bu kadar şeyi? Kaç insan bu kadar hata yapardı peki?" Ciddiyetle başını salladı. "Hâlâ berabersek bu gerçek bir aile olabildiğimizden ötürü."
Bakışlarımı gökyüzüne çevirdiğimde havanın kapalı olduğunu gördüm. Yağmur yağmak üzereydi. Bütün yaşananlar en başından sonuna kadar öyle bir film şeridi gibi geçti ki gözümün önünden gülümsedim mi, yoksa acı mı çektim, anlayamadım. "Bence bir tarafımız daima çocuk kalmasaydı biz bu kadar kolay affedemezdik." Hiçbir cevap vermedi. "Ve aile demek, affetmek olabilir ama affetmeyi sağlayan da sevgidir. Saf sevgidir. Belki bu söylediğime güleceksin ama bizim bir kitap ya da dizi karakterleri olduğumuzu düşünsene." Güldü ama alayla değil. "Kesinlikle sevilmezdik, hatalarımızla bizi kabul edemezlerdi."
"Ya da anlaşılırdık," dedi Koza lafımı bölerek. "Ha, fikrimi soruyorsan benim en sevdiğim karakter Sadece Koza olurdu." Koluna hafifçe vurup güldüm. "Benim karizmamı kaleme alabilecek bir yazar daha anasının karnından doğmadı da neyse."
"Seni bir yazar kaleme alsaydı kesin şu egona sinir olurdu."
"Hayır, bana âşık olurdu. Özellikle kadınsa."
"Sana gelene kadar Yankı var," dedim gözlerimi devirerek. Kusar gibi ses çıkardı. "Bartu var, Mutlu var ve..."
"Yankı'ya âşık olan yazar Balıkesir'de patates, domates de eker." Kendimi tutamayıp gülmeye başladım.
"Sahiden," dedim gülümseyerek. "Anlaşılır mıydık?"
"Evet," dedi gözlerini açarak. "Çünkü bu yedi kişi aslında içinde birçok çocuğu barındırıyor. Tek değiliz hiçbirimiz. Kaç çocuk istismara uğruyor," dediğinde yutkundum ve bakışlarımı kaçırdım. "Kaç çocuk annesini, babasını hiç tanımıyor." Bartu. "Kaç kız çocuğu küçük yaşta evlendiriliyor." Işık. "Kaç çocuk annesi ve babası istemediği için sokağa bırakılıyor." Yankı. "Kaç çocuk, kaç genç hislerini yaşayamıyor, ötekileştirilmemek için." Mutlu. "Kaç çocuk," duraksadı, "konuşamıyor." Lâl. "Ve bütün bunlara rağmen yaşamaya devam ediyorlar. Biz ediyoruz. Sen olsan anlamaz mıydın? Eh, ben biraz söverdim ama anlardım. Hem sen neden taktın ki bunlara?"
"Ne bileyim," dedim omzumu silkerek. "Çok sorguluyorum bu sıralar. Dönüp bize dışarıdan bakıyorum artık ve diyorum ki: Vay be, neler yaşadınız ama hâlâ buradasınız işte."
Koza elini omzuma atıp beni kendine çekti ve saçlarımın tepesinden öptü. Bu hareketiyle gülümsediğimde gözlerimi kapattım. Askeriydim, abim oldu; sevdim onu, çok sevdim; ondan korkardım, şimdi onun kollarında güveni sonsuz hisseder oldum. Dile getirmedim ama biz çocukken beraber büyüseydik... Hayır, ağlamayacaktım.
"Hâlâ Sonuncu'yu öldürmek istiyorum ama."
"Ona daima Sonuncu mu diyeceksin ya?" dedim başımı kaldırıp ona bakarak.
"O," dedi Yankı'yı işaret ederek. "Umut ismini tamamen kabullenene kadar evet." Anlamaz gözlerle ona baktım. "Bilmiyorsun," diye fısıldadı. "Kaç gece, ‘Benim adım Yankı değil,’ diye ağladığını. Çocuktuk, çırpınıyordu. O unutsa ben unutmam."
Acıyla yutkunduğumda ve ona zorla bu ismin kabullendirildiğini düşündüğümde, “Bir gün bütün bunları sadece bir tecrübe gibi hatırlayıp gülümseyebilir miyiz sence?" diye sordum. Ona soruyordum çünkü ağzından çıkan her cümleye inanacakmışım gibi hissediyordum.
Uzun bir süre düşündü, ardından çıktığımız yokuşta koluyla bana destek sağladı. Lâl o küçücük bedeniyle, Hüseyin'i taşırken bu yokuşu nasıl tırmanmıştı? Hayal edilemezdi, hayal etmek bile kalbi ağrıtırdı.
"Bilmiyorum... Bilmiyorum güzel kardeşim," dedi dürüstçe. "Ama ben bir yazar olsaydım Sokak Nöbetçileri'ni acılarıyla ve hatalarıyla yazmak yerine masal karakterleriymiş gibi yazardım. Hataları sanki güzellikmiş gibi." Gözlerimi kıstım. "Evet, bu benim masallarıma düşkünlüğümden geliyor olabilir ama anneme masal okurken fark ettim ki acılar, üzeri kapanarak değil, onları güzelleştirerek geçiyor." Gülümsedi, kahverengi gözünü işaret etti. "Bu gözün acılardan bu hale geldiğini yazmazdım da bu çocuk kahverengi gözünü kırptığı zaman herkesin gülümsediğini yazardım." Gözünü kırptı, gülümsedim. "İşte böyle mesela."
"Ya!" dedim hevesle. "Çok heyecanlı. Mesela benim saçlarımın kesildiği çok kötü bir gün var, kâbuslarımda hâlâ görüyorum. Bunun için ne söylerdin?"
"Hımm," dedi Koza gözlerini kısarak. "Belki bir gün söylerim."
"Of," dedim onu hafifçe itekleyerek. "Ama merak ettim."
Burnumun ucuna fiske vurdu. "Fazla merak iyi değildir." Uzaktaki mezarı gördüğümde hemen yanındaki erik ağacıyla göz göze geldim. İkimiz de aynı noktaya bakarken yüzümdeki gülümseme silindi. "Herkes için var güzel cümlelerim, acılarına dair," dedi diğerlerini de kastederek.
O an, ilk tanıdığım Koza'nın içinden çıkan o çocuğa bir kez daha şaşırdım. Biz altımız Sokak Nöbetçileri'ne en güzel tarafından bakamazdık ama yedi kişiden en kötüsü olduğunu iddia eden Koza, bize en güzel tarafından bakabiliyordu. Hayır, hiçbir suçu yokken kendisini annesine affettirmeye çalışan adamın adı Koza değildi; her şeye rağmen kalbine kötülüğü bulaştırmayan çocuğun adı Poyraz'dı. İsmine rağmen.
"Lâl için bile mi?" Omuzları kalkıp indi. "Yani onu..."
"Onun için de." Elini saçlarına geçirdiğinde mezarlığa yaklaştıkça gerildiğini anladım. "Masal yedi kişilik."
"Onu affettin," dedim kendimi tutamayıp. "Onu affettin Koza fakat dile getiremiyorsun." Hiçbir cevap vermedi. "Ve onu seviyorsun. Ne zaman onu gerçekten kabulleneceksin? Ne zaman ona sarılacaksın?"
"Mesele onu affetmek değil ki Helin," dedi Koza. "Bana o hatayı yaptıktan bir gün sonra gelip benden özür dilese ben onu o gün affederdim çünkü çocukluğumdu. Mesele geçip giden zaman." En büyük itirafını gerçekleştirdi. "Mesele bizim ikimizin onlarsız geçirdiğimiz zamanlar. Kabullenemiyorum. Her neyse, sonuç olarak o kardeşine artık kavuşabilecek, bunları konuşmayalım."
"Bu sizin sayenizde," dedim. "En çok senin sayende." Hiçbir cevap vermedi. "Seni seviyor," diye fısıldadım. "Ve sen ona bir kez sarılsan o kendisini daha kolay affedebilecek." Tıpkı senin gibi demedim.
"Tıpkı benim gibi," dedi. Eskisi gibi Lâl'e sert değildi çünkü aynı evde geçen süreçte fark edilebiliyordu. Bir film izlediğimizde intihar sahnelerinde Lâl için ileriye saran kişi Koza'ydı.
Diğerleri mezara vardıklarında biz de bir adım gerilerinde kaldık ve o an gördüm, mezarın Lâl'in bıraktığı gibi kalmadığını. Hayır, daha önce gördüğüm için değildi, şimdi güzelleştiği içindi. Üzeri harika çiçeklerle süslenmişti, toprak nemliydi. Geniş bir tahta saplanmıştı baş kısmına, üzerinde benim gözlerimi dolduran o yazı vardı, sadece isimle de değil üstelik.
Sokak Nöbetçileri kurucusu: Hüseyin. Koza, Hüseyin'e kendisinin kimliğini vermişti.
Lâl o yazıyıyla beraber mezarı gördüğü gibi bir anda dizlerinin üzerine çöktüğünde, Bartu ona hamle yapmak için hareket etti fakat Işık kolundan tutup onu engelledi, kendi haline bırakmak için.
Doğum tarihi yoktu, ölüm tarihi de öyle. Tek bir cümle yazıyordu, isminin altında. "Erik ağaçlarının gölgesi sizi daima koruyacak." Nadir. Nadir ve erik ağaçları. Nadir ve Hüseyin'in. Acılı çocuklar, hiç büyüyemeyen Sokak Nöbetçileri'ydi onlar. Bizim ölü tarafımızdı.
Gözlerim dolduğunda, Bartu hızla arkasını döndü ve eliyle ağzını kapatarak gözyaşlarını dizginlemeye çalıştı. Mutlu ise geriye birkaç adım attı. Yankı öylece duruyordu, ruhu sanki onunla beraber değildi; Işık ise gözlerini sıkıca yummuştu. Tek bir çığlık gerekiyordu belki ama hepimiz Lâl'in sessizliğine saygımızdan öyle sessizdik ki kalbim bile durmuş gibiydi.
Koza gülümsemeye çalışarak, “Hüseyin olmasaydı," dedi fakat sesi titriyordu. "Sen de bir Sokak Nöbetçisi olamazdın." Konuştuğu kişi Lâl'di. "Sen olmasaydın Sokak Nöbetçileri de olmazdı çünkü biz yedi kişiyiz. Hep yedi kişiydik." Gülümsemeye devam etti ama gözleri kızarmaya başlamıştı. "İşte bu yüzden Hüseyin bizim kurucumuz diye düşündüm."
Lâl donup kalmış, dizlerinin üzerinde mezara bakarken ağlamıyordu bile. Sadece bakıyordu; elleri kucağındaydı, çamur içindeydi ama sadece bakıyordu. Her ne düşünüyorsa bilmiyordum ama anladığım bir şey vardı: O şu an bizimle değil, geçmişin başka bir dilimindeydi.
Bartu sırtını dönmüş, başını iki yana sallarken, “Dayanamıyorum," dedi kısık sesle. Onu duyduğum an elimi sırtına koyup hafifçe sıvazladım fakat benim de dizlerimde hal kalmamıştı, ayakta durmakta zorlanıyordum.
"Ve Nadir'e her baktığında Hüseyin'i hatırladığını söylemiştin bana," dedi Yankı. Çenesini havada tutmaya çalışıyordu ama yutkunmakta zorlanıyordu. "Şimdi artık ikisi de yok ama bak," dedi erik ağacını göstererek. "İkisi için de bir erik ağacı var. Seneler öncesinde bir ağaçla korudun kardeşini, seneler sonra Nadir bambaşka bir şekilde onu sana hatırlattı."
Mutlu kendini yere bırakıp oturduğunda dirseklerini dizlerine yasladı ve ellerini saçlarına geçirdi. Lâl'in dudakları aralandı, bir şey söylemek istermiş gibi fakat başaramadı, elini uzattı dokuınmak için fakat yapamadı, gökyüzüne baktı belki avazı çıktığı kadar bağırmak için ama çaresizdi. Durdu, nefes aldı ve kendisini mezarın üzerine bırakıp kollarını toprağa sıkı sıkı sarıp sessizce ağlamaya başladı.
Zaten sadece sessizlik vardı gözyaşlarında bile ama bugün sanki daha sessizdi; sanki ruhu bile sessizdi.
Bu an hepimizin yıkımı oldu. Bartu hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığında ben de onunla beraber ağladım ve Işık da kendini yere bıraktı. Lâl avcunu toprağa bastırıp sıktığında gözyaşları toprağı ıslattı. Çiçeklenen toprağı. Ne olursa olsun çiçek ekilen o toprağı. Ardından eliyle toprağı sevdi, sonrasında yanağını yaslayıp gözlerini kapattı, sanki kalp atışlarını dinliyormuş gibi. Sessizliği bozan Bartu'nun sessiz hıçkırmalarıydı, eli havaya kalkıyor ama geri iniyordu. Artık onu hiçbirimiz tutmasak bile Lâl'e uzanamıyordu.
Koza, "Ona bir şeyler söyle," dediğinde çatallaşan sesini duydum; bakışlarım ona döndüğünde dolu gözlerle Lâl'e bakıyordu. "Bunu hak ediyor."
Lâl gözlerini hafifçe açıp bakışlarını Koza'ya çevirdiğinde başını kaldırdı. "O işaret dilini bilmez ki," dedi çocuk gibi. Sonrasında vücüdunu da zorlukla kaldırdı. Gözleri Koza'dan ayrılmazken ellerini kaldırıp çok yavaşça işaret diliyle, “O benim konuşamadığımı bilmiyor zaten," dedi. "Öğrenmesin hiç."
Bartu derin bir nefes verip gökyüzüne baktığında fısıldayarak, “Ben bir daha konuşmayayım," dedi, sanki bir anlaşma gibi. "Benden al, ona ver."
Koza duraksadı, Lâl'in bu söylediğinden sonra gözünden bir damla yaş aktığında hızlıca elinin tersiyle sildi. Dudakları aralandı ama sanki artık o da konuşamıyordu. O sırada Yankı ellerini kaldırıp işaret diliyle, “O halde hepimiz böyle konuşalım," dedi. "Normalimiz bu sansın."
Lâl, Yankı'nın bu yaptığından sonra daha fazla ağlamaya ve başını art arda iki yana sallamaya başladı. Gözleri yeniden mezara döndüğünde ellerini kaldırıp bir şeyler söylemek istedi ama bu daha fazla yaktı canını, yapamadı. O an kendimi tutamayıp, “O iyileşti, Lâl," dedim. "Sevgin iyileştirdi onu ama böyle yaparsan seni hissedemez. Bunu sana o söyledi. Buldun onu; bak, burada." Ağlıyordum ama umurumda değildi. "İçinden her ne geliyorsa ona söyle; eğer bir yerlerden bizi izliyorsa onu üzme, gülümset. Her ne şekilde olursa olsun, o seni duyacak çünkü biz de seni duyabiliyoruz."
Bartu bu cümlelerimin ardından cesaret bularak öne çıktı ve Lâl'in yanına çökerek yüzünü ellerinin arasına aldı. "Ne söylemek istiyorsan bana söyle, ben söyleyeyim, olmaz mı? Sesin de olurum senin." Öyle bir ağlıyordu ki Lâl'in yüzünü tutarken elleri titriyordu. "Ya da istersen hayatımın sonuna kadar artık senin için susayım. Tek olmazsın, yalnız olmazsın. Geçsin acın, iyileş artık, yaraların da benim olsun, izlerin de. İyileş, yalvarırım, dayanamıyorum."
Lâl, Bartu'nun gözlerinin içine baktı çok uzun bir süre. Hatta öyle uzun bir süreydi ki sanki dakikalar geçti. Yağmur hafif hafif yağmaya, toprağın üstünde kara lekeler bırakmaya başladı. Lâl gözünden akan son damla yaşı sildiğinde hafifçe gülümsedi; bu gülümseyiş, bütün bir hayatını anlatıyor gibiydi. Senelerce aradığı Hüseyin'in, hatalarına sebep olan o mezarın başında her şeyin bittiğinin, her acının yok olduğunun gülümseyişiydi. Bu gülümseyiş sadece Lâl'e değil, Zeynep Elçeri'ye aitti.
Bu gülümseyiş, hem Lâl Sarca'nın hem de Zeynep Elçeri'nin kendini kabullenişinin gülümseyişiydi.
Uzanıp Bartu'nun elini tuttu ve gözlerini kapatıp mezara döndü. Belki bir dua okudu, belki içinden bir şeyler mırıldandı Hüseyin'e, belki de bütün bunların dışında hayal kurdu, bilmiyordum ama dakikalarca sürdü. Bir hesaplaşma yaşadı sanki çünkü Bartu'nun elini tutan eli öyle sıkıydı ki tırnaklarını elinin tersine geçiriyordu. Bir çaba gösteriyordu; belki de o gecekonduda babasıyla, annesiyle ve Hüseyin'le yeniden yüzleşiyordu.
Ne kadar süre öyle gözlerini kapatıp bekledi, bilmiyordum ama yağmur hızlandı, şimşek sesi gökyüzündeydi; sanki Lâl'in haykırışı gibiydi. Bunun ardından Lâl yeniden gözlerini açtığında dudakları aralandı, bir şey söylemek istermiş gibi. Zaman sanki durdu, yavaş aktı, gökyüzündeki yağmur taneleri bile sanki ona izin verdi.
“Özür dilerim, affet beni, affettim bizi,” demişti Hüseyin ona rüyasında. Lâl umutlu bir cümle kurmak istemişti çünkü son cümlesi umutsuzdu, rüyasında bile konuşamamıştı. Şimdi umut sanki gözlerindeydi.
Bir eli Bartu'nun elindeydi, diğer elini Hüseyin'in mezarına yerleştirdi, gözünden son bir yaş düştü, sanki acının gözyaşı değildi, ardından çok kısık bir ses duyuldu: "Hüseyin," dedi zorlukla kekeleyerek, dudaklarından kardeşinin ismi döküldü; bu güzel ses Lâl Sarca'dan başka kimseye ait değildi. "Affet beni, affettim bizi."
Zamanın durduğu o noktada, yağmur tanelerinin bile izin verdiği o noktada, rüzgârın sesinin bile kesildiği o noktada, herkes, dünya bile Lâl Sarca'nın konuşmasına izin verdi. O konuştu, sesi duyuldu. Bir rüya değildi; hayır, rüyam değildi. Tiz, tatlı bir kadın sesi. Lâl Sarca'nın sesi.
Bir keresinde ilk cümlesinin annesinden af dilemek olacağını söylemişti ama şimdi kendini affettikten sonra asıl özür dilemesi gereken kişi için kurmuştu bu cümleyi: Hüseyin için.
Hareket bile edemedim, nefes bile alamadım fakat hıçkıra hıçkıra ağladığımı yanaklarımın ıslanmasından anladım. O an tek görebildiğim, Bartu'nun yüzü oldu. Dudakları aralandı, çökmesine rağmen dengesini sağlayamayıp diğer eliyle destek aldı ve şaşkınlıkla Lâl'e baktı. Yutkundu, bir kez daha dudakları aralandı, ardından, “Deliriyorum ben," dedi başını sallayarak. "Az önce sen konuştun, delirdim ben." Gözünden bir damla yaş düştüğünde yerden destek aldığı elini kaldırıp Lâl'in yüzüne koydu. "Sesini duydum," dedi, ardından gülmeye başladı. "Aklımın içinde bile olsa sesini duydum, hayatımda duyduğum en güzel sesti." Bakışları bize döndü, idrak edemiyordu. "Duydum, inanabiliyor musunuz? Lâl'imin sesini duydum ben."
Mutlu'nun geriden sesi geldi, o da ağlıyordu. "Eğer hepimiz delirmediysek," dedi zorlukla, "o konuştu."
"Konuştu," diye fısıldadı Işık şaşkınlıkla. Koza'ya baktı direkt. Koza’yı bu şekilde görmeyi beklemiyordum ama öyle bir ağlıyordu ki onu gördüğüm an bin parçaya ayrıldım. "Konuştu," dedi Işık hıçkırarak. Yankı donuk bir ifadeyle bakarken hareket bile edemiyordu; dokunsak yıkılacaktı, dokunsak parçalanacaktı.
"Hepimiz mi delirdik yani?" dedi Bartu inanamayıp. Lâl'in gözlerinden gözlerini ayırmazken, Lâl de şaşkınlıkla ona bakıyordu. "O güzel ses, o harika ses, sana aitti, değil mi?" dedi Bartu. Lâl başını aşağı yukarı salladı. Bartu bu kez mutluluktan ağlamaya başladığında Lâl'i kendine çekip sıkı sıkı sarıldı; hem gülüyor hem ağlıyordu. "Ben…" dedi kekeleyerek. "Senin sesini duydum." Tekrar etti bu cümleyi birkaç kez daha, ardından onu kucaklayarak ayağa kaldırdığında belinden sımsıkı sarıldı. "Delirdiysem iyileşmek istemiyorum, öldüysem yaşamak istemiyorum, rüyaysa uyanmayayım, sen konuştun." Lâl'den kendini ayırdı, yüzünü ellerinin arasına aldı ve hepimizin önünde dudaklarından öptü, ardından yanaklarından, sonra alnından ve bir anda dönüp, “Helin," dedi. "Duydun mu?" Başımı aşağı yukarı sallarken heyecandan nefes alamıyordum. "Duydun, değil mi? Oldu, değil mi?" Bir kez daha sarıldığında hayatım boyunca Bartu'yu bu kadar mutlu görmediğimi fark ettim. Mutluluk da değil sanki sadece. Tek bir cümleyle tarif etmem gerekirse, Lâl'in sesiyle o da tamamen iyileşmişti. "Ben ne yapayım şimdi? Ben ne yapacağım? Ben şimdi günlüğümün her sayfasında senin sesini anlatmaz mıyım?" Gülmeye başladığında saçlarından öptü, ardından yeniden yüzünden. "En büyük dileğimdi, benim gibi bir adamın bile dileği gerçekleşti. Bartu Sarca'nın en büyük dileği gerçekleşti; şimdi bin kez daha aynı acıları çekerim ben sonu böyle olacaksa. Hayır, çevirmem başımı; hayır, hep bana bak."
Mutlu bir anda ayağa kalkıp koşmaya başladı ve Bartu'yu itekleyip Lâl'e öyle bir sarıldı ki neredeyse nefes almasına izin vermedi. Onun ardından Işık, Mutlu'yu itekledi ve Lâl'i onlarca kez öpüp sarıldı.
Yankı küçük adımlar attı, dudakları aralandığında şaşkın bir ifadeyle bana baktı. Hayır, kendini kontrol etmeye çalışıyordu ama şu an değildi, onun nefesinden bile anlardım ama bunu yapmaması gerekiyordu. Kendini özgür bırakması gerekiyordu, ağlamak istiyorsa ağlamalıydı. Başımı salladığımda ona destek olmak istedim ama o elini ensesine götürüp Koza'ya baktı ve bir anda, “En büyük hayalimizdi lan," dedi. "O çatı katında bunu hayal ettik biz." Koza inanamıyormuş gibi başını iki yana salladı. "Sen," dedi Lâl'e bakarak. Devam edemedi, ardından öyle hızlı adımlarla ilerleyip Lâl'e sarıldı ki neredeyse dengesini kaybediyordu. O an kendini tutmadı, sarıldığı yerde sessizce gözünden yaşlar aktığında, “Sen," dedi bir kez daha. "Konuşamıyorum, ben unuttum konuşmayı şu an."
Bakışlarım Koza'ya döndüğünde onların üçü beraber o çatı katında bu anı kaç kez konuştuğunu düşündüm; tek görebildiğim, hepsinden çok daha güzel olduğuydu çünkü bu biraz da Koza sayesinde olmuştu. Lâl Hüseyin için Koza'ya hatalar yapmıştı, Koza ne olursa olsun Hüseyin'i Lâl'e getirmişti; hediye gibiydi, başka bir hediye de onun konuşmasıydı. Bu Koza'nın her şeye rağmen kendisini biraz daha sevmesine neden olacaktı, biliyordum.
Çocukken kurduğu son cümle Hüseyin içindi; onu buldu, yeniden konuşmasını sağlayan ise yine kardeşiydi.
Lâl, Yankı'nın omzunun üzerinden Koza'ya baktığında Koza, "Susun da," dedi zorlukla. "Susun da kız konuşsun biraz; ne abarttınız, altı üstü konuştu, ne var bunda?"
Yankı Lâl'i özgür bıraktığında Lâl Koza'ya bakıp gülümsedi; o sırada Bartu beni çekip sarıldı ve kulağıma doğru, “Beni tut," dedi. "Yoksa bayılacağım." Gülmeye çalıştığımda hâlâ ağlamamı susturamıyordum. "Duydun, değil mi?" dedi. "Hayatımda duyduğum en güzel sesti; duydun, değil mi? Duydun, duydun." Düştün, değil mi, düştün düştünün yeni hali çok daha güzeldi.
Lâl Sarca'nın konuşması, Tanrı’nın Lâl'den bile önce Bartu'ya verdiği en büyük ödüldü; o bunu hak ediyordu.
Lâl, Koza'nın karşısına geçtiğinde aralarında sözsüz bir bakışma gerçekleşti. Lâl bir kez daha konuşmak için dudaklarını araladığında bundan vazgeçti; hayır, yapamadı değil, vazgeçti, ne söylemek istiyorsa bundan vazgeçti. Sessiz bakışlar, en büyük affedişlere ve terk edilişlere gebeydi. Lâl konuşursa Koza belki bir an bütün hislerini görmezlikten gelir de ona bir adım atar diye korktu. Lâl'in istediği, Koza'nın kendi isteğiyle ona bir adım gelmesiydi.
Lâl elini siyah pantolonunun cebine attı ve bir kâğıt çıkarıp Koza'ya uzattı. Koza yavaşça alıp dikkatli bir şekilde eskimiş kâğıdı açtığında, geçmişten geldiği her halinden belliydi.
Eğilip yazılanlara baktım.
"Zeynep, seni rüyamda gördüm. Konuşuyordun. Bu kâğıdı sana hiç göstermeyeceğim çünkü ümitlenirsin ama bir gün konuşursan o gün vereceğim ve benim sayemde olduğunu söyleyeceğim. Rüyam sayesinde." Koza kâğıdı ters çevirdi; Lâl yeni bir not düşmüştü. "Belki hiç konuşamayacağım ama bugün bana verdiğin hediyenle senin sayende iyileşmiş olacağım küçük Koza, teşekkür ederim ve özür dilerim."
Koza şaşkınlıkla başını kaldırdığında, “Ama bunu sana ben vermedim," deyip Yankı'ya baktı; Yankı omzunu kaldırıp indirdiğinde, “Benden sonra o eve gittin," dedi Koza. "O çatı katına gittin ve bu kâğıdı bulup sakladın."
Lâl kollarını iki yana açıp başını omzuna doğru yatırdığında büyük bir minnetle Koza'nın ona sarılmasını bekledi. Adım atmadı, onu zorlamadı, sadece kabullenilmeyi bekledi. Dudaklarını birbirine bastırdığında derin bir nefes verdi.
Koza elinde tuttuğu kâğıdı aşağıya indirdiğinde yutkunup tam karşısına, Lâl'in gözlerinin içine baktı. Sadece birkaç saniye bakışları benimle kesişti; gözlerimde her ne gördüyse direkt kaçırdı ve Yankı'ya döndü. Onda da fazla oyalanmadı. Bir kez daha Lâl'in yüzüne baktığında gülümsedi; bu kez kaçamak değil, direkt yüzüne bakarak gülümsedi.
Ardından hiçbir şey söylemeden Koza hızla sert bir adım attı ve Lâl'e öyle bir sarıldı ki bu bizim sarılmamızın aynısıydı. Lâl ise iki yana açılmış kollarını Koza'ya dolayarak yeniden ağlamaya başladı.
Şu an sarılan Lâl Sarca ve Sadece Koza değildi, şu an sarılan Zeynep Elçeri ve küçük Koza'ydı.
"Seni affetmek bu dünyanın en zor şeyi ama şu hissettiğim sevgi var ya Zeynep," dedi Koza kısık sesle ve derin bir nefes verdi. "Ne olursa olsun sen benim ilk ailemdin, küçücük yaşına rağmen bana bir anneydin. Her şeyden vazgeçtim, canından bile ama seni sevmekten işte bu yüzden hiç vazgeçemedim. Şimdi geçen zaman telafi edilir mi? Yüksek sesle dile getirirsen şu an inanırım sana ve belki affederim. Hadi, söyle."
Elbette Lâl'in bir cevabı olmalıydı. Lâl o cevabı verdikten sonra ben onu kollarımın arasına çekip sarılmalıydım fakat Koza'nın son cümlelerinden mi, duyduğum heyecandan mı, mutluluğun kalbime fazla gelmesinden mi yoksa bambaşka bir nedenden mi bilinmez; sesler uzaklaştı, gökyüzü karardı ve yeryüzü ayağımın altından kayıp gitti.
Maalesef hayatımızın en mutlu günlerinden birinde bayılıp her şeyi mahvettim.
2 Kasım günü...
Hayatımda bütün heyecanlandığım zamanları beşe katlasak şu an hissettiğim heyecanın çeyreği olmazdı. İlk öpücüğümde bile. Evet, ilk öpücüğümde bile. İlk aşk itirafında. İlk evlenme teklifinde. Hayır, bu kadarını beklemiyordum; hayır, heyecandan ellerim bu kadar titreyemezdi. Hayır, bayılamazdım, bir kez daha olmazdı.
Derin bir nefes verdim, geri aldığımda ellerimi karnıma yerleştirdim, ardından kalbime, sonra yanaklarıma ve karşımda dimdik duran Işık'ın bana heyecanla bir şeyler söylediğini işittim fakat anlayamıyordum. En sonunda, “Helin," diyerek sarstığında ve elini yüzüme doğru salladığında ağzımdan derin bir nefes daha verdim. "Bak, dört kuralı yeniden hatırlatıyorum: Birincisi, kesinlikle bayılma; ikincisi, sakın kaçma; üçüncüsü, aptal aptal komik olmayan şakalar yapma; dördüncüsü, sakın ağlama, makyajın için trilyonlar ödedik."
Heyecandan olsa gerek sabahtan beri o kadar saçmalamıştım ki en son Işık devam edersem bu sefer kendisinin bayılacağını söylediği için susmak zorunda kalmıştım.
Düğün deniz kenarında, kocaman bir köşkteydi. Köşk bile hafif kalır, saraydı. Düğünün hemen ardından dışarıdaki yatlardan birine binip eğlenecektik, plan buydu. Bütün organizasyon Işık'a aitti; zaten biri bana kime ait olduğunu söylemese de ben bu kişinin Işık olduğunu ihtişamdan direkt anlardım.
Davetiyeler çoktan herkese dağıtılmıştı ve Yankı Sarca yine Yankı Sarcalığını yapmış, davetiyeye ikimiz için özel olan o cümleyi yazdırmıştı: Bu gece, güneş bir anda gökyüzünde yıldızlar varken bile doğsa, ben seni yine bu şekilde izlemeye devam ederdim çünkü seni izlemek, bütün imkânsız mucizelerden daha güzel. Sinemaya gittiğimiz ilk gün, gözlerimin içine bakarak bana kurduğu o cümle. Şimdi dönüp baktığımda o zamandan güneşin gökyüzümüzde yerini alacağı nasıl da belliydi aslında.
Düğünü tamamen organize eden Işık öyle çok koşturmuştu ki son bir haftadır bütün fazla kilolarını vermişti. Öyle ki şu an düğünüm için üzerine giydiği bebek mavisi, derin göğüs dekolteli elbisesi belinden bol gelmeye başlamıştı ama altın rengi saçları omuzlarından dalga dalga dökülerek güzelliğine güzellik katıyordu.
"Tekrar anlatmama gerek var mı?" Işık soruyu sorduğunda başımı hayır anlamında sallamak istesem de evet anlamında salladım. Işık gözlerini devirip beşinci kez anlatmaya başladı. "Aşağıya misafirler gelmeye başladı, herkes sizi bekliyor. Bütün çocuklar burada; teyzeler ve amcalar. Sana bir sürprizim de var." Sırıttı, hızlıca devam etti. "Yankı kesinlikle seni önceden göremez ve buraya giremez, kesin kuralım." İnkâr için dudaklarımı araladım. "Sakın," dedi susturarak. "Yarım saat sonra seni ona götürmek için aile büyüğün gelecek," duraksadı, bakışlarını kaçırdı, "yani her neyse. Koza ve Bartu, baba rolüne kendilerini çok kaptırdıkları için kavga ettiler, maalesef ikisi beraber seni Yankı'ya götürecek. Merdivenlerden inerken sakın düşme." Gözlerini kıstı. "Sakın Koza'nın seni kandırmalarına da inanma." Hiçbir şey söylemedim. "Onlar seni Yankı'ya takdim ettikten sonra nikâhlanmanıza rağmen yeniden formaliteden bir nikâhınız kıyılacak; eh, bu eğlenceli olacak çünkü Mutlu kıyacak." Sırıttı. "Ardından ilk dansınızı gerçekleştireceksiniz." Kısa bir süre sessiz kaldı, anlayıp anlamadığımı çözmeye çalıştı. "Aslında çok basit bebeğim, sadece yürü yeter çünkü asaletinden herkesin gözleri kamaşacak."
"Işık," dedim yutkunarak, ardından masanın üzerindeki suyu alıp bir dikişte içtim. "Ben sanırım ağlayacağım!"
"Sakın!" diye inledi Işık ve sonrasında gelin odasındaki boy aynasına beni çevirip kendimi gösterdi. "Şu güzelliğine bak! Melek gibisin!"
"Işık," dedim, kendimden önce aynadan ona bakarak. "Ben rüyamda görmüştüm. Kâbus hatta." Hayır, ağlamamalıydım; hayır, neyin korkusuydu bu? "Tam da bu şekilde gerçekleşiyordu; herkes vardı, annem bile buradaydı. Çok mutluyduk ama sonra..." Ama sonra herkes yok oldu. Işık, çok korkuyorum; Işık, mahvolacak diye ödüm kopuyor, Işık… Gözlerimi kapattım. "Rüyada gibiyim, gerçek gelmiyor. İnandır beni."
"Aç gözlerini," dedi Işık net bir sesle. Emrine uydum ve gözlerimi açtım. "Şimdi kendine bak." Aynada kendimle göz göze geldim. "Sen dünyanın en güzel rüyasından bile daha güzel oldun. Fark et kendini."
Aynada kendime baktım. Bembeyaz gelinlik straplez şeklinde ince belime tam oturuyor, yan dekolteleri kalp şeklindeki göğüs kafesimi daha fazla ortaya çıkarıyor, omuzdan dökülen saten incili kolları bileklerime kadar geliyordu. Aşağıya doğru hafifçe kabarırken, kollarımdaki taşlardan etek kısımlarında da vardı. Saçlarım yarım toplanmış, hafif dalga verilmişti; upuzun duvak yarım atkuyruğundan aşağıya sarkıyordu. Taç, topuzun üst kısmına geçmiş, inci şeklinde kendini hafifçe gösteriyordu. Makyajım yüzümü elmas gibi göstermişti. Ellerimde tuttuğum, beyaz papatyadan oluşan gelin çiçeğim ise elbiseme tam uymuştu. Evet, rüyamdakinden çok daha güzeldim hatta hiç olmadığım kadar güzeldim.
Gülümserken bir anda donakalıp gözlerimi kocaman açtım ve elbiseyi kaldırıp beyaz saten ayakkabılarımı göstererek, “İsimleriniz!" dedim. "İsimlerinizi yazacağım."
Işık başını omzuna doğru yatırdı. "Bunu hiç kimse istemiyor."
"Yazacağım işte," dedim kendimi arkamdaki koltuğa bırakıp ayağımı Işık'ın yüzüne doğru tutarak. Işık başını iki yana salladığında bakışları bacaklarıma kaydı, ardından haylaz bir ifadeyle gülümseyip, “Heyecanlısın filan ama," dedi göz kırpıp. "Jartiyeri unutmamışsın hanımefendi."
Utançla yanaklarım kızarırken dudaklarım aralandı; neyse ki tam o esnada kapı çaldı. Işık'tan destek alarak ayağa kalktım. Işık, “Yankı, eğer sensen o damat kıçına tekmeyi basacağım," diyerek kapıya ilerleyip sertçe açtığında Koza'nın geldiğini gördüm.
"Benim," dedi. "Damat öldü, öldürdüm onu, bugün yas günüm, bırak beni." İçeriye bir adım attığında, “Helin! Sana bir sürprizim var!" diye kükredi ve bakışları benimle buluştuğunda adımın ilk hecesi ağzında takılı kaldı. Baştan aşağı beni süzdüğünde ve adımları sertçe duraksadığında gözleri kocaman açıldı. Düşündüğümden daha uzun bir süre beni inceledi, ardından, “Gerçekten o sünepe herifi öldüreceğim," dedi. "Böyle bir güzelliği asla hak etmiyor. Bu ne ulan?"
"Övüyor," dedi Işık gözlerini kapatıp. "Koza dilinde."
Heyecanla kendi etrafımda dönüp çocuk gibi, "Gerçekten güzel olmuş muyum?" dedim gözlerimi kırparak. "Bak, dürüst ol. Nasıl olmuşum abi?"
Abi dediğim an yüzündeki şaşkınlık yumuşadı, ardından gülümsemeye döndüğünde, “Abim," dedi içten bir sesle. "Canım kardeşim, güzelim, yavrum benim; öyle güzel olmuşsun ki Yankı yanında götüme bile benzeyemiyor, vazgeçmek için geç değil."
"Ya," dedim omzuna hafifçe vurarak. "O da çok yakışıklı olmuştur, biliyorum."
"Delirdi o," dedi. "Seni on iki saattir görmediği için yarım şişe viskiyi bitirdi; bir de papyon takmış, değil damada, penguene benziyor." Işık gülmeye başladı. "Saçlarını da taramış Tarık Akan gibi, rezil olduk; gel kaçalım, herkes seninle dalga geçecek bak."
Gülmeye başladığımda, “Bir kere de normal bir şekilde iltifat etsen ölür müsün?" diye sordum. "Bir kere de eşime sallamasan."
"Kanım dondu." Koza ürperiyormuş gibi ses çıkardı. "Eşini eşikte sikeyim."
"Şşşş," dedi Işık sert bir sesle. "Ne konuşmuştuk? Bugün yapma bari."
Koza dönüp Işık'a baktığında, “Nil," dedi hayranlıkla. "Sana iltifat etmekten kardeşime sıra gelmiyor ki zaten." Baştan aşağı onu süzdü ve bebek mavisi elbisenin derin yırtmacına bakıp yutkundu, ardından ağzının içinde, “Güç," dedi. "Sen bana güç ver."
İkisine bakarak, “Aman da aman," dedim. "Siz de çift kombini mi yaptınız?" Koza simsiyah bir takım elbise ve beyaz gömlek giymişti; kravatı Işık'ın elbisesiyle aynı renkti. "Sen de çok yakışıklı görünüyorsun."
"Damadı kıskandıracak kadar," dedi göz kırparak ve sonra bana yaklaşıp omzumdaki saçımı arkaya attı. Bu kez içtenlikle gülümsediğinde kısık sesle, “Prenses gibi olmuşsun," dedi, ardından düzeltti. "Hayır, melek gibi olmuşsun, güzel kardeşim; aksi düşünülemezdi zaten."
Başımı omzuma yatırdığımda utanıp, “Hımm," dedim omzundaki silik tozu silkeleyerek. "Utandım, alışık değilim bu iltifatlarına. Neyse gecenin sonunda bayılacaksın zaten, ona sayarız."
"Ne?" dedi Koza kaşlarını çatarak. "O da ne demek?"
Işık boğazını temizlediğinde, “Koza," dedi konuyu değiştirip. "Ne sürprizinden söz ediyordun sen?"
"Hay," dedi Koza yüksek sesle. "Neredeyse unutuyordum." Kapıya doğru geri geri gitti ve hevesle gülümsedi. "Bak sana kimi getirdim." Dışarıya çıktı ve birkaç saniye sonra içeriye güzel mi güzel bir kadının elini tutarak girdiğinde yüzümdeki gülümseme donup kaldı; çünkü gelen kişi annemdi ve her zamanki halinden çok daha farklıydı. Koyu mavi renginde uzun bir elbise giymişti; saçları benimkiler gibi dalga dalga omuzlarına dökülüyordu. Öyle güzel görünüyordu ki onu bir an tanıyamadım bile.
Son iki haftadır onu koşuşturmacının içinde sadece bir kez görebilmiştim ve görebildiğim zaman da hastaneden çıkışının uzatıldığını ve ocak ayında taburcu edileceğini söylemişlerdi, nedenini ise bana tam olarak açıklayamamışlardı. Üzülmeme rağmen yansıtmamıştım fakat şu an o tam karşımdaydı.
Uzun bir süre birbirimize baktığımızda annem gülümsedi; onun ruhsal olarak yavaş yavaş iyileştiğini görmek muhteşemdi ama sanki bugün tamamen iyileşmiş gibiydi ya da benim için rol yapıyordu, bilmiyordum ama o an, bu gelin odasında bir anne kızın ruhunu ilk defa hissettim; ilk defa onun gülümsemesinde ve bakışlarında bir annenin kızına olan hayranlığını gördüm.
"Çok güzel olmuşsun," dedik aynı anda. Sonra aynı anda güldüğümüzde Koza geriye çekilip Işık'a göz kırptı. "Gelmeyeceğini düşünüyordum," dedim heyecanla. Yarım hissedeceğimi söylemek istemedim ama gelmeseydi rüyam da yarım kalırdı, bunu biliyordum. "Çok sevindim." Yutkundum, ardından kendimi tutamadım, kolundan çekip ona sarıldım. "Çok sevindim, teşekkür ederim, çok teşekkür ederim."
"Bana teşekkür etme," dedi annem kollarını belime sarıp okşayarak. Hayır, bu kez gerçekten çok farklı bir histi. Kimsesizdim, yalnızdım, hayal bile edemezdim ama şimdi her şey bir rüyadan bile çok daha güzeldi. Geriye çekilip bir elini sakince yüzüme yerleştirdiğinde yutkundu; o da sanki ilk kez ben onun kızıymışım gibi hissediyordu. "Koza'ya teşekkür et; bir yolunu buldu ve beni buraya getirdi." Sonrasında Işık'ı gösterdi. "Ve o da beni hazırladı. Bilmiyorum ki," dedi annem afallayarak üzerine bakıp. "Komik mi oldum ki?" Onu ilk tanıdığımda konuşamazken şimdi nasıl da içten konuşabiliyordu. Harun Aktan'dan intikam alabilmek onun panzehri olmuştu. "Ben hiç böyle hazırlanmadım ki," dedi. "Yani hazırlandıysam da hatırlamıyorum. Komik mi görünüyorum?"
Nasıl da bendi aslında. Nasıl da benim ağzımdan çıkabilecek cümlelerdi. "Hayır," dedim başımı iki yana sallayarak. "Hayır, çok güzel olmuşsun, benden bile güzel olmuşsun."
O sırada açık kapıya bir kez vurulduğunda bakışlarım o yöne döndü ve Sadık Orhan'ı gördüm, elinde anneme verdiğimiz o sandıkla. Göz göze geldiğimizde baştan aşağı beni süzdü ve daima dimdik gördüğüm Sadık Orhan'ın omuzlarının düştüğünü fark ettim. Mutluluk değil, çaresizlik gibiydi, belki de vicdan azabıydı.
"Girebilir miyim?" diye sordu kibarca. Sadece başımı salladığımda içeriye doğru yürüdü ve annemin hemen yanına geçti. Annem ise gözlerini benden ayıramıyordu.
"Pekâlâ," dedi Işık gülümseyerek. "Bana müsaade; gelin hanım size emanet, beyler bayanlar." Uzanıp hiç çekinmeden annemin yanağına bir öpücük kondurdu. "Sakın onu ağlatmayın ve unutma, ilk dans sözünü Mutlu'ya verdin."
Annem güldüğünde, “Seve seve," dedi. "Sonrasında da Bartu'yla elbette ki."
Koza'nın çekimser bir şekilde gözlerini kaçırdığını fark ettim. Onunla ne kadar fazla vakit geçirirse geçirsin diğerleri gibi yakınlık kuramıyordu, onu korkutma ya da kırma korkusuyla adım bile atamıyordu çoğu zaman. "Ben de çıkayım," dedi ellerini koyacak yer bulamazken. "Siz," annemi ve babamı gösterdi, "baş başa kalın." Hayır, Koza kendisini dışarıda tutuyordu; bu canımı acıttı.
Ben daha ağzımı açamadan annem, "Sen kal lütfen," dedi sevecen bir sesle. "Kalmalısın yani."
Sadık Orhan da Koza'ya başını salladı. Bunun üzerine Işık içtenlikle tebessüm ederek uzanıp Koza'nın da yanağına tatlı bir öpücük kondurdu ve elini yanağına yerleştirerek kulağına, “Ben aşağıdayım," diye fısıldadı. "Ben buradayım, daima." Koza başını çevirip Işık'ın avcunun içini öptüğünde bakışlarından derin anlamlar geçti, ardından Işık odadan çıktı.
"Bana bir söz vermeni istiyorum," dedi annem gözlerimin içine bakarak. "Ne olursa olsun ağlamayacaksın çünkü bugün en mutlu günün."
"Söz veremem ki," dediğimde omzumu kaldırıp indirdim. "Ama ağlamamak için çabalarım."
"Lütfen," dedi annem. "Çünkü ben de sarı kıza söz verdim." Sarı kız. Gülümsediğimde başını sallayıp beni arkamdaki koltuğa oturttu ve o da yanıma oturup Sadık Orhan'dan sandığı aldı. Neler olduğunu anlamazken bakışlarımı Koza'ya çevirdim; o da bilmiyorum anlamında dudaklarını büktüğünde ikisi beraber ayakta bizi izliyorlardı.
"Neler oluyor?" diye sordum. "Yoksa kötü bir şey mi var?"
"Hayır," dedi annem direkt. "Sadece…" Sandığa baktı, anahtarları takılı yerlere. "Bu sandığı senin yanında açmak istiyorum çünkü söyleyeceklerim var." Yutkundum ve sakince ona bakmaya başladım ama ellerim çoktan korkudan ve heyecandan terlemeye başlamıştı. "Hiçbir şey sormadan ve söylemeden dinlemeni istiyorum." Bakışları Koza'ya döndü. "Dinlemenizi istiyorum."
Koza kaşlarını kaldırdığında eli boynuna gitti ve ne yapacağını bilemedi. Sadık Orhan gözlerini annemden ayırmazken hem hayranlık hem aşk hem heyecan vardı; hem de kocaman bir bağlılık.
Annem sandığı yavaşça açtığında, “Bu sandık benim geçmişim," dedi sakin bir sesle. İçinden bir defter çıkardı, eskimiş bir defter, sayfalarını yavaşça çevirdiğinde tozlar uçuştu. Altında birkaç defter daha vardı. "Bu defter benim günlüğüm, diğerleri gibi. Eğer merak ediyorsan açıp da tamamen okuyamadım, yapamadım bunu çünkü güzel anıların nadir, kötü anıların dolu dolu olduğunu biliyorum artık." Derin bir nefes verip gözlerini kapattı. "Ben de bir Sokak Nöbetçisi üyesiydim, ne olduğunu bilmezken üstelik. Kız çocukları annelerinin kaderini yaşar, derler, sen de yaşadın ama benden daha iyi yaşadın." Yutkunduğumda gözleri sandıktaydı. "Çünkü biz…" Sadık Orhan'ın gerildiğini hissettim. "Biz sizin gibi iyi çocuklar değildik; sevgi yoktu, merhamet yoktu, bağ yoktu. Farklı hayatlar fakat aynı isme sahip iki kişi, benzer acılar fakat farklı sonlar." Bakışları bana döndüğünde dudaklarını ıslattı ve yutkundu. "Dürüst olmak gerekirse kalpten hissediyorum senin benim kızım olduğunu ama doğurduğum anı hatırlamıyorum bile." Uzanıp ellerimi tuttuğunda avuçları buz gibiydi. "Dürüst olmak gerekirse seni bir annenin kızını sevdiği gibi seviyorum ama nasıl gösterilir bilmiyorum çünkü sevgi görmedim ben." Düzeltti hızlıca. "Gördüğümü de hatırlamıyorum." Sadık Orhan nefesini verdi. "Dürüst olmak gerekirse," dediğinde elleri sıkıca ellerime tutundu. "Sana bakınca kendimi görüyorum ama mutlu halimi. Aşkı yaşayabilen, abisi tarafından defalarca tecavüze uğramayan, dostu olarak gördüğü arkadaşları tarafından satılmayan... Sen bana dönüşmedin, dönüşmeyeceksin ama ben sana baktığımda farklı bir hayattaki mutlu halimi görüyorum." Dudaklarım aralandı ve yutkunmakta zorlandım. "Benden kocaman bir ömür çalındı, nefret ettim her şeyden ama sonra fark ettim, benden çalınan, benim kızıma verildi. Bir Helin mahvoldu, başka bir Helin daima gülümseyecek."
"Lütfen," diye mırıldandığımda elini yanağıma koyup beni susturdu.
"Belki şu an bir anne gibi konuşamıyorum çünkü bilmiyorum annelik nasıl olur ama şimdi konuşamazsam belki de hiçbir zaman konuşamayacağım."
"Bu da ne demek?"
Annem bir cevap vermeden sandığa elini attı ve birkaç fotoğraf karesi çıkardı. Bir tanesinde Sadık Orhan ile kendisi vardı; annem içtenlikle gülümsüyordu, ellerinde zambaklar vardı. Bir fotoğrafçıda çekilmişlerdi; ikisi de çekingen birer gençti, sadece elleri birbirine dokunuyordu. Sadık Orhan böyle dokunamazken, Harun Aktan annemi ezip geçmişti; ben nasıl ağlamazdım şimdi? Ağlamazdım çünkü annem heyecanla fotoğraf karesini kaldırıp gösterdi bana. "Bak," dedi kendini göstererek. "Aynı bana benziyorsun, güldüğünde bile." Sahiden de benziyorduk. "Bak, seviliyormuşum aslında." Sadık Orhan gözlerini kapatıp sabırla bir kez daha nefesini verdi. "Burada sana hamileymişim; öyle söylüyor, Sadık." İsmiyle hitap etti. "Olabilir, yüzüme güzellik veren sensindir belki."
"Hep çok güzeldin," dedi Sadık Orhan. "Hâlâ çok güzelsin. Hayatımda gördüğüm en güzel kadınsın sen Helin."
Annemin yanakları ısındığında utançla gözlerini kaçırdığını gördüm. Geçip giden zaman vardı; yaşanmamış anıları, ölen gençlikleri ama görebiliyordum; kalpleri hâlâ beraberdi. Sadık Orhan annemi yeniden kendine âşık etmişti. Ne büyük bir acı ve ne büyük bir mucizeydi aslında birine ikinci defa âşık olabilmek.
Annem fotoğrafı değiştirdiğinde kalbimin sıkıştığını hissettim ve direkt Koza'ya baktım; Koza ise yarım adım gerilediğinde ne yapacağını bilemedi. Fotoğrafta Koza vardı, bebekti; altın sarısı saçlarıyla annem onu kucağında tutuyordu. Gülümsemiyordu fotoğrafta, gözlerinde az önceki heyecan yoktu fakat bebeğini sıkıca tutarken onu gerçekten seviyormuş gibiydi. "Poyraz," dediğinde sanki kalbim atmayı durdurdu, Koza ise elini kalbine götürdü. "Bu hayatta suçlanan ilk bebek belki de; masumiyetine rağmen." Duraksadı, elindeki fotoğraf karesi titrediğinde göz ucuyla Koza'nın ayaklarına baktı. "Umarım benim yüzümden kendinden nefret ederek büyümemiştir," dediğinde sesi titredi. "Çünkü omuzlarındaki yük çok ağırdı." Gözleri dolduğunda kendini engellemeye çalıştı fakat faydasızdı, benim de gözlerim dolmuştu. "Annesiz kaldı, bir yük daha bindi, çocuklar taşıyamaz öyle ağır yükleri."
"Ondan," dedim zorlukla, "nefret etmiyorsun, değil mi? Onun dünyaya geliş şekli nefret etmene neden olmuyor, değil mi?"
Koza için soruyordum, en çok Koza için. Kendi kulaklarıyla duyabilmesi için.
Annem gülümseyerek gözlerimin içine baktı; gözünden bir damla yaş aktı. "Ondan nefret ettim, haksız yere ve şu an bir bebekten nefret ettiğim için kendimi hiç affetmeyeceğim," dedi. "Çünkü bizim hikâyemizin en masumu oydu." Gözlerimin içine bakmaya devam etti, sanki anlamamı istermiş gibi. "Ve," dedi annem. "Onu bazen," başını omzuna doğru düşürdü, "yanı başımda hissedebiliyorum." Onun adı Helin'di, ben de Helin'dim; biz aslında aynı kadındık ve ben onu şu an çok iyi anlıyordum. "Belki," dediğinde gözünden bir damla yaş daha aktı. "Bir gün belki bana kim olduğunu gösterir, kim bilir? Kaçmaz, saklanmaz, korkmaz, kendinden utanmaz, bana bir kez anne der." Gülümseyerek Koza'ya baktığında, “Öyle değil mi?" diye sordu. "Sen ne dersin?"
O an bütün kalbimle, aklımla, ruhumla anladım annemi; annemi anlamak parçalanmama neden oldu çünkü biliyordu Koza'nın oğlu olduğunu. Ne zamandan beri anlamıştı? Utandığı için, korktuğu için kimliğini gizlediğinin farkındaydı; bu çok acıydı.
Koza dolu gözlerle anneme bakarken, “Bilmem," dedi kekeleyerek. "Bilmem ki." Omzunu kaldırıp indirdi. "Yani bilmiyorum ki," dedi. "Belki de kabullenilmemekten korkuyordur. Öyle değil mi? Belki utanıyordur. Bilmiyorum ki; belki de kaçıyordur bir tecavüz çocuğu olduğu için. Çok acı bir cümle, değil mi? Her şey bir yana, belki de..."
"Belki de bambaşka biri olmuştur ve o şekilde kabullenilmek istiyordur; belki de içten içe o artık annesini affedemiyordur, nefret ediyordur ondan." Annemin cümlesinin ardından Koza'nın gözünden bir damla yaş aktı. "Ama bilmiyordur; kim olursa olsun, annesinin onu sevebileceğini. Ne olursa olsun sevebileceğini." Koza derin bir nefes verdiğinde bakışları bana döndü acıyla. "Beklerim," dediğinde annemin sesi derindi. "Karşıma çıkacağı güne kadar sabrederim. Ömrüm yettiğince yaparım bunu." Gülümsedi. "Geç olmadan gelir umarım bana, bizi kabullenir çünkü ben kabullendim."
Söylemeliydi, tam şu an dile getirmeliydi ama Koza sustu. Sadece sustu, konuşamadı, cesaret edemedi, annemin onu sevmeyeceğinin korkusunu aşamadı; belki de her şey bir yana, annemin karşısında Harun Aktan'ın oğlu olarak yüzleşemiyordu.
Ya da annem öyle bir kabullenmemişti ki onu ve öyle bir inanmıştı ki Koza buna, hayatının sonuna kadar kim olduğunu bilmeden anneme sarılmayı diliyordu.
"Koza," diye fısıldadım acıyla. Bakışları annemden ayrılmıyordu ama omuzları yenilgiyle düşmüştü. Gözleri bana dönmedi bile.
Uzun bir sessizlik olduktan sonra annem, "Her neyse," diyerek yanaklarını sildi ve yeniden bana döndü. O anda benim de ağladığımı gördüğünde, “Hayır," diye inledi. "Hayır, lütfen, hayır, bunu yapma." Elinin tersiyle yanağımı hafifçe silip başını iki yana salladı. "Ağlama, bunu yapma. Asıl konuya geleceğim, dinle beni." Annem sandığı kapatıp bana uzattı, anahtarlarıyla beraber. "Bu sandık sende kalsın istiyorum çünkü bu kötü anıları bir tek senin güzel anıların kapatabilir. Günlüğünün en güzel sayfalarını, en sevgi dolu fotoğraf karelerini, en şirin hediyelerini bu sandığın içine koy ve bir gün sen de kızına ver veya oğluna, hiç fark etmez. Çocuğun tanısın bizleri, beni görsün, sonra seni görsün; çalınan bir hayattan güzelleşen hayatı bilsin. Sonra kendi güzel anılarıyla canlandırsın, beraber silin kötülükleri. Çünkü kızım," eli yanağımı buldu, "biz sonsuz olacağız, seninle beraber. Ben iyi bir anne olamadım, sen harika bir anne olacaksın bir gün, hissediyorum."
"Hayır," diye fısıldadığımda gözlerim yeniden doldu. "Hayır anne, ben seni anlıyorum, biliyorum." Başımı iki yana salladığımda sandığa baktım. "Ben okuyamam ki bunları, bakamam ki içine."
"Şimdi değil zaten," dedi annem. "O sandığı ne zaman yeniden açacağını biliyorum ben; işte o gün iki tane yeni mektupla karşılaşacaksın. Sana ve abine yazılan." Koza içli içli ağlıyordu. "Belki ona da ulaştırırsın zamanı geldiğinde."
"Ne zaman?" diye sordum. "Hangi zaman?"
"O zaman sana gelecek," dedi annem sadece. "Çünkü bir gün bana çok kızacaksın; işte bu yüzden anlamak isteyeceksin."
Anlamayıp ona baktığımda bakışlarım Koza'ya döndü ve o anda, Sadık Orhan'ın onu omzundan çekip göğsüne yasladığını gördüm. Koza bir çocuk gibi, babasının omzunda ağlayan bir çocuk gibi Sadık Orhan'a yaslanmıştı. Şaşkınlık, hüzün, neşe, endişe, sevgi, ihtiyaç... Ve en çok minnet.
"Her neyse," dedi annem, bir kez daha burnunu çekip ayağa kalkarak. "Bu kadarı yeterli galiba." Koza geriye çekildiğinde elleriyle yanaklarını sildi ve hiçbirimizin yüzüne bakmadan odadan hızlıca ayrıldığında kendini toplamaya gittiğini biliyordum; artık duramıyordu ve yine kaçıyordu. Bugünümü mahvetmek istemiyordu ama benim kalbim şu an onunla atıyordu, bunu bilmiyordu.
"Pekâlâ," dedi Sadık Orhan öne bir adım atarak. "Ben de sana hediyemi verebilir miyim?" Kaşlarımı kaldırdığımda şaşkınlıkla ona baktım ve afallayarak başımı aşağı yukarı salladım. Sadık Orhan elini cebine attığında onun da gözlerinin içinin kıpkırmızı olduğunu gördüm ama ne olursa olsun bana yansıtmamaya çalışıyordu. Cebinden lacivert bir kutu çıkarıp kapağını açtığında pırlantalı zümrüt bir kolyeyle karşılaştım. "Özel işlendi, bu dünyada sadece bir tane var," dedi bana göstererek. "Sen çok özel bir kızsın, bu da sana özel olsun istedim." Zümrüdün çevresi pırlantayla kaplıydı, ortadaki yeşil zümrüt parlıyordu ve zinciri de pırlantadandı. Kolyeyi kutusundan çıkardığında yavaşça zümrüdün arkasını çevirdi. İki kelime yazıyordu: güzel kızıma...
"Bu," dedim konuşmakta zorlanarak. "Çok fazla."
"Hayır, sana az bile," diyen Sadık Orhan kolyeyi havaya kaldırdı. "Eğer müsaade edersen şimdi takmak istiyorum ama istemezsen buraya bırakayım. Lütfen bana geri verme, bu gerçekten çok ağır olur." Gözlerinin içine baktığımda çabalayan bir adamı gördüm; çabalayan bir adamdan öte, bir babanın çırpınışına şahit oldum. Neredeyse yalvaracaktı.
"Lütfen," dedim yutkunarak. "Takar mısın lütfen? İstiyorum."
Sadık Orhan'ın gözlerinin içine neşe doldu, gülümseyerek anneme baktı, ardından hevesle arkama geçtiğinde annem saçlarımı hafifçe yukarıya kaldırdı. Kolyeyi tek seferde taktığında aynada bizimle yüzleştim. Annem, ben ve Sadık Orhan. Annem, ben ve... babam.
Bizden de bir hayat çalınmıştı fakat buradalardı, en mutlu günümde yanımdalardı.
Ve Sadık Orhan benim için o kadar çok çaba gösteriyordu ki bazen akıl sır erdiremiyordum. Her gün arıyordu, bana ulaşamadığında diğerlerini arayıp bir şeye ihtiyacım olup olmadığını soruyordu. Defalarca adım atmasına rağmen bir kez bile adım atmamış, onu hiç anlamaya çalışmamış hatta dinlememiştim. Şimdi bu kolye bile çok mutlu etmişti çünkü ilk kez ondan bir şeyi kabul etmiştim.
Elimi kolyemin üzerine koyarken aynadan Sadık Orhan'a bakıp, “Bir gün," dedim kısık sesle. "Konuşalım mı müsait zamanında?"
Umutla bana baktığında cevap vermesine fırsat kalmadan kapı çaldı ve içeriye Işık daldı. "Zamanı geldi!" diye ciyakladı. "Aşağıda şu an dört bin kişi var, herkes sizi bekliyor!" Beni gördüğü an bir kez daha ciyakladı. "Ağlatmışsınız!" Koşup hızla makyaj malzemelerine yöneldi ve yüzümü pudraladı. O sırada kapının önünde hayranlıkla beni izleyen Bartu'yu gördüm.
"Vay canına," dedi ıslık çalarak. "Bu ne güzellik be kızım, cennetten mi düştün sen?" Lâl mezarlıkta konuştuktan sonra... Ah, bunu hatırlamak bile istemiyordum çünkü o anı mahvetmiştim, her neyse, Lâl konuştuktan sonra Bartu bambaşka bir adama dönüşmüştü; bambaşkadan kastım mutluluğuydu. Halbuki o tek cümleden sonra Lâl bir kez daha konuşmamıştı fakat terapisti konuşabileceğini ve bunun yavaş yavaş olacağını söylemişti. Bartu ise her gün defalarca ses tonundan söz ediyordu. Günaydın Helin, Lâl ne güzel konuştu, değil mi? İyi geceler Helin, Lâl'in sesi çok güzel, değil mi? Helin bi bakar mısın; unutmam, değil mi onun sesini?
Bana kalırsa Lâl isteyerek konuşmuyordu çünkü bir planı var gibiydi. Güzel bir plan.
"Teşekkür ederim," dedim duygulanıp. "Sen de çok yakışıklı olmuşsun." Üzerinde koyu lacivert bir takım elbise vardı ve inanılmaz yakışıklı görünüyordu. "Mankenlik mi yapsan acaba?"
"Brocuğum benim be," dedi Bartu dayanamayıp içeriye dalarak, ardından elimi tutup beni kendi etrafımda döndürdü. "Elimde büyüdün. Ağladım, yanımdaydın; kızdım, yanımdaydın; güldüm, benimleydin; şimdi ben amına koyduğumun yerinde duygulanmayayım da kim duygulansın? Sikeyim böyle hayatın gelmişini, geçmişini, yedi sülalesini, cibilliyetini, rengini, ışığını ya." Sadık Orhan boğazını temizlediğinde, Bartu dudaklarını birbirine bastırdıktan sonra ona dönüp, "Sadık abi," dedi. "Sen de çok asil adamsın, geriyor beni bu. Bi ağız tadıyla küfür et de rahatlayayım be."
"Oyalanmasanıza!" dedi Işık pudralamayı bitirerek. "Bartu, sen merdivenlerden Helin'i indireceksin, Koza..." duraksadı fakat sonra hemen gülümsemeye çalıştı. "Koza sana bıraktı görevi, o aşağıda bekliyor. Bak, tek yapacağın gelini yürütüp Yankı'ya götürmek. Sakın kucaklayayım deme." Bartu sırıttı. "Sakın!"
O an üzerinde dakikalarca düşünsem reddedeceğim bir fikir vardı aklımda fakat çoğu zaman kalbimi dinlemenin hayatıma güzellikler kattığını fark ettiğim için yine kalbimin sesine kulak vererek, “Bartu," dedim ona dönüp. "Eğer alınmazsan," gözlerim Sadık Orhan'a kaydı, "beni aşağıya onun indirmesini istiyorum. Sadık Orhan'ın yani." Herkes büyük bir şaşkınlıkla bana baktı. "Şeyin yani." Söyleyemedim ama buna rağmen Sadık Orhan'ın heyecanla nefesini verdiğini işittim, söylemişim gibi.
"Tabii," dedi Bartu hem şaşkınlık hem keyifle. "Tabii ki; bu çok güzel olur. Hem o benden daha asil." Göz kırptı, ardından geriye çekildiğinde elimi tutup Sadık Orhan'a uzattı.
Yeniden göz göze geldiğimizde belki saatlerce birbirimize bakabilirdik ama içtenlikle gülümseyip koluna girdim, bunun üzerine Sadık Orhan uzanıp elimi sıkarak, “Teşekkür ederim," dedi derinden gelen bir sesle. "Bu baba kelimesinden bile daha kıymetliydi. Değerli hissettirdi."
Omuzlarımı havaya kaldırdım, çenemi de öyle. Duruşumu dikleştirdiğimde kalbim yeniden heyecanla atmaya başladı, dakikalar öncesi gibi. Hemen yanımda Sadık Orhan'ın olması güven veriyordu; işte bu en tuhafıydı.
"Hadi bakalım," dedi Işık kapıyı göstererek. "Gidelim." Elini telefonuna uzatıp, “Müziği açın," diye seslendi. "Prenses geliyor!"
Bartu, Işık ve annem bizi beklerken son bir kez Sadık Orhan'la birbirimize baktık, sonra gülümseyerek önümüze dönüp yürümeye başladık. Her adımımda kalbim daha hızlı atarken kapının dışına çıktığımda tökezledim; Sadık Orhan bana destek olup, “Merak etme," dedi kısık sesle. "Ben artık buradayım, düşmen imkânsız."
"Teşekkür ederim," dedim uzun koridorda yürürken. Diğerleri arkamızdan geliyordu, salonun içinden Sezen Aksu'nun “Kutlama” şarkısı duyuluyordu. Merdiven göründüğünde aşağıdaki ışıklandırmalar gözümü aldı; alkış sesleri duyuluyordu. Beni mi alkışlıyorlardı? Bizi mi alkışlıyorlardı?
Biz bunu hak etmiş miydik?
Evet, hak etmiştik çünkü biz haddinden fazla acı çekmiştik.
Merdivenin başına geldiğimizde gözlerim salonda gezindi ve binlerce insanı gördüm, ayakta bizi alkışlarken. Duraksadığımda bayılacağımı düşündüm; hayır, bayılamazdım, Işık beni öldürürdü. Bu yüzden nefesimi tuttum ve merdivenin ilk basamağını indiğimizde ilk gördüğüm yüzler çocuklarınkilerdi. Hepsini bembeyaz giydirmişlerdi; en başta beyaz elbisesiyle Ferda duruyor, avuçları yanana kadar alkışlıyordu. Onların hemen arkasında Mutlu vardı; pembe takım elbisesi ve Pembe Panterli kravatıyla. Yanında kırmızı uzun elbisesiyle Lâl vardı; tüm güzelliğiyle. Lâl'in hemen yanında Koza. Gülümsüyordu, acısını gizliyordu, biliyordum ama öyle bir gülümsüyordu ki güç verdi.
Basamakları inerken gözlerim tam karşıya döndü; döndüğüm an onu gördüm: Yankı'yı. Nefes kesen görüntüsüyle Yankı Sarca'yı. Umut Güneş'i. Hayatımın aşkını, ilk gerçek öpücüğümü, ilk isteyerek cinsellik yaşadığım adamı, kalbimi hissetmeme neden olan ilk çocuğu, her gördüğümde kalbimi yerinden çıkacakmış gibi attıran kişiyi. Sevgilim, geçmişim, şimdim, geleceğim, eşim, her şeyim. Gözlerim dolduğunda mutluluktandı bu kez çünkü oradaydı; damatlığıyla, taranmış kumral saçlarıyla, turkuaz gözleriyle.
Ne acılar çektik, nelere sebep olduk, ne bitişler yaşadık, ne başlangıçlara gebeydik ama buradaydık, biz kazanmıştık. İki sene önceki Helin'e mutluluk gözyaşlarından söz edilse ağız dolusu küfür ederdi fakat şimdi bunu yaşıyordum; her şey gerçekti. İşte tam o anda, Yankı'nın önünde çocukluğumu gördüm; uzun zamandır onu göremiyordum ama şimdi o da vardı. Üzerinde yırtık elbisesi, dağınık saçları, kirli yüzü fakat gülümsüyor, alkışlıyordu; o beni affediyordu. Çocukluğum beni affediyordu.
Merdivenin son basamağından indiğimizde Yankı'nın eli yanağına gitti ve bana bakarken onun da gözleri doldu; hayranlıktan üstelik. Aynı şeyleri mi düşündük, bilmiyordum ama hislerimizin aynı olduğunun farkındaydım.
Ben bir ajandım, ölmeyi dileyen bir kadındım, onların en büyük yıkımıydım; şimdi Sokak Nöbetçileri'nin kalbiydim, yaşamak için çabalayan bir kadındım, onlar için sonsuza kadar savaşırdım.
Ben Sadece Helin'dim, sonrasında Helin Aktan'dım ve şu an gerçek anlamda hissediyordum, artık Helin Saye Güneş'tim. Koza'nın bahsettiği gibi bir masal karakteri değildim lakin artık mutlu bir kadındım, her zerremle.
Sadık Orhan Yankı'nın karşısında durduğunda, Yankı dolu gözlerle bana bakıyordu. Sadık Orhan koluna girdiğim elimi tutup Yankı'ya uzattı. Ellerim heyecandan öyle bir titriyordu ki... Dizlerim de öyle. Konuşsam sesim de titrerdi. Yankı elimi tuttuğunda sıcacık eli güvenin her zerresini bana aşıladı. Korktuğunda buz gibi olurdu, artık korkmuyordu. Titrediğimi fark ettiğinde, “Yankı," diye fısıldadım.
Önümde eğildi, hayranlıkla, ardından gözlerini gözlerimden ayırmazken elimin tersinden öptü ve geriye çekilirken, “Söylesene," dedi. "Ne olacak bu senin titreyen ellerin, dizlerin ve sesin?" Kendi sesi de titriyordu. "Söylesene, ne olacak bu benim titreyen ellerim, dizlerim ve sesim? Ne yapacağız biz böyle?"
Herkes ayakta alkışlamaya devam ederken müzik yavaşça kesildi ve Mutlu seke seke bizim olduğumuz tarafa geldi. Yankı'yla insanlara doğru döndüğümüzde elimi sıkıca tutup parmaklarını parmaklarımın arasına yerleştirdi.
"Öhöm," dedi Mutlu'nun mikrofondaki sesi, sonrasında ise hızlıca aramıza girip ellerimizi ayırdı. Herkes gülmeye başladığında hâlâ kalbim küt küt atıyordu. "Öncelikle hiçbir çıkıntılık yapmayacağım konusunda ikizime söz verdim; bu yüzden ahlaklı bir şekilde onların nikâhını kıyacağım." Ciddiyetle bize baktı. "İkiniz de şu an bu görevin neden bana verildiğini düşünüyorsunuz, değil mi?" Güldü, Yankı'ya döndü. "Davetiyedeki halini gördün mü? Keltoş seni." Yankı ağzının içinde bir şeyler geveledi. "Her neyse, gelelim sebebi ziyaretimize." Herkes gülmeye başladı. "Karıştırdım, bir saniye."
"Mutlu," dedi Işık hemen yan tarafımızdan. O sırada Lâl'in bizi durmadan fotoğrafladığını gördüm. "Çabuk ol yoksa seni mahvederim."
"Tamam," dedi Mutlu. "Ciddiyim, hiç olmadığım kadar." Bakışları bana döndü. "Siz, Helin Saye Hanımefendi," sırıttı, "sahiden de bu adamı kocalığa kabul ediyor musun?" Yankı sertçe dirseğini geçirdiğinde Mutlu sırıtmaya devam etti. "Sen Yankı Umut'u, kocalığa kabul ediyor musun?"
Soyadlarımızı söylememişti, bu güzeldi. Kalabalığa baktığımda tanıdık yüzler gördüm: Osman amca hemen iki masa arkadaydı, onun yanında Yankı'yla atış yaptığımız yerdeki adam oturuyordu. Hemen arka masalarında terapistim vardı. Terapistim gerçekten de güzel kadındı ama benim midem bulanıyordu, şimdi bayılsam... Ah, acaba insanlar bayıldığında başka bir evrene mi gidiyordu?
"Hımm," dedi Mutlu. "Sanırım gelin vazgeçiyor, vatana millete hayırlı olsun." O an tek alkışlayan kişi Koza olduğunda heyecanlandığım için saçmaladığımı fark ettim ve başımı iki yana sallayarak Yankı'nın gözlerinin içine baktım.
Mutlu yeniden mikrofona uzandığında hiçbir şey söylemesini beklemeden elinden kaptığım gibi, "Evet!" diye haykırdım gülerek. "Evet! Evet! Sonsuza kadar evet!"
Yankı gülümsediğinde ve herkes alkışladığında, Koza yere çökerek ellerini saçlarına geçirdi. Işık onu zorla kaldırdığında kendi kendine söyleniyordu.
"Pekâlâ," dedi Mutlu. "Siz Helin Saye'yi karılığa kabul ediyor musunuz?" Mutlu yüzünü buruşturdu. "Karılık, kocalık ne kaba kelimeler? Eşiniz olmasını kabul ediyor musunuz, sayın Yankelbey?" Koza gür bir kahkaha attığında ve herkes ona katıldığında bu kez Mutlu'nun karnına vurma sırası bendeydi.
Yankı sertçe mikrofonu çekti, bakışları bana döndü, ardından, “Güneş gökyüzünde yerini aldığı sürece," dedi baskın bir sesle. "Evet!" Güneş bizim için doğmuştu; o sözünü tutmuştu.
Herkes yeniden alkışladığında, “Pekâlâ," dedi Mutlu. "Gelini öpe..." Yankı onu beklemeden bana doğru uzandığında ve yüzümü ellerinin arasına alıp dudaklarıma yapıştığında öyle içten, öyle derinden öptü ki beni, o an bulunduğumuz yeri unutarak öpüşüne karşılık verdim. Tadı bal, kokusu cennet. Ellerim ensesinden tuttuğunda ve Yankı'nın bir eli belime kaydığında beni kendine çekip geriye yatırarak öpmeye devam etti. Daha tutkulu öpmeye devam ederken derin bir nefes verdiğinde parmaklarım ensesindeki saçları kavradı.
"Yeter!" diye haykıran Koza'nın sesiyle beraber Mutlu bizi zorlukla ayırdığında Yankı'ya bakıp gülümsedim ve o da nefes nefese bana bakmaya devam etti. O esnada ikimizin de aklına aynı şey gelmiş olacak ki o elini cebine attı, ben Işık'a elimi uzattım.
Cebinden çıkardığı yüzük kutusunu açtığında ve Işık benim avcuma kutuyu bıraktığında yeniden güldük. Bakışlarım bana aldığı yüzüğe kaydığında hayranlıkla nefesimi verdim. Güneş şeklinde pırlanta tektaştı; her parçası incelikle işlenmişti. Söylemesine gerek yoktu, özel yapıldığı belliydi.
"Ama benimki sadece alyans," dedim dudaklarımı bükerek.
"Teneke bile olsa ömrümün sonuna kadar takacağım," diyen Yankı, sol elimi kaldırıp tam parmağıma göre olan yüzüğü taktı. Bir kez daha elimi tuttu, bu kez yüzüğün üzerinden öptü. "Ve sen benim gökyüzümün asıl güneşisin sevgilim, sen yoksan daima gece. Sen yoksan karanlık. Sen yoksan soğuk. Unutma bunu çünkü ben asla unutamam."
Gülümsediğimde ve gözlerinin içine bakarak onun sol yüzük parmağına alyansı taktığımda, “Hayatımın sonuna kadar," dedim derin bir nefes vererek. "Her gün biraz daha fazla âşık olacağım sana, söz veriyorum."
Dans müziği çalmaya başladığında nikâhımızdakiyle aynıydı. “Thinking Out Loud”, Ed Sheeran.
Yankı beni salonun ortasına doğru götürdü, bir elini belime sarıp diğer eliyle elimi tuttuğunda dans etmeye başladı. Ben de ona ayak uydurduğumda gözlerimiz birbirimizden ayrılmıyordu. Flaşlar patlıyordu, insanların gözleri bizim üzerimizdeydi; hiçbir kötülük, tuhaflık, yanlış hiçbir şey yoktu. Her şey rüyamdan çok daha güzeldi, bu imkânsız gibi geliyordu. "Yankı," dedim.
Ağzımı açtığım an, “Öyle güzel olmuşsun ki," dedi derin bir nefes vererek. "Gözümü bile kırpmak istemiyorum, seni kaçıracağım için." Belimden tutup beni kendine biraz daha çekti, burnu burnuma dokundu. "Bu hayatta herkesin bir ödülü olurmuş, Bartu öyle söyledi az önce," dedi. "Benim ödülüm de sensin ama hak etmek için ne yaptığımı bilmiyorum."
"Yankı Sarca oldun," dedim hiç düşünmeden ve güzel taranmış kumral saçlarına, hafif sakallı kemikli yüzüne, dolgun dudaklarına baktım. "Var oldun ve bana geldin; ne şekilde olursak olalım, biz yine tanışırdık çünkü bunun adı kader."
"Öyle mi?" dedi sırıtarak. "Kel olsam bile mi?"
Kıkırdamaya başladığımda, “Kel olsan bile," dedim ve düşünüyormuş gibi yaptım. "Yani bilmiyorum yine de; dikkat et, boşayabilirim seni." Ciddiye alarak gözlerini açtı, bu kez kahkaha attım. "Şaka yaptım; kel olsan, üf nasıl da parlıyorsun, diye şaka yaparım." Gözlerimi kısıp saçlarına baktım. "Senin saçının tepesi mi açılmaya başladı?"
"Ne?" dedi ve elimdeki elini çekip saçlarına dokundu. "Neresi? Saçmalama, baktım dikkatlice, yok öyle bir şey." Hafif çakırkeyfti ve Yankı Sarca çakırkeyf olduğunda dünyanın en harika adamına dönüşebiliyordu.
Elini alıp yeniden tuttuğumda, “Yapma," dedim başımla bizi dikkatlice izleyen Koza'yı işaret ederek. "Onu mutlu ediyorsun, senin penguene benzediğin konusunda beni ikna etmeye çalıştı çünkü." Alt dudağımı dişlerimin arasına alıp kulağına yaklaştım. "Fakat sen nefes kesici derecede yakışıklı olmuşsun."
"Hımm," dedi o da başını hafifçe eğip kulağıma yaklaşarak. "Ne dersin o halde, ilk danstan sonra şöyle bir gelin odasına geçelim mi biz? Nefesinin nasıl kesildiğini bir de orada görmek istiyorum."
"Ah!" dedim yapay bir şaşkınlıkla. "Bunu çok isterdim çünkü sana özel giyindim, yani içimde bir jartiyer var ama sakın hayal etme." Geriye çekildiğinde belimdeki eli sıkılaştı, gülmeye başladım. "Ve bugün sana tek sürprizim bu olmayacak."
"Kalbim sıkışıyor," dedi Yankı, beni kendine sertçe çekip nefesini boynuma doğru verirken. Ardından geriye çekildi beni kendi etrafımda döndürüp yeniden kendine yasladı. "Ve sen aklımı durduruyorsun, aklımı. Aptal ediyorsun, mutlu oluyorum aptallığa çünkü sen varsın. Eşimsin, buradasın, seni kazandım ben." Gülümsediğimde uzanıp hafifçe dudaklarından öptüm ve geriye çekildiğimde omzundaki elim kalbine doğru ilerledi; o an kalbinin hızlı attığına şahit oldum. Bu hiç geçmemeliydi, bu bizden hiç gitmemeliydi.
"Çok heyecanlıyım," dedim kendimi tutamayıp. "Hiç olmadığım kadar hem de. Her şey o kadar yolunda ki bazen bunun gerçek olmadığını düşünüyorum. Nasıl olabilir? Söylesene, ne zaman patlayacak bu köşk? Ne zaman öleceğiz biz?" Aslında şaka yapmak istemiştim ama Yankı kaşları havada bana baktı. "Anlasana," dedim direterek. "Alışık değilim."
"Alıştıracağım güzelim," dedi, bir kez daha geriye itti, bu kez belimden tutup çevirdi ve beni geriye yatırdığında üzerime eğildi. Şarkının son cümlelerine sıra gelirken turkuaz gözleri büyük bir bağlılıkla bana baktı. "Mutluluğa alıştıracağım seni, ömrümün sonuna kadar bunun için çabalayacağım. Beni iyi dinle şimdi," boynuma yaklaştı ve kulağıma, "biz kazandık," diye fısıldadı. "Güneş doğdu." Dudakları boynumdan aşağıya indi ve kalbimin üzerine geldi; kurşun izinin olduğu yere. "Ve iyileşeceğiz, en sonunda tamamen iyileşeceğiz; seveceğiz izlerimizi, sevdireceğim sana." Kurşunun üzerinden öptüğünde müzik durdu. "Ve bir gün gözlerimi kapatıp bu hayata veda ettiğimde sen dünyanın en mutlu kadını olarak geride kalacaksın; kızma, ben senden önce ölmek istiyorum çünkü diğer türlüsünü kaldıramam."
Hem gülümsedim hem kaşlarım çatıldı; cevap vermek için dudaklarım aralandığında beni bozguna uğratan bir müzik başladı: çiftetelli. Dik bir duruşa geçtiğimde elinde mikrofonla bize bakan Mutlu'yu gördüm. Hiddetle, “Yeter bu kadar!" diye bağırdı. "Biz Türküz oğlum, erik dalı gevrektir, unutmayın bunu! Özenmeyin batıya!"
Bir anda herkes piste geldiğinde ve hararetli bir şekilde çiftetelli oynamaya başladığında tanımadığım o kadar çok insan vardı ki hepsine şaşkınlıkla bakıyordum. Tabii bu insanların arasında tanıdık olanlar da gelip tebriklerini iletmişti. Osman amca gelip kocaman sarılmıştı bize, ardından, “Darısı başıma," deyip göz kırpmıştı. O gittikten sonra Yankı bana Osman amcada erken Alzheimer başlangıcı olduğunu söylemişti; bu maalesef ki beni derinden üzmüştü.
Osman amcadan sonra çocuklar koşup sarılmıştı; Ferda beni ne kadar severse sevsin, çocuksu bir kıskançlıkla, “Çok güzel olmuşsun ama ben daha güzelim," demişti ve Yankı'ya hayranlıkla bakmıştı. "Sen de prenslere benziyorsun." Kendi etrafında döndüğünde yanına diğer çocuklar gelmişti; bize yardımcı olan o çocuklar, bizim suretimizi gördüklerimiz. Tam yedi kişi. O an gördüğüm tek bir şey vardı: Sokak Nöbetçileri hiçbir zaman bitemezdi çünkü acıya gebe çocuklar daima var olmaya devam edecekti. Onlar bizden sonra yeni Sokak Nöbetçileri olacaktı.
İyi mi, kötü mü olacaklarını sadece Tanrı bilir; hikâyelerini o yazardı.
"Ferda," diye seslendim. "İstersen prensle dans edebilirsin, izin veriyorum."
"Senden izin almadım ki," dedi Ferda sırıtarak ve cesur bir hareketle Yankı'nın parmağından tutup dans etmek istedi. Yankı gülmeye başladığında damatlığı kirlenir korkusunu umursamadan, nasıl görüneceği hakkında düşünmeden dizlerinin üzerine çöküp Ferda'yla aynı boya geldikten sonra, “Gel bakalım buraya masal prensesi," dedi tatlı bir sesle. "Sana layık bir şekilde dans etmeye çalışayım."
Onlara hayranlıkla bakarken çiftetellinin ortasında tango yapmaları o kadar komikti ki kendi kendime gülmeye başladım. Tam o esnada, “Helin!" diyen tanıdık bir ses işittim. "Çok güzel olmuşsun!" Bu ses. Tanıyordum. Kahretsin, tanıyordum. Hayır, bakma, hayır. Mutlu, seni öldürmeliydim... "Helin!" dedi bir kez daha ve koluma dokundu. Bakışlarım ona döndüğünde beni çekip sarıldı. "Tebrik ederim, harika görünüyorsun." Pekâlâ, Tarkan buradaydı, bana sarılıyordu ve Yankı’nın başını çevirdiği an geçireceği atağı düşünmek bile istemiyordum.
Ben de ona sarıldım ve hemen geri çekildiğimde, “Ben teşekkür ederim," dedim içten bir sesle. "Geldiğin için yani. Nasılsın? Nasıl gidiyor?"
"İyiyim," dedi Tarkan içtenlikle gülümseyerek fakat gözlerindeki hayranlığı gizleyemiyordu. "İyiyim, kalp doktoru olacağım umarım." Kaşlarımı kaldırdım. "Yani kalplere yoğun bir ilgim var. Sen nasılsın? Neler yapıyorsun?" Gevrek gevrek güldü. "Evlenmek dışında yani."
Tam cevap vereceğim esnada davul sesi duyuldu ve Mutlu'nun içeriye davulla girdiğini gördüm; bütün bakışlar ona döndüğünde çiftetelli kesildi ve Tarkan'ın “Kuzu Kuzu” şarkısı çalmaya başladı. Mutlu yanımıza geldiğinde tokmağa sertçe vurmaya devam ederken Yankı'nın bakışları bize döndü, onunla beraber diğerleri de benim olduğum tarafa toplandı.
Ah, pekâlâ, Sokak Nöbetçileri yine Sokak Nöbetçileri olacaktı, düğün dinlemeden.
Bartu bir tarafıma geçti, Koza diğer tarafıma. Yankı çöktüğü yerde bana, ardından karşımdaki yüze baktığında Mutlu bu kez kahkaha atarak davula vurmaya devam etti. Yankı'nın kaşları çatıldı, yutkundu ve yüzü kireç gibi olduğunda boynunu bir kez çıtlatarak ayağa kalktı, dizlerini silkeledi, ellerini de öyle.
"Arkadaşlar," diye fısıldadı Işık arkamdan. "Yabanilik yok demiştim." Sırıtmaya çalışıyordu. "Düğünü mahvetmek yok." Sırıtışı devam etti. "Lütfen."
"Elbette," dedi Bartu onaylayarak. "Sence öyle bir şey yapar mıyız?" Bakışları yeniden Tarkan'a döndü ve kaşlarını çattı. "Bak," dedi. "Ben küçüklüğümden beri Tarkan filmleri izleyerek büyüdüm; şu kurdu olan var ya. Tarkan da dinledim boş zamanlarımda. En sevdiğim şarkısı da ‘Dudu. Ne baktın?" Tarkan şaşkınlıkla onu dinliyordu. "Öyle bilgi vereyim dedim; sövemiyorum sonuçta, boş yapıp beyin amcıklaması yaşatmam gerek."
Işık arkadan Bartu'nun sırtına vurduğunda, Yankı Koza'yı itekleyerek hemen yanıma geldi ve elini belime sararak, “Merhaba," dedi Tarkan'a. "Ben Helin'in eşiyim, karım o benim. Karıkocayız, evlendik biz." Dudaklarımı birbirine bastırdığımda Yankı sağ elini uzattı. Ardından, “Dur, sol elimi uzatayım," dedi. "Yüzüğümün olduğu elim. Eşim aldı alyansı."
Tarkan herkese büyük bir şaşkınlıkla bakarken uzanıp elini sıktı. Bartu o sırada kulağıma eğilip, “Bu Kuzu Kuzu hâlâ sana yanık ve Yankı onu cayır cayır yakacak," diye fısıldadı.
"Saçmalama," diye fısıldadım, ardından ortamı yumuşatmak için, “Tarkan da kalp doktoru olacakmış," dedim yüksek sesle. "Kalplere ilgisi varmış. Harika, değil mi? Çok etkileyici bence." Bu cümlemin ardından hepsi birden yüzüme baktı ve o an bana Sokak Nöbetçileri'nin kalbi dediklerini hatırladım. "Yani," dedim. "Benden bağımsız tabii."
"Nefesini tutma Kıvılcım Yankı," dedi Mutlu diğer taraftan. "Nefesini ver oğlum, nefesini ver, nefesini ver."
Tam o esnada başka bir erkek gelip, “Işık!" diye bağırdı. "Ah, sonunda seni bulabildim." Bakışlarımız o yöne döndüğünde onun gelinlikçide çalışan adam olduğunu anladım. Bütün bunların ortasında garson önümüze şampanya uzattığında herkes bir kadeh aldı, bense reddettim.
"Ah Muallim Naci," dedi Işık, adamın elini yapay bir heyecanla sıkarken. "Nasılsın?"
"Muallim Naci nedir ya, üniversite sınavına mı hazırlanıyoruz?" diye sordu Bartu. Kendimi tutamayıp güldüğümde Bartu dilini damağına vurdu. "Bir tane normal isimde eski sevgiliniz olmaz mı amına koyayım?"
"Kim bu tipinde zıp zıp zıpladığım, götümün şairi ve neden benim sevgilime hayranlıkla bakıyor?" Koza'nın kulağımın dibindeki sesiyle irkildim. "Ve yine ağzını burnunu yediğimin Nil'i neden o gülüşünü bu herife bahşediyor?"
"Bahşediyor ne lan?" dedi Mutlu. "Şairi görünce edebi konuşmaya başladı mal."
"Seni arkadaşlarımla tanıştırayım," dedi Işık hevesle.
"Arkadaş mı?" dedi Koza kaşlarını çatarak. Işık duymazlıktan geldi.
"Helin ve Yankı," dedi ikimizi tanıtarak. "Onları zaten gördük. Bartu," dedi işaret ederek. "Kendisi hem abim gibidir hem de haylaz kardeşim gibi. Lâl kız kardeşimdir. Mutlu lanet ikizim, anlatmıştım ya." Işık göz kırptı, Koza öfkeyle hıçkırdı. "Tarkan," dedi onu göstererek. "O şey..." Bu kez öfkeden hıçkırma sırası Yankı'daydı.
Bakışları Koza'ya döndüğünde ve dudakları aralandığında Koza direkt elini uzattı. "Merhaba," dedi sert bir sesle ve elindeki şampanya kadehini kafasına dikti. "Ben Koza, yaklâşık on sekiz senedir Nil'in sevgilisiyim."
"Oha!" dedik hep beraber.
"Nil kim?" dedi Muallim Naci.
"Nil benim sevgilim lan," dedi Koza.
"Koza Tekinoğlu," diyerek kahkaha attı Mutlu.
"Tamam da nerede?" dedi adam.
Koza derin bir nefes verdiğinde Işık, “Benim diğer adım Nil," dedi. "Ama sen aldırış etme, herkes bana Işık..." Bir anda gülümsedi ve gözleri Koza'ya döndü. "Sen bana sevgilim mi dedin az önce ya? Hani sevmezdin böyle hitapları." Yine istediğine ulaşabilmişti; Koza'yı kıskıvrak yakalamıştı.
Koza bir anda öne çıktı, hızla Işık'ın beline sarıldığında onu kendine çekti. Vücutları bir bütün olmuşken ve dudakları arasında birkaç santim varken, “Beni çıldırtma," dedi kısık sesle. "Yoksa," bakışları dudaklarına kaydı, "şöyle de bakma Nil, yapma şunu."
"Bırakır mısın?" dedi Işık sanki kurtulmak istiyormuş gibi ama boşa bir çırpınış gibiydi. "Misafirimle ilgileneceğim ya!"
Koza burnundan nefesini verdi ve geri aldığında tek bir hamleyle Işık'ı belinden kaldırdı ve kolunu bacaklarının altından geçirdikten sonra Işık tiz bir çığlık attı. Bakışlar onlara döndüğünde, “Benimle geliyorsun, sarı kız," dedi Koza daha sıkı tutarak. "Çünkü karşımda güzelliğinle başımı döndürürken bir de çıldırtmana göz yumamam."
"Lan!" diye haykırdı Mutlu ama Koza hiçbirimizi dinlemeden herkesin gözü önünde Işık'ı aldığı gibi yanımızdan uzaklaştığında kocaman şaşkın gözlerle onların arkasından bakakaldım. "Kaçırdı lan ikizimi!" dedi Mutlu. "Gittiler lan!"
"Boş ver be," dedi Bartu, Mutlu'nun ağzına elmayı sokuştururken. Tam o esnada dans şarkısı çalmaya başladı. "Bak, anne Helin sana bakıyor; ona dans sözün var, hemen koş ve gerçekleştir, ben de kendi hanımıma gideyim. Çok beklettim."
Mutlu'nun anında ilgisi dağıldığında ve annemi gördüğü an koşar adımlarla ona gidip dansa kaldırdığında bir anda Yankı da beni çekip diğer tarafa götürdü. Tarkan hengâmenin ortasında hepimize tek tek bakıyordu, Bartu ise o sırada, “Altar’ın oğlu Tarkan,” gibi cümleler kuruyordu çevresinde dönerken. Neyse ki Tarkan'ı Bartu'dan kurtaran Lâl oldu ve onlar da dans etmeye başladı. O an Bartu’nun Lâl'e dans etmeyi öğrettiğini fark ettim ve ikisi o kadar estetik görünüyorlardı ki gözlerimi onlardan alamadım.
"Bu herif," dedi Yankı dişlerini sıkarak. "Sana âşık hâlâ ve ben onun kalbini sökeceğim." Yüzünü buruşturdu. "Kalp doktoru olacakmış; biliyor sana kalp dediğimizi, şov yapıyor kesin." Kafasında kurmaya başladı. "Mutlu'yu kulaklarından asacağım tavana, sonra vuracağım götüne, sallana sallana düşecek." Gözlerim kocaman açıldı. "Görür o," dedi öfkeyle çocuk gibi. "Doktor olsun, şikâyet sayfalarına adına özel şikâyetler yazacağım. Diyeceğim ki: Kalp için gittik, götümüzü muayene etti."
"Yankı," dedim gülerek. "Sakin olur musun?"
"Âşık sana."
"Değil."
"Âşık."
"Değil."
"Âşık çünkü sana âşık bakışları biliyorum," dedi, ardından yanından geçen garsona dokundu ve bize baktığında Tarkan'ın oturduğu masayı işaret ederek, “Ona pasta vermeyin," dedi. "Yemesin bizim düğün pastamızı; ben yerim onun hakkını." Yüksek sesle kahkaha attım ve boynuna sarıldığımda kendi kendine söylenmeye devam etti.
"Hem hafif sarhoşsun hem kıskançsın ve şu an çok tatlısın," dediğimde Yankı'ya sarıldığım yerde annemi ve Mutlu'yu yeniden gördüm. Herkesin aksine heyecanlı ve seri bir hızla dans ediyorlardı; annem ise kahkahalar atıyordu. Bunu gören Bartu, çevik bir hareketle annemi kendine çevirdi ve son derece havalı bir şekilde onunla dans etmeye başladı. Mutlu ise Lâl'e eğlenceli dansını sunup onu gülme krizine soktu.
Işık ve Koza ise ortada yoktu... Sahiden de yoktu... Onların özelini düşünmek ya da nereye gittiklerini hayal etmek bile istemiyordum fakat aralarında son zamanlarda gitgide artan elektriğin haddi hesabı olamazdı. Bir masada sadece bakışlarıyla bile anlaşabiliyorlar, Işık'ın verdiği bir nefesle Koza yutkunabiliyordu. Çoğu zaman odadan hiç çıkmadıkları bile oluyordu.
Pekâlâ bunları düşünemezdim çünkü şu anda salonun içinde kolbastı şarkısı çalmaya başlamıştı ve benim kafam tamamen dağılmıştı.
Sonrasında karmakarışık müziklerle düğün elbette ki devam etti ve devam ederken herkes içmeyi sürdürdü, çoğu kişi sarhoş olmuştu bile. Halay müziğinin ardından Fransızca bir şarkı çalıyor, o şarkıdan sonra ise yeniden çiftetelliye dönüyordu. Bu Işık ve Mutlu'nun kavgası gibiydi. Ne olursa olsun her şarkıda dans edebiliyor, bir an bile oturmuyordum. Tanımadığım onlarca yaşlı, çocuk, genç... Hepsi tek tek bana sarılıyor, çok yakıştığımızı söylüyorlardı. Öyle ki bazen kahkahalarım müziğin sesini bile bastırabiliyordu.
Dans müziği yeniden çaldığında bu kez Bartu benimle dans etmek için karşımda durdu; maalesef ona ayak uydurmak çok zordu çünkü harika dans ediyordu. Bartu ise sevecen bir sesle, “Prensesle dans etmek harikaydı," diyor, beni kendi etrafımda döndürüp övgülerine devam ediyordu. Onun ardından Mutlu Bartu'yu çekiştirip benimle dans etmek istedi; işte bu en eğlenceli kısımdı. Benim gibi o da beceriksizdi; ayaklarımız birbirine çarpıyordu, kendi etrafımızda durmadan dönüyorduk.
Koza ve Işık ise aramıza neredeyse bir saat sonra döndüğünde ikisi de hem sarhoş hem keyifli görünüyordu. Işık'ın dağılan saçları ve bozulan makyajı bunun kanıtıydı.
Koza geldiği gibi benimle dans etmeye başladığında, Yankı da hemen yanımda Işık'la dans etti. Neredeyse ayakta durmakta bile zorlanıyordu ama o kadar tatlıydı ve o kadar içtendi ki yüzündeki gülümseme hiç solmuyordu. "Ben evlendim," dedim Koza'ya. "Ve sen bana gülümsüyorsun."
"Evlen be," dedi Koza aynı sırıtışla. "Hayat çok güzel ne de olsa." Işık yan taraftan kıkırdadığında Yankı kaş göz yaparak anlamlandırmaya çalıştı. "Sesler, renkler, ışıklar, Işıklar, Niller..." Gülmeye başladı ve beni kendi etrafımda döndürüp dans etmeyi sürdürdü. "Salon yüz kilometre hızla dönüyor ama Nil'in güzel yüzü hâlâ çok net, öyle bir şey işte."
"Sen var ya," dedim omzunu sıkarak. "Çok fena âşık olmuşsun he."
"Konuşturma," dedi Işık gülerek ama o da sarhoştu. "Yoksa susmaz."
"Hımm," deyip Yankı'ya döndü ve uzanıp çocukmuş gibi yanağından makas aldı. "Ne yapıyorsun lan penguen? Gel bi öpeyim seni." Benden uzaklaşıp Yankı'ya gittiğinde ve ona sarılıp gözlerini kapattı. Zilzurna sarhoştu ve sadece sırıtıyordu.
Yankı bize göz kırparak, “Ee," dedi. "Muallim Naci nerede ya? Ne güzel bir sanatçı ismiymiş bu."
Koza kaşlarını çatıp geriye çekildiğinde, “Ne var lan?" dedi hiddetle. "Ben de sanatçıyım, çizim yapıyorum boyalarla." Yeniden sırıttı, Işık'a baktıktan sonra heyecanla, “En sevdiğim boyalarım," dedi derin bir sesle. "En sevdiğim sarı boyalarım, onları çok seviyorum ve eğer..."
"Koza!" diye bağırdı Işık ve onu çektiği gibi ağzını kapattı. "Sus artık."
Yankı gözlerini kıstığında ve ben de aynı şekilde baktığımda neler olduğunu anlamaya çalışıyorduk; onlar ise eğlencenin derinliklerine doğru yok oluyorlardı. Kendimi tutamayıp güldüm ve beşine birden baktım. Bartu ile Lâl'in kendi halinde danslarına, Mutlu'nun Osman amcayı güldürmek için salsa yaparken olan hareketlerine, Işık ve Koza'nın hem gülmeli hem öfkeli kavgasına...
Resmen hayatımın en güzel gününü daha aydınlık bir hale getiriyorlardı. Öyle ki dakikalar sonra pasta kesilirken beşi de çocuk gibi piste koşmuş ve bizi baş başa bırakmadan yedi kişi olarak o pastayı kesmemizi sağlamışlardı. İşin en komik tarafı ise tabağa pasta dilimi değil, hamburger koydular ve buna kahkahalarla güldüler. Benim düğün pastamda bile hamburger patates vardı... "Hep böyle," dedi Mutlu biz birbirimize hamburgeri uzatırken. "Birbirinizin ağzına verirsiniz umarım."
Öksürmeye başladığımda garsonlar şaşkınlıkla Mutlu'ya baktı, Mutlu ise çalan Mezdeke’ye ayak uydurmak için kravatını sallayıp beline bağladı.
Düğündeki herkes hem çok eğleniyor hem de gülümsüyordu; bir ara annem ile Sadık Orhan'ın da dans ettiğini gördüm. İşin en can alıcı kısmıysa Sadık Orhan'ı ilk defa bu kadar çok gülümserken görüyordum. Buna benim sebep olduğumu düşünmem, kalbimi sıcacık yaptı.
Saatler sonra artık ayaklarımda derman kalmadığında ve herkes bir tarafa devrildiğinde pistte sadece çocuklar vardı; geriye kalan herkes sandalyelerdeydi, zaten çoğu da yaşlıydı, bizim gibi büyüyüp yaşlanan insanlar...
Kendimi ilk defa gelin sandalyesine bırakmamın ardından Işık arkamdan saçlarımı düzeltirken mikrofonun olduğu yerden bir anda Bartu'nun sesi yükseldi. "Merhaba," dedi elini sallayarak. O da sarhoştu, gülümsüyordu ve keyfi yerindeydi. "Ben İkinci Sokak Nöbetçisi, Bartu Sarca. Başka bir adım yok, Bartu'yum sadece." Gülümsemeye devam etti. "Ve bu çift için bir şeyler söylemem gerektiğini hissediyorum." Herkes onu dinlemeye başladı. "Helin," dedi gözlerimin içine bakarak. "Benim güzel kardeşim," içten bir nefes verdi, "hayatım boyunca kalbim, seni kırdığım günün acısıyla atacak ama ne olursa olsun seni asla bırakmayacağım." Başını salladı. "Söz verdim daha önce ve tuttum, şimdi dinle beni," sırıttı, "o yanındaki herifi senden önce tanımam umurumda değil; eğer seni üzerse onu öyle bir silkelerim ki bir daha dünyayı düz bir şekilde göremez." Herkes gülmeye başlarken, hemen yanımda oturan Yankı elimi tuttu. "Ve Yankı," dedi ona. "Buradan çok büyük bir itiraf gerçekleştirmek gerekirse… Sana hayran olarak büyüdüm; sabrına, cesaretine ve…" Duraksadı. "Seni kıskandığım zamanlar oldu. Burada binlerce kişinin önünde senden özür dilerim." Mutlu'ya el işareti yaptığında Mutlu koşarak bir rubik küpü Bartu'ya uzattı, Bartu küpü havaya kaldırdı. "Artık anlıyorum o küpü kaybettiğinde ne hissettiğini ve çocukluğunu görüyorum, kardeşim." Rubik küpü işaret etti. "Bu bizim dostluğumuzun simgesi ve hayatımın sonuna kadar kaybetmeden saklayacağım senin için."
"Ya," dedim duygulanarak. "Hiç beklemiyordum."
"Hepimiz size özel bir konuşma yapacağız," dedi Işık saçlarımı önüme getirirken. "Çünkü bu hepimizin mutluluğu."
"Ben," dedi Yankı hüzünle. "Ben de beklemiyordum böyle bir şey."
"Ve," dedi Bartu sahneden inmeden önce Lâl'e bakarak. "Sen benim güzelim, her şeyim, ilk ve son aşkım…" Başını salladı. "Hayatımın sonuna kadar dinlediğim en güzel melodi senin sesine ait olacak. Son kez de herkese seslenmek istiyorum. Bir çocuğu sokak doğurmaz, anne doğurur; benim adımı bir anne değil, sokak verdi. Hiçbir zaman ikinci bir adım olmayacak, ben sokağımla mutluyum."
Sahneden indiğinde herkes alkışlamaya başladı, Bartu'nun ardından hemen sahneye Mutlu çıktı ve mikrofonu tutarken, “Merhaba," diye bağırdı gür bir sesle. Kravatı hâlâ belindeydi, gömleği pantolonunun içinden çıkmıştı, saçları dağınıktı ama gülümsüyordu. "Ben Üçüncü Sokak Nöbetçisi Mutlu Sarca," dedi el sallayarak. "Hani şu çoğu insanın gördüğünde ayıplayarak baktığı ve hislerini asla anlamadığı o çocuğum." Herkes kendi arasında konuşmaya başladı, Mutlu bize döndü. "Her anınıza şahit oldum, ilk öpücüğünüze şahit olamadım; yanarım yanarım buna yanarım. Yanacağım daha başka şeyler de var ama şimdi çocukların ve dedelerin önünde konuşamam." Bu kez gülmeye başladı herkes. "Yine de her ne olursa olsun, size baktığımda ne görüyorum, biliyor musunuz? Birbiri için yaratılmış iki insan." Gülümsedim. "Ve laf aramızda Helin, sen yokken bu muşmula suratlı herif hiç çekilmiyordu, iyi ki geldin güzel seksi kardeşim." Yeniden insanlara döndü. "Şimdi buradaki bütün tatlı çocuklardan ve iyi kalpli, otobüste yer istemeyen şirin yaşlılardan bir ricam olacak." Elini kalbine koyup başını iki yana salladı. "Benim için de bir mucize dileyin; bu dünya üzerinde hislerimi yaşayabileyim ve sevileyim." Boğazıma yumru oturdu. "Çünkü artık imkânsız gibi görünüyor."
Duraksadı, etrafına baktı ve sonrasında sahneden indiğinde kravatını belinden sökercesine çıkarıp yere attı. Bartu onu kolunun altına alıp saçlarını karıştırdığında, Mutlu Bartu'ya sığındı.
Işık yavaş yavaş sahneye çıktığında adımları sarsaktı; bu yüzden Koza da sahneye çıkıp ona destek sağladı. Işık elindeki mikrofona baktı ve herkesle göz teması kurdu. Konuşmasını bekledik, konuşmadı, durup izledi, saniyeler dakikalara dönüştüğünde gözleri bize odaklandı ve bir anda duygulanarak herkesin gözü önünde mutluluktan ağlamaya başladı. Normalde bizim yanımızda bile ağlamayan Işık, gözyaşları içinde sahnede dururken, “Özür dilerim," diye mırıldandı. "Sizi çok seviyorum, size çok bağlıyım ve bundan nefret ediyorum." Gülmeye başladı bu kez, elindeki şampanyanın son yudumlarını içti. "Helin, canım kız kardeşim, ben senden merhameti öğrendim, kalbin beni iyileştiriyor ve Yankı, sırdaşım, biz seninle en karanlık gecelerde uzun uzun sohbet edip ağladık ve sonraki gün hallederiz deyip yürümeye devam ettik. Sen benim yanında huzur bulduğum bir baba gibiydin. Eğer evlendikten sonra her gün yan odamda sizin pat küt seslerinizi duymazsam kendimi evinize bağlarım, duydunuz mu? Benimsiniz siz." Derin bir nefes verdi, kalabalığa baktı ve gülümsedi. "Sizden ise bir isteğim olmayacak." Çocukların olduğu tarafa dönüp baktı, tekrar nefesini verdi. "Gülümseyin çocuklar çünkü siz doğdunuz; her ne olursa olsun bir mucizesiniz, doğmamış çocukların da atan kalplerisiniz."
Bana baktığında ve sadece gözlerimizle anlaştık. Sahneden ayrılmak istediği sırada ona Bartu yetişti ve inmesine yardım ederken mikrofonu Koza eline aldı. Işık usul usul bir sandalyeye oturduğunda, Koza sarhoş bakışlarıyla bütün Nöbetçilerin gözlerinin içine baktı ve sonrasında, “Merhaba," dedi mikrofona. "Ben Birinci Sokak Nöbetçisi Koza ama kurucu değilim." Gülümsedi, Yankı'ya döndü. "Fakat liderim, seke seke dikerim, haddini bil."
"Ne düşünüyorum, biliyor musun," dedi Yankı kulağıma. "Koza'nın derdinin sen olmadığını ve aslında bana âşık olduğunu."
Gülmeye başladığımda Koza, "Kendi aranızda konuşmayın!" diye çıkıştı. "Neye gülüyorsanız söyleyin, hep beraber gülelim çocuklar." Yeniden gülmeye başladığımda bu kez herkes bana katıldı.
"Hadi artık!" dedi Mutlu hiddetle. "Daha gelin çiçeğini kapacağım!"
Koza gözlerini devirdiğinde, “Maalesef Penguen Sonuncu için diyebileceğim hiçbir şey yok, Tanrı onu benim gazabımdan korusun," dedi, ardından bana baktı ve annemle çok kısa göz göze geldiğinde elini pantolonunun cebine daldırdı. Birkaç saniye sonra bir kâğıt parçası çıkardığında bakışları annemden ayrılıp bana döndü. "Sevgili güzeller güzeli canım kardeşim," dedi içten bir sesle. "Ben günlüğümün ilk sayfasını sana ayırdım ve merak ediyorsan eğer," başını salladı, "beni sen kurtardın. İşte şimdi verdiğim sözü tutacağım ve herkesin önünde günlüğümün ilk sayfasını sana okuyacağım."
"Vay canına," dedi Mutlu kısık sesle ama önümüzde olduğu için duydum. "Bu gerçekten etkileyiciydi."
Koza, elindeki dörde katlanmış kâğıdı açtı ve derin bir nefes vererek, “Tarih, 5 Aralık 2004. Bu günlüğün ilk sayfasını sana ayırıyorum, Helin," dedi derinden gelen bir sesle. Sanki konuşan küçük Koza'ydı. "Bana bu günlük verildiği zaman, “Asla unutamayacağın tarihleri kazı,” demişti beni büyüten kişi. Onlar öyle yapıyorlarmış, benim kazıyacak tarihim yoktu, ilk oldu." Gülümsedi, acıyı hissettim. "Bugün sen kurtarıldın. Bugün sen kurtuldun." Yankı'ya dönüp baktım, yutkunduğunu gördüm. "Ve bugün ben esir oldum. Bu bir feda değildi, bu bir kimsesizlikti." Gözleri bana döndü. "Yine de değerdi." Uzun bir süre bana baktı, ardından ezberden devam etti. "Bir gün yanımda olursan eğer ve ben hâlâ bu çocuk olursam, ilk okuyacağın bu cümleler olacak. Göreceksin ki,senin çocukluğun için çabalayanlar vardı. Ama bir gün yan yana gelirsek ve sana bu satırları okutmazsam, anlayacaksın ki benim çocukluğum bir türlü kurtulmamış; biz, hepimiz geçmişin küllerinde yok olmuşuz." Yankı elimi sıktığında bakışlarımı Koza'dan ayıramıyordum. "Ben hâlâ bu çocuğum, hâlâ seni çok seven abinim ve bilmelisin yeniden, kurtuldum, beni kurtaran da sendin; Sadece Helin, Sadece Koza'yı kalbiyle kurtardı. Her şeye rağmen. Gözlerindeki mutluluk hiç sönmesin, benim doğum gününde cehennem gibi bir evden kurtardığım kardeşim şimdi hayatının sonuna kadar cenneti yaşasın çünkü o bunu hak etti. Sonsuza kadar hem de."
Huzurlu ve mutlu bir ifadeyle ona bakarken Koza'nın dudakları yeniden aralandı ve herkesin duygulandığını anladığında Yankı'ya orta parmağını gösterdi. "Kafam güzel olabilir ama sana böyle cümlelerim olmayacak, Sonuncu," dedi hiddetle. "Düğünün hemen ardından götünde dinamit patlatmak için bekliyor olacağım; şu an patlatsam kız kardeşimin güzel gelinliği kan olur." Sahnedeki çocuklara baktı. "Özür dilerim, çocuklar; ben biraz kaba bir abiyim ama siz benim gibi olmayın." Gülümseyerek sahneden indiğinde bu kez sıra Lâl'e gelmişti.
O an heyecandan ne yapacağımızı bilemedik ve hepimiz birbirimize baktık. Lâl elbisesinin eteklerini tutarak sakince sahneye çıktığında onu tanıyan herkes ellerini kaldırıp konuşmasını bekledi fakat Lâl mikrofonu eline aldığında kalabalıktan gürültü sesleri geldi. Bu hareketiyle bile bir kez daha bozguna uğradım, Lâl ise gülümsedi; bakışları bize değil, Bartu'ya döndü. Direkt Bartu'ya. Sadece ona. Henüz uzun cümleler kuracak kadar iyileşmediğini biliyorduk ama bir şeyler söyleyebilecekti ve bunu bizim düğünümüze saklamıştı.
Bartu heyecanla elini kalbine götürdü. Lâl derin bir nefes verip mikrofona yaklaştığında kalbimin sesi kulaklarımı dolduruyordu. İlk konuştuğunda Hüseyin demişti ve şimdi dudaklarından bir anda, “Bartu," döküldü. Lâl'in ağzından Bartu'nun adını duyduğumuzda hepimiz delirecek gibi olduk, Bartu'yu ise düşünemiyordum. "Bartu," dedi bir kez daha ve sonrasında başını salladı. "Özür dilerim, seni seviyorum." Bartu elini saçlarına geçirdi. "Sana âşığım." Başını salladı. "Senin için ölüyorum." İlk kardeşine konuştu, ikinci konuştuğu kişi Bartu'ydu; herkesin karşısında çekinmeden ona aşkını haykırıyordu. Bunun üzerine Bartu Mutlu'nun omzuna tutundu. Lâl bir nefes daha verip gözlerini kapattığında, “Her gün seni yazıyorum," dedi. "Günlüğüme." Devamını biliyordum ama Lâl yine de söylemek için kendini zorladı. "Öldüğümde ilk değil ama son sayfa sana ait olsun diye." Bartu nefesini verip sahneye doğru bir adım attı. "Saat artık hep on ikide sabit çünkü sen benimlesin."
Cümleleri bitip nefesini verdiğinde Bartu hızlı adımlarla sahnenin önüne yürüdü ve bir basamak yüksek sahne sayesinde neredeyse aynı boya geldiler. Bartu kollarını açtı, ona gelsin diye; Lâl ise bakışlarını Koza'ya çevirdi, ardından, “Telafi," dedi başını sallayarak. "Telafi edilir Koza." Koza gülümsediğinde ve hepimiz heyecanla onlara baktığımızda, Lâl mikrofonu yerine bırakıp Bartu'nun boynuna sarıldı; Bartu da beline sarıldığında onu sahneden indirirken kısık sesle bir şeyler mırıldandı, ardından bacakları havadayken onu dudaklarından öptü. Düğündeki herkes alkışlamaya başladığında ve ıslıklar duyulduğunda, Bartu Lâl'i kucaklayıp kendi etrafında döndürdü, ardından yere bıraktı.
Işık, “Sıra sende," dedi bana. "Sürprizin gerçekleşiyor."
Hayranlıkla Bartu ve Lâl'e bakarken bir anda kendime geldim ve tepemdeki Işık'a baktım; Yankı ise şaşırarak merak içinde, “Ne sürprizi?" diye sordu.
Ona hiçbir cevap vermeden ayağa kalktığımda ve Yankı elimi zorlukla bıraktığında öpücük göndererek sahneye yürüdüm. Bütün bakışlar bana dönmüştü, eminim kimse benim de konuşma yapabileceğimi düşünmüyordu ama biz aslında Işık’la bunu en başından düşünmüştük.
Sahneye çıkıp mikrofonu elime aldım ve gülümseyerek herkesle tek tek göz teması kurdum. En sonunda, “Mucizelere inanmayan bir çocuk olarak büyüdüm," diye mırıldandım. "Ve hayat bana bir rüya gösterdi, güzel bir rüya." Bakışlarım altı Sokak Nöbetçisi'nin hepsinin yüzünde gezindi. "O rüyanın ardından umut etmeyi öğrendim ve şimdi merak ediyorsanız o rüyanın içindeyim; ben bu anı gördüm." Başımı salladığımda elim yine heyecandan titremeye başlamıştı. "Mucizeler ise her zaman gerçekleşmez, bunu öğrendim ama neyi anladım, biliyor musunuz? Asıl mucizenin bu yedi kişinin olduğunu. Biz Sokak Nöbetçileri'yiz, ne olursa olsun asla bağı kopmayan bir aileyiz, yedi mucize çocuğuz. Şimdi bize baktığınızda hâlâ nefes aldığımızı görüyorsanız bu bir mucizedir."
"Beni ağlatacaksın!" diye haykırdı Mutlu. "Sus artık! Bitirin şunu! Veda mı ediyoruz gençler? Biz hâlâ yaşıyoruz, kendinize gelin."
"Ah," dedim gülerek. "Elbette veda etmiyorum çünkü asıl şimdi yaşayacağız ama ondan önce eşime başka bir mucizeyi söylemem gerekiyor."
Yankı tek kaşını havaya kaldırdığında, Işık Koza'nın yanına gidip koluna girdi ve onu sıkıca tutarak hevesle bana baktı.
Elim gelinliğimin kaburga kısmına gittiğinde ve oradaki fermuara uzandığında herkes şaşkınlıkla birbirine bakmaya başladı. Duraksamadım, gülümsemeye devam ettim, ardından fermuarı hafifçe aşağıya indirip yan döndüm. Işık ve Lâl bir elini kalbine koydu, onlar ne olduğunu biliyordu, geriye kalan herkes bana bakmaya devam etti.
Kaburgamın üzerindeki dövmeyi açığa çıkardığımda bakışlarım Yankı'ya döndü, turkuaz gözlerine. "Sen bana evlenme teklifini bir dövmeyle gerçekleştirmiştin," dedim başımı sallayarak. "Şimdi ben de bir mucizeyi sana gösteriyorum." Yankı'nın gözleri gözlerimden yavaşça ayrılıp dövmeye kaydığında iki değil, üç yaprağı gördü. Bir yaprak siyah, bir yaprak mavi, bir yaprak ise içi henüz doldurulmamış ama orada duruyor, aileyi simgeliyor. Yankı'nın dudakları aralandığında ayaklandı, arkasındaki sandalye geriye düştü. "Evet," dedim gözlerim dolarken. "Hamileyim, bir bebeğimiz olacak."
Salonun içi buz kesti, herkes büyük bir şaşkınlıkla bana bakarken ilk alkışlayan Işık oldu çünkü ilk öğrenen oydu hatta ilk tahmin eden de. Mezarlıkta bayıldıktan sonra bir anda karşıma testle geldiğinde ve test pozitif çıktığında iki saatlik şaşkınlığımı, sonrasında ağlama krizlerimi, ardından korkularımı ve en sonunda mutluluğumu görmüştü. Yankı'ya hemen söylemek istediğimde, “Bu sürpriz olsun,” demişti; bense bu kez Yankı'nın ne hissedeceğini düşünürken biraz daha ağlamıştım. Bu sırada Lâl bizi yakalamış, ona anlattığımızdaysa sevinçten havaya zıplamıştı.
Sonrası kan tahlilleriyle devam etmişti ve bebeğimizin üç haftalık olduğunu öğrenmiştim. İkimizin de sarhoş olduğu, hem kahkahalarımızın hem de hüznümüzün birbirine karıştığı gece olduğuna emindim çünkü o gün ikimiz de korunmayı tercih etmemiş; birbirimize bunu istediğimizi gözlerimizle dile getirmiştik. O gün, belki de hayatımın en büyük dönüm noktalarından biriydi çünkü Yankı gecenin sonunda gözlerimin içine bakarak, “Korkularım sen, korkuları yendiren yine sen, her şeyim sen, her şeyim bizden ibaret,” demişti. İkimizin de anne baba olma serüveni, yaşadığımız acılar ve mutluluklar, tam da bu cümlelerde gizliydi.
Her şeyim bizden ibaret.
Hamileliği öğrendikten sonra madem sürpriz olacak diyerek dövme fikrini ortaya atmıştım lakin hamile olduğum için Işık siyah kalemle bir güzel üçüncü yaprağı çizmiş, bebek doğduktan sonra içini boyayarak gerçek bir dövme haline getirmemizi söylemişti.
Her şeyi düşünmüştüm, her şeyi, hatta Işık'ın üzülebileceğini bile ama o öyle heyecanlıydı ki daha şimdiden bebek patikleri bakmaya başlamış, erkek olursa feminist büyüteceği konusunda yeminlerini sıralamıştı.
Peki ya Yankı? O korkularını yenmişti ama buna hazır mıydı? Herkesin ortasında bunu ona söylemek...
Bir anda salonun ortasından bir düşme sesi geldiğinde ve bakışlarım korkuyla o yöne döndüğünde Koza'nın düştüğünü hatta bayıldığını gördüm. "Önemli bir şey yok," diye haykırdı Işık gülerek ve Koza'nın yanına eğildi. "Bayıldı sadece!" Eğilip ona baktı. "Hayır, ölmüş numarası yapıyor, sen devam et Helin! İlgi odağı olmasına izin verme sakın!"
"Lan!" diye haykırdı Koza yattığı yerden. "Yankıcanlar geliyor, Helinhanlar geliyor; keseceğim kendimi, kâbus bu!"
Annem ayaklandığında ve ellerini birleştirip bana baktığında Sadık Orhan da onunla beraber ayaktaydı. Bartu büyük bir mutlulukla bana bakıyor, Mutlu’ysa dizlerinin üzerine çökmüş, elleri saçlarında beni takip ediyordu.
Yankı... O hâlâ masanın orada donuk bakışlarla beni izliyordu. Üzülmüş müydü, istemiyor muydu, bu bir hata mıydı, diye düşünürken turkuaz gözlerine yaşların dolduğunu gördüm ve gülmeye başladığında, “İnanamıyorum," diye bağırarak önündeki masayı sertçe itekleyip bana doğru koşmaya başladı. Sahneye tek bir adımda çıkıp beni kucağına aldığı gibi havada hızlıca döndürdü. Salondan yeniden alkış sesleri yükseldiğinde bir elimle gelinliğimi tutuyor, bir yandan da Yankı'ya tutunmaya çalışıyordum. Yankı'nın kahkahalarıysa kulaklarımdaydı ama durup geriye çekildiğinde dolu gözlerle bana baktığını gördüm. Ardından dudaklarımdan öptü; yanağımdan, boynumdan, burnumdan, saçlarımdan, saçımın her telinden...
Elleri yüzümü buldu, başını inanamıyormuş gibi iki yana salladı ve gözlerini kapatıp alnımdan öptüğünde bir damla yaş yanağından süzüldü. "Hatırla, 25 Ekim 2019, biz teknedeydik," dedi geçmişe giderek. "Bir rüya görmüştüm ve gerçekleştiğinde anlatacağıma söz vermiştim." Uzanıp yanağını sildiğimde yine ellerinin titrediğini fark ettim; diğer elim kalbini buldu, çok hızlı atıyordu, hiç olmadığı kadar. "Şimdi gerçekleşti ve bütün korkularıma, acılara, kaçışlara, daha yolun başında olmamıza rağmen o rüya mutlu etmişti. Senden bir çocuğumun olması düşüncesi beni mutlu etmişti." Başını salladı. "Şimdi rüyamdan daha güzel, daha gerçek. Ben…" dedi inanamıyormuş gibi. "Baba olacağım."
"Yankı Sarca baba olacak," dedim. "Ve Umut Güneş." Bir kez daha yanağını sildim, ardından dudaklarından hafifçe öptüm. "Biz şimdi gerçek bir yuva olacağız."
Yankı başını salladığında, “Günlerden 2 Kasım," dedi gözlerimin içine bakarak. "Seni öptüğüm ilk gün ve hiçbir zaman son olmayacak, demiştim." Yavaşça öne eğildi, ardından herkesin önünde dizlerinin üzerine çöktüğünde bakışları karnıma kaydı, eli karnımı buldu, sanki bebeğimize bakmak istedi. "Ve yine günlerden 2 Kasım; bana bir aile verdin, şans verdin, mucize verdin. Defalarca dizlerimin üzerine çökerim senin ve çocuğumun karşısında çünkü minnettarım. Dinle, hiçbir zaman mutluluğumuz son bulmayacak, sonsuz olacak. 2 Kasım sözü. Yankı Sarca sözü değil," duraksadı, derin bir nefes verdi, "bir babanın sözü."
O dizlerinin üzerine çökmüş bir şekilde büyük bir minnetle ve sevgiyle bana bakarken aileyi hissettim; yuvayı, merhameti, anneliği, babalığı... Ardından diğerlerine baktım, yedi mucize çocuğa.
Ve zihnimin içinde tek bir cümle duyuldu: Yaşadığımı hissetmek için canım yansın diye çıktığım bu yolda şimdi rüyalarımın ötesinde, hayallerimin kıyısındaydım, ben sadece Helin, Helin Aktan ve Helin Saye Güneş, işkenceler içinde yürüdüğüm bu yolda şimdi güzel çiçekler ekiyor, hiç büyümek istemeyecek bir çocuk gibi daima gülümsüyordum. Çünkü savaşmaktan hiçbir zaman vazgeçmedim ve vazgeçmeyecektim.
***
2027
KOZA
Hayat seçimlerimizden ibarettir. Bir yola çıktığında sonunda seni nelerin karşılayacağını hiçbir zaman bilemezsin fakat o yolda yürürken yaşadığın ve yaşattığın her şeyin sorumlusu sadece sensindir. Bu yüzden mutlu ya da mutsuz sonlar kaderin değil, senin ellerindedir.
Ve bir hikâyeyi mutlu kılan, gülümsemeler değil, ne olursa olsun düşsen bile tekrar tekrar ayağa kalkmandır. Ve bir hikâyeyi mutlu kılan, öylesine kalbinin atması değil, ne olursa olsun yaşamaya devam edebilmendir. Ve bir hikâyeyi mutlu kılan, ölüme karşı koyman değil, sevdiklerin için ölümü göze alsan bile bir direniş içinde olmaktır. Ve bir hikâyeyi mutlu kılan, sonsuz mutluluklar değil, mutsuzluklara ve imkânsızlıklara rağmen asla vazgeçmemendir.
En önemlisi ise bir hikâyeyi mutlu kılan, büyümen değil, içindeki çocuğu hiçbir zaman öldürmeden onunla hayatına devam etmendir. Çünkü çocuklar, bu dünyanın vicdanıdır. Eğer içindeki çocuğu öldürürsen vicdanını da öldürürsün; öldürme çocukluğunu, acı çekse bile seni güçlü kılan sadece geçmişin olacaktır.
Öldürme çocukluğunu, ondan vazgeçme, sırtını dönme; yaşlandığında ellerinden tutan yine senin çocukluğun olacaktır çünkü bilirsin, çocuklar küsmeyi bilmez, affedicidir. Sen büyüyünce onu affetmesen bile o seni daima affeder.
Dizlerimdeki yaralar, çocukken düştüklerimin ötesinde, bu yolda yürürken yaşadıklarımın simgesi. O yaralar ize dönüşebilirdi, bazıları dönüştü de ama diğerlerinin ize dönüşmesini engelleyen sevgiydi. Sevgi yarabandı değildi, en karanlıkta bile uzatılan bir eldi. Çünkü biliyordum, yarabandı olsaydı söküp çıkarırdım içimdeki nefretle fakat uzatılan eli bir türlü geri çeviremedim, bu da benim zaafımdı.
Ben Sokak Nöbetçileri’nin kurucusu, Birinci Sokak Nöbetçisi, Koza. Bir tarafta toprak var, mezarlar ve ölümler; solmuş çiçekler, ağlayan yüzler ve duygular. Korkular var, korkular. Endişeler, öfkeler ve bir o kadar nefretler.
Kahverengimde acılar var.
Bir tarafımda gökyüzü var, denizler ve okyanuslar; şimşekler, yağmurlar ve karlar. Korkusuzluk var, korkusuzluk. Başkaldırı, güç ve bir o kadar inanç.
Mavimde acımasızlık var.
Kahverengiyi bana veren, Poyraz Aktan. Maviyi benimle yaşatan, Koza.
Şimdi ikisini de kabulleniyorum. O çocuğu öldürmüyorum, o acımasız adamı yok etmiyorum. Koza’yı affetmiyorum, çocukluğumu ise kabulleniyorum ve Koza’yı affetme hakkını çocukluğuma veriyorum.
Çünkü biliyorum, Koza’yı affedersem çocukluğum beni affetmez, onun affına ihtiyacım var.
Aylardan aralıktı, karlar gökyüzünden düşmeye başlamıştı. Yürüdüğüm sokak, uzun zamandır uğramadığım bir sokak. Sokak Nöbetçileri’nin ahşap evine giden, çocukken tek başıma gelip uzaktan izlediğim, içinde yaşadığımda aitliğini sevdiğim, o kapı kapanırken Sokak Nöbetçileri’nin terk edildiğini hissettiğim o ahşap ev.
Hemen yanımda sol elimi sıkıca tutan bir kız çocuğu vardı, öyle sıkı tutuyordu ki bir an onu bırakacağımdan bile korkuyor olabilirdi. Çocukları yetişkinlerden daha iyi anlıyordum; elim tutulduğunda hiçbir zaman bırakılmasını istemezdim çünkü defalarca başıma gelmişti.
Minik kız, kız kardeşimin çocuğu. Altı yaşında, saçları kumral, gözleri mavi, zayıf ve uzun boylu. Dirseğime gelecek kadar uzun. Annesi saçlarını hiçbir zaman kestirmek istemiyordu bu yüzden beline kadar geliyordu; babası ise hiçbir zaman saçlarını toplamak istemiyordu bu yüzden dalgaları omuzlarından dökülüyordu.
Elimi daha sıkı tuttuğunda bakışlarım ona döndü. “Üşüyor musun, Minik?”
Üzerinde kalın bir kazak, onun üzerinde kalın, pembe bir mont vardı. Gülümseyerek bakışları bana döndüğünde, “Hayır, dayıcığım,” dedi ince sesiyle. “Sen üşüyor musun?” Duraksadı ve dudaklarını büktü. “Üşüyorsan atkı ve bere takmalısın, bir de eldiven. İnce giyinmemelisin. Sana atkımı vermemi ister misin? Babam paylaşımcı biri olmamı söylemişti; herkese kıyafetlerimi veriyorum, sana da verebilirim.”
Kaşlarımı kaldırdım, ciddiyetle devam etti.
“Külotlu çorap giyiyor musun?” Gözlerim irice açıldı. “Annem kışın hep giydiriyor.” Kıkırdadı. “Babam şapka ile bere arasındaki farkı anlatmıştı ama bence ikisi de aynı şey.” Gözlerini kıstı, ayakları karlara batarken zıpladı. “Ayrıca mont ile ceket de birbirinden ayrı şeylermiş ama bence onlar da aynı.”
Gözlerimi devirdiğimde, “Baban sence de çok konuşmuyor mu?” diye sordum. “Ve her şeyi bildiğini düşünmüyor mu?”
Kıkırdadı. “Babam bana, ‘Dayın beni kıskanıyor,’ dedi.” Başını omzuna doğru düşürdü. “Bana Helinhan dememeni de söyledi.” Gülmeye başladığımda elini daha sıkı tuttum. “Helinhan kim dayı?”
Dayı diyordu bana; kız kardeşimin en büyük şanssızlığı dayısıyken, onun kızının en büyük şansı dayısı yani ben olacaktım; kendime bu sözü vermiştim.
“Önemi yok,” dedim yutkunarak. “Kâbuslarımı süsleyen birisiydi,” ona dönüp baktım, “ama rüyaya dönüştü.”
“Kâbus ne demek?”
“Rüyanın kötüsü demek.”
“Rüya ne demek?”
“Uyurken gördüklerin demek.”
“Uyurken gördüklerim ne demek?”
Derin bir nefes verdim. “En son uyurken ne gördüysen o demek.”
Düşünüyormuş gibi diğer elini çenesine koydu, ardından şakıyarak, “Babamla annemin karavanını gördüm!” diye bağırdı. “Ben sürüyordum ve uçuyordu!” Geri geri yürümeye başladığında düşmesin diye yavaşladım. “Babama bunu söylediğimde karavanların uçmayacağını söyledi, annem çok güldü, Bartu amcam ise ben istersem uçurabileceğinin sözünü verdi ve bana oyuncak karavan aldı.” Ağzını doldura doldura, “Havaya kaldırdı ve fiyuv!” dedi heyecanla. “Karavan rüyamdaki gibi uçuyordu, tıpkı masallardaki gibi!” Yeniden önüne döndüğünde sokağa baktı. “Fırat amcam da uçar dedi ama Nil teyzem uçakları anlattı. Zeynep teyzem de beni karavanla çekerken Bartu amcam o ne diyorsa doğru olduğunu söyledi.” Bakışları bir kez daha bana döndü. “Sence karavanlar uçar mı?”
Boğazımı temizledim ve bir süre düşündükten sonra, “Eğer bir masalın içindeysen,” dedim ucu açık bir şekilde, “karavanlar da uçar, Minik. Ve sen de bir masal kahramanısın. Bizim masalımızın kahramanısın. Nadir’i anlatmıştım, hatırlıyor musun? Tıpkı onun gibi.”
Hevesle gülmeye başladığında, “Dayıcığım!” diye bağırdı. “Bana o masalı yeniden anlatır mısın?”
“Hangisini canımın içi? Peter Pan’i mi?”
“Hayır,” diye mırıldandı. “Sonunda benim kurtarıcı olduğum o masalı.” Derin bir nefes verdi, omuzlarını kaldırıp indirdi. “Sokak Nöbetçileri masalını.”
Bu masal ikimizin arasında bir sır gibiydi ve yeğenim sır saklamak konusunda aynı babasına benziyordu. Umarım. Belki de bana bu masaldan özellikle söz etmiyorlardı ama ben hep bu minik kıza Sokak Nöbetçileri masalını anlatıyordum.
“Hımm,” diye mırıldandım gökyüzüne bakarak. “Neresinden başlamamı istersin?”
“En başından!” dedi heyecanla. “Çocukluklarından!”
Derin bir nefes verip gözlerimi birkaç saniye kapattım, ardından geri açtığımda gülümsedim. “Bir varmış bir yokmuş,” dedim kısık sesle. Karlar sanki daha hızlı yağmaya başladı. “Diyarın birinde, güneşin hiç batmadığı bir dünyada yedi mucize çocuk yaşarmış. Bu çocukları toprak doğurmuş; sokaklar anneleri, ışıklar babaları olmuş. Gökyüzü ise onlara güçlerini vermiş.” Heyecanla gözleri açıldı, her dinlediğinde aynı heves içinde görünüyordu. “Yedi mucize çocuk doğdukları andan itibaren beraber yaşamaya başlamışlar.”
“Hiç ayrılmamışlar mı?” dedi, her seferinde sorduğu soruyu yineleyerek.
“Hayır,” dedim direkt. “Ayrılsalar bile geri birleşmişler çünkü birbirlerini çok seviyorlarmış.”
“Ya,” deyip benim daha önce söylediğim cümleyi tekrar etti: “Çünkü sevginin iyileştireceğine inanıyorlarmış, değil mi?”
“Evet, canımın içi,” dedim başımı sallayarak. “Ve bu doğru, sevgi iyileştirir. Yere düştüğünde ağlamamanı söylüyorum ya sana; ağlarsan ve yaranı bile sevmezsen asla iyileşmez. Onu kabullenmen, sevmen gerekiyor. O zaman iyileşecek.”
“Biliyorum ki,” diyerek gözlerini açtı. “Babam geçen gün dizimdeki yarayı öptü, hemencecik iyileşti; annem de dirseğime ilaç sürdü, o da iyileşti.”
Bize emanet edilen çocukluk izleri, onda bir parça bile yara izi bıraksın istemiyordum, istemiyorduk.
“Ve babana, dayım daha güzel iyileştirirdi, demedin mi?” Gülmeye başladı. “Ona her zaman beni övmelisin, Minik.”
“Övüyorum ki; anneme bakıp, ‘Dayısına liderin kim olduğunu hatırlatmamız gerekiyor,’ diyor. Lider oymuş.”
“Hayır, benim.”
Kısık sesle fısıldadı. “Bence de sensin ama sus, söyleme. Çünkü üzülüyor.”
Gülmeye başladığımda elini kaldırıp tersini öptüm. “Sen harika bir kızsın.”
“Biliyorum.” Egosu da bana benziyordu… “Ben harikayım.” Yeniden güldüm. “Devam etmeyecek misin masala? Lütfen!”
Başımı olumlu anlamda salladığımda sola döndük ve uzaktaki ahşap evi gördüm. Adımlarım yavaşladığında, “Yedi mucize çocuğun sihir güçleri varmış,” dedim. “Mutlu, elleriyle gökkuşağını ortaya çıkarıp gökyüzünü rengârenk bir hale getiriyormuş, kötü insanları ise karanlığa sürükleyebiliyormuş. O renkler, insanların kalbine güzelliği, kahkahaları getiriyormuş.”
“Geçen gün gördüğümüz gökkuşağı gibi, değil mi? Masallar gerçek!”
“Evet, Minik; onun gibi.” Elinin tersini okşadım. “Lâl konuşamıyormuş çünkü onun sesi fotoğraflarıymış. Çektiği her fotoğraf o an hareketlenebiliyormuş ve kendini o anda hissetmeni sağlıyormuş. Lunaparka gidip atlıkarıncada kahkaha attığın günü hatırlıyor musun? O ana geri dönmek istersin, değil mi?” Hevesle başını salladı. “Lâl o an orada olup fotoğrafını çekseydi sen o fotoğrafa her baktığında kendini atlıkarınca üzerinde hissedebilirdin demek bu.” Nefesini verip gülümsedi. “Ayrıca Lâl çok da hızlı koşabiliyormuş bu yüzden kötü insanlar onu hiç yakalayamamış.”
“Zeynep teyzem gibi,” dedi gülümseyerek. “O da hep fotoğraf çekiyor ve çok hızlı koşuyor.”
“Evet, Zeynep teyzen gibi.”
“Peki prenses olan?” Zıplamaya başladı. “O ne yapıyormuş?”
Gülümsediğimde, “Işık,” dedim. “O dünyanın en güzel kızıymış; saçlarından ışıklar saçıyor, elleriyle dokunduğu herkesi iyileştirebiliyormuş ve aynı şekilde kötü insanlara da dokunduğu an onları yok edebiliyormuş. Kendisi gökyüzündeki güneş, Koza’nın güneşiymiş. Koza karanlıktayken onun hayatına girip gökyüzüne güneşi getirmiş; güneş saçlarından geliyormuş.” Bakışlarım gökyüzüne döndü. “Hava bulutluyken mutsuz oluyormuş bu yüzden gözyaşlarını saklamak için bulutların arkasına gizleniyormuş. Mutsuz olduğunu göstermeyi pek sevmezmiş.”
Derin bir nefes verdikten sonra, “Ve çocukları çok seviyormuş,” dedi. “Çocuklar üzülmesin diye göstermemiştir belki.”
“Evet, hepsi çocukları çok seviyormuş ama Işık bir yandan da bütün hasta bebekleri iyileştirebiliyormuş.” Yutkunduğumda gözlerim ona döndü. “İnanabiliyor musun? Ne kadar da güçlü bir kadınmış!”
“Gerçekten de öyle.” Elini yanağına koyup düşünmeye başladı. “Keşke Prenses Işık gerçek olsaydı dayı; o zaman bütün bebekler gülerdi, hiç ağlamazlardı.”
“Evet.” Başka hiçbir şey söyleyemedim ve bir süre sessizliğe gömüldük. En sonunda yeniden konuşmaya başladığımda, “Koza,” dedim gülümsemeye çalışarak, “topraktan doğan ilk çocukmuş. Lider oymuş yani.” Gülmeye başladım. “Topraktan ilk doğan çocuk olduğu için bir gözü kahverengiymiş, biliyor musun?” O söylemeden ben söyledim. “Evet, tıpkı benim gibi.” Heyecanla gözlerini açtı. “Aralarından en korkağı oymuş, kırmızı ışıklardan çok ürkermiş ama biliyorsun ya, kardeşi ona kırmızı ışık korkusunu unutturmuş.” En sevdiği kısma gelmiştim. “Kahverengi gözünü kırptığı zaman karşısındaki her kimse gülümsüyormuş, ağlıyorsa vazgeçiyormuş.” Ona dönüp kahverengi gözümü kırptığımda gülmeye başladı. “Tıpkı bu şekilde, Minik. Geçen gün sen ağlarken de kırptığımda sustun ya.”
“Evet, evet, evet,” dedi heyecanla. “Sen büyücü müsün?”
“Keşke…” dedim. “Ama değilim. Büyücü olsaydım babanı kel bir adama dönüştürürdüm.”
Kocaman bir kahkaha attığında adımları yeniden durdu. “Peki Yankı! O ne yapıyormuş?”
Maalesef Yankı’nın hikâyesini de seviyordu…
“Yankı… Onun en büyük gücü zekâsıymış ve düşünce gücüyle herkesi iyileştirebiliyormuş.” Kaşları havalandı. “İnsanları kendisinden bile daha çok düşünüyormuş. Üzgün müsün? Zihin gücüyle senin mutlu olmanı sağlayabiliyormuş; tabii bunu yaparken karşısındaki kişinin mutsuzluğunu o da sırtlanıyormuş.” Mutsuz bir nefes verdi. “Bir gün sırtındaki yükleri taşıyamayacak duruma gelmiş, bir sokak lambasının altına gitmiş ve kendini onun ışığına feda ederek yok olmak istemiş.” Heyecanlandığı kısım gelmişti. “Ve onun kurtarıcısı gelmiş: sırtındaki yükleri alan o kraliçe.”
“Kraliçe!” diye bağırdığında elimi bırakıp ellerini birbirine vurdu. “Helin geldi!”
“Evet,” dedim yere çöküp omuzlarını tutarak. “Helin gelmiş; onun en büyük gücü, bir kalbin üzerine elini koyduğunda ona vicdanı, merhameti aşılamak ve yuva gibi hissettirmekmiş.” Elimi kalbinin üzerine koydum. “Kardeşi Koza’nın kırmızı ışık korkusunu aşmasını sağlamış; üstelik kendisinin kara büyüsü de kırmızı ışıkken. Kalbine dokunmuş bu şekilde, geçmiş korkuları. Çünkü o Sokak Nöbetçileri’nin kalbiymiş.” Başımı salladığımda beresinin içinden çıkan saçlarını yerine yerleştirdim ve kulakları üşümesin diye aşağıya indirdim. “Ayrıca saçlarını kestirirse gökyüzü karanlık olurmuş ve güneş bir daha açmazmış; onun saçları bu hayattaki her şeymiş. Onu yaratan toprak, saçlarına böyle yüce bir gücü bırakmış.”
Büyülenmiş bir halde, “Ben ve annem gibi,” dedi. “Biz de saçlarımızı neredeyse hiç kesmiyoruz.”
“Annen de bir masal karakteri gibi değil mi zaten?”
“Evet,” dedi başını sallayarak. “O çok güzel. Ben de onun gibi güzel olacağım, biliyorum.” Gülümsediğimde yaklaşıp alnından öptüm ve gözlerimi kapattım. Çocukken hiç yanında olamadığım kız kardeşim ve her anımı feda edebileceğim yeğenim. “Dayı,” dediğinde geriye çekildim. “O güçlü adamı anlatmayacak mısın?”
“Tabii,” dediğimde boğazımı temizledim ve doğrulduğumda, “Bartu,” dedim nefesimi vererek. “Kendisi Sokak Nöbetçileri’nin en saf üyesiymiş ve en güçlüsüymüş. Kocamanmış!” dedim gözlerimi açarak.
“Kocaman!” dedi heyecanla. “Koskocaman! Bartu amcam gibi mi?” Başımı olumlu anlamda salladım. “Bartu amcamın adı bu masaldan geliyor, değil mi?”
Adımlarım duraksadı. “Evet,” dedim kısık sesle. “Bu masaldan geliyor Minik; çünkü maalesef onun tek bir ismi var.”
“Ne?”
“Yok bir şey.”
Neyse ki anlamadı ve heyecanla, “Bartu amcam beni tek eliyle havaya kaldırıp uçurabiliyor. Annem korkuyla bağırıyor ama Bartu amcam o yokken beni havaya atıp tutuyor; çok heyecanlı,” dedi. “Masaldaki Bartu da mı böyleymiş?”
“Evet, elbette,” dedim. “O tek yumruğuyla dünyayı titretebilecek kadar güçlüymüş; ayrıca dünya üzerindeki bütün çocukları koruyabiliyormuş. Bir çocuk acı mı çekiyor, Bartu’yu çağırdığı an onu kurtarabiliyormuş. Kötü insanları ise tek yumruğuyla yok edebiliyormuş. Öfkelendiğinde tek yumruğu dünyalarında depreme bile neden olabiliyormuş, o depremde ise sadece kötü insanlar ölüyormuş. Diğerlerinden tek farkı, onu toprak değil, herhangi bir sokak doğurmuş. Nereden geldiğini hiç bilmemiş.” Yine anlamadı. “Boş ver, bu kısım karmaşık. Tek bilmen gereken, masumiyeti ve gücü.”
Kısa bir an düşündükten sonra, “Çok güzel,” dedi.
“Öyle tabii,” dedim. “Ama hep mutlu olmamışlar ki. Onları ayırmak isteyenler olmuş, kötü insanlar onlara saldırmış, birbirleriyle bile savaşacak duruma gelmişler ama onları ne kurtarmış, biliyor musun?” Kocaman gözleri bana döndü. “Sevgi, Miniğim. Sevgi onları kurtarmış. Yedisi güçlerini birleştirmiş, o kötü insanları yenmişler. En kötüsünü bir hapishanede yok etmişler, başka bir kötüyü sokak lambasının altında ve bir tanesini de kendi kazdığı kuyuda. Eğer yedisi beraber olmasaydı asla onları yenemezlerdi ama aile olmak, onları kurtarmış. Kırmızı ışıklar artık lanetli değilmiş, sokak lambaları korkutmuyormuş, yumruklar acıtmıyormuş. Lâl konuşmaya başlamış, fotoğraflardaki anılar durmamış. Mutlu gökkuşağını daima boyayabilmiş. Nil’in binlerce bebeği varmış, kalpleri hiç durmamış Helin sayesinde.”
“Ve sonra?” dedi heyecandan sesi titrerken. Onun sesini titreten sadece heyecan olmalıydı.
“Ve sonra bir melek gelmiş,” dedim onu kastederek. “Hayatlarını güzelleştirmiş, o melek senmişsin. Bir haber getirmiş, Nadir demiş küçük bir çocuktan bahsederek,” yutkundum, “o iyi demiş, cennette çok mutlu, dimdik ayakta.”
“Nadir’in gücü neydi?”
“Nadir’in gücü…” dediğimde doğrulmama rağmen bir kez daha yere çöktüm, bu kez ayakta duramadığım içindi. “Nadir’in maalesef gücü yokmuş, Miniğim. Gücü olmayacak kadar yorgunmuş. O bütün gücünü Sokak Nöbetçileri’ne emanet etmiş, tıpkı Hüseyin gibi.” Yanağını okşadım. “Ve bu diyardan göçüp gitmişler çünkü gittikleri yerde daha mutlularmış. Bu dünyanın kötülükleri onları mutsuz ediyormuş.”
Başını salladığında, “Söz veriyorum,” dedi. “Nadir’i ve Hüseyin’i hiç unutmayacağım. Onları hep güzel hatırlayacağım çünkü beni onlar size gönderdi. Onlar gökyüzünde mi dayı?” Gözleri gökyüzüne doğru çevrildi. “Bizi görüyor mu Nadir ve Hüseyin?”
Onunla beraber gökyüzüne baktığımda karlar sanki daha fazla hızlandı. “Onlar gökyüzünde, onlar kalbinde, onlar gücünde, onlar masallarda, onlar her anımızda.” Bakışlarını bana çevirdiğinde kirpiklerine tutunan karları temizledim. “Bir gün hepimiz onları göreceğiz ama henüz bunun için çok erken, özellikle senin için.” Kısık sesle ona doğru yaklaştım. “Ben masalları çok seviyorum, inanmayı da hiç bırakmadım ve emin ol, bir gün hepimiz masal karakteri olduğumuzu bileceğiz, gökyüzünde yerimizi alacağız.”
“Dayı,” dedi bir anda bana sarılırken. Hiç ummadık anlarda sanki annesiymiş gibi beni anlıyor, sarılmasını istediğim an bana sarılabiliyordu. “Onlar hep mutlu olmuşlar, değil mi?”
“Sokak Nöbetçileri,” diye fısıldadım sırtını sıvazlarken. “Sonsuza kadar mutlu yaşamış ve hiç ayrılmamışlar, Miniğim. Bunu annenle babana sakın söyleme ama bana güven, masallar bazen gerçekleşebilir. Belki de onlar aramızda bir yerlerde nefes alıyorlardır, kim bilir? Yükün ağır gelirse Yankı’yı, ışıklardan korkarsan Helin’i, karanlıktan kaçmak istersen Mutlu’yu, bir bebeğe üzülürsen Işık’ı, kurtulmak istersen Bartu’yu, bir anıyı yeniden hatırlamak istersen Lâl’i ve gülümsemek istersen,” kahverengi gözümü kırptım, güldü, “Koza’yı hatırla. Onlar hep,” elimi bir kez daha kalbine koydum, “kalbinde hissettiğin sürece burada yaşayacaklar.”
Geriye çekildi ve bana öyle uzun baktı ki sanki bu masalın karakterlerinin kimler olduğunu biliyormuş gibi. O an babası gibi zeki olmamasını umdum ama biliyordum, ondan daha zeki olacaktı. Baktı, baktı, baktı, ardından, “Anladım,” dedi başını sallayarak. “Öyle yapacağım, dayıcığım.”
Yanağından makas aldım. “Sen harika bir kızsın.”
“Biliyorum,” deyip sırıttı, ardından arkama baktığında heyecanla çığlık atıp, “Bak!” diye bağırdı. “Dayı, bak! Bak, bak, bak! Duvarda ne yazıyor!” Yavaşça arkamı döndüğümde duvardaki rengârenk boyalarla, gökkuşağıyla ve Mutlu ismiyle karşılaştım. “Dayı!” dedi. “Onlar gerçek! Bak, Mutlu buradaymış, duvarı boyamış!”
Kendimden beklemezken gözlerim doldu ve bunun ne zaman yapıldığını düşündüm, kiminle ya da ne şekilde. İşte anılar şimdi tek tek yaklaşıyordu. “Evet,” dedim. “Sanırım Mutlu gerçekten de bu yoldan geçmiş, öyle değil mi?”
“Çok güzel,” dedi zıplayarak. “Fotoğrafımı çekebilir misin Mutlu’yla?” Koşar adımlarla duvara yaklaştı.
“Yavaş,” dedim. “Düşeceksin ve düşersen annen ile baban beni mahvedecek.”
Beni dinlemeden duvarın önüne geçti ve kollarını iki yana açarak, “Zeynep teyzem gibi çek, tamam mı?” dedi. “Lütfen, lütfen, lütfen.” Cebimden telefonumu çıkarıp onlarca fotoğrafını çektim. Her fotoğrafta daha fazla güldü, her gülüşünde biraz daha annesine benzedi, her ciddileştiğinde biraz daha babasını gördüm.
Ardından beni beklemeden koşmaya başladı ve ben de peşinden koşarken defalarca karlara batıp düştük; o güldü, ben de güldüm.
Bir keresinde Sokak Nöbetçileri’nin evini uzaktan izlerken onların kar topu savaşı yaptığını görmüştüm; nasıl imrendiğimi ve onlarla olmayı nasıl istediğimi dün gibi hatırlıyorum. Şimdi burada, yeğenimle karların arasında sanki bir çocuk gibi eğlenebiliyordum.
Ahşap evin önüne geldiğimizde karların altında yatan bisikletleri heyecanla gösterdi. “Bak,” dedi. “Sokak Nöbetçileri’nin uçan bisikletleri gibi! Anlatmıştın ya.”
“Evet,” dedim. “Söyledim ya, burası bizim eski evimiz, bisikletler de bize ait.” Uzun zamandır bisiklete binmemiştik fakat hepsi çok az çürüseler de aynı duruyorlardı.
Uysal bir ifadeyle başını omzuna yatırdı. “Annem bu yüzden mi bana bisiklet sürmeyi hemen öğretmek istedi? Biliyor musun, babam da bana mavi bir bisiklet aldı.”
Sesli bir cevap veremeyecek kadar üzgün hissettiğimde sadece başımı olumlu anlamda sallayabildim ve cebimden çıkardığım anahtarla kapıyı açtım. Kilidi çevirirken anıların üzerime geldiğini hissedebiliyordum ama diğerlerinin aksine bu eve senelerce gelen sadece bendim çünkü çocukken en çok eksikliğini hissettiğim yer bu evdi, doyamamıştım. Onlar doymuştu.
Kendimi kötü hissettiğim çoğu gece bu eve geliyor, burada uyuyordum. İşte o günlerden birinde de Umut’un bıraktığı mektubu görüp okumuştum.
O mektup bana yazılmıştı. Sayfalar süren mektup, aynı zihni paylaştığımızı gösterir cinstendi çünkü o da Sokak Nöbetçileri masalını anlatmış; bir gün ona bir şey olursa ve çocuğunu ardında bırakırsa bu masalla büyütmemi istemiş; eşini, kız kardeşimi bana emanet etmişti. “Yaşasın,” demişti, “yaşasınlar, yaşat onları. Bu mektubu senden başka kimseye yazamam kardeşim. Bak, bu son korkularım, son acılarım; bir tek sana gösterebiliyorum çünkü biliyorum, acımı da saklarsın, sırrımı da korkularımı da.” Kardeşim, Koza’ya yazıyordu o mektupta. Bana çocuğunu emanet etmek istemişti; güvensizlikle başlayan hikâyemiz, en büyük güvenle son buluyordu.
Umut ölmemişti, zaten umutlar kolay kolay ölmezdi ama ben Sokak Nöbetçileri’nin masalıyla yeğenimi büyütüyordum, onun söylediği gibi Bartu’nun yumruklarından söz etmiştim; Mutlu’nun gökkuşağından, Işık’ın güneşinden, Lâl’in anıları saklamasından. Bunun farkında mıydı? Elbette ki farkındaydı fakat aramızda sözsüz bir anlaşma vardı çünkü kendisi bu masalı anlatamazdı, masallara benim kadar inanmıyordu.
Ya da masalların yaram olduğunu bildiği için bu görevi bana vermişti, o masalın içinde benim de yaşamam ve buna inanmam için. Ölmeyen çocuk tarafım, o masalı her anlattığımda daha fazla heyecanlanıyordu, belki de bunu benden daha iyi biliyordu.
Elbette masalında Yankı’yı birkaç cümleyle anlatmış, özellikle Helin’e methiyeler düzmüştü, Koza’ya da öyle. Koza için demişti ki, “O olmasaydı Sokak Nöbetçileri var olamazdı.” Hayır, bunu bu şekilde anlatamazdım; ben olmasaydım da onlar var olurlardı. Bu tamamen onun düşüncesiydi. Ve maalesef yine kendini önemsememişti ama ben onu kendi anlattığım masalda önemsemiştim; kızı artık yükü ağır geldiğinde sadece onu hatırlayacaktı, işte belki de bunu hiçbir zaman bilemeyecekti.
Mektup ise hepimizin artık ortak noktada buluştuğu, kardeşimin o cümlesiyle son buluyordu:
“Yarattığın gerçek adalet, kalbinin sesinden ibarettir.”
Ve devam ediyordu.
“Benim adaletimin, vicdanımın, korkularımın ve kalbimin ise kim olduğunu biliyorsun, kardeşim Koza. Sadece tek bir kişiden ibaret. Bir gün nefes almayı bırakırsam kalbime iyi bak. Sen kalbime iyi bakarsan ben hiç ölmeyeceğim ama eğer ona iyi bakmazsan gerçekten ölmüş olacağım.”
“Sonuncu” (Üstü karalı)
“Umut Güneş”
“Ne düşünüyorsun?” diye sordu yeğenim, kapı eşiğinde bekleyen bana. “İçeriyi çok merak ediyorum, hadi girelim.”
“Hiç,” dedim. “Aklıma bir şey geldi sadece.” İçeriye adım atar atmaz evdeki o terk edilmiş koku burnuma doldu, ardından kapı kapandı. Gözlerim ilk olarak kapının yanındaki mutfağın o tarafta kaydı; orada Nil’le yüzleşmiştik, orada kardeşime benimle gelmesini söylemiştim, orada Lâl’in yaptığı yemeği gizli gizli yemiştim.
Bakışlarım koridora döndüğünde her adımımda kavlanmış duvarları, portmantoya bırakılan eski montları gördüm. Eskimiş ayakkabılar. Tam karşıya baktığımda o merdivenle yüzleştim, son basamağında keyif sigaramı içtiğim için kendimi hiçbir zaman affetmeyecektim, içerideki o kaosu hiç unutamayacaktım. Merdivenin yukarısında, tozlanmış merdivenlerin ilerisinde çocukken hiç yaşayamadığım odalar vardı.
Birazdan buraya yeniden geleceklerdi ve son kez, o masaya oturacaktık; ben bile çocukken muhtaç olduğum hatta sonradan defalarca geldiğim bu eve bakarken böyle hissediyorsam onlar ne hissedecekti?
“Dayı!” dedi. “Bu ev çok güzel!” Koşa koşa oturma odasına ilerledi ve ben de peşinden ilerlediğimde bir anda kendisini tozlanmış koltuklardan birinin üzerine atıp zıplamaya başladı. O yedi kişilik masa hâlâ aynı yerindeydi, elbette değişmezdi. O koltukta oturuyorduk, karşımda Nil vardı, hem kavga ediyorduk hem seviyorduk. Bir çocuk için bu ev çok güzeldi, kim bu eve girse bunu söylerdi; içinde yaşayanlar bilirdi savaşları.
Bu ev, Sokak Nöbetçileri’nin mabediydi; hem kalp kırıyor hem onarıyordu. Bu ev, asla bir daha geri dönülmeyecek çocukluk ve son derece korkulu kâbuslar gibiydi.
Bu ev hem bir ailenin sıcaklığını hem de asla aile olunmayacak bir harabeyi anımsatıyordu.
“Dayı!” dedi koltuktan atlarken ve işaret parmağıyla duvarları gösterdi. “Bak, burada fotoğraflar var!” Yaklaştığında hevesle gülmeye başladı. “Bak, annem ve babam!” Gözleri kocaman açıldı. “Bak, burada beşi beraber! Burada altı kişiler. Burada Bartu amcam, Zeynep teyzem var. Aaa, Fırat amcam ve Nil teyzeme bak!” Gözleri kısıldı. “Bak, bunlar da çocuklukları, beş kişiler.” Duraksadı, omzunun üzerinden bana baktı. “Sen hangisisin?”
Duraksadığımda ne diyeceğimi bilemedim çünkü o bizim hiçbir zaman ayrı kaldığımızı düşünmüyordu; aksini iddia etmemiştik. Bildiği kadarıyla beraber büyüyen yedi çocuktuk, kardeş gibiydik. “Miniğim,” dedim yanına giderek, “o fotoğrafta ben ve annen yok.” Arkadan beresini çıkardım ve saçlarını okşadım. “Bir süreliğine başka bir yere gitmiştik, yoktuk o zamanlar.”
Diğer çocukluk fotoğrafını gösterdi. “Burada da mı yoksunuz?”
“Yokuz.”
“Peki ya burada?”
“Hayır.”
Kaşları çatılırken dönüp bana baktı. “Neden? Nereye gitmiştiniz ki?”
Gözlerimi kıstım, ardından onu kucaklayarak yukarıdaki fotoğrafları gösterdim ve konuyu değiştirdim. “Bak, buradayız, yedi kişiyiz. Yılbaşıydı, çok eğlenmiştik.” Diğer fotoğrafa geçtim. “Bak, burada konsere gitmiştik, Tarkan konserine. Babana Tarkan’ı çok sevdiğini söyledin, değil mi?”
“Evet,” dedi. “Kendisi kıpkırmızı oldu ve domatese benzedi, sonrasında da seninle tatlı tatlı konuşacağını söyledi.” Uyurken yastıkla nefesim kesilene kadar boğmaya çalışmıştı… “Konuştu mu?”
“Evet, çok tatlı konuştuk. Biz zaten senelerdir hep çok tatlı konuşuruz.” İşaret parmağımla yukarıyı gösterdim. “Bak, bu annen ve babanın düğünü.” Eve geri döndüğümde o fotoğrafı ben koymuştum.
“Hiç gülümsememişsin.”
“Çünkü gülecek bir şey yoktu, Helinhan.” Kaşları çatıldı. “Şaka yaptım.”
Onu tekrar yere bıraktığımda fotoğraflara sihirliymiş gibi bakıyordu. “Ne kadar çok fotoğraf var, çok mutluymuşsunuz.” Başımı salladığımda neyse ki yüzümü görmüyordu; dünyayı bir çocuğun gözünden görmek, bu demekti. “Keşke ben de olsaydım, ben niye yoktum? Annem beni daha erken doğursaymış keşke.”
“Kalbimi sıkıştırma, Helinhan…”
“Ben Helinhan değilim!”
“Neyse ki Yankıcan yok.”
“Ne?”
“Hiç…”
Bakışları duvarın diğer tarafına döndüğünde gülümsemesi duraksadı. “Dayı, duvarlarda delikler var, onları siz mi açtınız?” Kurşun izleri…
“Şey,” dedim boğuk sesle. “Onlar…”
“Anladım!” dedi lafımı bölerek. “Masallardaki geçitler gibi…” Kapı çaldığında cümlesi yarım kaldı ve olduğu yerde heyecanla ellerini birbirine çarptı. “Geldiler!”
“Acaba kimler?” dedim, ardından onunla beraber kapıya ilerledim, benden önce kapıyı açtığında onlarla karşılaştık: Bartu ve Zeynep. Bartu ve Lâl.
“Bartu amca!” diye bağırdı yeğenim, ardından kollarına atıldığında Bartu çevik bir hareketle onu kucağına aldı, ardından yanaklarından öptüğünde Zeynep içeriye girerek elindeki pastaları ve poşetleri bana uzattı.
“Prenses,” dedi Bartu dişlerini sıkarak, ardından saçlarından öptü. “Prenses evimize gelmiş, burayı güzelleştirmiş, o yokken bu ev nasıl da çirkinmiş ama!”
“Sizin çocukluklarınızı gördüm,” dedi yeğenim heyecanla. “Seni direkt tanıdım, o zaman da kocamanmışsın.” Zeynep’e baktı. “Seni de tanıdım ki; fotoğraf makinen varmış hep boynunda.”
“Hımm,” dedi Bartu, Zeynep’e göz kırparak. “Gel bakalım bana da bir göster ufaklık!” Bir anda onu hızlıca omzuna atıp bacaklarını tuttuğunda yeğenimin dudaklarından tiz bir çığlık ve kıkırtı koptu.
O sırada Zeynep, “Bartu,” diye bağırdı. “Bu hareketini annesi ile babası görürse seni mahveder!” O konuşuyordu, konuştuğu an dün gibiydi fakat hâlâ alışabilmiş değildim, değildik. Bakışları bana döndüğünde Bartular içeriye doğru ilerledi. “Çok yorulduk,” dedi Zeynep başını iki yana sallayarak. “Sergi çok yakında, nasıl yetişeceğimi bilmiyorum.” Gözleri bir an evin içinde gezindi fakat her zaman olduğu gibi duygularından kaçmak amacıyla konuşmaya devam etti, zaten konuşmaya başladığından beri hiç susmuyordu. “Ne şekilde ilerleyeceğimi bilmiyorum, yemek bile yiyemiyorum, hiç uyuyamıyorum, her şey çok yorucu!”
Lâl. Zeynep, fotoğrafçılık üzerinden yürümüş, zamanla ünlü bir fotoğrafçıya dönüşmüştü. Manzara fotoğrafları gibi klişeler yerine halkın içinden fotoğraflarla ününe ün katmış, sergilerinde kalabalıkları toplamaya başlamıştı.
“Fotoğraflar arasında umarım benim yakışıklı yüzüm de vardır,” dedim kapıyı kapatırken. “İnsanlar bundan mahrum kalmamalı.”
Zeynep gülerek omzuma hafifçe vurduktan sonra, “Elbette,” dedi. “Gözlerin başköşede olacak, söz verdiğim gibi.” Göz kırptığımda gülümsemeye devam ederken şöyle bir eve bakınca yüzündeki gülümseme duraksadı. Bakışları mutfağa kaydı, donuklaştı, ardından merdivenlere, duvarlara… “Ürpertici,” dedi kollarını bağlayarak. “Hem ait olduğum yer hem de değilmiş gibi.” Yutkunduğunda benimle göz göze geldi, o an ikimizin de düşündüğü o düşmanlıktı, yaşanılanlardı, geride kalanlardı ama izi geçmeyecek olanlardı. “Her neyse,” dedi boğazını temizleyerek. “Ufaklığa belli etmeyelim, bugün güzel bir gün.”
“Öyle,” dedim. “Diğerleri de birazdan gelir.”
Günlerden 7 Aralık, Işık ve Mutlu’nun yani Nil ve Fırat’ın doğum günüydü.
Buraya son kez geri dönme fikri kız kardeşimden çıkmıştı çünkü ikizlerin doğum gününü hiçbir zaman bu evde kutlamadığının pişmanlığı içindeydi. Bir yandan da Sokak Nöbetçileri’ni özlediğini, geçmişin anıları içinde yok olduğunu anlayabiliyordum. Belki o da çoğu zaman bize söylemeden buraya geliyor, hem acılarını hem güzelliklerini görebiliyordu.
Odaya girdiğimizde Bartu omzundaki yeğenime tek tek fotoğrafları gösteriyordu. “Bak,” dedi Bartu. “Burada benim araba koleksiyonum vardı, amcacığım, hepsi benimdi.”
“Peki onlara ne oldu?”
“Şey oldu,” göz ucuyla bize baktı, “bunu sonra konuşalım mı? Sır çünkü.”
Bartu arabalara olan aşkına daha fazla dayanamamış ve kendisine bir galeri açmıştı. Arabaları almak için gereken parayı nereden aldığını tam olarak anlayamamıştık.
Ta ki benden çaldığını fark edene kadar…
Belki de hâlâ araba çalmaya devam ediyordu ama biz bunu hiçbir zaman bilemeyecektik.
“Zeynep teyze,” dedi yeğenim. “Çikolatalı pasta yaptın, değil mi?”
“Evet,” dedi Zeynep, uzanıp elinin tersinden öperken. “Bir tanesi senin için çikolatalı, hem de üzerinde şekerler var. Bir tanesi de havuçlu tarçınlı kek, dayının sevdiği gibi.” Neredeyse her hafta bana bu keki yapmaktan vazgeçmiyordu. “Gel, bana yardım et, hanımefendi; şu masayı hazırlayalım, olur mu?” Ellerini öne uzattığında Bartu’nun omzundan onun kucağına geçti, Bartu ise bir kez daha yanağından öptü, ardından Zeynep’i de şakağından öpüp onları mutfağa yolladı.
Odadan çıkar çıkmaz yüzündeki gülümseme anında silindi, ardından, “Gelmişini geçmişini sikeyim,” dedi nefesini verirken. “Bu evi çok özlemişim, öyle çok özlemişim ki ağlayacağım neredeyse.” Bakışları bana döndüğünde bir onay bekledi, hiçbir şey söylemediğimde fotoğraflara baktığımı gördü. “Sanki aradan seneler geçmemiş gibi,” dediğinde çocukluk fotoğraflarına gelmişti sıra. “Hatta,” dedi, ardından omzu omzuma dokundu. “Şu çocukluk fotoğraflarında sanki sen ve Hel…“ nefesini verdi, “Saye var gibi. Sanki beraber büyümüşüz gibi.”
Ellerimi ceplerime yerleştirdiğimde, “Bu evde gerçekten de son günümüz, ha,” dedim. “Bunu artık tam anlamıyla hissediyorum.”
“Maalesef,” dedikten sonra nefesini verdi. “Fakat bizden başka kimse de yaşamayacak; bir gün biz ölüp gideceğiz ama bu ev daima ama daima kimsesiz bir şekilde bizi yaşatmaya devam edecek. İçeride iyi ya da kötü anılar kalacak. İnsanlar bilecek ki burada yedi çocuk yaşadı, acı çektiler, güldüler fakat hiç kopmadılar. Umarım, huzur içinde öldüler, diyecekler.” Titrek bir nefes verdi. “Düşünsene, yüz sene sonra müze olarak gezdiriyorlar.”
Kaşlarımı kaldırdığımda ben de onu omzundan itekledim. “Bu şiirsel cümleleri nereden öğrendin koca adam? Ayrıca sen yüz sene sonra bile yaşarmışsın gibi geldi bana.”
“Aşk, küçük adam,” dedi sırıtarak. “Aşk beni bu hale getirdi ve bilmek istiyorsan, yaşlandıkça sağlıklı beslenmeye başladığını görmüyor değilim. Tamam, hepimizi mezara göm, öyle öl amına koyayım. Zaten en başından beri istediğin bizi öldürmek değil miydi?” Gülmeye başladığımızda zamanın trajedilerinin şakaya dönüşmesi oldukça tuhaftı.
“Bana bakın!” Zeynep’le yanımıza geldiklerinde yeğenimin kafasındaki doğum günü şapkasını, ardından boynundaki simli atkıyı gördüm. Pembe bir elbise giymişti. “Doğum gününe hazırım, çok güzel oldum ben, değil mi? Tütü elbise, tütü.”
Bartu’yla aynı anda, “Evet,” dediğimizde, Bartu, “Püpü elbise çok güzelmiş,” diye mırıldandı.
“Tütü,” dedi kaşlarını çatarak.
“Tamam, püpü.”
“Ya, tütü!”
Bartu güldüğünde ısıracakmış gibi ona yaklaştı ve yeğenim gülerek saklandı.
O sırada kapı bir kez daha çaldı. Gidip açtığımda ikizleri gördüm: Nil ve Fırat. Işık ve Mutlu.
Nil her zamanki güzelliği ve zarafetiyle karşımdaydı, Fırat ise haylazlığıyla. İkisi de birkaç saniye eve bakarken donup kaldı fakat yeğenim arkadan koştuğunda belli etmemeye çalışarak eğildiler. İlk olarak Nil’in kucağına atıldığında, Nil Fırat’a dilini uzattı, ardından yeğenim, “Teyzeciğim,” dedi onu saçlarından öperken. “Elbisemi sen almışsın! Tütü elbise ama Bartu amcam püpü diyor.”
Nil onu yere bırakıp geriye çekildi, elinden tutup döndürdükten sonra, “O kadar güzel olmuşsun ki,” dedi başını sallayarak. “Aynı teyzesi, böyle bir muhteşemlik olamaz. Ayrıca Bartu amcanı ciddiye almana gerek yok, ona üzerindekinin rengini sorduğunda inadına mavi diyecektir.”
Yeğenim merakla ona döndüğünde Bartu dudaklarını birbirine bastırıp, “Ne mavisi?” dedi. “Yeşil.” Nil gülmeye başladığında yeğenimin elini sıkıca tutup bir kez daha eğildi ve elinin tersinden, ardından boynundan ve sonrasında yanaklarından öptü.
“Hey!” dedi Fırat. “Bana pas vermek yok mu, minik Pembe Panter’im?” Bu kez onun kollarına atıldığında, Bartu arkadan, “Kapıyı kapatacak mısınız yoksa kasırganın arasında üşütelim mi?” diye bağırdı. Fırat ayağa kalkarken beresini kafasından çıkarıp yeğenimin üzerine karlar yağdırdı ve yeğenim kaçmaya çalışırken onun omuzlarına vurdu. “Pembe Panterler kaçmaz!” diye bağırdı Fırat gülerek. “Pembe Panterler ne yapar?” Şarkıyı mırıldandı ve onu aşağıya indirerek Pembe Panter gibi yürümeye başladı. “İşte böyle yürürler, hadi bakalım.”
Nil söylenerek kapıyı kapattığında saçlarındaki karları temizledi ve sonrasında bana uzanıp dudaklarıma minik bir öpücük kondurdu. Bunu yaptığı an onu belinden çekip daha uzun öptüm ve sonrasında alnından öptüm; burnundan, çenesinden, bir kez daha dudaklarından.
“Hey,” dedi Nil, çocuğu göstererek. “Görecek.”
“Sevgiden zarar gelmez, güzel kız,” dedim göz kırparak. “Özellikle bugün dünyanın en güzel kadını doğduysa.”
Fırat boğazını temizledi. “Umarım güzel kız diyerek beni kastediyorsundur Kelebek.”
“Kelebek,” diyerek güldü yeğenim. O sırada Fırat uçak gibi onu havadan içeriye götürdüğünde, “Uçan Pembe Panter!” diye bağırdı. “İlk defa görüyorum bunu!”
Nil çantasından şarap şişesini çıkarıp Zeynep’e uzattı. “Evi özlemişim,” dedi onu koltuğumun altına alırken. “Mesela şurada, Koza’yı öldürmek istediğim anlar gözlerimin önünden gitmiyor,” diye fısıldadı. “Harika değil miydim?”
“Beni öldürmeliydin,” dedim elimi saçlarına geçirerek. “Çünkü yaşamaya devam ettikçe sevgim ağır gelmeye başladı.” Nil kaşlarını kaldırdı. “Bakma öyle, ben de romantik bir adamım işte.”
"Evet,” dedi başını sallayarak ve yanağımı sıktı. “Ve bu şekilde tatlı göründüğünü düşünüyorsan yanılıyorsun, kafandaki o tilkileri görebiliyorum.”
Gülmeye başladığımda Zeynep de bize katıldı ve bir kez daha kapı çaldı. Az önce yalnızlığa terk edilen evin içine renk, kahkahalar ve neşe dolmuştu. Sanki zaman hiç geçmemişti, sanki biz hâlâ aynıydık.
Sanki değil, aslında biz hep aynı kalacaktık; içerideki Mutlu ve Bartu’nun atışmaları, Zeynep’in mutfağa koşturmaları, Nil’in üstten bakışları fakat şefkati… Her şey aynıydı.
Zeynep kapıyı açtığında Helin’i ve Sonuncu’yu gördüm. Saye’yi ve Umut’u. Son misafirler de gelmişti, yedi kişi tamamlanmıştık; Sokak Nöbetçileri yeniden bu ahşap evdeydi.
“İyi ki doğdunuz!” diye bağırdı kız kardeşim ve elindeki konfetiyi patlattığında her yer süsle doldu; Sonuncu ise diğer konfetiyi patlattığında neredeyse gözüme geliyordu. Hepsi gülmeye başladığında üzerine atılacakken yeğenimin, “Baba!” diye bağırışı aramıza girdi. “Anne!”
Sonuncu dizlerinin üzerine çöktüğünde kızı omzuna atıldı. “Babacığım,” dedi Sonuncu; yanaklarından ve boynundan öpüyor, kokusunu içine çekiyordu. “Güzel kızım, güzelim, Yağmur’um. Baba seni çok özledi, hatta,” elini montunun cebine attı, “en sevdiğin çikolatayı aldı.”
“Yağmur Ekim,” dedi Saye. “O çikolatayı yiyemezsin çünkü sabah iki tane yedin. Hem üç saniye içerisinde annenin kucağına gelmezsen kendimi karlara atarım ve annenin üşümesine neden olursun.” Yeğenim babasından ayrılıp onun kollarına atıldığında, Saye kucaklayarak ayağa kalktı. “Bu elbisenin güzelliği ne böyle? Prensesler bile kıskanır seni.”
Kızlarının adını Yağmur Ekim koymuşlardı. Yağmur, Sonuncu’nun ölen ablasının adıydı ve onu yaşatmak istemişlerdi. Ekim ise kız kardeşimin Sokak Nöbetçileri’yle tanıştığı aydı. Ona sorduğumda, dönüm noktamdı bu aileyle tanışmak, demişti. Yankı’yı tanıdım, kardeşlerimi tanıdım, onları tanımasam sen hayatımda olmayacaktın. İlk mucizem Sokak Nöbetçileri’ydi, ikinci mucizem kızım, abiciğim. Adını Ekim koyacağım ve her söylediğimde hayatı sevmeye başladığım zamanı hatırlayacağım.
O kadar anlamlıydı ki hepimiz ismini çok sevmiştik. Kimi zaman Yağmur diyorduk, kimi zaman Ekim. İkisini beraber söyleyen tek kişi annesiydi.
Sonuncu kızının elinin tersini ve alnını öptükten sonra, “Üşümüşsün,” dedi hızlıca dış kapıyı kapatırken. “Acaba bu elbiseyi giydirmesek mi?”
Helin gözlerini devirirken, “Başlama,” deyip omzundan itekledi. “Bırak, kız bu şekilde mutlu.” Burnunun ucundan öptüğünde, “Anlat bakalım, bebeğim,” dedi. “Neler yaptınız dayıyla? Sevdin mi evimizi?”
Yağmur heyecanla kafasını salladı. “Çok sevdim, fotoğraflarınız var hep.” Babasına baktı ve işaret parmağını ona doğru uzattı, Sonuncu ise tutmak için atıldığında kıkırdayarak geri çekti. “Babam küçükken çok komikmiş, hiç gülmüyor fotoğraflarda. Suratsız.” Yüzünü buruşturduğunda hepimiz gülmeye başladık. Yağmur bana bakıp, “Kel olacaksın,” dedi babasına. “Az kaldı.”
Sonuncu’nun yüzü değişti, gülümsemeye çalıştı, ardından bana baktığında kızı duymayacak şekilde dişlerinin arasından, “Papağan gömlekli fotoğrafını kafenin başköşesine koymamı istemiyorsan kızıma bunları aşılama,” dedi.
Ben, Nil ve Fırat Peter Pan adında bir kafe işletmeye başlamıştık. Zamanla kafe büyümüş, başka şubeleri de olmuştu. Sonuncu hukuk fakültesini yeni bitirmiş, stajyer olarak çalışıyordu. Helin ise psikolojik danışmanlık ve rehberlik öğretmeni olmuştu. İlkokulda çalışıyor, her çocuğa tek tek önem veriyordu.
Hepimiz aslında hayatlarımızı değiştirmiş, normal insanlar olmaya çalışmıştık fakat biliyordum ki yine hepimiz yastıklarımızın altında bir bıçakla uyuyor, çoğu gün kâbus görüyorduk.
Odaya geçtiğimizde Bartu Sonuncu’nun kafasına yastık attı, o da yastığı havada kaptığı gibi Bartu’ya geri gönderdi; Bartu eğildiğinde ise Mutlu’nun yüzüne denk geldi. “Gelir gelmez başlamayın!” dedi Nil hiddetle. “Bartu!” Bu kez yastık Mutlu’dan Nil’in kafasına isabet ettiğinde Yağmur kahkaha atmaya başladı.
“Pastalara gelecek!” dedi Zeynep bağırarak. “Bartu, yerinde dur!”
“Emrin olur komutanım!” dedi asker selamı vererek, ardından gülmeye başladı. O sırada Helin’in evi incelediğini gördüm; yutkunduğunda yüzünü kucağındaki kızından saklıyordu fakat gözleri dolmaya başlamıştı. Bunu gören Sonuncu, “Gel babacığım,” deyip Yağmur’u kucağına aldı. “Sana kitaplarımı göstereyim, hani şu daha önce anlattığım Dostoyevski’den bahsediyorum.”
“El kadar çocuğa,” dedi Mutlu, “Dostoyevski okuyor. Kusacağım şimdi buraya.”
“Okumuyorum,” dedi Sonuncu. “Öğretiyorum, büyüyünce okusun diye.” Eğilip alnından öptü; saçlarından, yanaklarından. “Öyle değil mi babacığım? Söyle bakalım bildiğin yazarları.”
“Dostoyevski,” dedi Yağmur. “Go…“ telaffuz edemedi, “Goethe,” dedi zorlukla. “George Orwell…”
“Sosyal hizmetleri arayacağım,” dedim hiddetle. “Az kaldı.”
Sonuncu hiçbir şey söylemeden odadan çıktığı anda, Helin arkasındaki sandalyeye tutunarak derin bir nefes aldı, ardından, “Ağır,” dedi boğazını temizleyerek. “Ağır geldi, uzun zaman sonra eve gelmek.”
“İsteyen sendin,” dedi Nil. “Ama eğer kötü hissediyorsan…”
“Hayır,” diye karşı çıktı direkt. “Sadece…” Dolan gözlerle onlara baktı, ardından omzundaki çantayı indirdiğinde kızının yedek kıyafetlerini sandalyesinin yanına koydu. “Bu sandalyeler, bu masa, bu duvarlar, bu oda, üst kat, merdiven, o mutfak…” Başını iki yana salladı. “O kadar anıyla dolu ki. Hepsi gözlerimin önünde.” Sandalyeye baktı, eli boynuna gitti. “Bu sandalyeye ilk oturduğumda kovulmaktan beter edilmiştim, şimdi aynı masaya kucağımda kızımla oturacağım. Hem rüya gibi hem de bir o kadar gerçek. Bu ev gerçek.” Etrafa baktı, sonra bizlere. “Siz gerçeksiniz, buradasınız. Bilmiyorum.” Gülümsediğinde gözünden bir damla yaş aktı, hızlıca sildi. “Sanırım duygulandım.” Beline kadar gelen saçlarını geriye attı. “Acılar geçiyor, güzel anılar kalıyor fakat o anıların içinde acılar varsa bazen can yakabiliyor.”
“Aslında,” dedi Nil. “Hiçbirimiz değişmedik, aynı çocuklarız, hâlâ Sokak Nöbetçileri’yiz; sadece biraz iyileştik, o kadar. Öyle değil mi?”
“Ve büyüdük mü?” dedi Bartu. “Hiç sanmıyorum.” Elini Mutlu’nun kıvırcık saçlarına geçirip onu koltuğunun altına çektiğinde Mutlu bağırdı. “Hâlâ bu çocuğu silkelemek istiyorum mesela.” Sonrasında kız kardeşimle göz göze geldi, ikisinin sırdaş olduğunu biliyordum. Sadece bakışarak gülümsediler; bu gülümseyiş, yaraları saracak cinstendi.
Gülmeye başladığımızda Zeynep burnunu çekerek, “Yeter bu kadar!” dedi ve ellerini çarptı. “Masayı hazırlayalım ve partinin tadını çıkaralım.”
Ardından herkes masayı hazırlamaya başladı. Nil şarapları doldurdu, Mutlu etrafı süsledi, Bartu atıştırmalıkları getirirken yarısını yedi, Zeynep ve Helin pastaları hazırladı, Sonuncu kızıyla pencere kenarındaki karları izledi, bense öylece onları izledim çünkü bu an, sadece bir an, hepimizin çocukluğuymuş geldi. Buradaydık, hepimiz çocuktuk ve hikâyemiz yeniden başlıyordu ama mutluyduk.
Dünyaya Yağmur’un gözünden baktığımda nasıl da mutluyduk, iyiydik, güzeldik, kalbimiz temizdi.
Gülüşler birbirine karışmaya başladığında masa tamamen hazırlandı ve Zeynep, Nil ile Mutlu’nun kafasına prens ve prenses tacını koydu. Bu Nil’in çok hoşuna gitti, ellerini birbirine çarptı.
Akşam olmak üzereydi, evin ışıkları uzun zaman sonra ilk kez yanıyordu. Zeynep pastaların mumlarını yaktığında, “Durun!” diye bağırdıktan sonra fotoğraf makinesini bir yere sabitledi ve masanın etrafına bizi dağıttı. Ben Sonuncu ile Helin’in arasına girdim, Nil ile Mutlu yan yanaydı, Bartu kolunu Zeynep’in omzuna atmıştı. Ekim ise babasının kucağındaydı. “Herkes en sevdiği şeyin adını söylesin tam fotoğraf çekilirken!” diye bağırdı Mutlu. “Üç, iki, bir!”
“Pembe Panter!” diye bağırdı Mutlu gülerek.
“Aile!” dedi Sonuncu ve Helin.
“Lâl!” dedi Bartu.
“Bartu!” dedi Zeynep.
“Hayaller!” dedik aynı anda Nil ve ben.
Ama hepimizi bozguna uğratan Yağmur’du. “Sokak Nöbetçileri!” dediğinde flaş patladı ve hepimiz şaşkınlıkla ona döndük. Tek gülümseyen Yağmur olurken hepimizin yüzünde kocaman bir şaşkınlık vardı. O anda korkuyla ağzını kapatıp bana baktığında, “Özür dilerim,” dedi korkuyla. “Ağzımdan kaçtı.”
Neredeyse yarım dakika sessizlik oldu, ardından bu sessizliği bozan Helin, boğazını temizleyip, “Vay,” dedi pastalara bakarken. “Canım kızım Sokak Nöbetçileri’ni biliyor ha!” Sonuncu’yla göz göze geldik; o an ikimiz de o mektuptaki sırrı paylaştığımızı anladık hatta zaten o bunu biliyordu.
“Anneciğim,” dedi Ekim, kollarını ona uzatarak. Sonuncu annesine uzattığında Nil şaşkınlıkla bana bakıyordu. “Çok seviyorum o masalı, dayıma kızma. Ben onu zorluyorum.”
“Hayır,” dedi Helin ağzının içinde geveleyerek, ardından saçlarını kulağının arkasına itekledi. “Ben de çok severim o masalı; sadece…” gözleri bana döndü, “keşke dayın bana da anlatsa.”
“Ben sana anlatırım ki.”
Ortamdaki karanlığı dağıtan yine Mutlu olurken, “Amcasının bir tanesi,” dedi gülerek. “En sevdiğin neden Fırat amcan değil de Sokak Nöbetçileri, alınıyorum ama.”
“Siz de onlara benziyorsunuz ki,” dedi Yağmur kendini tutamayıp. “Sen Mutlu’ya benziyorsun; o da senin gibi rengârenk giyiniyor.” Herkesi işaret etti. “Hepiniz onlara benziyorsunuz; tek farkınız, siz sihir yapamıyorsunuz.” Kıkırdadı ve başını annesinin boynunun girintisine gömdü. “Yani sizi de çok seviyorum bu durumda. Öyle değil mi anneciğim?”
“Öyle anneciğim,” dedi Helin, derin bir nefes vererek. “Öyle bebeğim. Şu ikna edişlerin dayına, mırlamaların da aynı babana benziyor, farkında mısın acaba?” Yağmur dudağını büktü. “Bak, mesela şu an baban gibi bakıyorsun.” Sonuncu arkadan göz kırptığında Yağmur sırıttı, ardından yeniden rol yaptı, Helin ise tavana bakıp güldü. “Anne seni güldürüyor muyum?”
“Evet, güldürüyorsun, hep güldürüyorsun,” dedi Helin, saçlarından öperken.
Yağmur güldü, babasına baktı, ardından bana bakarak, “Çocuğun olarak,” dedi. “Çocuğun olarak güldürüyorum seni.”
Hepimiz aynı anda kahkaha attığımızda Helin büyük bir şaşkınlıkla gözlerini açtı ve o sırada Sonuncu kızını kucağına çekip havaya kaldırdı, birkaç kez döndürdükten sonra elini kaldırıp, “Başarılı,” dedi. “Çak bakalım, güzelim.” Yağmur gülerek eline çaktığında Sonuncu bir kolunu kızına doladı, ardından diğer kolunu Helin’e sardı ve onun da başının tepesinden öptü. “Liderin olarak, abin olarak ve yeni sürüm,” dedi bana bakarak, “çocuğun olarak.”
“Siz ikiniz dedi, ayrı ayrı çok zekisiniz ama beraberken…” Kızına baktı, ardından sustu. “Siz anladınız.”
“Her neyse,” dedi Zeynep heyecanla. “Hadi şu mumları üfleyin yoksa eriyip pastaları mahvedecek.”
Nil gülmeye başladığında kollarını Yağmur’a uzattı. “Gel bakalım teyzeciğim, güzel kız; beraber dilek dileyelim ve üfleyelim.” Yağmur hevesle onun yanına gittiğinde sandalyeye yerleştirdi ve arkadan ona sarıldı. Mutlu ise kollarını ona doladı. Nil kulağına eğilip, “En çok istediğin dileğini söyle,” dedi. “Ben de öyle yapacağım.”
Üçü de gözlerini kapattığında, tek sesli dile getiren kişi Yağmur’du. “Nil teyzemin dileği gerçekleşsin,” dedi, seneler önce benim söylediğim gibi. Şaşkınlıkla gözlerim açıldı. “Fırat amcam renklerden vazgeçmesin.” Kendisi için elini kalbine koydu. “Bir de annem bu çikolatalı pastayı yememe izin versin.”
Gülmeye başladığımızda mumları üflediler ve alkışladık. “Babası kızının dileğini hemen gerçekleştiriyor!” dedi Sonuncu, çatalı pastaya batırıp kızına uzatırken. Kocaman bir ısırık alıp çiğnemeye başladığında, Helin gülerek çataldaki geriye kalan pastayı ağzına attı ve gülmeye başladılar.
Onun ardından Nil pastayı ikiye kesti, Mutlu da öyle. Herkes o saniye birbirine baktığında, Zeynep elinde tabaklarla öylece kalakaldı. Sonrasında ise, “Daha neler,” diyen Bartu çatalını sertçe pastaya batırdı ve ağzına kocaman bir parça attı. Hepimiz aynı şeyi tekrar ettiğimizde, Nil şarap şişesini açıp kadehlere doldurmadan önce kafasına dikip havaya kaldırdı.
“Kadehimi,” deyip şişeye baktı, geçmişi hatırladı. “Ne olursa olsun, değişmeyecek olan bize kaldırıyorum.”
Mutlu da aynısını tekrar etmeden önce elinden şişeyi alıp, “Kadehimi,” dedi ve gülümsedi, telefonunu eline alıp Yüksek Sadakat’ten “Haydi Gel İçelim” şarkısını açtı. “Yaş almama rağmen bebek gibi kalan bana kaldırıyorum!” Gülümsedi, kafasına dikti ve sonrasında kadehini masaya bıraktı.
Hepimizde bir duraksama oldu çünkü 2026 yılbaşında yaşananlar hafızalarımızdan silinmemişti.
Yılbaşı gecesiydi, hepimiz evde harika bir gece geçirmiştik ve sonrasında çoğumuz uykuya dalmıştık, uykuya dalmayanlar ise odalarına çekilmişlerdi. O sıralarda uyuyamayan ve sarhoş olan Mutlu, daha fazla eğlenmek için sokağa çıkmış ve Taksim meydanındaki eğlencelere katılmıştı. Tam olarak bize anlatmasa da doktorunun aktardığı kadarıyla onu Taksim meydanından benim evimin sokağına kadar üç sarhoş erkek takip etmiş, ardından sadece renkli kıyafetler giydiği ve diğer erkeklerden farklı(!) olarak nitelendirdikleri için sokak arasında dövmüşler, yetmemiş, onu yakmaya çalışmışlardı.
Çığlıklarına uyanan Bartu’ydu, onu yerde kanlar içinde bulan da. Sonrası cehennem gibiydi çünkü hepimizin toparlanması fazlasıyla zor olmuştu, özellikle kötü günlerin bittiğini düşünürken; ama değişmeyen bir kaide de vardı ki kötü insanlar hiçbir zaman tükenmezdi.
Mutlu’nun fiziksel tedavisi dört gün sürdü. Bir süre sesleri işitemedi, iki parmağı kırılmış ve yüzünün sağ tarafı ile sağ omzu yanmıştı. Neredeyse üç ay boyunca hiçbirimizle konuşmadı, aynalardan kaçtı, içine kapandı, yaklaşık on kilo verdi. O eski neşeli hali uzaklaştı, geriye büyük bir yıkım kaldı. Sadece bu kadar da değildi, birkaç sene önce de yine bir aşk uğruna kalbi kırılmıştı.
Daima yalnız kalacağına inanıyordu ve yalnızdı da. İçimden bir ses de böyle devam edeceğini söylüyordu. Çünkü insanlar kötüydü ve bu dünya hislerini yaşamasına izin vermiyordu.
Şimdi kendisine bebek gibi derken yüzünün sağ tarafındaki silik yanık izi gözlerimizin önündeydi. Saçlarını bir süre uzatmaktan kaçmış, üçe vurdurmuş, renkli kıyafet giymek istememiş, siyahlara bürünmüştü ama son dört aydır yeniden saçlarını uzatmaya başlamış, renklerle barışmıştı. Onu siyahlar içinde görmeye alışık olmadığımız için birçok kıyafet almıştık ama hiçbirini kabul etmemişti. En sonunda Yağmur’un aldığı pembe bir şapka onun yeniden renklere dönmesini sağlamıştı. Ağlaya ağlaya yeğenime sarıldığı gün, bu çocuğun bizim hayatımıza gönderilen en büyük mucize olduğunun kanıtıydı.
Fakat Mutlu hâlâ yalnız dışarı çıkamıyordu, tenha yerlerden geçerken tedirgin hissediyordu. Bir keresinde tek başıma otururken yanıma gelip, “Çok korkuyorum,” demişti acıyla. “Bu hayatta mutlu olmak için bu kadar çaba gösterirken hayatın bana hiç iyilik yapmaması canımı çok yakıyor. Neden sevilmiyorum? Neden istemiyorlar beni? Neden çoğu insan babama benziyor? Gülmeyeceğim artık, susacağım, gizleyeceğim kendimi. Unutun beni.”
Bir şeyler söylemek çok zordu. İkizinin çektiği acıyla baş edemiyordum; her gece yatmadan önce Mutlu için ağlıyordu ve o an, Mutlu kalbindeki acıyla öyle bir konuşmuştu ki kaldırılacak gibi değildi.
“Beni seviyor musunuz?” diye sorup hızlıca devam etmişti. “Beni zaten bir siz seviyorsunuz, başka kimse sevip kabullenemez.”
Peki ya o adamlara ne mi oldu?
Sokak Nöbetçileri bizden hiçbir zaman uzaklaşmazdı. Birinci Sokak Nöbetçisi, İkinci Sokak Nöbetçisi ve Sonuncu Sokak Nöbetçisi; her ne olursa olsun bu zihni terk etmezdi, elbette ki vicdansızlığın sesinde bizim için adalet işlemeye devam edecekti.
İntikam bir gece vakti, bizim tarafımızdan o üç kişiden bir sokak ortasında alındığında artık savundukları ve göğüslerini gere gere dillerine doladıkları erkeklikleri yoktu.
O gece yeniden bize dönmek, o Sokak Nöbetçileri’ni yaşatmak Sonuncu, Bartu ve benim için ilaç gibiydi. Birine zarar vermek değil, birimiz için çabalamak ve o kötülüğü yenmek en azından iyi hissettirmişti.
Mutlu ise hiçbir zaman o adamlara ne olduğunu bilemeyecekti fakat biz biliyorduk, diğerleri de biliyordu. Uzun zamandır saklanan iki sır vardı: Biri Sokak Nöbetçileri masalıydı, diğeri de o adamların başına gelenlerdi.
“Bebek kardeşim,” dedi Nil, eğilip sağ tarafından öperken. “En güzel dileğim senin içindi.”
“Ne diledin?” dedi Mutlu gözlerini devirirken. “Aşk dilediysen benden çok uzakta artık. Sadece kendimi seviyorum, kendime değer veriyorum, kendimi öpüyorum, zaten bu çirkinlikle artık kimse de beni sevmez.” Kendi omzunu öptüğünde yeğenim güldü, Mutlu ona göz kırptı, bizse bu durumdan son derece mutsuzduk. “Öp bakalım sen de küçük Panter.” Yeğenim de kendi omzunu öptüğünde Mutlu keyiflendi.
“O halde, ikizlerin daima kendini sevmesine,” dedi Zeynep kadehine şarabı doldururken. Herkes sandalyelerine yerleştiğinde kasvet neredeyse tamamen uzaklaşmıştı, sanki dün bu evde nefes almaya devam etmişiz gibi sohbet etmeye başlamıştık. Bartu masaya bacaklarını uzatmış, önüne çektiği koca pastadan çatallayarak yiyor, bir yandan da Mutlu’yla uğraşıyordu. Nil, Sonuncu ve Helin’le yeğenimin okumayı neredeyse söktüğü konusunda bir tartışma içindeydi. Zeynep arada sırada fotoğraf makinesiyle bizi yakalıyor, sonrasında ise her iki tarafla da ilgilenmeye çalışıyordu.
Yağmur’un gözleri ise benim üzerimdeydi. Ne düşündüğümü anlamış gibi bana bakarken gülümsedi, ben de ona gülümsediğimde başını annesinin göğüs kafesine daha fazla yasladı. Kimsenin görmeyeceği bir anda, ellerini kaldırıp işaret diliyle, “Üzülme,” dediğinde onu gören tek kişi bendim. İşaret dilini Zeynep öğretmişti, belki de bir gün yeniden susmaktan korkuyordu. “Masallar gerçek, anneler cennette.”
Ben de ellerimi kaldırıp, “Üzülmüyorum, Prenses,” dediğimde işte o an beni gören tek kişi Yağmur değildi, kız kardeşimin bakışları bana takıldığında ve yüzümdeki ifadeyi gördüğünde kaşları havalandı.
Ardından kucağındaki yeğenimi babasının kucağına bırakıp, “O halde hediye faslına geçmeyelim mi?” diye sordu. “Hemen geliyorum.”
HELİN AKTAN
16 Temmuz 2021, saat 02.11. Kızımı kucağıma aldığım ilk tarih.
Onu ilk kez kucağıma aldığımda ve yüzünü gördüğümde yarı baygındım fakat tek hissettiğim kocaman bir acıydı. Gözlerimi kapatırsam yok olacağı korkusu, onu benden alacakları düşüncesi, belki de öleceğime inanmak… Saçlarımı okşayan bir adam vardı, gözleri dolu dolu bakıyordu; o adam Yankı Sarca’ydı, Umut Güneş’ti. Benim kucağımdan almak istediler, sanki gücüm varmış gibi bağırarak onu geri vermek istemedim çünkü kendi annemin beni nasıl terk ettiğine o kadar inandırılmıştım ki kızımın da aynısını yaşamasından korkuyordum.
Kırk gün boyunca sadece ağladım, sütüm çok az geldi, uyuyamadım ve gücüm tükendi. O kadar kötüleştim ki kırk günün büyük kısmını hastanede geçirmek zorunda kaldık. Kızıma yeterince süt veremediğim için kendimi daha fazla suçladım. Bir gece vakti kendimi öldürmek istediğimi bile hatırlıyordum. Herkes yeni doğum yapan annelerin böyle sıkıntıları olabileceğini söylüyordu ama benimki bunların çok ötesindeydi.
Yendiğim bütün korkular, kaçtığım gerçekler, görmek istemediğim yüzler şimdi hep kâbuslarımdaydı. Gözlerimi açtığımda bile hemen yanımda duruyorlardı, bir sabah uyanıyordum ve yanımdaki beşiğin kenarında dayımı görüyordum, kızıma doğru eğiliyordu. Avazım çıktığı kadar bağırdığımda aslında bir hastane odasında olduğumu fark ediyordum.
Bütün bu süreçte kimler elimi tuttu, kimler benim için üzüldü, kimler bana kızdı; hiçbir fikrim yoktu. Tek bildiğim anneliği kaldıramadığımdı, Helin Aktan anne olamazdı çünkü yavrusuna güzel bir çocukluk verebileceğini düşünmüyordu. Yeniden acı çekiyordu, yeniden gitmek istiyordu hatta herkesten nefret ediyordu. Kızımı kucağıma alamıyor, ondan kaçıyordum.
Yankı saçlarımı okşadığında elinden nefret ediyordum, bana dokunmasını istemiyordum. Kimse bana dokunmamalıydı, kimse benim bir adım bile yanıma yaklaşmamalıydı. Hatta boşanmak istiyordum, onun hayatımda bir yeri yoktu. Ondan boşanmalıydım, bu insanları terk etmeliydim, sonra da kendimi bir uçurumdan aşağıya atmalıydım.
Tek düşünebildiğim buydu. Düşünüyordum, yapamıyordum, orası ayrı ama bir gün yapabileceğime neredeyse inanıyordum.
Ta ki bir gece vakti, Nil kucağında kızımla hastane odasına girene kadar. Normalde onu yanıma getirmelerini istemiyordum, hiçbirini istemiyordum ama Nil tabii ki bütün kaideleri bozan birisi olarak kimseyi dinlememiş hatta kimseye söylemeden benim yanıma gelmişti.
Yatağımın hemen yanında durdu, öyle uzun uzun konuşmadı benimle, kucağındaki uyuyan bebeğime şöyle bir baktı, ardından bana ve sonrasında, “Ölmek mi istiyorsun?” diye sordu direkt. Sesinde öfke yoktu, bambaşka bir duygu vardı; o duyguyu sadece ikimiz biliyorduk, o gece yaşananları da öyle.
Az önce gördüğüm iğrenç kâbusun etkisi geçmezken, “Evet,” dedim direkt. “Ölmek istiyorum, hiçbirinizi istemiyorum, hiçbir şeyi istemiyorum.”
Nil gülümsedi, odaya dışarıdaki sokak lambasının ışığı vuruyordu. “Güzel,” dedi sakince. “Seni ben öldüreceğim ve gözümü bile kırpmadan bunu yapacağım çünkü senin kendini öldürebilecek cesaretin yok.” Durdu, nefesini verdi. “Fakat benim seni öldürecek cesaretim şu an var.” O gün söylediklerinde ciddi miydi yoksa deniyor muydu, hiçbir zaman bilemeyecektim. “Sana ölümünü vermemi ister misin, Helin?”
Gözlerim açıldı, ardından yeniden, “Evet,” dedim ve gözlerim acıyla doldu. Ölmek istemiyordum, aslında istemiyordum ama neden böyle davranıyordum, tam emin değildim. Bilmiyordum, her şey çok karmaşıktı. “Lütfen buna bir son ver.”
Kendimi o hapishanede kalbime bir silah dayayıp ölüme boyun eğdiğim zamanki gibi hissediyordum. Aslında istemiyordum ama zorundaydım işte, yok olmalıydım, yok olunca kurtulacaktım, kızım da benden kurtulacaktı, benim gibi bir annesi olmayacaktı. Hissettiğim buydu.
“Pekâlâ,” dedi. “Belimde bir silah var, onunla kalbini parçalara ayıracağım ve buna son vereceğim.” Gerçekten belinde bir silah var mıydı, bilmiyordum. “Ama öncesinde yapmanı istediğim tek bir şey var.”
“Nedir?”
Bebeğime baktı, kaşları çatıldı ve yutkundu. “Ona bir kez sarıl, bir kez öp çünkü bir bebek, annesinin sıcaklığını hissetmeden büyürse hayatı boyunca hep yalnız ve güçsüz hisseder.” Çenesini havaya kaldırdı. “Tıpkı senin gibi.”
Hayatım boyunca duyduğum bütün acımasız sözleri düşündüm. En ağırlarını: terk edilişlerimi, küfürleri, ötekileştirilmelerimi. Hepsi ama hepsi bir yana, en ağırı buydu.
“Hadi,” dedi bebeğimi bana uzatarak. “Yap bunu, sonrasında seni öldüreceğim, söz veriyorum.”
Gözümden sessiz yaşlar dökülürken kollarımı ona doğru uzattım, ellerim yine titriyordu ve bunun farkındaydı. Nil bir an bile şüpheye düşmeden onu kollarıma bıraktığında nasıl güveniyordu, bilmiyordum, ben bile kendime güvenmiyordum ama kucağımda yerini aldığında ve başı kalbimin üzerine denk geldiğinde, yüzünde o sokak lambasının ışığıyla silik bir gülümseme oluştu.
Titreyen elimi kaldırdım, ona dokunmak istedim fakat cesaret edemedim, elim ona uzanmadı fakat tam o anda, kızım uzanıp küçük parmaklarıyla sadece işaret parmağımı tuttuğunda nefesimin kesildiğini hissettim, ellerimin titremesi ise durdu.
Ve o an fark ettim: Ona zarar vermekten korkuyordum, onun zarar görmesinden korkuyordum, bu dünyanın ona zarar vermesinden korkuyordum, her şeyden korkuyordum, kendimden bile. Öyle ki onun için kendimi bile yok etmek istiyordum, ben yok olursam o mutlu olacakmış gibi geliyordu.
O gece Nil bana ona zarar vermeyeceğimi ve kızım için canımı bile verebileceğimi gösterdi, eğer o olmasaydı nefes bile alamayacaktım.
Sesli bir şekilde ağlamaya başladığımda gözyaşlarım kızımın yüzüne düşüyordu fakat umurumda değildi. İlk önce yanaklarından öptüm, ardından alnından, seyrek kumral saçlarından, elinden öptüm, ayaklarından, karnından. Kızım gözlerini açıp ağlamaya başladı çünkü onu öperek uyandırmıştım ama umurumda değildi. Gözyaşlarım kahkahalara dönüştüğünde bebeğimi kendime çekip sarıldım, o anda Nil’le göz göze geldik.
İkimiz de biliyorduk; ben aslında ölmeyecektim, onu bırakamazdım, bebeğimi bırakamazdım.
“Korkma kendinden,” dedi Nil başını sallayarak. “Sen bu dünyanın görebileceği en harika anne olacaksın ve bu kez gerçek bir söz veriyorum, onu bütün kötülüklerden koruyacağız, kardeşim, yedimiz beraber. Bizim gibi büyümeyecek.”
O günden sonra Nil yani benim Işık’ım sayesinde her şey düzeldi, düzelmekten ziyade gerçeğimi gördüm. Korkularımı elbette yenemedim ama bu korkuları her annenin yaşadığıyla yüzleştim ve daha çok çabaladım. Bazen gereğinden fazla üzerine titredim, bazen kimsenin kucağına bile vermek istemedim ama sonuçta ben anne oldum. Gerçek bir anne oldum. Helin Aktan’ın bir kız çocuğu vardı ve o hiçbir zaman annesi gibi büyümeyecekti.
Eski evin merdivenlerini çıkarken zihnime dolan bu anının nedenini biliyordum. Bütün yaşadıklarım, o hastane odasında yaşadıklarımla yarışamazdı bile. Merdivenin son basamağında Koza’nın içtiği keyif sigarası, masada Sokak Nöbetçileri tarafından istenmemem, üst kattaki duvarda yer alan o izler, önünden geçtiğim kırmızı ışıklı oda…
Elim o kapının koluna gittiğinde alt katta gülme sesleri geliyordu. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes verdim ve geri aldığımda kırmızı ışıklı odanın kapısını açtım. Lâl’in fotoğraf odası. İçeriye adım attığım vakit ilk bu odaya girdiğimde çocukluğuma yazdığım o günlük geldi aklıma, acılarım. Şimdi ise benim sırlarımın kilitli olduğu bir oda gibiydi.
Bu evi kilitledikten sonra sadece bir kez geri gelmiştim. O da sırları bırakmak için. Kimsenin haberi yoktu ya da vardı, bilmiyordum. O sırları ise bu kırmızı ışıklı odada bırakmıştım. Düğmeye bastığımda içerisi kırmızı ışıkla doldu, korkmayı bekledim ama herhangi bir etkisi olmadı. Yavaş adımlarla yürüyüp köşedeki siyah çantayı aldım, ardından bir süre daha odanın içinde gözlerimi gezdirdim. O an fark ettiğim başka bir detay vardı; herkesin günlüğü de bu odadaydı.
Çantayı alıp kapıyı kapattığımda aşağıdan, “Anne!” diye seslenen kızımı duydum. Yağmur Ekim. Sokak Nöbetçileri’yle tanışmak benim miladımdı; onlarla tanışmasaydım şu an nefes alan bir insan bile olmayacaktım bu dünyada, biliyordum bu yüzden onlarla tanıştığım o bahar ayının adını vermiştim. Yağmur ise Yankı’nın kardeşinin adıydı, onu daima yaşatmalıydık, başka bir hayatta mutlu bir sureti olmalıydı. “Anne!” Gülmeye devam etti, büyük ihtimalle birisi gıdıklıyordu.
“Geliyorum!” dediğimde merdivenleri hızlı hızlı inmeye başladım ve odaya girdiğimde ortalıkta dağılan pastaları, hepsinin yüzündeki o çikolata izlerini, yere birazcık dökülen şarabı, kızımın ise kucağında sarıldığı o kocaman çikolatalı pastayı gördüm… Pembe elbise artık çikolatadan ibaretti… Tam dudaklarım aralandığında arkadan biri beni çekip yüzüme pastayı yapıştırdığında tiz bir çığlık attım. Kızım kahkaha atmaya başladığında, suratıma pastayı yapıştıran Yankı arkadan belime sarıldı ve yüzümü çevirip yanağıma yapışan pastayı ağzına attı. O anda da flaş patladı, Lâl fotoğrafımızı çekti.
Biz Sokak Nöbetçileri’ydik, daima aynı cümleyi tekrar edeceğimi bilerek söylüyordum ki biz hiçbir zaman değişmezdik. Bu yedi çocuk, hiçbir zaman büyüyemez; büyüse bile bir gün yeniden çocukluğuna geri dönmek isterdi. Gözlerimizi kapatmadan ve bu hayata veda etmeden önce hepimizin son gördüğü yüz, çocukluğu olacaktı ve gülümsemesi ise o çocuğa ait olarak kalacaktı.
“Yağmur Ekim sizden daha olgun,” dediğimde gülmeye başladım.
“Sen anne olduktan sonra çok değiştin,” dedi Bartu başını iki yana sallayarak. Çatalının ucuna çikolata parçasını koydu ve ucunu geriye yatırarak sapan gibi bana attı. Eğildiğimde Yankı’nın kafasına geldi, herkes gülmeye başladı.
“Değişmedim,” dedim ama değiştiğimin farkındaydım. Artık daha şefkatli hissediyordum, daha merhametli hatta daha iyi bir insan gibi.
“Değiştin,” dedi Bartu. “Dün bana, ‘İçine atlet giydin mi?’ diye sordun.”
“Yine sana atlet sormuş,” dedi Mutlu gözlerini devirerek. “Bana, ‘İçlik giydin mi?’ diye sordu.”
“Bana da soruyor,” dedi Koza gözlerini devirerek.
“Of! Ne var?” dedim sandalyeye oturarak. “Hava çok soğuk.”
Sessizlik oldu, ardından Koza arkamda kalan ve konunun kapanmasını bekleyen Yankı’ya, “Sen,” dedi kaşlarını kaldırarak. “Sakın bana içinde…” Yankı gözlerini kocaman açtığında gülmeye başladılar. “Gerçekten giyiyor musun?”
“Eşimin gönlü olsun diye,” dedi Yankı ve arkadan ellerini omuzlarıma koydu. “Ayrıca bırakın bu rolleri, hepiniz karımın aldığı vitamin haplarını içmeyi biliyorsunuz.” Gözleri kızımıza döndü, turkuaz gözleri parladı. “Öyle değil mi babacığım? Değil mi?” Bebeğimiz kafasını salladı. “Şuna bak,” dedi benim arkamdan çekilip, “nasıl da kafasını sallıyor.” Uzanıp onu masanın üzerinden aldı ve havaya kaldırdı. “Nasıl güzel onaylıyor babasını.” Şakağından öptüğünde sıkıca kucağında tuttu ve saçlarını okşadı, ardından uzanıp avcunun içinden öptü. Bunu sürekli tekrar ediyordu çünkü aramızdaki gözyaşı akarsuları, artık kızımız için de geçerliydi.
Yankı Sarca’m, Umut Güneş’im harika bir baba olmuştu, harika demek yeterli değildi. Geçirdiğim o buhranlı dönemdeki sabrı sonrasında bebeğimizin her ağlamasında benden önce yataktan fırlamaları, çoğu günler ben uykusuzluktan ayakta duramadığımda sağdığım sütümü benim için vermesi, biz uyurken ikimizin de başında uykusuz kalması, hasta olduğunda gidilmedik hastane bırakmaması… Bu kadarla da sınırlı değildi; kendisi neyden mahrum kaldıysa hepsini çocuğuna vermeye çalışıyordu. Hatta bazen öyle şımarık büyütüyordu ki onun babalığını bile kıskanıyordum. Her sabah kalkıp kızının saçlarını tarıyor, istediği bir model varsa internette araştırıyor, zararlı besinler yemesin diye şeker yapmayı bile öğreniyordu.
Tabii bir o kadar da otoriterdi. Uyku saatleri gecikmemeliydi, ilaç saatleri de öyle. Anneye ve babaya asla yalan söylenmezdi, kirli kıyafetlerle evde dolaşılmazdı… Tabii ki kurallar dinlenmediği çok zaman oluyordu ama kızımız artık onun kurallarına da alışmıştı.
Önceden, her şeyim sana, derdi, şimdi, her şeyim size, diyordu.
Ve gün geçtikçe bitmek tükenmek bilmeyen bir aşkla ona daha fazla bağlanıyordum.
“Pamuk eller cebe!” dedi Mutlu heyecanla. “Hediyeleri görelim!”
Zeynep hevesle Bartu’ya baktı ve Bartu ayağa kalkıp elini cebine attığında, “İlk hediye bizden o halde,” dedi ve iki bileti masanın üzerine bıraktı. Işık ve Mutlu, Nil ile Fırat… İç sesimle Sokak Nöbetçileri’yle tanıştığımızda olan isimlerini söylesem de dışarıdan artık onlar Nil ve Fırat’tı. Zeynep’ti, Umut’tu, Poyraz’dı ve Bartu’ydu… Kızım doğduktan sonra geçmişin tamamen üzerini kapatmış, yeniden doğmak istemiştik. Elbette bu imkânsızdı, imkânsızlığın en büyük örneği ise Koza’nın kızımıza Sokak Nöbetçileri masalını anlatmasıydı. Seneler önce bu masaldan bana söz etmişti ve ben zaten bunu yapacağını biliyordum.
Kızmıyordum hatta hoşuma gitmişti ama bir gün kızıma bizi anlayacağı yaşa geldiğinde Sokak Nöbetçileri’nin gerçek olduğunu söyleyecektik.
Nil uzanıp biletlere baktı, ardından, “Oha!” diye bağırdı heyecanla. “Fransa bileti!” Koza’ya gösterdi. “Bize tatil almışlar!” Koza Bartu’ya göz kırptığında zaten haberi olduğunu anladım. “Ya,” dedi Nil yüzünü ekşiterek. “Bu yüzden mi durmadan bana, ‘Fransız kadınlarından daha güzelsin,’ deyip duruyordun.”
“Bebeğim,” dedi Koza sırıtarak. “Ben her şeye hâkimim.”
“Bebeğim,” dedi kızım, Koza’yı taklit ederek. “O her şeye hâkim.” Gülmeye başladığımızda somurtan tek kişi Mutlu’ydu.
“Hımm,” dedi Bartu’ya doğru. “Bana da kendini aldın galiba, bok herif.” Boğazımı temizleyip kızımı gösterdiğimde Mutlu çekingen bir ifadeyle gülümseyip, “Oyuncak Bartu hediyesi,” dedi. “Kaslı Bartu hediyesi.”
Onun hediyesini de Zeynep çıkarıp verdiğinde Mutlu yüzünü buruşturarak kâğıdı açtı, ardından onun da gözleri güldü. “Hollanda bileti!” Gözleri kocaman açıldı. “Amsterdam’a gidiyoruz ağustosun ilk haftası!” Biletin üzerinde Bartu’nun da ismi vardı. “Ve sen de geliyorsun!” Masanın üzerinden atlayıp Bartu’nun kucağına zıpladığında ayakları havalandı. “Şaka yapıyorsun! Hani gelmezdin! Hani o renkli kıyafetleri giymezdin!” Bartu tek koluyla sarılıp onu silkelerken Mutlu kahkaha atıyordu. “Gerçekten benimle gelecek misin?”
“Geleceğim çünkü seni tek başına gönderemem,” dedi Bartu sarılmanın etkisiyle nefesi kesilirken. 2026 yılbaşında yaşananlardan sonra Bartu Mutlu’yu yanından bir an bile olsun ayırmak istemiyordu. “Tek bir şartım var: Kıyafetlerime ben karar veririm.” Mutlu dudaklarını büzüp geriye çekildi. “Tamam,” dedi. “Sen karar ver.”
“Kocam,” dedi Mutlu gülerek. “Evimin direği, her şeyim, her parçam…”
“Ve orada,” dedi Koza lafın arasına dalarak. “İstediğin bir motosiklet senin olacak, renklerini senin boyayabileceğin. Özel üretim.” Göz kırptığında Mutlu neşeyle ona döndü. “Kız kardeşin bu konuda bana öfkeli ama motosikletlere merak saldığını biliyorum.”
“Ne?” dediği anda lafını böldüm; Yankı yanıma oturup elini bacağıma koydu.
“Ayrıca,” dedim. “Orada senin için bir senelik ev tuttuk.” Mutlu’nun en büyük hayali bir süre Hollanda’da yaşamaktı. “İstediğin zaman gidip kalabilirsin hatta istersen biz de seninle beraber gelebiliriz.”
“Siz…” dedi Mutlu, gözleri heyecandan dolarken. “Şaka yapıyor olmalısınız.” Gülmeye başladığında uzanıp ikimize sarıldı, ardından Koza’ya. O gülümsediğinde yüzündeki yanık izi geriliyordu fakat artık canının yanmadığını anlayabiliyordum. “Bu kadarı çok fazla.” Kızıma doğru eğildi ve uykulu gözlerine baktı. “Duyuyor musun, Minik Panter, hayallerim gerçekleşiyor.”
“Ben de gelebilir miyim?” diye sordu, babasının kucağına daha fazla sığınarak, uykulu bir sesle.
“Elbette,” dedi Mutlu. “Hepiniz geleceksiniz zaten. Hatta bu yaz tatili orada yapacağız.”
“Güzel fikir,” dedi Yankı ve bakışları bana döndü. “Yağmur’un yedinci yaşını orada harika bir partiyle kutlarız.” Yedinci yaş. Korkularımın başlangıcı, kaçışlarım, yollarımızın kesiştiği gün. Benim berbat geçen doğum günüm ve doğum günlerimin kızımız için her zaman harikalarla geri dönüşü olacaktı. Ben de ona baktığımda gülümsemelerimiz birbirine karıştı.
“Benim hediyem nerede?” diye sordu Işık ikimize bakarak. “Unutulmadım umarım.”
Gülmeye başladığımda Lâl’le birbirimize baktık, ardından elimi çantama atıp USB çıkardım. Lâl ve Yankı dışında herkes şaşkınlıkla bana bakarken bilgisayarımı da çıkardım ve USB’yi yerine yerleştirdim. Herkes benim olduğum tarafa toplandığında onlarca dosya arasından doğum günü yazan dosyayı buldum ve açmadan önce, “Kaydedilmediğine üzüldüğün tek an,” dedim gülümseyerek. “Bu benim sana hediyem, neyse ki bu görüntüleri kurtarabildik.”
Videoyu oynatma tuşuna bastığımda bir kişi hariç herkes heyecanla ekrana bakıyordu; bakmayan tek kişi, kızımdı. O çoktan babasının kolları arasında uykuya dalmıştı. Gürültülü yerlerde uyumak aslında zordu ama kızımız bizimle büyüdüğü için gürültüye o kadar alışıktı ki çoğu zaman sessizliğin bile onu daha fazla rahatsız ettiğini fark etmiştik.
Bilgisayar ekranında görüntü hareket etmeye başladığında Koza’nın evinde hep beraber oturuyorduk. 14 Mart 2023, kızımın ilk konuştuğu anlardı. Videoyu çeken kişi Lâl’di, hemen yanında ben ve Yankı vardık. Diğerleri de yere oturmuş heyecanla Ekim’e bakıyordu.
“Konuşacak,” diyordu Koza videoda. “Ve dayı diyecek, biliyorum.”
“Pembe Panter diyecek,” diye çıkıştı Mutlu. “Kaç gece kulağına bunu fısıldadığımı bilmiyorsunuz.”
Kızımın bebekliği, o küçük elleri… Dudakları aralandı, bir şey söyleyecek gibi, sonrasında geri kapattı, bana ve babasına baktı. “Hadi kızım,” dedim gözlerimi açarak. “An-ne,” ellerimi kaldırdım, “bak, çok basit, an-ne.”
“Anne çok basit değil,” dedi Yankı ve kaşlarımı çatarak ona baktım. “Baba daha basittir, ba-ba.”
“Minik tırtılın yanında bir kez bile olsun anne baba demedik ki,” dedi videoya çeken Lâl. “Dedik mi? En çok hangi ismi duyuyor?”
“Bartu, diyecek,” dedi Bartu. “Boşuna beklemeyin.”
“Mal mısın?” diye çıkıştı Mutlu. “Bartu’yu şu yaşımda ben bile zor telaffuz ediyorum, el kadar bebek nasıl Bartu desin.”
“Pembe Panter diyebilecek ama öyle mi?” Bartu Mutlu’nun ensesine fiske attı. “Hayal dünyandan çık.”
Mutlu ensesini ovuşturdu. Koza o sırada alayla, “Durun bakalım,” dedi Yankı’ya yüzünü buruşturarak. “Eğer babası yeğenimin başının etini yediyse Lev Nikolayeviç Tolstoy’un ölümsüz eseri Savaş ve Barış, diyebilir.” Gülmeye başladığımda, Yankı kızımın peluş oyuncağını kafasına attı.
“Kim, kim, kim?” dedi Bartu. “Bir daha söyle.”
Koza omzunu kaldırıp indirdi. “Bir daha ben bile söyleyemem.”
O sırada Yağmur Ekim bir kez daha ağzını açtı, kameraya baktı, sonra hepimizin yüzüne, ardından kısık sesle mırıldandı. “Anne, dedi!” diye bağırdım.
“Babaydı,” dedi Yankı.
Fakat kızımız hepimizi dumura uğrattı ve bu kez daha yüksek sesle onun ismini söyledi: “Nil.”
Şaşkınlık, hüzün, mucize, neşe… Hepsi birbirine girerken Işık ağlamaya başladı ve ben de kendimi tutamadım, gözlerimden yaşlar döküldü. Videoyu çeken Lâl’in eli titrerken, Koza büyük bir şaşkınlıkla ayağa kalktı, ardından Işık’ı kendine çekip öyle bir sarıldı ki o büyülü an videoya nasıl sığabildi, bilmiyordum.
Sonrasında video kapanmadan önce görünen, Işık’ın kızımı kendine çekmesi ve kocaman sarılmasıydı.
Video durdu.
Gözlerim Işık’a döndüğünde dolu gözlerle ekrana baktığını gördüm. Sadece o değil, herkes aynı şekildeydi. “Ama bu video silinmişti,” dedi başını sallayarak.
Yankı uzanıp Işık’ın elinin tersini okşadı. “Boşuna bilgisayar bölümü okumadım ben, bulurum hep bir yolunu. Bilirsin.”
“Çok,” dedi sesi titrerken. “Çok duygulandım, bu hediye…” Başını iki yana salladı, ardından yeğenine baktı. “En güzel hediye.”
Kızımın bu hayata gelişi ve bizim hayatımıza bir güneş gibi doğması, gerçek mucizeleri de peşinden getirmişti. İlk konuştuğunda ismini söylediği kişi Nil’di. Nedenini hiçbirimiz bilmiyorduk; belki Koza’nın ağzından onun ismi düşmediği için, belki annesi ile babasından sonra en fazla onunla vakit geçirdiği için ya da her şeyden öte, Tanrı’nın hediyesiydi. Tek bildiğimiz, o gün hafızalardan silinmeyecek kadar güzeldi.
Ama sadece bu kadar da değildi.
Kızımın mucizeleri devam etmişti. Yürüdüğünde ilk adımladığı kişi Bartu olmuştu, kimse günlüğünün ilk sayfasına Bartu’yu yazmamıştı ama kızımın ilk adımları, Bartu’ya ait olmuştu.
Kendi isteğiyle ilk sarıldığı kişi Koza olmuştu; Koza için sarılmak zaaftı ve sanki bunu hissetmiş gibi onu kollarının arasına almıştı. Sadece bu kadar da değildi; uzun bir süre Koza, Poyraz ismini kabullenmemiş, ondan kaçmıştı. Sonrasında yeğeninin “poyi” demesi kulağa ne kadar tuhaf ve komik gelse de ismini sevmesine neden olmuştu. O an, Yankı dönüp Koza’ya büyük bir anlamla bakmıştı; ismini sevdirdiğini söylemek istermiş gibi.
Boyama yaptığı ilk kişi Mutlu olmuştu. Normalde babası da ben de bir türlü sevdirememiştik ama sanki Mutlu’yu hissetmiş gibi onunla saatlerce renkli kalemlerle boyama yapmıştı, Mutlu’nun ellerine vuran kimse yokken üstelik.
Fotoğraf çekilmekten hiç hoşlanmıyordu ama ilk pozunu Lâl’e vermişti ve ilk fotoğrafını da onunla çekilmişti.
Eh, dudaklarından dökülen ikinci kelime de baba olmuştu ve bu beni kıskançlık krizine sokmuştu. Yine de kendime bir pay çıkarmak gerekirse, ilk seni seviyorum cümlesini de ben kapmıştım. Hatta sana güveniyorum cümlesini de… Bunlar yeter de artardı…
“Sanırım benim hediyem kaldı,” dedi Koza ve bakışlarını Işık’a çevirdi. Ona daha ne verebilirdi, bilemiyordum. Senelerdir ne istediyse yerine getirmiş, nasıl bir yol çizmek istediyse ayak uydurmuştu. Ne yaşattıysa belki beş katı üzerine çıkarak iyiliklerle onu donatmıştı, benim aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Tek bildiğim, Işık’ın evlat edinmeye karşı olduğuydu, bebek konusu ise tamamen kapanmıştı, artık tedavi bile olmuyordu.
Bazı mucizeler gerçekleşir, bazıları da hiçbir zaman gerçekleşmezdi; Işık Sarca’nın hayatı boyunca hiçbir zaman bebeği olmayacaktı.
Çoktan bunu aştığını söylüyordu, çoğu zaman da aştığını görebiliyorduk da sahiden ama ne olursa olsun, hayallerine sırtını dönen bir kadının çoğu zaman kalbini ateşin yaktığını bilmemek mümkün değildi. Kabullenmek ve onunla yaşamaya devam etmek. Işık’ın yolu bunun üzerine kuruluydu.
Koza ise belki de Işık’tan daha fazla acı çekiyordu bu konu hakkında. Eskisinden daha sık oturup konuşabiliyorduk ve son cümle, her zaman kendisini affedemeyeceği kısmına bağlanıyordu. Hatta bir dönem, Işık’ı bırakmayı bile düşündüğü olmuştu; bu terk edip gitmek değildi, özgür bırakmaktı çünkü kendi kendine onun yanında kalarak belki de zarar verdiğine inanıyordu. Fakat öyle değildi; Işık’ın dönüp dolaşıp gittiği kişi yine abim, Koza oluyordu.
Hatalar, acıları doğurmuştu; affedişler bazı hatalar için elbette ki imkânsızdı ama ikisi bunları sırtlanarak hayatlarına devam etmenin bir yolunu bulabilmişlerdi.
Koza cebinden bir anahtar çıkardığında, onu gördüğüm an aklıma Işık’ın dövmesi geldi. Onun da anahtar dövmesi vardı, Koza için yaptırdığı. Elini tuttu Işık’ın, avcunu açtı, ardından anahtarı oraya bıraktığında neler olduğunu anlamayıp birbirimize baktık. Yankı dışında. O tabii ki ne olduğunu biliyordu.
“Sana bu dünya üzerindeki çoğu şeyi vaat edebilirim fakat hiçbiri bu hediye kadar seni mutlu etmezdi, biliyorum.” Koza hepimizin ortasında yaptığı duygusal konuşmadan dolayı biraz çekimserdi ama gözlerini de Işık’ın gözlerinden ayırmıyordu. “Sana kocaman bir ev almayı düşündüm; lüks bir araba, zorlarsam bir tekne…” Işık’ın parmaklarını avcunun içine doğru kapattı, ardından çevirip elinin tersini öptü. “Fakat hepsinin geçici mutluluklar vereceğini ve senden aldıklarımı yok edemeyeceğini biliyorum. Hem farkındayım, bana ‘ben istediğim her şeyi elde edebilirim, erkeklik yapma’ konuşması yapmana gerek yok.”
Işık gülmeye başladı ve bize göz kırptı. “Kafeler benim üzerime de.” Biz de güldüğümüzde Koza gözlerini devirdi. “Ne derler, erkek eline bakıyor değil, kadın eline bakıyor…” Sırıttığında Koza bir kez daha gözlerini devirdi. Elbette aralarında böyle bir şey yoktu. “Ve evet, şimdi ne aldığını söyleyecek misin yoksa bayılayım mı?”
Koza derin bir nefes verdi, ardından, “Bu anahtar, sıfır ila yedi yaş arasındaki çocuklar için ayrılmış bir vakfın anahtarı. O vakfın adı, Işık olacak,” dedi. “Maddi durumu olmayan aileler gelip hastalık sıkıntısı çeken bebekleri ya da çocukları için senin kapını çalacaklar; biz de elimizden geldiğince yardım edeceğiz. Ayrıca bir tarafı kreş olarak da kullanılacak, ücretsiz bakım hizmeti sağlanacak.” Işık elleriyle ağzını kapattığında geriye doğru gitti, gözleri doldu. “Bir yetiştirme yurdumuz vardı kimsesiz çocuklar için, şimdi bir de o çocukların sana ihtiyacı olur diye düşündüm, bebeklerin hatta.” Hayır, Koza, sen onun hayallerini elinden aldığın için iyileştirmek amacıyla her yolu deniyorsun ve başarıyorsun da… Seneler önce kaybettiği o bebeğin acısını geçirmeye çalışıyorsun… “Bir şey demedin,” dedi tedirginlikle. “Beğenmedin mi?”
Işık birkaç nefes verdi, ardından bir anda Koza’ya öyle bir sarıldı ki derin bir nefes alıp gözlerimi kapattım. İşte bu kadar basitti. Bir insanın yüzünde gülümsemeyi oluşturmak bu kadar basitti aslında.
“Yeter artık,” dedi Bartu sertçe sandalyeyi tutup çekerek. “Bugün duygulanmak yok, saçma sapan triplere girmeyi kesin artık.” Bartu’nun bu cümlelerinin ardından etraftaki o kasvetli ve duygusal hava değişti; herkes yeniden kendi haline dönmeye başladı.
Saniyeler dakikalara, dakikalar saatlere dönüştü. Masadaki sohbet, kahkahalar, atışmalar asla kesilmedi. Öyle ki çoğumuz çakırkeyf bile olmuştuk. Kızım az ilerideki, haftalarca yalnız başıma uyuduğum o koltukta güzel bir rüya görüyordu. Bir an bile uyanmamış, bizden rahatsız olmamıştı.
Hemen yanımda Yankı oturuyordu, bacaklarımı onun bacaklarının üzerine atmıştım. Diğer yanımda Mutlu oturuyordu; arada sırada benimle atışsa da anne olduktan sonra en büyük manevi desteği sağlayanlardan biri de oydu. Yankı’nın yanında Koza vardı, Koza’nın karşısında Işık. Hemen karşımızda ise Bartu ile Lâl. Birbirlerine sarılmış oturuyorlardı. O an, bu masadaki oturma düzenimizin seneler önce Koza’nın bizi bir masaya topladığı günle aynı olduğunu fark ettim. Elbette bunu sadece ben fark ettim çünkü anısı geçmiyordu ama diğerleri için silik bir hafızadan ibaret gibiydi.
Şimdi yine o masada oturuyorduk. Bakışlarımı pencereye çevirdiğimde hava çoktan kararmış hatta vakit gece yarısına yaklaşmıştı. Birimiz bile kalkıp gitmemiz gerektiğini söylememiştik çünkü hepimiz özlemiştik; Helin’i, Yankı’yı, Işık’ı, Mutlu’yu, Işık’ı, Lâl’i, Koza’yı. Ve daima aynı kalacak Bartu’yu…
Bir keresinde Bartu yanıma gelip, “Hepiniz gerçeğinize döndünüz,” demişti. “Benimse tek bir ismim var; yeğenim ya beni sevmezse?” Hayır dememe fırsat vermeden devam etmişti. “Adımı değiştireyim mi? Değiştirmeli miyim? Ama ne isim koyulur, bilmiyorum ki. Ailem de yok zaten.” Gözleri dolduğunda tek bir ismi olduğu için utanıyormuş gibi başını önüne eğmişti. “Ailemi bulmam konusunda bana yardım edebilir misin? Bilmiyorum nasıl bulunur; beni bıraktıkları sokağa gider, oradaki komşulara sorarız belki.”
Sahiden de bunu beraber yapmıştık ve aramızda sır olarak kalmıştı. Bütün komşuları dolaşmıştık; çoğu yeni taşınmış olan insanlardı, bazıları eskiden beri burada yaşasa da Bartu’dan bihaberlerdi.
Sadece tek bir kadın vardı, yaşlıydı. “Bir çocuk bırakıldı,” demişti. “Geceydi, esmer bir kadın ağlayarak bıraktı. Kim olduğunu bile bilmiyoruz, bir daha da görmedik zaten.”
Bu cümlelerin ardından Bartu günlerce kendine gelememişti ve en sonunda da bana dönüp, “Annem ağlamış,” demişti gülümseyerek. “Demek ki isteyerek bırakmamış beni, zorunlu kalmış. Affettim onu, Helin; umarım artık mutludur.”
Aile konusu da tamamen kapanmıştı ve biliyordum, onun hiçbir zaman hikâyesini ve ailesini bilemeyecektik.
Lâl bilgisayarımı önüne çekip birkaç dosyayı açtı. Sonrasında bir video açıldı; bizim lunaparka gittiğimiz güne aitti. Bartu çığlık çığlığa bağırıyor, küfürler art arda sıralanıyordu. Ben henüz aralarında yeniydim ve Koza yoktu. Yankı’yla birbirimize çekingen bakışlar atıyorduk.
Başka bir video açtığında biz korku evindeydik. Gizli kamera görüntüleri Lâl’in elindeydi. Bartu ve Koza’nın el ele tutuşarak kaçması, Yankı’nın bir köşeye saklanması, bizim kızlar olarak bütün sırları çözmeye çalışmalarımız…
“Emily,” dedi Koza gözlerini kapatıp Işık’ın saçlarını okşarken. “Adını her duyduğumda kanım donuyor.”
Bartu ayağını yavaşça yere vururken, “Pat, pat, pat,” dedi alayla sesini kalınlaştırarak. “Emily geliyor; senin için, seni yemeye…” Koza yüzünü buruşturduğunda aşağıdan Bartu’nun bacağına tekme atıp yeğenini gösterdim.
Lâl başka bir video açtığında Koza ve Işık’ın yılbaşındaki danslarıydı, birbirlerine bir o kadar uzak ama yine de yakın… Başka bir videoda ben ve Yankı, evin önündeki sokak lambasının altında sohbet ediyorduk. Bir başka videoda Mutlu teknede Bartu’nun sırtına zıplamış koşuyorlardı. Onun ardından gelen videoda ben bisiklet sürüyor ve heyecanla bağırıyordum. Sonrakinde ben ve Lâl delicesine sarhoş olmuş, market arabasını kaçırıyorduk; bizi videoya çeken kişi Mutlu’ydu.
“O gün ikinizin seviştiğini düşünmüştüm,” dedi Yankı.
“Ben de,” dedi Bartu.
Lâl’le aynı anda, “Seviştik,” dediğimizde herkes şaşkınlıkla baktı ve birbirimize ellerimizi çarpıp gülmeye başladık.
Başka bir videoda Işık, ben ve Lâl odanın içinde makyaj yapıp dans ediyorduk. Yine başka bir videoda kostüm partisindeydik, Koza Gargamel olmuştu ve bu aralıksız on dakika bizi güldürdü… Yeniden…
Fakat sonraki videoyu maalesef Lâl farkında olmadan açtı… O videoda Yankı’yla ikimiz şu koltukta uzanıyorduk, Yankı sarhoştu ve videoyu çeken bendim… Birazdan beni öpmek için yaklaşacaktı ve…
“Durdurun şunu,” dedi Koza hiddetle. “Siz haddinizi aştınız artık.”
Lâl gözlerini devirip görüntüyü değiştirdiğinde bütün o geçmişteki videoları, beraber anılarımızı izledik. Bir videoda Koza kusarsa uçağın düşüp düşmeyeceğini soruyordu ve Bartu bunu gizli gizli videoya çekmişti. Hepsi ama hepsi güzel anılardı.
Lâl heyecanla ellerini birbirine çarptığında bizim en son bu evde çektiğimiz videoları açtı. Hepimiz geleceğe mesajlar göndermiştik ve şimdi gelecekte o videoları izliyorduk. Tek bir kişi yoktu: Lâl. O bunu yapmak istememişti, sonra demişti. Fakat şimdi sürprizini görebiliyordum, video sona geldiğinde kendisini eklemişti, gelecekten konuşuyordu.
“Merhaba Sokak Nöbetçileri,” diyordu o güzel sesiyle. “Siz bu güzel videoları çektiğinizde ben sessizliğe gömülen bir kadındım ama şimdi su gibi berrak, konuşabiliyorum.” Gülümsedi, arkasına baktı, gözlerini kapattı. “Birazdan Bartu gelebilir bu yüzden hızlı konuşuyorum. Hepiniz geçmişten geleceğe konuştunuz, ben gelecekten geçmişe konuşacağım.” Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı ve geri açtığında bakışları parlıyordu. Bartu uzanıp Lâl’i koltuğunun altına çekti; ne kadar sevilebilirse o kadar seviyordu Lâl’i. Bir an bile eksilmeden. “Merhaba Sokak Nöbetçileri, ben gelecekten Beşinci Sokak Nöbetçisi, Lâl Sarca. Artık Zeynep Elçeri. Bilmelisin ki gelecekte her şey çok güzel ama siz geçmişte hep çok güçlüydünüz ve öyle kalmaya devam edeceksiniz. Savaşlarınız, kaçışlarınız, yaralarınız, nefretiniz, şefkatiniz, sevginiz, merhametiniz; her şey sizi bu hale getirdi. İsimlerimiz değişebilir, ruhumuz daima aynı kalacak. Biz Sokak Nöbetçileri’yiz; istersek masal karakterleri olabiliriz, istersek bir romanın sayfalarını süsleriz ama asıl olan ne olur, biliyor musunuz? Biz hep çok gerçektik çünkü biz hep çocuktuk. Büyümedik, büyümeyeceğiz ve hiçbir zaman ayrılmayacağız.” Kameraya doğru yaklaşıp fısıldadı. “Yaşlanıp sıcak yataklarımızda son nefesimizi bile aynı anda verebiliriz. Ölenler Zeynep, Umut, Nil, Fırat, Saye, Poyraz olacak. Yankı, Helin, Işık, Mutlu, Lâl, Koza ise hep ölümsüz kalacak.” Elini kalbine götürdü. “Ve sen Bartu. Sen daima ölümsüzsün benim kalbimde. Günlüğümün son sayfası gibi bu videoyu da o itirafımla kapatıyorum.” Geriye çekilip çenesini kaldırdı. “Sana âşığım; şimdi ve geçmişte ve gelecekte. Ebediyen.”
Video sona erdiğinde kaşlarım havalandı ve hepimiz büyülenmiş gibi ekrana bakakaldık. En sonunda konuşan Mutlu olduğunda, “Vay canına,” dedi nefesini vererek. “Senelerce konuşamayan Lâl Sarca’nın içinden şair, besteci, orkestra şefi, virtüöz çıktı.”
Bartu Lâl’in kulağına eğilip bir şeyler fısıldadığında gözleri dolmuştu, bakışlarımı onların üzerinden çektim çünkü bu özel anda rahatsız etmek istemedim. Birbirlerine öyle bağlılardı ki geçmişte yapmadıklarının acısını çıkarıyorlardı; özellikle Lâl, geçmişte Bartu’yla yaşamayı reddettiklerini şimdi bir bir ona hediye ediyordu.
“Ee,” dedim sonunda. “Diğer videoya bakalım hadi bir de.” Hızlıca gülümseyerek videoyu değiştirdiğimde gülümseme dudaklarımda donup kaldı.
Bu videoda annem vardı, Sadık Orhan ve Sokak Nöbetçileri. Bir de küçük bebeğim. Hastane odasında çekilmişti; hepimiz Bartu’nun aldığı baklavaları yiyorduk, mutlu gibiydik ama gözlerimizde hüzün vardı.
Video tarihi: 28 Şubat 2023.
Annem, anne Helin 3 Mart 2023’te hayata gözlerini yumdu.
Düğünümüzde yaptığı konuşmanın akabinde hasta olduğuna, akciğerinde bir tümörün görüldüğüne ve tedaviye bile düğünümüzün ardından başladığına çok sonra şahit olduk. Benim hastalığı öğrenmem doğumumdan çok sonra oldu, üzülmemem için söylemediler fakat hepsi biliyordu. Koza da dahil.
Tedavisi uzun sürdü; yaşadığı psikolojik savaşlar yetmezmiş gibi kanserle de savaş verdi ve asla vazgeçmedi. Kemoterapi, ilaçlar, bunlar dışında onu mutlu etmek için verdiğimiz savaşlar, özellikle Sadık Orhan’ın mutlu etmek için ayaklarının önüne dünyaları sermesi… Hiçbiri ama hiçbiri fayda sağlamadı.
Sadık Orhan annemin saçlarını çok seviyordu; onları kendi elleriyle kesti, ardından kendi saçlarını da annem kötü hissetmesin diye kazıttı. Her acısında yanında olup elini tuttu, ona kitaplar okudu, uykusuz gecelerinde o da uykusuz kaldı. Çoğu günler biz gidip kalmak istediğimizde asla izin vermedi, yanından bir an bile ayrılmak istemedi.
Son zamanlarında ise artık tedaviye cevap verememeye başladı. Hafıza kaybı nüksetti fakat bu kez kalıcı olarak. Solunum cihazına bağlanmıştı; çoğu gün sadece uyuyordu, uyanık vakitlerinde bizi tanıması neredeyse imkânsızdı.
Bu video bizi tanıdığı bir gündendi. O gün çok mutluydu, babamı bile günler sonra yeniden hatırlamaya başlamıştı. İlk defa o kadar afiyetle yemeğini yemişti, doktorlar bile şaşkındı.
Sonradan anladık ki bu son mutlu günüydü. Bir sonraki gün yoğun bakıma alındı, 3 Mart tarihinde ise hayata gözlerini ebediyen ve bu kez gerçekten yumdu. Onun ölüm haberini gece rüyamda aldım ve tuhaftır ki uyandığımda telefonda ağlayan babam vardı. “Gitti,” diyordu, “bu kez gerçekten gitti, bu kez gerçekten terk etti bizi, öldü o.” Sonrası çok karanlıktı benim için çünkü onu kaybettiğimi düşünürken yeniden bulmuştum, bir annenin sıcaklığını hissetmiştim ve bir kez daha kaybetmiştim. Bu kez gerçek bir kayıptı. Bir mezarı vardı, o mezara gidip çiçek ekebiliyordum ama anne yoktu, annem yoktu. Gidebilecek yolumuz vardı, bana anneliği öğretemezdi belki ama bir anneye ihtiyacım olduğunda ona gidip sarılabiliyordum; artık bu yoktu, hiçbiri yoktu.
Kendimi toparlamam oldukça uzun sürdü fakat sonrasında beni yeniden hayata döndüren, bir anne olduğumu hatırlamamdı çünkü annem bizi hatırladığı bir anda, hamileyken bana, “Sen harika bir anne olacaksın,” demiş içten bir sesle. “Benim yaşatamadıklarımı yaşatacaksın bebeğine. Onu koklayarak öpmeyi unutma, ben seni çocukken hiç koklayarak öpemedim.”
Ölümünden etkilenen iki kişi daha vardı. Biri Sadık Orhan’dı; bir süre tamamen ortalıklardan yok oldu çünkü kaybettiğini sandığı kadını bulmuş, ona kendini yeniden hatırlatmış, ardından bir kez daha unutulmuş ve gerçekten kaybetmişti. Tek aşkıydı, yaşama bağlayan bir ağacın dalı gibiydi ve o dal kırılmıştı.
Diğeri ise Koza’ydı. Belki de en büyük yıkım ona aitti çünkü annem, düğünümde yaptığı konuşmasında aslında Koza’nın kendi çocuğu olduğunu bildiğini belli etmiş, ondan bir adım beklemişti. Çünkü anlıyordum, Koza tarafından affedilmediğini düşünüyordu, artık affedilmesi gereken kişi annemdi.
Koza buna cesaret edemedi. Hiçbir zaman. Adım atmak istediğinde bile geriye doğru gitti, kabullenilmeme korkusu daha baskın geldi. Son güne kadar annemin gözlerinin içine oğlu gibi değil, oğlunun bir arkadaşı gibi baktı; ikisi bu gerçeğe inanmasa da. Bir kez ona duyacağı şekilde anne demedi, annem oğlum dese de Koza bunu istediği gibi algılamadı.
Ve bu şekilde öldü. Koza’da bıraktığı izin haddi hesabı yoktu. Bu bir ceza olmamalıydı, ödenmesi ağır bir cezaydı çünkü. Işık bir keresinde yanıma ağlayarak gelip abimin canının çok yandığını söylemişti. Bana yaşattığı yüzünden ise onu affettim; ne olur artık canı yanmasın. Işık’ın kafasında Koza onun anne olmasının önüne geçmiş, bu yüzden de hiçbir zaman annesine kavuşamamıştı ama ben bu kadar acımasız düşünemiyordum. Olmamalıydı. Koza zaten yeterince bedel ödemişti, Tanrı ona bu şekilde bedel ödetmemeliydi.
Tuhaf olan, annem gidecekse neden gelmişti ki? Bu bana da cezaydı ama bir yandan da bir ders olarak görüyordum çünkü annem öldükten sonra bana bıraktığı sandığı açmış; günlüğünün sayfalarını tek tek okumuş; annelik yapamamanın verdiği acıyı, aşkına olan özlemini, bitmek tükenmek bilmeyen işkencelerini görmüştüm. Görmekle kalmamış, hissetmiştim; Sokak Nöbetçileri’nin aslında başka bir evrende kötü insanlar olduklarını, bağlarının olmadığını, kopabileceklerini, birbirlerini yok ettiklerini.
Doktorlar annemin ciğerlerinin yetersiz oksijene alıştığını söylemişti, tedavinin ilk günlerinde. Bu o zamanlar anlaşılır değildi ama şimdi net bir şekilde görüyordum. Bir çamurun içinden çıktığınızda arınmanız kolay olabiliyordu ama vücudunuzdaki yaralar izlere dönüştüyse onları geçirmek imkânsızdı. Ben çamurun içinden çıkmıştım, arınabilmiştim, izlerimi kabullenmiştim. Annem ise tamamen üzeri örtülemeyen izlerden ibaretti, iyileşmesi imkânsızdı. Oksijensiz kalmaya alışmıştı, kötülüğe alışmak demekti bu.
Anne Helin, Helin Aktan’ın başka bir evrendeki mutsuz finaliydi. Sadık Orhan ise belki de Yankı Sarca’nın.
Neyse ki babam bizim için, evet bizim için, sadece benim için değil, Koza için de geri dönmüştü ve o hâlâ nefes alıyordu. Her hafta iki-üç kez bizi görmeden duramıyordu; bütün malvarlığını bana bırakmıştı; torununu çok seviyordu, onu hediyelere boğuyordu. Ağız dolusu kızım demeyi, bana sarılmayı, gözlerimin içine bakarken binlerce kez özür dilemeyi bırakamıyordu.
Ama değişmeyen tek bir şey vardı: O artık yarım bir kalple yaşıyor gibiydi, acısı katlanılamazdı, yine de seneler sonra bir babanın varlığıyla beni ödüllendirmişti.
Artık mucizelerin her zaman gerçekleşmeyeceğini de biliyordum, hayat bana bunu öğretmişti. Annemi kaybetmiştim, o artık yoktu. Işık Sarca anne olamayacaktı ve Mutlu Sarca belki de hayatının sonuna kadar yalnız kalacak, birçok insan tarafından kabullenilmeyecekti. Bartu Sarca ise ailesine ulaşamayacaktı.
Hayatın bir gerçeği de mucizelerin her zaman gerçekleşmemesiydi; her ne kadar o mucizelere inanmak istesek de.
Yankı’ya bir keresinde ağlayarak, hani her zaman başka bir yol vardı, demiştim. Mutlu’nun sokak ortasında cinsel yönelimi yüzünden dövüldüğü gündü. Işık için yok, Mutlu için yok, annem için yok. Demek ki her zaman başka bir yol yokmuş, yalan söyledin bana!
Gözlerimin içine bakmış, ardından yüzümü ellerinin arasına alarak yanağımdan süzülen yaşları silmişti. Her zaman başka bir yol vardır elbet, dedi. Fakat bazen yolun sonundaysan ve ilerisi uçurumsa ilerleyemezsin, güzelim. Hayatın yolları olduğu kadar uçurumları da vardır. Artık uçuruma gitmemek için çabalayacağız, o zaman her daim başka bir yolumuz olacak.
Ne yaşarsak yaşayalım, umut etmekten hiçbir zaman vazgeçmeyeceğim çünkü ben artık bir anneydim, ben hâlâ Sokak Nöbetçileri’nin kalbiydim ve ne mutlu ki ne yaşarsak yaşayalım biz hâlâ yedi kişi nefes alabiliyor, bir an bile kopmuyorduk.
“Abi,” dedim dakikalardır süren sessizliği bozarak. Bakışlarım videodaki annemin yüzündeydi. “Annem bize bir mektup bıraktı.” Koza masaya tutundu. “Mektuplar neredeyse birbirinin aynısı ama sana daha fazla söyleyecekleri var.” Yere koyduğum sırt çantasını elime aldım ve içini açıp mektuplardan birini ona uzattım, ardından çantanın köşesindeki oyuncak bebeği de ortaya çıkardığımda kaşları havalandı. Bunu bana o almıştı, seneler önce; sanki bir çocukmuşum gibi. “O mektubu oku, annemin sevgisini gör ve bu bebeği dayısı olarak kızıma ver. Buna bana aldığında yedi yaşında bir kız çocuğu değildim artık ama çocuğuma sen hediye et diye senelerce sakladım, hediye et ki en azından bir çocuğun yüzündeki gülümsemeye vesile olduğunu görüp kendini birazcık da olsa affedersin.” Kısık sesle devam ettim. “Benim dayım,” dedim acıyla. “En büyük şanssızlığımdı, kızımın dayısı ise en büyük şansı oldu, gör artık bunu.”
KOZA
Canım Oğlum,
5 Ağustos’ta sen doğdun ve ben aslında o gün öldüm, seni kalbimde kabul etmeyerek.
Ruhen öldüm, senden giderek.
Belki de bu mektubu sana hiçbir zaman veremeyeceğim ama bu dünyaya gelip gelebilecek en acı dolu çocuk sen olabilirsin.
Merak etme; seni seviyorum, hep ama hep seveceğim. Bunu şu an istemesem bile.
Neden istemediğimi anlatabilecek kelimelerim yok, zaten artık kelimeleri de bulamıyorum. Zihnim bulanıklaşmaya başlıyor, bu acılara daha fazla katlanamıyorum. Şu an kaç yaşındasın, bilmiyorum; öldün mü, bilmiyorum; iyi bir insan mısın, bilmiyorum; kötülüğün içine batıp babana mı dönüştün, bilmiyorum. Hiçbir şey bilmiyorum; tek bildiğim seni özlediğim, aklımdan çıkmadığın ve pişmanlığım.
Bir çocuktun, çocuk masumiyet demektir; masumiyetimin üzeri çiğnendi ama senin saflığına zerre dokunulmadı, ben bunu anlayamadım.
Bir anne miyim? Hiç sanmıyorum. Olamam da.
Fakat yine de sana ve kardeşine hayatla alakalı vermem gereken tavsiyelerim olacak.
Eğer bir gün bu mektup sana ulaşırsa her kelimesini önemseyerek oku, rotanı buna göre çiz çünkü bu kadın, bu hayattaki çoğu acıyı sırtlandı ve tecrübeleri, yaşından bile fazla.
Kaç yaşında olduğumu bile hatırlamıyorum; tek hatırladığım, kaç yaşında yok edildiğim.
Beni dinle.
Çok kırgınsın ama neye kırıldığını bile bilmiyorsun; belki de kendine kırgınsın ama dönüp de kendinle konuşmuyorsun çünkü kırgınlık küskünlüğü getirir, sen hiçbir şeye küsmek istemiyorsun.
Biliyorum, tanıyorum, benim oğlumsun.
Yürüyorsun ve yürümeyi unuttuğunu fark ediyorsun. Yere düşüp yine de ilerlemek için sürünmeye başlıyorsun, insanlar senin âciz halini görüp kahkahalar atıyor, kalkmaya çalışıyorsun ve fark ediyorsun ki düştüğün yer aslında bir bataklık.
Biliyorum, tanıyorum, benim oğlumsun.
Susuyorsun, başkalarının çığlıkları senin sessizliğini bastırıyor; bağırıyorsun, insanlar seni duymak istemiyor; kaçıyorsun, peşinden ayrılmıyorlar; savaşıyorsun ama unuttuğun bir şey var: Diğer bütün savaşlarında kan kaybettin, artık sen ölüyorsun.
Biliyorum, tanıyorum, benim oğlumsun.
Acılar tükenirse hayat mürekkebin biter sanıyorsun ama unutuyorsun; yaşadığın sürece acılar asla geçmez, mezara gömülmez, yanmaz, yıkılmaz, parçalanmaz çünkü biliyorsun; çocuklar bazen nadiren gülümser, bazense sadece acı çekerler.
Biliyorum, tanıyorum, benim oğlumsun.
Yaşamaya devam et, derin bir nefes al; güneş her gün aynı şekilde doğar fakat sen hissedebildiğin sürece batışına üzülebilirsin.
Hisset; her batış, terk ediş ya da ölüm demek değildir; bir sonraki gün yaklaşıyordur.
Gül bahçesinde yürürken dikenlerden kaçamazsın ya kanayacaksın ya da gül bahçesinden kaçacaksın; ikisini de istemiyorsun ve sen sadece dikenlere alışıyorsun. Bu duygunun adını merak ediyor musun? Aşk.
Biliyorum, tanıyorum, benim oğlumsun.
“İnsanlara duvar olmak gerekir,” dedi seneler önce intihar ederek ölen bir adam, ne kadar sağlam olursan o kadar yıkılmazsın; nasıl sağlam olunur, bilmiyorsun, sonra onun duvarının yıkıldığını fark ediyorsun; yıkılmasa vazgeçmezdi, bununla yüzleşiyorsun.
Ve yıkık bir duvar olarak hayatına devam ediyorsun çünkü biliyorsun, parçalanan her şey daha fazla zarar göremez.
O adam, benim âşık olduğum kişiydi, adı Sadık Orhan, kendini öldürmüş, öyle söyledi Harun.
Hayır oğlum, üzülme. Bu acıya da alıştım.
Yarın gülümseyeceksin ve ondan sonraki gün ağlayacaksın; unutma, gözyaşları uzun sürer, gülümsemeler ise anlıktır, kabullen bunu.
Hissizleşeceksin, sevmeyi unutacaksın, zamanla her şey öylesine gelecek, heyecanların tükenecek; hayal ettiğin yaşlarının istediğin gibi ilerlemediğini göreceksin ama bunların hiçbiri acıdan dolayı değil, sadece büyüdün; büyümek biraz da hissizliktir.
Eğer büyümediysen ne mutlu sana; çünkü ben hissizim, maalesef büyüdüm. Sakın büyümek isteme, burası çok kötü.
Kalbini bir mezarın altında bırakan kimse eskisi gibi olmaz; mezara çiçek ekmeyen kimse bunu anlamaz. Canlar çürür, çiçekler yeşerir; hayat bazen böyledir. Kimseyi mezarın altına terk etme eğer terk ettiysen de onu yalnız bırakma.
İz bırakan her şey zamanla oluşur ve sen çoktan ölürsün; o an bilmediğin tek şey, birinin kalbinde iz bırakıp bırakmadığındır. İşte hayatın acımasızlığı tam da bundan ibarettir. Umarım ölmemiş, bu mektubu okuyorsundur. Sen bende iz bıraktın, hem de çok güzel bir iz.
Düştün mü? Hayır, dinle; düştüğün yerden kalkmana gerek yok, düştüğün yerde yaşamaya devam et, orayı evin yap; zamanla alışacaksın çünkü defalarca düşüp evinin yıkılmasındansa düştüğün yeri evin yapmak daha güvenlidir.
Düştüğüm yeri evim yapamadım, oradan biliyorum. Bak, yok oluyorum.
Anlaşılmayı bekleme, anlaşılmak kısa sürelidir ve hayal kırıklıklarıyla doludur çünkü insanlar acımasızdır. Anlaşılmamaya alış, o zaman seni hayal kırıklığına uğratan tek kişi sen olursun çünkü kendin için çaba göstermemek en büyük ihanettir ama canın daha az acır.
Bizim artık canımız acımasın, oğlum.
Şimdi bu mektubu okumaya son ver, rafına yerleştir; günü geldiğinde ve tozlandığında açıp yeniden oku eğer ki gülümseyerek okuyorsan kazanmışsın demektir fakat hâlâ üzülüyorsan seni bu hayat çoktan yenmiştir.
Kız kardeşine sarıl, ondan vazgeçme ve ne olursa olsun ellerini bırakma. Sizin ellerinizde benim ellerinizi tutamamanın bıraktığı iz var.
Seni bıraktıktan seneler sonra gözyaşları içinde bu mektubu yazıyor, son cümlemi ekliyorum.
Seni seviyorum. Sevmişim, bilmeden. Ve biliyorum, gelecekte de seveceğim.
Bir gün sarılmazsak üzülme, ben defalarca senin çocukluğuna sarılıp uyudum.
Ve bir gün yeniden karşılaşırsak sakın senden nefret ettiğimi düşünme, ben senden önce daima ama daima kendimden nefret ediyorum, seni bıraktığım için.
Kendini sev, ruhum iyileşsin; sen suçlu bir çocuk değilsin.
İyi bir insan, harika bir baba ve vicdanlı bir abi olabilmen dileğiyle…
Annen, Helin
Elimdeki mektup titriyordu. Merdivenin son basamağındaydım yine ama bu kez yıkıntılarla. Hıçkıra hıçkıra ağlayan Koza değildi, çocuk Poyraz’dı.
Ne zaman yazmıştı bu mektubu? Beni bıraktıktan ne kadar süre sonra? Kardeşim vardı, ben altı yaşındayken mi? Yedi? Belki on. Belki on üç, en acılı yaşlarım. Bilmiyordum. Hiçbir şey bilmiyordum. Âşık olduğu adamın, Sadık Orhan’ın bile intihar ettiğini düşünüyordu. Her şeye rağmen, herkese rağmen ise beni sevdiğini söylüyordu. Aslında nefret ettiği hep kendisiydi, beni ise seviyordu, sevmek istemediği zamanlarda bile.
Adım sesleri yaklaştığında siyah botlarından gelenin Nil olduğunu anladım. Burnumu çektiğimde yere, hemen ayaklarımın ucuna oturdu. Omzuma yanağımı sildiğimde başka adımlar bana yaklaştı, bu Helin’di; hemen yanıma, merdivenin basamağına oturdu. Ardından diğerleri de tek tek odadan çıktılar; yere, durduğum basamağın karşısına oturdular.
Sessizlik aramızda paylaştığımız en büyük sırdı. Ayaklarımın ucunda bir oyuncak bebek vardı, kendimi affettirmek için seçtiğim bir yoldu ve şimdi bir mektup tutuyordum, ölen annemin bana sevgisini anlatan. Hiç anne diyemediğim, oğlum diyemediği. Bir kez anne diyerek sarılamadığım. Ben senin oğlunum, beni yalvarırım sev, diyemediğim. Kucağına yatıp uyuyamadığım, masal dinleyemediğim, acılarımı anlatamadığım. Hiçbir şeyi ama hiçbir şeyi yaşayamadığım annem.
Pişmanlık hissediyor muydum? Pişmanlık yoktu çünkü yine olsa yine cesaret edemezdim, biliyordum fakat artık emindim, o beni sevmişti.
Yanımdaki Helin hareketlendi, ardından önüme bir dal sigara uzattı. Gözlerimi kaldırıp şaşkınlıkla ona döndüğümde dolu gözlerle bana bakıp, “Son kez yak bir tane bu evde,” dedi. “Bu kez keyiften değil, acıdan olsun. Sonra terk edip gidelim bu evi. Ben senin daima ama daima yanında olacağım, abiciğim.”
Elindeki sigaraya baktım, ardından hiçbir şey söylemeden alıp ucunu yakmasını bekledim. Dudaklarımın arasındaki sigaranın ucunu yaktığında derin bir nefes aldım, bakışlarım tavana kaydı ve gözlerimi kapattım. Art arda dumanı içime çekerken, kalbimde yeni bir acının başladığını ve başka bir acının üzerine su döküldüğünü hissedebiliyordum.
Hayır, bir hikâyeyi mutlu kılan asıl gerçek, her zaman ve her zaman için kendine rağmen yaşamaya devam etmek ve her koşulda kendini affetmenin bir yolunu bulabilmekti.
Sigaradan son dumanı çekip gözlerimi açtığımda altı kişinin bana endişeyle bakan gözlerini gördüm, beni gerçekten önemseyen insanların. Gülümsediğimde elimin tersiyle gözlerimi sildim, ardından ne diyeceğimi bilemeyip tek bir cümle kurdum: “Beni seviyormuş.”
O sırada bambaşka bir ses aramıza girdi. “Kim seni seviyormuş dayıcığım?” Yağmur gözlerini ovuşturdu, dağınık saçlarını karıştırarak bana yaklaştı. “Benim kadar çok mu seviyormuş?” Hemen yanıma geldiğinde elimdeki izmariti arkadan annesine verdim ve kollarımı ona açtım. Kollarımın arasına girdiğinde yüzünü sigara kokusundan buruşturdu ama umursamayıp ona kocaman sarıldım.
“Annem, canımın içi,” dedim. “Annem beni seviyormuş.”
Kaşları havalandı, geriye çekildi. “Annen seni seviyor diye mi ağlıyorsun? Ama sen hep annen için ağlıyorsun.”
Gülmeye başladığımda diğerleri de bana katıldı. “Hayır, küçük hanım,” dedi Bartu onu çekip havaya kaldırarak, ardından yere uzanıp karnına oturttu. “Ağlıyor çünkü ona benim kadar yakışıklı olmadığını söyledim, o da çocuk gibi ağladı.”
Yağmur tıpkı babası gibi otoriter bir şekilde işaret parmağını kaldırıp, “Kardeşlerine böyle davranmamalısın,” dedi. “Yoksa onların kalpleri kırılır.”
Bartu, Sonuncu’ya bakıp kusar gibi bir ses çıkardığında gülmeye başladık. Bu evin büyüsü de buradaydı, her kötülüğü yaşadıktan sonra bile daima gülebiliyorduk.
“O halde,” dedi Helin ayağa kalkarken. “Gidelim artık.”
Herkes birbirine baktı, ardından Zeynep boynundaki fotoğraf makinesini havaya kaldırıp, “O halde,” dedi aynı ses tonuyla. “Son bir fotoğraf çekilelim bu evde.” Başımı salladığımda herkes ayağa kalktı ve merdivenlerin önünde poz verdik. Bir yanımda Helin vardı, diğer yanımda Nil. Önümde Mutlu. Arkama Bartu ile Sonuncu geçti. Kucağımda yeğenim. Zeynep ise en önde kamerayı kendine doğru çevirmişti. “Herkes,” dedi gülerek. “En sevdiği şeyi söylesin.”
“Üç,” dedi Mutlu. “İki ve bir!”
Hepimiz aynı anda, yeğenim de dahil, “Sokak Nöbetçileri!” dediğimizde flaş patladı ve kahkaha atmaya başladık.
Yeğenim neşeyle ellerini birbirine çarparak, “Sokak Nöbetçileri!” dediğinde Zeynep bu kez videoyu çalıştırdı. “7 Aralık 2027,” dedi kameraya bakarak ve bizi de göstererek. “Sokak Nöbetçileri, eski ahşap evine son kez ziyarete geldi, burada son kez kahkaha attılar ve son kez sarıldılar.” Bakışları bize döndü, gülümsedi ve yeniden kameraya döndüğünde gözleri doluydu. “Bir daha belki de bu eve adım atmayacaklar ama hiçbir zaman da bu evi unutmayacaklar, unutulmayacaklar. Ölene dek değil, sonsuza dek çünkü masallarda sonsuzluk vardır, onlar sonsuza dek mutlu yaşayacaklar.”
“Çünkü masallarda,” dedi Helin. “Sonsuzluk vardır, onlar sonsuza dek mutlu yaşayacaklar.”
“Anne,” dedi yeğenim. “Bir gün o masalı sen de bana anlatır mısın?”
Annesinden önce babası cevap verdi. “Ya da belki bir gün, sen bizi anlayacak yaşa geldiğinde masalların gerçek yüzlerini anlatırız, güzelim, kim bilir?”
“Belki de,” dedi Helin.
Derin bir nefes verdim, ardından, “Hadi bakalım!” diye bağırdım ve ilk kapıya doğru yürüyen ben oldum, diğerleri de peşime takıldı. Tam o sırada yeğenim koşup elimdeki bebeği çekiştirdi.
“Bu bana mı?” diye bağırdı heyecanla.
Gülümseyerek annesine baktım, ardından, “Evet,” dedim. “Ama benim değil, annenin hediyesi çünkü çocukken ona ben almıştım.”
“Ya!” dedi Yağmur heyecanla, ardından bebeği göğsüne yaslayıp annesinin elini sıkıca tuttu. “Teşekkür ederim!”
Eğilip başının tepesinden öptüm, ardından annesi onu sıkıca giydirdi. Kapıyı açan ilk kişi olduğumda, diğerleri de peşimden geldi. Hepimiz ahşap evin önüne dizildiğimizde hava çoktan aydınlanmıştı, güneş aralık ayında olmamıza rağmen gökyüzündeydi ve karlar çamurlaşmaya başlamış, yol temizlenmişti.
“Güneş açmış, gökyüzü aydınlanmış ama bütün sokak lambaları yanıyor,” dedi ardımda kalan Helin, eşine doğru şaşkınlıkla. “Sanırım bu harika bir vedaydı, seneler önce söylemiştin bunu bana.”
Ellerimi ceplerime yerleştirip sokak lambalarına baktığımda gülümsemeden edemedim.
“Bu umut demek, sevgilim,” dedi Yankı. Bakışlarım onlara döndüğünde Sonuncu kapının anahtarını kızına uzattı ve kapıyı kapatıp dizlerinin üzerine çökerek, “Sen kilitle, babacığım,” dedi. “Çünkü bizim ardımızdan bu eve girebilecek tek kişi sadece sen olabilirsin.”
Yağmur uzanıp anahtarı tuttu ve babasının yardımıyla kapıyı kilitlediğinde o kapıyı kilitleyenin bir çocuk olması da aslında umut demekti, anlıyordum. “Sokak Nöbetçileri’nin evi,” dedi Yağmur kısık sesle. Onu sadece ben ve Sonuncu duyabildik.
“Evet,” dedi babası. “Sokak Nöbetçileri’nin ahşap evi.”
“Ne dersiniz?” dedi Bartu’nun sesi. “Bisikletlerle dönelim mi? Birinci olan tüm gün lider olur.”
Gülmeye başladığımda bisikletlere bakarak, “Olur,” dedim, ardından diğerlerine döndüm. “Yeniden size asıl lideri göstermenin vakti geldi.”
Sonuncu gülerek, “Beni pas geçin,” dedi. “Ben kızımla geleceğim arkanızdan.”
“Hayır,” dedi Helin. “Onu ben alırım, hem bir kere de ben birini bisikletime bindirmiş olurum. Sen yarış ve lideri göster lütfen.”
Sonuncu hevesle gülmeye başladığında ileriden bir ses duyduk. “Hey!”
Bakışlarımız o yöne döndüğünde ise yedi çocukla karşılaştık, en önlerinde ise Ferda duruyordu. Sokak Nöbetçileri Yetiştirme Yurdunu yeniden inşa etmiştik ve hâlâ çocuklarla birlikteydik fakat ilk aldığımız çocuklardan bazıları büyümüştü. Ferda’nın boyu uzamıştı, Nadir yaşasaydı o da aralarında olacaktı, Sonuncu’yu kurtaran diğer çocuklar da o gruba dahil olmuştu. Hepsinin bizden bir parça taşıdığı o yedi çocuk, tam karşımızdaydı.
Ferda uzaktan Helin’e el salladığında onların arasındaki bağın hiçbir zaman kopmadığını ve kopmayacağını biliyordum. Helin de aynı şekilde karşılık verdiğinde, “O kim?” dedi kızı annesine.
“Adını ben verdim o güzel kızın,” dedi annesi. “Ferda. Ve sen büyüdükçe ablan olacak, onu tanıyacaksın.”
Sonuncu’yla birbirimize bakıyor, aynı şeyi düşünüyorduk.
İkimiz de aynı anda o tarafa doğru yürüdüğümüzde aralarından uzun olanı, Bartu’ya benzeyeni grubunu korumak istermiş gibi öne çıktı. “Bize bir şey yapmazlar,” dedi Ferda hiddetle. “Böyle davranma.”
“Kimseye güvenemeyiz,” dedi çocuk.
Grubun Sonuncu’ya benzeyeni öne çıktığında, hemen yanında daha sessiz olanı duruyordu. Sonuncu tam karşılarında durup onlara baktı; gördüğümüz, ikimizin de yüzünde gülümseme oluşmasına neden oldu.
“Hanginiz?” dedi Sonuncu bıyık altından gülümseyerek. “Hanginiz lider?”
“Ben,” dedi iki erkek de aynı anda. Biri ben, diğeri Sonuncu. Birbirlerini iteklediler, ardından öne doğru çıkmaya çalıştılar. Kızlardan bir tanesi tıpkı Nil gibi gözlerini devirdi, diğer kız geri planda kaldı. Bir erkek umursamaz bir şekilde ıslık çalıyordu…
“Karar vermeniz gerekiyor,” dedim arkadan. “Yoksa çok kavga edersiniz.”
“Karar veremiyoruz,” dedi Ferda, tıpkı Helin’e benziyordu. “Çünkü ikisi çocuk gibi kavga edip duruyor.”
Sonuncu’yla birbirimize baktığımızda başımızı iki yana sallayıp gülmeye başladık. Sonrasında ise Sonuncu hiç beklemediğim bir anda cebinden bir rubik küp çıkardı, bu küpü evden hangi ara almıştı?
Öne doğru uzattığında eline alan ilk kişi Sonuncu’ya benzeyendi. “Bunu biliyorum,” dedi heyecanla.
Sonuncu başını salladı, ardından, “Hanginiz daha kısa sürede bitirirseniz,” dedi hüzünlü bir sesle. “O lider olacak. Diğer türlü çok savaşırsınız, bu sizin canınız yakar.”
İkisi de rubik küpe baktı ve sonrasında bizi heyecanla onayladılar.
“Yankı abi,” dedi Ferda. “Bir daha gelecek misiniz?”
“Evet,” dedi Sonuncu. “Eve değil ama sizin yanınıza daima.”
“Peki,” dedi Ferda kısık sesle. “Nadir’in mezarına ektiğim çiçekleri gördünüz mü?”
Yutkunmakta zorlandığımda, “Gördüm Ferda,” dedi ve başını önüne eğdi. “O seni daima çok sevdi.”
“Biliyorum.” Tek diyebildiği buydu, yutkunmakta zorlandı. “Ve onu daima yaşatacağım.”
Sessizlik oldu, ağır bir sessizlikti. Artık diyecek hiçbir şey yok sessizliğiydi. Yaşanmışlıkların sessizliğiydi. Gülümsedik karşılıklı, ardından onlara arkamızı döndüğümüzde ikimizin de yüzü düştü.
Bisikletlere yürürken diğerlerinin yerlerini aldığını gördük.
Ben ve Sonuncu da bisikletlerimize geçtiğimizde bakışlarımız kesişti, ardından, “Ben yeneceğim,” dedim. “Çünkü lider benim.”
“Hayır,” dedi Sonuncu. “Ben yeneceğim çünkü asıl lider benim.”
Gülmeye başladığımızda ayaklarımızı pedallara koyduk, ardından Bartu üçten geriye doğru saymaya başladı. Son sayıya geldiğinde pedallara abandık ve bütün gücümüzle sürmeye başladık. Ahşap ev arkamızda kalırken, güneşin doğduğu yere bisikletlerimizi sürüyorduk ve gitgide o evden uzaklaşıyorduk.
Biz yedi Sokak Nöbetçisi, Sokak Nöbetçileri’nin başladığı yerde bize veda ettik.
Biz yedi Sokak Nöbetçisi, 7 Aralık günü bisikletlerimize binen yetişkin hallerimiz değil, hiçbir zaman yedi kişi birlik olamayan çocukluklarımızdı.
Biz yedi Sokak Nöbetçisi, artık zamanı gelmişti ve biz gitmiştik.
Biz yedi Sokak Nöbetçisi, ne olursa olsun kazanmıştık çünkü hâlâ birbirimiz için nefes alıyorduk.
Biz yedi Sokak Nöbetçisi, sokak lambalarının güneş gökyüzündeyken bile yanmasını sağlayabiliyorduk.
Biz yedi Sokak Nöbetçisi, aslında gördüğünüz her çocuğun yüzünde gizliydik.
Biz yedi Sokak Nöbetçisi, hikâyemizin sonundaydık.
Varış noktasına geldiğimizde ne Sonuncu birinci oldu ne de ben. İkimiz de aynı anda vardık, ikimiz de liderdik ve ikimiz de bu aptal kavgaya daima devam etmek istedik.
“Sokak Nöbetçileri masalı bitti mi?” diye sordu Sonuncu, hepimizin yüzüne bakarak ama en çok bana. Çünkü en çok benim sözlerime inanırdı, biliyordum.
“Sokak Nöbetçileri hiçbir zaman bitmez,” dedim az önce gördüğümüz yedi çocuğu hatırlayarak. Onlar yeni Sokak Nöbetçileri olacaklardı, biliyordum ve umuyordum ki bizim gibi iyiliği seçeceklerdi. “Çünkü kardeşim, çocuklar daima yaşamaya devam eder, sokaklar onlara kucak açar, acılar ise onları hiçbir zaman terk etmez.” Gözlerim dolduğunda hepsine tek tek baktım. “Fakat, Koza’nın, Bartu’nun, Mutlu’nun, Işık’ın, Lâl’in, Yankı’nın ve Helin’in hikâyesi sona erdi; bizim masalımız burada bitti; masalımızın son cümlesi ise sonsuza dek mutlu yaşadılar, olmayacak, her ne olursa olsun, birbirleri için yaşamaya devam ettiler, olacak; acılarına, izlerine ve çocukluklarına rağmen.”
***
Koza’nın güncesinden…
07.12.2027
Bugün ikizlerin doğum günü.
Bugün sevgilimin doğum günü.
Sokak Nöbetçileri’nin eski evine geldik, onlar uzun zaman sonra ilk kez geldi, benimse defalarca uğradığımı bilmiyorlar bile.
Yeğenimin elinden tutup buraya getirirken ona onlarca kez anlattığım Sokak Nöbetçileri masalından söz ettim, her seferinde de aynı heyecanla dinledi.
Şimdi biz sekiz kişi yeniden o evdeydik; hem çocuktuk hem yetişkindik.
Ama hepimiz biliyorduk; burası hem huzurdu hem acıydı.
Yine de yaşamaya değerdi, her anlamıyla.
Şimdi bu günlüğü burada bırakıyorum; eğer bir gün çocuk Poyraz büyürse geri dönüp bu günlüğe yazacağım fakat büyümezsem hiçbir zaman günlüğe devam etmeyeceğim.
Çünkü biliyorum, Sokak Nöbetçileri masalına inanmaktan vazgeçmeyen asıl kişi çocuk Poyraz; vazgeçerse büyür, büyürse daha fazla affedemez kendini.
Büyüme Poyraz, gelme buraya geri.
Büyü Poyraz, artık çocuk olunmaz.
“Birinci Sokak Nöbetçisi, Koza”
(Üzeri karalı.)
P.A.
***
Bartu Sarca’nın güncesinden…
07.12.2027
Sokak Nöbetçileri’nin terk ettiğimiz o evindeyiz.
Burada anılar, acılar, çığlıklar, kahkahalar, kaçışlar, nefretler, sevgiler, gözyaşları var.
Burada ailesini ilk defa bulan bir çocuk var.
Burada çocuk olduğu halde diğerlerini korumaya çalışan başka bir çocuk var.
Burada Bartu Sarca var, güçsüzlüğüne rağmen kendini güçlü sanan.
Hayır, bu ev canımı yakmıyor, aksine bana asıl şimdi güçlü hissettiriyor çünkü ilerleyen zamanlar, yaşlar çocukluğu silmiyor, çocukluğu sevdiriyor, şimdi anlıyorum.
Koltuğumun altında Lâl’im var, benim Lâl’im, bu evin içindeyken Lâl onun adı. Bu günlüğü o yanımdayken yazıyorum. Şu an gülümsüyor, ben onu izlerken dalıp gidiyorum.
Şimdi bu günlüğü burada ailesini ilk defa bulan çocuk Bartu’ya emanet edip gidiyorum.
Eğer bir gün geri dönersem bu günlüğü yazmak için, ailemi ve gerçek adımı öğrendim demektir.
“İkinci Sokak Nöbetçisi, Bartu Sarca”
(Üzeri karalı.)
“Yalnızca Bartu”
***
Fırat Göktepe’nin güncesinden…
07.12.2027
Sokak Nöbetçileri’nin eski evine geldik. Çocukluğumdaki umudum, neşem burada ve kendimi ait hissettiğim yer o iki yataklı oda. Her adımımda gerçek ailemi bulduğum zaman olan hislerimi görüyorum. Her adımımda karşıma çıkan; Bartu’nun omzuna atlayışlarım, Işık’ı (üzeri karalı) Nil’i delirtmelerim, Yankı’yı (üzeri karalı) Umut’u şakalarımla bıktırmalarım, Lâl’i (üzeri karalı) Zeynep’i mutlu etmek için güldürmelerim, Helin’e (üzeri karalı) Saye’ye asla rahat vermeyişlerim, Koza’ya (üzeri karalı) Poyraz’a meydan okumalarım oldu.
Ne olursa olsun, bu ev benim enkazım değil, huzurumdu.
Biz yedi kişi yine bu masadayız, birazdan tamamen terk edeceğiz.
Bense günlüğü burada bırakacağım ve eğer bir gün gerçek aşkı bulursam eve geri dönüp bu günlüğü yazmaya devam edeceğim.
Şimdilik ve belki de ebediyen, hoşça kal.
“Üçüncü Sokak Nöbetçisi, Mutlu Sarca”
(Üzeri karalı.)
“Terk eden, Fırat Göktepe”
***
Nil Göktepe’nin güncesinden…
07.12.2027
Bugün bizim doğum günümüz ve Mutlu (üzeri karalı) Fırat eskisi gibi gülebiliyor.
Eski evimize geldik, anılar canımı yakıyor ama bir yandan da eski Sokak Nöbetçileri’ni özlediğimi hissediyorum.
Her şeye rağmen biz dimdik ayakta durmayı ve birbirimizi sevmekten hiç vazgeçmemeyi öğrendik.
Biz her şeye rağmen hem çocuk hem yetişkin olabilmeyi öğrendik.
Biz her şeye rağmen yaşamaya devam ettik.
Şimdi bu günlüğü evde bırakacağım ve bir gün mucize eseri çocuğum olursa günlüğe devam edeceğim.
Şimdilik hoşça kal ve mucize gerçekleşmezse belki de ebediyen.
İyi ki varsın, Işık Sarca, bütün acılarına ve güçsüzlüğüne rağmen.
İyi ki varsın ve vardın Sokak Nöbetçileri, biz ölümsüzüz.
İstenmeyen Sokak Nöbetçisi, Işık Sarca
(Üzeri karalı.)
Dördüncü Sokak Nöbetçisi, Işık Sarca
***
Lâl Sarca’nın güncesinden…
07.12.2027
Eski evimize gelmek beni hem mutlu hem de mutsuz hissettirdi. Duvarlarda fotoğraflar var, benim çektiğim fotoğraflar fakat hepsinde sessizim. Fotoğraflar sessiz olur mu? Sessiz.
Sonrasında çektiğimiz fotoğraflarda sesim var. Bu evde benim sessizliğim var, konuşamıyorum. Videoları izliyoruz, hepsinde sessizim. Seneler geçti, bu yüzümü o kadar çok unutmuşum ki şaşırıyorum.
Fakat yine de çocukluğumuz bu evin içinde bir yerlerde nefes alıyor. Bak, orada ağlıyorum; işte, yukarıda korkuyorum, aşağı kata kaçıyorum.
Hepsi bir anı, hepsi bizi bu hale getiren anılar.
Ve ne olursa olsun, hiç kopmayan biz.
Hemen yanımda Bartu oturuyor; biz sekiz kişi, yeğenimle beraber burada son kez bu masaya oturuyoruz.
Ve biliyorum, hep beraber buraya yeniden gelmeyeceğiz ama ayrı zamanlarda gelmeye devam edeceğiz.
O zamana kadar bu günlüğü burada bırakıyorum.
Geri geldiğimde mutluluğumu ve mutsuzluğumu bir kez daha paylaşacağım.
Bartu, seni ise bütün zamanlarımda seviyor ve sana âşık oluyorum.
“Beşinci Sokak Nöbetçisi, Lâl Sarca”
(Üzeri karalı.)
“Zeynep Elçeri”
***
Umut Güneş’in güncesinden…
07.12.2027
Bugün seneler sonra ilk kez Sokak Nöbetçileri’nin eski evine geldik.
Her yer tozlanmış, küflenmiş, duvarlar kavlanmış, odalar acı kokuyor, adım attığımızda yaşananlar sırtıma yük oluyor fakat artık o kadar da kalbimi sıkıştırmıyor.
Güçsüz değil, güçlü hissettiriyor çünkü her şeye rağmen biz bir bütün olarak kalabildik, üstesinden geldik ve yürümeye devam ettik.
Biz iyileştik.
Kızım ise Sokak Nöbetçileri’yle tanıştı, masal karakterleriymiş gibi.
Acısız, kin barındırmayan, sadece güzellikleriyle ve mucizeleriyle.
En sevdiği masal oldu, bu Yankı’yı daha fazla sevmemi sağladı.
Büyüyeceksin, kızım. Büyüdüğünde sana gerçekleri anlatacağım fakat şimdi geçmişimizi masal karakterleri olarak bilmen senin için çok daha iyi.
Çünkü biz bazen bu dünyanın kötülüğünden utandığımız için senin yüzüne bakamıyoruz.
Günlüğü bu eski evin içinde bırakıyorum; çürüsün diye değil, masal karakteri Yankı bu evin içinde kalsın diye.
Günü geldiğinde ve kızım büyüdüğünde bu günlüğü ona vereceğim.
Şimdilik, hoşça kal geçmiş.
Altıncı Sokak Nöbetçisi, Yankı Sarca
(Üzeri karalı.)
Umut Güneş
***
Saye Güneş’in güncesinden…
07.12.2027
Eski evimizin o kokusu, eskimiş eşyalar, duvardaki kurşun izleri, kırmızı ışıklı oda…
Şimdi hepsi ne kadar uzaksa bir o kadar da yakın ama bütün acılara rağmen bu ev ilk kez ailemi hissettiğim yer; bu yüzden kopamıyorum hatta diğerleri bilmese de bazı günler uzaktan bu evi izliyorum.
Oturup saatlerce konuştuk, ikizlerin doğum gününü kutladık ve eski videoları izledik.
Bir mektup vardı; abimin ve eşimin sırları yazılıydı.
O mektubun getirdikleri ise çok güzeldi.
Şimdi bu mektubu eşimle beraber buraya bırakmaya karar verdik, bir gün kızımıza gerçekleri söylersek yeniden son kez günlüklerimizi yazacağız.
Şimdilik eskiyen eşyaların arasında yepyeni kalacak o günlükteki acılarla ve güzelliklerle elveda.
Yeniden daha mutlu günlerde buluşmak üzere.
Yedinci Sokak Nöbetçisi, Helin Aktan
(Üzeri karalı.)
Saye Güneş
***
HAYATIN İÇİNDEN
GERÇEK BİR SON.
Paragraf Yorumları