Yankı Sarca'nın güncesinden...
13.02.2020
Ölüyordum.
Bu gerçek bir ölümdü.
Parçalanıyordum.
Bütün parçalarımda onu taşıyordum, her parçamda çaresizliğin rengi vardı. Rengi acıydı.
Ve her zaman başka bir yol vardı ama benim yolum sadece tek bir kişiye çıkıyordu, başka bir yol göremiyordum.
Bir yuva beni terk etti; ben değil evsiz, kimsesiz kaldım.
"Yankı"
Yaşıyordum.
Herkes kendine yeni bir hayat inşa edebilirdi; ben onlarca yeni hayat inşa etmiştim, hepsi yıkılmıştı.
Geride bıraktıklarım ölmedi, ben yaralandım ama sağ kaldım.
Bu son yıkım bacaklarımda izler bırakmıştı, yürüyemiyordum; ellerimde de izler vardı, kimsenin elini tutamıyordum ama en önemlisi kalbimde büyük bir oyuk açılmıştı. Bu boşlukta güven vardı.
On beş yaşındayken, yetimhane tarafından yasal olmayan yollarla yanına verildiğim adamın her zaman kurduğu bir cümlesi kulaklarımda çınlıyordu. Demişti ki, kendi hayatını sen de mahvedebilirsin, bir başkası da mahvedebilir; önemli olan o hayatın yani kendinin bile üzerine basıp geçebilmen.
Şimdi bunu yapıyordum. Kendi üzerime basıyordum. Duygularımın üzerine basıyordum. Hislerimin ve yarınlarımın.
Ama dünlerimin üzerine basabilmek imkânsızdı, bu kez yapamıyordum çünkü o güzel anıların hepsi kalbimde yaşıyordu.
Aynı kişi kumarhane masasında beni adamlara sunduğunda da, bu küçük kızın bir hayatı yok, onu istediğiniz gibi yönetebilirsiniz de demişti fakat ben, Helin Aktan, insanların benim üzerimde bıraktığı iyi etkilerle yaşamayı devam ettiren biri olduğum için ilk söylediği cümle her zaman aklımda daha fazla yer etmişti.
Yaptığım aptallıktı, biliyordum ama bu aptallığı da yönetebilirdim. Artık yönetebilirdim.
Uzun zamandır aklıma gelmiyordu, sahiden o adam nasıldı? Beni yetimhaneden alırken kendine bir bakıcı arıyordu, küçükken aldığında sadece hizmetçisi olmuştum, yaşım ilerledikçe ise insanlara sunduğu bir deney kızına dönüşmüştüm.
Düşündüğümde ondan hiçbir şekilde nefret etmediğimi fark ettim. Kötü biriydi. O kadar kötü biri olmasına rağmen bana çok da büyük zararı olmamıştı; bu yüzden kalbimde kötü bir yer etmemişti ama şimdi karşıma geçse elimde sımsıkı tuttuğum bıçakla ondan kendimi korumaya çalışacağımı biliyordum.
Çünkü kendisi bana her fırsatta, kendini benden koru, derdi.
Kötü olmak ile kötü biri olduğunun farkında olmak arasında dağlar kadar fark vardı. O adam kötü biri olduğunun farkındaydı.
Yetimhanede kalmaya devam etseydim daha kötü bir hayatım mı yoksa daha iyi bir hayatım mı olurdu, bilemiyordum. Sonuç olarak o adamın ellerine düştüğümde engelleyecek birileri vardı, her zaman vardı, hep vardı ama engellemediler. Engellemek istemediler.
Parmaklarımın arasında tuttuğum bıçaktaki yansımamda kendimi gördüm. Yorgun bakışlarımla göz göze geldiğimde gece kaç saat uyuduğumu hesaplamaya çalıştım fakat net bir sonuca ulaşamadım. Sanırım bir saatti, belki de bir buçuk.
"Helin!" Gelen sesle irkilerek arkamı döndüğümde restoran şefinin bana kaşlarını çatarak baktığını gördüm. "Saniyelerdir sana sesleniyorum, duymuyor musun?" Gözleri elimde sıkıca tuttuğum bıçağa kaydığında yavaşça tezgâha koydum. Benden ister istemez çekiniyordu, etrafa yaydığım olumsuz enerji onu da etkilemişti. Belki bende bir katil potansiyeli görüyordu. İnsanları öldürdüğüm olmuştu, yanlış bir düşünce değildi. "Artık çıkabilirsin, gerisini Gizem halledebilir."
"Ah." Ellerimdeki bulaşık eldivenlerini hızlıca çıkarıp çöpe attım. "Teşekkür ederim, İrfan Bey. Yarın kaçta geleyim?"
Orta yaşlardaydı, mesafeli bir adamdı. Bu aralar en sevdiklerimle arama mesafe giriyordu. Özellikle insanlarla konuşmaktan kaçıyordum. İnsanlardan kaçıyordum. Aslında ben yine insanları sevmemeye başlamıştım.
Helin Aktan'dım. Eskiden olan Helin Aktan. Ailesi olmamış Helin Aktan ya da ailesini kaybetmiş Helin Aktan.
"Yarın dersin kaçta?"
Birkaç saniye düşündüm. "Sanırım öğlen üç."
"O halde sabah açılışı sen yaparsın, olur mu?" Arka taraftan Gizem göründü ve gülümseyerek bana selam verdi. Sarı saçları dalga dalga omuzlarına dökülüyordu; iki gün önce işe başlayan yeni garsona kendini beğendirmek için elinden geleni yapıyordu. Garsonun gay olduğunu bilmeden... İster istemez gülümsemem genişledi.
"Pekâlâ, İrfan Bey." Üzerimdeki önlüğü çıkarıp Gizem'e uzattıktan sonra restoranın mutfağından çıktım.
İki hafta önce bu İtalyan restoranında işe başlamıştım. Hem bulaşıkları yıkıyor hem komilik yapıyordum. Aslında mutfakta olmak daha fazla keyif veriyordu çünkü insanlarla iletişim kurmak zorunda kalmıyordum ama genelde İrfan Bey beni komi olarak görevlendiriyordu. Nedeni de açıktı: fiziksel görünümüm.
Kasadan günlük bahşişimi aldıktan sonra çalışanlara gelişigüzel selam verdim ve askıda duran kalın montum ile atkımı alıp çıktım. Restoranın pek kalabalık olmadığı saatlerdi. Neyse ki.
Buz gibi hava yüzüme çarptığında ve kar taneleri avuçlarımda dans ettiğinde yeni akşam oluyordu; güneş batmak üzereydi ve gökyüzü siyah bir renge boyanıyordu. Montun cebindeki beremi başıma geçirdim, atkıyla da tamamen yüzümü kapattığımda yürümeye başladım.
Kaldığım apart daire restorana yakındı, yürüyüş mesafesindeydi hatta sadece bu yüzden o restoranı seçmiştim çünkü tek başıma yürümekten keyif alıyordum.
Kız ve erkeklerin karışık kaldığı bir aparttı. Herkesin kendi dairesi vardı. Bir mutfak, mutfakla ortak bir yatak odası ve ufak bir balkon. Küçük bir banyo. Yine de fiyatı çok fazla olduğu için ilk başta nasıl halledeceğimi bilememiştim.
O gün.
O gün.
İç sesim o günü tekrar etti. Ama o günü hatırlamak istemedi.
O günün ertesinde elimdeki telefonu kırıp parçalamadan önce Bartu'dan borç para istemiştim. Düşündüğümden daha fazla parayla yanıma geldiğinde banka soyduğunu bile düşünmüştüm, o ise bana bir arabasını(!) sattığını söylemişti... Bartu'nun bana verdiği paranın bir miktarıyla apartın ilk ay ücretini ödemiştim ve iki gün sonra bir ay doluyordu. Yeni ayı kendim ödemek için restoranda çalışıyordum.
Bartu, her akşam telefonda Firdevs Yöreoğlu ses tonuyla, "Biz zenginiz, Helin, saçmalama," konuşması yapsa da ondan bir daha borç almamak konusunda kararlıydım.
Bartu bana yeni bir telefon almıştı, her gün sadece onunla konuşuyordum. Numaramı kimseye vermeyeceği ve adresimi kimseyle paylaşmayacağı konusunda söz vermişti.
Sokak Nöbetçileri'nden tek görüştüğüm kişi de Bartu'ydu. Bunu neden yapmıştım, bilmiyordum. İkizlere hatta Lâl'e bile kızgın değildim. Onlara hiçbir zaman kızgın olmamıştım ki, kırgındım ama görüşmek istememe nedenim bunların çok dışındaydı. O nedeni bilmiyordum ama bir ay boyunca içimdeki o özlem duygusunun gitgide katlanacağına ben de hazırlıksız yakalanmıştım.
Işık ve Mutlu'nun Bartu'yu sıkıştırdıklarını biliyordum, anlıyordum hatta Bartu onlara dayanamadığını söylemişti ama kesin bir dille onları reddetmiştim. Şimdi bunun aptallık hatta büyük bir bencillik olduğunu fark ediyordum.
Bartu dışında hiçbiri neler olduğunu bilmiyordu. Bir anda onlara veda bile etmeden arkamı dönüp gitmiştim ve hepsiyle iletişimimi kesmiştim. Kendime sözde kurduğum yeni hayatımda onlara yer vermemem gerektiğini düşünüyordum ama kalbimin ortasındaki o özlem ve merhamet duygusu her gün beni biraz daha mahvediyordu.
Yapamıyordum. Eskiden olduğum Helin Aktan'a dönüşmek, sonradan bulduğum ailemi silmeye yetmiyordu. Mutlu, Işık hatta Lâl.
"Başka isim yok, Helin," diye fısıldadım kendime. "Başka yok."
Apartımın yakınındaki markete girdim; bahşişimle akşama restoranda çalışırken öğrendiğim İtalyan yemeğini yapmak için reyonlara yöneldim.
İki gece önce gördüğüm kâbustan ağlayarak uyandığımda telefona uzanıp ilk aradığım kişi yine Bartu olmuştu. Sonra aynayla göz göze gelmiştim, demiştim ki onlar senin ailen oldu, ailen yaşıyor ve seni yeni hayatında o aileye arkanı dönemezsin, onlar bunu hak etmiyor.
Tekrar arayıp Işık'ı, Mutlu'yu ve Lâl'i o akşam kaldığım aparta davet etmiştim. Evet, Lâl'i. Tuhaftır ki onun sessizliğini ve bakışlarını bile özlemiştim. Gelir miydi, bilmiyordum ama en son benim o evden ayrılmamı istememişti.
Onları seviyordum. Çok seviyordum. Ayrıca planlarım vardı. Toparlayacağımı sanıyordum ama toparlayamıyordum; acı çekerken ya da her gece ağlarken de planlarımı devreye sokabilirdim. O planlar için de ihtiyacım olan biri vardı: Işık Sarca. Güçlü kızım, Işık. Bana olan öfkesini hissedebiliyordum ama biliyordum ki yanımda olurdu.
Cebimdeki telefonum titremeye başladığında arayanın Bartu olabileceğini düşündüm ama ekranda Koza'nın adını gördüğümde gözlerimi devirmek zorunda kaldım.
Rehberimde üç kişi vardı: Bartu, Koza ve İrfan Bey.
O günden sonra Koza'ya ulaşan ve onunla konuşan bendim çünkü kendime ve geçmişime verdiğim sözü tutmak konusunda kararlıydım. Dayımı arıyordu, en azından öyle söylüyordu ve ulaşana kadar peşini bırakmayacağını söylemişti; bu yüzden iki-üç günde bir iletişim halindeydik. Kaldığım yeri bilmiyordu, ne yaptığımı ya da nelerle uğraştığımı. Sanıyordu ki ben sadece onun bilgilerine muhtaçtım. Planlarımın en büyüğü Koza'dan geçiyordu. Bunun farkında bile değildi. Ona zarar vermeyecektim, ben onun gibi değildim ama Koza'yı askerim yapacaktım. O, benim onun askeri olduğumu düşünürken bile.
O merdivende oturup ağladığım gün yaptığım plan günler sonra ortaya çıkacaktı.
Koza'ya bir savaş değildi, Koza'yla yan yana olan bir savaşımdı; eski günlerdeki gibi fakat bu sefer o benim altımda olacaktı ve ben onu yönetecektim, farkında olmayacaktı.
Işık haklıydı, onun kibri en çok zaafındaydı.
Farkına varmıştım, her şeyden önce gözlerinde görmüştüm.
Koza da bir aileye muhtaçtı, o aileye zarar vermek isteyip yine ona muhtaç olacak kadar hem de. Başka fark ettiğim bir şey daha vardı: Ben Koza'dan daha güçlüydüm çünkü yeni hayat inşa etmek çok zordu; bunu hep başarabiliyordum ama Koza başaramıyordu. O geçmişe takılı bir adamdı. O en çok geçmişteki hislerine takılı bir adamdı.
Genelde sadece dayımdan ya da öz babamdan konuşur, telefonu kapatırdık. Bir keresinde o gecenin konusunu açmak istemişti çünkü sesim ağlamaktan kısılmıştı ve bunu fark etmişti ama konuyu tamamen kapatıp lafını kestiğimde bir daha bunu tekrar etmemişti.
Dün akşam ise Koza'yı aradığımda sesi ilk defa kötü geliyordu. Arkada bir müzik sesi vardı. Meyhane? Koza'nın meyhaneye gidip rakı içtiğini bile düşünmüştüm, ayrıca yalnız da değildi. Ne olduğunu söylememişti ya da nerede olduğunu. Bu huyu bana tanıdık gelmişti. Eskiden tanıdığım birinden.
Akşam için onu da davet ettiğimde gelebileceğini söylemişti. Sesi hâlâ kötüydü, iyileşmemişti; ben de onu iyileştiremezdim ama gelip her zamanki alaylı konuşmasını takınabilirdi. Keyfini yerine getirmek için benimle dalga geçmesine göz yumabilirdim sanırım. Farkında olmasa da bu tavrı kafa dağıtabiliyordu.
Artık fark etmiştim: Koza benim kalbimi bile kıramıyordu. Ona karşı kalbim taştan değildi, ona karşı kalbimde bir his barındırmak istemiyordum ve ben Koza'ya kırılmak isterdim, bir abim olarak. Bunu bile ellerimden almıştı.
O gecenin en büyük şahidydi ve o gün beni yine yalnız bırakmıştı ama istediğim buydu. Koza'ya daha fazlasını vermek istemiyordum, daha fazlasını da görmeye ihtiyacım yoktu çünkü inanırdım.
Bir keresinde telefonda, "Bana kızgın mısın?" diye sormuştu.
"Öyle bir yerin yok benim için Koza," demiştim.
Kısa bir sessizliğin ardından, "Hiç olmayacak," deyip telefonu yüzüme kapatmıştı.
Eğer Koza'ya kırılabilseydim, kızabilseydim ona tek bir soru sorardım: "Ben sana ne yaptım, Koza?" Sonra da eklerdim. "Sen bana ne yaptığının farkında mısın?"
"Koza?" Telefonu omzumla kulağım arasına sıkıştırdım.
"Ah, küçük, minik, haylaz ama çirkin küçük kardeşim." Gözlerimi devirdim. "Kırmızı mı yoksa beyaz şarap mı alayım?"
"Neyi kutluyorsun Koza?" Raftaki makarnaya uzandım. "Sadece yemek yiyeceğiz; ayrıca Bartu seni üzüm gibi ezebilir, ben de keyifle o anı izlerim çünkü geleceğinden haberi yok."
Koza'nın gülümsediğini telefonun ucundan bile hissettim. "Tabii ki o muhteşem dairene gelişimi kutluyoruz, Helin." Bir kez daha gözlerimi devirdim. "Tamam, kırmızı alıyorum, olur mu?"
"Beyaz şarabı daha çok seviyorum."
"O halde kesinlikle kırmızıyı alıyorum." Güldü.
"Vakit kaybısın, Koza." Telefonu yüzüne kapattım ama ister istemez ben de güldüm. Bir keresinde apartın bahçesinde Koza'yla konuşurken tartışmıştık ve telefonu sinirle kapattığımda beni izleyen birkaç çift göz görmüştüm.
Aparttaki kızlarla aramıza ördüğüm mesafeden dolayı yanıma yaklaşamıyorlardı ama o gün ilk defa bana su getirmişlerdi. Hatta bir tanesi, "Abin mi?" diye sormuştu. Daha cevap bile vermeden, "Abiler hep böyledir," diye mırıldanmıştı.
Koza'yla aramdaki ilişkinin abi kardeş ilişkisi olduğunu düşünmüyordum ama yine de kıza hiçbir cevap vermeden teşekkür etmiştim.
Kasadan aldığım ürünleri geçirdim ve hepsini ödedikten sonra tam çıkarken, "Hey!" diye bir ses duydum.
Lanet olsun, bu sesi tanıyordum.
Apartta kalan çocuklardan biriydi. Her fırsatta karşıma çıkıyor, konuşmaya çalışıyordu. Amacı tam olarak beni yatağa atmaktı, bunu hareketlerinden bile anlayabiliyordum. Artık rahatsızlık boyutuna ulaşmıştı. Gerçek bir rahatsızlık.
Mavi gözlerine güveniyor olabilirdi ama ben çoktan mavi gözler konusunda o defteri kapatmıştım. Bir başka mavi gözü hayatıma dahil etmek gibi bir planım asla yoktu, olmayacaktı.
Başımı çevirip ona baktım. "Merhaba," dedim ağız ucuyla.
"Merhaba," dedi direkt poşetlere uzanarak. Üzerinde incecik bir ceket vardı. Aptal, büyük ihtimalle üşümediğini göstermeye çalışıyordu ama kıçının donduğuna adım kadar emindim. "Yardım edeyim."
Geriye çekilip aparta yürümeye başladım. "Hiç gerek yok, yük taşımaya alışığım."
Güldü. Komik değildi ama güldü. Adı neydi? Asla hatırlamıyordum oysaki bir aydır her gün söylemişti. "Çok felsefi bir cümle oldu ya." Benimle aynı hizada yürümeye çalışıyordu. "Ne anlamam gerekiyor?"
Ağız ucuyla gülümsedim. "Anlayabileceğini pek sanmıyorum." Afalladı ama yine güldü. "Tıpkı şu an olduğu gibi."
"Dün gece seni bahçede gördüm," dedi kaşlarını çatarak. "Yanına inecektim ama rahatsız etmek istemedim, sabaha karşıydı. Bunu sık yapıyorsun."
"İsabet olmuş."
Kısa yanıtlarım bile onu yıldırmıyordu. “Neden o saatte uyanıktın?"
"Ben uyumam."
"Hiç mi?"
"Hiç."
"Neden?"
"Keyfimden."
Duraksadı. "Keyfinden uyumuyor musun?"
Gözlerimi devirip ağzımdan derin bir nefes verdim. "Adın neydi?" diye sordum köşeyi dönerken.
"Ferhat."
"Ferhat," diye tekrar ettikten sonra bir anda durup ona döndüm. "Ferhat, gerçekten bulaşmak istemeyeceğin birisiyim. Beni yatağa atmak istediğinin farkındayım ama değil seninle aynı yatağa girmek, aynı evin içine bile girmem. Bunların dışında, sabahları lütfen asansöre binerken beni bekleme; başından aşağıya boca ettiğin o parfüm kokusunu kaldıramıyorum." Yürümeye devam ettim, sonra bir anda yeniden durup yine ona döndüm. "Ayrıca Serhat, lütfen danışmadan telefon numaramı istemeye çalışma. Bunu bir kez daha tekrar edersen iki bacağının arasına yiyeceğin tekmeyle beraber değil beni yatağa atmak, başka hiçbir kızı yatağa atamazsın. Beni duydun mu?"
Dudakları aralandı, gözleri açıldı. Gereksiz yüklenmiştim, biliyordum ama bir aydır peşimdeydi ve rahatsızlık vermeye başlamıştı. Bunun dışında artık insanlara düşündüklerimi direkt söylemeye başlamıştım.
"Neden," deyip bana yaklaştı. "Neden bu kadar öfkelendiğini anlamadım ama amacım sadece seninle arkadaş olmaktı." Kaşları düz bir çizgi halini aldı, benimle yürümeye devam etti. "Hayatında biri mi var?"
Dişlerimi birbirine bastırıp sorusunu cevapsız bıraktım ve apartın olduğu kapıya yöneldiğimde onları gördüm.
Bartu'yu, Mutlu'yu, Işık'ı. Hatta Lâl'i.
Dördü de kapının önünde durmuş, beni bekliyorlardı. Kalbim hızlanmaya başladı; heyecandan ziyade özlemle hatta büyük bir sevgiyle. Bir aydır böyle atmamıştı, bir aydır kalbim gerçekten böyle hissetmemişti. Yüzümde gülümseme oluştu, gerçek bir gülümseme. Bir ay sonra ilk gerçek gülümseme. Onlara doğru daha hızlı adımlar atmaya başladım, yanımdaki çocuğun varlığını bile unuttum.
"Kızım," dedi Bartu, olduğu yerde zıplayarak. "Nerede kaldın? Götüm yere düştü soğuktan, onu taşıyacağım şimdi." Yanlarına vardığımda Bartu dışında diğerlerinin bana karşı mesafeli duruşu gözümden kaçmadı hatta Işık'ın kaşları çatıktı, bana öfkeli olduğunu biliyordum.
"Arkadaşların mı?" dedi yanımdaki çocuk şaşkınlıkla. "İlk defa görüyorum. Sen insanlarla konuşuyor muydun?"
Bir anda benim üzerimde olan bakışlar yanımdaki çocuğa kaydı. Bartu'nun kaşları çatılmalıydı ama öyle olmadı. Hem de öyle normal bir bakışa büründü ki bu beni şaşırttı. Sorusunu duymazlıktan gelerek, "İçeri geçelim mi?" diye sordum. "Üşümüşsünüzdür." Şifreyi tuşladığımda otomatik kapı açıldı; ilk girenler Işık ile Lâl oldu. Lâl'i anlayamıyordum, onun bakışları hep sabitti ama Işık'ın kırgınlığını hissedebiliyordum.
Ve Mutlu... Daha önce o da bana hiç böyle kırgın bakmamıştı. Belki de özlemiş? Anlayamıyordum ama göz göze geldiğimizde o da içeriye girdi. "Bartu," dedim gözlerini çocuktan ayırmazken. "Geçsene içeri."
"Merhaba güzel çocuk," dedi Bartu ona. "Ben Bartu. Anlamını biliyor musun?" Çocuk, başını omzuna yatırdı ve anlamayan gözlerle ona baktı. "Cevap versene güzel çocuk, soru sordum."
"Güzel çocuk ne ya?" dedim ağzımın içinde. Sakin ses tonu hatta yapıcı tavrı beni bozguna uğratmıştı.
"Güzel çocuk?" Maalesef duruşundan bile Bartu'dan çekindiği belli oluyordu ama belli etmemek için elinden geleni yapıyordu. "Bartu, güçlü kimse demek, değil mi?" Anlamını bilmesi şaşırttı.
Bartu dilini damağına değdirip, "Hayır," dedi. "Kız kardeşine yürüyenleri dinlene dinlene döven kimse demek. Aldın mı mesajı?" Bir adım attığında önüne geçtim ama o çoktan eğilmişti. "Bakayım, almış gibisin. Gözlerin öyle söylüyor." Sakin bakışlar. Yine ve yine. "Ama güzel çocuk, ben öyle birisi değilim," dedi bir anda. "Çok sakinim. Hep sakinim." Elini uzattı. Bu kadarı fazlaydı. "Tanışalım, adın neydi?"
"Ya sen ne yapıyorsun?" Gözlerim açıldı. Normal şartlarda kimseyle tanışmayan, herkese yabani olan adamın tanışası gelmişti. Bugün Bartu'ya ne olmuştu?
"Güzel çocuk," dedi elini göstererek. "Sıksana elimi, güzel çocuk."
"Bartu," dedim dişlerimin arasından. "İçeriye. Lütfen." Sonra çocuğa baktım, kaşlarımı kaldırarak başımı iki yana salladım ve Bartu'yu sırtından itekleyerek zorlukla içeriye soktum.
"Kim bu güzel çocuk?" dedi asansöre yürürken. Diğerleri çoktan asansörün oraya gitmişti. "Kim bu hayat enerjimi, sakinliğimi, duruşumu bile titreten bu güzel çocuk? Kim bu beni sınayan?"
"Bartu neden şiir gibi konuşuyorsun?" Elimi yüzüne doğru salladım. "Sen iyi misin? Çoktan yumruk dansına sokacağın çocukla tanışmak istedin." Gözleri bana döndü. "Hayır, bu kötü bir şey değil ama sana neler oluyor?"
"Helin," dedi Bartu. "Canım kardeşim. Söylesene, kim bu güzel çocuk?"
Hayatım boyunca duymak istemeyeceğim iki kelime ortaya çıkmıştı: güzel çocuk.
Bakışlarım yeniden kapının oraya döndüğünde içeriye girmeden orada beklediğini gördüm, büyük ihtimalle korkmuştu. "Tanımıyorum." Kısa ve net cevap. "Senden ne yaparsan yap korktu." Çekinmeden koluna girdim. "Onların senden korkması hoşuna gidiyor, değil mi?"
Bartu'nun kaşları hâlâ çatıktı ama dudaklarında tebessüm oluştu. "Gitgide bana benzediğinin farkındasındır umarım küçük bro. Eskiden olan bana. Ah ne zordur, öfke kontrolü olamaması bir insanın. Lütfen sakinleş." Devir tersine mi dönmüştü? "İnsanlarla iletişim kur, onlarla kavga etme." Ellerini birbirine yaslayıp gözlerini kapattı. "Lütfen."
"Ha?" Şaşkınlıkla ona baktım. "Ayrıca, küçük bro mu?" Alayla güldüm. "Seni tek bir hamleyle yere sermem gerekiyor galiba beni küçük görmemen için."
Serçe parmağını bana uzattı. "Beni asla yere deviremezsin, sakin olmam gücümü kaybettiğim anlamına gelmez."
Hiç çekinmeden iddiaya girip serçe parmağımı serçe parmağına geçirdim. "Seni beş dakikada yere sererim. İstediğin her şeyine de iddiaya girerim."
"Kabul," dedi başını sallayarak. "Eğer kazanırsam istediğimi söyleyeceğim sana." Onaylayarak başımı salladım ve güldüm.
Bir aydır beni Bartu'dan başka kimse güldürememişti. İlk tanıştığım günü düşündüğümde hâlâ şaşırıyordum çünkü bana en uzak olan ve benden en fazla nefret eden kişiydi Bartu. Nasıl olmuştu da biz bu kadar yakın olabilmiştik?
Bu benimle alakalı değildi, artık bundan emindim. Bu Bartu'yla alakalıydı. Önder onu tanıtırken sevdiklerine zaafını ve aralarında en merhametlisi olduğunu söylemişti. Hatta en masumu olduğu. Gerçekten de öyleydi. Ben onu bırakabilirdim, belki de ona arkamı dönebilirdim ama Bartu beni bırakmazdı, bu konuda güvenim tamdı. O geceden sonra yanıma geldiğinde bana sarılmıştı, sıcacık ve güven veren bir şekilde. Sonra da, "Beni bırakmadın," demişti. Bu yüzden bile bana teşekkür etmişti.
Hep beraber asansöre bindiğimizde ölüm sessizliği asansörü doldurdu. Bartu dışında hepsi tam karşısına bakıyordu; Mutlu saçlarını arkadan sıkıca toplamıştı ve üzerindeki fosforlu pembe kar montu gözlerimi alıyordu.
İç sesimi duymuş gibi, "Sevgili Helin," dedi sabit bir sesle. "Montuma baktığının farkındayım, bilerek bunu giydim." Burnunu çekti, çenesini havaya kaldırdı. "Beni daha çok fark et diye. Beni unutma diye."
Işık dirseğiyle Mutlu'ya vurdu ve Bartu dudaklarını birbirine bastırarak bana baktı, gülüşünü engelliyordu.
Hepsinin bir sebeple bana kırgın olduğunu ima etmişti ama enine boyuna konuşmamıştık. Lâl’le araları nasıldı onu bile bilmiyordum; tek bildiğim Rüya'yla konuşmaya devam ettikleriydi. Sorduğumda iyi olduklarını, arada sırada görüştüklerini söylüyordu fakat bu kadardı. Sesinde heyecan yoktu, umut da yoktu.
Asansör altıncı katta durduğunda ilk inen kişi Işık oldu, ardından Mutlu. Işık sanki yolu biliyormuş gibi önden yürürken, "Işık," diye seslendim. "Şey… bu taraftan." Duraksadı, adımları durdu, göz ucuyla bana baktı, sonra başını çevirerek gösterdiğim yöne yürüdü.
Işık Sarca bana trip atıyordu fakat öylesine tatlıydı ki gülümsemeden edemedim.
Mutlu da aynı şekildeydi.
Lâl... Gözlerimi ona çevirdiğimde göz göze geldik. Gülümsedi. İçten bir gülümseme değil, daha çok mahcup bir gülümsemeydi. Aynı şekilde karşılık verdiğimde Bartu'nun bakışları Lâl'e kaydı.
Bulunduğum dairenin kapısını açarken yan odanın kapısı açıldı ve odasında sürekli bir şeyleri dağıttığını duyduğum kumral kız kafasını eğip bize baktı. Geceleri yüksek ses müzik açıp bir şeyleri deviriyordu, kırıyordu; gündüzleri ise ağlama nöbetleri geçiriyordu. Nedeni neydi, bilmiyordum ama akıllısı gerçekten beni bulmuyordu.
Bize uzun bir süre baktı. Başımı eğip gülümsediğimde karşılık bile vermedi. Tek tek herkesin yüzüne bakarken Mutlu'nun korkarak Işık'ın arkasına gizlendiğini gördüm.
"İyi akşamlar," dedim dudak ucuyla.
"Umarım çok ses çıkarmazsınız," dedi yüzündeki kiniyle. Bartu'yu tanıyordu, arada sırada görüyordu. "Özellikle şu arkadaşının sesi beni sinir ediyor."
"Çattık yine," dedi Bartu fısıldayarak.
"Merak etme," diye geçiştirdim. "Sen keyfine bak."
Kız içeri girmeyip bize bakmaya devam ettiğinde, Işık kızgınlıkla başını iki yana salladı. Birkaç saniye sonra odasının kapısını sertçe kapattığında ortamı yumuşatmak için, "Kendimden daha delilerin olduğu bir yerde kalıyorum," dedim. "Bu iyi hissetmeme neden oluyor; diğer deliler büyüktür, Helin."
Hiçbiri esprime gülmedi...
Daireye girdiğimizde elimdeki poşetleri direkt mutfak tezgâhına koydum ve heyecanla üzerimdeki montu çıkardım. Mutfak ve yatak odam birleşikti. Banyo sağ taraftaydı. Dairem bu kadardı ve ilk defa bu kadar kalabalıktık. Bir tek Bartu gelmişti, ondan başka kimse odama girmemişti. En rahat davranan da bu yüzden Bartu oldu. Mutfaktaki Amerikan masanın sandalyesini çekip oturdu, üzerindeki montu çıkarıp arkasındaki yatağa attı.
Lâl çekingen adımlarla Bartu'nun yanına ilerledi. Mutlu ise etrafı incelemeye başladı ama bana çaktırmadan...
"Şey," dedim çekinerek. "Evim..." Yüzümü buruşturdum. "Yani dairem biraz ufak ama keyfinize bakabilirsiniz." Mutlu'ya yatağımı gösterdim. "Sen yatmayı seviyorsun, Mutlu. Uzanabilirsin istersen."
"Teşekkür ederim sevgili Helin, ayakta duracağım. Pisletirim şimdi ben senin daireni." Göz ucuyla bana baktı, başını Yeşilçam filminden fırlamış gibi çevirdi. "Pisimdir ben. Kirliyimdir. İstemezsin beni."
"Mutlu," dedim dudaklarımı bükerek. "O nasıl laf öyle?" Ona doğru bir adım attım ama elini kaldırıp yine Yeşilçam filminden fırlamış gibi beni durdurdu. "Ayrıca bana neden sevgili Helin diyorsun?"
"Tek bir adım daha yaklaşma," dedi. "Çünkü seni özledim ve sarılırım. Hemen yumuşamak istemiyorum."
"Ama Mutlu..."
"Tek bir söz daha söyleme," dedi bu kez de. "Neden, biliyor musun? Çünkü gerçekten inanırım."
"Aptal," dedi Işık kendini tutamayıp. "Yelkenleri hemen indirme demedim mi sana?"
"Işık," dedim ve gözlerimi açarak ona baktım. "Sen de mi oturmayacaksın?" Cevap vermedi, kollarını kavuşturup yatağa bakmaya başladı. "Pekâlâ," dedim Bartu'ya bakarak. "O halde ben size içecek bir şeyler koyayım..."
"Koza'yı niye çağırdın ki?" dedi Bartu arkasına yaslanıp ayaklarını masaya uzatarak. "O yavşağı hiç özlemedim."
Köşedeki mini buzdolabını açtım ve eğilip içini karıştırdım. "Aslında neden çağırdığımı ben de bilmiyorum," dedim dürüst davranarak. "Fakat ondan uzak kalmamam gerekiyor." Bakışlarımı onlara çevirdim. "Kahve ya da bira? Yemek olana kadar ne istersiniz?"
Işık gözlerimin içine baktı. Evet, geliyordu. Zaten sessiz kalacağını düşünmemiştim ama umarım büyük bir fırtına olmazdı.
"Bu bir ay içerisinde Koza'yla bile konuştun ama benimle hiç konuşmadın, öyle mi?" Işık Sarca. Açıksözlülüğünden ve iğneleyici laflarından hiçbir şey kaybetmemişti. Yanıma yaklaştı ve kalçasını tezgâha yaslayarak kızgınlıkla bana baktı. "Ben sana ne yaptım?" Kardeşini gösterdi. "Mutlu sana ne yaptı?" Lâl'i işaret etti. "Lâl’le yakın olmayabilirsin ama o sana ne yaptı? Bir açıklamayı hak etmedik mi?" Gözlerine kırgınlık bulaştı. "Bir aydır seni deliler gibi merak ettik. Hepimiz. Bartu'ya söz verdirdiğin için sadece iyi olduğunu söyledi ama bize veda bile etmedin." Öfkeden daha çok kırgınlık vardı, bunu görebiliyordum. "Bizimle konuşmak istemeyebilirsin, bizi görmek de istemeyebilirsin ama bir vedayı hak ettik. Hak ettim. Ben sana ne yaptım, Helin?"
Sessizlik oldu. Mutlu, Işık'ın yanına geldi, elini sırtına koyup yavaşça okşadı; bu, sakin ol, demek gibiydi ama kendisinin de kırgınlığı görünüyordu.
Haklıydı, bunun farkındaydım. Aslında en başından beri farkındaydım yaptığımın yanlış olduğunu. Buzdolabını kapattıktan sonra Işık'a dönüp, "Ben sadece…" dedim. "Yalnız kalmam gerektiğini düşündüm. Yalnız kalmalıymışım gibi geldi."
"Tamam," dedi direkt. "Yalnızlığı isteyebilirsin ama bizi de arkanda o şekilde bırakamazdın. Bunu ben hak etmedim. Bunu hiçbirimiz hak etmedik. Bizi hayatında istemiyor musun, Helin?" Net sorusuna cevap vereceğim sırada buna bile izin vermedi. "Açıkça bize söyleyebilirdin, emin ol hiçbirimiz yine seni rahatsız etmezdik ama bu kadar kötü hissetmezdik. Hepimiz kendimizi suçladık." İşaret parmağıyla Bartu'yu gösterdi. "Eğer yalnızlığı isteseydin Bartu'yla da konuşmazdın, değil mi? Koza? Emin ol yalnızlığı çok istediğim zamanlar oldu, nasıl bir his olduğunu biliyorum. Sen bizi istemedin."
"Işık," dedim başımı omzuma yatırarak.
"O gece," dedi. "Bir ay önce her ne olduysa çekip gittin. Bu senin ve Yankı..."
Elimi kaldırıp onu susturdum. "Işık," dedim. "Lütfen." Adını kendi içimde bile tekrar etmiyordum, bir aydır adını bile duymuyordum. Yüzünü hiç görmemiştim. O fotoğraf dışında.
Ve şimdi bu bile ağır geliyordu, bütün duyguların ağırlığıydı. "Haklısın, tamam mı? Çok haklısın ama veda edemezdim çünkü ortada veda edecek bir şey yoktu. Ne yapacağımı bilemedim, düşünmedim bile. Neler olduğunu anlatabileceğim tek kişi Bartu'ydu, ben de ona anlattım ve ondan yardım istedim. Koza'yla da geçmişten gelen bir konu üzerine konuşuyoruz sadece." Sonra bütün bunların gereksiz olduğunu fark ettim, ona bir adım daha yaklaştım. "Bana kızgın olduğunu biliyorum." Gözleri uzaklara daldı. "Kırgın olduğunu da biliyorum. Hatta üçünüzün de öyle olduğunu biliyorum," Mutlu ile Lâl'e döndüm. "Ama kendimi toparlamam gerekiyordu."
"Toparlayabildin mi?" Mutlu'nun sorusuna hazırlıksız yakalandım. "Çünkü sen geride bıraktığın o kişiden daha iyi görünüyorsun, en azından biriniz daha iyi."
Farkında olmadan tezgâha tutunduğumda Bartu'yla göz göze geldik. Hepsinin nasıl olduğu hakkında az çok fikrim vardı ama onun nasıl olduğunu bilmiyordum. Adını bile anmamak üzere karar almıştım fakat dilimde olmayan, aklımda ve kalbimdeydi. Şimdi de Mutlu'nun dudaklarının arasındaydı.
Toparlayabildim diyemedim. "Herkes bir gün toparlanır," diyebildim. "Ne olduysa oldu. Yaşıyorum işte," omzumu kaldırdım, "öyle ya da böyle yaşıyorum. Sizinle tanışmadan önce nasıl bir kadınsam şimdi yine o kadına döndüm. Dümdüz yaşıyorum."
"Hayır, o kadın değilsin." Işık acıyla gülümsedi. "Yanımıza geldiğinde gözlerinde sadece hissizlik vardı ve seni tanımıyorduk." Başını aşağı yukarı salladı. "Şimdi seni tanıyoruz. Gözlerinde o hissizlik yok." Sesinin titrediğini işittim; Işık kolay kolay ağlayan ya da duygularını belli edebilen birisi de değildi, kırgınlıktan sesi titriyordu. "Bizi öylece arkanda bırakmak istemiş olabilirsin ama biz buna alışık değiliz ve sen bizim kardeşimiz oldun, ailemiz oldun. Sensiz hepimiz yarım hissettik." Bakışlarım istemsizce Lâl'e kaydı. Işık bir an bile çekinmedi. "Lâl bile, evet," dedi. "Artık odasında senin de fotoğrafların var ve Lâl için fotoğrafların anlamını bilirsin. Onun dilidir."
Dudaklarım şaşkınlıkla aralandığında, Bartu beni rahatlatmak istercesine gülümsedi. Mutlu, "Pembe Panter artık tamamen sen oldu," dedi mutsuz bir sesle. "Bazen kahvaltı masasına oturtuyorum, sonra ona trip atıyorum sen gibi." Omzunu silkti. "Sevgili Helin, senin kalbini kırmış olabilirim ama bunu hiçbir zaman yapmak istemedim. Gerçekten yapmak istemedim."
"Mutlu," dedim içim acıyarak. "Kahvaltı masasına ben gibi mi oturtuyorsun?"
"Evet." Kaşlarını çatarak Bartu'ya döndü. "Sonra bu öküz senin önündeki yemekleri de yiyor."
"Aptal," dedi Bartu eliyle alnına vurarak. "Ruh hastası."
"Aptal ruh hastası mı?" Mutlu gözlerini devirdi. "Kendisi sen gittikten sonra yaptığın pastayı üç günde bir denedi, hiçbirini de tutturamadı. Sürekli, Helin olsaydı, deyip durdu. Seninle görüşüyor ama evdeki yokluğunu en fazla hissedenlerden birisi o."
Bartu masanın üzerindeki çay kaşığını Mutlu'ya attı. "Karizmamızı çizmesene, patavatsız."
"Ben hiçbir şey yapmadım," dedi Işık tavır almaya devam ederek. "Unuttum senin adını, Mutlu arada hatırlattı Helin diye. Kim o, dedim, bir düşündüm. Unuttum seni işte. Sildim. Bitirdim."
Mutlu gözlerini kocaman açtı. "Yalana bak, odana kum torbası alıp Helin diye yumruklamadığın kaldı. Helin'in fotoğrafını dart tahtasına koyacaktın en son. Ona âşık gibi davrandın." Sonra başını geriye yatırdı. "Bir saniye, siz ikiniz... Yoksa..." Dudakları o şeklini aldı. "İkinizi yakıştırdım şöyle bir düşününce."
"Mutlu," dedi Bartu saçlarını karıştırarak. "Yine ve yine ve yine hiç durmaksızın, nefes bile almadan çok konuştun; bunun farkındasın, değil mi?"
"Neden öyle diyorsun, Bartuşum?"
"Lan bana Bartuşum deyip durmasana." Sonra öfkelendiğini fark etti, sakin bir ifade takınıp ellerini birleştirdi. "Lütfen canım kardeşim, arkadaşım, dostum. Bana Bartuşum deme, rahatsız oluyorum."
"Neden Bartuşum? Rüya öyle söylediğinde böyle tepki vermiyorsun ama?"
"Ne?" Gülmeye başladım. "Rüya sana Bartuşum mu diyor? Bundan hiç bahsetmedin..."
Lâl rahatsız bir nefes alıp masanın üzerine şekiller çizmeye başladı. "Bu kıvırcık, götten bacaklı, pezevenk Mutlu mesajlarımı okuyor gizli gizli." Sonra yine sakinleşti. "Kıvırcık saçlı, kalçaları ile bacakları birleşik canım arkadaşım Mutlu. Canım kardeşim." Mutlu'ya dönüp öpücük attı. Bartu... Öpücük attı...
Mutlu bu duruma alışmıştı, demek ki Bartu artık sakin takılmaya çalışıyordu. Hatta bu yüzden Mutlu daha fazla damarına basıyordu.
"Biliyor musun, Bartuşum, yalancıyı sikselerdi seni en ön sıraya koyarlardı."
"Yalancıyı neden siksinler, güzel canım kardeşim Mutlu?" Bartu dişlerini sıkmaya başladı. "Söylesene yavru ceylan? Aslan olup yerim seni."
Parmaklarıyla şakaklarını ovalayan Mutlu hevesle bana döndü ve attığı tribi unutup perdelerini kaldırdı. "Helinski, ben artık Bartuş’la aynı odada kalıyorum, Işık beni odadan kovdu. Geceleri lanet olasıca ses kayıtlarını dinliyorum bu koca ayının. Rüya diyor ki: 'Çok tatlısın Bartuş’um ya heheh' bizim ayı da diyor ki: 'Bana tatlı deme, bana karizmatik de.'” Yelkenleri indirdiğini fark edip yüzünü düzeltti. "Yani öyle sevgili Helin, kusura bakma, biraz seviyesizleştim sizinle konuşurken."
Kendimi tutamayıp kahkaha attım, hem Mutlu'nun haline hem de Bartu'nun söylediklerine. Sonra aklıma takılan o soru işaretiyle yüzümdeki gülümseme donuklaştı. Mutlu artık Bartu'yla uyuyordu, peki ya o? Neredeydi?
Düşünme, Helin, dedim kendime. Yapma bunu.
Bartu oturduğu yerden kalkıp, "Seni artık dövmüyor olmam, sana hiçbir şey yapmayacağım anlamına gelmez," dedi Mutlu'ya. "Bir kelime daha edersen o üzerindeki çirkin montu ağzına tıkarım sus diye."
"Ah," dedi Mutlu elini kalbine götürerek. "Çok korktum, karizmatik Bartuşum." Bartu üzerine yürüdüğünde arkama geçti. "Gel beni döv de yan taraftaki kız tepene binsin ata biniyormuş gibi. Gel gel, üzerime gel."
Bartu yine beni şaşırtmadı ve Mutlu'nun üzerine atıldı; Mutlu kaçarken tökezledi ve masanın üzerine düşecekken Bartu onu yakasından tutup havaya kaldırdı. Ayakları aşağıda sallanırken yüzünü kendi hizasına getirip yatağın olduğu tarafa yürüttü. Oyuncak gibi Mutlu'yla oynarken, Mutlu'nun çığlıkları odayı doldurdu; aynı anda yan taraftaki kız duvarı kıracak kadar şiddetli vurmaya başladı.
Uzun zamandır sessizliğe ve yalnızlığa alışmış olan ben, onları ne kadar çok özlediğimi o an fark ettim ve gözlerim doldu. Bu Işık'ın gözünden kaçmadı. "Bira," dedi sert bir sesle. Montunu çıkarıp tezgâha oturdu. "Bira istiyorum. Bira ver bana, seni lanet kadın."
Dolu gözlerle ona bakıp, "Işık," dedim. "Seni çok özledim." Lâl'in sessizce bizi izlediğini gördüm. "Sizi çok özledim." Kollarımı iki yana açtım. "Lütfen bana sarılır mısın hemen yoksa ağlama krizine mi gireyim?"
Işık birkaç saniye düşündü, bakışları Lâl'e kaydı, sonra bana baktı. Tezgâhtan aşağıya zıpladığında, "Sen ağlama krizine girme diye," dedikten sonra boynuma sarıldı ve kollarımı beline sarmama izin verdi. "Sadece bu yüzden sarılırım ama sana kızgınlığım da kırgınlığım da geçmedi." Fakat sarılışı tam zıddını söyledi. Öyle sıkı sarıldı ki beni özlediğini anladım, hissettim.
Bu duygu.
Eskiden birilerini, bir şehri, bir evi terk etmek çok kolaydı; eski zamanlardaki Helin olduğumu düşünsem de artık olamazdım. Benim birilerim vardı; bir şehrim, bir evim. Evim vardı, içinde güzel insanları tanıdığım ama artık oraya giremediğim.
Ben vardım. Ailesiyle hiç tanışmamış Helin. Ve yirmi iki yaşında ailesiyle tanışmış olan Helin.
Işık'ın kollarındaki o aile sıcaklığını aldığımda hissettiğim duyguyla başımı boynuna yasladım ve kokusunu içime çektim. Bir ailenin kokusu olur muydu? Bir aile nasıl kokardı? Bir yuva? Işık'ta bir ailenin kokusunu aldım, hepsinde o ailenin kokusunu aldım.
"Özür dilerim," dedim sessizce. Sesim titredi ama buna aldırış etmedim. "Gitmem gerekiyordu, yapmam gerekiyordu. Çok kötüydü." Saçlarıma dokundu, yavaşça okşadı. "Kalbim, Işık," dedim dayanamayıp. "Kalbim. Bin parçaya bölündü, bir parçası kadar acı çektim, çekiyorum ama o gece, en kötüsüydü." Daha sıkı sarıldı, parmakları saçlarımın arasında dolaştı.
"Ne olduğunu bilmiyorum," dedi dürüst bir sesle. Bilmiyordu. Bartu anlatmazdı. O? Anlatamazdı.
Ben kendi içimde bile onunla konuşamıyordum, ben kendi içimde bile onun yüzüne bakamıyordum ama ben en çok kendi içimde onu yaşıyordum. O kendi içinde benimle ne konuşuyordu? Yüzüme bakınca hâlâ görüyor muydu? Ben yaşıyordum, o yaşıyor muydu?
Geriye çekilip yüzümü ellerinin arasına aldı. "Ne olduğunu bilmiyorum. Tek gördüğüm, kırgınlıktan öte büyük bir yıkım. Öyle bir yıkım ki önünden bile geçemiyoruz o yıkımın, görmeye dayanamıyoruz. Öyle bir yıkım." Ondan bahsediyordu. Günler sonra onun hakkında aldığım tek bilgi, enkaz olduğuydu.
Dudaklarım titredi, ağlayabileceğimi anladı.
Yüzüme yaklaştı, o sevdiğim cümleyi yeniden kurdu: "Dinle, ben senin yanındayım. Ben senin önündeyim ve ben senin arkandayım. İstediğin her an, her şekilde. Ben seninleyim ve böyle olduğu sürece bize hiçbir şey olmaz." Güven. Beni korkutan o duygunun adı güvendi ama Işık'a da güvendim.
Başımı aşağı yukarı salladığımda, "Sana büyük bir haksızlık ettiğimin farkındayım," dedim. "Aslında..." Gözlerimi ondan kaçırdım. "Belki kızacaksın ama bugün çağırma nedenim bile yanımdaki varlığındı. Sana ihtiyacım var."
"İhtiyaç?" Geriye çekilip kollarını önünde bağladı. "Işık Sarca hazır. Kimi öldürüyoruz dostum?"
Gülmemi bekledi ama gülmedim çünkü ucunda ölüm bile olabilirdi. "Bazı şeylerin tek başına üstesinden geleceğimi düşündüm bir ay boyunca." Artık eskisinden daha rahat ve dürüsttüm. "Ve ruhsal olarak üstesinden gelmeye alıştım ama güç olarak," başımı iki yana salladım, "tek başıma üstesinden gelemeyeceğim insanlarla karşı karşıya gelebilirim." Kısık sesle ona doğru eğildiğimde Bartu'nun duymasını istemiyordum, zaten duyamazdı, Mutlu'nun üzerindeki montu çıkarmakla meşguldü. "Bartu çok güçlü olabilir ama duygusal olarak çok hassas ve fevri." Ve bir anda onun gibi konuştuğumu fark ettim, bu kadar zaman neden Bartu'yu işlerin başına geçirmediğini ya da silah vermediğini anladım. Kendime kızdım ama haklıydı. "Bir yola çıkabileceğim tek sen kaldın."
Bir anda, "Mutlu'ya haksızlık ediyorsun," dedi. Buna hazırlıksız yakalandım. "O düşündüğünden daha akıllı ve daha güçlü birisi. Sadece bunu yansıtmaktan hoşlanmaz."
"Öyle değil," dedim Işık'a. "Yani Mutlu'dan yardım istememe nedenim ona güvenmediğimden değil, ona bir şeyleri anlatamayacağımdan." Ellerimle oynamaya devam ettim. "Bunu anlattığım tek kişi Bartu." Derin bir nefes aldım. "Kendi isteğimle geçmişimi bilen tek kişi Bartu." Öfkeyi hissetmek istedim ama artık öfke yoktu. Parçalanan kalbimin bin parçası yine sızladı. "Ve sana anlatacağım." Hazır mıydım? Değildim. Yapabilir miydim? Evet. "Sonra bana yardımcı olmanı istiyorum. Şimdi değil, şu an anlatmayacağım ama sana anlatacağım."
Işık tek kaşını kaldırdı. "Benden tam olarak ne istiyorsun?" Arkasında kalan ve masada oturup sessizce bizi izleyen Lâl’le göz göze geldik. Yapayalnız görünüyordu. Hatta biraz terk edilmiş. Aramızdaki o duvarda çatlaklar vardı, ne zaman tamamen parçalanacaktı, bilmiyordum. Işık baktığım yöne döndüğünde Lâl'e gülümsedi. "Ondan yardım istemeyeceksin, değil mi?" diye sordu, Lâl'in onun dudaklarını okuyacağını bile bile. Hatta en başından beri benim de dudaklarımı okuyordu, biliyordum.
Sorusuna cevap vermeden bir anda, "Geçmişimin peşindeyim," dedim. "Ve bir adamı mahvedeceğim, belki de birkaç kişiyi daha. Ucunda ölüm bile olabilir." Bakışları yavaşça bana döndü. "Ve bu yolda birilerinin gücüne ihtiyacım var, aklına ve en önemlisi duruşuna. Bir de kurnazlığına." Yutkundu, korkudan değildi ama yüzünde heyecanlı bir ifade oluştu. "Bir şehri fethedecekmişsin gibi düşün, tek bir nedenin olacak: bir kız çocuğu. O kız çocuğu benim." Gözlerindeki ifade de değişti. "Bir kız çocuğu için kocaman şehri fethetmeme yardımcı olabilir misin?"
Düşündü. Beklediğimden daha uzun süre düşündü. Saçını yavaşça kulağının arkasına sıkıştırdığında yüzünde şeytani bir gülümseme oluştu. "Biliyor musun," dedi güven veren sesiyle. "O şehri, o kız çocuğu için öyle bir fethedeceğiz ki tek kurtulan sen olmayacaksın. Sonunda ölüm olsa bile." Bu kadar heyecanlanması beni de keyiflendirmişti. Dilini dudaklarının üzerinde gezdirdi. "Kana susamış bir vampir gibiyim, hayatıma renk geliyor. Gerçek bir renk."
"Kabul ediyorsun yani," dedim saf gibi. "Benimlesin."
"Sonunda ölüm olsa bile." Burnuma fiske vurdu. "Ama benden ne istediğini bilmem gerekiyor. Kurnazlık? Sinsilik? Güç? Güzellik?" Kendini gösterdi. "Kötülük?" Şen bir kahkaha attı. "Cazibe? Hepsi bende mevcut, beni kullan bebeğim. Yararlan benden."
Güldüm, ardından boğazımı temizleyip, "Aslında," dedim. "Bunlar tamam ama bunların dışında da bir şey var."
"Ne gibi?"
"Silahlara ihtiyacımız olacak," dedim kısık sesle. Bartu bu sırada Mutlu'yu yorgana sarmış, çocuk gibi sallıyordu ama ilgisinin dağıldığı ortadaydı. "Yani size ait silahlar olduğunu biliyorum. Birkaç teknik eşya daha. Bunları depodan çalabilir misin?"
"Anahtarlar Yank..." Duraksadı, adını duyduğum anda bakışlarımın değiştiğini fark etti. "Hallederim, zor değil." Kısa bir süre daha düşündü. "Yani eskiden olsa halledemezdim ama bu aralar çok basit olur." Yüzüne bakmaya devam ettiğimi fark ettiğinde başını omzuna yatırdı. "Başka?"
"Bir şey daha var," dedim. "O şehrin anahtarlarına ulaşmamız gerekiyor ama o anahtarlar da sadece tek bir kişide. Yarın öğleden sonra buluşalım mı? Sana planımdan bahsedeceğim, neler yapacağımızdan ve ne istediğimizden."
Beni onayladı ama aklına takılmıştı. "Anahtarlar kimde?" Aklına iki isim gelmişti, bunu biliyordum.
Tam bu sırada kapı çaldığında zamanlama yüzümü gülümsetti. Işık'ın gözlerinin içine baktım ve o da yüzüme bakarak geri geri adımlar atıp kapıya ilerledi. Gözlerimizle anlaştık, bunu biliyordum.
Kapıyı açtığında Koza'yı gördük. Elinde şarap şişesiyle direkt Işık'ı gördüğü anda gülümsedi ve bakışları bana döndü, ardından içeriye baktı. Işık bana döndü, sonra Koza'ya baktı, ardından bir kez daha bana. Başımı hafifçe onaylıyormuş gibi salladığımda kendini tutamayıp kahkaha atmaya başladı. "Helin," dedi kahkahasının arasından. "Sen bu anahtarı cepte bil."
"Ne anahtarı?" Koza saf saf kapının deliğine bakıp anahtarı aradı. "Anahtar yok."
Işık daha yüksek sesle güldüğünde, Bartu Mutlu'yu yatağa fırlatıp, "Hoş geldin lan yavşak," diye ona seslendi. "Nasılsın görmeyeli, daha da yavşaklaştın mı?"
Koza, Işık'ın gülen yüzüne bakarak içeriye girdiğinde kaşları düz çizgi halini aldı. Elinden şişeyi aldığımda gerçekten söylediği gibi beyaz şarap getirdiğini gördüm. Pislik herif, beni bazen deli ediyordu.
"Hoş bulduk," dedi Koza ağzının içinde geveleyerek, Işık'a odaklanmaya devam ediyordu. "Beni gördüğün için bu kadar mutlu olacağını bilseydim Nil," dedi Koza. "Daha erken ve daha çıplak gelirdim."
"Aptal." Mutlu'nun yataktan sesi geldi. "Ben de buradayım, kardeşimden uzak dur."
"Koza," dedi Işık, gülmeye devam ederken. "Seni gördüğüme," bana baktı, "çok iyi Helin, çok iyi."
"Ne oluyor?" Bartu ikimize kaşlarını çatarak baktı. "Yine benim anlamadığım bir şeyler olmuş, yine en son ben duyarım kesin."
Hiç çekinmeden Bartu'nun koluna girip, "Sen boş ver Işık'ı," dedim Koza'yı da arkamda bırakarak. "Gel ve bana yemek yaparken yardım et." Ardından omzumun üzerinden Koza'ya baktım. "Rahatına bak, Koza." Şarap şişesini işaret ettim. "Bu arada şarap için teşekkürler, beni hiç şaşırtmıyorsun."
"Ah," dedi Koza, Bartu'ya ve onun girdiğim koluna bakarak. Neden Bartu'ya karşı böyleydi? Koza'yı tanımasam onu kıskandığını bile düşünebilirdim. "Genelde ben ne istersem o olur." Üzerindeki montu çıkardı, mutfak masasının oradaki sandalyeye astı ve şöyle bir daireye baktı. "Çok büyükmüş burası," dedi alaycı bir sesle. "Nereden buldun bu kadar büyük evi? Özellikle ekonomik boy diye mi arattın?"
Mutlu yüzünü buruşturdu. "Burada şakaları ben yaparım, kozalak bahçesi," dedi ama artık Mutlu'nun da Koza'ya büyük bir nefretle bakmadığını görebiliyordum. Aslında hepsi Koza'ya alışmaya başlamıştı. "Sürekli rolümü çalıyorsun, fark etmiyorum sanma."
"Benim olduğum yerde sana rol mü veriyorlar?" Sırıttı. Mutlu'nun kaşları çatıldı, Koza daha fazla sırıttı. "Biraz daha kaşlarını çat, Nil'i düşünüyorum, hoşuma gidiyor."
"Koza," dedim, Bartu'yla poşetteki malzemeleri çıkarırken. "Lütfen gelir gelmez başlama."
En son Lâl'e baktı, bir saniye bile sürmeden gözlerini devirip yeniden bana döndü. Sessizce yüzüme bakmaya devam etti, aklından ne geçtiğini anladım çünkü ben de aynı şeyi düşündüm. Diğerleri onun adını anmamak konusunda bana saygılı davranırdı ama Koza canı ne isterse yapan birisi olduğu için her an canımı sıkabilirdi. Sorular sorabilirdi, Sokak Nöbetçileri'nin de canını sıkabilirdi.
Fakat yapmadı.
Poşetten çıkardığım malzemeleri çenesiyle gösterdi. "Yemek mi yapacaksın?"
"Evet."
"Zehirlenir miyiz?"
Bartu gözlerini devirdi. "Tarihi geçmiş abi şakaları yapmayı bırak." Sonra kurduğu cümleyi fark edip sanki ağzından bir şey kaçırmış gibi çekingen bir tavırla bana baktı fakat rahatlatmak istiyormuş gibi gülümsediğimde ne Mutlu ne de Işık ne olduğunu anlamıştı.
"Burada abi şakalarını sen mi yaparsın?" diye sordu Koza gülümseyerek ama hiç samimi bir gülümseme değildi.
Bartu, "En azından hak ederek yaparım," dedi gözlerinin içine bakarak.
"Ne güzel." Koza, dirseklerini masanın üzerine yasladı ve ellerini yüzüne yerleştirdi. "Genelde aşkını da hak edene mi verirsin, koca adam yoksa hiç sevilmediğin birisine âşık mı olursun?"
Kaşlarım çatıldı, öfkeyle ona baktım fakat aldırış etmedi. Bartu kasıldı, hissettim ama ona göstermemek için çaba gösterdi. "En azından birilerini sevebiliyormuşum, kalbim var," dedi kısık sesle. Öfkeli değildi yine, bu beni şaşırttı. "Sen de dene, kendini bile sevebilirsin belki."
Gözlerim açıldı, şaşkınlıkla Bartu'ya baktım, aynı şekilde Işık ile Mutlu da öyle. Lâl'in bile kaşları havaya kalkmıştı. Sessizlik oldu. Koza'nın bir cevap vermesini bekledim ama sadece güldü. Başka hiçbir şey söylemedi, sadece güldü. Cevap vermedi, belki de veremedi.
Bartu yeniden poşetlere yöneldiğinde, Işık Koza'ya doğru ilerledi ve Mutlu da onların yanına gitti.
"Bartu," dedim fısıldayarak, muslukta sebzeleri yıkarken. "Öfkelenmedin, küfretmedin, üzülmedin, sinirlenmedin." Şaşkınlığımı fark ettiğinde gülümsedi. "Ne oldu? Başına saksı mı düştü senin? Geldiğinden beri çok tuhafsın."
Bartu yıkadığım biberleri elimden alırken nereye koyacağını bilemedi. Kesme tahtasını önüne koyup bıçağa uzandım ve nasıl keseceğini gösterdim. Sessiz anlaşmadan sonra hafifçe doğramaya başladı. "Söylerim ama dalga geçmeyeceksin," dedi fısıldayarak. "Bu ikimizin hatta," yüzünü buruşturdu, "üçümüzün sırrı olur."
"Üçümüzün?" Domatesleri soymaya başladığımda arka tarafta Mutlu ile Koza ağız dalaşına girişmişti. "Lütfen söyler misin? Söz veriyorum dalga geçmeyeceğim."
"Şey..." Dikkatlice biberleri doğrarken gözleri kısıldı. "Ben şeye başladım." Başımı eğip ona baktım. Kulağıma eğilip, "Terapiye," dedi. "Öfke problemim için."
Dudaklarım aralandı, şaşırdım. Bartu geriye çekildi.
"Rüya önerdi, ben de gittim. Gidiyorum yani. Öfkelenince nefes alıyorum, geçiyor arada. Mesela az önce sana yavşayan o götü kulaklarından astıktan sonra bir de bacaklarından çivilemem, sonra da karşısına geçip izlemem gerekiyordu ama yaptım mı? Asla." Kaşlarımı kaldırdım. "Yani düşündüm, düşündüm ama yapmadım. Yapabilirdim, yapmadım."
"Bartu," dedim gülerek, başımı omzuna yasladım. "Bununla neden dalga geçeyim? Muhteşem bir adım. Rüya'nın sana bunu yaptırması daha büyük bir şey. Demek onun sözünü dinliyorsun."
"Öğretmen ya," dedi masum bir ifadeyle. "Çocuklarla ilgileniyor ya. Ben de biraz çocuğum. Doğru akıllar verir diye düşündüm."
"Bir Rüya olamadık yani." Şakacıktan yüzümü ağlamaklı bir hale getirdim. "Eksiğim ne?"
"Bartuşum dememen." Gülmeye başladığımda bana katıldı. "Ayrıca bu Rüya'yla alakalı değil. Öfke problemimi kontrol etmem gerekiyordu, zarar veriyordum. Benden korkuyordu." Duraksadı, elindeki bıçak da duraksadı. Kastettiği kişiyi ikimiz de biliyorduk ama ben anlamazlıktan geldim. "Yani insanlar benden korkuyordu. Bir şeyler yapmam gerekiyordu."
Lâl hakkında konuşmak istiyor olabilir miydi? Bartu da kendi içinde bile onunla konuşmayı kesmiş miydi yoksa tam tersi miydi? Belki de konuşacak birilerini istiyordu, bunun için çıldırıyordu ama kimse ona Lâl’den bahsetmiyordu. Belki adını duymak istiyordu. Belki onu özlemişti. Belki onun uzun zamandır yüzünü bile görmüyordu, yüzünü görmek istiyordu.
Hayır, görüyordu. Hayır.
"Muhteşemsin, adamım." Bir kez daha başımı omzuna yasladım. "Aramızda en aklı başında olan sensin ama çaktırmıyorsun."
"Artık çaktırıyorum." Doğradığı biberleri tabağa koydu. "Gerçekten aranızda en ruh hastası ben gibi görünüyorum ama en aklı başında olan benim. Dışarıdan birisi ilk önce gelip benimle konuşmalı, siz hepiniz kafayı yediniz."
Ben ve Bartu yemek yaparken, diğerleri kendi arasında sohbete yani tartışmaya daldılar. Işık uzun bir süre daha Koza'nın yüzüne bakıp kahkaha attı, öyle keyiflenmişti ki sanki Koza'yı parmağında oynatmak onun için zevkli bir hale gelmişti ama farkında olmalıydı ki bu bile bağlılık duygusuydu. Ve belki de Koza, bile bile izin veriyordu.
Sessizce köşesinde oturan Lâl olanları öylece izliyordu. Arada sırada Mutlu ve Işık onun yanına gitse de sonrasında bulunduğu yerde unutuluyordu. Bartu onun hayatından çıktığından beri kendi kendisini gözlerden bile silmeye çalışıyordu.
Bu bana nefret duygusunu anımsattı. Bir insanın kendisinden nefret etme duygusunu. Lâl'i ilk tanıdığım zamanlar olan o güveni, dik duruşu ve bakışlarındaki kibri gitmişti. Bunlar bile aslında Bartu'nun ona karşı olan aşkından ötürü müydü? Bir aşk, insanı bu kadar cezbedebilir miydi?
Bir süre sonra Bartu diğerlerinin yanına gitti ve Işık gelip bana yardımcı oldu. Ona çalıştığım restorandan ve insanların aptallıklarından bahsettim, okula gittiğimden ve nicelerinden. Hepsini can kulağıyla dinlerken aklının başka yerlerde olduğunu anlıyordum ama sorgulamadım.
Yemek hazır olmaya yakın Mutlu da yanımıza gelip benimle uğraşmaya başladı. Kilo verdiğimden, seksiliğimden eser kalmadığından hatta ruhumun çekildiğinden bu yüzden utanmam gerektiğinden bahsetti. Güldüğümde ise, ağlanacak haline gülüyorsun aptal, laflarıyla beni daha çok güldürdü.
"Çalıştığın restoranda yakışıklılar var mı?" Tabaklara yemekleri koyarken Mutlu'nun sorusu yüzümü güldürdü.
"Dikkat etmedim."
"Niye, kör müsün sen? Hoş, gözlerimi kapatsalar yakışıklının kokusunu bile alırım ben." Mutlu oturduğu tezgâhta ayaklarını sallamaya başladı. "Ne bakıyorsun öyle? Bu beni havalı kılar."
"Mutlu," dedim tabağı masaya götürmesi için ona uzatırken. "Yakışıklılar artık dikkatimi çekmiyor. Hatta erkekler ilgi odağımda bile değil."
"Ne?" Gözleri kocaman açıldı. "Bunun ne zaman farkına vardın?"
"Neyin?"
"Kristen Stewart gibi Robert'tan ayrılır ayrılmaz asıl ilgini kadınların çektiğinin."
Gülmeye başladığımda, "Kadınlar da ilgimi çekmiyor," dedim. "Kimse ilgimi çekmiyor. Dümdüz yaşıyorum ama söz, yarın senin için yakışıklı birileri var mı diye bakacağım." Sonra kaşlarım çatıldı. "Ah, bak bir çocuk var. Çok tatlı, çok cana yakın. Hatta bir kız ondan hoşlanıyor ama çocuk bana erkeklerden hoşlandığını söyledi. Bebek gibi yüzü var."
Mutlu masaya ilerlerken gözleri kocaman açılmış bir şekilde bana döndü. "Yarın oraya geliyorum, hem de bütün seksiliğimle." Sonra arkasını döndü, ardından bir şey söyleyecek gibi olduğunda heyecanla adım attı fakat ayağı takıldığı için elindeki tabak yere düşüp kırıldı.
Lanet olasıca tabak kırıldı ve benim aklıma sadece tek bir anı geldi.
Donuk gözlerle tabağa bakarken, Işık, "Sakar," deyip onu itekledi ve temizlemek için elektrik süpürgesini banyodan çıkarmaya gitti. Mutlu ise makarnaları toplamaya başladı. "Helin, kusura bakma," dedi Mutlu ama gülüyordu. Bense gülmedim, kırılan tabağa odaklanmıştım.
Kalp atışlarım hızlandı.
Bir insana tabak böyle bir anıyı hatırlatabilir miydi?
"Bu kadar önemli miydi?" dedi Mutlu, mutsuz bir sesle. "Çok üzüldün."
"Hayır," dedim. "Aslında zevkliydi."
"Ne?"
Boş bulunduğumda verdiğim cevapla elimi sertçe alnıma vurup, "Lütfen," dedim. "Otur ve keyfine bak. Hiç önemli değil."
Aptal tabaklar ve aptal anılar.
"Kudurdun sen iyice." Bartu masaya kurulmuş, Koza'nın hemen yanında oturuyordu, kadehlere şarabı dolduran Koza ise gülümsüyordu. Bakışlarım Işık'a döndüğünde aralarındaki bir sohbetten dolayı olduğunu düşündüm, ardından bakışlarım yavaşça masanın altına kaydığında Işık'ın bir bacağını Koza'nın bacağına sürttüğünü gördüm. Öksürmeye başladığımda Işık bir anda bacağını çekti ve Koza bana dönüp baktı. Sırıtmasını ya da pişkinlik yapmasını bekledim ama gözlerini kaçırdığında bu beni şaşırttı.
Koza utanmıştı.
Bartu, "İyi misin?" diyerek bana baktı. Yüzüm kızardığında gözleri bana odaklandı. "Ne oldu sana? Boğazına bir şey mi takıldı?"
"İyiyim," dedim elimi kaldırarak. "Sadece," Işık'a döndüm, "gıcık tuttu."
Lâl, Bartu, Koza ve Işık bir tarafta oturuyordu. Ben ve Mutlu ise karşılarındaydık. Tabaklardaki yemeklere büyük bir heyecanla bakarken, "Hadi tadına bakın," dedim hevesle. "İlk defa yapıyorum, umarım beğenirsiniz."
Koza tabağa bakarken, "Dümdüz makarna bu," dedi memnuniyetsiz bir sesle. Çatalını batırıp ağzına attı. Daha yutmadan, "Beğenmedim," dedi. "Kötü olmuş. Senin gibi çirkin olmuş bu."
"Beğenseydin şaşkınlıktan bayılırdım Koza," dedim gözlerimi devirip. Bakışlarım Bartu'ya döndü. "Bartu!" Ellerimi birleştirdim. "Sence nasıl?"
Bartu göz ucuyla Koza'ya baktı, sonra çatalını makarnasına batırıp ağzına götürdü. Yavaşça çiğnedi çiğnedi, ardından, "Mmm," diye bir ses çıkardı. "Güzel kardeşim Helin, biricik kardeşim Helin," bir kez daha Koza'ya baktı, "benim küçük kardeşim Helin. Bu ne lezzetli bir makarna böyle. Harika. Muhteşem. Bayıldım."
Koza'nın kaşları çatıldı. Çocuk gibi çatalını makarnaya batırdı, ağzına kocaman lokmayı atıp kaşlarını çatarak çiğnemeye başladı. Bu tavrı gözlerimi açmama neden olduğunda, Bartu çaktırmadan bana göz kırptı.
Işık ve Mutlu da tam puan verdiğinde bakışlarım Lâl'e döndü. Sakince ağzına götürdü. Çiğnedikten sonra çok güzel anlamında bir el hareketi yaptı ve gözlerini kapattı. Hevesle gülümsediğimde, "Harika," dedim. "Bu işi başardım demektir çünkü Lâl çok güzel yemek yapıyor." Elimdeki şarap kadehini havaya kaldırdım. "Daireme hoş geldiniz, biraz ufak ama..."
Işık da aynı anda havaya kaldırdı. "Ben daireni çok sevdim, sıcacık." Diğerleri de kaldırdı. En son kaldıran kişi Koza'ydı. "Herkes bir şeyler söylesin hadi bugüne, bu davete özel. Helin'in evine ilk gelişimiz." Koza gözlerini devirdi, Işık bu sefer tekmesini bacağına geçirdi. "Suratsızlık yapma, insanların hevesini kırma."
Mutlu kadehini havaya kaldırdı. "O halde ben," dedi gözlerini kısarak. "Bütün İtalyan halkına ve yakışıklı erkeklere kaldırıyorum."
Bartu gözlerini devirip kadehini kaldırdı. "Sakinliğe," dedi bir kez daha bana göz kırparak. "Hep sakin olmamıza. Sevgiye ve o sevgiyi paylaşmamıza."
"Yeter." Mutlu Bartu'nun bu yeni halini sevmemişti, belliydi. "Neresi burası? Paralel evren mi yine?" Mutlu şaşkınlıkla ona döndü, ardından ellerini birbirine yaslayıp sakin bir sesle, "Mutlu ol, Bartu Sarca," dedi. "Lütfen gülümse, bak dünya çok güzel. Bak bu makarna." Gösterdi. "Ah şu güzel makarna. Bak, bu da tabak. Biz insanlar." Gülümsedi. "Mutlu ol, Bartuşum. Mutlu ol ve evet, zıpla, lütfen, kollarını iki yana açıp zıplamanı istiyorum. Lütfen şimdi."
Kahkaha atmaya başladığımda diğerleri de bana katıldı. Tek gülmeyen kişi Bartu'ydu, kaşları çatıldığında, "Zıplamak işe yarıyor bu arada," dedi bir anda. Daha yüksek sesle güldüğümde neredeyse elimdeki kadehi düşürecektim.
"İçindeki o karanlık," dedi Mutlu derin bir nefes vererek. "Nefes al ve ver. Hisset, Bartuşum. Karanlık da bir ışıktır."
Bartu dayanamayıp kulağını çektiğinde Mutlu gülmeye başladı. Bu sırada Koza kadehini havaya kaldırıp Işık'a çevirdi. "Akıllı ve zeki olan herkese," dedi imalı bir sesle. "Aklı yerinde olan herkese." Bu kez de bana döndü sonra kadehindeki bütün şarabı içti.
Işık hemen ardından kadehini havaya kaldırdı. "Kadınlara," dedi o da imalı bir sesle. "Güçlü kadınlara ve kendini zeki sanan aptal erkeklere."
Hiç düşünmeden Lâl’le aynı anda kadehlerimizi kaldırdık. "Kadınlara," dedim Işık'ın gözlerinin içine bakarak. "Birlikte daha da güçlü olan kadınlara."
Işık, Koza'nın daha fazla damarına basmak istedi, bunu biliyordum ya da kendi içinde açtığı savaşta artık onunla da savaştığını göstermek istiyordu. "Kadınlar erkeklerden daha güçlüdür," dedi Işık göz kırparak. "Çünkü biz kadınları kibirlerinden hep küçük görürler. Bu da onların en büyük aptallığıdır." Kadehini bana doğru kaldırdı. "Lâl, sen ve ben. Birlikte savaşımıza, Helin'im."
Koza afalladı. Kafası karışık bir vaziyette bizi izlerken, geriye kalan Lâl de şarap kadehini kaldırdı, ilk önce içti, ardından ellerini kaldırdı. Dilek dilemedi ama beni şaşırtan o cümleyi kurdu: "Eğer istersen ben de senin yanındayım." Şaşkınlığımı gizlemeye çalıştım ama gizleyemedim. "O şehri fethetmek için."
Bizi duymuştu. Ve bizi duymaktan öte, beni anlamıştı. Bir an ne yapacağımı bilemedim ve duraksayıp sadece başımı sallayabildim.
Lâl, ben ve Işık. Üçümüz birlik olursak neler yapacağımızı tahmin bile edemiyordum. Işık kurnazdı, akıllıydı ve grubun Mutlu'dan sonra elleriydi. Lâl sakindi ve en önemlisi aralarında en fazla nefret duygusunu hisseden oydu. Nefret, gücü getirirdi. Lâl'in gücü de en çok nefretinden geliyordu ayrıca grubun bacaklarıydı.
Üçümüz yan yana geçmişim için savaşırken karşımızda kimse duramaz gibi gelmişti.
Ama eğer Lâl'i yanımda isteyeceksem ilk önce aramızdaki duvarları yıkıp ona ulaşmam gerekiyordu. Bu olmadığı sürece ikimiz yapamazdık. Lâl duraksadığımı fark ettiği anda oturduğu yerden arkasına dönüp çantasından bir defter çıkardı.
Bu defteri bana uzatırken gözlerimin içine bakmayı ihmal etmedi, masada diğerlerinin olmasını bile önemsemedi. O defteri gördüğümde kalbimde bir parçanın dağıldığını hissettim.
Ondan çalıp Ekip'e verdiğim günlüktü. Bartu'nun canını yakmak için izlediğim yolda, Yankı'nın benden önce yaptığı plana denk gelmiştim. Günlükte Lâl'in geçmişi yazıyordu ve o kadar acıydı ki ben o günlüğü yarım bırakmıştım.
Elinden defteri aldığımda gözlerim dalgındı ama herkes bizi izliyordu. Hafif defter, Lâl'in acılarıyla ağırlaşmıştı. Hikâyesinin devamını bilememiştim, onun duvarlarını tam kıramamıştım ama şimdi bana kendini sunuyordu.
"Beni tanımak istersen," dedi işaret diliyle. "Beni görmek istersen. Kim olduğumu bilmek istersen." Başını aşağı yukarı salladı. "Bu defterde her şey yazıyor, Helin. Sonra kapılarını açmak istersen ben senin yanındayım."
Lâl bunu yapmıştı. Diğerlerinin yanında çekinmeden bana büyük bir adım atmıştı hatta bana kendini açmak istemişti. Işık'la göz göze geldiğimizde ne diyeceğimi bilemedim ama defterin içindeki geçmiş, okumadan bile canımı yakmıştı.
"Lâl, ben ve Helin," dedi masaya doğru. "Bu üçlüye iyi bakın gençler. Asıl korkulması gereken bizleriz."
Koza alayla güldükten sonra kadehine biraz daha şarap doldurdu. Canını bir şeyler sıkmıştı ya da aklı bir yerlerdeydi ama artık eskisi gibi duygularını da gizleyemiyordu. Herkes sessizce yemeklerini yerken Lâl çoktan aklımı kurcalamayı başarmıştı. Işık'la birkaç kez göz göze geldik, bilmiyorum der gibi dudaklarını büktüğünde daha büyük bir merak içimi kapladı. Defter kucağımda dururken bile dikenlerini batırıyor gibiydi.
Yemeğini ilk bitiren hatta Mutlu'nun da tabağına odaklanan kişi Bartu'ydu. Ben hepsini bitiremediğim için ona geriye kalan makarnamı verdim. Koza sevmediğini söylediği halde o da bitirdi hatta ikinci tabağını bile yedi.
Boğazımı temizleyip, "Geldiğiniz için teşekkür ederim," dedim içten bir sesle. "Yani bana kırgın olduğunuzu biliyordum ama geldiniz. Burası benim evim." Etrafa baktım. "Yani geçici evim ama bir süre burada kalırım gibi." Yan tarafta oturan kız, cevap verircesine müziğin sesini yükseltip beni bastırdı. Gözlerimi devirip, "Daha iyi bir eve taşınana kadar burada kalırım," dedim.
Koza'nın telefonu çalmaya başlayınca zorlukla cebinden çıkarıp ekrandaki isme baktı, ardından bakışları bana döndü ve yeniden ekrana baktı. Kaşları hafifçe çatıldı, ayağa kalktı. "Şu koca adam bu eve girince zaten buraya sığamıyoruz," dedi yarı alaylı yarı ciddi. "Daha büyük bir eve çıkman gerekiyor, ayrıca binadakiler pek normal insanlara benzemiyor."
"Evimi küçümsemeyi bırakır mısın?" Telefonu açmasını bekledim ama meşgule atıp Mutlu'nun sandalyesine asılı olan montuna ilerledi. Gidecekti. "Küçük ve sıcak. Evet, komşularım biraz..." Yandaki kız arabesk bir şarkı dinliyordu. "Tuhaflar ama ben de çok normal sayılmam."
Montu üzerine giyerken, "Hiç normal değilsin," dedi kibirli bir tebessümle. "Kime çektin, bilmiyorum. Abin var mıydı senin, Helin?"
Gözlerimi devirip önüme döndüm. Işık, "Gidiyor musun?" diye sordu.
"Hayır," dedi Koza. "Öyle canım sıkıldı, montumu giyeyim dedim. Ne diyorduk? Aptal olan erkekler miydi?"
"Ha ha ha." Orta parmağını gösterdi. "Bir anda kalkıp gidemezsin, hiç mi adabımuaşeret kurallarını öğrenmedin?"
Koza, "Sevgili Nil," dedi kahkahasının arasından. "Eski Türkçeyle beni etkilemeye çalışıyorsan hiç zorlama, yeşil gözlerin etkilenmem için yeterli oluyor." Telefonu bir kez daha çaldı. "Sabırsız, seksi ve acı çeken biriyle randevum var."
Işık'ın bakışlarındaki ifade değişti. İşte böyle durumlarda Işık bile duygularını gizleyemiyordu. "Ya," dedi sadece tuhaf bir ses tonuyla. "Öyle mi?"
Telefonu bu kez açtı, kulağına götürdü. "Efendim bebeğim," dedi Işık'ın yüzüne bakarak. Karşı taraftan cızırtılı bir ses geldi, daha kalın ve toktu. Erkek olabilir miydi? "Ah hayatım, sen soyun, ben geliyorum." Karşı taraf kısa bir yanıt verdi. Koza'nın yüzündeki ifade değişti ama sonra düzeltti. "Ben de mi çıplak geleyim? Ne? Çırılçıplak mı? Hemen geliyorum."
"Aptal." Işık'ın ağzında yuvarladığı kelimeye sonuna kadar katıldığım için şarap kadehini kaldırıp onunkine çarptım.
Telefonu kapattıktan sonra, "Sohbetinize doyum olmuyor ama bu sarayı bırakıp kendi sarayıma dönmem gerekiyor," dedi bana bakarak. Kendimi tutamayıp dilimi uzattığımda bu hareketim hoşuna gitmiş olacak ki gerçek bir gülümseme dudaklarına oturdu. Sonra hiç beklemediğim bir anda yanağımdan makas aldı. Bu hareketinden sonra donup kaldığımda kendisi de duraksadı.
"Gerçekten," dedi Mutlu. "Paralel evrende miyiz? Bu odanın bu kadar küçük olmasının nedeni de diğer evrenin içinde sıkışıp kalması olabilir mi?" Bartu bu hareketine şaşırmamıştı ama Işık da pek şaşkın görünmüyordu. O hiçbir zaman bizim aramızdaki ilişkiyi sorgulamamıştı. Şüpheleniyor muydu yoksa biliyor muydu?
Koza kapıya yürürken, "Kıvırcık bile bu eve küçük diyor," dedi. "Aramızda en küçüğümüz o olmasına rağmen."
"Evime artık küçük demekten vazgeçer misiniz?" Öfkelenmiştim. "Sığıyoruz, bu yeterli."
"Sığıyor muyuz?" Koza kapıyı açtı. "Öyle mi? Nefes darlığım başladı."
"Evet, sığıyoruz." Yüzümü buruşturdum. "Yedi kişi buraya sığdık, sizi sığdırdım. Bu benim için yeterli." Keyifle gülümsedim. "Ve bu yedi kişiden fazlası da olmayacak zaten." Şarap kadehimden birkaç yudum içerken hiçbiri bana karşılık verip gülümsemedi, Koza bile. Hatta Mutlu ile Bartu birbirine baktı. Lâl başını eğdi, Işık ise gülümsemeye çalıştı fakat gözleri dalgındı. "Ne?" dedim başımı iki yana sallayarak. "O kadar mı sığmadınız?"
Sessiz kaldılar. Yine darbeyi Koza vurdu. "Yedi değil," dedi kapıdan çıkmadan önce. "Altı kişiyiz. Yani artık altı kişiyiz senin için."
Yedi değil, altı.
Sokak Nöbetçileri'ne dahil olduğumda onlar beş kişiydi ve ben altıncıydım. Altıncı değil, sadeceydim. Sonra Koza gelmişti, asıl Sokak Nöbetçisi. Yedi kişi olmuştuk, ben hâlâ sadeceydim ve onlar altı kişiydi.
Artık bir kişi eksikti. Benim için. Biz bu masada altı kişiydik. Fark etmiştim; Koza'yı dahil etmek, onu çıkarmaktan daha zordu ama artık hayatımda değildi. Bu masada yedi kişi olamayacaktık, ben yine en başından alıştığım o altıncı kişi olmuştum.
Altıncı kişi olmayı hep istemiştim, Altıncı Sokak Nöbetçisi olmayı ama bu şekilde değildi.
Koza gitti. Biz beş kişi kaldık. Masayı büyük bir sessizlik kapladı ve hiçbiri ağzını açmadı, bir şeyler söylemedi. Hiçbir şey de söylemeyeceklerdi.
İçimde tuttuklarım dışarı çıkmasın, dedim kendime o an. Şimdi değil, şu an değil. Onların yanında değil. Dışarı çıkmadı ama kalbim parçalandı. Geceleri uykumu kaçıran, uyutmayan bir acıydı ama acıya alışıktım, acı çekmeye de. Bu yüzden kendi içimde yaşadım. O masada otururken bile yine kendi içimde yaşadım, bu onun bana bıraktığı mirastı: kendi içinde yaşamak. O da kendi içinde yaşamaya devam mı ediyordu?
Bir süre daha kaldılar yanımda ama artık kimsenin eskisi gibi keyfi yoktu. Mutlu'nun bile keyfi kaçmıştı. Bir süre sonra biriken o acı yavaş yavaş dışarı çıkmaya başladığında ise kendi içime yönelmiştim ama bu da onların gözünden kaçmamıştı.
Yaşıyordum. Gerçek bir yaşamak değildi ama yaşıyordum.
Işık'la yarın öğleden sonra görüşmek üzere sözleşmiştik. Ona planlarımdan bahsedecektim, geçmişimi açmaya hazır değildim ama o da sorgulamazdı, biliyordum.
Sorgulamadığı gibi, ellerimden de almazdı o geçmişi.
Hepsine sarıldım vedalaşırken. İçime, kalbimin derinlerine alarak ve kokularını içime çekerek ama Lâl’le öylece bakıştık. O yaklaşmadı hatta yaklaşamadı, bunu gördüm ama bakışmamız bile yetti.
Bartu sarılırken beni havaya kaldırdı. "Sakinlik," dedi kulağıma, sakinleştirmek istermiş gibi. Güldürdü, güldüm ama onlar gittikten sonra geriye büyük bir sessizlik kaldı, bir de yan taraftaki kızın açtığı o acılı şarkı.
Bir süre mutfağın ortasında durup dairenin içine baktım. Masadaki boş tabaklara ve kadehlere. Ardından terk edilmiş sandalyelere. Kollarımı kendime sardığımda o tabaklara ve kadehlere dokunmadım bile. Yalnız da olsam öyle değilmişim gibi hissetmek için en azından bu gece onları o masada bıraktım.
Üzerimdekileri çıkarıp sadece sutyen ve iç çamaşırıyla yatağa girdim. Uyurken sürekli kâbuslar gördüğüm için saatlerce koşmuş kadar ter içinde uyanıyordum; kıyafetler üzerimde olmadığında kendimi sanki bütün yüklerimden arınmış gibi de hissediyordum.
Aslında konu bu da değildi.
Yanımdaki gece lambasını açtığımda telefonum titredi. Kim olduğunu biliyordum; her gece aynı mesajı atıyordu, yine atacaktı. Yüzümdeki gülümsemeyle telefonu elime aldığımda yanılmadığımı gördüm.
Brocuk:
Ben senin yanındayım, Helin. Her gece söyledim, yine söylerim.
Fakat bu kadarla da kalmadı. Diğerlerinden de mesajlar gelmeye başladı, gitmeden önce onlara numaramı vermiştim.
Işık kızım:
Biz birlikte olursak bize hiçbir şey olmaz, Helin'im.
Hayat enerjisi:
Helin selam, ne zaman bi görüşebiliriz? Tarihleri konuşmamız lazım İtalyan restoranıyla ve aşk hayatımla ilgili, başka bir şey de konuşacağım...
Kahkaha atmaya başladığımda bir mesaj daha attı.
Seni seviyorum, seksiliğini hiç kaybetme. (Ne olur kaybetme)
Ardından hiç beklemiyordum ama Lâl'den de mesaj geldi fakat bu mesaj diğerlerinden çok farklıydı.
Lâl Sarca:
Günlüğün içinde sana sürpriz bıraktım. Bana kızma. Bir insanın yüzünün hafızadan silinme korkusunun ne olduğunu çok iyi bilirim.
Tahmin ettiğimin olmamasını istedim ama kalbim, tahmin ettiğim olsun diye yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. Neyden bahsettiğini biliyordum, hangi hislerden.
Telefonun galeri kısmını açtım ve Bartu'nun bana attığı fotoğrafa tıkladım. Beraber çekildiğimiz bir fotoğraftı, yılbaşıydı. Üzerimde gelinlik vardı, Bartu çıplaktı. Her gece bu fotoğrafa bakıyordum ama bakmamın nedeni, ikimizden ziyade arkamda görünen o adamdı.
Oradaydı, yan duruyordu, gülüyordu. Yanındaki Mutlu'ydu. Karanlıktaydı, yüzü seçilmiyordu bile ama oydu.
Her gece açıp baktığım o fotoğraf, yüzünü hafızamdan silmemek için gösterdiğim bu çabada Lâl bana ne sunmuştu?
Acıyla hem de büyük bir acıyla defteri elime alıp sayfaları çevirmeye başladım. Polaroid iki fotoğraf göğsümün üzerine düştü. Tam o esnada Lâl'in günlüğe yeni bir şeyler yazdığını da gördüm.
Defteri komodinin üzerine bıraktığımda elime ilk gelen fotoğrafı aldım ve tarihin henüz onlarla tanışmadan öncesine ait olduğunu gördüm, ardından o fotoğrafla karşılaştım.
Metrodaydık, onların karşısında oturuyordum, dalgındım; o günü hatırlıyordum. İnanılmaz uykusuz olduğum ve baş ağrısıyla çırpındığım bir gündü. Yine onun peşindeydim, gruba dahil olmak için fakat o gün o kadar kendimde değildim ki fotoğrafımın çekildiğinden bile haberim yoktu.
Ayakta dışarıya bakıyordum. Yüzümdeki ruhsuzluk ve gözlerimdeki hissizlik, Işık'ın ne anlatmak istediğini bana gösterdi. Ölü gibiydim. Sokak Nöbetçileri bana yaşamayı öğretmişti, görebiliyordum.
Lâl üzerine not düşmüştü:
"Bu fotoğrafı Yankı çekti. Fotoğraflar konuşur, Helin."
Fotoğraf konuşuyordu, fotoğraf ölü bir kadını gösteriyordu.
Acıyla yutkunduğumda diğer fotoğrafı zorlukla elime aldım fakat artık titremeye başlamıştım. Göğüs kafesimdeki yük ağırdı.
Tarih yakın bir zamanı gösteriyordu ama fotoğraf... Duraksadım. Hatırlamıyordum, gerçekten hatırlamıyordum. Bu fotoğraftakiler biz miydik?
Masada oturmuş gülüyordum, şen bir kahkaha. O ruhsuzluk ve hissizlik yoktu, gözlerimde neşe vardı. Yankı hemen yanımda oturuyordu, bana baktığından bile haberim yoktu ama beni izliyordu. Eli çenesindeydi, yüzünde gülümseyen ifadesi vardı ve saçları yine dağınıktı. Dudaklarındaki tebessüm sıcacıktı. Bana öyle bir bakıyordu ki gören, ondan başkasını gözü görmüyor, derdi. Bana böyle mi bakıyordu?
Üzerindeki not, içimde tuttuğum o acının dışarı çıkmasına neden oldu. Bunu bana söyleyen ilk kişinin Lâl olması, daha büyük bir acıydı.
"O sana âşık, Helin."
Bunu bana o hiçbir zaman söylemedi. Bana beni sevdiğini bile söylemedi ama bunu Lâl söyledi. Kendi tahminiydi, kendi düşüncesiydi ama bu fotoğrafa kim baksa, o sana âşık, derdi.
Yatakta cenin pozisyonu aldığımda fotoğraftaki yüzünü inceledim. Bir aydır görmediğim o yüzüne baktım, uzun uzun. Değişmiş miydi?
Lâl yanılıyordu, ben onu hafızamdan silemezdim. Ama ben onu hayatımdan silmiştim.
Sessizce ağlamaya başladığımda elimdeki fotoğraf düştü; başımı yastığa gömüp tırnaklarımı yastığa geçirdim. Ağlama, dedi iç sesim ama dinletemedim. Diğer gecelerde olduğu gibi yine dinlemedim.
Kırgınlıktı, kızgınlıktı, acıydı ama artık katlanamadığım bir duygu daha vardı. O da özlemdi.
Yaşıyordum. Helin yaşıyordu. Helin yaşamaya devam edecekti, Helin yaşamayı öğrenmişti; ama Helin öldürmeyi de öğrenmişti.
Gözyaşlarım yastığı ıslatırken, "Dayan," dedim kendi kendime. "Dayan. Göm onu içindeki mezarlığa. Göm Yankı Sarca'yı o mezarlığa."
Paragraf Yorumları