logo

48. KORKUSUZLUK

Views 206 Comments 1

KOZA

Ben Sokak Nöbetçileri kurucusu, Birinci Sokak Nöbetçisi, Koza.

Gerçek adıma her zaman sırtımı döndüm ve kendi iç sesimle bile o ismi tekrar etmedim çünkü küçük kız kardeşim Helin gibi değilim; Helin o adamın verdiği isimle yaşamaya devam edebiliyor, ben edemiyorum. Asla kabullenemiyorum, asla o ismi sevemiyorum.

Ve kimse bana o ismi sevdirmiyor ama küçük kız kardeşim sevdi, sevdiren birisi var.

Önder'in ilk günahı, ilk çocuğu, ilk acemiliği, ilk işkencesi, ilk nefreti ve belki de ilk katili.

Beni aldığında yanında başka bir çocuk yoktu; yara bere içinde, henüz beş yaşımdayken buldu. Harun'dan kaçtığım bir günün akşamıydı, bir çöpün köşesinde ölmeyi bekliyordum ve bana ellerini uzatıp kalkmam için yardım etti, ardından evine götürdü, sıcak yemek ve su verdi; susuzluktan ölecektim, onun suyu beni yaşattı.

Zamanla beni sevdiğine inandım. İkimiz yalnızdık ve yedi yaşında Sokak Nöbetçileri'ni rüyamda gördüm. Kardeşlerim vardı, benim gibi olanlar, sokakta büyüyenler ama mutlu büyüyecek çocuklar. İnandım buna çünkü Önder iyi birisiydi. Beni seviyordu, çocukları seviyordu, kötülük yapmıyordu.

"Benim kardeşlerim olmalı efendim," bile demiştim o yaşımda Önder'e.

"Başka sokak çocukları mı?" diye sordu.

"Hayır," diye karşı çıktım. "Onlara sokak çocukları demeyin efendim, onlar Sokak Nöbetçileri olacaklar."

"Olur," dedikten sonra bir süre düşündü. Elinde bir şırıngayla oynuyordu, ilaç sanmıştım, işkencem olacağını bilmiyordum. "Ama seni bir süre onlarla tanıştırmasam daha iyi gibi, küçük." Bana henüz isim bile vermemişti, adımı dahi söylemiyordu.

"Neden?" dedim.

"Sen biraz yabanisin," dedi. "Sevmek ne demek, bilmiyorsun."

Halbuki Önder'i seviyordum ama dile getiremiyordum. "Tamam," diyerek onayladım. "Ama sonra tanıştırın, olur mu efendim?"

"En kısa zamanda."

Sonrası berbattı.

Beni bir odada saklı tutup onları buldu: Sokak Nöbetçileri'ni. Beni görmezlikten geldi. Bazen içerideki odadan onların sesini duyup dinlerdim, onlarsa hiçbir zaman beni duyamazdı çünkü korkutmak istemezdim. "Korkarlar senden şimdi," derdi hep Önder. "Alışmaları zor olacak. Biraz narinler. Senin gibi değiller. Sen onların yanında çok kötüsün."

"Neden efendim?" dedim.

"İğrenç bir çocuksun," dedi.

"Bir gün belki iyileşirim," dediğimde hasta olduğumu düşündüm. "Burası koza gibi." Kendi adımı bile aslında ben vermiştim.

"Koza," dedi. "Senin adın Koza."

Fakat şimdi görüyordum, hepimiz birbirimizin aynısıydık. Hepimiz acıya batmıştık fakat Önder'in ilk kurbanı bendim, bilemezdim. Kozada yaşayan tek çocuk hep olacaktım; beni böyle büyütecekti.

Bir gün odaya girdi, elinde bir şırıngayla. Öfkelenmiştim çünkü birkaç aydır o odada yaşıyordum, hapsediliğimi bile bilmeden. "Artık kardeşlerimle tanışmak istiyorum!" dedim.

"Karşı gelmek mi istiyorsun?" diye sordu. Zaten istediği karşı gelmemdi.

"Evet," dedim. "Ben olmasaydım onlar umurunda bile değildi. Onlarla tanıştır beni." İlk başkaldırım kardeşlerim için oldu.

Beni dövecek sandım, dövülmeye alışmıştım ama yatağa yatırıp kolumu açtı. Henüz acemiydi, zehri direkt damarımdan verdi. Beni bir denek gibi kullandı; saatlerce göğsümde büyük bir acıyla, nefesim kesilirken felçli gibi canımla savaş verdim. Sadece oturup izledi, hiçbir şey yapmadı. Saçlarımı bile okşamadı, acı çekmeme izin verdi. En sonunda acı son bulduğunda pansuman yaptı. "İşe yarıyor," dedi sadece. İşe yarıyor. Sustum.

Birkaç sefer daha odaya girip aynısını yaptı.

Fakat bir gün her şey değişti. Kapının önündeki itiş kakışı ve tokat sesini duyduğumda kendimi korkudan yatağın altına atmıştım. Bir anda kapı açıldığında içeriye bir çocuk düştü, burnundan kan akıyordu. Düştüğü anda göz göze geldik. Masmavi gözleri vardı benimkiler gibi. Benden daha fazla çırpınıyordu.

O zamanlar zehir bir gözümü mahvedip görüş alanımı kesmeseydi benim de iki gözüm maviydi.

"Tak, tak, tak," dedi Önder. "Çık dışarı Koza. Bir kardeşinle tanışma zamanın geldi."

Korkuyordum. Çok korkuyordum ama yatağın altından sürünerek çıktığımda o mavi gözlü çocuk şaşkınlıkla bana bakarak burnundaki kanı sildi. "O kim?" dedi öfkeyle. "Onu neden burada tutuyorsun?"

"Kardeşin," dedi Önder.

"Kardeşimse neden burada?" diye sordu.

"Çünkü o senin gibi," dedi. "Başkaldırıyor. Başkaldıranların sonu bu oda olacak. Söyle bana, adın ne?"

"Yankı değil!" diye bağırdı ve düştüğü yerden kalkıp Önder'i yumruklamaya çalıştı ama Önder sert bir tokadı onun yüzüne indirdiğinde bu kez önüme düştü. Onu dövmeye başladı. Birimize işkence, birimize dayak diye düşünürken o şırıngayı yine gördüm.

Bana geliyor sandım, korkup kaçmaya çalıştım ama bu kez ona ilacından verdi. İlk ilaçtı, görüyordum çünkü acılar içinde kıvrandı. Böyle mi görünüyordum acı çekerken? Ölecek gibiydi.

Önder beni beklediği gibi onu beklemedi. Öyle öfkeliydi ki kapıyı çarpıp çıktı ve bizi o odada beraber bıraktı. Saatlerce başında bekledim. Ne yapmam gerektiğini bilmediğim halde defalarca nefes alıyor mu diye baktım. Sonra saçlarını okşadım, gözleri kapalıydı ama şefkat bir çocuğu iyileştirir sandım. Burnundan akan kanı üzerimdeki yırtık tişörtün bir parçasını bastırıp durdurdum.

Benden daha uzun süre sonra, belki de aynı şekilde gözlerini açtı. Zorlukla konuşarak, "Sen kimsin?" dedi bana.

"Birinci Sokak Nöbetçisi," dedim. "Sen kimsin?"

"Sonuncu Sokak Nöbetçisi," dedi. "Ama bana Yankı deme."

"Neden?"

"Çünkü kim olduğumu unutmak istemiyorum," dedi acı içinde.

Belki o da gerçek adını sevmiyordur diye, "O halde sana Sonuncu diyeyim mi?" diye sordum.

"Olur," dedi. "Ben sana ne diyeyim?"

"Koza."

"Koza," diye tekrar etti. Sonrası o odada sürekli tekrar etti. O benimle, ben onunla konuştum sadece. Yaşadıklarımı sadece ona anlattım, o da bana anlattı. Önder içeriye girdiğinde o başkaldırıp dayak yiyecek oldu, önüne geçip onun yerine dayak yedim; bazı günler ilaç için öne atıldı ve benim yerime zehir onunla buluştu. Birbirimizin önüne geçtik ve birbirimizi sevmekten hiç vazgeçmedik.

Önder bana yabani diyordu, ona şeytan ama birbirimizi sevmemizi engelleyemedi.

Bizi aynı okula yazdırdığında şaşırmıştım çünkü Önder bunu yapmazdı ama sonra amacını anladım: Bizi satmaktı.

***

Ellerim cebimde karşımdaki eve bakarken yanımda duran Sonuncu'yla bakışlarımız kesişti. Hava soğuktu; karşımdaki ev benim ve küçük kardeşimin başka bir cehennemi olabilirdi ama şimdi ikimiz de büyümüştük.

Harun Aktan'ın şu an yaşadığı evdi; birazdan küçük kardeşimin, Nil'in ve onun geleceği evdi. Öylece uzaktan izlerken adım atıp onu öldürebilirdim, o boğazını sıkıp ellerimin arasında nefesini kesebilirdim. Ama yapmadım.

"Seni bir gün anlayacak," dedi Sonuncu. Küçük kardeşimi kastettiğini biliyordum. "O bazen bizi çok korkusuz görüyor, küçükken öyle çok korkmuş ki."

Başımı iki yana salladım. Dikkatlice o eve bakmaya devam ettiğimde bir odanın ışığı açıldı ve kırmızı ışıklarla karşılaştım. Evinde hâlâ kırmızı ışıklar vardı, neden? Ürperdiğimi hissettim.

"Onu öldürmeyi isterdim," dedim sakin bir sesle. Elimdeki viski şişesini kafama diktim, ardından Sonuncu'ya uzattım. "Ama öldüremem." Sonuncu viskiden içti. "Çünkü ondan hâlâ küçük bir çocuk gibi korkuyorum ve o benim babam."

Harun Aktan benim babamdı ve ben bir tecavüz sonucu dünyaya gelmiştim.

Öz kız kardeşine küçük yaşta tecavüz etmişti ve annem bana hamile olduğunu öğrendiğinde her şey için çoktan geçti. Beni düşürmek için her türlü çabayı sarf etmiş ama ölmemişim. Yaşamak için öyle çabalamışım ki sanki bir gün hiç ölemeyecekmiş gibi.

"Ve o senin dayın," dedi Sonuncu. Sesindeki kederi işittim.

Annem beni doğurduktan sonra bir süre kabullenememiş ama beni de bırakmamış. Elleriyle büyütmüş, sütünü vermiş; benden nefret etmiş ama beni de sevmiş. Fakat babam yani dayım, Harun Aktan, hiç durmamış; annem daha fazla dayanamamış, beni iki yaşımdayken bırakıp kaçmış.

O adamın ellerine bırakmak yerine elleriyle beni boğsaymış daha az acı çekerdim, bunu görememiş.

"Annenin ve babanın seni hiç sevmemesi nasıl hissettiriyor Sonuncu?" diye sordum.

"Kimsesiz," dedi.

"Başka?"

"Terk edilmiş," dedi.

"Başka?" diye sordum.

Beklediğim cevabı biliyordu. "Çöp gibi. Zamanla çürüyecek bir çöp gibi."

"Çöp gibi," diyerek katılmamın ardından bakışlarımı ona çevirdim. "1984, sayfa 294." Gözleri üzerime döndü. "Çürüyorsun,’ dedi, ‘tuzla buz oluyorsun. Nesin sen? Çöp torbası.’" Başını aşağı yukarı salladı. "Şifre buydu Sonuncu. Biz her zaman kendimizi bir çöp gibi gördük."

"Bulacağını zaten biliyordum," dedi Sonuncu. "Amacım beraber ilk okuduğumuz kitabı, defalarca sana yeniden okutmaktı."

"İşkenceye bak," dedim gözlerimi devirerek. "Çok renksiz bir insansın Sonuncu."

"Renkleri sevdiğin çok da söylenemez," dedi karşıdaki evin kırmızı ışıklarına göndermede bulunarak.

"Doğru," diye mırıldandım.

Sessizlik devam etti. Birbirimize sırtımızı döndüğümüz o an geldi aklıma. Küçük kardeşim olduğunu öğrendiğim an ilk Sonuncu'ya söylemiştim. Demiştim ki: "Benim kardeşim varmış, Sonuncu, ben yalnız değilmişim. Bir ailem varmış."

"Neredeymiş?" diye sormuştu.

"O adamın elinde," demiştim. "Önder söyledi; yalan söylemez, değil mi?"

"Herkes yalan söyler, Koza," dediğinde umudum kırılmıştı ama devam etmişti: "Yine de bir kız çocuğunu kurtarabiliriz."

O gün, aylar sonra Önder'den bunu istemiştim: kardeşimi kurtarmayı. Yalvarmama bile gerek kalmadan kabul etmişti ama, "Ben ellerimi bulaştırmam," diye mırıldanmıştı. "Gidin, halledip gelin."

Küçük aklımızla, bir polis sireniyle küçük çaplı bir plan yapmıştık ve bu Sonuncu'yla ilk planımız olmuştu.

Benim küçük kardeşim vardı, kız çocuğuydu; onun babası olabilirdim, abisi olabilirdim, eksik olan her duygusu olabilirdim. Ama hiçbir şeyi olamadım çünkü ben de çocuktum.

O gün, Önder'in beni Harun Aktan'a sattığını bilmiyordum. Zeynep'e tercih hakkı sunmuştu, elinin tersiyle ittiği kişi ben olmuştum ve Harun Aktan'ın eline düşmüştüm. Halbuki Zeynep de biliyordu nasıl korktuğumu, nasıl kaçtığımı Harun'dan, adı geçtiğinde bile nasıl titrediğimi.

Zeynep. Önder'in Lâl'i. Ailenin gözbebeği. Sonuncu beni gizli saklı sadece onunla tanıştırmıştı. "Bak, diğer kardeşimiz," demişti. "O da seni merak ediyordu."

Sonuncu aklımdan geçenleri okuyup, "Lâl bilemezdi," dedi. "Eğer bilseydi..."

"Bize bir tercih hakkı sunulsaydı biz kendimizi öne atardık, Sonuncu," dedim kinle. "Bırak şu aptallığı ve körlüğü. O bizi hiç etti."

"Bilemezdi," deyip devam etti. "Ve o da çocuktu."

Yüzüme bakmıyordu ama bu aptallıklarını kaldıramıyordum. "Onun bir tercihiyle hayatınızdan yok olduğumu bile bile onu sevmeye devam ettin,” dedim.

"O da çocuktu," dedi bir kez daha.

"Aptal olma!" diyerek çıkıştım. "İkinci kurbanı sendin, Önder seni de sattı ve o kız yüzünden intihar ettin. Nasıl böyle konuşabiliyorsun? O kız bizi mahvetti."

Sonuncu yutkunmakta zorlandı, aklından ne geçtiğini bilmiyordum ama, "Hepimiz çocuktuk," dedi sadece. "Ve kaybolduktan sonra aylarca seni aradım ama bulamadım. Harun evini değiştirdi, ardından Önder seni başka bir odada tuttuğunu söyledi, artık yanımda olamayacağını. Sonra tercihi senin yaptığını, beni sattığını yani." Kaşları çatıldı. "Seni bulduğumda ise nefret doluydun."

"Zeynep'in tercihleri uğruna yok oldun," dedim. "Önder'in köpeği oldun, ona boyun eğdin, ses çıkarmadın. Parayla satıldın adamlara, sana neler yaptılar, kendini öldürecek ve her şeyden vazgeçecek kadar hiç oldun ama o adamın yanında da Zeynep'in yanında da durmaya devam ettin. Yetmedi, Zeynep yüzünden bana düşman oldun."

Sonuncu tek bir cümle kurdu: "Önemi yok." Ardından kaşlarını kaldırdı. "Ve ben sana Lâl yüzünden düşman olmadım."

"Onlara boyun eğdin," dedim bu kez. "Kendine hiç saygın yok."

"Yok," dedi katılarak.

"Aptalsın," dedim.

"Sayılır," dedi.

"Acınacak haldesin," diye mırıldandım.

"Bazen," dedi. "Ama ben senin kardeşinle tanışmadan önceye kadar hâlâ ölmeyi diliyordum ki Koza. Acılar umurumda değildi, bu hayatı sevmiyordum, kardeşin beni kurtardı."

"Seni yine ben kurtardım diyebilir miyiz o zaman?" diye sordum.

Sonuncu güldü. "Amacın bu olmasa da diyebiliriz bence."

Gözlerimi devirip yeniden o eve doğru döndüm. Kırmızı ışıklara odaklandığımda, "Vücudumdaki izlerin suçlusu Önder," dedim. "Ama ruhumdaki izlerden sorumlu tek kişi Harun Aktan. Nasıl oldu da onun yanında nefes almaya ve gözlerinin içine bakmaya devam edebildin?"

"Sen nasıl yapabildin?" diye sordu aniden bana dönüp. "Helin'i kurtardıktan sonra o eve hapsolmuşsun ve senelerce orada yaşamışsın, sonra kurtuldun ama geri dönüp Harun'u öldürmedin. Şimdi karşında dikilse durup sadece bakarsın, değil mi Koza? Nedeni ne? Söyleyeyim mi sana?"

"Söyleme," dedim.

"Korku," dedi net bir sesle. "Ve ben Önder'e işkenceler çekerek, zaaflarımla en sonunda boyun eğdim, ondan korktum ve hâlâ korkuyorum."

"Ama anlaşmamız yüzünden bana izin veriyorsun," dedim.

"Çünkü artık bir şeylerin son bulması gerekiyor."

"Yarattığın gerçek adaletin, senin korkularından ibarettir," dedim.

"Hayır," dedi. "Vicdanının ve vicdansızlığının sesidir."

Gözlerimi bir kez daha devirdim. Kırmızı ışıklar söndü ve diğer odanın ışıkları yandı. Evin içindeydi, birkaç metre uzağımdaydı. O kırmızı ışıklı odada beni tekmeleyerek dövdüğü anları, çırılçıplak buz gibi suyun altına soktuğu günleri ve kaburgalarımı kırdığı zamanları asla unutamıyordum. Öyle nefret ediyordu ki benden, kendi kız kardeşine orospu, bana orospu çocuğu diyecek kadar. Öyle nefret ediyordu ki benden, anneme ve küçük kardeşim Helin'e yaptıklarını bana yapmadı. Dokunmak bile istemiyordu bana; ilk önce zehirliyor, sonra o zehri kusturuyordu.

Keşke annemden ve kardeşimden de böyle nefret etseydi ve onlara istismarda bulunmasaydı. Şiddete alışıktım ama Helin'i kurtardıktan sonra gördüğüm şiddete alışamamıştım. Bana hiçbir şey yapmadı ama yaptıklarını izletti. Dedi ki: "Ya bana benzeyeceksin ya da böyle çürüyeceksin." Ona benzememi istedi. Her istismarını bana zorla izletti, ardından çırılçıplak soyup fotoğraflarımı çekti.

Ve her doğum günümde, beş ağustos geldiğinde, kardeşinin anısına diyerek üzerimde bir neşter izi bıraktı. Onun yanından ayrıldıktan sonra ise her beş ağustosta o fotoğrafları bana postaladı, nefret cümleleriyle. Baban değilim senin diyordu, patron dedirtiyordu kendine ve ben büyüyünce Ekip'in patronu olmuştum. O benim zihnime işledi, ona benzememek için her şeyi yaptım.

Benim küçük kardeşim Helin ise kurtuldu ama ben onun için yok oldum.

Viskiyi kafama dikip Sonuncu'ya uzattığımda, "Yaşadıklarının suçlusu o değil," dedi. "Helin bunu hak etmiyor."

"Yaşadıklarımın suçlusu Önder," dedim. "Yaşadıklarımın suçlusu Zeynep ve yaşadıklarımın suçlusu benim kardeşim, Helin."

Başını iki yana salladı. "Onu sevdiğini hatta çok sevdiğini biliyorum Koza." Sesindeki şefkati duydum. "Hatta ondan nefret etmek yerine, onun yüzüne bakmaya utandığını da. Sesli dile getir, onu seviyorsun Koza."

Hiçbir şey demedim.

"Diyemiyorsun," dedi. "Çünkü onu sevmek bile sana haksızlık gibi geliyor. Çünkü onun da geçmişinden kendini sorumlu tutuyorsun hâlâ. Sen çaresizdin, o çaresizdi. Hepimiz çaresizdik. Neden ondan bu kadar utanıyorsun?"

"Utanmaktan ziyade," dedim dayanamayıp. "Onu çok kıskanıyorum çünkü benden daha güçlü." Sonuncu bunu duyduğu anda şaşırdı. "Kalbinde hâlâ iyilik var, sevgi var. Kocaman gözleriyle bana hâlâ merhametle bakabiliyor, hem de onu Ekip'e alıp bir hayvan gibi yetiştirdiğim halde. Biliyor artık, karanlıktaki kişi abisiydi ama bazen bana ihtiyacı varmış gibi bakıyor. Nefret ettiği tek kişi Harun, benden nefret edemiyor."

"Kır duvarlarını," dedi Sonuncu. "Onu sevmemek için çabalama, kendini engelleme. Senden tek istediği..."

"Biliyorum. Benden tek istediği aile olmamız," dedi. "Ama ya bir gün beni bırakırsa? Annemiz gibi?"

Sonuncu net bir sesle, "Bırakmaz," dedi.

"Nereden biliyorsun?"

"Çünkü ailesi için canını verebilir," diye mırıldandı. "Ve sen de onun ailesisin."

"Aynı fikirde değilim." Başımı önüme eğdim. "Bazen benden nefret ediyormuş gibi bakıyor." Viskinin son yudumlarını içip şişeyi yere koydum. "Ona çok karşı koydum, Sonuncu. Tek istediğim acımasızlıktı ve hayatımda güzel bir duyguya yer olmayacaktı. O benim askerimdi. Tek silahımdı. Sevgisi tek kurşunumdu." Bakışlarım ona döndü. "Ama galiba o kurşunuyla beni vurdu çünkü sevgisi her şeyin üstüne çıktı. Bir insan kalbiyle bir insanı değiştirebilir mi?" Sonuncu gülümseyerek beni dinliyordu…

"Ben de sırtıma bıçağı saplayacağını bile bile ona tutuldum, sevgisi bütün izlerimi iyileştirdi," dedi Sonuncu. "Ve kardeşine aklımı kaybedecek kadar âşık oldum, Helin benim en güzel kurtuluşum oldu."

Sonuncu kardeşime âşıktı. Hapishaneye ilk geldikleri an bunu anlamıştım ve aslında en büyük yenilgi buydu. "Bir daha kardeşine âşık oldum dersen şişeyi kafanda kırarım," dedim ters ters.

"Kardeşine," dedi. "Körkütük âşık oldum."

"İyi bok yedin," deyip kaşlarımı çattım. "Bir aşkımız eksikti, yakında benden istemeye de gelirsin." Sonuncu sırıttı. İşaret parmağımı kaldırdım. "Sakın. Sakın Sonuncu."

Sonuncu gülmeye başladığında, "Bilemezdim," dedi. "Küçükken seninle kurtardığım kız çocuğunun büyüyünce beni kurtaracağını."

"O halde seni bir konuda daha yendim diyebilir miyiz?" diye sordum.

"Hangi konuda?"

"Sana Zeynep'i öldüreceğimi söylediğimde ne dediğini hatırlıyor musun?" Bakışlarındaki ifade değişti. "Ben de senin kardeşini öldürürüm, demiştin. Söylesene Sonuncu, ben şimdi Zeynep'i öldürsem sen Helin'i öldürebilir misin?"

"Bunu yapamayacağımı biliyorsun," dedi. "Ama senin de yapamayacağını biliyorum."

"Bilemezsin," dedim sakince.

Hiçbir şey demeden susup önüne döndü. Birkaç dakika sessizce durduğumuzda ikimizin de aynı şeyi düşündüğünün farkındaydım ama sesimizi çıkarmadık. En sonunda dayanamayıp, "Helin beni seviyor mudur gerçekten?" diye sordum.

Sonuncu hiç düşünmeden, "Evet," dedi.

"Peki Bartu’yu sevdiği kadar seviyor mudur?" diye sordum bu kez.

Sonuncu gülümsedi. "Kıskandığını biliyordum."

"Cevap versene göt herif, boş yapma," dedim sertçe.

"İkinizi de ayrı ayrı çok seviyordur bence," deyip gözlerini bana çevirdi.

"Ama Bartu'ya sarılıyor, sığınıyor, onu sevdiğini söylüyor," dedim. "Bana hiç sarılmadı."

"Sen sarıldın mı peki mal herif?" diye sordu Sonuncu.

"Hayır." Sonuncu gözlerimin içine baktı, cevap açıktı.

"O benim hayatımda gördüğüm en güzel kız çocuğuydu, biliyor musun?" dediğimde viskinin kanıma karıştığını hissediyordum. "Ölene kadar da böyle kalacak. Belki ona hiçbir zaman sarılamayacağım, sevdiğimi söyleyemeyeceğim ama içten içe ona hayran kalacağım."

Sonuncu gözlerindeki şefkatle bana baktığında cebindeki telefonu çaldı ve açtığında Bartu'nun aradığını anladım. "Geliyoruz," dedi Sonuncu. "Ufak bir işimiz vardı da."

Telefonu kapattıktan sonra geride duran bilgisayarına ilerledi, ardından sokağı çeken gizli kameraya baktı. Onları takip etmeyecektik, yani fiziksel olarak. Ama sokağa bir gizli kamera yerleştirmiştik ve geldiklerinde olası bir problemde engel olmak için hazır bekleyecektik.

"Hallettin mi bilgisayar mühendisi?" dedim alayla.

"Hallettim," dedi. "Direkt evi görüyor." Kaşları çatıldı, tedirginle bana baktı. "Diğer köşedeki kamera da kapının girişini. En azından bir problem çıkarsa haberimiz olur."

"Seni Helin'e söyleyeyim de bir aranız bozulsun, yine dramdan drama sürüklen göt herif," dedi.

"Ben söyleyeceğim ki," dedi Sonuncu omuz silkerek. "Ondan hiçbir şey saklayamam artık." Bilgisayarı çantasına yerleştirip sırtına astı. "Hazır mısın erkekler gecesine?"

"Ben sarhoş olmam," dedim gözlerimi devirerek. "Biliyorsun."

"Aynen," dedi Sonuncu inanmayıp. "Kesin olmazsın."

***

Masa dönüyordu, dünya dönüyordu, herkes dönüyordu. Daha üçüncü dubledeydik fakat diğerleri iyiyken ben neden böyleydim? Bartu ile Mutlu karşımda oturuyordu, Sonuncu yanımdaydı.

Bartu bardağın altını masaya çarptıktan sonra havaya kaldırıp, "Neye?" dedi.

"Pembe Panter," dedi Mutlu.

"Kavuşamamaya," dedi Bartu.

"Helin'ime," dedi Sonuncu.

"Amına koyayım," dedim sertçe itekleyerek. "Her seferinde mi Helin'e kaldıracaksın?"

Sonuncu, son yudumlarını içtikten sonra bardağını bardağıma tokuşturdu. Hiçbir şey söylemeden ben de içtiğimde zihnimin içinde zurna çalıyor gibiydi ya da davul, belki de darbuka. Ardından başımı çevirdiğimde tepemde darbuka çalan adamı gördüm.

"Kelebek," dedi Mutlu sırıtarak ama onu bulanık görüyordum. "Sen sarhoş mu oldun lan?"

Üzerine yine Pembe Panterli bir takım elbise giymişti ve mekândaki herkes ona bakıyordu. Umurunda bile değildi, Mutlu bir gökkuşağıydı ve ona bu yakışıyordu.

"Hayır," dedim ama kelimeler dudaklarımdan dökülmedi. Ardından Sonuncu'ya döndüm ve kulağına eğilip, "Bir şey soracağım," dedim sessizce.

"Sor," dedi Sonuncu.

"Şu an uçakta mıyız?"

"Ne alaka Koza?"

"Uçuyorum," dedim. "Ve bu darbuka çalan adam kulağımı sikti. Onu kim uçağa davet etti?"

Sonuncu gülmeye başladığında sessiz söylediğimi sanıyordum ama Bartu ile Mutlu da gülüyordu. Arkadaki adam, "Ne çektiğimi bir ben bir Allah biliyor," diye bağırdığında Bartu da ona eşlik etti ve ayağa kalkıp kadeh kaldırdı.

Bartu. Sokak Nöbetçileri'nin en masumu ve çocukluğumun en fazla benzediği kişi. Aslında herkesin çocukluğu Bartu'ya benzerdi çünkü acısı ve masumluğu bir çocuğu barındırıyordu. Zeynep ise onu hiç hak etmiyordu.

Sonuncu kadehini kaldırıp, "Neyse," dedi. "Helin'ime." Ardından kafasına diktiğinde bardağın boş olduğunu gördü. Yenilerini doldururken darbukayı çalan adam bu sefer diğer kulağıma geçti.

"Zor!" diye bağırdı Bartu. "Çok zor! Ne çektiğimi bir ben bir Allah biliyor!"

"Sonuncu," dedim yine kulağına eğilerek.

"Söyle," dedi.

"Bu darbuka çalan adamı uçağa kim davet etti?"

"Uçakta değiliz Koza," dedi Sonuncu.

"Uçaktayız, uçaktayız," dedim.

Masanın üzerindeki telefonum titrediğinde ekranda yazan isim sırıtmama neden oldu ve darbuka biraz daha kulağımın içine girdi sanki.

"Sonuncu," dedim. "Yine bir şey sorabilir miyim?"

Sabırla, "Sor," dedi yine.

"Bu darbukayı adamın kafasına geçirsem ne olur?"

Sonuncu güldü. "Hayır, bunu yapmamalısın."

"Neden?"

"Çünkü," dedi Sonuncu sonra kaşlarını kaldırdı. "Uçak düşer Koza."

"Ah," dedim gözlerimi açarak. "Tamam."

Telefonumu elime alıp mesaj atan kişinin üzerine tıkladığımda güldüm. Mesaj atan Helin'di.

Miniğim:

Size ulaşmaya çalışıyorum ama hiçbirinize ulaşamıyorum. Neredesiniz? Yankı neden cevap vermiyor?

Telefonumu Sonuncu'dan gizleyip mesaj yazmaya başladım.

Şu an uçaktayız.

Miniğim:

NE UÇAĞI? BARTU RAKI İÇECEĞİNİZİ SÖYLEMİŞTİ!

Uçakta darbuka çalıyor, küçük kardeşim.

Miniğim:

KOZA! Yankı'ya telefonuna bakmasını söyle.

Bir anda oturduğum yer titremeye başlayıp hareketli bir şarkı çaldığında Mutlu kalkıp oynamaya, darbuka çalan adam ise önüme geçmeye başladı. Masa sarsıldığında Mutlu sandalyeye çıkmıştı.

Sonuncu kahkaha atarak Mutlu'yu alkışladığında Bartu ıslığıyla eşlik etti, diğer herkes de Mutlu'ya bakıyordu. Başım öyle şiddetli döndü ki bir an sandalyeden düşer gibi oldum ve içeriye oryantal girdi, uçakta oryantal vardı.

Elinde rakı bardağıyla oryantale doğru ilerleyen Bartu alnına bardağını yasladığında bir yandan da kıvırıyordu. Sonuncu alkış tuttuğunda ve Mutlu da beline ceketi bağladığında her şey değişmişti. Tek bir şey dışında: Darbuka çalan adam daha fazla yaklaşmıştı.

Miniğim:

Koza! Lanet olsun, ne uçağı? Bana fotoğraf atın.

Rakı bardağındaki son yudumları içip ayağa kalktığımda geri yerime düştüm. Sonuncu bana bakıp bir şeyler söyledi ama hiçbir şey anlamadım.

Küçüğk kardeğiğşm, uçak düşüyoğrr.

Bartu oryantalin sutyeninin içine para sıkıştırdığında ve Mutlu zorla Sonuncu'yu kaldırdığında masada tek ben kaldım. Oryantal üçünün arasında dans ederken ben de onlara katılmak istedim ama ayağa kalkacağım sırada darbuka çalan adam omzumdan itekleyip beni geri oturttu ve biraz daha yaklaştı. Nasıl bir kâbustu bu?

"Kıvır Yankı!" diye bağırdı Mutlu. Sonuncu ise Bartu'nun alnına para yapıştırmakla meşguldü.

Helin aramaya başladığında telefonu hiç düşünmeden açtım ve konuşmadan görüntülü arama gönderdim. Birkaç saniye sonunda görüntüsü belirdi; şaşkınlıkla bana bakıp bir şeyler söylüyordu ama darbuka çalan adamdan başka hiçbir şey duyamıyordum.

Sonra Nil'i gördüm, telefonu ona çevirdi. Gözlerini açmış, şaşkınlıkla bakıyordu. Yeşil gözleri... Öyle güzeldi ki... Onunla rehabilitasyon merkezinden önce sokakta tanışmıştık ve Önder'e onları gösteren bendim, belki de en çok bu yüzden Önder Nil'den nefret ediyordu.

Rehabilitasyon merkezinde ise...

Helin bağırmaya başladı. Kamerayı Sonuncu'ya döndürdüğümde oryantalin yanında ellerini çarpa çarpa Bartu'ya eşlik ettiğini gördüm. Mutlu bir anda görüş alanıma girdi, kalçasını sallıyordu. Bartu ise Helin'i gördüğünde, "Karrrrrdeşim!" diye haykırdı. "Ölüyorum!" Arkada hareketli bir şarkı vardı ama Bartu, "Ne çektiğimi bir ben, bir de," dedikten sonra başıyla arka taraftan bakan Lâl'i gösterdi. "O biliyor ulan!"

Yeniden ayağa kalkmak istedim ama darbuka çalan adam beni yine oturttu.

Sonuncu kendinden geçmiş bir şekilde alkış tutarken, oryantal Bartu'nun yapıştırdığı parayı göğsünden çıkarıp Sonuncu'nun alnına yapıştırdı, Sonuncu ise ona doğru eğildi.

Kamerayı kendime çevirip, "Emin misin?" dedim yüksek sesle. "Bu adamdan Yankıcanlar ve Helinhanlar yapmaya emin misin?" Sonra durgunlaştım, güldüm, ardından yine üzüldüm. "Neyim lan ben?" dedim. "Dayı mı, amca mı?" Korkuyla gözlerimi açtım. "Hamile misin hâlâ?"

Darbukanın sesine rağmen Helin'in, “Yankı!” diye bağırdığını duydum. Bartu ile Mutlu gülmeye başladı, Helin'i son gören kişi ise Sonuncu oldu. Gözlerini açtı, ardından telefonuma koşup havaya kaldırdı. "Benim yuvam," dedi yüksek sesle. "Şuna bakar mısın?" Oryantale Helin'i gösterdi. "O benim yuvam da. Kendisi sevgilim oluyor. Çok güzel, değil mi? Bakın, nasıl güzel bakıyor." En sonunda darbukacıyı atlatıp ayağa kalktığımda o da peşimden geldi. Kurtuluş yoktu, asla yoktu.

Helin'i gördüğümde eliyle alnına vurmuş, dehşetle Sonuncu'yu izliyordu. Oryantal el sallayıp kıvırmaya başladığında Helin bir kez daha, “Yankı!” diye bağırdı. "Söyle güzelim benim," dedi Sonuncu. "Nasıl güzel, sevgiyle adımı söylüyor, görüyor musun?" Helin küfretti, kahkaha attım.

Başımı çevirdiğimde Mutlu'nun Bartu'yla karşılıklı oynadığını hatta Bartu'nun Mutlu'dan daha iyi oynadığını gördüm. Bütün gözler bizi izlerken telefonu Sonuncu'nun elinden alıp, "Helin!" dedim. "Ben sarhoş değilim!" Darbuka çalan adam arkadan Helin'e el salladı. Helin'in dudağını okudum, o kim diye sordu. "Bilmiyorum," dedim. "Galiba artık sevgilim. Ayrılamıyoruz. Beni salmadı herif, hoşlanmaya başladım."

Darbuka çalan adam başını omzuma koyup gülümsedi...

Sonuncu oryantali durdurmuş Helin'i anlatmakla, Bartu ile Mutlu ise kalçalarını birbirine çarparak dans etmekle meşguldü.

"Koza!" diye bağırdı Helin. "Telefonu darbuka çalan adama yaklaştır!" Zorlukla duydum ama adam çoktan anlamış gibi başını salladı. "Tarkan, ‘Hepsi Senin mi’, çalar mısınız rica etsem! Bahşiş âşık olduğunuz adamdan!"

Darbuka çalan adam başını salladı ve arkadasındaki arkadaşlarına bir şey söyledikten sonra hareketli bir Tarkan şarkısı çalmaya başladı. Mekândaki herkes bir anda ayaklandı; telefonu masaya bırakıp ellerimi birbirine çarptığımda tek hareket etmeyen kişi Sonuncu'ydu. Mutlu ona doğru, "Oynama şıkıdım şıkıdım," diye dans etmeye başladığında Sonuncu kaşlarını çatarak masaya ilerledi, sandalyeye kendini bıraktıktan sonra cebinden bir sigara paketi çıkarıp rakısını doldurdu. Telefonu bir yere yasladığında Bartu yanıma gelip elini omzuma attı.

"Yavşak," dedi bana bakarak. "Seni sevdim ben." Gözlerimi ona çevirdiğimde yüzündeki o çocuksu gülümsemeyle, "Keşke çocukken tanışsaydık," diye devam etti.

Mutlu da diğer taraftan yanıma gelip, "Niye seviyorum, ben de bilmiyorum," dedi. "Ama bir gün dudaklarından öpecekmişim gibi."

"Keşke," dedim ikisine bakıp, kendimi tutamamıştım. "Daha önce, farklı bir şekilde tanışsaydık."

Mekândaki herkes eğlenerek Tarkan şarkısına eşlik ederken, sigarasını içip sanki arabesk şarkı dinliyormuş gibi rakı bardağını kaldıran tek kişi Sonuncu'ydu. Kamerayı yasladığı yerde karşısında Helin vardı ve onlar gülüyorlardı. Son yudumuna kadar rakısını içti ve dertli dertli elini yanağına koyup Helin'i izlerken, "Çok kederliyim," dedi. "Gerçekten, ‘Oynama şıkıdım şıkıdım,’ mı?" Gülmeye başladığımızda Mutlu Sonuncu'nun arkasına gidip kıvırdı, ardından bir anda kamerayı kapattı. Sanki daha önce yapmamış gibi Sonuncu kadeh kaldırıp, "Helin'e demiş miydim?" diye sordu.

Dakikalar boyunca sadece içip eğlendik, darbuka çalan adam ise bir an bile yanımdan ayrılmadı. En son hatırladığım, kolumu onun omzuna atıp halay çektiğimdi; daha doğrusu Mutlu bunu yaptığımı hatta videoya çektiğimi söylüyordu ama inanmıyordum.

En sonunda müzik kesilip mekânda sadece bizimle beraber birkaç masa kaldığında darbuka çalan adam neden bilmem, bizimle aynı masada, hemen yanımda oturuyordu. Hayal gücümün yarattığı bir karakter olabilir miydi?

Bartu, onu bir süre sonra masaya oturttuğumu hatta içki verdiğimi söylüyordu ama bu gerçek olamazdı. Adam ise arada sırada başını omzuma yaslayıp gülümsüyordu. Hayatımda daha önce yaşamadığım romantik dakikalardı...

Sonuncu telefonunu çıkarıp onlarca cevapsız aramaya ve mesajlara baktıktan sonra kamera sistemine giriş yaptı. Başımı eğip baktığımda anlayıp, "Henüz gitmemişler," dedi. "Daha geç giderler."

Başımı olumlu anlamda sallayıp bakışlarımı Bartu'ya çevirdim. Eli alnında, boş bardağa bakıyordu. "Ne düşünüyorsun, koca adam?" diye sordum.

"Birini unutmanın imkânı olup olmadığını," dedi derin bir nefes vererek. Kimden bahsettiğini hepimiz anladık. Zeynep bu aşkı hak etmiyordu. "Küçücük bir çocuktum, çok sevdim, biraz büyüdüm, âşık oldum, şimdi onun için mahvoluyorum." Omzunu kaldırdı. "Unutamıyorum," dedi. "Alışıyorum ama onu sevmeyi bırakamıyorum."

Mutlu başını eğip, “Unutmaya çalışma o zaman,” dedi. “Bir kez daha dene şansını.”

“Neden?” diye lafa girdim. “Daha fazla üzülmesi için mi?”

“Üzüleceğim, değil mi?” diye sordu Bartu bana bakarak. “Ama onun beni üzmesinden korkmuyorum ki,” deyip başını iki yana salladı. “Beni sevmemesinden korkuyorum. Beni neden sevmiyor?” Bakışları Sonuncu’ya döndü. “Beni neden sevemiyor?”

“Bunu ona sor,” dedi Sonuncu.

“Bencilce bir yanıt verecektir,” dedim nefretle.

“Ondan neden nefret ediyorsun?” diye sordu bu kez Bartu bana. “Sana ne yapmış olabilir ki?” Gülümsedim ama hiçbir şey söylemedim. “Sen,” dedi ardından, “hiç birini sevdin mi ya da âşık oldun mu?”

Duraksadım, bir an ne diyeceğimi bilemedim. “Ben,” dedim kaşlarımı çatarak. “Birini sevebilir miyim, bilmiyorum.” Ardından aklıma ilk olarak Nil geldi ve ondan çalınan hayalleri. Bir gün anne olacaktı, en büyük hayalinin anne olmak olduğunu biliyordum ama artık imkânsız görünüyordu. Hem de kendi yetiştirdiğim adamlar yüzünden.

Ekip’e gözlerini kırpmadan vurabilecekleri ve içimin sızlamayacağı kişinin Zeynep olduğunu söylemiştim ama bunu söylediğimde hapishaneye bile girmemiştim. Onların hedefinde kardeşim vardı ama mahvolan kişi Işık olmuştu.

Artık anne olamayacaktı. Sonuncu ve ben biliyorduk, doktorlar bize söylemişti; ufacık bir ihtimal var gibi göstermiştik ama artık imkânsızdı. Sonuçlar kesin ve netti.

Sonuncu bunu bana söylediğinde hayatım boyunca en çaresiz hissettiğim andı. “Nasıl söyleyeceğiz?” diye sormuştum ilk olarak. Sonuncu sessiz kalmıştı, ben cevapsız kalmıştım. Ve onun hâlâ umudu vardı.

Suçluydum; oluşturduğum bu nefret hikâyemde birinin hayallerini mahvetmiştim ve bu kişi, benim hayran olduğum, belki de âşık olabileceğim tek kadın, Nil’di.

Ona âşık olmaya bile hakkım yoktu; işte bu yüzden, "Sevmiyorum kimseyi," dedim. İstiyordum ki Nil benden bütün intikamlarını alsın ve biliyordum, konu benden intikam almaya geldiğinde, rehabilitasyon merkezinde onun canını kurtardığım zamanlar aklına gelecekti.

Ama o bilmiyordu. Ona neşterleri kendimi öldürmemek için verdiğimi bilmiyordu. Her neşter, bir intihardan vazgeçişimdi. Benim de hayatımı kurtaran biraz Işık'tı.

"O halde ikizime neden ümit veriyorsun?" dedi Mutlu sert bir sesle. "Ondan uzak dur. O sana âşık olabilir, bunu göremiyor musun?"

Güldüğümde, "İmkânsız," dedim. "Beni hiçbir zaman sevemez."

Gerçeği öğrendikten sonra hiç sevemeyecekti.

Sonuncu nefesini verdi, bana en çok bu konuda öfkeli olduğunu biliyordum çünkü sessizliğini koruyordu. Gözleri bana dönmüyordu. Demişti ki: "Kendi kendimize bir savaş meydanı oluşturduk ve o savaş meydanında en masumlardan birinin canı yandı, değdi mi?"

Değmemişti.

Her şeyin suçlusu Önder'di. Her şeyin başlangıcı Önder'di.

Bir anda ayağa kalkıp, "Gidelim artık," dedim Sonuncu'ya. "Ben hazırım."

Sonuncu derin bir nefes aldı ve başını sallayıp ayağa kalktı.

"Nereye?" diye sordu Bartu şaşkınlıkla.

"Bir anlaşmamız var," dedim sakince. "Çözmemiz gereken bir düğüm. Bitmesi gereken bir acı ve intikam." Ardından arkamı dönüp çıkış kapısına doğru yürümeye başladığımda Sonuncu da beni takip etti.

***

O kapının önünde durduğumuzda Sonuncu'yla birbirimize baktık, ellerimde bağlı duran halatları gördüm. Bu bir intihardı, bu bir intikamdı, bu korkuydu. Bu korkakların intikamıydı.

"Emin misin?" diye sordu Sonuncu.

"Hiç olmadığım kadar," dedim net bir sesle. "Çal kapıyı. Bekliyordur."

Sonuncu nefesini verip yüzüme baktı. Elini kaldırdıktan sonra bana dönüp, "Bana yaptığın çamurdan pastayı ve doğum günümü kutladığın anı hatırlıyor musun Koza?" diye sordu.

"Hiç unutmadım," dedim. "Neden?"

"Senden başka kimse doğum günümü kutlamadı, çamurdan pasta benim tek doğum günü hediyemdi." Kırgınlıklarımız vardı, kızgınlıklarımız vardı ama o benim kardeşimdi, dostumdu, beni büyüten kişiydi ve benim büyüttüğüm kişiydi. "Sen benim her zaman gerçek dostum olarak kaldın, en büyük düşman olduğunda bile. Bu kapının arkasında olacaklara rağmen hep de öyle kalacaksın."

Ona biraz yaklaştım. Gücümü ona sarılarak aldığım zamanları hatırladım; ağladığım gecelerde ve ağladığı gecelerde omzuma yaslandığı zamanları. Ama sarılamadım, ona da sarılamadım, bunu yapamadım.

Cevap vermemi beklemeden kapıyı çaldı ve karşılık beklemeden içeri girdi. Rutubet kokusu burnuma çarptı, ardından onun yüzünü gördüm: Önder'in. Bizi hep sakladığı odaydı. Eski yatak olduğu yerdeydi, yatağın üzerindeki kan izlerimiz bile duruyordu. Bizi bağladığı ipler, Sonuncu'yu dövdüğü kemer, üzerimizde söndürdüğü sigara izmaritleri. Her şey yerli yerindeydi; tek kayıp, iki küçük çocuktu.

Biz Birinci ve Sonuncu'yduk. İşkence, nefret, başkaldırı, korku ve nefret. Dostluk, sevgi, arkadaşlık, kardeşlik ve minnet.

Düşmanlık.

Önder oturduğu koltuktan bize baktığında Sonuncu omzumdan beni itekledi. Direkt ruh halinin değiştiğini fark ettim, ses tonu bile değişti. "Onu sana getirdim," dedi Önder'e, kapıyı kapatırken. "Artık yenildi ve ellerimizde. Ne istiyorsan yapabilirsin."

Köşedeki sopaya baktım, hazır duruyordu ve artık silaha dönüştürdüğü o ilaçlar. Bir değil, birkaç taneydi.

Beni öldürmeye yemin etmiş gibiydi.

Zaten ölümü hak ediyordum.

"Tereddütteyim Yankı," dedi. Kaşlarını havaya kaldırdı, ayağa kalkıp karşımda durdu. "Gerçekten onu bana neden teslim ediyorsun?"

Sonuncu yalan söylemezdi. Onun yerine, "Nil'in hayallerini çaldım," dedim. "Aralarındaki bağı koparmak üzereydim fakat Sonuncu duyguları yerine yine mantığını seçti. Karşındayım Önder."

Sonuncu geriye çekilip kapıya yaslandı ve hiçbir şey söylemeden durdu. Önünde birleştirdiği elleri yumruk halindeydi, her ne düşünüyorsa aklından geçenleri okuyamıyordum ama korktuğunu hissedebiliyordum.

"Ve," dedi Önder. Alkolün kokusunu aldım, sarhoştu. Biz de sarhoştuk ama o ayakta duramıyordu, ortadaydı. "Senin Harun'un piçi olduğunu öğrendi, o kardeşinin de senin maşan olduğunu."

Başımı yavaşça eğdiğim yerden kaldırdım, parmaklarımı içeriye kıvırdım. Yüzümde bir gülümseme oluştu. "Evet," dedim. "Görüyor musun Önder?"

"Neyi?"

"Senin aileni nasıl mahvedebileceğimi ve tek bir darbeme baktığını?" Önder hiçbir cevap vermedi. "Hepsi avcumun içinde; beni şu an öldürsen bile küçük kardeşim aileni yok edecek." Önder'in yüzü öfkeyle kaplandı. "Görüyor musun Önder?" dedim bir kez daha. "Senden geçmişimi, çocukluğumu ve yaşadıklarımı nasıl alabileceğimi görüyor musun?"

Önder bir an bile çekinmedi, duraksamadı ve yüzüme sert bir tokat indirdi. Başım yana kaydığında dudağımın kanadığını hissettim ama yeniden yüzümü düzelttim. "Hiçbir zaman onun gibi olamadın," dedi Sonuncu'yu gösterek. "Hiçbir zaman da o olamayacaksın. Bak," dedi hiddetle, "nasıl da bana dönüşüyor!" Sonuncu'ya doğru ilerlediğinde onun kapının kenarına biraz daha yerleştiğini gördüm. "Adın ne?" diye sordu. Sonuncu duraksadı. Biraz daha yaklaştı. "Adın ne?" dedi daha yüksek sesle.

Birinci ve Sonuncu'yduk. Şu an bu odanın içinde aslında ikimiz de o küçük çocuklardık. Korkuyla, "Yankı," dedi. Benden sonra onu yönetmişti, nasıl korkutmuştu da böyle boyun eğmesine neden olmuştu? Başkaldıran o mavi gözlü çocuk nasıl yenilmişti? Korkuyordu. "Yankı benim adım."

Küçümseyici ve aşağılayıcı tavrıyla saçlarını bir köpeği seviyormuş gibi okşadı. Sonuncu başını çevirdi.

"Tamam," dedim ona dönerek. "Ben yenildim ama kız kardeşim, o hâlâ yaşıyor."

"Benim oğlumun beynini yıkadı," dedi Sonuncu'yu kastederek. "Ama halledeceğim. Halledeceğiz. Değil mi Yankı?" Sonuncu hiçbir şey demeden gözlerinin içine baktı. Onu neyle bu kadar korkutmuştu?

Sonuncu en çok Önder'e yeniliyordu, bunu göremiyor muydu?

"Kardeşin bize hiçbir şey yapamayacak," dediğinde kendinden emin bir tavırla bana yaklaştı. "Neden, biliyor musun? Çünkü daha önce sen de bana yapmak istedin ama Yankı seni bir hapishaneye kapattı. Şu an o ellerin çözülse bile önünde duracak kişi yine Yankı. Bir gün o küçük piç kardeşinin de önünde duracak."

Yankı yumruklarını daha fazla sıktı, yanımızda değil gibiydi. "Piç mi?" dedim gülümseyerek. "Sanırım piç demenin bizi hiç üzmediğini fark edemeyeceksin Önder." Küçük adımlarla silahlarının olduğu tarafa yürüdüğümde hepsine bakarak, "Geliştirmişsin kendini," dedim. "Bunlarla mı alt ettin Sonuncu'yu?"

"Ve Nil'i," dedi. "Hâlâ yanımda olduklarına göre."

Eğilip bağlı ellerimle zorlukla silahlardan birini aldığımda irkildiğini hissettim ama sıkıca bağlanmış ellerimden silahı doğru düzgün bile tutamıyordum. "Korkma," dedim. "Sana bu silahı nasıl doğrultabilirim ki? Tutamıyorum bile."

"Yankı," dedi Önder ona dönüp. "Onu hapishaneye götür oğlum."

Sonuncu bana baktı, ben ona baktım, ardından bana doğru yürüdü.

Sadece bir an korktuğumu hissettim; Önder'den değil, Sonuncu yine Önder'e inanıp beni hapishaneye gönderir diye.

Sakince, gözlerini bile kırpmadan karşımda durdu; ardından elimdeki halata uzandı. Kendi düğümlediği halatı yavaşça açarken gözlerindeki perde sonsuz görünüyordu. İyi olmadığının farkındaydım ama zaten buraya gelirken anlaşmamız bu yöndeydi. O sadece izleyecekti, hiçbir şey yapamayacaktı, her şeyi bana bırakacaktı.

Sonuncu düğümü çözdüğünde, Önder, "Yankı," deyip geriye adım attı. "Ne yapıyorsun?" Sonuncu cevap vermedi, Önder tökezleyerek geriye gitti ve kapıyı açmak için hamle yaptı ama Sonuncu çoktan o kapıyı kilitlemişti. Önümden çekildiğinde elimde tuttuğum silahımı ona doğrulttum. Önder'in kapının kolunu tutan eli duraksadı.

"Bu kadar basit bir adamsın sen aslında Önder Sarca," dedim alayla. "Biz olmadan hiçbir şeysin. Seni bir gün Sonuncu bitirecek dediğim zamanı hatırlıyor musun?" Önder Sonuncu'ya döndüğünde, o hareket bile etmeden ellerini yeniden önünde bağlayarak bekledi. Sakince ve sessizce. "Bak," dedim. "Görüyor musun yine Önder? Elimde bir meşale var, senin meşalen, ucunu yakan ise Sonuncu. Hadi alt et bizi. Savaş bizimle. Düşman et. Nefret ettir. Karşı gel."

Önder yüzüme bakmadan direkt Sonuncu'ya, "Yankı," dedi başını iki yana sallayarak. "Buna izin vermeyeceksin." Sonuncu hiçbir şey yapmadı. "Engelle onu." Sanki bir köpekle konuşuyordu. "Ben olmasam hiçbir şeydin," dedi bu kez. "Ailesi tarafından terk edilmiş, bomboş, kimsesiz bir çocuktun," dedi, ona minnet etmesini bekleyerek. "Seni aldım, büyüttüm, doyurdum." Sonuncu yine hiçbir şey yapmadı. "Yankı!" dedi gür bir sesle, silahla üzerine yürüdüm. "Hayatını defalarca ben kurtardım!"

Silahın kabzasıyla sertçe yüzüne vurduğumda başı arkadaki kapıya çarptı ve yere düştü. Yakasından tuttuğum gibi onu ayağa kaldırıp bir kez daha silahın kabzasıyla yüzüne vurduğumda içimdeki öfkeyi ve nefreti hiçbir şeyin geçiremeyeceğini fark ettim. Önder kanayan burnunu tutup, "Yankı!" diye bağırdı bir kez daha. "Bir şey yapsana!"

Geriye çekildim ve silahı Önder'e doğrulttum. "Sol mu, sağ mı Sonuncu?" diye sordum. "İlk hangisine saplamıştı o şırıngayı?" Sonuncu cevap vermediğinde bakışlarım ona döndü, gözlerini Önder'e dikmişti. "Sonuncu," dedim dişlerimin arasından. "Sol mu, sağ mı?" Önder'in inlediğini gördüm, minnetle Sonuncu'ya bakıyordu. "Hayır," dedim bakışlarındaki ifadeyi gördüğümde. "Hayır."

Sonuncu gözlerini kapattı; korkusunu gizledi, boyun eğmeyi ve zaaflarını.

Ardından acımasızca, "Sol," dedim ve silahı sol bacağına ateşledim. "Sol gözümü senin yüzünden kaybettim, bana acımasızlık kattın." Düşünmedim, bu kez sağ bacağına ateşledim. "Sonuncu senin yüzünden sağ bileğini kesti."

Önder acıyla haykırırken, bize verdiği ilaçlara onun bağışıklığı olmadığını görebiliyordum; biz o küçücük yaşımızda acıya batmışken ve kaldırabiliyorken şimdi kendisi karşımda zavallı gibi acıyla titriyordu.

Merhametimi yokladım, ardından vicdanımı ve fark ettim ki benim adaletimi yöneten korkular değil, vicdanım ve vicdansızlığımdı ve şu an vicdansızdım.

Yarattığım gerçek adalet, vicdanımın ve vicdansızlığımın sesiydi.

"Yankı!" diye haykırdı Önder gür bir sesle. "Yankı!" Bakışlarımı ona çevirdim ve gözlerindeki o minnetin yok olduğunu, aksine yerini öfkeye bıraktığını gördüm.

"Hatırla," dedim ona. "Çocuktuk, küçüktük ve bize neler yaptı, hatırla!"

"Yankı!" diye bağırdı Önder. "Seni piç kurusu! Bir şeyler yap, durma öyle! Seni sokak köpeğinden bir adama çeviren bendim, orospu çocuğu!"

Sonuncu yumruklarını daha fazla sıktığında korkunun yerini tamamen kinin almaya başladığını fark ettim. İçinde senelerdir tuttuğu öfkesini dışavuramamasının tek nedeni bile Önder'di. Onu robot gibi büyütenlerden biriydi.

Önder acıyla yere kıvrılıp çırpınmaya başladı; tıpkı küçükken benim, Nil'in ve Sonuncu'nun çırpındığı gibi.

"Görüyor musun Önder?" dedim bir kez daha. "Büyüttüğün o canavar sana acımıyor bile. Çünkü hiçbir zaman sana boyun eğmedi, sen öyle sandın."

"Orospu çocukları!" diye bağırdı Önder. "Ben olmasaydım hiçbiriniz olamazdınız."

Güldüm. "Sen olmasaydın biz olabilirdik yine Önder ama sen biz olmadan hiçbir şeysin."

"Sen ve orospu kız kardeşin," dedi öfkeyle bana, ardından tükürdü ve cebinden bir bıçak çıkarıp bana doğru salladı, boşaydı. "İkiniz de yaşadığınız her şeyi hak ettiniz." Ardından Sonuncu'ya dönüp, "Zavallı bir çocuktun!" diye haykırdı. "Beni kurtar! O orospunun ve kardeşinin maşası mı olacaksın? Beni kurtar! Ablanın ölümünü izlediğin gibi benim ölümümü de mi izleyeceksin korkak herif!"

Sonuncu için bu son damlaydı. Zaafının son damlasıydı; nefretinin, öfkesinin, korkularının ve kininin son damlasıydı.

Diğer tarafta olan silahlardan değil direkt şırıngalardan birini aldı ve düşünmeden Önder'in üzerine oturup nefes borusuna sapladı. Şırıngadaki ilacı sonuna kadar verirken, "Beni sattın!" diye bağırdı. "Beni o şerefsiz adamlara sattın ve Nadir gibi bir çocuk olmam için her şeyi yaptın!" Şırıngayı uzaklaştırdığında, Önder dehşetle Sonuncu'ya bakıyordu. Elindeki bıçağı sımsıkı tutuyordu. Sonuncu yüzüne yumruğu indirdi. "Beni günlerce denek olarak kullanmalarına izin verdin ve üzerimden para kazandın!" Yüzüne bir daha yumruk attı, ardından bir daha. "Benim gözlerimin önünde ablamın mezarına tükürdün!" Bir daha yumruk attı. "Onun yaşadığına beni senelerce inandırdın!" Bir yumruk daha attı. "Babamın annemi öldürmesini izlettin!" diye haykırdı. "Bana her şeyi yaptın!" Art arda yumruklar atarken Sonuncu'nun acıyla haykırdığını duyabiliyordum. "Beni robot gibi büyüttün! Beni sevmedin, bana sevgiyi öğretmedin!" Bileğini gösterdi, bileğindeki o silik izi. "Kendimi öldürme girişimimde, kendimi öldüremeyecek kadar beceriksiz olduğumu söyledin!" Önder'in yüzü kan içindeydi fakat Sonuncu yumruklar atmaya devam ediyordu. "Beni hiç sevmedin!" dedi hıçkırarak, ağladığını fark ettim. "Beni neden sevmedin?"

Önder, donuk gözlerle Sonuncu'ya bakarken, son gücüyle bıçağı kaldırıp Sonuncu'nun karnına sapladı.

Bunu ben gördüm, Sonuncu hissetmedi bile. Öfkeyle yüzüne yumruklar indirirken Önder'in başı sağa düştü ve gözlerini kapattı.

"Sonuncu," dedim ona doğru. Beni duymadı, yumruklamaya devam ediyordu. "Sonuncu!" dedim daha yüksek sesle. "Sonuncu!" diye bağırdım ve onu Önder'in kucağından zorlukla kaldırdım. Elleri, kolları kan içindeyken elim karnına gitti ve tam olarak saplanmayan bıçağı yavaşça çıkardım; Sonuncu hâlâ ağlıyordu.

Üzerimdeki gömleği çıkarıp onun yarasına bastırdığımda, Önder yerde kanlar içindeydi. Ölmemişti, ölmesini istemiyordum ama acıdan bacakları son kez titriyordu çünkü felç olmak üzereydi.

"Sonuncu," dedim onu sarsarak.

"Artık," dedi, bakışları bana döndü. "Korku yok." Başını iki yana salladı.

Sonuncu'nun yarattığı gerçek adalet, korkularından ibaretti.

Elimle karnına bastırırken Önder'e baktım, sonra ona gülümsedim, benim de gözlerim dolmuştu. İkimiz birbirimize bakarken zafer kazanmış iki askerden daha çok, zafer kazandığı için birbiriyle barışan iki düşman gibiydik.

Karnındaki acıyı hissetti. Bakışları karnına kaydıktan sonra bana bakarak başını iki yana salladı.

"Sarılmanın verdiği güveni yeniden hissetmek istiyorum," dedim kendimi tutamayıp ve elimin tersiyle gözlerimi sildim. "Küçük kardeşim Helin'e ve sana sarılabilmek için."

Sonuncu, ellerindeki kanları umursamadan beni kendine çekip sarıldığında karnındaki sıcak kan bana bulaştı.

Bu his. Sarılmak güven demekti, sarıldığında sırtına bıçak saplamayacağına inanmak demekti ama bir o kadar karşındaki kişiye bıçak saplamayacağına inanmaktı.

Havada kalan ellerime baktım. Güven, dedim kendime. Mavinde acılar var, kahverenginde acımasızlık. Dünyaya maviyle bak, yeniden güven.

İlk kardeşime sarıldım. Savaş meydanında sarılan iki düşmandık ve iki dosttuk. Biz her ikisiydik.

"Poyraz," dedi bir anda adımı söyleyerek. Seneler sonra adımı duydum başka birinden ve ürperdiğimi hissettim. "Kardeşim Poyraz. Bu ismi hiçbir zaman sevmedin, sen her zaman Koza olarak kalacaksın ama benim bir gün çocuğum olursa Poyraz koyacağım adını ve hem sana hem ona bu ismi çok sevdireceğim, söz veriyorum."

HELİN AKTAN

İçimde her duygu vardı; korku, nefret, öfke, kin ama en çok endişe. Benden daha çok yanımdaki iki kardeşime bir şey olursa endişesi. O an, o arabanın içinde dururken, keşke, dedim içimden, tek başıma halletseydim her şeyi. Çünkü birinden birinin canına bir şey olursa kendimi asla affedemezdim, bunu biliyordum.

Koza'dan aldığımız adresteki evin önündeydik ama eğer bu adres olduğunu bilmeseydim yine de tanırdım. Çünkü bir odanın ışığı kırmızıydı. Kıpkırmızı ışık. İçimin ürperdiğini hissettim.

"Plan çok basit," dedi Işık. Yanımdaki yolcu koltuğundaydı, ben direksiyondaydım ve arkada Lâl oturuyordu. Gözlerimi evden ayıramıyordum.

Bugün ya imtihanım ya ölümüm olacaktı, hissediyordum.

"Eskiden bir apartman dairesinde otururdu," dedim kapıdaki güvenlikleri işaret ederek. "Şimdi bildiğin villaya geçmiş. Daha önce düşündüğümüz gibi adamlarla dalaşmadan arka kapıdan gireceğiz. Işık, Koza'dan aldığın evin çizimini gösterir misin?" Yeniden önümüze açtı. "Üçüncü kez tekrar ediyorum," dedim. "Lâl, sen aşağıda, kapının önünde duracaksın, en karanlık köşede. Şurası." Başını salladı. "Işık, sen aşağıyı kontrol edeceksin." O da başını salladı. "Ben şu yukarıdaki odaya çıkacağım, ilk önce tek istediğim Lâl'in elektrikleri kesmesi. Başka hiçbir isteğim yok." Elinde gevşek tuttuğu silaha baktım; korkuyordu, biliyordum. "Kullanmana bile gerek kalmayacak."

"Sen ne yapacaksın?" diye sordu Işık.

"Onu uyurken yatağında yakalayacağım," dedim. "Eminim şu an huzurlu uyuyordur ve hatırladığım kadarıyla uykusu hafif."

"Bunu sormuyorum," dedi Işık kaşlarını kaldırarak. "Onu uyurken yakaladıktan sonra ne yapacaksın? Öldürecek misin?"

"Orası bana kalsın," dediğimde gözlerimi yeniden eve çevirdim. İkisi de beni sorgulamadı. "Zaten şu an korkusuzca yatağındadır. Bu planı bilen beş kişiyiz, tamamen bilen üç kişi. Başka biri biliyor mu?" Işık başını iki yana salladı, Lâl elindeki silaha baktı. "Lâl?" dedim. "Başka birine anlattın mı? Mesela Bartu'ya?" Başını tekrar iki yana salladı.

Işık ellerini direksiyona yaslayıp nefesini verdi. "Şu an o dört dingilin oryantalle dans ettiğine inanamıyorum," dedi. "Gördünüz, değil mi? Koza kendine darbuka çalan bir adam bulmuş."

Gülerek omzuna vurdum, ardından kucağında duran şaraptan büyük yudumlar içtim. Geri Işık'a verdiğimde o da içti, sonra Lâl aldı. Birkaç dakika öylece bekledik, ardından üzerime ceketimi giydim, çorabımın içine bıçağımı ve göğsüme silahı sakladım. Işık da aynı şeyleri yaptığında, Lâl sakince silahı pantolonunun kemerine sıkıştırdı.

"Lâl," dedim ona dönüp. "Eğer korkuyorsan..."

Başını olumsuz anlamda salladı ve ilk araçtan inen o oldu.

"Alışacak," dedi Işık. "Başta hep böyle oluyor ama geçer." Işık da arabadan indiğinde son kez eve baktım ve montumun kapüşonunu taktım.

"Lütfen," dedim arabadan inerken. "Eğer birine bir şey olacaksa o kişi ben olayım." Elim boynumda asılı duran anahtara gitti, onu dudaklarıma bastırdım. "Uğur getir, umut getir, güç ver. Benimlesin."

Arabadan indiğimde işaret parmağımı dudağıma bastırdım. Lâl hızla koşup bir anda ortalıktan kayboldu. İlk önce gizli kameraların elektriklerini kesmesini bekledik; birkaç dakika sonunda kameraların ışıkları kapandığında Işık'la birbirimize başımızı salladık ve evin arkasındaki çitlerden kolayca içeriye tırmandık. Işık da benim gibi atletikti bu yüzden zorlanmadı.

Bahçenin içinde Lâl planladığımız gibi o ışıkları söndürdü ve ön tarafta duran iki adam kendi aralarında konuşarak bizim olduğumuz yere doğrı yürümeye başladılar. Evin lambaları hâlâ yanıyordu.

Işık'la yeniden birbirimize baktık, yere çöktük ve silahlara susturucuları taktık. Adamların adım sesleri yaklaşmaya başladığında birbirimize bakıp gözlerimizle anlaştık ve görüş alanımıza girdikleri anda ayağa kalkıp uzak mesafeden ben bir adamın tam ensesinden vurduğumda, Işık da göğsüne isabet ettirdi. Çığlık bile atmadan yere düştüklerinde kulaklıktan Lâl'e, "Evin ışıkları," diye fısıldadım. "İlk önce en alt katın olanlar."

Birkaç dakika sonunda en alt katın elektrikleri kesildiğinde biz de arka pencereden çoktan içeriye geçmiştik. Işık'la birbirimize sırtımızı verdiğimizde büyük salonu, salondaki kütüphaneyi silik görebiliyordum ama fotoğraflar vardı. İçeride duran adamlar salona ilerlediğinde artık bir şeyler döndüğünü anlamışlardı. Işık kapının arkasına gitti, ben kütüphanenin olduğu tarafa.

Adamlar ellerinde fenerle içeriye girdiklerinde sol taraftaki çerçevelere ışık vurdu ve onu gördüm: annemi, annemin fotoğrafını. Duvarda asılıydı ve kucağında bir erkek çocuğu tutuyordu, sarı saçları uzaktan belli olan bir çocuk.

Koza. Benim abim Koza.

Adam önüme geçince vurmak yerine başını tutup sertçe çevirdiğimde ayaklarımın dibine düştü, diğer adam onun düştüğünü gördüğünde ses çıkarmak için ağzını açtı ama düşünmeden onu da vurduğumda başı masaya düştü ve gürültü koptu. Işık önünden geçen adamın ense köküne sertçe silahın kabzasıyla vurduğunda kendimi tutamayıp o çerçeveye doğru ilerledim ve hiç düşünmeden üzerimdeki montun cebine fotoğrafı sıkıştırdım. Işık ne yaptığımı gördü ama sorgulamak yerine başıyla merdivenleri işaret etti. "Çok az zamanımız var," dedi Lâl'e. "Üst katın ışıklarını kapat."

Çerçevelerde kendi çocukluğumu da gördüm; onun kucağında oturuyordum, Harun'un. Ama kendi çocukluğuma sırtımı döndüm ve sadece Koza'yı yanıma aldım, annemle beraber.

Merdivenlere ilerlediğimde üst katın ışıkları da bir anda söndü; çok kısa bir zamanım olduğunu biliyordum. Üst kata çıktığımda yavaş ve sakin adımlarla yürüyüp direkt onun yatak odasına ilerledim. Aşağı kattan adım sesleri duyuluyordu; Işık'a güvenim tamdı ama sessizlik o kadar hâkimdi ki bir an rahatsız etti.

Yatak odasının açık kapısından içeriye ilerlerken sırtı dönük uyuyan birini gördüm. Derin bir uykuda gibiydi, tıpkı Harun Aktan gibi. Ona doğru ilerlerken etrafa silah tuttum ama her yer fazlasıyla karanlıktı.

Sakince değil, hızlıca, bir an bile düşünmeden yatakta yatan kişinin yorganını açtığımda bir erkek değil, bir kadınla karşılaştım; kadının kolu diğer tarafa düştü ve gözleri boşluğa baktı. Çığlık atarak geriye kaçtığımda aşağı kattan bir çığlık koptu, ardından bir silah ve Işık'ın, "Hayır!" diyen sesi. Bunun üzerine evin ışıkları açıldı ve her kıpkırmızıydı.

Bu kadını tanıyordum, bu kadını biliyordum, bu kadını anlıyordum.

Elim boynumdaki anahtara gitti.

O kadın benim anneme benziyordu ama annem değildi; annem ölmüştü.

Arkadan bir alkış sesi koptu; silahı o tarafa doğrulttuğumda onu gördüm. Seneler sonra, aylar önce siluetini gördüğümü sanıyorken şimdi karşımdaydı. Her şeyiyle. Harun Aktan tam karşımdaydı.

"Hoş geldin güzel kızım," dedi, arkasında beş adamı vardı. "Senin sürprizini çok beğendim, peki sen beğendin mi?" Çığlık atmak için ağzımı açtığımda aniden biri arkamdan boynuma bir şey vurdu ve karanlıkla kavuştum.

Sarsıldım, titredim, boğuldum, karanlıkta yuvarlandım. Saçlarımda eller hissettim, ardından omuzlarımda ve kollarımda. Nefesim kesildi, sonra o yataktaki yüzü gördüm ve o gözler bana doğru bakıyordu; anneminkilerin aynısıydı ama ölmüştü. Kadın ölüydü, o yataktaydı ve boş bakışları kapıya dönüktü.

Işıklar yanmıştı, kırmızı ışıklar ve silah patlamış, Işık çığlık atmıştı.

Nefesim kesildi, boğuldum, göğüs kafesime bir ağırlık çöktü ve saçlarımda yine ellerin dolaştığını hissettim. Bu eller Yankı'nın elleri değildi, bu eller Tanrı'nın da elleri değildi. Bu elleri tanıyordum. Çocuktum, küçüktüm. Yerde oturuyordum, saçlarımı seviyordu, beni seviyordu. Beni sevmesin istiyordum ama seviyordu.

Yüzüme soğuk su çarpıldığında gözlerimi zorlukla açmaya çalıştım fakat o zihnimdeki karanlıktan kurtulamıyordum, ayrıca ensemde şiddetli bir ağrı vardı. Kanıyordu, kan omurgama ilerliyordu. Ölüyor muydum?

Işık neredeydi? Lâl? Onlara ne olmuştu.

Boğuldum, nefesim kesildi ve bir kez daha yüzüme su çarpıldı.

Karanlıkta duran annem. Bana ellerini uzatan annem. Sevgisi, şefkati. Hiç tatmadığım bütün duygular.

Vücudumda eller dolaştı. Bu eller Yankı'nın elleri değildi. Bu elleri tanıyordum; çocuktum, korkuyordum ve oradaydı. İznim olmadan sınırlarımın içindeydi.

Harun Aktan, hayatımın karanlık köşesi değil, kırmızı ışıklarıydı.

Yüzüme bir kez daha su çarpıldığında irkilerek nefes nefese gözlerimi açtım, kırmızı ışık gözlerimi aldı. Ağzımdaki suyu tükürdüğümde kan geldi, ardından dilimi ısırdığımı fark ettim. Yanağımda bir sızı vardı, ensemdeki acı gitgide artıyordu.

Bulanık gören gözlerim kırmızı ışıklara alıştığında artık sadece korkularımla değil, bütün gerçeklerimle de o odanın içinde olduğumu fark ettim.

Aynı yatak köşede duruyordu, benim yatağım. Cehennemim olan o yatak. Yine o masa vardı, başımı sertçe masaya vururdu ve ben odanın ortasında, arkadan ellerim bağlı şekilde sandalyede otururdum.

Tam karşımda bir video dönüyordu, videoda doğum günü fotoğraflarım vardı. Hemen aşağısında çerçeveler ve çerçevelerde Harun'un annemin sakladığı bütün fotoğrafları.

Çırpınmam, çığlık atmam gerekiyordu ama hareket etmeden dönen fotoğraflara baktım ve kendi fotoğraflarımdan sonra onunkileri de gördüm: Koza'nın, benim abimin. Harun biliyordu, ikimizin birbirimizi bulduğunu.

Koza’nın bir fotoğrafında yüzü kadraja dönüktü, gülümsüyordu ama samimi bir gülümseme değildi; başka bir fotoğrafta önündeki neşter kutusuna bakıyordu, hemen ardından mumları üfleyen benim fotoğrafım geliyordu. En sonunda Koza ile annemin fotoğrafı vardı.

Kırmızı ışıklar sanki biraz daha yoğunlaştı ve sessizliğin içinde o adım seslerini duydum. Küçükken korktuğum, duymaktan nefret ettiğim o adım sesleri. Harun Aktan geliyordu.

Ben Altıncı Sokak Nöbetçisi, Helin Saye; kelime anlamları bana tam olarak uyan “yuva” ve “gölge”. Yedi yaşında değil, yirmi dört yaşında yine o kırmızı ışıklı odada yalnızdım. Belki de son kez.

Kapı açıldı; ilk önce ayakları girdi içeriye, sonra elinde tuttuğu o doğum günü pastasını gördüm ve mumları. Tek tek sıraya dizilmiş mumlar, yaşım kadardı.

Yüzüne bakamadım ama tenimde gezen soğuğu hissettim.

Üzerimde sadece bir sutyen vardı, altımda bir pantolon. Çoraplarıma kadar çıkarmışlardı; silah ve bıçak masanın üzerindeydi. Fotoğraf da öyle. Koza'nın çocukluk fotoğrafı. Abimin fotoğrafı.

Boynumdaki kolye sutyenimin altına sarkıyordu.

Anneciğim burada mıydı? Değildi. O ölen kadın kimdi? Neden ona o kadar benziyordu? Benim annem ne zaman ve nasıl ölmüştü? Gerçekten intihar mıydı?

"İyi ki doğdun küçük kızım!" dedi Harun Aktan o korkunç sesiyle ve tam karşımda durdu. Yüzüne bakamadım, arkada bağlı olan ellerimin titremesi vücudumu da sarsıyordu, konuşamıyordum, parçalanmıştım.

Babam gerçekten beni seviyor muydu? Saye demişlerdi annemle bana. Neden annemi kurtarmamıştı? Neden bir ailem yoktu. Şu an yirmi dört tane mum vardı pastada ama ben kendimi yedi yaşında hissediyordum.

Gözlerim pencereye döndü. Koza ve Yankı. Mutluydum, onları bu karanlığa bulaştırmadım.

Işık ve Lâl?

Gözlerim ona döndü. "Arkadaşlarım," dedim acı içinde titreyen bir sesle. "Onlar nerede?"

Harun Aktan dilini üç kez damağına vurdu. "Çok ayıp küçük kızım," dedi. "İlk önce üflesene mumlarını. Eskiden böyle kaba değildin."

İtaat ettim, itaat etmeye alışmıştım. Ben buydum. Korkaktım. Kendimi kurtaracağımı sanıyorken, hiçbir şeydim.

Mumları üflediğimde pastayı masaya koyup alkışlamaya başladı. "Arkadaşlarım," dedim bir kez daha. "Onları bırak. Hiçbir suçları yok."

"Var, güzel kızım," dedi gözlerine masum bakışlarını kondurarak. "Benim yaşadığım yere izinsiz girdiler, elbette onların da cezası olacak." Başını omzuna yatırıp beni süzdü, o iğrenç bakışlarıyla. "Görmeyeli değişmişsin," dedi inceleyerek. "Büyümüşsün." Eli yüzüme uzandı, parmakları yanağımda dolaştı, acıyla irkildiğimde saçlarıma ilerledi.

Bir anının içine düştüm. Kırmızı ışıklı odadaydım, Yankı'ya saçlarımı kes diye yalvarıyordum ve o titreyen elleriyle saçlarımı kesiyordu. Nasıl da canım yanıyordu, nasıl da korkuyordum. Bıraktığı izleri silmek istemiştim, bir başkasına iz bırakarak. Ama o gün saçlarımı yeniden sevdiren bir adam olmuştu.

Harun'un parmakları saçlarımı okşadı; bekledim, acıyı hissetmeyi ama Harun'un çirkin elleri, Yankı'nın güzel ellerinin verdiği hissi silemedi.

"Saçlarını kesmişsin," dedi. "Halbuki ben uzun seviyordum." Hiçbir cevap vermedim. Hayır, izin vermek istemiyordum, yenilmek istemiyordum. Bir kez daha ruhumu ve çocukluğumu öldürmesini istemiyordum.

Ona karşı gelebilirdim, onu engelleyebilirdim; buna gücüm vardı. Peki ya gücüm neredeydi?

Bana yaklaştı, dudaklarını saçlarıma bastırdı, kokusunu içine çekti.

Silme o güzel anıları, dedim kendime ama hemen yanımda duran korku dolu çocukluğumu görmezlikten gelemedim. Acıyla inliyordu, kaçmak istiyordu, kurtulmak istiyordu; yine onun eline düştüğü için canından can gidiyordu.

"Bana ne yapacaksın?" dedim kırmızı ışıklar gözlerimi daha fazla alırken.

"Yarım kalan her şeyi," dedi, ardından doğum günü pastama ilerledi ve bir çatal aldı. Dudaklarıma yaklaştırarak, "Aç bakalım ağzını," dedi küçüklüğümde olduğu gibi. İrkildiğimde, "Ah," diye inledi. "Benden hâlâ korkuyorsun, hiç mi geçmedi, küçük?"

Arkamda ellerimi sıkıca yumruk yapıp yine ona itaat ettim, uzattığı çataldaki pastayı alıp çiğnedim. Yanımda duran çocukluğum benim arkama sığındı halbuki biz aynı kişiydik; ikimiz de korkaktık.

Ben Helin Saye. Yedi yaşına kadar dayısı tarafından kötülük görmüş, istismara uğrayan diğer kız çocuklarıyla aynı kaderi yaşayan herhangi biriydim ve şimdi bu yaşımda bile o adamdan hâlâ korkuyordum. Kaç çocuğun daha hayallerini yıkmıştı? Kaç çocuğu daha intihara sürüklemişti?

Önümde diz çöktü ve ellerini dizlerime yerleştirdi. Vücudumu incelerken, "Abinle kavuşmuşsunuz," dedi. "Sana benden bahsetti mi?" Hiçbir cevap vermeden ona baktım. "Doğru ya," dedi. "Size benim yerimi o söyledi. Korkak çocuk, kendisi gelmeye cesaret edemedi."

"Nereden biliyordun yanına geleceğimi?" dedim acıyla. Nasıl bilebilirdi?

Hiçbir cevap vermeden, "Kendine çocukların yanında yer bulmuşsun," dedi alayla. "Önder'in veletleri. Hiçbir halta yaramayan beş sokak çocuğu." Çöktüğü yerden doğrulup kaşlarını kaldırdı. "Canım kızım, güzel kızım, senin yanın benim yanım, değil mi?" Eliyle yüzümü okşadı, sevdi, ardından sertçe tokat indirdi. Dudağım patladığında saçlarım önüme geldi. "Beni alt edebileceğini mi sandın?"

Ağzımdaki kanı tükürdüm ve saçlarımın arasından ona baktım, arkamda duran çocukluğum omuzlarımı kavradı.

"Beni öldür," dedim net bir sesle. "Şimdi." Tek çıkış yolum bu gibi gelmişti.

Ben Helin Saye. Yirmilerinde ailesiyle tanışmış ve geçmişini iyileştireceğini sanan o kadındım. Bütün acıların üzerine ilaç sürmüştüm; geçtiler sandım, geçmişlerdi. Ve şimdi Harun Aktan o yaraları kaşıyordu.

Bir tokat daha attı, sertçe saçlarımı kavrayıp başımı geriye yatırdı. Gözlerine kin bulaştı. "Aslında," dedi dişlerinin arasından. "Eskiden seni severdim ama şimdi sana öyle acımasızım ki."

Ben Helin Saye. Kaşınan yaralarımın üzerine çocukluğumun şu an nefesini verdiğini hissediyordum ama nefesini veren sadece çocukluğum değildi.

Gözlerimi tavandan sarkan kırmızı ışıklara çevirdim. Meydan okudum, karşı geldim; yüzümdeki yaralara üfleyen çocukluğum beni engellemek istedi ama yapmadım.

Ve başka sesler de duydum.

Sadece Helin, diyen Koza'nın sesiydi. Bana gerektiğinde gücümü kullanabileceğimi söylemişti ve adaletin korkulardan geçtiğini göstermişti.

Yuva, diyen Yankı'nın sesiydi. Çocukluğumu ve beni iyileştireceğini söylerken kendi kurallarının hepsini çiğnemişti. Beni ben olduğum için sevmişti ve korkuların vicdanımdan ve vicdansızlığımdan geçtiğini söylemişti.

Kardeşimsin, diyen Bartu'nun sesiydi. Acılarını nasıl geçirdiğini anlatmıştı ve o sıktığı yumruklarını. Sıktığım yumruklarımı gevşettim, o intikamını almıştı. Güç, Bartu'nun geçmişindeki çocuktaydı.

Kız kardeşim, diyen Işık'ın sesiydi. Ne olursa olsun, ayakta durabileceğimi göstermişti ve ayakta dururken yıkılamayacağımı. Hem aklımı hem kalbimi dinlemeyi öğretmişti.

Annemsin, diyen Lâl'in sesiydi. O da benim annem olmuştu ve bir insanın sessizce çığlıklar atabileceğini göstermişti. Korkularını ve ne olursa olsun o korkuların üzerine koşmayı.

Gülümsedim. Kardeşimsin, diyen Mutlu'nun sesiydi. Bütün acılara, dayaklara, nefrete ve ötekileştirmelere rağmen çığlıklarıyla ve neşesiyle bana gülümsemeyi öğretmişti.

Ben yuvaydım, ben kardeştim, ben anneydim, ben bazen çocuktum; ben şu an yaşadığım ailenin kalbiydim, Sokak Nöbetçileri'nin kalbiydim. Ben olmazsam yaşayamazlardı, yarım kalırlardı ve onlar beni büyütmüşlerdi.

Zamanla, sabırla, ümit ederek. Aşk, kardeşlik, dostluk, sevgi, şefkat; şimdi fark ediyordum. Yaralarımı üfleyen küçük kız çocuğuna bunu öğreten Sokak Nöbetçileri'ydi ve ben artık büyümüştüm, eski korkak kız çocuğu değildim.

Bakışlarımı yeniden Harun Aktan'a çevirip gözlerimi kıstım.

"Şu mumları bir daha üfle," dedi Harun. "Sonra seninle biraz geçmişi anacağız."

Başımı eğip boynumdaki kolyeye baktım, anahtara. İç sesimle, benimlesin, dedim, sonra benimlesiniz. Çünkü o anahtar, benim için artık ailemin kapısının anahtarıydı.

Başparmağımla kotumun kumaşına gizli olan neşteri parmaklarımın kesileceğini bile bile hafifçe çıkardım. Ekip'ten öğrenmiştim, yani patronum Koza'dan. Abimden. "Neşterler," derdi. "En kolay saklanan silahlardır, yeter ki saklamayı bilin."

Onun Işık'a verdiği neşteri aldığımda beni kurtaracağını biliyordum ama bu şekilde olacağını tahmin edememiştim. İşaret parmağım kesildi ama sonunda o neşteri çıkardığımda sakince halatın iplerine sürtmeye başladım ve başımı kaldırıp yeniden kırmızı ışıklara baktım.

Cehennemim, acım, nefretim, korkularım. Çocukluğum kapının önünden gülümseyerek bana baktı, ardından üzerindeki o beyaz atletiyle ve iç çamaşırıyla aynı yüz ifadesiyle odadan dışarıya çıktı. Kurtuluyordu, o artık kurtuluyordu.

İçimden hepsinin adını saydım, ailemin. Yankı, dedim, benim bu dünyadaki tek aşkım. Bartu, abim, Mutlu ve Işık, kardeşlerim, Lâl, annem. Koza. Patronum. Koza. Ne olursa olsun, abim.

Hepsine minnettardım.

Harun mumları çakmağıyla tek tek yaktığında ben de halatı tamamen kopardım ve ses çıkararak yere düştüğünde Harun'un bakışları bana döndü. Gözlerinde şaşkınlığı gördüm, seneler sonra iğrenç duygularının yanına bir ifade eklenmişti.

Yarattığım gerçek adalet, hem vicdanım hem vicdansızlığım hem de korkularımdan ibaretti ve kalbim, korkakların intikamının en acısı olduğunu söyledi.

Elimdeki neşteri havaya kaldırıp küçük adımlarla pastaya ilerledim. Yüzüne baktım, o özgür kız çocuğunu anımsadım. Bir aile bir çocuğu mahvedebilirdi ama bir aile iyileştirebilirdi. Hiçbir zaman ailem olmayan o adamın gözlerinin içine bakarken, ailem olan Sokak Nöbetçileri'nin beni iyileştirmesiyle, "Artık," dedim, "kırmızı ışıklardan korkmuyorum." Ardından mumları üfledim.