Mutlu Sarca'nın güncesinden...
07.04.2020
Saç köklerimde bir acı vardı, ellerimdeki yanıklarda ve alnımdaki izde.
Durmadan kaçtığım o geçmiş; kâbuslarımdaydı, herkesin yüzündeydi ve bir sokak ortasında dövüldüğüm o insanlardaydı.
Hissetmeyi ve sevmeyi savunan kalbim artık atmak istemiyordu; ben artık vazgeçtiğimi hissediyordum.
Son bir nefes, son bir inançla uyandığım sabahın akşamı; kâbuslarımda soğuk bodrum katında oturuyordum ve babam kapıyı, “Sen erkeksin,” diye yumrukluyordu.
Ölmek istiyordum, o yaşımda.
Büyüdüm.
Ve ilk defa ölmeyi yeniden dilemeye başladım.
"F. G."
Ölümler, ummadığımız anlarda gelirdi. Kapıyı çalmazdı, izin istemezdi, sevgisini göstermezdi hatta öyle ki bazen savaşamazdın ve tek nefeste yok olurdun. Geriye ya küllerin kalırdı ya toprağın altında çürüyen bedenin ya da hatırlanan kötü geçmişin.
Terk edilmiş mezarlıklar, hatırlanan acı geçmişler ve solmuş çiçeklerle doludur.
Kendimi bu gece rüyamda bir mezarlığın içinde görmüştüm. Dünyanın en mutlu insanı olmalıydım, böyle bir kâbus bana uğramamalıydı bile fakat üzerimdeki toprağın verdiği his, göğüs kafesimi hâlâ sıkıştırıyordu.
Tabutum dahi yoktu. Ölmeden gömmüş gibilerdi, belki de üzerimdeki toprak geçmişimdi ama nefesim kesilirken gökyüzünde izleyen yüz, bana toprağın üzerindeki solmuş çiçekleri göstermişti.
Ölmek değil, mezarlığımın bile terk edilmiş olması canımı yakmıştı. Son nefesimi verirken, gözümden akan son yaş, beni hiç hatırlamayanlar içindi. Eskiden olsa hatırlanmaya değer olmadığımı söyleyebilirdim fakat şu an, buna hakkım olduğunu biliyordum.
Bir mezar taşı bile olmayan ve yağmur dışında toprağı sulanmayan bir mezarlıktan daha acı olan, içindeki ruh değil miydi?
Bu bir his miydi? Gelecek miydi?
Peki ya gökyüzündeki yüz sonrasında bana neden yanımda yatan iki isimsiz mezarı daha göstermişti?
Onlar kimdi?
Neden onlar da terk edilmişti?
Belki de bizi seven herkes ölmüştü, seneler sonrasının bir resmiydi.
Bugün hissetmem gerekenler bunlar değildi, kalbimi delip geçen acı değil mutluluk olmalıydı.
Korkuları asmalıydım.
Mutluluk, dedim kendi kendime ama dolan gözlerim ve iki yana salladığım başım sanki aksini iddia etti.
Âşık olduğum adamdan aldığım evlilik teklifinden sonra bu acıyı yaşamamalıydım, hayat bana bu kadar da acımasız olmamalıydı.
Yankı Sarca.
Onun turkuaz gözlerine dalıp gitmişken ve o belki de ne düşündüğümü bilmezken yüzüne tahminimden daha uzun bir süre baktım. Mutluluktan ağladığımı düşünsün istedim ama bakışlarındaki ifade değişti, yüzündeki gülümseme yavaşça soldu.
Onu istemediğimi düşünmesini de istemedim ama biliyordum ki aklından geçen bu da değildi.
Acıyı hissetti ama tam olarak niçin acı duyduğumu anlamadı.
Bir eli yüzüme kaydı, parmakları yanağımı okşadığında gözümden akan yaşı sildiğini fark ettim. O ana kadar ağladığımı bilmiyordum. Bir şeyler söylemesini beklesem de bunu yapmadı, belki de diyecek hiçbir şey bulamadı.
Bir evlilik teklifinden sonra ne söylenirdi?
Evet, diyebilirdim; sonsuza kadar, diyebilirdim; seni seviyorum, diyebilirdim. Sana âşığım da diyebilirdim. Kahkaha atabilir, boynuna sarılabilirdim.
Hatta ona benim de aynı dövmeyi ondan habersiz yaptırdığımı söyleyebilirdim ama bunların hiçbirini dile getiremedim.
İlk söylediğim, "Lütfen ölme," oldu. "Lütfen ölmeyin." Elim yanağımdaki eline kaydı ve parmaklarım parmaklarını kavradı. "Ölmek istemiyorum." Yatakta doğrulup alnını alnıma yasladı, ardından alnımdan öptü. Nefesimin birkaç saniye kesildiğini hissettim fakat kendini benden uzaklaştırdığında düzene girdi.
"Özür dilerim," dedim kendimi toparlamaya ve gülümsemeye çalışarak ama başarısız oldum. "İlk cevabımın bu olmasını istemezdim ama her şey geçse bile kalbimdeki korku hiç geçmiyor."
Boğazını temizledi, eli enseme kaydı, ardından saçlarımı okşadı. "Özür dileme," dedi derinden gelen bir sesle. "Biz normal büyümedik ki normal tepkiler verelim Helin." Omzunu kaldırıp, "Sürekli ölüm korkusuyla büyüdük," dediğinde kimi kastettiğini anlamadım. "Sürekli ölmeyi diledik." Kendini kastetti. "Sürekli nasıl öleceğimizi düşündük." Bahsettiği bendim. Bir şeyler daha demesini bekledim ama uzun bir süre sessiz kaldı.
"Hiçbir zaman ölmeyeceğinin sözünü veremezsin, değil mi?" diye sordum düşündüğümden daha umutlu bir sesle.
"Veremem," dedi başını iki yana sallayarak. "Ama başka bir şeyin sözünü verebilirim."
"Nedir?"
Düşünmeden yanıtladı. "Eğer şu andan sonra bir gün ölmek istersem bu senin için olur."
Yutkundum ve gözlerinin içine baktığımda onun da artık ölümden çok korktuğunu gördüm. "Böyle söyleme, sana hayatı sevdiren ben olabilirim ama hayatında artık sadece ben yokum."
"Öyle değil," dedi yalnızca.
"Nasıl değil?"
"Değil işte."
"Kardeşlerin var, mutlu zamanların ve gerçeklerin..."
"Helin," dedi kaşlarını kaldırarak. "Onlar senelerdir var. Senden önce de vardı, senden sonra da oldu. Ama sen yokken ne önemi var?"
"Bu da ne demek?" dedim biraz daha açık konuşmasını isteyerek.
"Ben seni hayatıma almadım," dedi turkuaz gözlerindeki o büyük hislerle. "Ben seni hayatım yaptım. İkisinin arasında çok büyük bir fark var."
Bu konuda inatlaşamayacağımı bildiğimden ve belki de onu anlamadığımdan sessizliğimi korudum. Şu an olmaması gereken bir konuşmaydı ve bu konuşmanın sorumlusu da bendim. Normal büyümediğimizi söylemişti; doğruydu. Normal tepkiler veremeyeceğimizi söylemişti; bu da doğruydu.
Ama artık normal olabilirdik.
"Bana her gün iki normal insan gibi hayal kuracağımızın ve o hayallerimizi gerçekleştireceğimizin sözünü verebilir misin peki?" diye sordum konuyu değiştirerek.
Gülümsedi ve gözlerini tavandan ayırıp bana baktı. "Seve seve."
Ben de gülümsedim ve dilimi dudaklarımın üzerinde gezdirip ona yaklaştım. "Az önce sorduğun soruyu tekrarlayabilir misin şimdi?"
"Soramam," dedi omzunu kaldırarak. "Ezberimi unuttum."
Gülmeye başladığımda, "Ezberledin mi?" dedim.
"İki gündür buna çalışıyorum lan!" dedi kaşlarını çatarak. "Aynanın karşısında kaç kez tekrar ettim, biliyor musun sen?"
"Aynadaki Yankı sana ne cevap verdi?"
Ayağa kalktı, duruşunu dikleştirip kollarını iki yana açtı. Altında sadece siyah baksır vardı ve üstü çıplaktı. Bakışlarım karnındaki kaslarda, omuzlarında ve göğüs kafesinde gezindi. Bakışlarım aşağıya inerken, kasıklarımda bir sızı hissettim. "Sence?" diye sordu. "Tıpkı senin gibi bakışlarıyla cevap verdi..."
"Ne cevap veriyormuşum ben?" Gözlerim hâlâ vücudunda geziniyordu.
Dizini yatağa yasladı, ardından üzerime eğildiğinde eliyle çenemi kaldırdı. Dudakları dudaklarıma yaklaştı ve dokunurken, "Bana evet demeni ve eşim olmanı bekliyorum," dedi sakince. "Dersen sana hayallerimden bahsederim."
Bir yandan dudaklarını hissederken ve bir yandan da diğer eli sırtıma ilerlerken kafam allak bullak olmuştu fakat yine de kendimi tutamayıp, "Hayallerinin içinde beni istemek de var mı? Görücü misali..." diye sordum.
Duraksadı, kaşları çatıldı ve dudakları aralandı; ardından geriye çekildiğinde, "Amına koyayım," dedi elini saçlarına geçirerek. "Kırk gün kırk gece bunun dalgasıyla yüz yüze geleceğim ben, lan!"
"Kız evi, naz evi," dedim dilimi uzatarak. "Öyle kolay değil bizden kız almak."
Gözleri parladı. "Bu evet demek mi?"
Sırıttım. "Senin kadar havalı olmasa bile benim de farklı bir yanıtım var."
"Nedir?"
Yatağın üzerinde doğruldum, çıplak olmamı umursamadım bile. Belki başka bir zaman bu anı hatırlayıp yanaklarımı Yankı'yı delirtmek için kızartabilirdim ama şu an değildi.
Bu tepkimle beraber Yankı'nın gözleri vücudumda gezindi, dizini yeniden yatağa yasladı. "Bu yanıt," dedi hareketimi yanlış anlayarak. "Bayılırım böyle yanıtlara..." Vücudumun her parçasını izlerken kalp atışlarını duyuyor gibiydim ya da bu benim kalp atışlarımdı. "O kadar güzelsin ki," dedi yutkunarak. "Seni saatlerce izleyebilirim."
"Yuh," dediğimde etrafı gösterdim. "Dur artık." Kaşlarını kaldırdığında yan döndüm ve onun dövmesini yaptırdığı yerle aynı noktadaki kendi sargımı işaret ettim. Anladı ama gözlerinden öyle bir ifade geçti ki anlamadığını bile düşündüm. Beklemeden sargıyı yavaşça açtığımda, "Dün gözün dönmüş olmalı," dedim. "Çünkü bunu fark etmedin."
"Hayır," dedi yutkunarak ve ben bandajı açarken izlemeye devam etti. "Işık, bisikletten düştüğünde sırtındaki yaraya baktığını ve dikkatli olmamı söylemişti. Onunla işbirliği mi..."
Bandajı tamamen açtığımda aynı şekilde olan iki yapraklı yonca dövmesini gösterdim. Biri siyah, biri mavi. O ve ben. Onunkinden farklı olarak iki yaprak daha vardı, bu yaprakların ikisinin de içi boştu.
Ablasının söylediği ve onun hayallerindeki gibi. Eğer bir gün çocuklarımız olursa onları simgeleyen renklere boyayacağım, içi boş iki yaprak.
"Sen, Umut," dedim gözlerinin içine bakarak. "Her anlamda benim umudum oldun. Adın gibi." Onun adı Umut'tu. Umut Güneş ve ben Helin Saye. Yuva ve gölge. İsimlerimiz bile bu kadar uyumluyken ona nasıl hayır diyebilirdim?
Yankı Sarca'yı şaşırtmak zordu, yine de ben bunu her seferinde başarabiliyordum ama bunun dışında isimlerimizin anlamlarını sanki o an fark edebilmiştik.
O güneşti ve ben gölgeydim.
"Yanıt, vücudumda sonsuza kadar taşıyacağım bu izde gizli ama duymak istiyorsan söyleyeyim." Ellerimi yatağa yasladım, ardından dizlerimi. Ona yavaşça yaklaştığımda, aşağıdan gözlerinin içine baktım. Nefesimi vücuduna vererek doğrulduğumda alnım çenesine denk geldi fakat gözlerimi gözlerinden ayırmadım. "Evet," dedim kısık sesle. "Bütün korkularıma, geçmişime, yaşananlara ve yaşanacaklara rağmen seninle evlenirim, Umut Güneş."
Aralıklı dudaklarından nefesini verirken, parmakları iyileşmeye başlayan dövmemin üzerinde gezindi. Şaşkınlık ama en çok mutluluk. Gözleri gözlerime yeniden döndüğünde diğer eli sertçe belimden kavradı ve beni kendine yasladığında vücudumuz tek bir bütün oldu. Sesli bir şekilde nefesini verdiğinde dudakları dudaklarımın üzerine kapandı ve aldığı yanıta beni öperek cevap verdi.
Öyle tutkulu, öyle içine hapsetmek istiyormuş gibi öptü ki bana sardığı diğer kolunun nefesimi kesecek kadar sıkı olduğunu unuttu.
Yatağa dün geceden daha farklı, sertçe attı ve güldüğümde üzerime eğildi. Ellerimi bileklerimden tutup başımın tepesinde topladığında gözleri vücudumu taradı, ardından dişleri çenemde gezindi, boynuma ilerledi. Kokumu içine çekerken bileklerimi kavrayan parmaklarının verdiği his hoşuma gitmişti.
Dudakları boynumdan göğüs kafesime indiğinde, kalbimin üzerinde baskısını hissettim, ardından karnıma indi. Eli bileklerimden uzaklaşırken belimi yine sertçe kavradı ve kalçamı havaya kaldırmama neden oldu. Bir anda beni ters çevirdiğinde nefesi bu kez sırtıma ve dövmenin olduğu tarafa dokundu.
Dudaklarını dövmenin olduğu yere değil ama hemen üzerine yasladığında yeni çıkmaya başlayan sakallarının verdiği his karnımın içinde bir sıcaklığın yayılmasına neden oldu. Kalçamı indirip kaldırdığımda adını fısıldadım, o da adımı fısıldadı, sonra dudakları bel boşluğuma indi.
Nefesim kesilmeye başladığında yeniden yüzümü çevirdi. Turkuaz gözlerini gözlerimle aynı hizaya getirdiğinde gördüğüm kâbustan sonra yüzünün her zerresini ezberlemek istedim ve emin oldum: Bu hayatta ondan başka kimseyle dün gece yaşadıklarımızı yaşayamazdım, onun için deliriyordum.
Kâbus gibi bir ses bir anda ikimizin bakışlarının ortasına balta gibi indi. "Çık lan ortaya; şerefsiz, yalaka, sünepe, götlek, hırsız, gaspçı, yolsuz Sonuncu!"
Bartu'nun sesi geldi, gülüyordu. "Lan yavşak," dedi gülmeye devam ederek. "Kokularını almaya çalışarak bile bu evin içinde arasan bulamazsın, bu ev bir labirent; ayrıca gaspçı ne alaka, amına koyayım?"
Elimle ağzımı kapattığımda, Yankı bıkkın bir şekilde alnını alnıma yasladı. "Biri bitse diğeri başlıyor, kaderim mi lan bu benim?"
Gülmeye başladığımda, onu itekleyip diğer taraftaki yorganı üzerime çektim.
"Sonuncu, beni nasıl çocuk gibi uyutup gidersiniz lan!" Kapı çarpma sesi geldi, merdivenlerde de adım sesleri vardı. "Helin!" dedi gürleyerek. "Beni nasıl ayakta uyutursunuz lan!"
"Ayakta değildin Kelebek," dedi Mutlu. "Bildiğin, koynumda uyudun yolun ortasında."
"Senin koynunda uyumadım, diyorum sabahtan beri." Kısa bir sessizlik oldu. "Nil, bütün bu bağırdıklarım senin dışında, güzelim. Üzerine alınma lütfen."
Işık sessiz kaldı.
Yankı ağzından birkaç küfür yuvarlayarak giysi dolabına ilerledi. Rasgele siyah pantolonunu çıkarıp altına giydi, üzerine de siyah bir kazak geçirdi. Odadaki aynaya bakmadan saçlarını şöyle bir dağıttıktan sonra bana dönüp, "Ben çıkıyorum," dedi ve yürümeye başladı, ardından omzunun üzerinden yeniden bana baktığında, yüzünde haylaz bir gülümseme vardı. "Bu kez yakalandık saymıyorum ama daha alacağım var."
Gizli kapıyı açıp hızla yana sürükledi fakat kapatırken Koza'ya yakalandığını kapının önüne geçmesinden anladım. Kendimi gizlerken hızla yerdeki iç çamaşırımı ve Yankı'nın gri eşofmanını aldım. Diğer taraftan yerde sürüklenerek dolaptan beyaz bir tişört giydim. Koza içeri girmeye çalışıyordu, kıyafetler yerdeydi.
Hızlıca yatağın üzerini örtmeye çalıştım, içki bardaklarını bir tarafa koydum ve kıyafetleri yatağın altına attım. Ayakkabıları fırlatırken
Koza içeriye daldı. Yankı onun kolunu tutmaya çalışıyordu; bense ellerime Yankı'nın kocaman ayakkabılarını geçirmiş, köpek gibi duruyordum.
Dişlerimi göstererek gülümsedim. Koza'nın ardından diğerleri de içeriye girdi. Hepsine bakarken gülümsemem genişledi ve onların da gözleri benden ayrılmadı. Yankı da güldüğünde etrafa bakıp başını salladı.
"Merhaba," dedim ağzımın ucuyla. "Nasılsınız ya?"
"Helin," dedi Bartu, Koza'nın arkasından. "Ne yapıyorsun lan ayakkabıların içinde?"
"Bot giyen köpek yürüyüşü," dedi Mutlu gülerek. "Heyecandan yanlış yere giymiş ayakkabıları. Ben hep diyorum bunların fantezileri midemi bulandırıyor diye."
Işık'ın derdi ise bambaşkaydı. "Bu kızı Yankı'nın gri eşofmanından vazgeçiremeyeceğim ben ya."
Lâl eliyle ağzını kapatırken gülmemek için kendini tutuyor gibiydi. Yüzünde bunların dışında farklı bir ifade daha vardı ama Bartu'ya baktığımda bu ifadenin aynısını görmedim. Ya da artık algılarım tamamen kapanmıştı.
Koza kollarını önünde bağladı. Bana bakarken gözleri öyle bir inceleme altındaydı ki kendimi düzeltemedim bile. Kim bilir nasıl görünüyordum?
"Kim yoldu seni?" diye sordu kaşlarını çatarak.
"Yolmak mı?" Botları bıraktım ve yavaşça doğrulup aynaya ilerledim. Aynadaki görüntüm ise yolunmaktan daha beterdi.
Saçlarım darmadağınıktı, az önce yaşananlardan ötürü yanaklarım kırmızıydı ve ellerim buz kesmişti. Bakışlarım Işık'a döndüğünde yatağın altından görünen elbiseyi işaret etti, diğerleri görmeden ayağımla itekledim.
"Ne oluyor?" dedim üste çıkarak. "Siz her odaya böyle saygısızca giriyor musunuz?"
"Katılıyorum," dedi Işık ters ters diğerlerine bakarak. "Bu evde neden kimsenin özeli yok?"
"Ne özeli?" dedi Koza aynı ters sesle Işık'a. "Ben Gargamel kostümü giydiğimden beri özel hayat demiyorsam kimse demeyecek."
"Derdin ne Koza?" dedi Yankı, elini Koza'nın ceketinin cebine atıp sigara paketini çıkararak. İçinden bir tane alıp dudaklarının arasına yasladı. Diğer ceplerini yokladı ama çakmağı bulamadı. Yankı gözüyle sigarayı işaret ettiğinde, Koza, şoktan olsa gerek, hızla pantolonunun cebinden çakmağı çıkardı ve ucunu alevlendirdi. Yankı derin bir nefes çekip Koza'nın yüzüne üfledi. "Eyvallah enayi."
Bartu ve Mutlu gülmeye başladığında, Koza yaptığının şaşkınlığıyla gözlerini kocaman açtı ve Yankı da gülmeye başladı. "Sikeyim," dedi dişlerini sıkarak, ardından başını duvara çevirdi ve o an, unuttuğum o detayı gördüm.
Tablo yerde parçalanmış duruyordu...
Yankı da bunu unuttuğumu fark ettiği anda dudaklarıyla, "Siktir," diye fısıldadı.
Koza tabloya baktı, sonra bize baktı, ardından bir daha tabloya baktığında başını iki yana salladı. Ölüm sessizliği, gerilim müziği, korku filmi ya da romantik komedi... Hangi sahne olduğunu bilmiyordum ama kendimi de yatağın altına atmadığıma pişman oldum.
Bartu öne bir adım attı ve kaşlarını çatarak, "Bu nasıl düştü lan?" diye sordu. "Sabitlemiştim ben bunu." Tabloya ilerledi ve yere çöküp gözlerini kocaman açtı. "Kırılmış lan bu, nasıl olur?"
Eli tabloya uzandığında Yankı'yla aynı anda, "Dokunma!" diye bağırdık.
Bartu gözlerini bize çevirip, "Niye?" diye sordu. "Kutsalınız mı bu?"
Yankı gülerek, "Benim müzemde ölene kadar yaşayacak," dedi. "Tamir ederim ben onu."
"Yine parçalanır oğlum, görmüyor musun, mahvolmuş."
"Daha iyi ya." Yankı'ya gözlerimi açıp baktığımda dudaklarını birbirine bastırdı.
Bartu doğrulup bana baktı, Koza ise aynı şekilde tabloya bakıyordu. Dayanamayıp, "Şimdi lütfen herkes odamızdan çıkabilir mi?" diye sordum. "Gerçekten özelimiz burası."
Koza öyle bir dönüp baktı ki susmak zorunda kaldım. Çenesi kasıldı, dişlerini sıktığını anladım, sonra Yankı'ya baktı. Daha önce kıskandığını hissetmiştim ama şu an net gördüğüm, bir sahiplenmeydi. Bartu'da daima hissettiğim ama Koza'da hiç görmediğim o sahiplenme duygusu.
Bir adım atıp Yankı'nın karşısına geçti. "Her yüzümü gördün ama bir yüzümü hiç görmedin, Sonuncu," dedi kaşlarını çatarak. Yankı'ya bakarken hem güveniyor hem de korktuğu bir şeyler var gibiydi.
"Hangi yüzünmüş o?" dedi Yankı rahat bir sesle. O kendisinden fazlasıyla emindi.
Koza, her zamanki gibi cevapsız bırakacaktı ya da umursamıyormuş gibi davranacaktı. Bu onun yazılı olmayan bir yeminiydi. O kadar alışıktım ki, ona boş gözlerle bakmaktan başka hiçbir şey yapmadım.
"Helin'in abisi olan yüzümü," dedi bir anda ve boş bakışlarım önce şaşkınlığa, ardından dehşete dönüştü. Diğerlerine baktığımda hiçbirinin duyduğuna şaşırmadığını fark ettim fakat Koza'nın bu çıkışının verdiği şaşkınlık bambaşkaydı.
Tek rahat olan Yankı'ydı. Sigaradan bir nefes daha çekti ve tavana üfledi. Dilini damağına vurduğunda, "Yanlışın var," dedi. "Bir polis sireni, bir pencere ve terk edilmiş bir inşaatta gördüm ben o yüzünü Koza, çok iyi hatırlıyorum. İkinci defa tanışmak için damarına basmak gerekiyorsa basarım ama."
"Her şeyi hatırlıyor musun?" diye sordu Koza bir an bile düşünmeden.
"Her şeyi," dedi Yankı.
Koza Yankı'nın gözlerinin içine baktı. "O halde hiçbir zaman yalan söylemeyen Yankı Sarca, pazar sabahı bana ettiği o yemini de hatırlıyor mu?"
Yankı'nın yutkunduğunu gördüm. Bakışları direkt Lâl'e döndü, ardından yeniden Koza'ya baktı. "Pazar sabahı, saat 08.46," dedi kısık sesle. "Şimdi anlam kazanıyor." Zihnimde bu tarihi benim de nasıl bildiğimi sorgulamaya başladım fakat bir yanıta ulaşamadım. Nereden biliyordum? Saatine kadar?
"Unuttun mu?" diye sordu Koza.
Yankı bu soruya yanıt vermek yerine, "Hiçbir şey o zamanki gibi değil," dedi ve konunun içinde Lâl'in olduğunu bakışlarından anladım. "Bunu sen de çok iyi biliyorsun. Neden bu konuyu açıyorsun?"
"Benim nefretimde hiçbir zaman eksilme olmadı," dedi Koza. "Ama senin yemininde değişiklik olduysa..."
"Koza," dedi Yankı, sonra dişlerini sıktı. "Eskiye mi dönmek istiyorsun benimle?"
"Seninle değil," diyen Koza omuzlarını dikleştirdi. "Ama benim ettiğim yeminlerde hiçbir değişiklik olmadı, bunu bil diye söylüyorum; ilerlediğin yolda gerçeklere dikkat et."
Yankı gözlerini yeniden bana çevirdi, ardından Lâl'e baktı ve burnundan sert bir nefes verdi. Koza'nın kolunu sertçe kavrayıp odanın dışına götürdüğünde, Koza karşı gelmeden beraber ilerledi.
"Neler oluyor?" dedim arkalarından gitmek isteyerek fakat Işık elini kaldırıp beni durdurdu; Lâl'in korkuyla onların arkasından baktığını gördüm. Bartu'nun kaşları çatılmıştı, Mutlu ise Lâl'e dalgın bakıyordu. Işık'a sorgulayan gözlerle baktığımda, başını aşağı yukarı salladı sanki doğrusu buymuş gibi.
"Ne olduğunu biliyor musun?" diye sordu Bartu Işık'a.
"Ne duyduysanız o." Işık ne evet ne hayır diye karşılık verdi. O an Koza'yla mı yoksa Yankı'yla mı daha fazla sır paylaştıklarını merak ettim. Her şeyi en başından beri bilen Işık Sarca daha neler biliyordu? "Onların geçmişindeki hasarlar, öyle iz bırakmayacak hasarlar değildi bence." Işık'ın gözleri bana döndü. "Koza'nın hırsları bittiğinde sevgisi ortaya çıkar, Yankı gibi. Seni kabullenmeye başladı Helin. Tek fark, Koza'nın nefreti de çok büyük."
Bartu'dan beklemezdim ama, "Konu Lâl mi?" diye sordu. "Hâlâ neyi aşamıyor? Neyi anlamıyor? Lâl de çocuktu, bunu görmek zor değil."
Işık hak vermediğini belli etse de sessizliğini bir süre korudu. "Umalım ki çocukken olsun," dedi sadece.
"Ne olursa olsun," dedim içime düşen o büyük şüphe ve kızgınlıkla. "Ne olursa olsun. Neler affedildi Işık? Neler aşıldı? Lâl'in hataları mı aşılamayacak?"
"Neler affedildi Helin?" diye sordu Işık bana. "Ben affedemiyorsam affedemeyene de laf söyleyemem, değil mi?"
Sessizlik olduğunda Bartu Mutlu'yu işaret etti ve Mutlu'nun daha dalgın göründüğünü hatta gözlerinin dolduğunu fark ettim. Nadir'den sonra hiçbir zaman o tanıdığım Mutlu'ya dönememişti, benim için yüzünü güldürse de yine o karanlığa ilerliyor gibiydi.
Tek bir gün demiştim, mutluluk için ve şimdi gerçeklere yeniden dönmüştük. Belki de en mutlu olduğum gün bile iğrenç bir kâbus görmemin nedeni buydu.
"Sikeyim," dedi Bartu öfkeyle. "Başımızda o kadar dert varken bir de bu ikilemlerle mi savaşacağız lan?"
Haklıydı. Bir gün içinde görmezlikten geldiğim ne varsa şimdi açığa çıkıyordu. Sadık Orhan tahammül edemeyeceğim şekilde iyi bir baba gibi davranıyordu ve Harun Aktan yaşıyordu; hem de bizi mahvetmiş, Nadir'i elimizden almışken.
Önder Sarca neredeydi, bilmiyordum.
Annem. Yaşıyordu ve Harun Aktan'ın elindeydi. Birkaç ay geçmesine rağmen onun için ne yapabileceğimizi bulamamıştık ama artık bir yol belirlenmesi gerekiyordu. Kaybettiği hafızasıyla hâlâ yarım bir nefes alıyorsa da orada, o adamın yanında bu gerçekleşiyordu.
Peki ben neden hâlâ kendimi böyle eksik hissediyordum? O annemdi, benim annemdi. Bizim annemizdi.
Neden hâlâ onu ölü gibi düşünüyordum? Bu beni kötü bir insan yapar mıydı?
Koza'nın onu gördüğündeki haykırışı hâlâ kulaklarımdaydı, benden daha çok inancı vardı fakat ben, ona annemden öte, yardıma ihtiyacı olan biri gibi yaklaşmıştım. Nedeni, seneler boyunca Harun Aktan'ın beni annemden nefret ettirmeye çalışması mıydı? Yoksa beni terk edip gittiğine kendimi inandırdığım için canımın bu şekilde daha az yanması mıydı?
Belki de daha fazla acıyı kaldıramıyordum ve onu kendi içimde bile annem olarak kabullenemiyordum.
Koza onun kollarındaki anne şefkatini biliyordu, bense ona sarıldığımda yabancı bir kadına sarılmış gibi hissetmiştim.
Kendimi yatağa bıraktığımda ellerimi yüzüme yaslayıp boşluğa baktım.
Ondan korkuyor muydum? Geçmişinden? Belki de ona dönüşmekten korkuyordum çünkü, “Kız çocukları annelerinin kaderini yaşar,” demişti bana. Belli bir yaşıma kadar onunla aynı kaderi yaşamıştım ama artık Sokak Nöbetçileri vardı.
Onun hayatında hiçbir zaman böyle bir grup olmamıştı. Olmuş muydu?
"Sizce," dedim diğerlerine bakarak. "Çocuklar annelerinin kaderini mi yaşar?"
Hepsi sessizliğini korurken, Bartu, "Annemin kaderini bilseydim buna yanıt verirdim," dedi düşündüğümden daha acılı bir sesle. "Ama bildiğim başka bir şey var, sen annenin kaderini yaşamayacaksın."
"Nereden biliyorsun?"
"Çünkü biz varız."
Acıyla gülümsedim. "Belki onun da bir zamanlar ‘siz’i vardı."
"Bu ne demek?"
Omzumu kaldırdım ve gözlerimi yine boşluğa diktim. "Sadece tek bir gün çok güzel geçti diye diğer günler cehenneme dönüşmek zorunda mı?" Ellerimi saçlarıma geçirdim. "Her şeyi toparlayıp hayatımıza devam edemez miyiz?" Işık'ın gözlerinin içine baktım. "Hep beraber?"
Işık boğazını temizleyip yanıma oturdu. Bakışları diğerlerine döndüğünde, "Bizi Helin'le biraz yalnız bırakır mısınız?" diye sordu. Mutlu'nun gözleri ilk defa boşluktan ayrıldı ve korkuyla Işık'a baktı. "Geleceğim," dedi, ona muhtaç olduğunu biliyormuş gibi. Mutlu'yu ilk defa böyle görüyordum. "Sadece birkaç dakika."
Birkaç saniyelik sessizliğin ardından hareketlendiler. Mutlu ve Lâl dışarı çıkarken, Bartu bana yaklaştı ve eğilip başımdan öptü. Gözlerine baktığımda, "Ben buradayım hep," dedi güven veren bir sesle. "Söz verdiğim gibi."
Başımı aşağı yukarı salladığımda eliyle saçlarımı karıştırdı ve kapıya doğru yürüdü. Dayanamayıp, "Bartu," dedim merakla. "Dün neler oldu?"
Mutlu olmasını ya da heveslenmesini bekledim ama gözlerine anlamadığım bir ifade çöktü. "Anlatacağım," dedi sadece, ardından o da kapıdan çıktı.
Arkalarından bakarken cam tavandan yağmurun atıştırmaya başladığını duydum. Işık yanımda birkaç dakika sessizce durdu. Onun sessizliği bazen fazlasıyla huzursuz ediyordu.
Bunu sezmiş olacak ki, "Dün anlatmak istediğim, bugünkü hislerindi," dedi. "Sadece tek bir gün mutlu oldun ve ne oldu? Yeniden o karanlıktayız."
"Bunu biliyordum zaten Işık."
Sırtımı sıvazladıktan sonra konuşmaya devam etti. "Uzun süre karanlıkta kalınca gözlerin karanlığa alışır ve önünü görürsün ama aydınlığa kavuşup yeniden karanlığa dönersen önünü göremezsin. Bunu yapmaya çalışıyorsun."
Gözlerimi devirip ona baktım. "Sokak Nöbetçileri bana bunu öğretti, Işık. Beş dakika önce ağlarken, beş dakika sonra gülmeyi sizden öğrendim. Beş dakika önce ölmek üzereyken, beş dakika sonra kurtulmayı. Beş dakika önce nefret ederken, beş dakika sonra sevmeyi. Keşke kendini de görebilsen; güçlü sandığın Işık'ın, aslından korkup nasıl kendini gizleyerek her şeyden kaçtığını bilsen." Son cümleler bir anda ağzımdan çıkmıştı ama pişman olmamıştım.
"Neyden bahsediyorsun?" dedi. "Açık konuş."
Onun gibi olursam direkt yüzüne her şeyi söylerdim, bunu biliyordum. Bu yüzden ortada kaldım. "Herkesin güç anlayışı farklıdır ve fark ettim ki senin güç anlayışın benimkinden farklı."
"Ne gibi?" dedi bacak bacak üzerine atıp saçlarını arkaya iterek.
"Bunun gibi," dedim duruşunu göstererek. "Daima dik durmaya çalışan, acısını göstermekten çekinen ve bunu güç sanan birisin ama güç bu değil. Geceleri ne kadar ağlıyorsun, Işık? Uyurken nasıl kâbuslar görüyorsun?"
"Çoğu zaman uyumuyorum," dedi lafımı keserek. "Uyuduğumda da kâbus değil, güzel bir rüya görüyorum." Duraksadı, boğazına bir yumrunun oturduğunu hissettim ama yine kaçıp bunu benden gizledi. "Bazen rüyalar da acı verir ve kâbus görmeyi dilersin."
Rüyalarını sormayı aklımdan geçirsem de bunu yapamadım çünkü sonucunda onun kadar benim de canımın yanacağını biliyordum. "Hepimizin çok güçlü olduğunu düşünüyorum çünkü yaşadıklarımızdan sağ çıktık." Çenemi havaya kaldırdım. "Ama gitmeyi düşünen sadece sen oldun."
Işık gerçekçi olmayan bir kahkaha attı ve ayağa kalkıp bana yüksekten baktı. "Bunu bizi bırakıp giden sen mi söylüyorsun?"
"Ben kaçmadım," dedim ayağa kalkarak. "Terk ettim. Yankı'yı. Çünkü kalbim kırılmıştı ve artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını düşünüyordum."
"Bizi de bıraktın," diye çıkıştı.
"Sadece zamana ihtiyacım vardı." Kaşlarım çatıldı. "Ayrıca aynı şey değil, kesinlikle değil. Ben kendi kulaklarımla duyduklarımla gittim, sen bir düşünceyle gidiyorsun. Kalıp savaşamıyorsun. Onunla değil, kendinle." Ona öfkeliydim çünkü kaybetmek istemiyordum. "Belki de onunla. Koza'yla. Ne haltsa. Geceleri ağlamana neden olanlara karşı duramayıp kaçacaksan güç bunun neresinde, Işık?" Sesim öyle gür çıkmıştı ki bağırdığımı son anda fark ettim.
Işık sakince beni dinledi. Gözlerimin içine bakarken onu anlamamı mı bekledi, bilmiyordum ama şu an bunu başarabilecek olgunlukta hissetmiyordum.
"Kalbin kırıldığı için değil, ona âşık olduğun için terk ettin çünkü kalsaydın daha çok parçalanırdın, değil mi Helin?" diye sordu Işık.
"Sen Koza'ya âşık değilsin..." Durdum, gözlerine bakarken dudaklarımı birbirine bastırdım. "Değilsin, değil mi?"
"Mutlu iyi değil," diyerek konuyu tamamen değiştirdi. "Onun için de gitmek çok daha iyi olacak, yine tedavi olması gerek. Bir hastaneye yatması. Bunu kabul etmeyecek, biliyorum ama daha önce yaptığım gibi onu yine zorla bir hastaneye götürüp iyileştirebilirim..."
"Zorla mı?"
Bunu bilmediğime şaşırmıştı. "Mutlu'nun vasiliğini aldım. Kendisinin cezai ehliyeti bile yok psikolojik rahatsızlığından ötürü ve bu bizim yaşadığımız dünya onu mahvediyor."
"Daha kötü olmayacağını nereden biliyorsun?"
"Kendisini öldürmek istemesinden daha kötü ne olabilir, Helin?" Acıyla nefesimi verdim, kendini öldürmek mi istiyordu?
"Ama o bizim Mutlu…" dedim dayanamayıp. "Yani ben onu tanıdığımdan günden beri asla..." Yeniden yatağa oturduğumda âdeta yıkıldım. "Işık, nasıl toparlanacak bütün bu dağınıklıklar?"
"Biz yedi kişiyiz, Helin," dedi Işık kederle. "Ama yedi kişinin de mutlu olmasını, dik durmasını hatta hep nefes almasını beklemek imkânsız bir hayal, kabullendim bunu. Kaybedilecek, gidilecek, nefesler kesilecek. Bitir kalbindeki çocuksu inancı yoksa çok üzüleceksin."
Aynı kederle ona baktığımı biliyordum ama o bunu görmemiş gibi davrandı. "Sizin sayenizde kazandığım o inancımı, sizin yüzünüzden mi kaybedeceğim yani?" Başımı iki yana salladım. "Ben bu aile için hepiniz vazgeçseniz bile sonuna kadar savaşacağım."
Işık her ne düşünüyorsa bu onu güldürdü. "Bizi dağıtmak için gelen Helin'in bizi birleştirmek için en fazla çırpınan kişiye dönüşmesi beni hep güldürecek."
Haklıydı, nereden nereye gelmiştik; şimdi fark ediyordum ki benim onların ailesine verdiğim değer, onların verdiği değerden daha fazlaydı.
En bağlı olan ben ve Bartu'yduk, buna emindim. Herkes birbirine bir şekilde bağlıydı; Işık, Mutlu'ya ve Mutlu, Işık'a. Bartu, Lâl'e. Lâl... belki de Bartu'ya.
Bu ailenin en bağlı olmayan kişisi ben gelmeden önce Yankı'ydı ama o da şu an bana bağlıydı.
Bense hepsine bağlıydım, peki ya Koza?
Bir an onun da benim gibi olduğunu düşündüm ama daha sonra Lâl'e olan o büyük nefretini anımsadım.
Işık sessizce yüzüme bakmaya devam etti. Onun acısını, yaşadıklarını anlıyordum ama bunların dışında acısının gitgide gözlerini kör ettiğini de görebiliyordum. İlk tanıdığım Işık'la hiçbir ilgisi yoktu fakat emindim ki Sokak Nöbetçileri de artık onu tanıyamıyordu.
"Dün nasıl geçti?" diyerek lafı değiştirdi. "Dövmeyi ona gösterdin mi?"
Başka bir gün olsa onunla evlenme teklifini paylaşabilirdim fakat aramızda geçen konuşmadan sonra mutluluğumu paylaşamayacak kadar yıpranmış hissediyordum. Belki de haklıydı, bu kadar karmaşanın ortasında mutlu olmak bile çocuksu bir inançtı.
"Güzel," dedim sadece. "Yankı'nın gerçek adını öğrendim."
Işık kaşlarını kaldırdı. "Bizim bile kullanmamızı istemezken neden yeniden gerçek adını sana söyledi ki?" Sorguladığını hissettiğimde ben de bunu kendi içimde düşündüm. Söylemeyeceğine bile emindim çünkü kendisini Yankı olarak kabullendiğini sanıyordum ama o gerçek adını söylemişti.
Ve başka bir şeyi daha fark etmiştim: Evlenmeyi düşündüğüm, âşık olduğum adam hakkında bilmediğim birçok şey vardı.
Bir gün o da anlatacak mıydı?
"Bu da mı kötü bir şey?" dedim bıkkın bir sesle. "Adını öğrendiğime de mi mutlu olmamalıyım?"
"Hayır, hayır," dedi Işık, sonra önümde çökerek ellerini dizlerime koydu. "Bak, seni üzdüğümü görebiliyorum ama her şeyi sorgulamaya başladım."
"Bunu bir tek ben yapıyorum sanıyordum."
Işık yine lafı değiştirdi ve yüzünde içten bir gülümseme oluştuğunda şaşırdım. "Anlat," dedi dizlerimi sıkarak. "Dün neler yaptınız?" Etrafa baktı, gözleri kırılan tabloya kaydığında sırıttı. "Bu tablo deprem sonucu kırılmış olamaz."
Kendimi tutamayıp yarı alaylı, yarı ciddi, "Deprem gibiydi," dedim. Aslında amacım onu güldürmek değildi ama kahkaha attı; bu birkaç saniye sürdükten sonra ciddileşti.
"Seni…" dedi aklından ne geçiyorsa kelimeleri zorlukla seçerek. "Yani…" dedi sonra. "Korkmadın, değil mi? İyi misin?"
Ne sormaya çalıştığını anladım. İki kız karşılıklı oturup âşık olduğu adamla olan ilk gecesini konuşabilirdi ama Işık'ın bunu sorma nedeni, içten içe istismarımın farkında olmasından dolayıydı. Belki de ben öyle hissediyordum ama dün gece Yankı'nın kendini dizginlemeye çalıştığı zamanlar da bunu hissetmiştim. İster istemez hassas yaklaşmıştı.
"Hayır," dedim gözlerimi kaçırarak. "Yankı bence olduğundan daha hassas davrandı bana. Bunu hissettim."
Işık yeniden tabloya baktı. "Hassas mı?" dedi kinayeli bir sesle. "Hassas olmasa bu tabloya ne olacaktı?"
"Of," dedim omzuna vurarak. "Öyle değil işte. Onun bir esprisi vardı."
Işık güldü. "Nasıl korundunuz? Sen mi? O mu?" Duraksadım, gözlerinin içine baktım. Yaklaşık yarım dakika sonunda, "Helin," dedi dizlerimi sıkıp yüzüme doğru yaklaşarak. "Bana korunmadığınızı söylemeyeceksin, değil mi?"
"Korunmadık," dedim ağız ucuyla, gri eşofmandaki bir ipi çekip kopararak.
Beni izlediğini biliyordum ama yüzüne bakmadım. Dizime hafifçe vurdu. "Delirdiniz mi?" dedi dişlerini sıkarak. "Neden?" Hiçbir cevap vermedim, bir kez daha dizime vurdu. "Bunu sen mi istedin?" Başımı aşağı yukarı salladım. "Ve o aptal Yankı bunu kabul mü etti?" Yine başımı salladım. "Siz delirdiniz mi?" diye kısık sesle inledi. "Sonuçlarını düşündünüz mü?"
Kaşlarım çatıldı ve en sonunda gözlerimi ona çevirdim. "O an böyle olması gerektiğini hissettim ve öyle karar aldım. Karşı gelmemesi gerekiyordu ve gelmedi de."
Işık başını dehşetle iki yana salladı. "Rahmine düşecek bir fetüsün sorumluluğunu alabilecek durumda mı hissediyorsun kendini?" Soruyu sorarken bile kendi acısının bir köşede işkence çektiğini görebiliyordum. "Gözünüz bu kadar mı döndü?"
"Gözümün dönmesiyle ilgisi yok," dedim. "Diyorum ya, o an bunu hissettim ve böyle oldu. Ayrıca hemen hamile kalacak değilim. Diğerlerinde korunuruz."
Çöktüğü yerden ayağa kalkıp kollarını önünde bağladı. "Bu dünyaya bebek getirecek kadar gözünüz dönmüş sizin."
"Bu dünyaya bebek getirmenin hayalini kuruyordun," dediğim an, ağzımdan çıkan cümleyi geri almak istedim. Işık'ın ifadesinde hiçbir değişiklik olmadı fakat kalbi için elbette aynı şeyi söyleyemiyordum. Ayağa kalkıp, "Işık," dedim üzgün bir sesle. "Ben gerçekten..."
"Haklısın," dedi rahat bir sesle. "Belki de bu yüzden abin bunu imkânsız kılmıştır, iyi tarafından bakmak gerekir." Gülümsedi, içten değildi ama karşılık vermediğimde yüzünü düzeltti. Kısa bir sessizliğin ardından ellerine baktı, sonra tavana döndü, ardından arkasını dönüp kapıya yürüdü. Büyük bir pişmanlıkla arkasından bakarken bir şeyler daha söylemesini bekledim.
Tam kapıdan çıkarken başını yeniden bana çevirdi. "Özür dilerim," dedim sadece, hiçbir etkisi olmayacağını bilsem bile.
"Sorun değil, gerçekten değil," dedi içten bir sesle. Yeniden kapıya baktı, ardından bir kez daha bana döndü. "Rüyamda sürekli gördüğüm, yeşil gözlü bir bebekti, benim bebeğimdi. Bazen rüyalar, kâbuslardan daha fazla can yakar, Helin."
Cevap vermemi bile beklemeden kapıdan çıktı ve arkasından bakarken aklımdan geçen tek düşünce, Koza'nın da bana hayalindeki çocuğu anlatırken yeşil gözleri olduğundan bahsetmesiydi.
Uzun bir süre arkasından bakarken içime doğan his, Işık'ın Koza'nın canını yakmadan arkasını dönüp gitmeyeceği yönündeydi ve bu hissi bana veren, Işık'ın yerine kendimi koymam oldu. Tamamen onun gibi düşündüm.
Odadan çıktım ve banyoya doğru giderken gözlerim Mutlu'nun yatağının olduğu tarafa kaydı. Daha önce gördüğümde beş kişi olan fotoğrafı duvarında asılıydı fakat şimdi yanına başka bir fotoğraf daha gelmişti: içinde benim ve Koza'nın olduğu.
Yedi kişiydik, yılbaşında çekilmiştik. Koza'nın üzerinde o komik kostüm vardı. Işık mutlu gözlerle kadraja bakmış, kedi gibi tırnaklarını çıkarmıştı. Mutlu tam ortalarındaydı. Ben ve Yankı köşedeydik; Yankı saçlarıma dudaklarını yaslamıştı. Bartu ve Lâl ise farklı köşelerdeydi.
Lâl'in gözleri kıpkırmızıydı.
Aslında intiharı nasıl da yavaş yavaş gelmişti ama biz bunu hiç düşünmemiştik.
Başımı çevirip yeniden yürümeye başladığımda yatağının kenarındaki masanın üzerinde duran günlüğüne gözlerim kaydı. Eskiden günlüklerini benden saklayıp yastıklarının altında bir bıçakla uyurlarken şimdi günlükleri ortadaydı.
Değişen zaman, hem iyiyi hem kötüyü getirmişti ama hikâyenin sonunda ne olacağını bilemiyordum.
Nefesimi verip odadan çıktım ve banyoya girdiğim gibi ılık bir duş aldım. Dövmenin olduğu yer acısa da buna aldırış etmedim çünkü bazen fiziksel acı da beni kendime getirebiliyordu.
Havluya sarınıp dişlerimi fırçaladım, ardından hızlıca saçlarımı tarayıp odadan çıkmadan önce dolabımdan aldığım koyu renk kot pantolonu ve mavi bol kazağı giydim. Saçlarımdan sular damlarken ıslak ayaklarla banyodan çıkıp merdivenlere ilerledim fakat tam o anda koridor duvarındaki silik kan lekeleri gözüme çarptı.
Bir anı zihnimde yuvarlandı, bu kan lekelerini görmek bile bana acı verdi ama kendi içimde kötü günleri silmeye çalıştığımdan o anıya ulaşamadığımı fark ettim.
"Ne oldu?" Mutlu'nun sesiyle irkildiğimde bakışlarım ona döndü. Dağınık kıvırcık saçlarına ellerini geçirdi. "Neye bakıyorsun?"
Gözlerimi yeniden duvara kaydı. "Bu kan lekeleri ne zaman oldu?"
O kan lekelerine bakmadan kaşlarını kaldırdı. "Hatırlamıyor musun?" Sonra cümlesini düzeltti. "Aslında kriz anıydı, hatırlamıyor olabilirsin."
"Hayır, tam olarak hatırlamıyorum." Başımı iki yana salladım. "Belki de hatırlamak istemiyorumdur ama benimle ilgili olduğuna eminim."
Mutlu yanıma geldi, eliyle saçlarımı karıştırdıktan sonra kolunu omzuma attı ve benimle merdivene yürüdü, o kan lekelerinden beni uzaklaştırdı. "Korku evi gibi, değil mi?" dediğinde ben de kolumu onun beline sardım. "Duvarda kan izleri var, aşağıdaki odanın duvarında kurşun delikleri ve koltukta yanık. Barut kokusunu hâlâ alabiliyorum, bu psikolojik sanırım."
O ve Bartu içerideyken ev taranmıştı, bunu unutmak imkânsızdı. Kendimle ilgili kötü olayları unutabiliyordum ama onların başına gelenler zihnimde tüm canlılığıyla duruyordu.
"Aslında güzel anılar da var," dediğimde dalgın gözlerini bana çevirdi. "Gerçekten dün geceyi bana sormayacak mısın? Normalde evin içinde kovalıyor olman gerekirdi."
"Güzel anılar dedikten sonra tablo düşürüp kırmalı seksinizi hatırlaman da senin sapıklığından geliyor galiba," dediğinde gözlerimi kocaman açtım. "Seni kovalamıyorsam elbet bir nedeni vardır."
"Nedir?"
"Birinci nedeni, dün yeterince kovalandığını düşünmem..."
Gülmeye başladım. "Diğer neden ne?"
"Videosunu izledim çünkü."
"Ne?" diye bağırdığımda son basamağa doğru ilerliyorduk. "Şaka yapıyorsun!"
Mutlu güldü. "O odayı bize yaptırmayacaktın, sahiden seni duvara dayayıp o duvarda..."
"Mutlu!" diye bağırıp omzuna yumruk attım.
"Dün gecenin ifadeisini şu an alıyor benimki," dedi Bartu içeriden. "Gel lan buraya kıvırcık, rahat bırak bromu."
"Gerçekten bunu yapmadın, değil mi?" diye fısıldadım. "Seni insan hakları mahkemesine şikâyet ederim."
Mutlu gözlerini açtı. "Abart, biraz daha abart. Tez kellemi vurdur benim."
"İnanma!" diye bağırdı Işık içeriden, kardeşini tanıdığından ötürü. "Video şakasıysa, hiç komik olmadığını ona söylemiştim."
Omzunu itekledim. "Hiç komik değil." Mutlu da beni itekledi, ardından bir kez daha onu itekledim ve aynı şekilde karşılık verdi.
"Yüzüne renk gelmiş," dedi Mutlu alayla. "Yakında kucağımıza ikizler de verirsin sen." Duraksadı, gülüşü dondu. "Bunu yapmazsın, değil mi? Gölge düşürmezsin bana ve kardeşime?" Başını olumsuz anlamda salladı. "Neyse, yirmi birinci yüzyılda olduğumuz için görgüsüz gibi korunmasız seks yapmayacağınızı düşünerek bu düşüncemi rafa kaldırıyorum."
Samimiyetsiz bir gülümseme gönderip bakışlarımı ondan kaçırdım ve âdeta koşar adımlarla odaya girdim.
Hepsi masada oturuyordu; o ilk oturduğum, ilk korkumu yaşadığım, ilk dışlandığım, ilk sevildiğim, ilk kendimi anlattığım o masa. Artık beş sandalye değil, yedi sandalye vardı. Koza da artık oturuyordu.
Bartu ve Lâl yan yanaydı; Işık, Lâl'in yanındaydı ve Yankı ile Koza da aralarındaki boş sandalyeyi bana ayırmıştı. Mutlu, Işık'ın yanına ilerlediğinde Koza'yla ikisinin arasına oturmuş oldu.
"Yeniden günaydın brocuğum," dedi Bartu, ağzına kocaman bir parça pizzayı tıkarken. Ağzı doluyken Mutlu'nun önündeki pizzaya da uzandı. "Otur, pizza ye."
"Öküz!" dedi Mutlu kaşlarını çatarak. "Masada pizza mı var?" Tek bir dilim pizza kalmıştı, onun da üzerindeki malzemeleri eminim ki Bartu sıyırmıştı...
Bartu gözlerini masaya çevirdikten sonra kaşlarını kaldırdı. "Çok tuhaf, yere düşmüş olmalı."
Yankı başını iki yana salladı ve önündeki tabağı benim oturacağım yere doğru itekledi. "Ben senin için ayırdım."
"Ben senin için ayırdım," diye taklit etti Koza, Yankı'yı. İkisinin arasında nasıl bir konuşma geçtiyse hâlâ o gerginlik hissedilebiliyordu. "Ne var yani, ben de ayırdım." O da kendi tabağındaki pizzayı önüme koydu.
Sandalyeyi çekip oturunca gözlerimi devirdim.
Bartu son lokmasını yutarken, "Yanlış kişiyle yarışıyorsun, yavşak Koza," dedi alayla. "Yarışman gereken kişi benim." Yumruğunu bana doğru kaldırdı ve aynı şekilde yumruğumu yumruğuna vurduğumda, Lâl'in elini çenesine yerleştirmiş vaziyette Bartu'yu izlediğini gördüm.
O anda göz göze geldik ve küçük bir tebessümle bakışlarını kaçırdığını gördüm.
Büyük bir merakla, "Dün gece siz ne yaptınız?" diye sordum ortaya ama asıl sorum, elbette ki Bartu ve Lâl'e olmuştu.
"Mideyi bozduk betonda yattığımızdan," dedi Mutlu ve bütün o romantik senaryom son buldu. "İnsan kaldırır ulan!"
"Ben uyumuyordum," dedi Işık kısık sesle. "Ama kalkasım da gelmedi."
"Uyumuyorsan beni izliyordun," dedi Koza, kendisinden ve Işık'a takılmalarından taviz vermeden. "Çok romantik."
Işık donuk bakışlarını ona çevirdiğinde, "Bunu söylemek yerine benim yanımda rahat uyumamaya dikkat et çünkü artık kendime sen konusunda güvenmiyorum," dedi.
Isırdığım pizza boğazıma takıldığında gözlerimi açtım. Ona zarar vermekten bahsediyordu, hem de büyük bir ciddiyetle.
Koza bunu anladı ama kendini güçlü ve umursamaz göstermeye çalışarak o her zamanki alaycı tavrını takındı. "Güvenmeyebilir ve beni öpebilirsin, Nil." Ona Nil demekten vazgeçtiğini düşünüyordum. "Buna hayır demem."
Mutlu dirseğiyle sertçe Koza'nın karnına vurduğunda, Bartu da çatalı fırlattı.
"Ah Koza," dedi Işık, sonra duraksadı ve acıyan bir gülümseme takındı. "Poyraz demeliydim. Ah Poyraz, hep böyle hayaller mi kuruyorsun?"
Yankı sert bakışlarını hızlıca Işık'a yönlendirdiğinde Koza'yı koruduğunu anladım fakat Işık'ın umurunda bile değildi.
Bartu dayanamayıp, "Gerçek adın Poyraz mı?" diye sordu. "Kim koymuş? Annen mi, baban mı?"
Ağzıma attığım iki lokma pizzayı yiyemeden iştahım kapanmıştı.
Koza'nın yüzündeki o umursamaz ifade tamamen değişti; gözlerine öfkenin ve kederin çöktüğünü gördüm.
"Poyraz mı diyeceğiz artık sana?" diye sordu Mutlu.
"Hayır," dedi Yankı, Koza'nın cevap vermesini beklemeden. "Işık boş konuşuyor."
"Hayır," dedi Işık. "Doğruları konuşuyorum."
"İstenilmeyeni konuşuyorsun," diye karşılık verdi Yankı. "Bel altı vuruyorsun."
Işık tek kaşını kaldırdı. "Sanırım fiziksel olarak bel altı vurulmak kadar kötü değildir."
Koza'nın bacağının tıpkı Harun Aktan'ın yanında olduğu gibi titrediğini hissettiğimde bakışlarım yeniden ona döndü. Gözlerini Işık'tan ayıramazken bir şeyler söylemesini bekliyordum ama o sadece bakarak belki de Işık'ın onu anlamasını bekliyordu.
"Sanırım yanlış bir soru sordum," dedi Bartu afallayan bir sesle. "Adımı on yaşından sonra aldığımdan böyle gereksiz konuları merak edebiliyorum."
"Sorun yok," dedi Koza ve bakışlarını en sonunda Işık'ın yüzünden ayırdı. "Herkes bir gün gerçekleriyle yüzleşir; adımı bir gün birinin bana silah gibi kullanacağını biliyordum."
Işık kollarını masaya yaslayıp Koza'nın yüzüne yaklaştı. Aralarındaki Mutlu geriye çekilip şaşkınlıkla ikisine baktı. Bir karışlık mesafe kaldığında Işık, Koza'ya, "Senin yüzleşeceğin gerçeklerden haberin bile yok," dedi fısıldadığını düşünerek ama hepimiz duyduk. "Silahlarımdan da."
Koza'nın gözleri Işık'ın yüzünde gezinirken aralarındaki o ilişkinin sıcaklığı uzaklarında olmama rağmen bana çarptı. Hiçbirimiz sesimizi çıkaramadık.
Koza da kollarını masaya yasladı ve ağız ucuyla gülümsediğinde titreyen bacağı durdu. "Kim bilir, Nil," dedi aynı şekilde. "Belki de silah sandığın, nefret ettiğim ismimi sevdiren senin ağzından çıkması olur. Şarjör boş bir şekilde geri o silahı senin eline veririm. Devam et bu yüzden, durma. Durursan vazgeçtiğini düşünürüm."
Bu cümlelerin ardından Koza'da gördüğüm, Işık gitmesin diye kendisiyle savaşında bile mağlup çıkacağıydı. Eline bir silah verip kendisini vurmasını isteyebilirdi, gitme demezdi ama bu da Koza'nın dilinde gitme demekti. Savaşmasını istiyordu çünkü savaşırsa onu bırakmazdı.
Koza'nın tek anladığı dil, savaşmaktı.
Birkaç saniye öylece durdular, ardından ilk geri çekilen Işık oldu. Masanın üzerindeki birasından birkaç yudum aldı ve şişeyi geri masaya bıraktığında Koza da aynısını yaptı.
"Yüksek gerilim," dedi Bartu ağzının içinde geveleyerek ama Koza ve Işık da artık aramızda değil gibiydi. "Ne ayak?"
Dudağımı büküp önümdeki tabağa baktım.
Yankı bana doğru eğildi. "Yesene, hiçbir şey yemedin."
"İştahım kaçtı."
"Hamile misin yoksa?" diye takıldı Mutlu bana. Psikolojik olarak ne kadar büyük bir yıkım yaşarsa yaşasın o öz benliğiyle tanıdığım Mutlu yaşıyordu; bu bile benim için büyük bir umuttu.
Belki de Işık'ı gitmekten vazgeçiren Mutlu olurdu.
"Yeni şakamız artık bu olacak galiba?" dediğimde güldüm ama Yankı'nın gülmediğini hatta ciddiyetle Mutlu'ya baktığını gördüm. O an, dün verdiğimiz karardan pişman olduğunu anladım.
"Ne alaka şu an hamilelik?" diye sordu Bartu.
Mutlu gözlerini devirdi. "Sen şu koca bedeninde nasıl bu kadar saf kalabildin?"
"Ne alaka lan?" diyen Bartu, Mutlu'nun kafasına vurdu. "Neyi kaçırdım?"
Bakışlarım Koza'ya döndü ama bizi duymuyor gibiydi.
"Komik değil," dedi Yankı, Mutlu'ya ters bir bakış atarak. "Daha neler."
"Oldu olacak, memleket bu haldeyken de tam zamanı," diyen Mutlu gülmeye başladı ve ben de dayanamayıp güldüm. Bartu hâlâ bizi izlerken Lâl'in bakışları da üzerimde geziniyordu. Yankı ise yine gülmedi ve hamilelik konusunu tamamen rafa kaldırdı. Çocuk fikrine tamamen soğuk olduğunu anlamak zor değildi.
Yankı boğazını temizledi ve dik bir oturuşa geçerek, "Artık ne yapacağımızı konuşmamız gerekiyor," dedi içime büyük bir karanlık düşürerek.
Bartu da dik bir oturuşa geçip ellerini masanın üzerinde birleştirdi. "İşte beklediğim o konuşma gerçekleşiyor," dedi, ardından gözleri Lâl'e kaydı. "Onu vuranlardan intikamı ne zaman ve nasıl alacağız?"
Lâl başını öne eğdiğinde pişmanlık mıydı yoksa utanç mıydı anlayamadım ama Bartu kendisini vurduğunu öğrendiğinde neler olacağını tahmin etmek bile istemiyordum. O hayattaydı, yaşıyordu ama ölmek istemişti. Bartu'nun da ölene kadar kendini suçlaması için bir nedendi, tıpkı Yankı'nın gözlerinde gördüğüm o acı gibi.
Koza bakışlarını Lâl'e çeviip uzun bir süre onu inceledi. "Onu kim vurdu?" dedi bana dönerek. "Neden onu öldürmeye çalıştılar? Hem de kalbinden vurarak…"
Yutkundum ve eskisi kadar iyi bir yalancı olmadığımı fark ettim çünkü birkaç saniye süren sessizliğim bile Koza'nın tek kaşını kaldırmasına neden oldu. "Bilmiyorum," dedim düz bir sesle ve Yankı'ya döndüm ama o sessizliğini koruyor, gözlerini Lâl'den ayırmıyordu. Beklediği, başını kaldırıp ona bakmasıydı ama bunu yapmıyordu.
Yankı Lâl'in intihar ettiğini nasıl öğrenmişti? Belki de o, en başından beri kendini öldürmek istediğini hissetmiş ama engelleyememişti ve başka bir vicdan azabını kendine yüklemişti.
"Beraber değil miydiniz?" dedi Koza aynı sorgulayıcı ifadeyle.
"Sahiden," dedi Bartu diğer taraftan. "Şimdi her şey daha soğukken anlatsana. Nasıl bir siktiğimin kansızı ona böyle kıydı?"
"Biz dağılıp içeriye girdik," dedim gözlerimi Lâl'e çevirerek. "Çatışma esnasında vurulmuş olmalı. Bunu ona sorun, ben hiçbir şey bilmiyorum."
Eskisi gibi iyi bir yalancı olmamanın dışında artık yalanı da tercih etmek istemiyordum.
Koza tıpkı düşündüğüm gibi o hamleyi yapıp, "Sonuncu," dedi. "Sana bir şeylerden bahsetti mi?" Adını anmıyordu; Lâl, Koza için üçüncü tekil şahıstı.
Yankı çenesini sıvazlarken, Koza onun her hareketini izledi. "Lâl’le hiç karşılıklı konuşmadım o konuyla ilgili," dedi ortadan bir yanıt vererek. Turkuaz gözleri Koza'ya döndüğünde az önceki tartışmalarının izlerini gördüm. "Çok merak ediyorsan sorsana ona, yeminini mi hatırladın yoksa?"
"Umurumda değil," dedi Koza acımasız bir sesle. "Sadece o adamın bir planı olup olmadığını ve şu kızın da o planla ilgisini merak ettim. Belki de onların ortak bir oyunudur."
"Saçmalıyorsun," dedim herkesten önce. "Bu suçlama çok fazla."
"O kıza güvenmek aptallıktır," dediğinde Bartu'nun dişlerini sıktığını gördüm ve Işık'ın alayla güldüğünü.
Yankı parmaklarını şakaklarına bastırıp, "Koza," dedi sadece, uyaran bir ses tonuyla.
"Bana şüphelenmediğini söyleyemezsin," dedi Koza karşılık olarak.
Yankı'nın şüphelenmiyorum demesini bekledim ama bunu yapmak yerine gözlerini Koza'nın gözlerine dikti. Bu kez aralarındaki soğuk savaş, diğer savaş gibi değildi. Korku da vardı içinde. Belki de birbirlerini kaybetme korkusu ama ikisinin de artık elinde bıçak olmadığını, bıçak yerine merhametlerini bulundurduklarını biliyordum.
Koza'nın merhametini kaybetmesi, Lâl'e zarar vermesine sebep olurdu ama Yankı merhametini kaybederse ne olurdu, kestiremiyordum.
"Şu halimize bak," diye lafa girdi Işık. "Yıkılmak üzere olan bir binadan farkımız yok ama o adama bir savaş mı açacağız? Yarı yolda kim kime güvenerek sırtını dönebilecek?" Koza'yı işaret etti, ardından Lâl'i. "Onlar birbirlerine sırtlarını dönemiyorlar." Kendisini işaret etti. "Ben ona sırtımı dönmem, kardeşimi de döndürmem." Yankı ile Koza'yı gösterdi. "Birbirinize sırtınızı çevirseniz bile ilk kim geri çekilecek diye bekleyeceksiniz." Beni işaret etti. "O kız da ikinizin ortasında dengesini sağlayamayacak." Başını iki yana salladı. "Çoğumuz birbirine güvenmiyorken kötü bir insanı nasıl yok edeceğiz? Kendimizi bir kez daha rezil ederek mi?"
Sessizlik olduğunda kendimi tutamayıp, "Haklı," dedim. "Ve bir şey daha eklemek istiyorum." Çenemi havaya kaldırdığımda sesimdeki korkuyu gizleyemedim. "Ben o adama karşı bir kez daha kaybedemem."
Yankı'nın bakışları bana doğru döndüğünde, yanında değilken ve o adamlayken neler yaşadığını görür gibi oldum. Korku, endişe ama en çok acı. Parmakları çenemi tuttu ve kaldırdığım başımla gözlerimin içine baktı. "Kaybetmeyeceksin, kendi canım üzerine söz veriyorum, Helin. Bu kez kaybetmeyeceksin."
Aynı korkuyla yutkunduğumda, "O da bir kaybediş olur," dedim ama söylediğimi duymamış gibi gözlerini üzerimden çekip yeniden masaya döndü.
"O adamı bitirmek imkânsız değil ama başka yollardan geçiyor," dedi Koza, daha önce denemese de her yolu biliyormuş gibi.
Yankı ne demek istediğini anladı; bunu daha önce konuştuklarına da emindim. "Ne gibi?" diye sordu Bartu.
"Adamın önüne ördüğü parmaklıklar demirden değil, insanlardan." Yankı'nın cümlesini Koza başını sallayarak destekledi. "Elinde tuttuğu kişi, değerli." Koza'nın ürperdiğini hissettim; annemize verdiği değeri başka kimseye veremezdi, o kadar büyüktü, bunu görebiliyordum.
"Tehdit mi eder yani?" diye sordu Bartu.
"Sadece tehdit değil," dedi Yankı. "Yapar da. Ama bu kadarla da sınırlı değil. Diğer insanlar da vicdanımızdan geçiyor."
"Nasıl yani?" dedi Işık dikkatle.
"Ona yardım edenleri ortadan kaldırırsak daha kolay alt edebiliriz ama ortadan kaldırmak, vicdanla alakalı." Bu kez konuşan Koza olmuştu. Yankı gözlerini duvara dikti. "Önder ona yardım edenlerden biri." Yüzü asılan hatta şaşıran tek kişi Bartu olmuştu, Önder'e değer veriyordu. "Ve Mahir Güneş, yani Sonuncu'nun babası da bunun içinde."
Bartu'nun dudakları aralandığında, Lâl başını kaldırıp Yankı'ya bakabilmişti. "Ne demek istiyorsun?" dedim elimle aşağıda duran Yankı'nın elini tutarak.
Herkesin dile getirmekten korktuğunu Yankı yüksek sesle söyledi. "Gerekirse Mahir Güneş ölecek, demek istiyor."
"Bu," dedim, ardından yaşadığım o duyguyu tanımlamaya çalıştım ama uygun kelimeyi bulamadım. "Bu olmaz. O senin baban." Koza'ya döndüm ama onun bakışlarında da Harun Aktan'ın aslında onun babası olduğunu gördüm. "Yeterince vicdan azabıyla uğraşıyorsun, bir de bu vicdan azabıyla yaşayamazsın, Yankı."
Yankı elini yüzüne geçirip saçlarını karıştırdıktan sonra, "Ne gerekiyorsa o olacak," dedi. "Kaybetmeyeceksin." Koza'ya baktı. "Kaybetmeyeceksiniz."
"Saçmalık," diyerek çıkıştım. "Başka bir yol olmalı."
"Yok," dedi Koza.
"Ne yani?" dedim ters bir sesle. "Yeni Sokak Nöbetçileri, eski Sokak Nöbetçileri'ni yok edecek, öyle mi?" Alayla güldüm. "Önder nerede?"
Yankı ve Koza birbirine baktı. Bartu, "O nerede?" diyerek tekrar ettiğinde sesindeki gerçekçi merak beni bozguna uğrattı.
"Ona üzülüyor musun?" diye sordu Koza açıkça Bartu'ya.
Bartu çekinmeden, "Evet," dedi. "Bana adımı, yuvamı, evimi, ailemi veren adam Önder'di. Eğer o olmasaydı şu an burada olmazdım, belki de dünyanın en kötü adamıydım hatta yaşamıyordum. Varlığımı ona borçluyum, adım gibi. Çoğunuz da öylesiniz." Yankı'ya baktı. "Onu yok edebilecek misin?"
Yankı sessiz kaldı ama Işık, Bartu'ya, "Bilmediğin o kadar şey var ki," diye çıkıştı. "Sana cennet yolunu açtığını düşündüğün kişi, beni o cennet sularında defalarca boğdu."
Bartu bunun farkında olsa da, "Önder'e bunu yapamayız," dedi. "Başka bir yol vardır ama onu yok edemeyiz."
"Sanırım eski Sokak Nöbetçileri'nden tek fark, iyi insanların aramızda olması," dedi Koza ağız ucuyla. "Ve bu şekilde daima kaybederiz."
"Hayır," dedi Yankı dişlerini sıkarak. "Kaybedilmeyecek." Bakışları Bartu'ya döndü. "Gerekirse o iyi insanlar bu savaşa katılmayacak ama kaybedilmeyecek."
Bartu kaşlarını çattı. "Önder'e üzülmediğini söyleyemezsin, bunu yapamazsın."
Sahiden üzülüyor muydu? Bakışlarından anlayamadım ama lafı değiştirdiğinde doğruluğuna emin oldum. "En yakın zamanda ilk Önder'den başlayacağız, o zaten elimizde. Sonra diğerlerine geçeriz."
"Neden bu konuda bu kadar aceleci ve ketumsun?" diye sordu Lâl anladığım işaret diliyle. "Neden bu savaş için gözünü bu kadar kararttın?" İlk defa konuşuyordu ve neyi sorguladığını anlayamıyordum.
Yankı gözlerini ona çevirdiğinde uzun bir süre yüzüne baktı. Belki aralarında geçen bir sırrı düşündü, belki de anlaması gerektiğine inandı, bilmiyordum ama en sonunda konuştuğunda yüksek sesle nefesini verdi. "Çünkü bu son görev olacak. Son oyun. Son kumar. Son kazanç." Herkesin yüzüne baktı, ben de dahil. "Bu savaşı kazandıktan sonra artık Sonuncu Sokak Nöbetçisi Yankı Sarca olmayacağım. Bu hayatı istemiyorum, bitti."
Gözlerimin önünden geçen bütün anılar, acılar, yaşananlar ve yaşanacak olanlar bana tek bir gerçeği fısıldadı: O yaşamak istiyor ama o ölecekse de kendisini Sokak Nöbetçileri için öldürmek istiyor.
Bartu acılı bir sesle, "Gidecek misiniz?" diye sordu. Onun tek bildiği ailesi, Sokak Nöbetçileri'ydi. Bu şekilde öğrenmişti. Tatlı bir ev, güzel bir yemek ve çekirdek aile değildi onun için. Silahlar, koşturmalar, hırsızlıklar, kalabalık bir ev ve savaşlar. Hepimiz ailemizi değiştirebilirdik bir noktada çünkü bunu daha önce yapmıştık ama Bartu için bu imkânsız gibiydi.
Yankı, Bartu'nun acısını hissettiğinde uzanıp elini omzuna koydu. "Bu sizden gitmek değil, Yankı Sarca'dan gitmek." Yutkunduğunda omuzları düştü. "Yankı Sarca ölecek, dostum. Öldüreceğim onu ve bir daha yaşatmayacağım."
Yankı Sarca ölecek. Ve bir gün diyecektik ki: Yankı Sarca öldü.
Kendi öz babasının katili, Yankı Sarca olsun istiyordu ve onu o karanlıkla beraber öldürmeye, yok etmeye niyetliydi.
"Sadece sen mi böyle düşünüyorsun?" dedi Bartu, sonra hepimize döndü. "Herkes kendisine mi dönüşecek? Bırakacak mı beni?" Lâl'e baktı. "Aranızda tek bir adı olan benim sadece, bunun farkında mısınız?"
Yankı'yı anlıyordum ama bu şekilde olmamalıydı. Bu bir vedaydı, hem de kendisine. Neden bu kadar acı veriyordu? Neden Yankı Sarca öldü, cümlesi gerçekten o ölecekmiş gibi hissettiriyordu?
Aklında başka bir şey yoktu, değil mi?
"Elbette gidenler olacak," dedi Işık. O an, kendisinin gideceğini Bartu'ya söylememesi için dualar sıraladım çünkü bunu kaldıramazdı, biliyordum. "Artık büyüdük." Büyüdük. Onlar büyürken aralarında değildim ki. Bir yıl bile olmamıştı, Bartu'dan tek farkım iki ismimin olmasıydı. "Herkes bir gün aile evinden çıkar," diye mırıldandı. "Öyle düşün."
Bartu hayal kırıklığıyla başını iki yana salladı ama hiçbir şey söyleyemedi. Onu anlamak canımı yakıyordu.
"Lider değilsin diye kavga ederdin benimle," diye takıldı Yankı Bartu'ya, ensesini sıkarak. "Ne oldu şimdi? Liderliğimden emekli oluyorum, hoşuna gitmesi gerek."
Bartu sakince elini itekledi. "Bu aileyi ayakta tutanın sen olduğunu biliyorsun ama dile getirmemi de istiyorsan söylerim. Söyledim hatta."
"Saçmalıyorsun," dedi Yankı, onu anlasa da anlamıyormuş gibi davranarak. "Bensiz geçirdiğiniz aylar bile oldu ama dağılmadınız." Kaşlarını çatıp başını iki yana salladı. "Ben hiçbir zaman bu hayatı istemedim, Bartu. Ben bu hayatın içine düştüm ve uzun bir süre de kabullenmedim; bunu en iyi Koza bilir." Koza başını kaldırdığında acılı yüz ifadesi beni şaşırttı. Başka bir şeyler vardı, Yankı'nın planını Koza da biliyordu. "Ve açık konuşmak gerekirse yaşamak için değil, ölmek için bu hayata devam ettim. Her risk, bir ölümdü. Bu yüzden hep bir adım öndeydim çünkü yaşamak istemiyordum." Bakışları bana döndüğünde gözlerinin içine bir hayat doğdu, benimle olan hayatı. "Helin için yaşamak ve Helin'i yaşatmaktan başka hiçbir gayem yok. Bu hayatın içinde onun da canı tehlikede."
Gözlerim dolduğunda nedenini anlayamadım ama sadece bir an, gördüğüm kâbus, Yankı'nın gözlerindeki o yaşam hevesinin içinde mezarlığa dönüştü.
Koza aklımdan geçenleri okumuş gibi, "Umarım bu yaşam hevesinin içinde," dedi, "bir aptallık yapmazsın."
"Ne gibi?" diye sordu Yankı, bana bakarken.
"Kendini feda etmek gibi."
Yankı gülümsedi, tek gördüğü bendim. "Ben onun adına feda demezdim."
"İmdat diye bağıracağım," diyen Mutlu elini masaya vurdu. "İçim şişti, boğuldum, daraldım, karanlıkta mıyız ya? Güneş nerede? Nefes alamıyorum, kör mü olduk? Nedir bu? Hayatımız mı söndü? Dünya mı durdu? Kıyamet mi geldi? Ne oluyor ya; imdat kere imdat!"
Koza güldüğünde eliyle yüzünü kapattı.
"Savaşta mıyız lan?" dedi Mutlu Koza'ya, sesini incelterek.
"Savaştayız amına koyayım tabii, görmüyor musun?" dedi Koza da karşılık olarak ve bu kez biz de dayanamayıp güldük. Işık da dahil. Koza Işık'ın güldüğünü fark ettiğinde yüzündeki gülümseme genişledi ama Işık hemen duruşunu düzeltti.
Birkaç dakika önce gözlerim dolarken şimdi gülüyordum, Işık'a anlatmak istediğim buydu fakat o beni anlamamak için diretmişti.
Tek gülmeyen Bartu, "Bu felaket senaryolarınızı sonra dinleyeceğim," dedi ve ayağa kalktı. "Ferda'nın yanına gidecektik."
Yankı da ayağa kalktığında Bartu'yu kolundan kendisine doğru çekti ama Bartu yerinden kıpırdamadı. "Beni anlayacağını biliyorum."
"Kapa çeneni," dedi Bartu kolunu silkeleyerek, sonra kapıya ilerledi ve hiçbirimize bakmadan dışarı çıktı.
Biz de ayağa kalktığımızda, Işık, "Ben sonradan geleceğim," dedi başını iki yana sallayarak. "Ufak bir işim var."
Sormak hatta bana ihtiyacı varsa onunla beraber gidebileceğimi söylemek istedim ama bunu yapmak yerine Koza'nın gözleriyle onu izlediğini gördüm. Her ne yaşanacaksa, bu ikisinin arasındaki duvarın ya kırılmasına ya da kalınlaşmasına neden olacaktı.
Paragraf Yorumları