logo

31. YEDİNCİ KİŞİ

Views 222 Comments 5

Koza'nın güncesinden...

29.12.2019

Uzun zamandır bu günlüğe tek bir cümle yazmadım.

Ama bugün, içimde taşıdığım iki kişi de dedi ki, unutmamak için yaz çünkü bir gün vicdanın ses verirse senden çalınan hayatı anımsa ve hayatını mahvedenler için tekrar tekrar oku.

Beni büyüten kişi derdi ki, senin hayatını mahvedenler, senin düşmanındır.

Beni büyüten kişi derdi ki, senin hayatını çalanlar, senin düşmanındır.

Beni büyüten kişi derdi ki, ben senin düşmanınım.

Beni büyüten kişi, benim gibi bir çocuktu ve tek düşmanımdı.

Bugün, tek düşmanımın çaldığı ve mahvettiği hayatım için bedelini ödeteceğim.

Unutma, Koza. Sen işkence çekiyordun ve o işkence çekiyordu. Ellerini uzattı, ellerini tutup yardım ettin; sen ellerini uzattın, o senin uzattığın ellerinden hayatını çaldı.

Unutma Koza.

O senin tek düşmanındı ve o senin tek dostundu.

Ve unutma Koza.

Bugün herkesin sokaklarını talan ettiğinde, kendi sokaklarından bile tek bir parça kalamayacak çünkü sen, o sokakların asıl sahibisin.

"Sadece Koza"

Bazı mahkemelerde suçunuzu itiraf ettiğiniz için cezanızın hükmü azalabilirdi.

Bir ekmek çaldığı için beş sene hapishanede yatacak bir çocuk, kendi ağzıyla o ekmeği çaldığını itiraf ederse suçu iki ya da üç seneye inebilirdi.

Birini öldürdüğünü itiraf etmek ve o kişiyi neden öldürdüğünü açıklamak bile cezada indirim yapılmasına neden olabilirdi.

Fakat bir ihanetin cezası itirafla azalabilir miydi, bunu hiçbir zaman öğrenemeyecekmişim gibi geliyordu çünkü kendi ihanetimi ben değil, Koza itiraf edecekti.

Bunu hissediyordum.

Sokak Nöbetçileri'nden bir ekmek çalmamıştım.
Sokak Nöbetçileri'nden kimseyi öldürmemiştim.
Onların hayatlarına girip hayatlarını çalmak için yemin etmiş, gerekirse ölümlerine gözlerimi kapatacağıma ant içmiştim.

İhanet içinde bütün suçları barındırırdı; ben bütün suçlardan hüküm giyecektim ve Sokak Nöbetçileri benim cezamı kesecekti.

Senelerce onların hapishanesinde yatabilirdim.

Ama onları kaybedemezdim ve biliyordum ki ihanetimin sonucu, onları kaybetmek olurdu.

Yerimde bir başkası olsaydı çoktan itiraf eder miydi diye düşünmeden duramadım o birkaç saniyede. Birçok kişi bunu itiraf edebileceğini söyleyebilirdi fakat benim gibi ihaneti tatmış ve ihanet etmiş insanlar, itiraf etmenin ihanetten daha zor olduğunu bilirdi.

Bir insanın gözlerinin içine bakarak ekmek çaldığınızı söyleyebilirdiniz, bir insanın gözlerinin içine bakarak birini öldürdüğünüzü de söyleyebilirdiniz ama bir insanın gözlerinin içine bakarak yalan söylediğinizi itiraf edemezdiniz.

Kalbim sıkıştı.

Bakışlarım Koza'nın ikisi birbirinden farklı olan gözlerinden ayrılmıyordu, yalvarmayı bile düşündüm. Abim olduğuna inanmıyordum ama eğer ufacık inancım olsaydı dizlerine kapanıp yalvarabilirdim.

Fakat bir yandan da bir başkasının benim yerime itiraf etmesinin daha doğru olacağını düşündüm. Dile getiremiyordum, dile başkası getirebilirdi.

O bir başkası, Yankı'nın tek düşmanı, Koza olmasaydı eğer.

Belimde bir el hissettim, o ana kadar dizlerimin titrediğini bile fark edememiştim. Gözlerim Koza'dan ayrıldığında o elin sahibinin Işık olduğunu gördüm.

Tuhaf olan, belimi tutması bana destek olmak için değil, kendisine destek sağlamak içindi.

Birkaç saniye geçmişti. O birkaç saniye ölüm gibiydi. Sessizlik artmıştı, cehennemin ateşlerinin sesi bile susmuştu da benim kalp atışlarım bir türlü durmamıştı.

Koza'nın meydan okumasından sonra ilk konuşan Işık oldu.

"Yankı." Soluk bir nefes verdi, rengi bembeyaz olmuştu ve eli kasığına doğru gitmişti. "Bunu bana hiçbir zaman sormadan ona nasıl sorabiliyorsun? Hem böyle bir şeyi nereden çıkardın?"

Direnen bakışlarım en sonunda Yankı'ya döndüğünde onun gözlerinin sadece benim üzerimde olduğunu gördüm. Ellerime bakıyor, dizlerime bakıyor, sonra gözlerimin içini izliyordu. Işık'ın söylediklerini ben dile getiremezdim çünkü Yankı'yla aramızda sözsüz bir anlaşma vardı.

Fakat nasıl olmuştu da Koza'yla aramdaki bağı anlamıştı, bunun cevabına ulaşamıyordum.

Bağ, büyük bir tabirdi.

Yankı turkuaz gözlerini ağır ağır üzerimden çektiğinde diğer taraftan yaklaşan Bartu ve Mutlu çoktan yanımıza gelmişti. İkisinin yüzünde de sorgulayan bir ifade vardı, Bartu daha temkinliydi ve elleri yumruk halini almıştı. Aramızda olmayan tek kişi Lâl'di. Uzaktan, sakince olanları izlemekle yetiniyordu.

Oyunun, ihanetin ya da benim sonumun geldiğini fark etmiş gibi gözlerini üzerimden ayırmıyordu.

Işık direkt Mutlu'ya baktı ve Yankı'ya uyarıcı bir bakış gönderdi. Bu, olanların Mutlu'nun bilmemesi gerektiğini gösteren bir ifadeydi.

Yankı ise onun bu hareketine aldırış etmeden, "Işık," dedi çenesini havaya kaldırarak. "Odanda bir kutu var, o kutunun içinde neşterler." Çoğul eki getirmesi kaşlarımı kaldırıp Işık'a dönmeme neden oldu. "Bu sadece ikimizin arasında kalacak bir sırdı, onları bana gösterdiğinde intihar etmek için değil, güçlenmek için sakladığını söylemiştin."

Mutlu diğer taraftan Işık'ın yanına yürüyüp kaşları çatık bir şekilde, "Neden söz ediyorsunuz?" diye sordu. Bartu ise Yankı'nın benim karşımda durduğunu fark etmiş, hemen yanımdaki Koza ile benim aramıza girmişti hatta beni arkasına almıştı.

Bu bir koruma içgüdüsüydü.
Beni koruduğu Koza'yla aynı yolda yürüdüğümü bile bilmiyordu.
En çok Bartu'ya haksızlık yaptığım düşüncesi, kalbimi daha fazla sıkıştırdı.

"Bu bizim sırrımız değildi," dedi Işık kısık bir sesle. Kimsenin duymasını istemiyordu ama çoktan herkes her şeyi duymuştu. "Diyaliz merkezinde yattığımdan sonra sen, benim odamda onu buldun ve bana hesabını sordun. Ben de sana anlatmak zorunda kaldım."

"Çünkü Mutlu, tekrar intihara kalkışmandan korkuyordu."

Koza hiç beklemediğim bir şekilde konuya dahil oldu. "İntihar edecek birisi, neşterlerle değil, tek bir neşterle bileğini keserdi."

Bartu, Koza'ya dönüp ters ters baktı. "Sana ne oluyor?"

Koza gözlerini devirdi ve başını umutsuzca iki yana salladı. "Gerçekten Sokak Nöbetçileri'nin en aptalı olmak seni yormuyor mu koca adam?"

Bartu dişlerini sıkıp Koza'nın üzerine yürümek istediğinde kolunu tutup onu geri çektim; Bartu dönüp bana baktı fakat hiç tepki vermedi, öfkeli bakışlarını Koza'nın üzerine dikmeye devam etti.

Yankı Koza'yı duymazlıktan geldi hatta o tarafa bakmadı, görmüyor gibi davrandı. Işık'tan gözlerini ayırmazken, "Diyaliz merkezinde kırk altı gün kaldı," diye açıklamada bulundu. "O kutunun içinde kırk üç neşter vardı ve hepsinin üzerinde tarihler. Diyalizde geçirdiğin son üç gün hariç."

Tam o esnada dönüp Koza'ya baktı, kaşları havaya kalktı; cümlesini devam ettirmedi ama Işık ve Koza ne demek istediğini anlamış gibi birbirlerine baktılar.

Mutlu gözlerini birkaç saniye kapatıp açtı. "Size diyaliz merkezinde neşter mi veriyorlardı?" Parmakları şakaklarına dokundu, ovaladı. "Birisi bana olanları anlatsın."

"Hayır kardeşim," dedi Yankı, Koza'nın yüzüne bakarak. "Birisi Işık'a neşterleri veriyordu."

Koza gereğinden fazla ciddi kalmış gibi gülümsedi, sonra göz kırpıp, "Bak sen şu işe," dedi alayla. "Diyaliz merkezindeki güzel bir kıza neşter vermek ha?" Işık'a döndü, ona da gülümsedi ama bu gülümseme, bize gülümsemelerinden daha ayrıydı. "Havalı bir girişmiş, sonrası gelişmeymiş." Başını omzuna düşürdü. "Sonucu ne oldu?"

Bartu ağzının içinde küfür yuvarladığında Mutlu, Koza'nın bakışlarından rahatsız olmuş gibi Işık'ın önüne doğru geçti.

Yankı hızlıca, "Giriş ve gelişme," dedikten sonra Koza'ya bir adım yaklaştı, ardından bir adım daha. "Sonuca henüz bağlanılmadı, hikâye devam ediyor. O kutuda senelerdir kırk üç neşter vardı." Neredeyse kafa kafaya geldiler. "Ve artık kırk dört neşter var, üzerindeki tarih, Işık'ın vurulduğu tarih."

Hiçbir zaman birbirlerine yumruk yumruğa gireceklerini düşünmezdim, hayal dahi edemezdim ama ikisinin yüzündeki o gülümsemede ilk defa nefreti hissettim; saf bir nefret. Yankı'nın nefreti. Her ne düşünüyorsa Koza'ya öyle bir bakıyordu ki tek bir nefretiyle onu kül edebilirdi.

Koza aklından geçenleri okumuş gibi, "Hiçbir zaman emin olamazsın," dedi. "Sadece tahmin edebilirsin."

"Zaten tahmin ediyordum," diye yanıtladı Koza'yı. "Ve bu maçtan sonra emin olacağım desene."

"Kaybedeceksin." Koza rahat ve sakin bir şekilde karşılık verdi. "Çünkü benim canım kaybetmek istemiyor."

Yankı geriye bir adım attı. "Ne yazık," dedi soğuk bakışlarla. "Benim canımın kazanmak istediği yerde senin canının ne istediğinin bir önemi kalmıyor."

Sırtımda duran Işık'ın eli belimden aşağıya kaydı. Bütün dengemi ona verdiğimi anladığımda geriye kayar gibi oldum ve parmaklarım Bartu'nun tuttuğum kolunu daha sıkı kavradı.

Korkuya alışıktım, bütün damarlarıma ve kemiklerime kadar. Ama bu seferki korkuyu daha önce hissetmediğime emindim.

Öyle bir korkuydu ki bir aileyi kaybetmek üzere olduğumu hissediyordum.

Bartu'nun kolunu nasıl sıkı tutuyorsam gözleri bana döndü ve bakışlarımız kesişti. Her ne gördüyse eli omzuma tutundu. "Helin," dedi kaşlarını çatarak. Bir tek o an, o hissetti ve bu ilk defa oldu. Normalde hep Yankı görürdü ama bu sefer, tek hisseden Bartu'ydu. Çünkü Yankı'nın gözlerini büyük bir hırs bürümüştü. "Neler oluyor?" Hem bana yönelikti hem olanlara yönelikti hem herkese yönelikti.

Dudaklarım aralandı, nefesimi verip başımı iki yana salladım. Sadece, "Beni sen anlarsın," diyebildim. Çünkü en çok ona benziyordum. Bütün acılarımla, yaşanmışlıklarımla, tavırlarımla, sevgimle ve sevgisizliğimle.

Ne demek istediğimi anlamadı ama omzumu tutan parmağı daha fazla destek oluyormuş gibi sıktı.

Zamanında Bartu'dan korkarken, şimdi bir tek onun benim önüme geçtiğini görmek ve benim de sadece o an, ona sığınmak istememin nedeni neydi, anlamıyordum.

Belki de Sokak Nöbetçileri'nin en saf yüzü olduğu için, içimdeki yaşlı kadın onu kullanmak istiyordu.

Belki de içimdeki çocuk Yankı'dan korkmaya başlamış, abisi gibi gördüğü Bartu'ya sığınmak istiyordu.

Yankı bir başkaldırıydı.
Bartu Sarca, başkaldırıya meydan okuyandı.

Belki de benim için bir gün Yankı'ya meydan okusun istiyordum. Benim için, içimdeki çocuk için ve hâlâ yaşamaya devam eden iyi tarafım için.

Mutlu ondan duyduğum en soğuk ses tonuyla, "Bu oyunu bitirelim artık," dedi. "Hislerimde hiç yanılmam ve sonunda kötü olaylar olacağını hissediyorum."

Koza ellerini birbirine çarptı, Mutlu'yu duymazlıktan geldi. "O halde oyun tekrar başlasın!" Geriye döndü, yürümeye başladı, sonra tekrar baktığında direkt göz göze geldik. "Sevgili Helin," dedi neşeli bir tınıyla. "Benim takımımın nadide parçası." Birkaç adımla yanıma geldi, Bartu'nun yanından çabucak beni çekip aldı, hem de kolumu tutarak. Şaşkınlıkla bakarken Bartu bir kez daha küfür savurdu fakat Koza beni çoktan onların yanından almıştı. "Gel de takımımızı oluşturalım."

Yankı'ya dönüp baktığımda çenesi kilitlenmiş bir şekilde direkt Koza'ya baktığını gördüm ve o an Koza'nın bunu neden yaptığını anladım.

Yankı’nın aramızdakini ne kadar yanlış anlayacaksa o kadar yanlış anlamasını istiyordu. En sonuna kadar.

Kolumu ondan kurtardığımda güç bile göstermedi. İkimiz önde yürürken, Koza eliyle takımımızda olacak kişileri tek tek parmağıyla çağırıyordu. En sonunda uzakta bizi izleyen Lâl'e doğru, "Hey," dedi. "Sessiz, buraya gel. Sen de takımımın nadide parçasısın."

"Senin belanı sikerim ama şimdi, piç!" Bartu Koza'ya doğru yürümek istediğinde Yankı onu belinden yakalayıp çekiştirdi fakat Bartu dişlerini sıkarak Koza'ya bakmaya devam etti.

"Ah, ne dramatik," dedi Koza gözlerini devirip sessizce. "İmkânsız aşk. Sessiz kızın kalbi, kız kardeşimin biricik Yankı'sında." Bana dönüp baktı. "Öyle değil mi?"

Bütün bu yaşananlardan sonra nasıl oluyordu da hiçbir şey yokmuş gibi konuşabiliyor, hiçbir şey yokmuş gibi davranabiliyordu. İlk kurduğum cümle, "Bunu yapacak mısın?" oldu. Titreyen sesimdeki korkuyu duyduğu anda gözleri parladı ve gülümsemesi genişledi.

"Oradan bakınca yalancı biri gibi mi görünüyorum?" En sonunda bizim kalemizin önünde durduğunda ileride Yankı ile Bartu'nun hararetli bir tartışma içinde olduğunu gördüm. Büyük ihtimalle bütün olanlara anlam veremiyor, bir an önce bitirmesi için diretiyordu.

"Evet."

Koza güldü. "Sanırım beni bir ayna sandın küçük kardeş çünkü bakıldığında sen tamamen yalana batmışsın ve kıvranıyorsun."

Lâl yanımıza doğru yürürken sessizce, "Bunu yapacak mısın?" diye sordum bir kez daha. "Bunu istiyor musun?"

"Ben sadece oyun oynamak istiyorum." Neşeyle gülmeye devam etti, altın sarısı saçlarını geriye attığında gözünün altındaki çarpı dövmesi daha fazla dikkatimi çekti. "Ve kazanacağız."

"Ya kaybedersek?" Ayaklarımı yere çarptığımda bu öfkeden dolayı değildi, gücümü test etmeye çalışıyordum. "Ya her şeyi söylemek zorunda kalırsan?"

Gözlerini gözlerimden ayırdı, bir ayağını havaya kaldırdı, kalçasına yaslayıp esnetti, sonra diğerine de aynısı yaptı. "Neden bu kadar korkuyorsun?" Sesinde ciddi bir merak vardı, bu şaşırtıcıydı.

İlk önce ona ne diyeceğimi bilemedim. Hem Koza'nın bunun cevabını bildiğini çok iyi biliyordum. "Sence neden?" diye sordum ucu açık bir yanıtla. "Bir ihanetten söz ediyoruz. Ben onların yanına gönderilmiş bir ajandım."

"Hâlâ ajansın," dedi göz kırpıp. "Ben istediğim sürece."

Derin bir nefes verdim, öfkeyle ve kinle. "Daha önce defalarca ihanet etmiş ve o ihaneti itiraf etmiş birisi kadar rahatsın," diye mırıldandım. "Ama bilmen gerekiyor, bu benim ihanetim."

Duraksadı, yüzündeki gülümseme silinmedi ama bu sefer neşesi yoktu. "Bilmiyorum bu seni şaşırtır mı?" dedi ciddiyetle. "Ama ben hep ihanete uğrayan taraf oldum." Bakışları Yankı'ya kaydı, gözlerinde nefret yoktu ama bir duygu nedense kalbimi burktu. "Onlar beş kişilik bir aile küçük kardeşim. Sense o grubun sadece Helin'isin. Onlara fazla bağlanmışsın ama senin ailen hemen yanında duruyor. Eğer birine bağlanacaksan, bana bağlan. Onlar gibi bir aile olamam, sana onların verdiklerini veremem ama sana bu korkuyu da hiçbir zaman yaşatmam."

"Ne korkusu?" diye sorduğumda bakışlarındaki samimiyeti ölçmeye çalışıyordum. Güzel cümleleri vardı, anlamlı cümleleri ve insanı inandıran bakışları.

"Bir gün terk edileceğinin korkusu." Vücudunu bana çevirdi, gözlerini kıstı. "Ben seni senelerdir hiç terk etmedim, sen sadece beni bilmiyordun."

Yutkunduğumda acı boğazımı yaktı. Ona inanmaya başlayan bir tarafım vardı ve bu en kötüsüydü. En yaralı tarafımdan yakalıyor, en yaralı tarafıma tuz basıyordu. Kendim bile inanmayarak, "Onlar beni hiçbir zaman terk etmez," dedim ama sesime bile o samimiyet ulaşmadı. “Ve varlığını bile hissetmediğim birisi, terk edip etmemiş, umurumda olmaz.”

"Diğerlerini bilemem," dedi ve gözüyle Yankı'yı gösterdi. Yankı'nın sırtı bize dönüktü, takımındakilerle konuşuyordu. "Ama o terk eder."

"Etmez." Sesim öyle bir titredi ki acı gözlerime ulaştı. "O bana sözler verdi."

"Biliyor musun?" dedi gülümseyerek. Gözlerimde dolan yaşları umursamadı. "Ben hiçbir zaman haksız çıkmam küçük kardeşim."

"Haksız çıkacaksın," dedim direterek. "O beni terk etmez."

"O halde neyden korkuyorsun?" diye sorduğunda takımımızın diğer üyeleri de etrafımıza toplanmaya başlamıştı. "Bırak, her şeyi öğrensin."

Bırak, her şeyi öğrensin.

Bırak, her şeyi öğrensin.

"Sen çok kötü birisin," dediğimde gözümden akan yaşı hızlıca sildim ve yüzümü Yankı'nın olduğu tarafa döndüm. "Bir insanın acılarını bulup onların üzerine tuz basacak kadar kötü birisin. Sana inanmıyorum."

Gözümden akan yaş umurunda bile olmadı ama başını eğip yüzünü yüzümün hizasına getirdiğinde, "İyi birisi olduğumu hiçbir zaman iddia etmedim," dedi. "Ama acılarının üzerine gidecek olsaydım bunlar daha başka konular olurdu."

Elim boynuma gitti, tırnaklarımı boğazıma geçirip, "Sen," diye mırıldandım. Devam edemedim. Devamını getiremedim. Gözlerini gözlerimden ayırana dek ona o şekilde bakmaya devam ettim.

O da ilk defa gülümsemeyerek, ciddiyetle Lâl yanımıza gelene kadar bana bakmaya devam etti.

Yaşlı kadın dedi ki, ona inanma, kimseye inanma; herkes seninle oynuyor.

Küçük kız dedi ki, bizi biliyor, yaşadıklarımızı biliyor, her şeyi biliyor.

Zemin bile titredi sanki ve ben oradan uzaklaştım, bambaşka bir şehre, bambaşka bir tarihe gittim.

Dayımla evdeydik. Ben odamdan hiçbir zaman çıkmazdım, çıkamazdım. O her zaman benim odama gelirdi, kapım kilitli olsa bile o kapıyı kırıp içeriye girerdi.

Dayımı kimse sevmezdi, hiç arkadaşı yoktu, evine kimse gelmezdi ama bir keresinde, bir erkek çocuğunun sesini duymuştum o evin içinde. Sadece sesi hatırlıyordum, konuşmaları ve dayımın o erkek çocuğuna bağırdığını.

Tek bir cümleydi o çocuğun kurduğu:
"Seni öldüreceğim."

Bir erkek çocuğuna göre fazla ağır, fazla baskın bir cümleydi ama öyle bir cümle kurmuştu ve dayım o kadar bağırmanın ardından sadece gülmüştü.

Koza'nın gözleri, Koza'nın cümleleri beni bu anıya sürüklemişti ve sadece bir an, o erkek çocuğunun Koza olma ihtimalini düşünmüştüm ama imkânsızdı.

Yalandı.

Gerçek değildi.

Olamazdı.

Benimle sadece oynuyordu.

Kedinin fareyle oynadığı gibi değil, bir düşmanın bir köleyle oynadığı gibi.

Dakikalar sonra hepimiz sahanın ortasına geçmiş, karşılıklı duruyorduk. Bartu Yankı'nın takımına tekrar girmişti. Artık oyun daha ciddi oynanacağı için kimsenin yüzünde keyifli bir ifade yoktu.

"Hakem olmayacak." Yankı karşılıklı dururken ilk konuşan kişi oldu. Uzaktan bizi izleyen Işık'ın rengi hâlâ yoktu. "Bartu tekrar takıma girdi. Beş olan kazanacak."

"Hakem olmayacak mı?" Koza dudaklarını büküp Işık'a baktı. "Gözlerim bu güzellikten bir süre mahrum kalacak, öyle mi?"

"Senin gözlerini siksem her şeyden mahrum kalır, bunu biliyor muydun?" Bartu'nun küfrü Koza'yı güldürdü ama aldırış etmedi.

"Ben de kıvırcığı istemiyorum," dedi Mutlu'yu göstererek. O zaten çoktan oyuna dahil olmama kararı almış gibi Işık'ın yanındaydı. Benimle beraber takımında beş kişi vardı. Kollarını açıp bizi gösterdi. "Görüyorsun ki benim takımım yeterince zayıf ama buna rağmen seni yeneceğim Sonuncu."

Aslında bakıldığı zaman Yankı'nın takımında da o ve Bartu'dan başka erkek yoktu. Üç kız, korkuyla iki takıma bakıyordu ve olanları anlamaya çalışıyordu. Bizim takımımızda ise üç erkek, iki kızdık. Gerçi Osman pek de iyi oynamıyordu ama yine de durumlar eşit gibi görünüyordu.

Bartu ellerini yumruk yaptı, bakışları Lâl'e ve ardından bana kaydı. "Hakem yok. Eğer tek bir yanlış hareketini görürsem maçı bırakır, seni kaleye asarım şerefsiz herif. Beni duydun mu?"

Koza Bartu her konuştuğunda gözlerini devirdiği gibi bir kez daha devirdi. "Seni büyütürlerken ne dediler koca adam? İnsanları döv, insanları öldür, insanları ye falan mı?" Göz ucuyla Lâl'i gösterdi. "Merak etme, ben esmerlerden değil…" Işık'ı işaret etti. "Sarışınlardan hoşlanırım."

"Ama sen gerçekten gel benim belamı..." Bir kez daha Koza'nın üzerine atılmak için hamle yaptığında Yankı araya girdi.

"Sadece maç öncesi ortamı germeye çalışıyor, klasik Koza hareketleri." Yankı boynunu çıtlattı. "Aldırış etme."

"Ah," dedi Koza sırıtarak. "Helin esmerler kategorisine girmiyor bence Sonuncu. Bu kadar rahat olmana gerek yok."

Gözlerim açıldı, bakışlarım ona döndü ve az önce benimle o konuşmayı yapan adam aynı adam mı diye anlamak için onu inceledim ama öylesine keyifli, öylesine umursamaz görünüyordu ki başımı iki yana sallamakla yetindim.

Yankı gözlerini kapattı, omuzlarını indirip kaldırdı ve derin bir nefes verip dişlerini sıkarak, "Oyun başlasın," dedi. "Mutlu, topu bana at."

"Kıskandın mı Sonuncu?" Koza omzuyla omzumu itekledi. "Biz çok iyi anlaşıyoruz. Onda neler gördüğünü artık ben de görebiliyorum."

Yankı gözlerini açtı, direkt Koza'ya bakarken, "Benim onda gördüklerimi benden başka kimse göremez," dedi hırsla. "Ve biraz daha bu konuda damarıma basmaya devam edersen seni hiç kimse benim elimden alamaz."

"İşte beklediğim hareketler." Koza alayla gülerken daha fazla keyifleniyordu. "Bırak zekâyı filan Sonuncu, gel beni tokatla hadi."

"Şunu yapmaktan vazgeç," dedim öfkeli ama kısık bir sesle. Sesim yalvarıyormuş gibi çıkmıştı. "Lütfen son ver."

"Efendim Helinciğim?" dedi bağırarak Koza. "Ah, evet, akşam müsaitim, olur, görüşelim." Ardından kahkaha attı ve ileriden topla beraber yürüyen Mutlu'ya baktı.

Yankı gözlerini gözlerime odakladı, Koza'nın söyledikleri onu ne derece etkiledi bilmiyordum ama onun yanında durmam bile dişlerini sıkacak kadar zedeliyordu, bunu gördüm.

Bu bile yeterliyken, aramızda geçen diğer konuları duymak...

Mutlu topu Yankı'nın ayağının ucuna koyduğunda hepimiz oyundaki sıralamamızı aldık. Koza önce bana, sonra Lâl'e baktı, diğer oyuncuları görmezlikten geldi. "Kazanmak için oynayın," dedi ellerini bir kez birbirine çarpıp. Sonra Ekip'ten öğrendiğim gibi senelerin birikimiyle üç kere art arda bir kere tek ellerini çarptı. "Yoksa cezası ağır olur."

Ardından oyun başladı.

Yankı'nın takımının kalesine bir kız geçmişti, bu Yankı'ya durmadan yavrum diyen kızdı. Eğer böyle bir yol denediyse o kız kesinlikle kalecilikte iyi olmalıydı. Fakat hemen önünde Bartu duruyordu, aslında kalecinin iyi olmadığını, asıl olanın Bartu olduğunu anladım.

Yankı ayağındaki topu sürmeye başladığında Lâl onun olduğu tarafa atıldı fakat o kadar gönülsüz, o kadar isteksiz oynuyordu ki aslında bu oyunda Koza ve benim tek olduğumuzu anladım. Koza, Yankı'ya bütün gücüyle koşmaya başladığında ben diğer yönden Yankı'nın arka tarafını kapattım ve pas vermesini engellemeye çalıştım.

Koza Yankı'yı sıkıştırdığında daha fazla öfkelendirmek için, "Söylesene," dedi önünde durup, bir yandan da bacaklarını hareket ettiriyordu. "Eğer kaybedersem duyacakların seni korkutuyor mu Sonuncu?"

Yankı Koza'nın iki bacağının arasından topu attığında takımındaki başka bir kız sürmeye başladı ve ben de o kızın peşinden gittim. En son duyduğum Yankı'nın Koza'ya, "Duyacaklarım her ne olursa olsun, ona yaklaşmana izin vermeyeceğim," demesi oldu.

Topu süren kızın önüne geçtiğimde, takımımızdaki diğer erkek de arkadan onu sıkıştırdı. Bartu takım arkadaşının sıkıştığını fark ettiğinde ve Koza da Yankı'yı tutmaya başladığında bizim olduğumuz tarafa koştu.

Kızın önüne geçtim, gözlerimi onun gözlerinden ayırmadan ayağında döndürdüğü topu almaya çalıştım; Bartu ise takım arkadaşına diğer taraftan ona pas vermesi için bağırdı.

Arka tarafta kalan diğer takım arkadaşım kızın ayağından topu tam alacağı sırada hızlıca Bartu'ya topu attı ve ben de o tarafa koştum. Bartu göğsünde topu sektirip ayağında döndürdü ve koşmaya başladı, ben de onun üzerine koştum. Yankı ise Bartu'ya seslenerek kalenin olduğu yeri gösterdi.

Bizim de kalemizde güçsüz birisi duruyordu ve top oraya yaklaştığı anda çoktan gol oldu demekti.

Dört-üçtü.

Beşinci golde her şey son bulacak, Yankı'nın takımı kazanacaktı ve Koza kaybedecekti.

Yankı her şeyi öğrenecekti.

Bunun hırsıyla, bunun korkusuyla, bunun endişesiyle Bartu'ya koşarken Lâl'in de Bartu'ya doğru koştuğunu gördüm. Bu sefer istekliydi ama isteğini o an çok net gördüm, amacı bizi kazandırmak değil, kaybettirmekti.

"Lâl, sakın," dedim yanımda koşmaya başladığında. "Bunu yapma."

Lâl beni duymazlıktan geldi ve sanki hiç koşmuyormuş gibi öyle hızlı uçtu ki birkaç saniye arkasından şaşkınlıkla bakmaktan başka hiçbir şey yapamadım. Bacaklarındaki kuvvet, küçük dilimi yutmama neden olacaktı.

Bartu'nun karşısında durduğunda ona gülümsedi, Bartu da karşılık verdi fakat kaşları havadaydı. Yanlarına yetiştiğimde Bartu Lâl'e, "Bana bakma öyle ufaklık," dedi. "Seninle biz şu an düşmanız. Hatta biz seninle bir de kardeşiz."

Arkadan topu almaya çalıştığımda ayağında dans ettirip beni kıstırdı ve Koza ile Yankı da bizim olduğumuz yere yetişti.

"Ah," dedi Koza Bartu'ya alayla. "İmkânsızları mı oynuyorsun yine koca adam?"

Bartu'nun yüzündeki gülümseme silindi, öfkeyle Koza'ya baktı, dikkatinin dağıldığını hissettim. Koza ise bir yandan bana göz ucuyla bakıyor, dikkatini daha fazla dağıttığı anda topu almamı işaret ediyordu.

“Kapa lan çeneni,” dedi Bartu fakat diğer taraftan Yankı, "Duyma," diye atladı. Pas veremiyordu çünkü önünde Koza vardı, diğer takım arkadaşları ise uzaktan koşuyordu.

"Yoksa bu sessiz kız neyin imkânsızlığından bahsettiğimi bilmiyor mu?" Koza durdu, adım atmayı bile kesti ve kollarını önünde bağlayıp Lâl'e baktı. Ardından işaret diliyle konuşmaya başladığında küçük dilimi yutmama neden olacak başka bir detayı daha fark ettim, bu detay, onların kendi aralarındaki işaret dilini bilmesiydi.

Lâl de durdu, yüzündeki ifade değişti ve kaşları çatıldı.

"Koza," dedi Yankı hırlayarak. "Belden aşağı vurmaktan vazgeç."

Fakat tam o anda, Lâl sanki bütün bu olanları duymak istemiyormuş gibi Bartu'nun ayağından topu dikkatsizliğinden faydalanıp aldı ve öyle hızlı kaleye koşmaya başladı ki ben de Koza da peşinden gidemedik. Bartu Koza'ya bakmaya devam etti, Yankı koştu ama Lâl'e yetişemeyeceğini biliyordu.

Yarım dakika sonra Lâl kalenin önüne geldiğinde bir an bile düşünmeden sert bir şut çekti ve kaledeki kız topu tutmak yerine diğer tarafa kaçıp gol olmasına neden oldu.

Sessizlik oldu, bizim takımımızdan birisi gülerek, "Dört-dört," dedi ama bizim ağzımızı bıçak açmadı.

Bartu bir an bile düşünmeden Koza'ya üçüncü kez atıldı fakat bu kez sert yumruğu Koza'nın çenesiyle buluştuğunda ellerimle ağzımı kapatıp çığlık attım. Koza ise geriye sendeleyip elinin tersiyle dudağına bastırdı ve eğilip Bartu'ya baktı. Yüzündeki sırıtma bir an bile eksilmeden, "Koca adamsın," dedi diliyle damağına üç kere vurup. "En sert yumruğun bu muydu? Şaşırttın beni."

Bartu, "Seni öldürürüm!" diye bağırıp bir kez daha üzerine gittiğinde Mutlu sahanın dışından geldi ve Yankı'nın Bartu'yu geriye çekmesine yardım etti. "Seni gebertirim, şerefsiz!" Öfkeden gözü dönmüştü, Bartu böyle olduğu zamanlar onu engellemek neredeyse imkânsızdı. Zorlukla Mutlu ile Yankı onu tutarken, “Bir daha onunla konuşmayacaksın!” diye haykırdı Bartu. “Bir daha ona hiçbir şey söylemeyeceksin!”

Işık iki takımın ortasında kaldığında, "Ona ne söyledin?" diye sordum Koza'ya şaşkınlıkla.

Koza elinin tersiyle patlayan dudağındaki kanı sildi ve yüzünü buruşturdu. "Doğruları."

"Ona ne söyledin?" diye bastırdım.

Koza başını sersemlemiş gibi salladı. "Bakma öyle dediğime," dedi yarı alaylı, yarı ciddi. "Yumruğu çok sağlamdı, bir an öldüm sandım." Ardından güldü. "Grubun gücü derken haksız değillermiş."

Öfkeyle onu omzundan itekledim. "Ona ne söyledin diyorum sana?"

Işık'ın sesi ikimizin arasına girdi. "Yankı'dan başkalarını görmelisin, gözlerini aç." Koza'yla ikimiz aynı anda ona döndük. "Bunu söyledi."

Işık'ın gözleri, Koza'nın dudağındaki kana doğru kayınca yüzünü buruşturdu. Kaşlarımı çatarak bir kez daha Koza'yı omzundan itekledim. "Bu hakkı kendinde nasıl bulabilirsin?"

"Genelde haddim olmayan her şeye burnumu sokarım," dediğinde gözleri Işık'taydı. "Güzel kız bunu bilir. Öyle değil mi?"

Işık biraz daha yaklaştı ve Koza'nın dudağına bakarak, "Bayılmamana sevindim," dedi ve onun da sesinde alayı duydum. "Genelde Bartu'nun yumrukları insanı bayıltır."

O an ikisinin gözlerindeki ifadenin birbirine benzemesi zihnimin oyunu muydu yoksa gerçekten öyle miydi, anlam veremedim.

Koza gülümsedi. "Çok acıyor ama," dedi dudağını küçük bir çocuk gibi bükerek. "Pansuman yapmayacak mısın? Ben sana pansuman yapardım."

Işık'ın kaşları çatıldı. "Sen bana hiçbir zaman pansuman yapmadın."

"Kafamın içinde yaptım," dedi aynı ifadeyle. "Bu da yaptım demenin yarısıdır."

Işık bakışlarını bana çevirdi, arkasında kalan kardeşlerine baktıktan sonra derin bir nefes verdiğinde yüzünde samimi bir gülümseme oluştu, sahanın dışına tekrar çıktı. Koza o yürürken Işık'ı öyle bir inceledi ki önüne geçip, "Ona sapık gibi bakmaktan vazgeç," dedim. "Sen tam bir ruh hastasısın."

"Sence de çok güzel değil mi?" dedi ve sürekli Işık'ın güzelliğine yaptığı vurgu dikkatimden kaçmadı.

"Sen gerçekten sapıksın," dediğimde Bartu sakinleşmeye başlamıştı fakat gözleri hâlâ Koza'nın üzerindeydi. "Her kadına böyle misin?"

"Nasıl yani?" En sonunda Koza bakışlarını Işık'tan ayırıp bana bakmıştı.

"Her kadına karşı böyle flört ediyormuş gibi mi davranırsın?"

"Ah," dedi Koza ve bir kez daha dudağını sildi. Patlayan dudağının kenarı şişmeye başlamıştı. "Çevremdeki kızlar üçe ayrılır." Parmağıyla mavi gözünü işaret etti. "Bu gözüme âşık olanlar." Ardından kahverengi gözünü işaret etti. "Bu gözüme âşık olanlar." Sonra ikisini birden gösterdi. "Ve ikisine birden tutulanlar." Bakışları yine Işık'a döndü. "İki gözüme birden tutulanlarla flört etmeyi daha çok severim çünkü her iki yüzümü de görürler."

Ağzımdan nefesimi verip, “Peki, hep böyle misin?" diye sordum. "Hayatı ciddiye almayan ve her şeyle dalga geçen?"

"Vay canına, son söylediklerimde çok ciddiydim." Koza kırılmış gibi kaşlarını çattı ama yapmacıktı. "Sadece siz insanlar, beni anlamıyorsunuz. Sen şu an sadece tek bir gözümü görüyorsun mesela."

Yankı'nın diğer taraftan gelen sesi aramıza girdi. "Maça geri dönüyoruz. Durum dört-dört."

"Hani benim doktorum?" dedi Koza ona dönüp. "Hani benim kırmızı kartım?"

"Artık saçmalamayı kes Koza." Yankı'nın ses tonu değişmeye başlamıştı, bakışları bir an bile bana dönmüyordu.

Koza gülümsedi ama devam ettirmedi. Mutlu topu diğer taraftan bize atıp Işık’a doğru yürüdü. Öyle bir yüzü vardı ki zerre tebessümü yoktu, keyifsizdi. Işık’a nasıl sorular sorduğunu o an fazlasıyla merak ettim.

Gözlerimle Lâl’i aradığımda onu bulamadım ve Koza’ya dönüp, "Lâl," dedim. "O yok."

"Kendisi oyundan çıktı." Bartu'nun öfkeden dolayı sesi baskın çıkıyordu. "Ve bir daha girmeyecek. Artık dört kişisiniz."

Koza'nın itiraz etmesini, tepki vermesini bekledim ama hiçbir şey söylemeden omzunu silkip ayağımın ucunda duran topu kendi ayağının altına aldı. Yine herkes maç pozisyonu aldığında bizim takımımız artık dört kişiydi.

Yankı'nın takımı beş kişi olarak devam ediyordu. Bartu artık kalenin önünde bile durmuyordu, direkt Koza'nın üzerinde olan bakışları öfkeyle parlıyordu. Olası bir durumda topu almak için değil, onu öldürmek için hamle yapacaktı, bunu biliyordum.

Maç tekrar başladı ve Koza topu sürerken artık onun peşinde olan Bartu'ydu. Bütün hırsıyla onu öyle bir engelliyordu ki faul olmadığı için omuz atıyor, tekmelerini Koza'ya geçiriyordu. Koza ise kaleye gitmek yerine âdeta Bartu'dan kaçıyordu.

Yankı hemen benim yan tarafımdan gelmeye başladığında kendi aralarında bizi bölüştüklerini anladım.

Beni Yankı tutacaktı, Koza'yı Bartu.

Diğer takım üyelerinden birine Koza pas verdi, Yankı'nın takımındaki iki kişi direkt ona hücum etti.

Köşeye sıkıştırmaya çalışıyorlardı.

Bartu Koza'nın önünde dururken onun koşmasını engelliyordu hatta koşmak istediği anda tekmelerini bacağına geçirmeye çalışıyordu.

Bütün işin benim üzerime kaldığını hissettiğimde köşeye sıkışan erkek takım üyemden pas istedim ve zorlukla bana attığında arkamı dönüp kaleye koşmak için hamle yaptım fakat Yankı tam karşımda durdu.

Onunla dakikalar sonra göz göze geldik. Ama bu sefer günler sonra göz göze gelmişiz gibi birbirimize baktığımızda odağımı kaybetmemek için büyük bir çaba sarf ettim, korkularımı yok saymaya çalıştım.

Kaybedemezdim, bu maçı kaybedemezdim çünkü onu kaybedemezdim.

Sokak Nöbetçileri'ni kaybedemezdim.

Karşılıklı dans ediyormuş gibi göründüğümüzde Yankı topu almak için adım attı ama ayağımda döndürüp ona arkamı döndüm ve karşımda diğer takım arkadaşını gördüm. Bir kez daha ona döndüğümde Yankı'nın turkuaz gözlerinden anlamsız bir ifade geçti.

Hırs vardı gözlerinde, kazanma hırsı. Ve bambaşka bir duygu daha.

Kendimi tutamayarak, "Kaçıyordun," dedim ve ayağımdaki topu döndürmeye devam ettim. "Ne oldu da kaçmaktan vazgeçtin?"

Bartu'ya öyle söylemişti, kaçabileceği noktaya kadar gidecekti ve ben, bir kez olsun cesaretle onun karşısında dikildiğimde benden de kaçmıştı.

Yankı Sarca'ya kaçmayı öğreten bendim, şimdi ne olduysa kaçmaktan vazgeçmişti.

"Ben senin söyleyeceğin gerçeklerden kaçabiliyorum sadece," dedi Yankı sakin bir sesle ama gözleri bir topa, bir bana kayıyordu. "Sen neden bu kadar korkuyorsun? Ben kazandığımda ne olacağından korkuyorsun? Öğreneceklerimden mi?"

Duraksadım, ayaklarım da yavaş hareket etmeye başladı. "Sonuçlardan," dedim pürüzsüz bir sesle ve o an titremeyen sesim beni de şaşırttı.

"En kötü ne olabilir?" diye sorduğunda bana doğru bir adım attı. Onun arka tarafında duran Koza Bartu'dan kurtulmaya çalışıyordu ve gözleri benim üzerimdeydi.

"En kötü ne olabilir?" diye söylediğini tekrar ettim. Zihnime, inşaatta beni terk edip gitmesi düştü ve kalbimin tam ortasına büyük bir acı oturdu. Beni bırakmıştı, beni bırakabileceğini söylemişti, onca söze ve onca cümleye rağmen. Arkasını dönmüştü, yürümüştü, gitmişti. Evet, bu çok kısa sürmüştü ama beni öylece bıraktığında geride neler bırakabileceğini, enkazının üzerine kimlerin basacağını hesaba katmamıştı.

Hareket etmeyi kestim. Top iki ayağımın ucunda durdu, ellerim titremeye başladı ve dizlerim de öyle. "Fark ettim ki," diye mırıldandığımda aslında dişlerimi korkmamak için nasıl sıktığımı fark ediyordum, korkularımı ona göstermemek için nasıl çabaladığımı. "Ben de kaçıyormuşum sahiden sonuçlardan."

Yankı'nın omzunun üzerinden Koza'yla göz göze geldik. Ona ayak diretmiş, beni terk etmeyeceğini söylemiştim ama bu söylediğime kendim bile inanmamıştım. Şimdi umutsuzca bana bakan Koza, gözlerimden o duyguyu hatta duyguları okudu.

Korktuğumu ama korkmama rağmen sonuçları görmek istediğimi.

Yıkılırdım, dağılırdım, parçalanırdım; toplanırdım, yürürdüm, koşardım ama bir şekilde sonuçları artık görür, kendi yüzlerimle bir kez daha karşılaşırdım.

Artık ailesi tarafından ne zaman terk edileceğini bekleyen o çocuğa gerçekleri göstermek gerekiyordu.

"Pes mi ediyorsun?" diye sordu Yankı ama topu almak için uzanmadı.

"Birimizin kaçmaması gerekiyor artık," diye fısıldadığımda ayak ucumla hafifçe topu ona doğru attım. "Ben artık kaçmıyorum, sonuçları görmek istiyorum."

Ama ben korkuyorum, dedi iç sesim. Hem de bağıra bağıra. O sese aldırış etmedim. Hep korkacaktım, hep koşacaktım, hep çabalayacaktım ve hep yıkılacaktım.

İnsanın bir kez dizlerinin üzerine düşmesi, binlerce kez dizlerinin üzerine düşeceği korkusunu yaşamasından daha iyiydi.

Yankı yutkundu ve topu ayağının altına alıp, "Ben de artık kaçmıyorum," dedikten sonra diğer tarafta ondan pas bekleyen takım arkadaşına topu attı. "Hem de gerçeklerden değil, sonuçlardan."

Kendi yaratacağı sonuçlardan o da korkuyordu, bu en kötüsüydü.

Birbirimizin gözlerinin içine baktık. Takım arkadaşının topu rahatça sürerek kaleye gidip zorlanmadan gol atması vazgeçilen bir savaşın sonucunu getirdi.

Takım arkadaşları sevinmeye başladığında Yankı bana doğru bir adım atıp, "Kazandım," dedi sakin bir sesle.

"Hayır," dedim nefesimi verip. "İkimiz de kazandık ve ikimiz de kaybettik."

Sahanın ortasında birbirimizin gözlerinin içine bakarken çevredeki takım üyelerinin sevinçleri ya da üzüntüleri ikimizin de umurunda değil gibiydi. Bartu Koza'yı serbest bırakmış bize bakıyordu, Koza ise aynı umutsuz ifadeyle beni izlemeye devam ediyordu.

Onu hayal kırıklığına mı uğratmıştım? Aslında umurumda değildi, ne istediği. Ve benim de ne istediğim umurumda değildi.

Bu bir savaşsa kendi isteğimle kaybedip celladımın önüne boynumu koyabilirdim ve kılıcıyla başımı gövdemden ayırmasını bekleyebilirdim.

Korkak olabilirdim ama en büyük korkaklar bile bazen içlerinde çok büyük bir cesaret taşırlardı.

Birkaç saniye öncesi hayatımın en cesur anıydı, bir daha o kadar cesur olamazdım; Yankı'nın gözlerine bakarken ya da aynada kendi gözlerime bakarken.

Koza bizim olduğumuz tarafa yürümeye başladığında Mutlu ile Işık da gelmeye başladı. Işık'la göz göze gelemiyordum çünkü bu savaşta farkında olmadan onun da boynunu celladın önüne getirdiğimi yeni fark ediyordum. Bakışlarım sahanın ilerisinde duran Lâl'e kaydı.

Başını bir kez iki yana salladı. Olumsuz anlamda. Acıyla. Bana üzülerek. Neler olduğunu anlamıştı ve bize doğru yürürken, Yankı'ya değil, bana bakıyordu. Çektiğim acıyı en net o gördü ama ben hiç acı çekmiyormuş gibi dimdik durmaya ve Yankı'nın gözlerinin içine bakmaya devam ettim.

Koza yanımıza geldiğinde, "Hep savunduğum cümle şimdi epey doğru geliyor," dedi.

"Neymiş o cümle?" diye sordu Yankı bana bakmaya devam ederken.

"Yarattığın gerçek adaletin sadece korkularından ibarettir." Koza'nın bakışları bana döndü, korkularımla ayakta dimdik duruşuma öyle bir baktı ki bir an benimle gurur duyduğunu bile düşündüm. "Helin'in adaletiyle kazandın Sonuncu, adil olmayan bir şekilde. Ama kazandın."

Yankı'nın yüzünde zafer kazanmış bir adamdan ziyade, o zaferi istemeyen bir adamın ifadesi vardı. Fakat yine de Koza'ya dönüp baktı; benden bakışlarını ayırması, omuzlarımı sıkıca tutan gücümün de azalmasına neden oldu. Kamburum çıktı, destek alacak bir yer aradım ama destek bulduğum tek yer, kendi kollarıma sıkıca sarılmam oldu.

"Öyle oldu." Vazgeçmesini bekledim, içten içe. Ne olursa olsun, Helin'i her şekilde kabul ederim demesini bekledim ama bunu söylemedi. "Şimdi gerçekleri dinleme zamanı Koza."

"Gerçekler mi?" Bartu yüzünü Yankı'ya döndü.

Mutlu ise olanları anlamış gibi, "Siz iddiaya girdiniz, öyle değil mi?" diye sordu. "Bu maç bir iddiaydı."

Yankı'dan önce Koza sözü devraldı. "Evet, iddiaydı. Sonuncu, bir kez daha sizi benimle oynadığı bir oyuna dahil etti." Sokak Nöbetçileri'nin tek tek yüzüne baktı, henüz yanımıza ulaşmış olan Lâl'e döndü. "Daha önce, seneler önce dahil edildiği gibi."

Lâl'in yüzündeki ifade değişmedi ama aralarında bambaşka bir sır daha olduğu dikkatimden kaçmadı.

O an Lâl'in Koza'dan neden hiçbir şekilde korkmadığını ya da çekinmediğini anladım; o da Yankı gibi Koza'yı yakından tanıyordu. Ve Işık gibi.

Tek Koza'yı tanımayan Mutlu ve Bartu'ydu.

Bu cümlelerden sonra Mutlu'ya döndüm fakat başka bir şaşkınlık daha dengemi sarstı. O da Koza'yı tanıyormuş gibiydi.

Ve o an fark ettim ki, Yankı'dan sonra grubun beyni Mutlu'ydu, Yankı istese de olanları ondan gizleyemezdi.

Hiçbir şey bilmeyen tek bir kişi vardı: Bartu Sarca.
Öylesine masum, öylesine merakla bakıyordu ki aynı ifadeyi herkesin yüzünde görmek istiyordu ama yoktu.

"Neler oluyor?" dedi Bartu, dakikalar önce bana söylediğini tekrar ederek. "Birileri bir şeyler söylesin."

Koza Yankı'nın karşısına geçti ve yine benim yanımda durdu ama bu sefer önüme geçmesini ben de istemiştim çünkü onun daha fazla gözlerine bakamıyordum.

"Madem gerçekler konuşulacak," dedi Koza sakin bir sesle. "Herkesin gerçekleri konuşulsun ve herkes o masada olsun Sonuncu." Başını ağır ağır aşağı yukarı salladı. "Akşam sana göndereceğim adrese Sokak Nöbetçileri'ni ve..." Bakışları bana döndü. "Helin'i alıp gel."

Sonra hiçbir şey demeden, bir daha hiç kimsenin yüzüne bakmadan yürüyüp yanımızdan uzaklaştı. Ne düşündü, ne tasarladı anlayamadım ama önümdeki gölgesi uzaklaştığında ve onun arkasından baktığımda ilk defa Koza'ya karşı korku değil, nefret değil, öfke değil, acı hissettim.

Acısını hissettim.

***

Artık nasıl hissetmem gerektiğini bilmiyordum. Artık nereye gitmem gerektiğini de bilmiyordum. Dengem tamamen sarsılmıştı, yok olmuştu, mahvolmuştu. Kendimi bir yandan suçlu hissederken, bir yandan suçsuz hissediyordum. Bir yandan vicdanım rahattı, bir yandan aşırı rahatsız bir vicdanım vardı. Bir yandan kaybetmemek için beynimi yiyordum, bir yandan da kaybetsem de yeniden ayağa nasıl dikileceğimi düşünüyordum.

Ben artık aklımı kaybediyordum, Tanrı üvey evladının aklını kaybetmesini istiyordu.

Artık kim olduğumu bile bilmiyordum, olduğum kişiden ise tamamen uzaklaştığımın farkındaydım; iyi ya da kötü. Kalbim iki parçaya ayrılmıştı, bir yanım iyiliğin rengini almıştı, bir yanım ise kötülüğün rengindeydi.

Ben hem Koza tarafından örülmüştüm hem Yankı tarafından sağır olmuştum.
Beni mahvediyorlardı.

Sokak Nöbetçileri'yle beraber eve gelmiştik. Yol boyunca herkes büyük bir sessizlik içindeydi, kimsenin ağzını bıçak açmamıştı ve evden içeriye girdiğimiz anda Işık kendisini odaya kapatıp kapısını kilitlemişti.

Mutlu ile Bartu dışarıda bir yerlerdelerdi, tam olarak nerede olduklarını bilmiyordum.

Lâl odasına çekilmişti, kapısını kilitlememişti, çok sakindi ama yalnız kalmak istediği ortadaydı.

Aslında eve geldikten sonra Bartu ile Yankı arasında büyük bir kavga çıkabileceğini bile düşünmüştüm ama Bartu, bu konularda kendini eğitmeye başlamış olacak ki bir kez bile Yankı'yla göz göze gelmemişti.

Yankı kendini direkt banyoya atmıştı ve dakikalardır oradaydı.
On dakika, yirmi dakika, otuz dakika...

Oturma odasında, üçlü koltuğun köşesinde otururken bir yandan kapıya bakıp onun gelmesini bekliyor, bir yandan da ayaklarıma onun kapısına gitmemek için söz geçiriyordum. Ne konuşacaktım? Ne anlatacaktım?

Merak ettiğim asıl konu neydi?

Bir misafir gibi oturma odasında otururken, o misafirliğin acısını da yaşıyordum. Aklımı kaybediyordum, beni artık bütün bu olanlar mahvediyordu. Yapmalıydım, gitmeliydim ya da kalmalıydım ama bir şeyler yapmalıydım çünkü bu şekilde yaşayamıyordum.

İçimden bir ses, Yankı'dan daha çok kendimi düşündüğümü söyledi. Benim hakkımda ne düşünüyordu, bana karşı tavırları nasıldı? Gerçekten onlarla beraber bu eve gelmem onu rahatsız etmeye başlamış olabilir miydi? Diğerlerini bilemezdim ama Yankı'yla artık eskisi gibi konuşamayacağımı hissediyordum.

Neredeyse kırk dakika sonra daha fazla dayanamayıp oturduğum koltuktan kalktım ve adımlarımı merdivenlere yönlendirdim. Sarsak adımlarla yürürken başımın şiddetli bir şekilde döndüğünü, gözlerimin ise odağını kaybettiğini hissediyordum. Ağır geliyordu; ulaşacağım sonuçlardan ziyade, kendi sonucumdan bile korkmaya başlamıştım.

Onun yanına neden gittiğimi bilmiyordum, belki de yalvaracaktım ya da bağırıp çağıracaktım ama yüzünü görmek istiyordum.

Sözler için, cümleler için; en çok benimle beraber, bütün acılarımı geçirmeye çalıştığı için.

Banyonun kapısının önüne geldiğimde içeriden ne bir su sesi geldiğini duydum ne de nefes sesi. Bir süre tek ayağımın üzerinde durup bekledim, elim kapıya doğru kalkıp tekrar indi ve bunu birkaç kez tekrarladım. Ama en sonunda gözlerimi sıkıca kapatıp kapıya vurarak kısık sesle, "Yankı," diye seslendim. "Orada mısın?"

Sessizlik oldu. Hiçbir karşılık vermedi, birkaç saniye o kapının önünde bana cevap vermesini bekledim ama herhangi bir cevap vermedi. Bir kez daha vurdum kapısına. "Yankı," dedim. "Oradasın, biliyorum."

Yine cevap yoktu. Kaşlarım çatıldı. Yankı dikkatsiz bir adam değildi, Yankı hiçbir şeyi duymayacak bir adam da değildi, kötü bir şey olmuş olabilir miydi? Bu sefer sertçe ve daha yüksek bir sesle, "Yankı!" diye seslendim. "Cevap vermezsen içeriye gireceğim."

Yine cevap alamadım ve kendimi tutamayarak bir an bile düşünmeden kapının kolunu çevirdim, kilitli değildi.

Kapıyı açtığım anda koridorun ışığı banyonun içine çarptı ve gözlerim onu aradı. Sonra gördüm ama keşke görmeseydim. Dizlerimin üzerine çökmemek için direndim çünkü onu üçüncü defa böyle görüyordum. İlki sokak lambasının altında, ailesinin evinin oradaydı. İkincisi Işık vurulduğunda hastanede onu yalnız bıraktığım zamandı. Üçüncüsü ise burada, banyoda.

Duvarın kenarına çökmüştü, üzerinde hâlâ maçta giydiği kıyafetler vardı. Beton zeminde otururken bir bacağını öne uzatmış, diğer bacağını dizinden kırmıştı. Gözleri yerdeydi ve gerçekten beni duymamış gibiydi, hatta bütün dünyayı görmüyor gibiydi. Her ne düşünüyorsa kaşları havaya kalkıyor, sonra gözlerine bambaşka bir acı bulaşıyor, ardından düzeliyordu. Kendisini banyoya kapatmıştı çünkü diğer yerlerde birileriyle karşılaşabilirdi ama burada kimse onu rahatsız etmez, kendi yaşadıklarıyla baş başa kalabilirdi.

Bunu daha önce de yapıp yapmadığını merak ettim. Ve bir an, onu çocukluğuyla banyoda bulmuşum gibi hissettim.

Titreyen elim uzanıp banyonun ışığını açtığında yüzünde değişiklik olmasını ya da bana bakmasını bekledim ama hiçbir değişiklik yoktu, karanlıkta nasılsa aydınlıkta da aynı şekilde duruyordu.

Arkamdan banyonun kapısını kapatıp ona doğru yürüdüm ve kuru bir sesle, "Yankı," dedim. Dizlerimin üzerine çökmemek için direnmedim bu kez, karşısında dizlerimin üzerine çöktüm, onun gözleriyle gözlerimi aynı hizaya getirmeye çalıştım. Elim dizinin üzerine koyduğu eline kaydığında parmaklarının arasında bir fotoğraf karesi tuttuğunu fark ettim. "Yankı," dedim bir kez daha. "Beni duyuyor musun?"

Gözlerini kırptı, yüzüme bakmadı, boşluğa bakmaya devam etti ve sadece, "Duyuyorum," dedi. O an, dakikalardır beni duyduğu halde cevap vermediğini anladım.

"Sana seslendim," diye fısıldayıp yere, tam karşısına oturdum, elimi elinin üzerinden çekmedim. Buz gibiydi, Yankı korktuğu zamanlar buz gibi olurdu.

"Duydum," dedi bu kez de.

"Neden cevap vermedin?"

"Ne cevap vereceğimi bilmiyorum." Bu daha çok kendisine yönelik bir yanıttı, birçok konu için ve birçok soru için.

Yutkundum ve gözlerimi gözlerinden bir an bile ayırmadan, "Bana bakmayacak mısın?" diye sordum. Hep böyle mi oluyordu? Hep kendi başına, kendi kendine sığınacak, sonrasında hiçbir şey olmamış gibi bu banyodan çıkıp karşımda mı dikilecekti? "Neden kendini buraya kapattın da benim yanıma gelmedin?"

Boş bakan gözleri boşluktan ayrılıp gözlerimin içine baktığında artık dopdoluydu. Bütün duygularla, bütün hislerle, görebileceğim en kötülerle ve en iyilerle. Sanki, bakıyorum, söyle, dermiş gibiydi ama keşke bakmasaydı çünkü üçüncü defa onun bakışlarının altında eziliyordum.

İlki, sokak lambasının altında, eski ailesinin olduğu evin oradaydı.
İkincisi o hastane koridorunda, onu yalnız bıraktığım zamandı.
Üçüncüsü burasıydı.

İlk düştüğü yerde terk edilmişti.

İkinci düştüğü yerde ben bırakmıştım.

Üçüncüsünde belki de o beni terk edecekti.

"Sadece alışkanlık," diye mırıldandığında kendisi de banyoda dakikalardır durduğunun farkına varıyormuş gibi etrafına şöyle bir baktı ve oturuşunu dikleştirdi.

"Alışkanlık mı?" Soruyu sorarken parmaklarım elini daha sıkı tuttu.

"Öyle," deyip gözlerini gözlerimden ayırdı, banyonun duvarına doğru baktı. "Hayatımın her döneminde yalnız kalmak için gittiğim yerler oldu. Öz ailemleyken kendimi banyoya kapatırdım. Sokak Nöbetçileri'yle beraberken o sokak lambasının altına gidiyorum. Ve şimdi..." Kendisi de anlam veremiyormuş gibi yüzünü buruşturdu. "Galiba ne yaptığımın farkında değilim."

"Sana daha önceden de söylemiştim," dediğimde kendi suçumu mu hafifletmeye çalışıyordum yoksa onu mu anlamaya çalışıyordum, bilmiyordum. "Yalnız değilsin, ben buradayım." İçimden bir ses, benim yüzümden yalnız kalmak istediğini söylüyordu. "Ne düşünüyorsun, bana anlatmayacak mısın?"

Omzunu indirip kaldırdı, başını iki yana salladı. "Hayatımda Koza'ya karşı çok kazandım," dedi. "Ama ilk defa Koza'ya karşı kazanmak yerine kaybetmeyi dilediğimi fark ettim." Ardından bakışları bana döndü, kirpikleri bile hareket etmedi. "Ve bir de baktım, sana karşı da kazanmışım. Anlamıyorum," diye mırıldandı, eliyle şakağına sertçe vurdu. "Ne yapmaya çalıştığımı anlamıyorum, ne istediğimi anlamıyorum, ne hissettiğimi anlamıyorum."

Kaçmak istiyordu, kalmak istiyordu. Gitmek istiyordu, kovalamak istiyordu. Hepsini istiyordu ve aslında aynı durumdaydık. "Aklını kaçıracak gibisin, değil mi?" diye sorduğumda nefes almakta bile zorlandığımı fark ettim. "Ama düşündüğün bir şeyler illa ki vardır. Söyle bana, ne düşünüyorsun?"

"Her şeyi." Saçları daha fazla dağılmıştı, dalgalanmıştı, alnına düşen tutamları geriye atmamak için direndim. "Kim olduğumu," dedi ilk önce kendini göstererek, sonra beni işaret etti. "Kim olduğunu." Ardından fotoğraf karesine baktı. "Kim olduklarını." Derin bir nefes verdi, başını iki yana salladı. "Bazen yalanlarla yaşamak, gerçeklerle yaşamaktan daha doğruymuş gibi geliyor. Herkesin bir sırrı var bu ailede. Herkesin bir yalanı var. Herkesin kaçtıkları var. Sanırım yalanları tercih etmememin en büyük nedeni, sonunda yüzleşecek olmamdan geliyor."

Yavaşça parmaklarım parmaklarından kaydı ve elinde tuttuğu fotoğraf karesine uzandım. Polaroid makineden çekilmiş fotoğrafı almamı engellemeyince kendime çevirdim ve onları gördüm:

Sokak Nöbetçileri'ni.

Benden öncesine ait bir fotoğraftı. Beşi, gülümseyerek kadraja bakıyorlardı. Piknik tarzı bir yerde çekilmişlerdi ya da ormanda, bilmiyordum. Etrafta yeşillikler vardı, bundan dört sene öncesinin tarihi atılmıştı. Ortada Bartu duruyordu; Mutlu onun kucağına çıkmış, boynuna sıkıca sarılmıştı. Bartu'nun hemen arkasında Işık, Bartu'nun omuzlarını tutup dilini çıkarmıştı. Lâl Bartu'nun sağ tarafındaydı, gözlerini irice açmış, gülümsüyordu.

Bartu'nun sol tarafında Yankı vardı. Bir elini Bartu'nun omzuna atmış, dudaklarında sigarasıyla gözleri kısık bir şekilde haylaz bir ifadeyle kadraja bakıyordu. Üzerlerinde yazlık kıyafetler vardı.

Neşeli görünüyorlardı, mutlu görünüyorlardı, arınmış görünüyorlardı.
Bensiz görünüyorlardı.

Titreyen bir sesle, "Sanırım bu fotoğrafa neden baktığını anlıyorum," dedim acıyla. Ağlamamak için direndim, o acıya karşı koymaya çalıştım.

"Neden?" diye sordu.

Ben yoktum. Benim de olduğum toplu fotoğraflarımız vardı ama baktığı fotoğrafta ben yoktum. "Bensiz daha mutluydunuz," diye mırıldanıp fotoğraf karesini yine onun parmaklarının arasına bıraktım ve gülümseyerek gözlerini izledim. "Bunun farkındayım. Ben size felaket getirdim."

Her zaman olduğu gibi, beni aksine inandırmasını bekledim ama öyle yapmadı. Yüzümü izlerken sanki acımın üzerine bastırdı ki daha fazla acısın, öyle bir baktı ki sanki ben gerçekten felakettim, beni öyle bir sorumlu tuttu ki ağırlığı altında ezildim.

Sonra bir nefes verdi, başka bir nefes daha. Gözlerini kısıp başını iki yana salladı. Duvardan destek alarak doğrulup ayağa kalktığında ben yerde oturmaya devam ediyordum. Gözlerim ise onun bıraktığı boşluktaydı. Öfkesine bile tahammül edebilirdim, sessizliğine tahammül edemiyordum.

"Hiçbir şey söylemeyeceksin, değil mi?" diye sordum banyonun kapısına yürürken. "Yine hiçbir şey söylemeyeceksin, yine hiçbir şey yapmayacaksın. Öyle değil mi? Beni böyle bırakacaksın şu vicdan azabıyla."

Kapıyı açtı, arkasına dönüp baktı mı bilmiyordum ama banyodan çıkıp gitti, beni öylece yerde otururken bıraktı.

Derin bir nefes aldım, nefesimi verirken içimde katlanan acı öfkeye dönüşmeye başladı; en çok kendime olan öfkeme, sonra ona. Nedenini bilmiyordum ama ona öfkelenmeye başlamıştım.

Sürekli kendi acısının altında eziliyor, bana onlarca kelime söyleyecekken hiçbir şey yapmıyordu. Bunu neden yapıyordu bilmiyordum ama artık katlanamıyordum. Onun öfkesinden korkmuştum, hiç korkmadığım kadar büyük bir korkuydu ama bu sessizlik, aklımı daha fazla kaçırmama neden oluyordu.

Ben de arkasından çıkıp direkt odasına ilerledim ve kapalı kapıyı çalmadan bir anda içeriye daldım. O an, Yankı üzerindekileri çıkarmış, sadece altında siyah bir baksırla kalmıştı. Elim kapının kolunu sıkıca tutarken geri dönmeyi de düşündüm hatta vücudum o tarafa doğru da hareket etti fakat bunu yapmak yerine içeriye girip kapıyı sertçe çarptım.

"Bana artık sessizleri oynamaktan vazgeç." Sesim beklediğimden daha yüksek çıktığında Yankı yatağının hemen yanında durmuş, düşük omuzlarla bana bakıyordu. "Bana ne düşündüğünü, beni neyin beklediğini söyleyeceksin. Beni akşam, o Koza'nın önünde bir sürprizle baş başa bırakmayacaksın, değil mi?"

Koza'nın adını duyar duymaz kaşları çatıldı, elinde duran fotoğraf karesini yatağın üzerine attı. Omuzları dikleşti, bakışlarındaki acı uzaklaştı. "Sence sürprizle karşılaşacak olan sen misin, ben miyim?"

Ona doğru hızlı ve sert bir adım atıp düşünmeden, "Beni onunla yalnız bırakıp gidecek misin bu akşam?" diye sordum. En büyük korkum dudaklarımdan akıp gitti. Yankı ise beklemediğini hatta hiç düşünmediğini gösteren bir ifadeyle buz kesti.

"Bu da nereden..."

"Beni bırakacak mısın Yankı?" Gözlerim fotoğraf karesine kaydı bir kez daha. "Eğer bırakacaksan, böyle bir ihtimalin varsa bunu şimdiden söyle ki Koza'nın yanında dimdik durabileyim, onun yanında omurgam dik dursun. Omuzlarım dik dursun."

Dişlerini sıktı, başını iki yana salladı. "Helin, çık dışarı."

Kovuldum. Onun tarafından. "Beni burada istemiyor musun?" diye sorduğumda öfkeden gözlerim kararmaya başlamıştı.

"Evet," dedi sert bir sesle. "Çık dışarı çünkü saçmalıyorsun."

"Çıkmıyorum." Bunu söylediğim anda, kendisi kapıya yürüyüp çıkmak için hamle yaptı fakat onu omzundan itekleyip kapının önüne geçtim. "Sen de çıkmayacaksın. Kaçmayacaksın." Bir kez daha atıldı ama bu sefer daha sert itekledim. "Sonucunda seni yumruklayacak bile olsam bu odadan çıkmana izin vermeyeceğim. Bana cevap vereceksin."

Elini saçlarına geçirdi, sırtını bana döndü ve derin bir nefes aldı. O an, kaburgasının üzerindeki dövmeyle yeniden yüzleştim, bu kez inceleme fırsatı bulduğumu düşündüm.

Fakat tam o esnada Yankı yine bana döndü ve direkt gözlerimin gözlerine dönmesine neden oldu. Tek fark ettiğim renksiz bir dövme olduğuydu. Kaşlarım çatıldı, karşısında dimdik dururken arkamdaki kapı bana destek çıkıyordu.

"Tek bir cümle söyleyeceksin," dedim üzerine basa basa. "Seni Koza'nın yanında bırakıp gitmeyeceğim. Seni öylece bırakmayacağım. Bu kadar zor mu?"

Biliyordum ki istese beni tek bir hamlede itekleyip kapının önünü açabilir, çıkıp gidebilirdi ama bunu yapmadı. "Yalanlardan..."

Kendimi tutamayıp bağırarak, "Yalanların canı cehenneme!" diye karşılık verdim. "Gerekiyorsa yalanlar söyle ama bana, seni onun önünde yalnız bırakmayacağım de! Bunu yap!"

Sürekli sarsılan dengem ve tepkilerim, gözlerinin şaşkınlıkla açılmasına neden oldu. "Koza'nın düşündükleri neden senin için bu kadar önemli?"

"Koza'nın düşündükleri mi önemli?" Güldüm fakat bu öfkeden dolayıydı. "Sence ben şu an Koza'nın benim hakkımda ne düşüneceğini mi önemsiyorum?" Gülmeye devam ettiğimde elim karnıma gitti çünkü acıdığını hissettim. Korku mideme vurmuştu. "Lanet olsun Yankı. Beni sadece senin ne düşündüğün ilgilendiriyor. Ama sen karşımda dikiliyor, beni tamamen yok sayıyor, sadece kardeşlerini önemsiyorsun. Bir banyoya kendini kapatıyor, kardeşlerinin fotoğrafına bakıyorsun. Beni öyle bir görmezlikten geliyorsun ki ben bu evde değil misafir, yabancı gibi hissetmeye başlıyorum!"

Cümleler dudaklarımdan çıkarken Yankı'nın yüzünün şekli gitgide değişmişti. İlk defa bu kadar yalın ve bu kadar emin bir şekilde gerçekleri dile getiriyordum. "Sadece kardeşlerimi önemsiyorum, öyle mi?" diye sorup başını iki yana salladı.

"Evet!" Parmağımla yatağın üzerine attığı fotoğraf karesini gösterdim. "Tek bir cümle!" Haykırışım odanın içinde çınladı, biliyordum ki Işık da Lâl de beni duyuyordu. "Tek bir cümle. Seni bu akşam bırakmayacağım, diyeceksin! Bu kadar mı zor?"

Bir şeyler döndüğünü anladığında bana karşı oluşturduğu bütün duvarlarını yıkıp, "Koza sana bir şeyler söyledi," dedi sakin bir sesle. "Sana neler söyledi?"

Dürüstlük mü yoksa yalanlar mı? Yine seçeceğim bir yol vardı ve ben, hangisini seçeceğim konusunda kararsızdım fakat o an, bütün köprüleri yıkmışken, bir de onun köprülerinden vazgeçmek isteyerek, "Bana senin beni bir gün bırakıp gidebileceğini söyledi," diye karşılık verdim öfkeyle. "Ve o seni gerçekten tanıyan biri." Gözlerim dolmuştu, öfkeden olduğunu düşünmesini istedim ama öfkeden değildi, korkudandı, buna ellerim de dizlerim de şahitti.

"Beni yeterince iyi tanımıyor," dedi ama yine de seni bırakmam demedi.

Bu son damlaydı. "Yeter!" diye haykırarak ellerimi saçlarımı geçirdim ve tırnaklarımla canımı yaktım. "O bana bunları söylerken ben ona dönüp ne söyledim, biliyor musun?" Tırnaklarımı bu kez de avuç içlerime batırdım. "Beni bırakıp gitmeyeceğini, senin bana sözler verdiğini." Gözümden yaşlar aktı. "Senin beni hiçbir terk etmeyeceğini söyledim." Boğazıma oturan yumru, defalarca yutkunsam da geçmeyecek gibiydi. "Ama biliyor musun, defalarca yalanlar söyleyen Helin'in canını en çok bu yalanlar yaktı çünkü ikimiz de biliyoruz sen beni bırakıp gidersin Yankı."

Bana yaklaştığında titreyen ellerimi ona doğru uzatıp durdurdum, ayakta duramayacak durumdaydım. "Helin," dedi ama devamında hiçbir şey söylemedi, gözlerimin içine bakmaya devam etti. Belki bencillikti, belki onun acısını da tamamen görmezlikten gelmekti ama onu kaybedemezdim.

"Sen beni öyle bir bırakıp gidersin ki, ben arkamı döndüğümde değil seni görmek, gölgenle bile karşılamam, öyle değil mi Yankı?" Ağlamaya başladığımda sesimin ne kadar yüksek çıktığı da bizi dinleyenler de umurumda değildi. "Bak," dedim zorlukla konuşarak. Ellerimi bu kez ona tutunmak için öne uzattım, artık aklımın bir dengesi yoktu ama en azından vücudumun bir dengesi olsun istedim. "Beni bırakma diye yalvarmam gerekirse yalvarırım. Bunu yaparım. Şu an bunu yaparım. Yemin ederim yaparım. Gurursuz olurum, gerekirse ayaklarına kapanırım, gitme derim. Bunu yaparım."

Suçluluk. Bana bunları yaptıran suçluluk muydu? Ya da haksızlık? Belki de ilk defa birini sevmekti. O zaman kaybetmek daha zor olurdu. Peki ya ben ne zaman vazgeçecektim, beni vazgeçiren ne olacaktı?

Bir adım daha yaklaştı bana. Titreyen ellerimi tuttu ve benim dengemi sağlarken parmakları ellerimden dirseklerime, oradan da omuzlarıma kaydı. Arkamdaki kapıya yasladığında gözlerini gözlerimden ayırmıyordu, her damla yaş aktığında sanki ondan da akıyormuş gibi acıyla yutkunuyordu. Bir eli omzumdan yanağımda kaydı, yaşları sildi. Alt dudağını dişlerinin arasına aldığında söyleyeceklerini törpülüyor olmalıydı ya da doğrularının arasından en fazla canımı yakmayacak olanı seçiyordu. "Helin," dedi yanağımdan art arda akan yaşları silerken. "Senden hayatım boyunca bir an bile vazgeçmeyeceğim, ben bu Yuva'dan vazgeçmeyeceğim. Ağlama, yapma bunu bana."

"Vazgeçmeyeceksin," dedim söylediğini tekrar ederek. "Benden vazgeçmeyeceksin, değil mi?"

"Vazgeçmeyeceğim," diye tekrar etti.

"Söz ver," diye fısıldadım.

"Kendi canım üzerine değil, senin canın üzerine söz veririm. Senden hiçbir zaman vazgeçmeyeceğim."

Yine ağlamaya başladığımda, "Kendimi deliriyormuş gibi hissediyorum," deyip başımı iki yana salladım. "Bak, biliyorum, ben hiçbir zaman sizin ailenizden olmadım ama siz benim ailem oldunuz." Gözlerim gözlerine kilitlendi, bir itiraf mıydı, bilmiyordum ama umurumda da değildi. "Ve sen, Yankı. Sen benim her parçam oldun." Omzumu indirip kaldırdım. "Biliyorum, senin için her zaman sadeceden ibaret kalacağım ama ben bir ailenin sadecesi kalmaya bile razı olduğumu sizinle tanıştığımda fark ettim. Beni anlamıyorsun şu anda ama kimsesi olmayan birisiydim ve benim kimselerim oldu. Kaybedemem, anlıyor musun? Çünkü yaşıyorum ben şu anda. Yaşamak ne demek, öğreniyorum. Nefes alıyorum. Ben sana gitme derken en çok kendime yalvarıyorum, bunu göremiyor musun? Kendimi düşünüyorum ben Yankı. İlk düşündüğün, ilk baktığın kişi olmayabilirim ama..." Eliyle ağzımı kapattı, daha fazla devam etmemi istemedi.

İhtiyacım olan, bana sadeceden ibaret olmadığımı söylemesi miydi? Artık bunu da istemiyordum. Tek istediğim, beni bırakıp gitmemesiydi. Yalvarmam mı gerekiyordu? Yalvarabilirdim, gurursuz muydum? Belki gurursuzdum ama onu kaybedemezdim, kendi kötülüklerim yüzünden onun gitmesine izin veremezdim. Suçluydum, suçlarımla gerekirse önünde duvar olurdum.

Geriye çekildi, adımlar atarken gözlerini gözlerimden ayırmadı. "Sana kardeşlerim kadar değerli olmadığını düşündüren, en çaresiz anımda onların fotoğrafına bakmam mı?" diye sordu.

"Bunun yüzünden sana kızmıyorum," diye atıldım ama sesim öyle bir titriyordu ki artık güçlü bile kalamıyordum. "Ama izin ver, bu akşamdan sonra sadece olarak kalmaya devam edeyim."

Ona âdeta bu akşam mahvolacağımızı söyledim, gerçeklerimin onu mahvedeceğini bu şekilde dile getirdim.

Yankı öfkeyle, hırsla ve belki de anlayamadığım bir duyguyla giysi dolabını sertçe açtı, yüzünü benden ayırdı ve kıyafetlerinin bazılarını yere fırlattı. En sonunda elinde siyah bir albümle tekrar bana döndü ve üzerime yürümeye başladı. Hangi korku benim kapıya sokulmama neden oldu bilmiyordum ama bir anda albümün rasgele bir sayfasını açıp elime tutuşturduğunda odağını kaybetmiş gözlerim albüme kaydı.

Nefesim kesildi, dudaklarımdan sadece, "Yankı," kelimesi döküldü. Albüm sadece ikimizin fotoğraflarından oluşan bir albümdü. Açılan sayfa, teknede Mutlu'nun ikimiz birbirimize bakarken çektiği fotoğraftı. Altına tarih atılmıştı, tek bir cümle yazılmıştı: Yalnız hissetmemesi gerektiğini öğrendiğinde. Altında başka bir fotoğraf daha vardı. Teknede, ikimiz de sırtımız dönük bir şekilde denize bakıyorduk. Altına şu notu düşmüştü: İyileştireceğime söz verdiğimde. Sayfayı çevirdim. Rasgele iki sayfa sonrası açıldığında yatağında uzandığımı gördüm, saçlarım yeni kesilmişti, yüzümde acı çekiyormuş gibi bir ifade vardı ve uyuyordum. Altına şu notu düşmüştü: Saçların için intikam yemini ettiğimde.

Daha fazlasına bakmamı istemiyormuş gibi elimden albümü çekip aldı ve onu da yatağa attı. Dolan gözlerle başımı kaldırıp ona baktığımda kilitlenmiş bir çeneyle, "Konu bir fotoğraf karesiyse," dedi. "Konu sözlerse, sen bunlardan çok daha fazlasısın." Başını iki yana salladı, sonra yüzümü ellerinin arasına aldı. "Konu çaresiz hissetmekse, beni en çaresiz hissettiren sensin." Derin bir nefes verdi, elleri yüzümü öyle sıkı kavradı ki bir daha bırakmayacağına kendi içimde inandım. "Konu eğer bana yaptıklarınsa, zerre umurumda değil. Bana istediğini yap, bir an bile gözünü kırpmadan."

O an anlamıştım. Kendisi yine önemli değildi, önemli olan kardeşleriydi. Onların acıları, onların yaşayacaklarıydı.

"Nefretse bana nefret," dedi hızlıca. "Öfkeyse bana öfke, acıysa bana acı." Yüzüme yaklaştı, nefesi yüzümü yaladı. "İhanetse bana ihanet." Alnı alnıma değdi, duvara daha fazla yasladı. "Sevgiyse bana sevgi." Burnu burnuma dokundu. "Sevgiyse sana sevgi Helin. İhtiyaçsa sana ihtiyaç. Muhtaçlıksa sadece bana muhtaçlık Helin. Muhtaçlıksa sadece sana muhtaçlık." Başını iki yana salladı, burnu burnuma sürtündü. "Felaketse bizim felaketimiz olma Helin. Kendinin bile felaketi olma. Eğer birisi enkaza dönüşecekse, bırak ben o kişi olayım. Asıl bunun için ben şimdi sana yalvarır, bir de dizlerimin üzerine çökerim. Sen hiç yalvarma, sana yakışmaz, ben yaparım bunu."

Titreyen ellerim, yüzümdeki ellerini uzanıp tuttu ve parmakları içeriye büküldüğünde gözümden bir damla yaş aktı. "Yankı," dedim soluk bir sesle. "Benden vazgeçme."

"Senden vazgeçmem," dedi baskın bir sesle üzerine basa basa. "Nefes aldığım sürece senden asla vazgeçmem."

"Yankı," dedim bu kez daha soluk bir sesle. "Benden hiçbir zaman gitme."

Bu sefer yanıt vermedi ama gözlerini kapattı. Yalanlar için hatta gerçekler için savaştı ama hiçbir şey söylemedi. Parmaklarım parmaklarını sıkıca tutarken, "Bu akşam," dediğinde çenesini havaya kaldırdı. "Yanımda dimdik duracaksın, elimi tutacaksın ve hiç bırakmayacaksın. Güçse onlara güç Helin. Güçsüzlüğünse sadece bana güçsüzlüğün."

"Güçsüzlüğümse sadece sana güçsüzlüğüm," diye fısıldadığımda gözlerini açtı ve dudaklarıyla dudaklarım arasındaki o kısacık mesafede nefesini verip hafif, yumuşak bir şekilde dudaklarını dudaklarımın üzerine bastırdı. Acıyla inlediğinde, onun acısı benim de dudaklarımdaydı.

"Ne olacak bu senin," dedi hafif gülümseyen, acılı bir sesle. "Durmadan titreyen ellerin, dizlerin ve sesin?" Sonra bir kez daha dudaklarımdan öptü. "Ne olacak bu benim, senin karşında defalarca aklımı kaybedişim?"

Tekrar öptü, bunu yaparken parmağı yüzümü okşadı, yanağımdan boynuma indi, diğer eli ise belime ilerledi. Boynumdan enseme doğru kaydığında beni sıkıca sarmak istiyormuş gibi kolu da belime dolandı. Beni öylesine sakince öptü ki, acının bir tanımı olsaydı, o gün beni öptüğü an olabilirdi.

Ellerim omuzlarını sıkıca tutuğunda ve ben de onun boynuna sarıldığımda Yankı belimden tutup beni havaya kaldırdı ve kapıya yaslayıp bacaklarımı beline dolamamı sağladı. Öyle sıkı sarıldı ki bana, senden gitmem, demedi ama sarılırken, gidemem, dedi sanki.

Dayandığım kapıda beni duvarla kendi arasına sıkıştırırken, ensemde duran parmakları boynuma kaydı, çenemi hafifçe kaldırdı, öpüşü derinleşti. Diliyle dudaklarımı araladığında nefesini verdi. Tırnaklarımı omzuna geçirirken altında sadece bir baksır olması ya da konumumuz umurumda bile değildi. Ona sarılmak istiyor, onu öpmek istiyordum. Onu istiyordum, Yankı'dan başkasını isteyemezdim.

Parmakları göğüs kafesime indi ve avcunu kalbimin üzerine yasladı. Her atışı avcunun içine gizlemek istiyormuş gibi parmaklarını içeriye büktü. Bu hareketi tutunduğum kapı koluna asılmama ve birkaç kez kapının açılıp kapanmasına neden oldu.

Dudakları dudaklarımdan uzaklaşıp çeneme ilerledi ve oraya ıslak dudaklarını bırakıp boynuma gitti. Başım geriye doğru yattığında gözümden akan son yaş çeneme ilerledi.

Bu bir veda olmasın, dedi sanki iç sesim. Kollarının sıkı sarılışı daha öncekiler gibi değildi. Şehvet değil, daha başka bir duyguydu.

"Kokun bir insana yaşadığını hissettirir," dedi dudakları boynumda dururken. "Kokun sadece bana yaşadığımı hissettirsin."

Daha önce duyduğum bu cümleler gülümsememe neden oldu. Parmaklarım ensesinden saçlarına kaydı, okşarken aklımda dönüp duran felaketlerden önce son güneşli günler olacağıydı.

Bir kez daha kapıya tutundum çünkü gözümden bir yaş daha düştü. Yankı’nın dudakları yanaklarımda gezindi, ardından alnımda ve çenemde, sonra burnumda, sonra bir kez dudaklarımda.

Belimdeki kolu beni daha sıkı sararken kapıya yaptığı baskı arttı, bu yüzden kapı defalarca açılıp kapanmaya başladı ama ikimiz de bunu düşünmedik.

Yanağını yanağıma yasladı ve kulağıma, “Bir fotoğraf karesine bakmak ise konu,” dedi fısıldayarak. “Senin fotoğrafına kaç gece, kaç gündüz bakıp iç çektiğimi bilmiyorsun Helin ama ben biliyorum.” Dudaklarını omzuma bastırdı, nefesini verdi. “Ben senin yüzünün her zerresini ilk önce fotoğraflarına bakarken ezberledim, sana baktığımda gözlerimden görme diye.”

“Neyi görmeyeyim?” diye sordum. Alnını omzuma yasladı, nefesini verdi sonra başını kaldırıp gözlerimin içine baktı ve beni kapıya sertçe yaslayıp geri çektiğinde kapının kolunu tutan elim titremeye başladı ve kapı daha hızlı bir şekilde açılıp kapanmaya başladı. “Neyi?” dedim bir kez daha.

Tam o esnada art arda kapı açılıp kapanırken dışarıdan sesler geldiğini fark ettim. İlk duyduğum ses Mutlu'nundu. "Lan," dedi şaşkın bir tınıyla. "Rüzgârdan dolayı mı çarpıp duruyor bu kapı?"

Yankı bana ve ben ona bakarken ikimiz de gözlerimizi kocaman açtık. Elim kapının kolunu bıraktı ama bu sefer o kapı kolu dışarıdan çevrildi. İteklendiğinde sırtım darbe aldı, Yankı'yla sarsıldık. "Lan!" dedi Mutlu. "Kapı açılmıyor, içeride kasırga mı var? Yankıtu!"

Bir kez daha açmaya çalıştı ve bir kez daha bizim baskımızla kapandı. Bu sefer Bartu'nun sesi geldi. "Dur bir de ben deneyeyim, rüzgâra meydan okuyabilirim herhalde."

Daha sert iteklediğinde kapı neredeyse açılıyordu ama Yankı bir anda, "Durun bir saniye!" diye bağırdı. "Müsait değilim!" Sonra kapıyı sertçe itekleyip beni yere indirdi. Altına rasgele pantolonunu giydiğinde üzeri çıplak kaldı ve gözleri benim üzerimde gezindi. Yukarıya çıkan tişörtümü indirdiğimde başını sallayıp, “Gelin!” diye seslendi.

Bartu ile Mutlu rahatça içeriye daldıklarında ilk olarak Yankı’yla göz göze geldiler, ardından beni görüp kaşlarını kaldırdılar.

Kısa bir sessizlik oldu. Dağılmış saçlarımı düzeltirken Yankı’ya baktım fakat onun pantolonunun fermuarının açık olduğunu gördüm, elimle alnıma vurduğumda Mutlu benden önce görmüş olacak ki oraya odaklanmıştı.

"Biz de sandık ki," dedi Bartu en sonunda boğazını temizleyip. "İçeride rüzgâr var, kapı çarpıyor."

"İçeride rüzgâr varmış zaten," diyen Mutlu, boynunda asılı duran fotoğraf makinesiyle bir an bile düşünmeden ikimizin fotoğrafını çekti, sonra Yankı’nın fermuarını gösterdi, Yankı dehşetle gözlerini açtı. "Biz kasırga olmadan gelmişiz gibi görünüyor…"

Yankı fermuarını öfkeyle çektiğinde, "Şu kapıyı çalmayı bir türlü öğrenemeyeceksiniz ha," dedi. "Bir türlü öğrenemeyeceksiniz yani."

"Kardeşim biz ne bilelim ikinizin, kapıyı, kapı kolunu…" diyen Bartu dudaklarını birbirine bastırdı. “Delirmişsiniz oğlum siz.”

"Bartu..." derken artık utanmaya başladığımı fark ettim. "Siz bizi yanlış anladınız..." İkisi de lafımı kesmeden karşıma geçip kollarını önünde bağladı. "Biz şey yapıyorduk..." Yankı onların arkasından başını iki yana salladı, açıklama yapma, der gibiydi. "Biz oyun oynuyorduk..."

"Oyun mu oynuyordunuz?" Mutlu daha fazla dayanamayıp gülmeye başladığında Bartu da ona katıldı. Elindeki fotoğraf makinesinde kanıt vardı ve önümüzdeki günlerde durmadan bunun dalgasını geçeceğini biliyordum.

"Kardeşim," dedi Yankı öfkeyle. "Bizim özelimiz olmayacak mı şu evde?"

"Biz deme, hoşuma gidiyor." Mutlu göz kırptı. "Hem de çok hoşuma gidiyor."

"Yankı," diyen Bartu kapıyı ve kapı kolunu gösterdi. "Özeliniz böyleyse değil kapıyı açmak, bir daha bu kapının önünden geçmem lan ben."

"Lan yeter!" Yankı kaşlarını çattı. "Kapının kolunda, kapıda problem varsa ben ne yapayım?”

“Vidaları mı gevşemiş kapının kardeşim?” diye sordu Bartu.

“Evet.”

“Senin de vidaların gevşedi mi peki?” dedi.

Yankı boş bulunup, “Evet,” dedi, ardından yatağın üzerindeki yastığı sertçe Bartu’nun yüzüne attı. “Toz olun ulan!”

Ellerimi yanaklarıma bastırdığımda ve utançtan kıpkırmızı olduğumu fark ettiğimde derin bir nefes verdim. İkisinin de bu gözünden kaçmadığında bakışlarımı kapının dışına çevirdim. "Ben," dedim sakin görünmeye çalışarak. "Duşa girsem iyi olacak."

Bartu ile Mutlu birbirine bakıp sırıttı, bense onları arkamda bırakıp yürümeye başladım ve kapıdan çıkmadan önce Mutlu'nun Yankı'ya, "İstersen bir banyoya da git," dediğini duydum. "Belki oradaki kapının vidalarında hatta kapının kolunda bile problem vardır." Sonra enseye şaplak sesine, ardından Yankı'nın ikisini de kovmasına şahit oldum. Ama kapıyı kapatıp duşa ilerlediğimde dengem altüst olmuş, yine fazlasıyla sarsılmıştım.

***

Hazırdım, her anına ve her zerresine. Geçmişe de şimdiye de ve geleceğe de. Çünkü Yankı hemen yanımdaydı, ikimiz yan yana arabaya yürürken bakışlarımız birbirimize çarpıyor, destek verirmiş gibi gülümsüyordu.

Koza bir restoranın adını Yankı'ya mesaj atmıştı, hepimiz hazırlanmıştık. Benim üzerimde dar bir siyah elbise vardı. Lâl pantolon ve kazak giymişti, umursamaz görünüyordu. Mutlu ile Bartu ikisi de siyah kazaklarını giymişti.

Işık ise mini bir siyah etek, topuklu ayakkabılar ve beyaz, göbeği açık bir kazak giymişti. Saçları dağınıkken ne kadar güzel olduğunu bir kez daha aklıma kazıdım.

Yankı'nın üzerinde mavi oduncu gömleği vardı, altında ise siyah pantolonu ve siyah botları. Evin içinde kimsenin ağzını bıçak açmamış, bu toplantı hakkında konuşulmamıştı. Şimdi ise hepimiz arabalara yürürken iki araba evin kapısının önündeydi.

Beklemiyordum ama Yankı, "Hey," dedi herkese. "Bana bakabilir misiniz?"

İlk dönen Işık oldu; kaşları çatıktı ve kollarını önünde bağlamış, olacaklara hazırlıklı bir şekilde Yankı'ya bakıyordu. Onun hemen arkasından Bartu ile Mutlu da döndü ve Lâl. En sonunda hemen yanında duran ben de başımı çevirdiğimde hepimizin gözlerinin içine baktı, ardından bir anda eli elimi tuttu ve parmakları parmaklarımın içine doğru kıvrıldı. Sıkıca tutup çenesini havaya kaldırdı.

"Bu akşam," dedi kardeşlerinin ve benim gözlerimin içine bakarak. "Her ne olursa olsun, her ne konuşulursa konuşulsun, kimse o masayı terk edip gitmeyecek. Her şeye hazırlıklı olun."

"Her şeye hazırlıklı mı olalım?" Bartu soruyu sorarken ciddiyetle Yankı'ya baktı. "Bu da ne demek?"

"Her şeye hazırlıklı ol Bartu," dedi direkt ona, sonra Mutlu'ya döndü. "Her şeye hazırlıklı ol Mutlu. Lâl ve Işık, siz de hazırlıklı olun. Eğer tek bir kişi o masadan kalkarsa bir daha asla bu şekilde olamayız."

Bartu yutkundu, Mutlu'nun gözleri direkt Işık'a kaydı ve kaşlarını kaldırdı. Lâl başını önüne eğdi. Bense Yankı'ya dönüp elini sıkarak, "Sen de her şeye hazırlıklı mısın Yankı?" diye sordum.

Başını olumlu anlamda salladı, sonra benim kalbimin eriyeceği o hareketi yapıp elimin tersini dudaklarına bastırarak öptü; kardeşlerinin gözü önünde. "Bugün seni bırakmayacağım, ne olursa olsun." Bir kez daha öptü. "Bugün hiçbirimizi bırakmayacağım."

Herkes başını destek verirmiş gibi salladığında bunu yapmayan tek kişi Işık'tı. Bu benim gözümden kaçmadığı gibi Yankı'nın da gözünden kaçmadı.

Ardından hepimiz arabalarımıza geçtiğimizde ben, Yankı ve Lâl bir arabaya bindik. Bartu, Işık ve Mutlu ise diğer arabaya bindi. Lâl özellikle Bartu'yla gitmek istemediğini belli ediyormuş gibi bizim tarafımıza ilerlemişti. Yankı ise onun kapısını açmış, arkaya oturmasına izin vermişti. Yolcu koltuğuna ben yerleştiğimde ve Yankı da sürücü koltuğuna oturduğunda gazı kökleyip arkamızda Bartu'nun aracı bizi takip ederken sürmeye başladı.

Yol sessiz ve sakin geçti. Başım cama dönük, karanlık caddeyi izlerken kalbimdeki ağırlığı yok saymaya çalışıyor, Yankı'nın son söylediklerine inanmak için kendimi itekliyordum. Bırakmayacağım, demişti. Bu gece bırakmayacağım, demişti. Öyle dediyse öyle yapardı. Onu tanıyordum. Eğer ihtimali olsaydı elimi bile tutmazdı.

Koza'nın gözü önünde beni bırakmak istemiyordu, belki de onu haklı çıkarmak istemiyordu.

Yankı sessizliği bölerek Lâl'e, "Hazır mısın?" diye sordu. Dikiz aynasından onun yüzüne bakıyordu, Lâl'e başımı çevdiğimde ise pencereden dışarıya baktığını gördüm. Yanıt vermedi, dalgınlığına devam etti. "Hazır değilsin," dedi kendi sorusuna yanıt vererek. "Merak etme, arkanda duracağım."

İrkilerek, "Bugün o masada," dedim. "Birçok gerçek konuşulacak, değil mi?"

"Evet." Yankı U dönüşü yaptığında arkamızdaki Bartu'nun aracı bizi takip ediyordu. "Koza gerçeklerini anlatırken gerçeklerimizi yüzümüze vuracak. Eğer bugün o masada hepimiz oturmaya devam edebilirsek bir daha hiçbirimiz o masadan kalkmayız. Sınav, Helin. Bugün hepimizin sınavı."

Lâl derin bir nefes aldı, tekrar ona dönüp baktığımda gözünden damlayan bir yaşı sildiğini gördüm. Bu şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırmama neden olduğunda yüzündeki ifadede tek bir duygu vardı: çaresizlik.

Yankı da onun ağladığını gördü. Dudaklarını birbirine bastırdı, bu onu fazlasıyla rahatsız etti ama ağzını açıp hiçbir şey söylemedi. Yolu izlerken artık sanki yanımda değil, Lâl'in yanında oturuyor, hatta ona sarılıyordu.

On dakika sonra bir restoranın önüne geldiğimizde Yankı'nın yüzünde alaylı bir gülümseme oluştu. Kimse arabadan inmediğinde, "Neye gülümsüyorsun?" diye sordum.

Yankı restoranı izlerken, "Koza bu restoranı benim için seçti," dedi başını iki yana sallayarak. "Onunla seneler sonra ilk kez burada karşılaşmıştık. Bana bir şeyleri hatırlatmaya çalışıyor."

Arabayı tamamen durdurdu, gazı kapattı ve bir süre daha öyle durdu. Arkamızdaki araçtan Bartu, Işık ve Mutlu indiğinde dikiz aynasından onlara baktım, sonra Yankı'ya döndüm. "Artık inmemiz gerekiyor." Ona cesaret veren kişinin ben olmam tuhafıma gitmişti. Sanki kendi ellerimle onu cehenneme yürütüyordum, bunu yaparken ise ateşi kendim yaktığımın farkında bile değildim.

Yankı yanıtlamadan arabadan indi, ben ve Lâl de onun arkasından indik. Lâl son kez gözünden akan yaşı sildiğinde bakışlarımız kesişti. Bu sefer ilk defa o da bana, ihanete uğrayan birisi gibi değil, ihanet eden birisi gibi baktı.

Şaşırdım, dağıldım ama en çok üzüldüm.
Gerçeklerin içinde birçok ihanet vardı; Sokak Nöbetçileri'ne ihanet eden tek ben değil miydim?

Altımız restoranın önüne yürüdük. Yankı hemen yanımda yürürken kapının önünde duran iki iriyarı adam bize bakıp başlarını sallayarak selam verdi, yolumuzu açtılar. Yankı çenesini aşağı indirip bana baktı, ardından sol elimi sıkıca tutup restorandan içeriye öyle girdi.

Bizim arkamızdan Bartu ile Lâl yan yana girdi, Bartu'nun eli Lâl'in belindeydi; gözlerinden ağladığını anlamış olacak ki yüzünü buruşturdu.

Onların hemen arkasında Mutlu ile Işık vardı. Yan yana yürürlerken birbirleriyle konuşmuyorlar ve bakışlarını bile birbirlerine döndürmüyorlardı.

Restorandan içeriye tamamen girdiğimizde ışıkların loş olduğunu, birçok masanın dağınık durduğunu ama mekânda kimsenin olmadığını fark ettim. Koza mekânı kapattırmıştı.

Tek bir masa doluydu. Yedi sandalye vardı, bir sandalye doluydu ve sırtı bize dönük oturan Koza tam karşısına bakıyordu. Restoranın duvarlarında aynalar vardı, o aynalardan yüzünü görebiliyordum. Üzerine boğazlı bir siyah kazak giymişti, altında siyah pantolonu vardı, altın sarısı saçlarını geriye taramıştı. Bakışları bizim üzerimizde gezindi, sonra sıkıca tutunan ellerimize bakıp gülümsedi.

Alayla.

Ciddiyetsiz bir şekilde.

Masanın yanına yürüdüğümüzde iki tarafta duran garsonlardan bir tanesi bizim oturacağımız sandalyeleri çekti ve geçmemizi bekledi. Koza en baş köşedeydi, hemen yan tarafında ben oturacaktım, benim yanıma ise Yankı. İsimliklerimizi bile koymuştu.

Sonuncu ve Sadece diye. Bu yazılara baktığımda o da aynı yöne baktı ve güldü.

Yine alayla.

Fakat Koza'nın düşündüğü gibi olmadı.

Yankı benim oturmam gereken yere geçip kâğıdı yere fırlattı ve elimi bırakmadan diğer tarafına geçmem için işaret etti. Yani onun yerine. İkiletmeden yanına yerleştiğimde Bartu ile Lâl de gelmişti. Bartu isimliklere bakmadan hemen karşımıza, Koza'nın diğer tarafına oturdu. Lâl de onun yanına.

Işık ile Mutlu ise ayrı ayrı geldi.

Işık'ın oturacağı yer, Koza'nın hemen karşısındaki sandalyeydi.

Sessizliği bölen kişi Koza'ydı; alaylı bir sesle, "Seni karşıma almak istedim güzel kız," dedi. "Hep seninle göz göze gelmek için."

Yankı elimi tutan elini sıktı ama ona bir yanıt vermedi, Işık ise karşılık vermeden kendisine ayrılan yere oturduğunda Bartu şaşkınlıkla Işık'a baktı. Mutlu ise hemen benim yanıma oturduğunda gözlerini kapatıp açıyor, olanlara anlam vermeye çalışıyordu ya da olanları isimlendiriyordu. Belki de olacaklara hazırlıktı.

Masada şarap kadehleri vardı, rakı bardakları ve viski bardakları. Ziyafet için birçok yemek masanın ortasına dağılmıştı fakat hiçbirimizin o yemeklere dokunmayacağını biliyorduk.

Garsonlar etrafımızdan dönüp tek tek hepimize ne içeceğimizi sordular, hepimiz de yanıtsız bırakıp Koza'ya bakmaya devam ettik.

Tek içen kişi Koza'ydı. Elinde bir viski bardağı vardı, birkaç yudum aldı ve masaya bardağı bıraktıktan sonra sanki biz orada değilmişiz gibi masanın ortasındaki et parçasına uzanıp tabağına koydu, yanına da patatesleri.

Hepimiz birbirimizin yüzüne baktık. Bartu dışında aslında hepimiz bizi neyin beklediğini bilerek birbirimizin yüzüne baktık.

Sessizlik.

Tek ses, Koza'nın çatal ve bıçağından gelen sesti. Fazlasıyla rahat ve umursamaz görünüyordu, gerisinde neler düşündüğünü anlamak fazlasıyla zordu.

Yankı'nın başparmağı elimin tersinde gezindi; sevdi ya da destek bekledi bilmiyordum ama aynı şekilde karşılık verdim.

Birkaç parça et yedikten sonra viskisinden birkaç yudum daha aldı ve sırtını sandalyeye yaslayıp direkt Işık'a baktı. "Aslında," diye söze başladı. "Bunun bir maskeli balo olmasını isterdim ama baktım ki hepinizin yüzünde zaten maskeler var." Bartu'ya döndü. "Sen hariç koca adam. Sen en masum olanısın."

Yutkunup başımı hafifçe öne eğdim ve Bartu'nun gözlerinin içine baktım. Koza'ya öyle büyük bir nefretle bakıyordu ki masadaki o bıçağı boğazına dayamamak için kendini zor tuttuğunu anlamıştım.

"Siz Sokak Nöbetçileri," dedi boynunu omzuna doğru düşürüp. Hepsine baktı. "Ve sen Helin." Bana baktı. "Sadece Helin." Ardından viskisini havaya kaldırdı. "Ve ben, Koza. Sadece Koza. Bu yedi kişilik masada hepiniz yedinci kişinin sizden ne istediğini merak ediyorsunuz. Size neler anlatacağını ve sizden neler alacağını."

"Boş yapmayı kes artık." Bartu sokak ağzıyla sertçe ona döndü. "Gövde gösterisi yapmayı da bırak."

Koza onu duymazlıktan geldi, tamamen görmezlikten geldiği tek kişi Bartu'ydu. Bu can yakıcıydı ama Bartu'nun yerinde olmak için her şeyimi verebilirdim.

Gözleri arkamızda duran garsona kaydı, başıyla işaret verdi. Garson birkaç saniye ortadan kayboldu, ardından elinde başka bir tepsiyle gelen garson masanın üzerine, Koza’nın önüne tepsiyi bıraktı. Tek bir şey vardı üzerinde: neşter.

O neşteri alıp Işık'ın boş tabağının üstüne koymasını garsona söyledi, o an Bartu oturduğu sandalyeden kalktı, Mutlu öne atıldı fakat Işık direkt neşteri parmaklarının arasına alıp havaya kaldırdı.

"Kırk beşinci neşter," dedi. "Yaşamaya çalış güzel kız."

"Haklıydım," dedi Yankı kısık sesle.

Koza ona dönüp baktı. "Haklıydın," dediğinde Işık'ın yüzüne neşterin parlak yüzeyi çarpıyordu. "Ama bir konuda yanılıyordun. Yani kafanın içinde. Çünkü neler düşündüğünü sen söylemesen de duyabiliyorum." Derin bir nefes verdi, Işık'a döndü bir kez daha. "Nil'e neşteri vermemin nedeni, kendini öldürmesi için değil, benim kim olduğumu ve hayatını bana borçlu olduğunu unutmaması içindi. Her neşter, bir anıydı. Çünkü o yaşıyorsa, benim sayemde yaşıyor."

Herkes cümlelere odaklanmıştı ama benim dikkatimi çeken başka bir detay vardı.

"Nil mi?" diye fısıldadığımda tek yanıt veren kişi Koza'ydı.

"Onun gerçek adı Nil."

"Onun adı Işık." Mutlu dişlerini sıkarak Koza'ya baktığında tek kurduğu cümle buydu.

Koza ise, "Nil," dedi üzerine basarak. "Yaşamaya çalıştığın için teşekkür ederim."

"Sen." Bartu öfkeyle ya da kinle nefesini verdi. "Onu gerçekten tanıyorsun."

"Senden bile önceden ben Nil'i tanıyorum," dediğinde göz ucuyla Bartu'ya baktı. "Ve Sonuncu'yu da senden önceden tanıyorum." Ardından bana döndü, beklediğim son geliyordu. "Ve Helin'i, belki de doğduğundan beri."

"Ne?" Bartu ayakta durmaya devam ederken yumruklarını masaya geçirip Koza'ya eğildi. "Ne saçmalıyorsun?"

Koza direkt bana ve Yankı'ya baktı, sonra kahverengi gözü seğirirken gülümsedi. "Sevgili sadece Helin," dedi Yankı'nın duyabileceği yükseklikte ama bir o kadar sakin. "Sen benim ellerimde büyüdün, seni ben eğittim ama şimdi benden nefret ediyorsun."

Zaman durdu. Işıklar bile daha az parladı, soluğum kesildi ve Yankı'nın elimi tutan eli kasıldı, sonra donuklaştı. Direkt buz kestiğini hissettim, hem ruhen hem fiziksel olarak. Ama Koza durmadı, hızlıca devam etti. "Ve sen Sonuncu," dedi Yankı'ya. Bu sefer sesine kinin ulaştığını işittim. "Bu masanın yedinci kişisi ben görünürken, aslında yedinci kişinin sen olması fazlasıyla tuhaf, değil mi?"