Yankı'nın turkuaz rengi gözlerinde ne vardı bilmiyordum ama ona bakarken bütün renklerin turkuaz gözlerinin arkasında gizlendiğini ve o renklerin sadece zehri simgelediklerini düşünüyordum. Maviliği gizlemişti ama bir gün o zehirler, irislerini yırtıp dışarı çıktıkları zaman ben Yankı'nın gerçek bakışlarıyla karşılaşacaktım.
Ona düşündüğümden daha uzun süre baktım, gözlerinin içine zamanın bile kenara çekilip bize izin vereceği uzun bir süre boyunca baktım ve o da bana karşılık verirken benim gibi sorgulayıcı ifadesi yerindeydi.
Turkuaz gözleri uyuşturucu bir etkiye sahipti ayrıca sakinleştiriciydi ve o bunun farkında bile değildi, bundan emindim.
Cama vurulduğunu duydum ve olduğum yerde irkilip başımı Yankı'nın yanındaki cama doğru çevirdiğimde Mutlu'nun eliyle camı açması için işaret verdiğini gördüm. Yankı, gözlerini benden daha geç bir zaman sonra ayırdı ve camı aşağıya doğru indirirken, “Ne oldu Mutlu?" diye sordu.
"Ha?" Mutlu, düz bir yüzle ikimizin suratına baktıktan sonra, “Ne mi oldu?" diye sordu ve alayla güldü. "Mangalı nereye koyalım diye soracaktık, beyaz atletinle seni bekliyorduk." Cama doğru eğildi ve bana bakarak kafasını iki yana salladı. "Seni de yelpaze yaparız, nasıl fikir?"
Yankı, yüzünü çevirip gülümsedi ve birkaç saniye sonra kapısını açarak aşağıya indi. Ben oturmaya devam ederken Bartu'nun bize doğru yaklaştığını gördüm. Işık ve Lâl geride durmuş arabaya doğru bakıyorlardı. Işık'ın eli Lâl'in omzundaydı fakat Lâl'in gözleri benden bir an olsun ayrılmıyordu.
Beni bakışlarıyla öldüremezdi bunu bilmesi lazımdı.
"Helin," dedi Bartu ve o da camdan eğildi. "Neden inmiyorsun? Gideceğiz."
"Galiba korkuyor." Mutlu Bartu'nun omzuna vurdu. "Sen de böyleydin evladım, korkar eteğime sarılırdın ama seni nasıl alıştırdım bu yollara." Elleriyle araba sürüyormuş gibi yaptı ve gaz sesi çıkardı. "Egzoz patlatan adamdan Hızlı ve Öfkeli'deki seksi adamlara döndün."
Bartu, Mutlu'ya gözlerini devirip, “Az önce yaptığından sonra sana benimle muhatap olma demedim mi?" diye sordu. "Aksiyon istiyorsun diye alarmı çaldın lan!"
"Of!" Mutlu defalarca dinlediği senaryoyu bir daha dinliyormuş gibiydi, büyük ihtimal Bartu arabada Mutlu'yu fena şekilde azarlamıştı. "Işık'ın yardıma ihtiyacı vardı ve ben de onu kurtardım." Kaşları çatıldı, elini kıvırcık saçlarına geçirdi. "O adamı döveceğim." Durdu, Bartu'ya baktı. Ben arabadan inerken bana baktı, sonra bir daha Bartu'ya baktı ve şirin bir şekilde gülümsedi. "O adamı döver misin?"
Güldüm ve Bartu da bana eşlik ettiğinde elini burnunun kemerine götürdü. "Beni yollara alıştırana bak sen, şimdi de eteğime yapışmış adamı dövmemi istiyor." Mutlu'nun yüzünün rengi değişirken Bartu bana bakarak, “İlk işimizi aldığımızda ikimiz günü tuvalette geçirdik," dedi. "Mutlu korkudan ve heyecandan durmadan kustu."
"Ne?" diyerek gülmeye başladığımda Yankı diğer arabanın bagajından bir şeyler çıkarıyordu ve Işık'la bir şeyler konuşuyorlardı. Lâl onlardan uzak dursa da kulak misafiriydi. "O kustu, sana ne oldu?"
Mutlu sırıttı. "Kriz zamanları hep kusarım." Sonra kahkaha attı. "Tek başıma o tuvalette olmak istemedim, Bartu’nun yemeğine önceden mideyi bozsun diye ilaç kattım ve bütün günü tuvalette geçirdik. Herkes onun da korktuğu için tuvalette kaldığını düşündü."
Bartu, Mutlu'nun ensesine vurdu ve kaşları çatıldı. "Kardeşim olmasaydın senin bacaklarını kırardım."
"Kardeş mi?" Mutlu, Bartu'nun önde duran elini kavrayıp öptü ve başına koyduktan sonra bana göz kırptı. "Bana kıyamıyor, beni kırbaçlamıyor ama o benim Grey'im."
"Mutlu!" Bartu yapay bir sesle azarladı ama sesinden eğlendiği belli oluyordu. "Yine çok konuştun."
"Bartu, Mutlu." Yankı bize doğru yürürken gözlerimiz ona doğru döndü ve Yankı'nın benden daha çok kardeşlerine baktığını gördüm. Elinde duran cihazı Bartu'ya doğru uzatırken oldukça temkinli ve dikkatliydi. "Ben sizi yöneteceğim. Işık ve Mutlu'yla biz sonradan gireceğiz, şimdilik siz üçünüz giriyorsunuz." Gözleri arka tarafı işaret etti ama dönüp bakmadı. "Lâl'in bir hata yapmasına izin verme, çok öfkeli görünüyor."
Bartu, buğulanmış bakışlarıyla Lâl'e odaklandığında derin bir şeyler düşündü ve nefesini tuttuğunu hissettim. "Bu elimde değil," dediğinde oldukça derinlerden gelen bir tınıyla konuşmuştu ve ne demek istediğini anlamamıştım. Yankı ise anlamıştı.
Bakışlarını Bartu'dan kaçırıp bana baktığında, “Dikkatli ol," dedi. "Aslında o masada en fazla dikkat çeken kişi sen olacaksın. Sana yöneltilen soruları benim söylediğim gibi yanıtlayacaksın, anlaştık mı?"
Kafamı olumlu anlamda aşağı yukarı salladığımda Yankı tekrardan Bartu'ya döndü ve elini öne doğru uzattı. "Ver hadi."
"Neyi?" Bartu düz bir yüzle Yankı'ya bakıp ellerini iki yana açtı. "Ne istiyorsun?"
"Bartu," dedi Yankı gözlerini devirerek. "Sakladığın bıçağını ver. Onunla içeriye giremezsin."
Mutlu kafasını iki yana sallayıp yanımızdan geçip gittiğinde Lâl bize doğru yürüyordu. "Ona ihtiyacımız olacak." Bartu'nun omuzları düşmüştü, yenilmiş gibiydi ama yine de çaba sarf etmek istiyordu. "Olası bir durumda kullanmam gerekebilir."
"Olası bir durumda," dedi Yankı kelimelerin üzerine bastırarak. "Bıçak ya da silah değil, elini kolunu kullanırsın. Sana bunlar yasak, kullanmayacaksın."
Bartu ne yapmıştı da Yankı bu konuda ona karşı böylesine öfkeli hissediyordu? Bartu normalde haklıysa ya da haklı olduğunu düşünüyorsa inatlaşacak biri gibiydi ama Yankı'nın öfkeli sesine karşılık vermeden elini üzerindeki gömleğinin içine soktu ve birkaç saniye sonra gri bir çakıyı açığa çıkardı. Yankı onun elinden bıçağı alırken kaşları çatık bir şekilde Bartu'ya bakıyordu. Devamını bekledi. Bartu nefesini vererek başka bir bıçağı da pantolonunun içinden çıkarıp verdi. Yankı beklemeye devam etti. Daha ne çıkacaktı? Bartu bu kez de kaşlarını çatıp kravatının ucuna sakladığı küçük jileti ortaya çıkardı.
“Yok artık,” dedim ağzımın içinde. Beni duydular ama duymamazlıktan geldiler.
Lâl hemen yanımda durduğunda rüzgârlı hava bile onun soğukluğundan daha sıcaktı. Bakışlarım ona döndüğünde kaşları çatık bir şekilde Yankı'yla Bartu'yu izlediğini gördüm.
"Evet," dedi Yankı ve ellerini birbirine sürttü. Gözleri hepimizin üstünde dolandı. "Siz üçünüz şimdi gidiyorsunuz." Elinde tuttuğu bilgisayar çantasını Lâl'e uzattı ve Lâl onun elinden alırken, “Gözlerimin içine bak Lâl," diye mırıldandı Yankı. "Biz asla birbirimize zarar vermeyiz, bunu biliyorsun, değil mi?"
Lâl uzun bir süre durduktan sonra başını aşağı yukarı sallayıp gözlerini kaçırdı. Bartu benim ve Lâl'in arasına girdiğinde duygularım karmakarışıktı. Birazdan yaşayacaklarım yüzünden kendimi heyecanlı ya da korku dolu hissetmiyordum aksine çok rahattım fakat hata yapmama konusunda ekstra dikkatli olmam gerektiğinin farkındaydım. Bir şekilde onların gözüne girmek için her şeyi yapmalıydım. Lâl bu konuda hata yapmam için elinden geleni yapacağını biliyordum, bunu hissetmiştim.
Bartu ve Lâl yürümeye başladığında ben bir adım gerilerinde kaldım ve Yankı'yla son kez göz göze geldiğimizde, “O halde," diye fısıldadım. "Görüşürüz içeride."
"Görüşürüz," dedi Yankı, duraksadı ve turkuaz gözlerine inanılmaz etkileyici bir ifade oturduğunda gözlerini kıstı. "Görüşürüz, sevgili eşim."
Yutkunmakta zorlandım ve gözlerim ben onları kontrol altına almadan irileşti. Bir anda değişen ifadesi, bakışları hatta ses tonu bile ne kadar güzel bir oyuncu olduğunu gösteriyordu. Onun oyunculuğunun yanında benim yaptığım oyunculuk nasıl görünecekti, bilemiyordum.
Başımı önüme eğdim, Bartu ve Lâl'in yanına yetişerek hemen Bartu'nun yanında yürüdüm. Öndeki arabanın yanından geçerken bakışlarım aracın içindeki bilgisayarlara takılmıştı. Yetimhanenin içindeki kameraların hepsi, bilgisayar ekranından görünüyordu. Yankı uzaktan bizi bu şekilde izleyecekti. Bu kadarı fazla değil miydi, onu kafamın içinde daha ne kadar hafife alabilirdim ve daha ne kadar beni şaşırtabilirdi?
Topuklu ayakkabılarla ne kadar alışık olsam da ayaklarımı rahatsız etmeye ve yara yapmaya başlamışlardı. Hemen yanımdaki Bartu göz ucuyla Lâl'e bakıp, “Lâl," diye mırıldandı. "Somurtkan olduğun zamanlar daha fazla çocuğa benziyorsun." Lâl'in gözleri öfkeyle Bartu'ya döndü ve Bartu "Bak bu işte," dedi ve gülümsedi. "Birazdan kucağıma zıplayıp tırnaklarını geçirecek küçük bir çocuk."
Lâl dirseğiyle Bartu'nun karnına doğru vurduğunda yüzündeki kızgınlık anlık olarak geçti ve gerçekten gülümsedi. Elleriyle bir şeyler söylediğinde Bartu kafasını sallayıp, “Doğru," dedi. "Kollarımdaki tırnak izlerin bir türlü geçmiyor. Peşimdeki kızlar tırnaklarının izlerini kıskanıyor ama onlara diyorum ki 'Lâl hepinizi parçalar, benden uzak durun.'"
Lâl her ne söylediyse Bartu gözlerini devirip, “Nasıl arasın ki beni?" diye sordu. "Kızın babasına gidip bana attığı mesajları gösterdin!"
Kendimi tutamayarak, “Kız arkadaşın mı var?" diye sordum. "Ya da onun gibi bir şey..."
Benim konuşmam Lâl'in gerilmesine neden olmuştu. "Kız arkadaşım yok," dedi Bartu düz bir sesle. Elini saçlarına geçirdiğinde, “Tabii peşimde kızlar var," diyerek cakasını sattı. "Ama hiçbiri cesaret edemiyor çünkü Lâl onların bir çaresine bakıyor."
Gözlerimi devirmemek için kendimi tutarken, “Sanırım Lâl çevresindekileri paylaşamıyor," dedim ve taşı Lâl'e attım. "Beni de kabullenmemesinin nedeni bu. Seni de kıskanıyor olmalı."
İkisinin de gözleri bana doğru döndüğünde Lâl'in öfkeyle bir şeyler söylediğini gördüm. Bartu'nun adımları duraksadı ve Lâl'e bakarken gözlerinden anlamını onu tanımadan çözemeyeceğim bir ifade geçti.
"Yine mi öfkelendirdim?" diye sorduğumda Bartu kaşları çatık bir şekilde bana döndü ve sonra gözlerini kapatıp birkaç saniye sonra açtığında düz bir ifadeyle gözlerime baktı.
"O abisini paylaşamazmış ve sen bunu anlayamazmışsın." Bartu bu cümleyi o kadar kısık bir sesle söyledi ki öne doğru eğilip onu dinlemek için ekstra çaba sarf etmek zorunda kalmıştım. Yüzü az önceki gibi değişmemişti, ifadesizdi ama kahverengi gözlerindeki bulutların karardığına neredeyse emindim.
Cevap vermedim; Lâl'e cevap verebilirdim ama vermedim çünkü cevabımın Lâl'e değil de Bartu'ya dokunacağını düşündüm ve vazgeçtim.
Köşeyi döndüğümüzde yetimhanenin kapısıyla yüz yüze geldik ve kapıdaki iki adam bize doğru baktı. Bartu, kolunu açıp girmem için hareket yaptığında başımı bir kere salladım ve koluna girerek duruşumu dikleştirdim. Gözlerim Lâl'e döndü, bunu yaptığım için rahatsız olup olmadığını tartmaya çalıştım; yüzünde bir rahatsızlık yoktu.
Adamlardan bir tanesi yanımıza doğru ilerlerken diğeri kulaklığından birilerine bir şeyler söyledi; geldiğimizi haber verdiğini anladım.
"Görkem Bey, Hira Hanım," dedi adam bizi selamlarken. Bartu başını bir kere salladı ve kulağımda Yankı'nın sesini duydum. "Adamlara fazla önem vermeyin," diyordu. "Bartu kendinden emin yürü ve Helin konusunda sadece sana güveniyormuşum gibi davran." Durdu, derin bir nefes aldı ve devam etti. "Sakın Helin'in üzerini arattırma, ona dokunmasınlar."
Bartu'yla yarım saniye göz göze geldik ve bunu nasıl başaracağımızı düşündük. Aynı sesler Lâl'e de gidiyordu biliyordum, bu yüzünden okunuyordu.
Kapının önüne geldiğimizde adam, Bartu'nun üzerini aramaya başladı. O kadar dikkatli bir şekilde arıyordu ki çoraplarının içine kadar bakabileceğini düşünmüştüm fakat elindeki dedektörü de bütün bedeninde gezdiriyordu.
Diğer adam Lâl'e doğru yöneldiğinde Bartu Yankı'dan emir gelmesini beklemeden, “Hey," diye çıkıştı. "Onun üzerini kadın arayacak, ne oluyor?"
Yankı'nın bir şeyler demesini bekledim ama hiçbir şey söylemedi ve Bartu'nun bu hareketi yapmasına müsaade etti. Adamlar birbiriyle bakıştılar, kısa bir süre sonra karşı çıkmayarak içeriye doğru "Derya!" diye seslendi bir tanesi. Birkaç dakika sonra bir kadın geldiğinde Lâl'i göstererek, “Üzerini ara," dedi. "Bizim aramamıza izin verilmiyor."
Derya içerideki sorumlu kadınlardan biri olmalıydı çünkü üzerindeki kıyafetler yetimhaneye özgü üniformalar gibiydi. Bizimle bir an bile göz teması kurmadan asker edasıyla Lâl'e doğru ilerledi ve onun üzerini aramaya başladı. Kadın, sadece emirleri yerine getirmekten sorumluydu, bu çok belliydi.
Bartu'nun üst araması bittiğinde, “Ee?" diye sordu. "Bir şeyler bulabildiniz mi?" Küçümseyici bakışlarla adamları süzdü. "Buraya gelirken ne getirmemem gerektiğini biliyorum." Son cümleyi öyle bir imayla söylemişti ki ondan ben bile korkmuştum.
Lâl'in üst araması da bittiğinde adam bana doğru yöneldi ve Bartu hızlı bir şekilde önüme geçip, “Orada dur," dedi. "Hira hanımın üstü aranmayacak. Uras beyin kesin emri."
Adamlar yine birbirlerine baktılar ve bir tanesi "Derya," dedi Lâl'in önünde durup başını eğen kadına. "Hanımefendinin üstünü arar mısın?"
"Helin," dedi Yankı ve sert, kalın sesi ürpermeme neden oldu. "İzin verme." Elimi kaldırıp bana doğru yürüyen kadını durduğumda Bartu "Üstü aranmayacak," dedi kelimelerin üzerine bastırarak. "Gördüğünüz gibi buna izin vermeyeceğim beyler, canınızı yakmamı mı istiyorsunuz?"
Derya denilen kadın geriye doğru bir adım attığında adamlar ne yapacaklarını bilemeyerek birbirlerine baktılar ve bir tanesinin eli kulaklığına doğru gittiğinde, “Beyler," dedim. Önümde duran Bartu'dan sıyrılıp öne doğru çıktığımda olabildiğince dik ve kendimden emin görünmeye çalışıyordum. İkisinin de bakışları bana döndü. "Sizlerle arayı bozmak istemezdim hatta üzerimi aramanızı sizden daha çok isterdim fakat eşim böyle bir şeyi istemiyor ve benim yapabileceğim hiçbir şey yok." Dudaklarımı öne doğru büktüğümde Bartu'nun ve Lâl'in bana şaşkınlıkla baktıklarını biliyordum.
Adamlardan daha kısa ve çocuksu olan, “Hanımefendi," dedi ardından boğazını temizledi. "Bize verilen emir hepinizin üstünün aranması konusunda."
"Anlıyorum ama..." Öne doğru bir adım attığımda adamın benden kısa olduğunu gördüm. "Eşim böyle konularda çok öfkelenir ve inanın ona karşı gelirseniz neler olur, tahmin edemiyorum." Yetimhaneyi göstererek fısıldadım. "Hem emin olun onlar da eşimi tanıyorlar ve saplantılı bir manyak olduklarını biliyorlar. İnanın çıldırmış bir kuduz köpek gibi size saldırır."
"Helin," dedi kulağıma doğru Yankı ve gülümsedim. Adam ona gülümsediğimi sanıyordu ama ben Yankı'ya gülümsüyordum. "Şu an beni sadece sen duyuyorsun." Nefesinin kesildiğini hissettim. "Kaşınıyorsun. Kuduz köpeği onlara değil de sana göstermemi istemiyorsan benim dedikodumu yapmaktan vazgeç."
Onu kızdırmak istemiştim fakat kızdırmak bir yana keyiflenmesine ve bana meydan okumasına neden olmuştum; Yankı'yla bu konuda sürekli karşı karşıyaydık. Ellerimi iki yana açtım ve etrafımda döndüm. "Zaten baksanıza, yanımda silah taşıyacak biri miyim? Ya da bıçak?" Elimi belime koyup çenemi kaldırdım. "Resmen yarı çıplağım, bedenimde bunlara yer bile yok."
"Helin," dedi Yankı. Bir şeyler söylemesini bekledim fakat sustu ardından, “Bartu," diye mırıldandı. "Adamlara ne kadar zengin olduğumdan ve onlara yardımcı olacağımdan üstü kapalı bahset, Helin'in üzerindeki dikkatleri yok et."
"Bartu!" Mutlu'nun sesi uzaktan duyuldu, büyük ihtimâl Yankı'nın elindekileri almaya çalışıyordu. "Adamım onları da beni silkelediğin gibi silkelesene ha, yemedi mi? Onlarla öpüşme bebeğim, onları döv!"
Bartu elini ensesine koydu. "Yine, çok konuşmadınız mı?" dedi ve cümleyi adamlara değil de Mutlu'ya söylediğini anladım. "Beyler çok uzatmadık mı?" Yanıma geldi ve koluna girmem için işaret verdi. "Uras beyle birazdan karşılaşacaksınız ve bu iyiliğinizin karşılığını misliyle alacaksınız, emin olun."
Kafamı aşağı yukarı salladığımda olabildiğince cilveli görünmeye çalışıyordum ama Bartu'nun kolunu tutan elim sımsıkıydı, o da bunu hissediyordu. Adamlar bu süre içerisinde düşündüler ve defalarca bakıştılar. Yüzümdeki gülümseme silinmiyordu, duruşum değişmiyordu fakat sabırsız birisi olduğumu biliyordum.
Kısa boylu olan, “Pekâlâ," dedi ve bakışları bana döndü. "Siz nasıl isterseniz hanımefendi."
Derin bir nefes verdikten sonra, “Teşekkür ederim," diye mırıldandım. "Kocam size bu iyiliğinizin karşılığını verecektir." Adam kafasını salladı ve önümüzü açtılar. Bartu'yla birbirimize baktık, ikimiz de gülümsedik ardından yetimhaneden içeriye girdik.
"Kocam mı?" Konuşan Mutlu'ydu ama Yankı'ya laf söylüyordu. "Nasıl da içten söylüyor görüyor musun? Kendini role fazla kaptırdıysa ve seni gerçek kocası sanıyorsa ne yapacaksın?"
"Mutlu, ver şunu. Bu oyun değil." Yankı'nın sesi öfkeli gelmiyordu ama Mutlu'ya karşı koymak için çaba sarf ettiği belliydi.
"Bir de Helin'e laf söylüyorum, bakışlara bak!" Mutlu bağırdı ve Yankı onun elindeki her neyse sertçe çekti. "Karıcığını koruyan koca bakışları, kılıbık bir eş!"
"Mutlu sus!" Bartu, kısık bir sesle inlediğinde kimsenin bizi duymamasını istiyordum. "Seni düdük yutan çocuğa çeviririm." Birkaç kere çırpınma sesi geldi ardından sessizlik bize kollarını açtı.
Derin bir nefes verdim, başımı kaldırdım ve eğdiğimde her şey daha farklıydı. Bu kapıdan girdiğimizde duygularımız, düşüncelerimiz, ruhlarımız, yollarımız bambaşkaydı fakat hissetmiştim; bu kapıdan çıkarken hepsi yıkılacak geriye ise gidemediğimiz yollarımız kalacaktı.
Yetimhanenin içi soğuktu, ilk hissettiğim buydu. Tenimi ısıran soğukluk ve çocukların bu soğukta nasıl uyuduklarını düşündüm. Girişteki bir memur bize gülümsedi ve ileriyi eliyle işaret edip geçmemiz için yol verdi. Bartu, kendini tutamayarak etrafı inceledi fakat onun kolunu daha sıkı tuttum. "Bartu," diye fısıldadığımda gözlerimi yumdum. "Bakma, bakarsan hissedersin, hissedersen her şey zorlaşır."
Bartu'nun gözleri hızlıca bana döndü ve hissettim; kapalı gözlerimin ardından bana baktığını hissettim ve gözlerimi açtığımda yutkundum. Tam önümüzdeki memurun sırtından başka hiçbir şeye bakmıyordum, Bartu ise bana bakıyordu. Ona destek olmak için tırnaklarımı koluna geçiriyordum, o ise ona destek olmamı bekliyordu ve o anda aramızda tarif edemeyeceğim bir bağ oluştu; güçlü bir bağ değildi, ikimizin gücünü birleştiren bir bağdı. O an onun bana, benim de ona ihtiyacım vardı, ikimiz de bunu hissetmiştik.
"Çocuklar uyuyor," diye açıklama yaptı memur. Koridordaki ışıklar kapalıydı, odaların kapısı kapalıydı bunu görebiliyordum. "Onlardan birini görmek ister misiniz?"
"Hayır," dedim hızlı bir şekilde ve memurun açtığı asansörün kapısından içeriye neredeyse Bartu'yu sürükleyerek girdim. "Çocukları ve onların seslerini pek sevmem, tahammülüm yok."
Memur dudaklarını birleştirdi ve başını salladığında bana katıldığını gördüm. "Ekmek parası," dediğinde sesinde çaresizlik vardı. "Ben de çocuklarla pek anlaşamam ama onlar benimle iyi anlaşmak zorunda kalıyorlar."
Bartu'nun kolu kasıldı, onun kolunu sımsıkı kavrayan parmaklarım hafifçe gevşedi ve gülümsediğimde yüzümdeki ifadeyi her şekilde gizlemeye çalışıyordum. Ona nasıl olduğunu soracak cesaretim yoktu çünkü nasıl olduğunu biliyordum.
Sırtım acıdı, boynum acıdı, saçlarım acıdı, karnım acıdı, dizlerim acıdı, bacaklarım acıdı; ruhum acıların arkasından en çok kendisinin parçalandığını fısıldadı.
"Vurma!" Sarışın memur sırtıma bir kere daha vurmuştu elindeki sopayla ve yere düşmüştüm. Karnımın altındaki cam parçaları, çıplak kollarıma batmaya başlamıştı. "Lütfen vurma!" Ellerimi yumruk yapmıştım; avuçlarımın içine dolan cam parçaları, avuçlarımı kesmişti. "Kanıyor artık, canım yanıyor. Mahvoldum, vurma!"
Vurmaktan hiçbir zaman vazgeçmediler, izleri bedenimde kaldı, kesikler kalbime kadar battı ama artık eskisi kadar da kanamadı.
Benim canımı ne kadar yakarlarsa yaksınlar, akıttıkları kan sadece vücudumdan aktı, bir süreden sonra ruhum kanamayı bıraktı çünkü parçalanan bir ruh daha fazla parçalanamaz ve kanayamazdı.
"Neler oluyor?" dedi kulağımdaki ses. Yankı beni düşüncelerimden sesiyle sıyırdı. "Asansörde kamera yok, sizi göremiyorum. Sessizlik oldu. Sorun var mı?"
Asansörün geldiğimizi bildiren sesiyle beraber kapılar açıldı ve alt kattaki kötü koridorlar yerine daha parlak ışığın, daha güzel tabloların olduğu bir yere çıktığımızı fark ettim. Sıcacıktı burası, soğuk değildi. Bartu Yankı'nın içini rahatlatmak istermiş gibi "Güzel bir restoran," dedi. "Yetimhanedeki yemekhaneler normalde daha kötü oluyor."
Memur yürürken güldü. "Çocuklar burada yemek yemez, onlar zemin katta yiyorlar. Burası patronumuza ait bir yer."
"Elbette öyle," dedi Bartu sinirle ve sesini anında düzeltip gülümsedi. "Patronunuz kendini çok önemsiyor, bunu duymuştum."
Memur, Bartu'ya şüpheyle bakıp, “Sizin patronunuz da ondan geri kalmıyor," diyerek topu başka yere attı. Gözleri bana döndü ve baştan aşağı süzdükten sonra, “Eşiniz yani," dedi. "Yanlış anlamayın. Onun da kontrol manyağı olduğunu duymuştum."
"Öyle," dedim kısaca ve memura küçümseyici bir bakış attım. "Sizin patronunuz ve benim eşim arasındaki en büyük benzerlik çalıştıkları önemsiz kişilerin çok konuşması olabilir mi?" Kadın afalladı ve kaşları kalktı. "Sizin gibi bir tane daha çalışanımız vardı, eşim hakkında çok konuşurdu ve sonra bom! İşine son verildi."
Memur, gözlerini benden kaçırdı ve Yankı'nın gülümsediğini hissettim. Bu nasıl oldu bilmiyorum ama onun gülümsediğini hissettim. "Üzgünüm," dediğinde bir kapının önünde durdu. "Bazen çenemi tutamıyorum."
"Helin." Yankı yine sadece bana konuşuyordu, bunu biliyordum. "İğneleyici laflarını benden başkasına batırman hoşuma gitti ama sadece bana başkaldırmanı ve meydan okumanı isterim." Yüzümdeki ifade değişti ve kaşlarım sorgulayıcı bir şekilde çatıldı. Ona cevap vermek istedim ama bunu yapamayacağımın da farkındaydım.
"Sorun yok." Kadını görmezden gelmek istiyormuş gibi kapalı kapıya baktım ve açmasını bekledim. Bartu da aynı şekilde durduğunda Lâl'i unuttuğumu fark ettim. Göz ucuyla ona baktığımda aslında yanımızdaki en önemsiz duran kişi oydu. Bartu'nun sekreteriydi ve tek işi onunlaydı. Konuşmak zorunda kalmayacaktı, kimse onun üzerine gitmeyecekti. Lâl'e konuşamadığı için hep böyle roller mi veriyorlardı?
Beyaz, büyük kapılar iki yana doğru aralandığında içeriden güzel kokulu yemeklerburnuma doldu. Gözlerime ilk çarpan ortadaki büyük beyaz masaydı ve üzerindeki yemek dolu tabaklardı; bir şarap şişesi masanın ortasındaydı. İçeride oldukça parlak bir ışık vardı, gözleri alacak kadar parlaktı ve bu rahatsız ediciydi. "Sağ tarafa oturun," dedi Yankı. "Bu kısmı şansa bıraktım ama bilirsiniz, her planda bir kere de olsa şansı yoklarım ve o hep benim yanımda olur."
Neden sağ taraf dediğini anlayabiliyordum, sandalyelerden birinin altında silah vardı ve olmasını istediği yere doğru yönlendiriyordu bizi.
Gözlerim karşımdaki adamlara takıldı.
Rasim, fotoğraftaki adam gibi karşımızdaydı ve gülümseyerek bize bakıyordu. Yanında Tankut yani sevgilisi vardı; aralarındaki çekimden bile bu anlaşılıyordu. Tankut'un hemen yanında orta yaşlarda kızıl saçlı bir kadın vardı, eşi Güzide olmalıydı. Güzide'nin omuzlarından sıkıca tuttuğu küçük bir kız çocuğu vardı. Yaşı yedi ya da sekiz olmalıydı, o kadar korkutucu bakıyordu ki gözlerimi ondan kaçırmak zorunda kalmıştım. Aslında biliyordum, korkutucu olan onun bakışları değil, yaşadığı hayattı.
Arka tarafta dört tane koruma vardı, korumaları çok iri değildi fakat donanımlı bir asker gibi oldukları açıkça ortadaydı. Bartu da benimle aynı şeyi düşünmüş olacak ki duruşunu dikleştirdi.
O sırada Rasim'in arka tarafından on beş on altı yaşlarda bir erkek çocuğu çıktı ve öne doğru bir adım atarak bize doğru baktı. Kahretsin, onu görmememiz gerekiyordu, onu Bartu'nun görmemesi gerekiyordu. Onun burada olmaması gerekiyordu.
"Helin," dedi Yankı ve o an sadece bana konuştuğunu anladım. "Bartu'yu sakinleştirecek tek kişi Lâl. Ona bunu söyledim." Lâl ile göz göze geldik ve bana baktığını gördüm, gözlerini kırptı. Bartu konusunda ona güvenmemi sağladı. "Bartu'yu kontrol etmek onun elinde, Lâl bunun için şu an yanınızda."
O an, Yankı'nın neden Lâl'i yanımızda gönderdiğini anladım; Bartu'yu kontrol edebilecek tek kişi Lâl'di ve Yankı bunu çok iyi biliyordu.
On beş on altı yaşlarındaki erkek çocuğunun gözlerinin altı mosmordu ve üzerindeki kıyafetler eskimişti. Bağımlı olduğu kollarından belliydi ve o kadar kötü bir haldeydi ki ona bakarken kaşlarımı çatmadan durmadım.
"Hoş geldiniz," dedi Rasim. Zorlukla Bartu'yu içeriye doğru soktum. O sırada Lâl'in hafifçe Bartu'nun sırtına dokunduğunu ve onu sakinleştirmek için sıvazladığına gördüm. Bartu, Lâl'e baktı, aralarında bir bakışma geçti ama ben buna şahit olmak istemedim.
"Merhaba," dediğimde Rasim'in öne doğru uzattığı eline baktım. Parmakları titriyordu. Elim elinin içine kavuştuğunda terlemiş avuçlarını hissettim. "Kendimizi tanıtmamıza gerek var mı?" Sağ tarafa doğru ilerlediğimde Yankı'nın söylediği gibi o taraftaki sandalyelere bizim oturacağımızı kesinleştirdim.
"Hayır hayır," dedi Rasim ve başını omzuna doğru düşürdü. "Hepinizi biliyoruz ama sizi ilk defa görüyoruz. Gerçekten eşinizin sizi neden bu kadar gizlediği belli oluyor, bir mücevher gibisiniz." Tankut'a baktığımda Rasim'in aksine sapık gibi baktığını gördüm. Rasim erkeklerden hoşlanıyordu ama Tankut için aynısı geçerli değildi, anlamıştım. "Bizim kendimize tanıtmamıza gerek var mı?"
"Hayır," dedim ben de onun gibi. "Sanırım Tankut Bey ve Güzide Hanım olmalı."
"Evet." Tankut öne doğru çıkıp elini uzattı. Onun elleri Rasim'in aksine titremiyordu. Boyu uzundu, sarı saçları omuzlarına doğru dökülüyordu ve gözleri rahatsız edici bir yeşil renkteydi. "Nasılsınız?"
Elini sıktım ardından gülümsedim. "İyiyim, teşekkür ederim." Rasim'in aksine onun elleri buz gibiydi, daima her şeye hazırlıklı bir adamın soğukluğu vardı.
Güzide sadece gülümsemekle yetindi fakat elini uzatmadı. Kızıl saçları kirli görünüyordu, bulunduğu konumdan memnun muydu bilmiyordum ama iyi bir halde olmadığı belliydi. O da bağımlıydı hatta şu an maddeye ihtiyacı varmış gibi bakıyordu.
Hepimiz masadaki yerlerimizi aldığımızda Bartu yanımdaydı, onun yanında ise Lâl. Önümüzdeki tabakta kocaman bir et yanında ise patates püresi yer alıyordu.
"Yemeklerden yemeyin," dedi Yankı fakat bunu ben de düşünebilmiştim. Gözlerim restoranın içindeki kamerayı aradı ve sonunda köşedeki kameraya kaçamak bir bakış attığımda, “Helin," dedi Yankı. "Dön önüne, tamam, bunu sen de düşündün."
"Umarım açsınızdır," dedi Rasim ve elini kaldırıp arkasında duran on beş yaşındaki erkek çocuğunu çağırdı. "Nadir, şişelere şarapları doldur, oğlum."
Bartu, dirseğini masaya yasladı ve şakaklarını hafifçe ovalayarak kendi kendine bir süre verdi. O sırada nedense Yankı'nın ona bir şeyler söylediğini hissettim ya da bu sadece boş bir düşünceydi. Birkaç saniye geçti, Bartu biraz daha sakinleşmiş şekilde başını kaldırdığında bu sefer Yankı hepimize konuştu: "Bartu, Helin'in fazla konuşmasına izin verme, sen onun sözcüsü olacaksın."
"Maalesef." Bartu'nun hızlı cevabı kaşlarımı anlık çatmama neden oldu. "Aç değiliz, gelmeden önce başka bir toplantıdaydık ve orada bir şeyler yedik."
Küçük kız çocuğu masanın köşesinde oturmuş önündeki yemeğini yiyordu ve bir yandan da annesi olarak düşündüğüm Güzide'ye bakıyordu. O sırada Tankut'un gözlerini ayırmadan beni izlediğini fark ettim. Direkt bana bakarak, “Uras Bey geç kalacakmış," dedi. "Nedenini öğrenebilir miyiz?"
Soruyu bana soruyordu, ne diyeceğimi bilemediğim için ona hafifçe tebessüm ederek baktım fakat o sırada Yankı "Sürprizim olduğunu söyle Bartu," dedi.
Bartu "Uras beyin size bir sürprizi olacak," dediğinde Tankut'un gözleri Bartu'ya döndü ve bir saniye bile oyalanmadan tekrardan bana baktı. "O zamana kadar ben size eşlik edeceğim ve anlaşma maddelerini sunacağım."
"Tamam hallederiz yahu!" Rasim iğrenç bir şekilde güldü ve önündeki etinden büyük bir parçayı ağzına attı. "Daha önce defalarca Uras'la konuşmuştuk, anlaşmaya sıcak baktığımızı biliyor."
"O kadar emin konuşmayalım Rasim." Tankut'un Rasim'i yönettiğini anlamam çok uzun bir zamanımı almamıştı, asıl söz Tankut'daydı. "Sonuçta eşinin işlerini yöneten bir adamdan bahsediyoruz." Yine bana taşı atıyordu ve bu taşı bir şekilde ona döndüreceğimi düşünüyordu.
"Öyle," dedi Bartu ardından bana baktı. "Eşi Uras beye sonsuz bir güven içerisinde. Zaten Hira Hanım bu tarz işlerle pek ilgilenen birisi değil."
"Hira Hanım," dedi Tankut düz bir sesle ve masanın üzerinden bana doğru eğildi. "Sözcünüz olmadan direkt olarak size bir soru yöneltebilir miyim?" Bana oynuyordu, nedenini bilmiyordum ama bana oynuyordu.
"Elbette," dedim sakin bir sesle fakat Yankı'dan bir şeyler söylemesini bekliyor, ona göre hareket etmeyi diliyordum. Eğer bir şeyler bana bırakılırsa her şey ya çok iyi sonuçlanırdı ya da çok kötü bunun farkındaydım.
Tankut duruşunu düzeltti ardından önündeki şarabından birkaç yudum aldıktan sonra, “Denizler holding bir ihracat firması," dedi. "Neden bir yetimhaneye ortak olmak istediğinizi öğrenebilir miyim?"
"Helin," dedi Yankı ve sesinde baskınlığı hissettim. "Açık aramaya çalışıyor, Tankut bir şeylerden şüpheleniyor. Düşündüğümden daha zeki çıktı. Ona ucu açık yanıtlar ver ve onu küçümsemeye çalış."
"Tankut Bey," dediğimde öne doğru eğilme sırası bendeydi. Göğüslerim masaya doğru dayandığında Tankut'un gözleri göğüslerime doğru kaydı ardından bakışlarıma tırmandı. "Ortak olmamın nedeni ihtiyacı olan çocuklara yardım etmek istemem değil tabii ki." Bu yanıtı beklemediği açıktı, Rasim de dikkatle bana baktı. "Çocuklar umurumda değil, benim amacım daha başka ama bunu şu an dile getirmek istemiyorum."
"Aferin kızıma," dedi Yankı ve kendini tutamadığını fark ettim. "Bu şekilde devam et."
"Sakıncası yoksa amacınız nedir?" Soruyu soran Rasim'di ama Tankut da aynı merakla bana bakıyordu. "Ortak olacaksak bir şeyleri bilmemiz gerekiyor."
Gülümsedim. "Ben böyle konularda geride durmayı daha çok seviyorum, eşim size amacımı söyleyecektir." Bakışlarım Tankut'a döndü. "Tankut beyin aksine bir adım geride durmak her zaman daha doğrudur."
Aralarındaki ilişkiyi bildiğimi belli etmeye çalışmış, ikisinin gerilmesini istemiştim fakat Tankut düşündüğümün aksine rahat bir şekilde oturarak, “Sizin gibi parayı yedirmeyi değil, yemeyi seviyorum demek ki," dedi. "İkimiz bu konuda zıt kişileriz."
Açık konuşması beni şaşırtsa da tepki vermeden yüzüne bakmaya devam ettim. Çehreme kondurduğum gülümseme oldukça samimiyetsizdi fakat masadaki en samimiyetsiz kişi kesinlikle ben değildim, bunu da biliyordum.
"Aslında amacınız konusunda birkaç duyum aldık." Rasim yemeğini yemeye devam ederken önemsiz bir konudan bahsediyormuş gibiydi. "Fakat bunu direkt duysak daha iyi olur gibi."
"Uyuşturucu konusunu biliyor," dedi Yankı hepimizin kulağına. "Ben söylemedim ama kulağına çalınmasını sağladım. Bartu birazdan cebine koyduğum maddeyi masaya çıkarmanı istiyorum."
"Ne?" Bartu beklediğimden daha büyük bir tepki verdiğinde masadaki herkesin bakışları ona döndü ve Yankı "Kahretsin," diye inledi. "Sakinleş." Bartu, büyük ihtimal cebinde bir maddeyle girdiğini bilmiyordu.
"Uras'ı arar mısın, dedim." Toplamak isteyerek cümleyi tekrar ediyormuş gibi davrandım. "Ne zaman geleceğini öğren."
Bartu, afallamış bir ifadeyle başını salladı ve masadan kalkıp köşeye doğru giderken cebinden telefonunu çıkardı. O sırada küçük kız çocuğu Tankut'a seslenerek, “Baba!" dedi. Gözlerim hızlı bir şekilde kız çocuğuna döndüğünde yutkunmuştum. Yemyeşil gözleri babasının gözlerine benziyordu, kocaman gözleri vardı. Sarı saçları dalgalı bir şekilde beline kadar dökülüyordu. Üzerine giydiği elbisesi tertemiz ve şıktı. "Aşağı inip çocuklarla oyun oynayabilir miyim?"
"Onun burada olması ne kadar doğru?" diye sordum dayanamayarak. Bakışlarım Güzide'ye döndü. "Annesiyle beraber evinde olması daha doğruydu."
"Ben annesi değilim." Güzide'nin net cümlesini Tankut tamamladı. "Ama ben babasıyım. Benim birçok kızım vardır."
Lütfen, dedi iç sesim sanki kendine tırnaklarını geçirerek. "Evlatlık mı aldınız?" Kız çocuğuna bakarken olabildiğince soğuk olmaya çalışıyordum ama dayanamıyordum, ona verilen hayat bu olmamalıydı.
"Gibi," dedi Tankut. "Bana ihtiyacı vardı ve ben de onu aldım. Benden ayrılamıyor, o yüzden burada." Kız çocuğuna döndü ve elini saçlarına dokundurdu; sanki saçlarıma dokunulmuş gibi ürperdim. Bakışlarında şefkatin tek bir harfi bile yoktu. "Birazdan beraber aşağı ineceğiz, kızım."
Bartu masaya geldi ve bana bakarak, “Beş dakikaya burada," dedi ardından daha rahat bir şekilde masaya kuruldu. Onun gerçekten Yankı'yla konuşmuş olabileceğini hissettim çünkü az önceki gerginliği gitmişti. "Uras Bey gelene kadar bütün konuları konuşmamızı istedi." Lâl'e baktı ve bilgisayarı işaret etti. "Yetimhane kaç kişilik olacak? Ayırdığınız bütçe nedir?"
Rasim bitirdiği tabağını öne doğru itekledi ve erkek çocuğunu tekrardan yanına çağırdı. Daha rahat görünmek için elimi çeneme yerleştirdim ve bacak bacak üstüne attım. Rasim çocuğu sert bir şekilde kolundan çekip yanına aldı ve üzerindeki tişörte ağzını sildiğinde salladığım bacağım durdu ve Bartu'yla Lâl'in bilgisayara bakan gözleri donuklaştı. "Ayırdığımız bütçe önemli değil," dediğinde çocuğu sertçe itekledi, çocuk tökezleyerek geriye doğru gittiğinde başımı tabağa doğru eğdim. "Buradan daha büyük olmasını istiyoruz ama geneli erkek çocuk olacak." Gülümsedi, öyle iğrenç gülümsedi ki gözlerimi yummak zorunda kaldım. "Erkekleri eğitmeyi seviyorum."
Bartu dudaklarını birbirine bastırdı ve Lâl önündeki bilgisayara Rasim'in söylediklerini yazdı. "Yemekler peki?" diye sordu Bartu ve bu soruyu sadece kendisi istediği için sorduğunu anladım.
"Yemekler?" Rasim Bartu'nun ne dediğini anlamamıştı ve kaşları kalkmıştı. "Ne yemeklerinden söz ediyorsun?"
"Çocuklar," dedi Bartu sesini biraz daha yükselterek. "Onlar ne yiyorlar?"
Rasim yine gülümsedi ve elini kaldırıp, “Nadir!" diye seslendi. "Siz ne yiyorsunuz?"
Bartu'nun dizlerinin titrediğini gördüm; masanın altındaki dizleri öfkeden dolayı titriyordu. O sırada Lâl, elini Bartu'nun bacağına koydu ve sıktı. "Ne varsa," dedi çocuk kısık bir sesle. "Her gün farklı yemek çıkmıyor. Bazen hiç yemek yemiyoruz ama umurumuzda değil. Babamız olmasa biz bir hiçiz."
"Bir de her gün farklı yemek mi çıkacak eşek herif," dedi Rasim ve Nadir'in ensesine sert bir şekilde vurdu. "Sen zaten yeterince doymuyor musun?" O an içimden uyuşturucuyu kastetmiş olabileceğinin duası bile geçti, bu hale bile geldim.
"Öyle babacığım," dedi Nadir ürkek bir sesle. "Sen olmasan biz ne yaparız?" Korku bir insanı köleye döndürebilirdi; korku bir insanı hiç edebilirdi. Nadi korkuyordu, onu çok iyi anlıyordum.
Gerçek hayat işte tam da buradaydı, karşımdaydı. Hayat o güzel kitaplardaki ve filmlerdeki gibi olmayacaktı; gerçek hayat fazlasıyla karanlıktı.
Bartu'nun dizleri daha fazla titredi ve Lâl dönüp Bartu'ya baktı. Gözlerimiz kesiştiğinde bir şeyler yapmam gerektiğini ve konuyu Bartu'dan uzaklaştırmam gerektiğini anladım. "Peki," diye konuya dahil olduğumda Rasim bana baktı. "Yetimhaneye ortak olduğumuzda bizim de söz hakkımız olacak. Okul masraflarını biz karşılamak isteriz."
"Okul mu?" Rasim Tankut'a bakıp gülmeye başladığında Tankut'un gözleri hala üzerimdeydi. "Bunlar ne söylüyor?"
"Bu çocukları sadece uyuşturucu için mi kullanıyorsunuz siz?" Bartu'nun cümlesiyle bakışlarım sert bir şekilde ona döndü ve Lâl'in de dudakları aralandı. "Başka hiçbir şey yaptırmıyor musunuz?"
Masada derin bir sessizlik oldu, öyle derin bir sessizlikti ki bir an ne yapacağımı bilemedim ve dirseğim masadan kaydı. Nadir ile gözlerimiz birbirini buldu ve bana muhtaçmış gibi, ihtiyacı varmış gibi baktı. Kolları mosmurdu, dudakları mosmurdu, çelimsiz vücudunun bize ihtiyacı vardı.
"İşte," dedi Tankut ardından cebinden bir sigara paketi çıkardı, masaya koydu. "Gerçekçi konuşmaya başladık. Biz de bu anı bekliyorduk."
Kafamı ağır ağır salladığımda Yankı "Helin, sadece sana konuşuyorum," dedi. Devam etmesini bekledim ama etmedi, sonra başka bir ses geldi ve arabanın kapısının kapandığını hissettim. Geliyor muydu?
"Çocuklar bizim kuryelerimizdir," dedi Tankut ve Rasim kendi karaktersiz paltosunu adeta Tankut'a verdi. "Onlar taşıyıcı bir anne gibi bebeklerimizi yani mallarımızı taşır. Onları yönetmek için uyuşturuyoruz ve işlerimizi bu şekilde yaptırıyoruz. Bilirsiniz, çocuklar uyuşturulmadığı sürece canavara dönüşebilirler ve biz onların içlerindeki canavarları susturuyoruz. Yurt dışı ticaretimizi onlar üzerinden yapmak daha sağlıklı oluyor." Çenesini sıvazladığında ne yapmaya çalıştığını bilmiyordum ama bizi ya çukura düşürmeye çalışıyordu ya da çukuru gösteriyordu. Tek bildiğim bu kadar çabuk dökülmesi hiç normal bir şey değildi, gerçek yüzümüzü görmeye çalışıyordu. "Nadir," diye seslendi Tankut. Nadir koşarak Tankut'un yanına gittiğinde tek bacağının aksadığını gördüm. "Karnını aç."
İstemiyordum. Daha fazlasını istemiyordum ama tahammül etmem gerekiyordu, bunun farkındaydım. Bartu'nun bacakları öyle bir titriyordu ki artık sanki masa da titremeye başlamıştı. Ellerini aşağıda yumruk yapmıştı, Lâl'in bir eli yumruğunun üzerindeydi fakat titremelerini geçiremiyordu.
Nadir karnını açtı ve dikiş izlerini gördüm; öyle çok dikiş izleri vardı ki sanki karnımı ben canlıyken dikmişler gibi hissettim. "Nadir'in ciğerleri tükenmek üzere," dedi Tankut rahat bir sesle. "Çok yakında ölecek."
"O kaç yaşında ki ciğerleri tükenmek üzere?" diye sorduğumda sesim çok kısık çıkıyordu.
"On beş ama vücudu çok ağır maddelere maruz kaldı artık dayanamıyor." Sanki ondan bir çocukmuş gibi değil, bir objeymiş gibi bahsediyordu. "Yeni yetimhaneye ölmek üzere olan çocukları toplayacağız ve onlar öldükten sonra taşıyıcı olmaya devam edecekler. Yurt dışı ticaretimizi bu şekilde ilerletmeyi planlıyoruz. Kadavralar daha sessiz olur, içlerindeki canavarları ise tamamen yok olur."
Midemin bulandığını hissettim, aşağıdaki sıkıca birleştirdiğim ellerim mideme doğru gitti ve yüzümü buruşturmamak için çaba sarf ettim. Küçüktü, çok küçüktü. Minicik bir çocuktu, yaşadıkları yetmezmiş gibi öldükten sonra da bedeni ve ruhu rahat bulmayacaktı. Onun küçük bedeni ne bu hayatta ne başka bir hayatta güzelliklerle kavuşamayacaktı.
Sustuk.
Bartu'nun titreyen dizleri durdu, yumruk yaptığı elleri iki yana düştü ve söylenilen her şeyi tek tek dinlerken gözlerindeki ifadenin parçalandığını, daraldığını, mahvolduğunu gördüm. Sanki Bartu'nun karşısındaki Nadir kendisiydi ve Bartu sanki kendi ölümünü bekliyordu; öyle bir bakıyordu ki sanki o ölecekti.
"Bartu, sakin ol," dedi Yankı ama Bartu hiç olmadığı kadar sakindi. Yumruğunu kaldırıp vurabilecek durumda bile değildi. "Aklından ne geçtiğini biliyorum, biz oraya bunlar için gelmedik." Kahretsin, böyle sakin kalamazdı, bu kadarını kimse kaldıramazdı. Kaldıramıyordum. Öyle ağırdı ki kaldıramıyordum, Nadir'in gözlerindeki ifade öyle acılıydı ki yaralanıyordum.
"Sustunuz," dedi Tankut ve gözleri direkt beni buldu. "Böyle şeyleri umursar mısınız?"
"Umursamam, de." Yankı'nın sesi netti ama derinlerde sanki başka anlamlar vardı. Tankut'un gözlerinin içine bakarken bu kelimeyi kurmak öylesine zordu ki birkaç saniye öylece bakabildim. "Helin," dedi Yankı. "Umursamıyorsun, kızım."
"Hayır," dediğimde boğazımı temizledim. Nadir'in gözlerindeki umut ışığı yıldızlar gibi değil, sönmek üzere olan bir mum gibi parçalandı. "Umursamıyorum, çocuklar pek dikkatimi çekmiyor."
Tankut gözlerimin içine baktı ve samimiyeti ölçmeye çalıştı fakat yalan bir bakışa rastlamadığında, “O halde," dedi ve sigarasının kapağını açarak bana doğru uzattı. "Sizinle ama sadece sizinle güzel bir eş olacağız."
Sigaraya baktım ardından gözlerim yüzüne tırmandı. Yankı "Al sigarasından," dedi bana. "Helin, sigarasından al ve ona onun gibi davran." Aşağıdaki ellerim titriyordu, parmaklarımı açıp kapattım ve gözlerimi yukarıya doğru diktim. Bir an kameraya baktım, beni izleyip izlemediğini bilmiyordum ama yardım dileniyormuş gibi baktım. "Yap bunu," dediğinde adeta savaş içerisinde gibiydi. "Beni dinle."
Parmaklarım sigarasının paketine doğru yaklaştı ve rastgele bir sigarayı çektikten sonra hızlıca titreyen parmaklarımı gizlemek istermiş gibi aşağıya doğru indirdim. "İçmiyor musun?" dedi Tankut tekil konuşmalara geçerek.
"Helin," dedi Yankı ve sesinde anlamlandıramadığım bir tını hissettim. "Şu an beni sadece sen duyuyorsun." Ne geliyordu, Yankı benden ne isteyecekti? "İki göğsünün arasına koyduğum sigarayı hatırlıyor musun?" Kafamı istemsiz bir şekilde iki yana salladım, Tankut sorusu için yaptığımı düşündü ama ben ona yapmıyordum. "O sigarayı Tankut'a ver."
Kendimi etrafı kan gölüne dönmüş bir savaş meydanının ortasında tek başına kalmış asker gibi hissediyordum ve bunu hissettiren sadece Yankı'ydı. Karşımda savaştığım kişi vardı, ona kılıç çekebilirdim, onu parçalayabilirdim, ona zarar verebilirdim fakat Yankı o kişiye savaşmıyormuş gibi davranmamı istiyordu. Ona oynamamı, ona rol yapmamı, ona gülümsememi istiyordu fakat etrafımdaki kan gölü küçücük çocukların kanlarıydı.
"Hira Hanım?" Tankut elini kaldırıp bana doğru salladı sadece saniyelerim vardı. Yankı benim önüme öyle bir seçenek sunmuştu ki ben her şeyi boş verip arkamı bile dönebilirdim. İlk defa her şeyi yok edip kaçmak istiyordum, ilk defa başladığım yoldan geriye doğru dönüp gitmek istiyordum fakat biliyordum, dönsem de geldiğim yere ulaşamazdım çünkü çok karanlıktı; ışıklar Yankı'nın ellerindeydi.
"Helin." Yankı'nın sesini duydum, fısıldıyordu. "Beni duyuyor musun? Beni duyuyorsun. Ne dediğimi hatırlıyor musun? Her şeyin başlangıcı ve sonu benim. Ben sonu yazdım ve o sonu gerçekleştirmek şu an sadece senin elinde. Sigarayı ona ver. Bunu yapmamız gerekiyor."
Benden ne istiyordu? Beni test mi ediyordu? Ona karşı oynadığım bütün oyunların piyesi sanki yok oldu ve gerçekliğimle onun karşısına dikilip hesap sormak istedim. "Ben sadece kendi sigaramı içerim aslında," dediğimde çoktan kararımı vermiştim. "Size de onu ikram etmek isterim."
Tankut'un kaşları kalktı, sorgulayan gözlerle bana baktı. Bana uzattığı sigarasını masaya bıraktım ve elim iki göğsümün arasına doğru gitti. Terlemiştim, parmaklarıma nem bulaştı ve sıcacık olduğumu fark ettim. Ensemden aşağıya sırtıma doğru ter damlalarının düştü.
Parmaklarımın arasında sigarayı tutup çıkardığımda Tankut'un gözleri sadece ve sadece göğüslerimdeydi. Gözlerim bana artık bakamayan Nadir'e kaydı, gözlerim Tankut'un elinde mahvolacak olan küçük kız çocuğuna kaydı ve ikisini izlerken ortaya çıkardığım sigarayı Tankut'a doğru uzattım.
Tanrı kötü biri olmamı istememişti, vicdanıma farklı bir son yazmıştı ama Yankı kötü biri olmam için elinden geleni yapmıştı ve onun yazdığı son için oyunumu oynamıştım.
"Çok tuhaf..." Tankut'un düşünceli sesiyle zaman sanki parçalandığı yerde tekrardan birleşti ve gözlerim yanımdaki Bartu'yla Lâl'e kaydı. İkisi de bana büyük bir şaşkınlıkla bakıyor, bunu gizlemiyorlardı. Bekledim, Tankut'un sigarayı elimden almasını bekledim ve o da beni yanıltmadı, sigarayı alıp parmaklarının arasına koydu. "Gerçekten güzel bir eş olacağız."
Midem bulanıyordu. Elim dudaklarıma doğru gitti, kendimden defalarca tiksinmiş biri olarak daha fazla tiksindim.
Tanrı kötü biri olmamam için elinden geleni yapmıştı ama Yankı kötülüğümle beslediğim çiçeğime su dökmemi istemişti. Yankı yazdığı son ile vicdanımı parçalayarak Tanrının önüne atmıştı.
O sırada bulunduğumuz restoranın kapısı açıldı ve içeriye az önce bizi buraya getiren memur ardından Yankı, Işık ve Mutlu girdi. Gözlerim direkt Yankı'yı buldu, ona öfkeyle değil, nefretle de değil, mide bulantısıyla baktım ve bana ne yaptığını görmesini istedim. O ise beni pas geçerek direkt olarak Tankutlara doğru yöneldi.
Mutlu'nun kıvırcık saçları dağılmıştı, gözlerinin altı daha fazla morarmıştı ve bomboş bakıyordu. Göz göze geldik ama öyle güzel rol yapıyordu ki onu tanıyamadım bile. Nadir ve ikisini yan yana koysalardı ikisinin de aynı durumda olduğunu söylerdim. Tek fark Mutlu gerçekten iyiydi ama Nadir, ölmek üzere olan bir çocuktu.
"Uras Bey." Rasim direkt olarak Yankı'nın elini sıktı. Güzide yine es geçildi ve sıra Tankut'a geldiğinde onun Rasim gibi ayağa kalkmadığını gördüm. Yankı tepesinde dikildi, elini önüne doğru uzattı ve bekledi. Tankut birkaç saniye sonra elini sıktığında samimiyetsiz bir şekilde gülümsedi.
Bartu ayağa kalktığında benim de kalkmam gerektiğini hissettim ve titremeye başlayan dizlerime rağmen zorlukla ayağa kalktım. Yankı Bartu'ya sadece şöyle bir baktı sonrasında bana yaklaştı ve gözlerimin içine odaklandı. Ona bakarken hiç olmadığım kadar yoğundum, dışarıdan gören ona olan aşkımdan yoğunluğumun geldiğini düşünebilirdi ama öyle değildi.
Tanrı iyi biri olmam için elinden gelen her şeyi yapmıştı ama Yankı, kötülük için beni savaş piyonuna döndürmüştü.
Yankı'nın eli sırtıma doğru kaydı, parmakları çıplak tenimde dolandı ve baskı yaptı. Tankut ve Rasim'e bizi göstermeye çalıştığını anladım fakat öyle bir baskı yapıyordu ki canım yanmıştı. Beni kendine çekti, onun bedenine adeta saplandım ve göğsüm göğsüne çarptı. Dudakları kulağıma doğru yaklaştığında, “Beni affedeceksin," diye fısıldadı. "Sadece bekle ve sana verdiğim ödülümü gör. Sen muhteşem bir sona imzanı attın."
Dışarıdan beni öpüyormuş gibi görünüyordu ve kimse kulağıma fısıldadığını göremiyordu ama nefesi, benim canlı olduğumu hissettirecek tek dayanak gibiydi. Kokusu başımı döndürmüştü fakat mide bulantım hala geçmiyordu.
Elim ceketinin yakasına gitti, onu kendime biraz daha çektim; bedeniyle bedenim bütünleştiğinde yanağım sakallı yüzünde sürtündü. Parmakları sırtıma daha fazla yaslandı. Kulağına doğru eğilerek, “Ödül umurumda değil. Bana gerçekten kötü bir insanmışım gibi hissettirdin," diye fısıldadım. "Sırf bu yüzden seni affetmeyeceğim."
Her şey aslında birkaç saniye içerisinde olmuştu fakat bana ve Yankı'ya sanki uzun saatleri almış gibi geldiğinin farkındaydım. Vücudunu vücudumdan uzaklaştırdı. Dudakları alnıma bir öpücük kondurdu. “Benim güzel Hira’m,” dedi herkesin duyabileceği şekilde. “Muhteşem görünüyorsun.” Ardından Bartu'nun kalktığı sandalyeye hemen yanıma oturduğunda gözleri Tankut'a ve Rasim'e döndü. Ben de oturduğumda kontrolün ellerimden kayıp gittiğinin rahatlığı içerisindeydim.
Tankut elinde tuttuğu sigarasına baktı, sonra bana baktı ardından havaya kaldırıp dudaklarına doğru götürdü. İki dudağının arasında sabitlediği sigarasının ucuna çakmağının ateşini yaklaştırdığında dikkatli bir şekilde onu izliyordum ve Yankı'nın da benim gibi olduğunu gördüm.
Ucunu ateşe verdi fakat içine çekmeden dudaklarından uzaklaştırdı, bu sefer bana değil Yankı'ya baktı ve sigarayı Rasim'e uzattı. "Canım istemiyor, sen içsene."
Rasim elinden sigarayı aldığında Yankı ve Tankut arasında sözsüz bir bakışma geçti, aralarındaki elektriği hissettim; bu elektriğin hepimizi çarpacağına emin oldum. Rasim sigarasını içerken Mutlu'ya bakıp, “Uras Bey siz gelmeden önce bir her şeyi konuştuk," dedi ve gözleri Güzide'ye kaydı. Güzide bilgisayar çantasından bilgisayarı çıkarıp önüne serdiğinde Işık da aynı şeyi yaptı ve asıl amacımıza geldiğimizi anladım.
"Biliyorum." Yankı'nın düz sesi, hiç beklemediğim şekilde rahat geliyordu. "Görkem'e bir şekilde yolunu yapmasını ben söylemiştim ve yanımda bu çocuğu da getirdim." Gözüyle Mutlu'yu işaret etti. "Size bırakacağım çocuk bu. Ona karşılık şu çocuğu istiyorum." Nadir'i işaret ettiğinde Yankı'nın tırnağını yerken kanattığını gördüm.
"Ne?" Rasim gülmemek için kendini tuttu ve sigaradan büyük bir duman daha çekti. "Neden? Bu çocuk ölmek üzere."
"Ölmek üzere olan çocuklara ihtiyacım var," dedi Yankı ve sesi onlardan daha iğrenç bir küçümseme içerisindeydi. "Ben sizin aksinize kurye gibi değil, daha farklı kullanacağım." Sırıttı, ne kadar rol yaparsa yapsın iğrenç görünüyordu ve mide bulantım daha fazla artıyordu.
"Saçma." Tankut sözü devraldığında gözleri Rasim'in üzerindeydi ve onu inceliyordu. Sonra Yankı'ya baktı. "Bu çocuk ne işimize yarayacak?"
"Asıl kurye bu velet." Yankı Mutlu'ya gülümsedi. "İnanılmaz iyi iş çıkarıyor ve güzel yolları var. Size hiç bilmediğiniz malları getirir." Elini açtı ve Bartu'ya uzattı; o an Bartu'nun cebindeki malı beklediğini anladım. Bartu, Yankı'nın hemen arkasında duruyordu ve bir an önce buradan çıkmak istediğini biliyordum, Lâl olmasaydı şu an her şey mahvolabilirdi bunu da biliyordum.
Bartu, elini pantolonun cebine attı ve kart cüzdanını çıkardı. Kendisi de nerede olduğunu bilmediği için Yankı'ya verdi. Yankı avucunun içine bırakılan kart cüzdanının üçüncü gözünden poşetin içindeki beyaz bir tozu çıkardı ve masaya attı. "Bu mal dünya üzerinde iki ya da üç yerde üretiliyor. Bu velet bana bunu buldu."
Rasim, hayran olmuş gibi Mutlu'ya ardından mala baktı. "Al senin olsun," dedi Nadir'i öne doğru itekleyerek. "Zaten ölü sayılır."
Yankı Mutlu'ya kafa hareketi yaptığında Mutlu Rasim'in arkasına gitti ve Nadir de bizim tarafa doğru geldi. Yankı acelesi varmış gibi davranıyordu, nedeni ise bilinmezdi fakat bir şeyleri çabuk şekilde gözden çıkarmaya çalıştığı açıkça ortadaydı.
"Görkem," dedi Yankı elini kaldırarak. "Çocuğu alıp götür buradan, ona ne yapacağımızı biliyorsun."
"Abi ne olursun," dedi Nadir, Bartu'ya bakarak. "Ne olur yaşatın beni, ölmek istemiyorum." O an Rasim'den kurtulmanın verdiği güvenle sesi yüksek çıkıyordu ve kurtarılmayı bekliyordu.
"Görkem," dedi Yankı dişlerini sıkarak. "Sustur şu küçüğü, tahammül edemiyorum." Kahretsin, nasıl güzel rol yapabiliyordu. Kötü bir adam olmayı, iğrenç birine dönüşmeyi bu kadar kolay elde etmemeliydi.
Bartu, elini Nadir'in omzuna koydu ve işaret parmağını dudaklarına yaslayarak sus işareti yaptı, çıkışa doğru yürümeye başladı. O ara duraksadı, dönüp Lâl'e doğru baktı ve gözleri kısıldı. Lâl ise hafifçe tebessüm ettiğinde içini rahatlatmaya çalıştığını anlamıştım. Bartu'nun içi rahatlamadı, bunu biliyordum fakat yapabileceği başka hiçbir şey olmadığı için kapıdan çıktı ve büyük ihtimal kasaya doğru ilerledi. Planlar biraz daha değişikliğe uğramış gibiydi.
"Şimdi gelelim şu yetimhane anlaşmasına," dedi Yankı ve Işık'ın önünde açtığı bilgisayarı kendi önüne doğru çekti. Güzide'nin açtığı bilgisayara bağlanmak için bir şeyler yapmaya çalıştığını anlamıştım fakat kendimi o kadar kötü hissediyordum ki odaklanmamaya çalıştım. İhale belgeleri değildi konu, Yankı, o bilgisayardan başka dosyaları çekecekti. Bundan adım gibi emindim.
"Bir saniye," dedi Tankut ve gözleri Yankı'ya odaklandı. "Neden her şey için bu kadar çok acele ediyorsun?"
"Acele mi?" Yankı kafasını iki yana salladığında Tankut'u küçük görüyormuş gibi davrandığını anlamıştım fakat bize söylediği onun düşündüğünden daha zeki olduğuydu. "Size neden acele ettiğimi söylerdim fakat şu küçük kız çocuğu beni engelliyor. Zaaflarımın karşısında pek sakin kalmayı beceremem."
"Ne?" Tankut gülmemek için kendini zor tutuyormuş gibiydi. Kız çocuğu sandalyenin bir tanesinde uyuyakalmıştı. "O saatlerdir burada."
Yankı, başını geriye doğru yatırdı, göz kırptı ve beni gösterdi. "O da benim küçük kızım." Yüzüne baktım, maskelerine baktım; maskelerinin katına baktım, maskelerinin arkasında sakladığı yüzlere baktım. Ne yapmaya çalışıyordu? O sırada bilgisayar ekranında aktarılan dosyalar görüntüsünü gördüm ve bakışlarımı kaçırdım. İstediği eğer buysa başarıyordu, küçük kız çocuğundan ne istiyordu?
"Senin derdin ne?" Tankut karşısında büyük bir ruh hastası görmüş gibi Yankı'ya odaklanmıştı, onun dengelerini değiştirdiğini anlamıştım. "Kafan yerinde mi?"
O ara Rasim'e baktım ve bize dinlediğini ama sanki bizim yanımızda değilmiş gibi durduğunu hissettim, alnı boncuk boncuk terlemişti. Gözlerinin feri uzaklaşmış gibiydi, dudakları aralıklıydı. Ona baktığımı biliyordu, o da bana bakıyordu ama bomboştu.
"Bugün kafam pek yerinde değil çünkü fazla doz alamadım," dedi Yankı ardından ellerini masaya koydu ve çenesini dikleştirdi. "Eşime nasıl baktığını görebiliyorum Tankut. Başkalarının gözü gibi baktığı insanlara zaafın var, bunu da biliyorum. Ama bilmelisin ki benim de küçük kızlara zaafım var." Yüzü bana döndü, baştan aşağı süzdü ve tekrardan Tankut'a yöneldi. "Onu sana bir geceliğine verebilirim ama bana şu küçük kızı verirsen." Gözleri küçük kız çocuğuna kaydı, Güzide'nin kaşlarının çatıldığının gördüm. "Biliyorum, Tankut. Sen de böyle çok fazla kız çocuğu var ama bende yok."
Rasim'e yine baktım, dili hafifçe dışarı çıkmıştı, nefes alamıyor gibiydi ama yardım da isteyemiyordu. Tankut ona bakmadığı için göremiyordu, korumalar arka tarafta kalmıştı ve onu sadece biz görebiliyorduk. Neler oluyordu, hiçbir şey anlayamıyordum ve kalbim sıkışmaya başlamıştı.
Dosyalardan sonra beni bir mal gibi satacak mıydı? Güvenini bu şekilde mi kazanacaktım? Kahretsin, beni bu kadar ucuz mu görüyordu?
Tankut bana baktı, Yankı'ya bir daha baktı. "Ciddisin," dedi düz bir sesle. O an Tankut'un zaafının da kadınlar olduğunu ve bu zaafın zekâsını alt edebileceğini gördüm.
"Ciddiyim," dedi Yankı. "Hira benim için sadece bir kasa. Ona takıntılıyım çünkü o giderse paralarım da gider. Parası dışında istediğin gibi onu kullanabilirsin."
Midem daha fazla bulanmaya başlamıştı, bu sefer elimle sıkıca ağzımı kapattım çünkü alt edemeyeceğim kadar büyük bir mide bulantısıydı. Bu kadarını kaldıramazdım; başım dönmeye başlamıştı ve terler ensemden boşalıyordu.
"Al senin olsun," dedi kız çocuğu için Tankut. "Bu kadın bu gece benim."
Yankı gülümsedi ve Işık'a bakarak, "Kız çocuğunu alıp çık buradan," dedi. "Arabama götür, ben de geliyorum."
Burada kalamazdım, burada kilitlenemezdim, burada terk edilemezdim; burada yok olamazdım.
Yankı'ya dileniyormuş gibi baktım ama o bana bakmadı; Lâl'e baktım ve onun bile gözlerinde Yankı'ya karşı sorgulayan ifadeyi gördüm.
Yankı planı eksik anlatmıştı, ben av olmuştum. Göğüslerimin arasına koyduğu sigara bile bir fantezi değildi, en başından belli olan bir kumardı.
Bir saniye… O sigara?
Işık hiçbir şey söylemeden ayağa kalktı ve kız çocuğunu uyuduğu yerden uyandırarak onun elini tuttu. Kız çocuğunun bakışları Tankut'a kaydı, Tankut ise, “Geliyorum birazdan," dedi kızı kandırarak. "Sen git."
O sırada bilgisayardaki aktarım işleminin bittiğini gördüm. Dosyayı Lâl'e göndermiş olacak ki "Sen de git," dedi ona bakarak. Lâl bir süre Yankı'nın yüzüne baktı ve gitmek istemiyormuş gibi donuklaştı. Yankı'nın dakikalardır ilk defa maskesinin düştüğünü gördüm ve "Hadi," dedi yalvarır gibi. "Git."
Rasim'in sığ nefesler aldığını duydum, Işık ve küçük kız çocuğunun kapıdan çıkışıyla beraber sığ nefeslerinin sesi yükseldi ve yüzü kıpkırmızı oldu. Eli gömleğinin yakasına doğru gittiğinde boğazına bir şeyler takılmış gibi sesler çıkarmaya başladı ve o an aslında her şeyi çözüme kavuşturdum, zihnimdeki domino taşları tek tek Yankı'nın önüne doğru devrildi.
Sigara. Sigara düşündüğüm gibi bir sigara değildi, daha farklıydı ve Tankut'u zehirlemek üzere iki göğsümün arasına koyulmuştu. Her şey bir plan dahilindeydi ve herkes aslında kendi görevini yerine getirmişti. Nadir'i kurtarmıştı, küçük kız çocuğunu kurtarmıştı, dosyaları kendine göndermişti belki de paralara bile erişmişti fakat vicdanı, merhameti onun karşısında dikilmiş, bu adamlardan hesabını sormuştu.
En başından beri bu adamların ölüm fermanını yazmıştı; en başından beri bu adamların öleceğini, en başından beri bu masadan geldiğimiz gibi kalkmayacağımızı biliyordu.
Tankut, Rasim'e baktı, ayağa kalktı ve o sırada Yankı'nın Lâl'e doğru kısık bir sesle, “Koş," dediğini işittim. Sonra her şey çok hızlı gelişti ve Lâl eline bilgisayarı alarak o kadar hızlı bir şekilde koştu ki Tankut adamlara doğru "Yakalayın!" diye bağırmasına kalmadan Lâl çoktan kapıdan çıkmıştı. Pencerenin yanında Mutlu çoktan halatı pencereden aşağıya indirmişti. Tankut hangi tarafa döneceğini şaşırmıştı ve bir anlık Yankı'yla göz göze geldi.
Rasim, titreyerek ve ağzından kanlar çıkarak oturduğu sandalyeden yere düştüğünde Güzide olduğu yerden kalktı ve çığlık atmaya başladı.
Zihnim çalıştı, beynim bozuk bir çark gibi değil de tamamen doğru şekilde çalıştı ve her şey yerli yerine oturdu. Silahlardan bir tanesi sandalyelerin altındaydı ve o sandalyenin Rasim'in oturduğu sandalye olduğunu biliyordum, adımın Helin olduğu kadar emindim çünkü Tankut o zehirli sigarayı içtiğinde Rasim'i öldüren tek şey, o silah olacaktı. Bizim sandalyelerimizin kontrol edilme ihtimaline karşı onların oturduğu sandalyeye silahı yerleştirmişti.
Rasim, öyle çok titriyordu ki gözlerinin beyazları ortaya çıktı ve olduğu yeri bile, yeryüzünü bile titretti. Sadece bir anlık Yankı'yla birbirimize baktık, her şey birkaç saniye içerisinde oldu ve geriye kalan iki adam bize doğru koşmaya başladı, diğer iki adam Lâl'in peşinden gitmişti. Tankut, yere eğilmiş Rasim'in başını tutarken, “Sizi mahvedeceğim!" diye bağırıyordu fakat ortalarda Mutlu'nun olmadığını gördüğümde açık olan pencereden çıktığını ve birazdan her yerin kararacağını anladım.
Anlaşmıştık, silahı kim patlatırsa geriye kalan herkes kaçacaktı.
Yankı bir anlık ne düşündüğümü anlamış gibi kafasını iki yana salladı ve adamların silahlarını çıkardığını gördüm. Olduğum yere çöküp masanın altına girdiğimde ve Rasim'in sandalyesinin altına doğru yürüdüğümde bir silah sesinin patladığını duydum.
Düşündüğüm tek şey vardı; o an lanet kafamın içinde düşündüğüm tek şey vardı o da fedaydı.
Rasim'in oturduğu sandalyenin altında duran ve bantlanmış olan silahı bir an bile düşünmeden tutup çektim. Birinin bacaklarımdan çektiğini hissettiğimde bu kişinin Tankut olduğunu anladım ve sert bir tekmeyi yüzüne geçirdiğimde, “Yankı!" diye bağırdım. Ayağımdaki topuklu ayakkabılar etrafa saçılmıştı. "Silah bende!" O sırada korumalardan bir tanesinin elindeki silahı bana doğru tuttu ve hiç düşünmeden, bir an bile tereddüt etmeden elimdeki silahla elinden vurdum. Biliyordum, düşünseydim, o kurşun dışarı çıkmayacaktı ama bana bu şekilde öğretilmişti; ne olursa olsun bir an bile düşünmemeliydim.
Elinden vurduğum adam acıyla inlediğinde ve silah düştüğünde yüzünü tutan Tankut tek gözünü kapatarak yere düşen silaha doğru ilerledi, attığım tekme gözüne denk gelmişti. Masanın altından, “Yankı!" diye haykırdım. "İyi misin?"
Kendimi toparlamaya çalıştım, dizlerim kanıyordu ve kan izleri betona izlerini bırakıyordu. Burnuma kan kokusu geliyordu, kanın kokusu hemen dibimdeki Rasim'in ağzından akan kandaydı.
Üşüdüm, terledim, yandım, söndüm, soğudum, buz kestim. "Yankı!" diye bağırdım bir daha ve masanın altından çıkıp doğrularak silahı Tankut'a doğru uzattım. O da elindeki silahı kalbime doğru tutuyordu ve bakışlarında öyle bir ifade vardı ki bir an bile düşünmeden beni orada öldürebilirdi, gözünü bile kırpmazdı bunu görebiliyordum, hissediyordum çünkü ben de ona karşı aynı şekilde hissediyordum.
Etrafıma baktım, Yankı yoktu. Pencereye doğru baktım, Yankı yoktu. "Yankı!" diye seslendim geriye doğru adımlar atarak. "Yankı!" Sırtım bir vücuda çarptı ve o an başımın arkasında silahın soğuk namlusunu hissettim.
Yandım, bir daha yandım, daha fazla yandım fakat sönemedim. Buz kestim ama yanarken buz kestim; üşüdüm ama yanarken üşüdüm. Yalnızdım, silah patlamıştı ve geride sadece ben kalmıştım, geriye kalanlar plandaki gibi kaçmıştı. Yalnızdım çünkü silah benim elimde patlamıştı. Yalnızdım çünkü hep yalnız bırakılmıştım. Yalnızdım çünkü ölüme terk edilmiştim.
Yalnızdım çünkü ben hayatın evlatlık çocuğuydum ve hayat beni hiçbir zaman öz bir evladı gibi sevmemişti.
Yalnızdım.
Tankut bir adım attı, kafamın arkasındaki soğuk namlu yetmezmiş gibi alnımın ortasına silahı dayadı ve elini gözünden çekti. O an tekme attığım gözünün şiştiğini gördüm. "Yalnızsın," dedi ezberlediğimi bana söyleyerek. "Ve seni mahvedeceğim."
Yalnızdım.
Yalnızdım ve ölecektim.
Yüzüne baktım ve elimde tuttuğum silahımı kalbinin üzerine yasladım. "Ben öleceğim," dedim kendimden emin bir sesle. "Ama senin gibi bir pisliği de bu dünyadan temizleyeceğim."
Tankut gülümsedi, ölüm onu korkutmuyordu ama silahların soğuk namluları bana dayalıyken ölümün beni korkuttuğunu hissedebiliyordum. Uzun zaman sonra ilk defa yaşamak istediğimi hissediyordum, uzun zaman sonra ilk defa gerçekten nefes almak için daha fazla nedenim varmış gibiydi.
"İkimiz de yalnızız," dedi düz bir sesle. "Yalnızlar bu dünya üzerinde zaten yer etmezler ve kimse onları fark etmez. İkimiz de öldüğümüzde fark edilmeyeceğiz."
Yalnızdım, ölecektim ve bunu istemiyordum. Yalnız ölmek istemiyorum.
Gözlerimi kapattım, elim silahımın tetiğine doğru gitti ve parçalayacağım kötü kalbin huzurunu hissetmek istedim. En azından ölmeden önce bir kalbi parçalayacaktım ve bu kalp, kötü bir kalp olacaktı.
"Aynı anda," dedi Tankut ruh hastası bir ses tonuyla. "Üçten geriye doğru sayalım." Dişlerimi sıktım ve "Üç," dedi. Alnıma namluyu daha fazla bastırdı. "İki."
Bir olsun istemiyordum, ölmek istemiyordum.
Bir ses geldi, sesi takip eden adımlar ve kapalı gözlerime rağmen ışıkların söndüğünü hissettim. Gözlerimi açtığımda etraf zifiri karanlıktı ve alnımdaki soğuk namludan başka hiçbir şey hissedemiyor, başka hiçbir şey göremiyordum.
Sonra bir silah sesi duyuldu, gözlerimi sıkıca yumdum, öldüğümü sandım canımın yanmasını bekledim fakat başımın arkasındaki vücut düştüğünde ve namlu uzaklaştığında canım acımıyordu. Bir anda alnımdaki namlu da uzaklaştı ve çırpınma sesleri duydum.
Etrafa bakmaya çalıştım, bir şeyler görmek istedim; silahı havaya doğru kaldırdım ama kullanamadım çünkü neler olduğunu bilmiyordum fakat bir anda başka bir silah patladı ve o an, geriye doğru sendeledim ve arkamdaki duvara çarptığımda acıyla çığlık attım.
Kolum sanki yanıyordu, kolum sanki parçalanıyordu, kolum sanki kopuyordu. Başka bir silah daha patladığında bir daha bağırdım fakat bu sefer artık ışıklar gelsin istiyordum. Elimi koluma doğru bastırdığımda ıslaklık parmaklarıma bulaştı ve elimi burnuma doğru yaklaştırdığımda kendi kanımın kokusunu aldım.
O an ışıklar yerine geldi ve karşımda Yankı'yı gördüm. Yerdelerdi, Yankı Tankut'un üzerindeydi ve Tankut'un elinde bir silah vardı. Rastgele her yere ateş ediyordu fakat Yankı silahı tutan bileğini kavramış kendisine ateş etmesini engelliyordu. Şiddetle inleyerek ve kolumu tutarak onlara bakarken gözlerimin acıdan dolayı dolduğunu biliyordum.
Yankı sert bir yumruğu Tankut'un yüzüne geçirdiğinde Tankut "Beni neden öldürmüyorsun?" diye sordu ve o an Yankı'nın da elinde bir silah olduğunu gördüm.
"Çünkü bana sağ lazımsın artık," dedi Yankı dişlerini sıkarak. Silahın arkasıyla sert bir şekilde Tankut'un yüzüne vurdu. Tankut sersemlemiş bir şekilde yüzünü yan tarafa doğru çevirdiğinde elindeki silah düştü ve diğer tarafa doğru ilerledi.
En başından beri ölecek olan kişi zaten Rasim'di. Yankı, Tankut'un o sigarayı içmeyeceğini bile bile böyle bir kumar masasına oturmuştu ve kumar masasından galip kalkmıştı. Bahsettiği şans buydu. Şans yine Yankı'dan yana olmuştu.
Başka bir yumruğu daha Tankut'un yüzüne geçirdiğinde kırılma sesinin geldiğini duydum ve bu ses, Tankut'un kırılan burnuydu. Yankı, yumruklarını art arda Tankut'un yüzüne indirirken Tankut bayılmıştı ve öylece bir kum torbası gibiydi. Birkaç dakika sonra Yankı Tankut'un üzerinden kalktığında olduğu yerde derin nefesler aldı ve yüzünü bana doğru döndürdü.
“Helin.” Gözleri ilk başta yüzümde dolandı, beni inceledi; dolan gözlerime baktı sonra bakışları kolumu tutan elime kaydı ve gözlerindeki ifade değişti. "Vurulmuşsun," dediğinde fısıldadı ve bana doğru bir adım attı.
Yüzüne bakarken, kolumdaki acı ya da yaşananlar hiçbir şey umurumda değildi.
Yalnız değildim. Kendimi bildim bileli yalnızdım ama bugün yalnız değildim; bugün hayatın öz çocuğu olmuştum ve hayat bana Yankı'yı getirmişti.
Tanrı iyi birisi olmamı istedi; Yankı iyi birisi olmasam da bana senelerimin nefretinin ödülünü verdi, öfkelerimin azalması için bir ölümü hediye etti.
Tanrı o ölümü biliyordu, Yankı o ölüme beni götürdü.
Rasim'in ölümü, benim geçmişimin acısını azaltacak bir ödüldü ve onu öldüren aslında bendim.
Kırmızı ışıklı odada hissettiğim acının hafiflediğini fark ettim.
Eli koluma doğru uzandığında dolmuş gözlerle, “Yalnız değilim," döküldü dudaklarımdan. Hayat öz çocuğunun saçlarını okşadı sanki ve Tanrı bana gülümsedi, ben Yankı'ya gülümsedim. Bir anda sağlam olan kolumla Yankı'nın boynuna sarıldım ve onu sıkıca kendime çektim. İstedim, bir kez daha istedim; birisi bana sarılsın istedim; birisi ben ağladığımda bana sarılsın istedim. Üçüncüyü beklemedim, ikincide ben sarıldım çünkü hislerim önümde boyunlarını eğmişti.
Silah patlamıştı, gelmeyebilirdi; plan buydu ama gelmişti. Yalnız değildim. Av değildim. İlk defa öylesine birisi değildim.
Yankı duraksadı, derin bir nefes aldı. "Yalnız değilsin," diye fısıldadı. Sonra eli belimi kavradı ve o da bana sarıldı; sıkıca sarıldı, acımı unutturacak kadar sarıldı. Boynunu eğen hislerimi utandıracak kadar sıkı sarıldı.
Hayat öz çocuğunun saçlarını okşamayı bıraktı, omuzlarına dokundu ve onu bir adamın kollarına attı. Bu delilikti ama benim de aklımın yerinde olduğu söylenemezdi.
Tanrı Yankı'ya sarılmamı istedi, Yankı bana sarıldı ve o an iyiliğin de kötülüğün de hiçbir anlamı kalmadı.
“Yalnız değilsin, Helin,” dedi bir kez daha. Bu kez kendinden daha emindi.
Paragraf Yorumları