logo

7. GEÇMİŞTEN MEKTUP

Views 797 Comments 15

Tanrı, kötülüklerimiz affedecek kadar merhametliydi ama hayat; yaşanan ve yaşatılan bütün kötülüklerin hesabını sorar ve nefes aldığımız müddetçe her ikisinin de karşılığını verirdi. Tanrının affedici olmasından daha çok hayatın adalet sistemine inanmayı daha çok tercih ediyordum çünkü benim affedilmeye ihtiyacım yoktu.

Bir kez olsun Tanrıya beni affetmesi için yalvarmamıştım ama onları affetmemesi için defalarca dizlerimin üzerine çökmüştüm.

Ferda'nın yüzüne bakarken ruhumun dizlerinin üzerine çöktüğünü, Tanrıya onu bu hale getirenleri affetmemesi için yalvardığını hissediyordum.

Aramızda belki de dakikaları bile aşmayacak kadar kısa bir bakışma geçmişti ama ben onun için kendimi bile feda edecek kadar ona adanmış hissetmeye başlamıştım. Karşımdaki gözleri sanki bana ait gibiydi, aynaya her baktığımda gördüğüm gözler, onun gözlerine yerleşmişti.

Ferda'nın çocukluğunda, kendi çocukluğumu büyütmek istiyordum.

"Hoş geldiniz." Ferda'nın arkasından yürüyen Önder'i gördüğümde çöktüğüm yerden doğruldum ve başımla selam verdim. O sırada Ferda, sıcak eliyle elimi tuttu ve bacağımın arkasına doğru saklandı.

"Hoş bulduk." Yankı da çöktüğü yerden kalktı. İkisinin arasında senelerin bile aşamadığı, silemediği bir mesafe var gibiydi. Önder, Yankı'ya daima muhtaç gibi bakıyordu ama Yankı için aynısı geçerli değildi.

"Yukarı neden çıkmadınız?" Hafif kırlaşmış olan saçlarını geriye doğru itekledi ve bacağımın arkasına saklanan Ferda'ya baktı. "Seni arıyorum, ufaklık. Demek buradaydın."

"Benim adım ufaklık değil," dedi sert bir sesle. "Adım Ferda. Bundan sonra bana Ferda diyeceksin."

Önder gözlerini açtı ve Yankı'ya baktığında inanamadığını belli ediyordu. "Bunu nasıl başardın? Ona bir adım dahi yaklaşamıyordum."

"Aslında ben değil," diyerek Yankı beni işaret etti. "Helin onun ismini verdi."

Gülümsemeden edemedim ve Önder de gülümsememe karşılık verdi. "Büyük başarı," dedi sanki bir işten bahsediyormuş gibi. Bu beni rahatsız etmişti. "Ferda çok zor bir kız çocuğu, onunla anlaşabilmen mucize."

Ne diyeceğimi bilemediğim için gözlerim Yankı'ya döndü ve o an Yankı'nın gözlerinden bana doğru esen duyguyu ilk defa gördüm. Hayranlık. Yankı bana büyük bir hayranlıkla bakarken, dudaklarına kondurduğu silik tebessümü, gözlerindeki tebessümden daha hissizdi. "Eski bir radyo gibiler," dediğinde bakışları Ferda'ya döndü. "Ve ikisi de sadece tek bir frekansa bağlı. Biz onları anlamıyoruz ama onlar birbirlerini anlıyorlar Önder. Hayranlık uyandırıcı."

Gerçekten bizi anlamıyor muydu yoksa bunu içimi rahatlatmak için mi söylemişti? Ona bakarken bunun cevabına ulaşamadım ama daha farklı bir cevaba ulaştım, o da Yankı'yı ilk defa kendime hayran bıraktığımdı.

"Onları en iyi biz anlamaz mıyız?" Önder, Yankı'ya tek varlığıymış gibi baktı. "Seninle tanıştığımızda biz de öyleydik."

Yankı hâlâ benim yüzüme bakarken gözlerindeki hayranlık hızlı bir şekilde silindi ve Önder'e döndüğünde ona katılmadığını anladım ama bunu söylemek yerine, “Nadir nasıl?" diye sordu. "Yukarıda mı?"

Merdivenlere doğru yöneldiğinde Önder Yankı'nın kolunu tutup, "Hastaneye yatırıldı," diye mırıldandı ve sesindeki mutsuzluk kaşlarımı çatmama neden oldu. "Düşündüğümüzden çok çok daha kötü bir halde."

Yankı başını eğdi ve devam etmesini bekledi ama Önder Ferda'yı işaret ederek, “Burada olmaz," dedi.

Dizlerimin üstüne tekrardan çöktüğümde ellerimi Ferda'nın omuzlarına yerleştirdim. "Seninle bir iddiaya girelim mi?" Hevesle başını aşağı yukarı salladı ve ne diyeceğimi bekledi. "Duyduğuma göre buradaki kardeşlerinden uzak duruyormuşsun hatta onlardan kaçıyormuşsun. Bunu bir iddiaya dönüştürebiliriz." Ferda aynı hevesle ve yanına eklenen merakla yüzüme bakmaya devam etti. "Büyük ihtimal hepsi senden korkuyordur. Şimdi yukarıya çıkmanı ve hepsiyle tanışmanı istiyorum, Ferda. İki gün sonra yine geleceğim ve beşten fazla kardeşinle tanışıp anlaştıysan o gün ne istiyorsan onu yapacağız."

Ferda ellerini birbirine çırptı ve neşeyle, “Bu çok basit," diye şakıdı. "Onların saçlarını okşarsam beni severler ki!"

Masumdu, aslında öylesine masumdu ki gülümserken kalbimdeki acı nefesimi kesti. "Severler tabii," dedim ve elimle yüzünü okşadım. "Hadi koş bakalım, söylediğin kadar iyi misin, görelim."

"Tamam ama..." Durdu ve utangaç şekilde gözlerini yukarıya dikti. "Bu iddia olmuyor ki. Sen hiçbir şey yapmayacaksın."

"Yapacağım ya," dedim ve kaşlarım çatıldı. "Başka ne yapabilirim ki?"

İşaret parmağını dudağına vurup düşünüyormuş gibi yaptı ama aslında aklındaki her şeyin net olduğunu anlayabiliyordum. Bakışları Yankı'ya döndü ve, “Ben kazanırsam onu da o gün getireceksin," diyerek şart koydu. "Ve hep beraber oyun oynayacağız."

"Ama bu çok basit bir iddia oldu ki," dedim ve Yankı'ya güldüm. "O seninle oyun oynamak için can atıyordur." Yankı bir adım attı, başını aşağı yukarı salladığında hevesli olduğunu gördüm.

"İp atlamak ve çizgi oynamak da dahil ama?" dediğinde gözlerim irileşti ve dudaklarım aralandı. Yankı'nın kaşları hafifçe çatıldığında yüzünün aldığı hâl kısık bir sesle gülmeme neden oldu. Önder de bana eşlik ettiğinde Yankı'nın istemese bile reddedemeyeceği bir teklif ortadaydı.

"Emin ol," dedi Yankı düşünceli bir sesle ve gülümsemeye çalışarak. "Beni çok zor ikna edecek ve belki de edemeyecek."

Ferda utangaç bir şekilde kıkırdadı ve elimi öne doğru uzatıp, "Anlaştık o zaman?" dedim. "İki gün sonra görüşürüz." Elimi sıktı ve "Anlaştık," dedi. "Görüşürüz." Hızlı adımlarla ve geldiğinden daha mutlu bir şekilde merdivenlerden yukarıya doğru tırmanırken çöktüğüm yerden kalktım.

Yankı'yla göz göze geldiğimizde gülerek, “Bittin sen," deyip ona takıldım. "Kim bilir başka nasıl oyunlar çıkaracak."

"Asıl sen bittin," dedi Yankı ve göz kırptı. Bu hareket onu öylesine sevimli göstermişti ki yine karşımda küçük bir erkek çocuğuna dönüşmüştü. "Beni nasıl ikna edeceğini düşün."

Önder boğazını temizlediğinde ve öne doğru çıktığında onun varlığını unuttuğumu fark ettim, Yankı da aynı durumda olmuş olacak ki yüzündeki ifadesini düzeltti ve ciddiyet maskesini yüzüne yerleştirdi. "Gördüğüm kadarıyla birbirinize alışmışsınız." Baştan aşağı ikimizi de süzdü. "Mutlu bana sizin öpüştüğünüzü söyledi." Yankı eliyle alnına vurdu, hızlı bir şekilde kafamı iki yana salladım. "Hatta bana aynı şu şekil dedi ki: 'Yankı düşünen adam oturuşuyla Helin'i öptü ve Helin eskisinden daha zeki oldu.'"

"Seni arayıp dedikodu mu yapıyor bir de?" Yankı Mutlu'ya bir türlü kızamıyordu. "Bir gün onu öpeceğim ve bu öpücüğü ömrü boyunca unutamayacak."

"Beni mi?" diyerek yüksek bir sesle sorduğumda ikisinin de bakışları bana döndü ve afalladılar. Elimle ağzımı kapattım ve yine kendimi tutamayarak, hiç olmaması gereken yerlerde saçma sapan bir patavatsızlık yaptığımı fark ettim.

"Mutlu'dan bahsediyordum ve mecaz yapıyordum," dedi ardından keyifle sırıttı. "Yine çok safsın, bu konuya bu kadar ciddi yaklaşıyor olmana şaşırdım. Aklın sürekli beni öpmeyi mi düşünüyor?"

Utançtan dolayı kafamı duvara saatlerce çarpmak, kafam parçalandıktan sonra beynimi Mutlu'ya yedirmek istiyordum; her şey onun yüzünden olmuştu.

"Siz öpüşmediğinize emin misiniz?" Önder'in gözlerinde alay vardı ama ciddi ciddi soruyordu. Bir anda çöpçatana dönüşmüş gibiydi, bu hem komik hem trajikti.

"Sen de bir anda evlendirme programlarının sunucularına dönüştün," dedi Yankı ve kaşlarını kaldırdı. "Herkesin kanına bir doz Mutlu giriyor anlaşılan."

"Kan demişken," Önder bana baktı. "Kolun nasıl Helin?"

"İyi," dedim ve adımlarımı kapının dışına doğru yönlendirdim. Bedenimin utançtan dolayı yandığını hissediyordum; normalde böyle konuşmalar beni etkilemezken neden utanmaya başlamıştım? Yankı'nın dediği gibi gerçekten bu konunun ciddiyet noktasında mıydım?

Onlar da arkamdan geldiklerinde ve kapıdan dışarıya çıktığımızda Yankı bisikletinin önündeki poşeti Önder'e işaret etti ve çocuklara vermesini söyledi. Cebinden sigarasını çıkardı ve dudaklarının arasına yerleştirdikten sonra ucunu alevlendirip Önder'e büyük bir merakla baktı. Konunun bir şekilde Nadir'e geleceğini bildiğimden ötürü kollarımı önümde birleştirip ben de Önder'i izledim.

"Doktorlar kurtarılmasının imkânsız olduğunu söylüyor." Direkt söze girdi ve bizi en kötüsüne hazırladı. "Ciğerleri tükenmiş durumda, böbrekleri iflasın eşiğinde. Beyni bile doğru çalışmıyor ve tümörü var. Size söylediler mi bilmiyorum ama elleri ve bacaklarında bazen his gidiyor. Psikolojik olarak zaten berbat durumda. Kendini bazen kadın gibi hissediyormuş ve bunun yönelimlerle ilgisi yok. Kadın olursa Rasim'in ona dokunmayacağını kafasının bir yerine yerleştirmiş olmalı." Sustu ve o da bir sigara çıkarıp yaktı; derin bir nefes çektiğinde bakışları kısıldı. "Nadir ölmek üzere değil, aslında ölü bir çocuk, Yankı. Sen ölmüş bir çocuğu kurtardın."

"Yapacak hiç mi bir şey yokmuş?" diye sorduğumda sesim titriyordu. Çaresizlikle ellerimi iki yana açtım ve derin bir nefes verdim. Bir şeyler söylemek için tekrardan dudaklarımı araladım ama hiçbir şey söyleyemedim. Nadir'in bana umutla bakan gözleri aklıma geldi, kendi hayatı için hâlâ bir umudu vardı; kurtarıldığında iyileşeceğini düşünüyordu fakat Önder onun çoktan ölmüş olduğunu dile getiriyordu.

Rasim ölmüştü, onun için Tanrıya yalvaracağım bir durum kalmamıştı ama Tankut'u Tanrının cehennemine bırakmak istemiyor, bu hayatta onu diri diri yakmak istiyordum.

"En iyi doktorlarla konuştum." Önder düz bir sesle konuşsa da bu konunun onu sarstığını anlayabiliyordum. "Onun için yapabileceğimiz tek şeyin son günlerinde mutlu etmek olduğunu söylediler."

"Bu adaletsizlik," dedi Yankı ve elindeki sigarayı yere atıp söndürdü ardından yeni bir sigara daha yaktı. "Onun yaşaması gerekiyor. Bu hayatta hak etmeyen birçok insan nefes alırken küçük bir erkek çocuğunun nefesi tükenemez." Elini saçlarına geçirip bir adım Önder'e yaklaştı. "Onun için her şeyi yapabilirim. Onun için kanımı veririm, onun için ciğerimi veririm, onun için böbreğimi veririm. Ben ondan daha fazla yaşadım, ona her şeyimi verebilirim. Önder, o çocuğun gözlerinde hala umut vardı, gördüm. O çocuk yaşamak istiyor."

Önder elini Yankı'nın ensesine koydu ve sıktı. "Bunları söylemene gerek yok, daha önce de yaptın, yine yaparsın biliyorum. Ama..." Sustu ve başını önüne eğdi. Onun için yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu, bunu tekrardan dile getirmek istemiyordu, anlamıştım.

Ayakta duramayacağımı fark ettiğimde ileriye doğru yürüdüm ve arkalarında kalan kaldırıma oturup başımı önüme eğdim. Dişlerimi sıkarken Tankut'un yüzü gözlerimin önünden bir an olsun silinmiyordu ve ellerim onun boğazını sıkmak için titriyordu.

"Bunu Mutlu'ya söyleyemem," dedi Yankı çaresiz bir sesle. "Onu biliyorsun, ölümler, onu biraz daha dibe çekiyor."

"Yalan söyleriz," diye fısıldadı Önder fakat bunu ben de duydum. "Yurtdışına tedaviye gönderdiğimizi söyleriz. Zamanla iyileştiğini ve orada kaldığını. Mutlu'nun yine eskisi gibi olmasını ben de istemiyorum."

"Peki ya Bartu?" diye sordu Yankı. "Mutlu'yu kandırabiliriz ama Bartu'yu asla." Ellerini yüzüne yerleştirdi ve "Kahretsin," diye hırladı. "Tankut konuştu mu?"

Önder, başını çevirip bana baktı ve sanki benim orada oturmam onu rahatsız etmiş gibi Yankı'ya döndüğünde sadece "Konuşmuyor," diyerek bilgilendirdi. Daha fazlası vardı ama benim yanımda söylemek istemiyordu.

Yankı da Önder'i anlamış olacak ki başını aşağı yukarı sallayıp konuyu tamamen kapattı.

"Yukarıya gelecek misiniz?" diye sordu Önder ve bisikletteki poşete doğru ilerledi. "Yukarıya çıkmam gerekiyor, çocuklar eğitimde."

Yankı da ben de yukarıya çıkabilecek durumda değildik. Ben, “Hayır," diye mırıldandığımda boğazımın acısı dudaklarımı bile yaktı. Yankı da bana katılıp başını salladığında Önder bisikletin önündeki poşeti eline alıp apartmandan içeriye girdi.

"Akşam Osman amcanın yerine gidiyoruz," dedi Yankı keyifsiz bir sesle. "Mutlu ve Işık istiyor. Gonca'yı alıp gelebilirsen gel sen de."

Önder "Gelmeye çalışırız," dedi ve merdivenlerden yukarıya yavaş yavaş çıkarak gözden kayboldu. O sırada Yankı'yla göz göze geldik. Bana doğru ilerledi ve beni kaldırmasını beklerken kaldırıma, hemen yanıma oturdu.

Bir sigara daha çıkardı, dudaklarının arasına koydu ve yaktığında daha büyük bir nefesi çekti; sanki Nadir'in ciğerleri için kendi ciğerlerini de tüketmek istiyordu. "İyi geliyor mu?" diye sordum. Yüzüm karşıdaki bembeyaz binaya, Yuva'ya bakıyordu.

Onun da gözleri benim gibi Yuva'nın üzerindeydi. "Sigara mı?"

"Sigara."

"İyi gelmiyor," dedi keyifsiz bir gülümsemeyle. "Ama küçük bir erkek çocuğun nefesi tükenirken temiz bir nefes vermek istemiyorum."

Elimi öne doğru uzattım. "Ben de istiyorum."

Karşı çıkmadı ama bir süre bekledi. Yüzüme baktığını biliyordum fakat ben ona bakmayı reddediyordum. Yarım dakika sonra avucumun içine bir sigara bıraktığında parmaklarımın arasına yerleştirdim ve ucunu çakmağıyla yaktığında derin bir nefes çektim.

Sustu, sustum, sustuk. O kaldırımda otururken ikimiz de Nadir'i düşündük. Gözlerindeki umut, duruşundaki muhtaçlık ve ellerindeki sızı. Nadir'i hayatım boyunca unutamazdım, her nefes aldığımda onun alamayacağı nefesler ciğerlerime batacaktı.

"Ne düşünüyorsun?" diye sordum dayanamayarak. "Nadir'in yaşadıklarını mı?"

"Hayır." Sigarasından keskin bir nefes çekti, ona eşlik ettim. "Nadir'in yaşayamayacağı zamanları düşünüyorum. Nadir gibi çocukların yaşayamayacağı güzellikleri. Düşünsene," dediğinde sesi kısık çıkıyordu. "Büyüyecekti, on sekiz on dokuz yaşına gelecekti. Belki de bir kızı sevecekti ya da bir oğlanı fark etmez. Sonra iş sahibi olacaktı, belki bir baba olacaktı. Çocukları olacaktı, çocuklarının saçlarını okşayacaktı ve onları güzel bir şekilde büyütecekti. Sonra yaşlanacaktı. Hayatının en güzel zamanlarını yaşadıktan sonra yaşlı bir şekilde yatağında ölü bulunacaktı."

Gözlerim dolduğunda ağlamamak için çaba sarf ettim. "Mutlu çocuklar, mutsuz çocuklardan daha az gibi gelmiyor mu sana da?" İç çektim.

"Belki de biz çok mutsuz büyümüşüzdür," dedi tek bir nefesle. "Dünya bize çok kötü bir yermiş gibi geliyordur. Gördüğüm bütün mutsuz çocukların yüzleri gözlerimin önünde ama mutlu çocuklar silinip gitti. Biz bu dünyada izimizi bırakıyoruz, Helin."

Gözlerimi araladım ve gözyaşlarımı akmadan engelleyebildim. Çekinerek ona baktığımda onun da bana baktığını gördüm. Sigarayı dudaklarımın arasına yerleştirdiğimde ucundaki külün uzadığını ve düşmek üzere olduğunu fark ettim. Çektiğim nefesten sonra kül yere düştü, Yankı gözlerimin içine bakmaya devam etti. "Biz bu dünyaya izimizi bırakıyoruz," diye fısıldadım sigarayı yere atıp ayakkabımla söndürürken. "Ve izimizi bırakırken mutsuz çocukları da mutlu etmeye çalışıyoruz."

"Benim umudum var, senin de olsun," dediğinde gülümsedi. "Bir gün bütün mutsuz büyümüş çocuklar, kendileri gibi olanları mutlu edecek ve dünyanın iyilikleri sadece çocuklar için işleyecek. Bunu başaracağım. Bunu başaracaksın. Bunu bizi anlayan herkes başaracak."

Oturduğu yerden kalktı ve elini bana kalkmam için uzattı. "Benim umudum yok," dediğimde çaresizlik sesimden okunuyordu. "Ama senin başarman için elimden geleni yaparım."

Yankı yine gülümsedi ve bu sefer gülümsemesine karşılık verdiğimde onun umutları, benim umutsuzluklarımı çürütecek kadar kuvvetliydi. Kalbimin üzerinde açan bir çiçek vardı, bu çiçeğin adı, Yankı'nın ektiği umut çiçeğiydi.

Bisikletine doğru ilerlerken, “İki gün sonra Nadir de bizimle beraber olsun mu?" diye sordum. "Madem son günleri, onu mutlu edelim."

"Benim de aklımdan bu geçiyordu," dediğinde bisikletini bulunduğu yerden düzeltti.

"Bu arada," dedim geride kalarak. "Ben bugün yurda gidip eşyalarımı almak istiyorum, sen istersen git."

Yankı zaten bunu daha önce düşünmüş gibi "Önder'den arabanın anahtarını alayım, beraber gidelim," dedi.

"Hayır," dedim hızlı bir şekilde ve verdiğim tepki Yankı'nın dikkatini çekti. Amacım yurda gitmeden önce başka yerlere uğramak ve çizeceğim yolları yeniden gözden geçirmekti. "Yani gerek yok, sen eve geçebilirsin. Ben hallederim."

Yankı tek kaşını havaya kaldırdı. "Sadece eşyalarını alacaksın Helin. Neden problem ettin?"

"Sadece yorulmanı istemedim," deyip ellerimi kaldırdım. "Gelmek istiyorsan gelebilirsin."

Sorgulayan gözlerle bana bakarken kendi kafasının içinde ne yapacağını düşünüyordu. Gelip gelmemek değildi, daha farklı bir şeyler düşündüğü açıktı ama bunu bana yansıtmak yerine arkasını dönüp, “Önder'den arabanın anahtarını alıp geliyorum," dedi ve hızlıca binadan içeriye girip merdivenlerden yukarıya çıktı.

Sokak Nöbetçileri hakkında artık harekete geçmem gerektiğini, yanlış bir şekilde zaman öldürdüğümü biliyordum ama adım atmak istediğim her an başka bir şey oluyor, Sokak Nöbetçileri'ne bir adım daha yaklaşıyordum. Onların hayatlarına girdiğimden beri kendimi olduğumdan daha iyi hissediyor, olduğumdan daha değerli görüyordum.

Şu an Sokak Nöbetçileri'ni bir silahla vururken elimi de parçalayacağımın farkındaydım; bana iyi gelen hiçbir şeyi yok edemezken onları az önce içtiğim sigara gibi küle dönüştürmem gerekiyordu.

On beş dakika sonra Yankı binadan çıktığında, “Çocuklar bırakmadı," diyerek bana açıklamada bulundu. "Çok mu bekledin?"

Düşüncelerime öyle çok dalmıştım ki sanki bana birkaç dakika gibi gelmişti. "Sorun yok," dedim ve onunla beraber Önder'in arabasına doğru yürüdük. Sırtına bakarken elimde bir bıçak varmış da onun sırtına saplayamazmışım gibi hissediyordum.

Arabaya bindik ve Yankı arabayı çalıştırdığında ikimizin de ağzını bıçak açmıyordu. Başımı cama doğru çevirdiğimde önceki gün gözlerimin önüne geliyordu. Arabada kolum yüzünden acı çekişim, Yankı'nın ilk müdahaleyi yapması ve beni arabadan indirmesi... Endişelenmişti. Belki de Helin olduğum için değildi, insan olduğum içindi ama endişelenmişti. Uyuduğum zamanlar neler olmuştu acaba?

Yankı en başından beri bir kere olsun bana kötü yaklaşmamıştı, diğerleri bir şekilde beni kabullenmemişti, hala kabullenmiyorlardı biliyordum ama Yankı en başından beri bana bir kere olsun bıçak yönlendirmemiş hep bir şekilde beni arkasına saklamıştı.

Zihnimde durmadan dönen bir ses vardı, o sesi duymazdan gelsem de artık çığlık çığlığa bağırıyordu: Yankı’ya ihanet etmek zorunda kalırsan edecek misin?

Farkında olmadan onlara bağlanmaya başlamıştım ve nedeni onlarla bu kadar fazla vakit geçirmemdi. En başından her şeyi uzaktan halletmeliydim ya da daha farklı bir plan yapmalıydım, bunun pişmanlığını yaşıyordum.

"Ne düşünüyorsun?" diye sorduğunda camdaki yansımadan onun yüzünü gördüm. Hava kapalıydı ve yağmur hafif hafif cama vuruyordu.

"İhaneti," dedim dürüst davranarak. "Geçmişe daldım ve insanların ihanetlerini hatırladım." Yüzümü ona çevirdim ama ona bakamadım. "Sen hiç ihanete uğradın mı?"

Ellerine bakıyordum, kusurlu, izlerle dolu olan ellerine ve tırnaklarının etrafındaki yaralara ama ona bakamıyordum. Parmakları direksiyona baskı yaptı ve onun bana baktığını anladım; vitesi değiştirdiğinde arabanın hızını arttırdı.

"İhanet ettiklerini sandılar ama ben ihanet etmelerine çoktan izin vermiştim." Öndeki arabayı hızlıca geçti ve sağ şeride girdi. "İhanet öyle bir duygu ki son ana kadar vazgeçme lüksünü sana verir. Ben ihanetini hissettiğim herkese son ana kadar düşünme hakkını veririm. İhanete uğradığımda ise aslında o yolu benim çizdiğimi anlayamazlar."

Dayanamayarak gözlerine baktığımda hiçbir duyguyla karşılaşamadım. "Kendinden hep çok eminsin. Ya bir gün fark etmezsen?"

Omzunu indirip kaldırdı. "O zaman ihanete uğrarım ve o duyguyu tadarım. Hayatımın hiçbir döneminde öylesine kör olmadım Helin. Bu aptallıktır." Bakışları bana döndü. "Seni kör eden neydi de ihanete uğradın?"

Gözlerimi hızlıca ondan kaçırdım ve yola odaklandım. "İnanç sanırım. Birine inandığın zaman onun sana ihanet etmeyeceğine de inanıyorsun. Düşün. Bartu'yu düşün meselâ. Ona inanıyorsun değil mi? İmkân bile vermezsin."

Yankı düşünmeden tek bir nefeste, “Bana ihanet ettiğini sananlardan birisi de Bartu'ydu," dedi.

Şaşkınlıkla gözlerim açıldığında onun yüzü hâlâ tepkisizdi. "Nasıl?" dediğimde konudan daha çok onun hislerini merak ediyordum. "Sen onu affettin mi? İhaneti affedebileceğini düşünemezdim."

"Senin için inanç, benim için ise sevgi," deyip dikiz aynasına baktı. "Bartu benim kardeşim ve onu seviyorum. Affetmek mi? Ona hiç kızmadım ki affedecek duruma geleyim." Konuya o kadar yumuşak yaklaşıyordu ki yine beni şaşırtmıştı. "O bana, benden daha çok sevdiği birisi için ihanet etti. Yine olsa yine etsin isterdim."

İçimden geçeni söyleyip söylememek arasında kararsız kalırken Yankı arabanın hızını biraz daha arttırdı ve başka bir caddeye döndü. Bu cadde daha kalabalıktı. "Lâl değil mi?" dediğimde yine özele burnumu sokuyordum. Yankı cevap vermedi ama onun olduğunu biliyordum. "Bartu," dediğimde kelimeleri toplamaya çalışıyordum. "Lâl'e karşı bir şeyler hissediyor, değil mi?"

Yine cevap vermedi ve başka bir caddeye daha döndü. Gözleri dikiz aynasına gidip gelirken, “Takip ediliyoruz," diyerek sakin bir ses tonuyla konuştu. "Emniyet kemerini bağlasan iyi edersin."

"Ne?" dedim korkarak ve dikiz aynasına baktım. "Ne zamandan beri?"

"Arabaya bindiğimizden beri." En başından beri farkında olmasına rağmen öylesine profesyonel davranmış, öylesine dikkatli durmuştu ki şaşkınlıkla ona bakmaya devam ettim.

Hızlıca emniyet kemerimi bağladım ve dikiz aynasından bakmak yerine başımı arkaya doğru çevirdim. Arkamdaki arabalara tek tek bakarken bir tanesi çok tanıdık geldi ve sürücü koltuğunda oturan kişiyle göz göze geldiğimde dehşetle gözlerimi açıp kendimi tekrardan koltuğa bıraktım. Bizi takip eden kişinin kim olduğunu biliyordum ve nasıl böyle dikkatsiz hareket ettiğini anlam veremiyordum.

"Sana öyle gelmiş olabilir mi?" diye sorduğumda sesim daha sakin çıkıyordu.

"Hayır." Yankı kendinden emin çıkan sesiyle duruşunu dikleştirdi. "En başından beri arkamızdaydı ve daha önce de bu arabayı mahallede gördüğüme neredeyse eminim."

Kahretsin. Bir daha arkama dönüp baktım ve direksiyon koltuğunda oturan gözler direkt olarak beni isabet aldı. Benim Yankı'nın zekâsını küçümsediğim gibi onlar da küçümsüyordu, bu aptalca hareketler de bunun eseriydi.

"Eğer bizi takip ediyorsa durduğumuzda duracaktır," dedim düz bir sesle. "Bir köşede dursana."

Yankı alayla ve küçümseyici bir ifadeyle yüzüme baktıktan sonra önüne döndü. O sırada tanıdık araba hızlı bir şekilde başka bir yola döndüğünde derin bir nefes almamak için kendimi tuttum. Arabanın döndüğü caddeye bakarken, “Bak gördün mü?" dedim rahat bir sesle. "Yanlış anlamışsın, başka bir yola döndü."

“O araç olduğunu nasıl hemen anladın?” Kahretsin. Korku bana aptalca hatalar yaptırıyordu.

“Çok yakın mesafedeydi,” dedim ama uydurma bir yalan olduğunun ikimiz de farkındaydık.

Sustu. Tiyatro oyununda ikimiz de yine sahnedeydik.

Araba ağır ağır yurdun kapısının önünde durduğunda kafamı aşağı yukarı sallayıp yüzüne bakmadan, “Birazdan geliyorum," dedim. "Çok uzun tutmamaya çalışacağım, eşyalarımın çoğu hâlâ valizimde duruyor." Derin bir nefes aldı. Kapıyı açan elim duraksadı ve refleks olarak onun yüzüne dönüp baktığımda çoktan pişman olmuştum çünkü yüzündeki ifade tek bir duyguyu barındırıyordu: Şüphe.

Başka yalanlar sıralamalı mıydım? Kesinlikle benden şüpheleniyordu hatta diğerlerinden daha haklı şüpheleri vardı ama onlar gibi üzerime gelmek yerine adım adım benim bıraktığım izleri takip etmek istiyor gibiydi.

Yüzümü tekrardan çevirdim ve onunla tartışmaya girmek yerine araçtan indim. Biliyordum, şu an şüphelerinin en tepeye yerleştiği zamandı ve benim de duygularımın en belirgin olduğu dönemlerdi. Aramızda geçen bir tartışmayla şüphelerinde haklı olduğunu ona gösterebilirdim.

Hafif rüzgarlı hava üşüttüğünde hızlı adımlarla kollarımı kendime sarıp yurttan içeriye girdim. Arkamdaki turkuaz gözlerini bir bıçak gibi sırtımda hissediyordum ama ona dönüp bakmadım.

Üçüncü kattaki odamdan içeriye girdiğimde dedikoducu ve geveze oda arkadaşımın yatağında yeller estiğini ve yerine inanılmaz ciddi, direkt çalışkan olarak nitelendireceğim birisinin geldiğini gördüm. Kendisine ayrılmış olan masasında bir şeyler yazarken başını kaldırıp bana baktı. "Merhaba?" dedi sorgulayan bir sesle. "Sanırım yanlış odaya girdin."

"Ah, hayır," diyerek ellerimi kaldırdım. "Ben Helin. Diğer yatağın sahibiyim."

"Merhaba," dedi ve ayağa kalktı. Simsiyah gözleri vardı ve bakışları ürkütücüydü. Boyu benden santimlerce uzun, kilosu neredeyse iki katımdı. "Geri mi dönüyorsun? İki kişilik oda fiyatı verip tek başıma kalmak hoşuma gidiyordu."

Açık sözlü olması hoşuma gitmişti. "Ah, sana bir iyi bir kötü haberim var. Birincisi odadan gidiyorum." Gülümsedi. "İkincisi ben gittikten sonra seni daha fazla rahatsız edecek birisi gelecektir."

"Bu kötü oldu," dedi ve gözleri bir anda irileşti. "Neredeyse unutuyordum." Odada ileriye doğru yürüdü ve yatağına astığı sırt çantasının gizli bölmesinin fermuarını açıp içinden bir mektup çıkardı. "Bu mektup sana," deyip uzattığında sevecen bir şekilde gülümsüyordu. "Ben yokken odanın kapısının altından atmışlar, üzerinde ismin yazıyor. Direkt postayla değil, bu şekilde ulaşması güvenliklerden senin sakladığını düşündürdü. Bu yüzden onlara bir şey söylemeden senin için bu mektubu sakladım."

Farkında olmadan ürkek bir şekilde geriye doğru adım attım. Yine oluyordu, yine dengemi sağlayamıyordum ve yine tutunacak bir yerler arıyordum.

Bunu hep yapıyordu. Hâlâ kimlik üzerinde benim tek varisim o olduğu için kıskıvrak beni bulabiliyor, rahatsız etmekten çekinmiyordu, şimdi de yurdun içinden birisini bana ulaşmak için bulmuştu. Gittiğim her yerde kendini bir şekilde belli ediyordu, haberini gönderiyordu. Senelerdir onu bir kez olsun görmemiştim fakat ilk defa bir nefes kadar yakın olduğunu hissetmiştim. Onun açısından bazı durumlar değişime uğramış olmalıydı, şimdi arkamda gölgesi vardı.

Hem bütün duygularımı almışlar gibi hissiz, hem de bütün duygularımı yakmışlar gibi acılı hissetmem çok tuhaftı. Mektubu zorlukla da olsa elinden almıştım ama hiçbir şey söyleyemiyordum.

Bir teşekkür ederim bile diyemiyordum, dudaklarıma kilit vurulmuştu.

Mektup, tuttuğum elimden düşmemek için direnirken başımı aşağı yukarı salladım ve alt dudağımı dişlerimin arasına aldım. Bütün bedenimin acıyla sızladığı o anlarda birinin gerçek bir zaman diliminde olup olmadığımı bana hissettirmesi için tokat atmasını bekledim çünkü kendimi küçük bir kız çocuğu gibi hissetmeye başlamıştım.

"Neyse," dediğimde kız afallamıştı. "Ben çıkayım ve sen de rahatça toparlan. Tanıştığıma memnun oldum."

Konuşamadım ve yine kafamı aşağı yukarı salladım, konuşsam sesimin titreyeceğini bildiğimden kız odadan dışarı çıkar çıkmaz kendimi onun az önce oturduğu sandalyeye bırakıp elimdeki beyaz mektup zarfına odaklandım. Arkasında sadece Helin Aktan yazıyordu, mektubun içindeki ince kağıdı hissedebiliyordum. Parmaklarım mektubun üzerinde gezinirken onun parmaklarına da dokunmuş olabileceğimin düşüncesi iğrenmeme neden oldu.

Sandalyeden kalkıp yatağın üzerine bırakılmış olan valizime doğru ilerlerken ömrüm boyunca bu mektubu okuyamayacağımı biliyor, dokunurken bile içimdeki çığlıklara söz geçiremediğimi fark ediyordum.

Cesur olabilirdim ama çocukluğumla yüzleşmeye cesaretim yoktu. Korkusuz olabilirdim ama en büyük korkularım çocukluğumda yatıyordu. Güçlü olabilirdim ama güçsüzlüğüm çocukluğumda gizleniyordu ve bir kere o kapıyı aralarsam ömrüm boyunca cesaretimi, korkusuzluğumu, gücümü kaybedeceğimi biliyordum.

Kendimi o ana zorlukla döndürmeye çalıştım ve sadece o anda yaşamaya çalıştım. Yurttaydım, dışarıda Yankı bekliyordu ve gitmem gereken bir yolum vardı.

Odanın kapısı açıldığında hızlıca yataktan kalktım ve az önceki kızı göreceğimi düşünerek eğilip baktım fakat onun yerine tanıdık başka bir yüzle karşılaştığımda gözlerim açıldı. Kapının önünde durmuş bana bakarken, “Senin burada ne işin var?" dedim tedirginlikle ve hızlıca pencereye doğru koştum. Yankı'nın arabayı park ettiği yere bakarken onu arabadan inmiş, sırtını arabaya yaslamış bir şekilde sigarasını içerken gördüm.

"Merak etme, beni görmedi." Adımları bana doğru yaklaştı ve camdan dışarıya ona baktı. "Yani henüz."

"Görmedi mi?" dedim şiddetle. "Nasıl böyle dikkatsiz olabilirsin Caner? Az önce bizi takip ederken fark edilmediğini mi sanıyorsun?"

Başını kaldırıp tavana doğru baktı. Boyu benden yedi sekiz santim daha uzundu fakat oldukça iri olduğundan dolayı daha kısa görünüyordu. Hep giydiği siyah gömleği ve siyah keten pantolonuyla onu nerede görsem tanırdım. Koyu renk gözlerini bana çevirdiğinde tek kaşını havaya kaldırdı ve başını yana yatırdı. Bilindik tehditkâr ifadesi de yine yerli yerinde duruyordu, bana öfkeli olduğu her halinden belliydi. Koyu tenine zıt olan kızıla çalmış saçları ona yakışıyordu.

"Belki de fark edilmek istemişimdir Helin," dediğinde bir adım daha yaklaştı ve aramızda sadece bir adımlık mesafe kaldı. "Günlerdir sana ulaşamıyoruz, izlendiğini biliyorsun ama bize bir adım bile yaklaşmıyorsun." Gözü koluma kaydı ve dişlerini sıktı. "Vuruluyorsun ama yine bizim yanımıza gelmiyorsun. Her şey bitiyor ama yine bizi aramıyorsun. Sakın bana yalnız kalamadığını söyleme, şu an yalnızdın ve yine telefonlarımız çalmadı."

Onunla aramızda beş altı yaş fark vardı, benden büyüktü fakat bazen yaşından daha çocuksu davranırdı; şu an ise hiç olmadığı kadar mantıklı ve ciddiydi. Öfkesinin asıl nedeninin bu olmadığını biliyordum fakat bildiğimi ona yansıtmak istemiyordum. Suçlu bir yüz ifadesi takınarak, “Sizi aramak ya da gelmek istedim ama her şey bir anda oldu," dedim. "Onlar çok dikkatli. Her adımıma dikkat ediyorlar. Baksana, kıyafetlerimi bile yeni almaya gelebildim."

"Değil mi?" dedi tiksiniyormuş gibi. Üzerimdeki kıyafetleri dikkatli bir şekilde inceledi. "O sümüklülerden birinin kıyafetlerini giyecek kadar mı yakın oldun?"

Gözlerimi birkaç saniye yumdum ve açtığımda, “Seni Cem mi gönderdi?" diye sordum. Cevabını bildiğim bu soru karşında o tamamen cevapsız kaldı. "Onun burada olduğundan bile haberi yok, değil mi?" Gözlerimi devirdim. "Caner, senin dikkatsizliklerini Ekip çekmek zorunda değil, anladın mı? Buraya nasıl girdiğin hakkında bile fikrim yok ama birazdan buraya oda arkadaşım girerse ve seni görürse başın belaya girer."

Caner'in damarına bastığımı, sıktığı çenesinden anlıyordum. Bir adım daha attığında aramızda hiçbir mesafe kalmamıştı. Gözleri gözlerimi ezip geçerken ondan korkmam gerektiğini biliyordum ama bu gerekliliği hiçbir zaman hissedemiyordum. "Buraya nasıl mı girdim?" Alayla güldü ve bir anda sertçe çenemi tutup beni kendine çekti. "Sen değil miydin her yere tırmanabildiğim için Tarzan diyen? Ne çabuk unuttun." Çenemi ondan kurtarmaya çalıştım ama buna izin vermedi. "Bana ne boklar yediğini söyleyeceksin, derhal."

Bu sefer elini sertçe itekledim. "Senin için mi, Ekip için mi?" diye sordum.

"Her ikisi için de," deyip yanıma geldi ve kalçasını pencereye yaslayıp kollarını önünde birleştirdi. "Cem'den seni izleme görevini devraldım ve hep bir adım yakınındayım, bunu biliyor muydun?" Hızlıca Nöbetçilerle geçirdiğim günleri düşündüm ama Caner'in eline ulaşabilecek hiçbir koza erişemedim. "Ama lanet olsun ki onların o sikik evlerinin içine göremiyordum. Günlerce o evin içini görmek için çabaladım ama göremedim. Neredeyse tırmanacaktım!" Elini saçlarına geçirdi ve endişeyle soluğunu verdi. "Ve bugün sizi o sokakta gördüm. O soysuzla," deyip işaret parmağıyla Yankı'nın durduğu yeri gösterdi. "Sohbet ediyor, gülüyordun. Hatta hiç yapmayacağın bir şeyi yapıp sigarasından içtin."

Gözüm Yankı'nın durduğu yere kaydı ve arabanın yanında volta attığını gördüm; elinde belki de kaçıncı sigarası vardı. Çok sigara içiyordu, bu kadarı zararlıydı. "Hey!" diye bağırdı Caner ve önümü kapattı. "Ne bok yediğini sanıyorsun sen? Sana konuşuyorum."

"Ne cevap vermemi bekliyorsun?" diye sorduğumda sesim yükselmişti. "Ne bekliyordun? Benim tek anahtarımın Yankı olacağını söylemiştiniz ve ben de onunla iyi geçinmeye çalışıyorum. Ayrıca söylediğin gibi soysuz birisi olduğunu da hiç düşünmüyorum."

"Sen bana onu mu savunuyorsun?" diye hırladığında yaslandığı yerden doğruldu ve yine sertçe çenemi kavradı. Bu sefer öyle sert ve canımı yakmak isteyerek tutuyordu ki kendimi ondan kurtaramadım. "Sana o anahtar dediler, onun yatağına gir demediler."

Son cümlesinden sonra onu iteklemeye çalıştım fakat izin vermedi. Çırpınırken kolumun acıdığını hissediyordum ama bu Caner'in umurunda bile değildi. "Kimsenin yatağına girdiğim yok benim!" diye bağırdığımda sesim odada çınladı. "Bunu asla yapmam!"

"Ona nasıl baktığını gördüm!" diye bağırdı o da ve benim sesimden daha fazla çınladı. "Onun yüzüne hayranlıkla bakıyordun, bana bir kere olsun öyle bakmadın!"

"Senin kıskançlığını çekemeyeceğim!" deyip yine iteklemeye çalıştığımda elini çenemden çekti ve ensemi tutarak yüzümü cama doğru çevirdi. Parmaklarının boynuma yaptığı baskı inlememe neden olurken, “Caner, bırak," dedim. "Seninle dövüşmek istemiyorum."

"Dövüşemezsin," dedi ve kulağıma doğru yaklaşıp yine Yankı'nın olduğu yeri işaret etti. "Bak oraya, ne görüyorsun? Ben tam olarak evsiz bir piç kurusu görüyorum, sen ne görüyorsun?"

Dişlerimi sıktım ve öfkeden titreyen bir sesle, “Sen de evsizsin," diyerek ona hatırlatmada bulundum.

"Ama ben onun gibi piç kurusu değilim," dedi ve güldü. "Benim babam ve annemin kim olduğu belli."

Bu cümlesi en çok bana dokunuyordu fakat bunun farkında bile değildi. Yankı'ya bakmak için diğer eliyle yüzümü tuttu ve bakışlarımı oraya sabitledi. Volta atmayı bırakmıştı ve yine sırtını arabaya yaslamıştı. Öylece durmasına rağmen beni merak etmeye başladığını hissedebiliyordum. "Ne göreceğimi düşünüyorsun?" diye sorduğumda sakin bir tınıyla konuşmaya çalışıyordum. "Onu kullanmam gerekiyor ve onu kullanıyorum."

"Kanıtla." Caner'in tek bir kelimesiyle beraber bakışlarımı zorlukla ona döndürdüm ve gözlerimi açtım. "Bana onun hakkında bir şeyler ver." Kafamı hızlıca hiçbir şey bilmiyormuş gibi iki yana salladığımda bu sefer eli yaralı olan kolumu tuttu. Acıyla kıvrandığımda kolumu çevirdi. "Sakın bana bu kadar gündür onun hakkında hiçbir şey öğrenemediğini söyleme."

Ona verebileceklerimi düşündüm ve ona veremeyeceklerimi de. Hepsinin ucu Yankı'nın bana anlattığı kardeşinin hikayesine çıkıyordu, onun hakkında bildiğim en önemli şey buydu. Dudaklarım aralandı, Caner'in öfkeli gözlerine bakarken ona bunu söylemek istedim fakat dudaklarım tekrardan kapandığında hayatımda ilk defa bir sırrın ağırlığı beni bu kadar huzurlu hissettirdi. "Neden direkt onu soruyorsun?" dediğimde acı çektiğimi anlasın diye bilerek sesimi titrettim ve onu sakinleştirmek için boşta olan elimi yüzüne yerleştirdim. Baş parmağım yanağını okşadı. "Caner, kişisel düşünüyorsun. Onu kıskanıyorsun ama kıskanacağın hiçbir şey yok."

Bakışlarındaki öfke silindi fakat yerini küçümseyici bir ifade aldığında bunun daha kötü olduğuna kadar verdim. "Bir piç kurusunu asla kıskanmam," diye fısıldadı, yüzüme yaklaştı. "Ama seni, bakışlarını, yüzünü de başkasıyla paylaşamam." Kolumu bıraktığında eli yüzüme dokundu, parmakları tenimi okşadı. "Benim onunla savaşmama neden olma çünkü kaybeden o olur ve her şeyi mahvederiz Helin."

Onu küçümsüyordu, onu kimseyi küçümsemediği kadar çok küçümsüyordu. Yankı Sarca'yı küçümsemek aptallıktı ama bunu ona söylemek yerine, “Biliyorum," deyip onun egosunu okşadım. "O senin zekânı ve gücünü alt edemez."

Yüceltilmiş bir özgüvenle gülümsediğinde elimi yüzünden indirdim ve onun gülümsemesine karşılık verdim. "Fakat yine de kurtuluşun yok," dedi düz bir sesle. "Senden bir bilgi bekliyorlar onlar hakkında. Bu kadar gündür hiçbir sonuca ulaşmamış olman dikkat çekici."

Derin bir nefes alıp, “Size ulaşmamamın bir nedeni de bu," dediğimde gözlerine yine o tehditkar bakış yerleşti. "Onlar hakkında neye ulaşmak istersem engelliyorlar. Son olayı biliyorsundur, bir uyuşturucu baronunu devirdiler ve Tankut diye bir adamı ellerine aldılar. Kasadan kırk bin çaldılar, araba çaldılar..."

"Bunları geç," dedi elini sallayıp beni susturarak. "Bunlar bilindik ve saklamadıkları durumlar. Bize bilmediğimiz, onların içinden olan bir şey ver."

Ne kadar çabalarsam çabalayayım ona herhangi bir şey sunana kadar beni bırakmayacağını ve burada kapana kıstıracağını biliyordum; onu senelerdir tanıyordum. İstediklerine ulaşana kadar kedinin fareyle oynadığı gibi oynardı. "Aslında bir şey biliyorum," dediğimde gözleri heyecanla açıldı. "Bu önemli midir bilmiyorum ama hepsinin günlükleri var. Öyle bir kural edinmişler, küçüklüklerinden beri günlük tutuyorlar."

Caner parmağını şaklattı ve adeta parladı. "İşte bu." Pencerenin kenarından çekildi. "O günlüklerden birine ulaşacaksın ve iki gün içerisinde onu bize getireceksin."

Yüzümü buruşturdum ve "Bu imkânsız..." diyeceğim sırada beni yine susturdu. "İmkânsız diye bir şey yoktur Helin, bizim için imkânsız yoktur, biliyorsun." Her zaman olduğu gibi çekinmeden ve izin dahi almadan beni kolumdan sertçe tutup çekti, dudaklarını alnıma yasladı. Düşündüğümden daha uzun süre ıslak dudaklarını alnımda tuttuktan sonra geri çekilirken, “Sadece iki gün," diye fısıldadı. "Sakın üçüncü güne bırakma. Neden mi? Sana ne kadar köpek gibi âşık olursam olayım canını yakmaktan çekinmem, biliyorsun."

Aklıma sadece ve sadece Yankı’nın rol yaptığımız zaman dudaklarını alnıma dokundurduğu gelmişti. Bir oyunun içinde olsak bile ne kadar da nazikti fakat şu an Caner’in yaptığı, kendimden bile tiksinmeme neden olmuştu.

Yüzünü yüzümden uzaklaştırdı ve beklentiyle bana baktı. "Tamam," döküldü sadece dudaklarımdan. Onun yanından hızlıca geçip yatağın üzerindeki valizi indirdiğimde dolabımın içinde ne kaldığı bile umurumda değildi, çabucak bu odadan çıkmak ve Caner'den kurtulmak istiyordum.

Onun bana karşı olan hisleri hiçbir zaman umurumda olmamıştı. Aslında Caner, Ekip’in de çok umurunda değildi. O sadece bir öfke silahıydı.

"Ve sana her zaman ulaşacağım," dediğinde valizi sürükleyerek odadan dışarıya çıkıyordum, o ise odada kalmıştı. "Telefonunun ikinciyi çalmasını istemiyorum."

Durdum, sırtım ona dönük bir şekilde, “Caner," diye soludum. "Sana tamam dedim fakat üzerime gelmekten vazgeç çünkü sen de biliyorsun ki ben öfkelenirsem değil sen, Ekip bile beni durduramaz."

Cevap vermesini beklemedim, sert bir şekilde kapıyı açtım ve kendimi dışarıya attım. Biliyordum, söyleyecek bir şeyleri olsaydı çoktan kolumu kavramış beni yolumdan döndürmüştü ama peşimden gelmiyordu. Ondan çekinmiyordum, ondan hiçbir zaman çekinmemiştim ama Caner'in benden çekindiği hatta korktuğu zamanları olmuştu, bunu biliyordum.

Asansörden aşağıya indiğimde kapıdaki memur kadın bana selam verip bir şeyler söyledi ama onu duymazdan gelerek yurttan dışarıya çıktım. Yankı'nın arabasına doğru yürürken beni gördü ve yaslandığı yerden doğruldu. Yüzü ilk başta yüzümde gezindi ama sonra vücuduma baktığında gözlerindeki boş bakışlar değişti, gözleri kısıldı. Bana doğru hızlı adımlarla yaklaşırken, “Helin," dedi ve tam karşımda durduğunda yaralı olan kolumu tuttu. Acıyla inlediğimde dakikalardır hissetmediğim acıyı şimdi hissediyordum. "Kolun kanıyor." Dişlerini sıktı ve kirpiklerinin arasından bana bakarken gözleri yakından yüzümü inceledi. Parmakları kolumdan yüzüme tırmandı ve az önceki sert ellerin aksine yumuşak bir şekilde çenemi tuttu. "Ne oldu?"

Yüzümde kızarıklıklar olmalıydı, küçüklüğümden beri hasar gördüğüm anda çok çabuk kızaran hatta moraran bir yapıya sahiptim. Ona yalan söylemek istemediğim için, “Buradan gidelim mi?" diye sordum ve yine o lanet olasıca sesim titredi. Yankı'nın karşısında ben bile anlamadan nasıl böyle gardımı düşürebiliyordum, aklım ermiyordu. Onun karşısında her acı çektiğimde ağlayacak, dengemi kaybedecek, gerçeklerimi ona gösterecek miydim?

Kafasını olumsuz anlamda iki yana salladı ve baş parmağı çenemi havaya kaldırdı, boynumdaki izleri gördü. "Bana neler olduğunu söylemediğin sürece buradan bir adım bile atmayacağım." Sesinde endişe vardı, samimi bir endişeydi, bana yönelik bir endişeydi. Gerçek ve beni olduğum gibi kabul eden bir endişeydi. "Sana bunları kim yaptı?"

Gözünü yurda doğru çevrildi ve bir anda elini yüzümden çekerek oraya doğru ilerledi. İlk defa onu böylesine düşünmeden hareket ederken pervasız bir şekilde görüyordum. Birkaç saniye arkasından şaşkınlıkla baktım ve tam yurt kapısının önüne geldiğinde peşinden koşup kolunu tuttum. Memur ikimize bakarken onun duyamayacağı şekilde, “Lütfen, Yankı," diye fısıldadım. "Lütfen gidelim."

Çenesi kasıldı, kaşları çatıldı. "Kimse sana zarar veremez," dedi tek bir nefeste. Afallamış bir yüzle onun yüzüne baktığımda sanki büyük bir duvara çarpmıştım ve o da bunu anlamıştı. Beni bu derece önemsemiş olabilme ihtimalini düşünürken hızlıca, “Kimse bizim yanımızdaki birine zarar veremez," diye hızlıca düzeltti fakat gözlerini kaçırdı. “Bu sefer oyun değil, biliyorum. Birisi sana zarar vermeye çalıştı.”

Kendisinin içsel bir hesaplaşmadan dökülen bu cümleleri, kalbimi öyle bir attırmıştı ki kolumun acısını bile unutmuştum. O an bir daha asla yapamayacağım, yapmaya cesaret edemeyeceğim bir şeyi yapıp, “Sana bende durduğu sürece canımı yakacak bir şeyi vermek istiyorum," dedim. Arkaya valizimin olduğu yere yürüdüğümde peşimden geliyordu. Fermuarı açtım ve mektubu çıkarıp ona uzattığımda üzerinde düşünmemeye çalışıyordum çünkü düşünürsem bunu yapmayacağımı biliyordum. "Soru sorma, üzerinde düşünme. Sadece bu mektubu okursam mahvolacağımı bil ve mahvolmamı istemiyorsan benim için bu mektubu sakla." Elim titriyordu. "Dizlerine bile kapansam bu mektubu bir daha bana verme ve sen de asla okuma."

Yankı, beklediğimden daha uzun süre düşündü ve benim yerime, mektuba baktı. Mektubu tutan elim titremeye devam ederken aklından geçeni görebiliyordum. Beni bu hale getirenin mektubu bana veren kişi olduğunu düşünüyordu. "Neden bana veriyorsun?" diye sorduğunda o mektubu almak istemediğini fark ettim.

"Çünkü senden başka güvenip bunu verebileceğim kimsem yok," dediğimde bakışları hızlıca gözlerime kaydı. "Bu mektupta belki de bir kız çocuğunun cesedi var ve ben kendi çocukluğumun cesedini görmek istemiyorum." Sesim titremeye devam ederken onun turkuaz gözlerindeki sahiplenici bakışları daha fazla içlenmeme neden olmuştu.

"Bana güvenmen için hiçbir şey yapmadım." Net bir sesle kurduğu cümlesine gülümsedim.

"Güvenmemem için de hiçbir şey yapmadın ve ben sana bu konuda güvenmeyi tercih ettim, önemli olan da bu."

Bir anda elimden mektubu çekip aldı. "Benim omuzlarımda zaten tonlarca yük var," dedi umutsuz bir sesle. "Ama hissediyorum. Bir kız çocuğunun yükü, zamanı geldiğinde diğer yüklerimden daha ağır olacak ve ben sırtımı bile doğrultamayacağım."

Ağır olduğunu biliyordu belki de katlanılamayacak kadar büyük bir acı olduğunu hissediyordu ama benim yükümü sırtlanmaktan ve sonrasında büküleceğini bilerek kabullenmekten çekinmedi. O an belki de Yankı'ya hayatım boyunca yapabileceğim en büyük bencilliği ve kötülüğü yaptım, sırtına bir yük daha yükledim ve biliyordum, bir gün o mektubu benim değil de onun okuyacağına emindim.

Yine de ona bu konuda güvenmeyi tercih ettim çünkü güven bir tercihti; ben Yankı Sarca’ya güvenmeyi tercih etmiştim.

***

Sokak Nöbetçileri'nin bütün üyeleri kapıda durmuş Mutlu'nun artık aşağıya inmesini bekliyorlardı. Çaprazımda duran Lâl artık benimle hiç ama hiç göz teması kurmuyordu fakat bugün diğer günlerden daha keyifli olduğunu hissedebiliyordum.

Yankı'yla yurdun önünden ayrıldığımızdan beri tek bir kelime dahi konuşmamıştık. Yol boyunca ikimiz de sessizliğimizi korumuş, evin önüne geldiğimizde de o beni bırakıp gitmişti. Işık koluma pansumanı yaparken nasıl tekrardan kanadığını sormamıştı, bunu da daha önceden bir şekilde Yankı'nın onu uyarmasıyla olduğunu düşünmüştüm. Eşyalarımı yine Lâl'in fotoğraflarını banyo ettirdiği odaya koymamı istemişti Işık ve o kırmızı ışıklı odaya girip, birkaç parça kıyafet aldıktan sonra çıkmam bir olmuştu.

Üzerimde kolsuz, siyah bir body altımda dar siyah bir kot pantolon vardı. Ayaklarıma giydiğim topuklu botlarıma rağmen Yankı'nın boyuna ulaşamamıştım. En fazla Mutlu ile aynı boylarda olduğumu düşünüyordum fakat o da ortalarda görünmüyordu.

"Mutlu!" diye bağırdı Bartu merdivenlere doğru. Kaşları çatıktı. "Biraz daha gelmezsen donsuz silkeleyeceğim seni!"

"Geliyorum Bay Asabi!" diye bağırdı. Birkaç saniye içerisinde evin içinde bin sekiz yüz yıllarından kalma bir senfoni çalmaya başladığında hepimiz birbirimize baktık. Işık dışında herkes şaşkındı, Işık ise gülümsüyordu.

"Ve işte karşınızda!" diye bağırdı Işık. Merdivenlerin son basamağına çıktı ve eliyle yukarıyı işaret etti. "Türkiye Prensi Mutlu Sarca!"

"Mutlu Sarca değil!" dedi Mutlu kafasını eğip öfkeyle. "Mutluga Sarcaios!"

Işık ellerini kaldırıp onu susturdu ve boğazını temizleyerek onu "Mutluga Sarcaios!" diye takdim etti bize. Yarım dakika sonra Mutlu merdivenlerin başında göründüğünde gözlerim irice açıldı ve baştan aşağı onu süzdüm. Bartu "Lan bu ne?" demişti ve Işık gülmeye başlamıştı.

Üzerinde simsiyah bir smokin vardı. Papyonu, kuşağı ve gömleği ise Pembe Panter'liydi. Ayaklarındaki beyaz converseleri kıyafetlerine fazlasıyla zıt duruyordu. Saçlarını ensesinde sıkı bir şekilde toplamış, iki yana ayırmıştı. Joleyle sabitlediğine adım gibi emindim. Elindeki viski bardağını havaya doğru kaldırdı, bizi selamladı ve küçümseyici bir sesle, “Sayın halkım!" diye bağırdı. "Bu geceyi sizinle geçireceğim için fazlasıyla müteşekkirim."

"Neysin?" Bartu başını önüne doğru eğdi. "Müfettiş mi?"

Mutlu gözlerini devirdi ve Bartu'yu duymazdan gelerek merdivenleri ağır ağır inmeye başladı. O kadar sevimli görünüyordu ki onun yanaklarını sıkmamak için kendimi zor tutuyordum. Son basamakta duraksadı ve aynı küçümseyici ses tonuyla, “Benimle vakit geçirme şerefine eriştiğiniz için onur duyuyorsunuz, biliyorum fakat ben aynı şeyi söyleyemeyeceğim," diye mırıldandı. Gözleri Bartu'ya kaydı. "Özellikle kendini Grey sanan şu kıro bozması beyefendi yüzünden bir hayli zorlanacağım gibi görünüyor."

Bartu, uzanıp Mutlu'nun ensesine vurdu ve elindeki viski bardağını alıp kafasına dikti. Mutlu şaşkınlıkla ona bakarken kendimi tutamayarak sesli bir şekilde kahkaha attım ve bu anı bekleyen Işık da bana katıldı. "Mutlu," dedim ona gülerek.

"Mutluga, seksi madam," dedi ciddi bir sesle. "Adımı lütfen doğru telaffuz edin."

"Mutluga Sarcaios," dedim ve önünde eğilip ona saygımı gösterdim. "Bizi böylesine onurlandırdığınız için asıl biz size müteşekkiriz."

"Helin." Bartu bana baktı ama onun da dudaklarını birbirine bastırdığını gördüm. "Şunu şımartma. En son böyle şımardığında gecenin sonuydu ve Mutlu fazla alkolden gömleğimin içine kusuyordu."

Mutlu, cilveli bir şekilde güldü ve Bartu'yu duymazdan gelerek elini öne doğru uzattı. Bartu'nun onu basamaktan indirmesini ve elini öpmesini beklerken, “Eğer bu gece benim eşim olursan," dedi, bekledi ardından göz kırptı. "Anladın sen onu Bay Asabi Kıro."

Bartu elini ensesine koydu. "Yankı," dedi sessizce. "Sen mi silkelersin, ben mi ayaklarından tavana asayım?"

"Hayır hayır," dedi Işık ve Mutlu'nun önüne geçti. "Sabahtan beri hazırlanıyor, onu rahat bırakın ve kendini prens gibi sanmasını sağlayın."

Gözlerim Yankı'ya kaydığında eğlenen bir ifadeyle Mutlu'ya baktığını gördüm. "Prens Mutluga," dedi o da bize ayak uydurarak. Bartu hayal kırıklığıyla Yankı'ya baktı. "Artık çıkalım mı? Halkınız sizi bekler."

"Elbette," dediğinde basamaktan aşağıya zıpladı. Benim ve Yankı'nın yanından geçerken ikimizin yüzüne baktı, kapıya doğru yaklaştı. Ardından geriye doğru birkaç adım atıp yine karşımızda durdu. Uzun uzun bizi inceledikten sonra, “Siz öpüştünüz mü?" diye sordu. Gülümsemem silindiğinde, “Halkımın gözlerinden anlarım," diye fısıldadı. "Sizin gözlerinizde öpüştükten sonra daha fazlasını isteyen çılgınlar var. Yatak kırmalar, kırbaçlar, aman Tanrım!" Elinin tersini alnına koydu. "Bu durum idamı gerektirir."

"Mutlu." Yankı tehditkâr bir şekilde gülümsedi ve bana baktı. Çok uzun sürmeden tekrardan Mutlu'ya baktığında, “Seni Osman Amcanın kucağına bırakmamı istemiyorsan yürümeye devam et," dedi. Üzerine giydiği koyu mavi tişörtü gözlerinin rengini daha fazla ortaya çıkarmıştı. "Ve biliyorsun, Osman amca seni idam etmez, daha fenasını yapar."

"Ah lanet olasıca Osmanisko!" diye inledi ve eliyle Bartu'yu yanına çağırırken kapıya doğru yürüdü. "Bartukıç, beni korumaya yeminli askerimsin bugün!"

"Bartukıç mı?" Bartu elini saçlarına geçirdi ve Mutlu'nun hemen yanına gittiğinde çoktan kapıdan dışarıya çıkmışlardı. "Başka bir isim bulamadın mı ulan?"

Mutlu arkaya doğru eğilip Bartu'nun kalçalarına doğru baktı. "Hım," diye homurdandı. "Böyle bir malzemen varken sana başka isim takamadım."

Bartu, Mutlu'yu bisikletine doğru iteklediğinde diğerleri de bisikletlerine doğru ilerlediler. "Ne oldu?" diye sordu Yankı Mutlu'ya alayla. "Atın kaçtı mı Mutluga Prens?"

Mutlu, buna hazırlıksız yakalanmıştı bu yüzden birkaç saniye düşündü ve bisikletine bindikten sonra, “Halkımla eşit durumda olmaya çalışıyorum," diyerek kendini savundu. "Yoksa bir atım var ve o da şu an bisiklete biniyor."

Laf yine Bartu'ya gitmişti ve buna sessiz de olsa kahkaha atmıştım. "Mutlu," dedi Bartu ayağını pedala koyarken. "Seni eşeğim yapmamı istemiyorsan o çeneni kapat."

"Helin," dedi Işık gözlerini açarak. "Seni nasıl unuttuk, bisikletin yok."

"Ben hallederim." Yankı Işık'ı susturduktan sonra gözüyle bisikletini işaret etti ve ona yaklaştığımda, “Önüme binmek istemez misin? Rahatsız gelmeyeceksin bu sefer," diye fısıldadı. Yine gözlerine o alaylı ve tehlikeli ifade yerleştiğinde turkuaz gözlerine bakmaktan çekinmiştim.

"Yankı," dedim ve sertçe bisikletin direksiyonunu tutan elini itekledim. Demire yan bir şekilde oturdum ve bacaklarımı kaldırdım. "Şu sokak ağzından ve imalarından ne zaman vazgeçeceksin?"

Grubun diğer üyeleri pedalları çevirdiler ve bulundukları yerden hareket ettiler. Başımı çevirip ona bakmamı beklediğini biliyordum ama bunu yapmadım. O sırada nefesi saçlarımın arasına karıştı ve dudaklarını da saçlarımda hissettim. Kulağıma doğru "Sokaklarda büyümüş bir adamım ben," dedi alayla. "Alışmak ya da beni değiştirmek zorundasın Leydim."

Yutkunarak, “Hepimiz Mutlu'nun etkisinde kaldık gerçekten," dedim ve Yankı bisikletini hareket ettirdi. "Seni değiştirebilecek kadar güzel bir üslubum yok."

"O halde ikimiz de sokak çocuğu olarak hayatımıza devam edebiliriz," dedi ve gülümsediğini hissettim. "Zaten sana da bir Leydi olmak yakışmazdı."

"Nedenmiş o?" dedim kırgınlıkla.

"Neden mi?" Nefesini yine saçlarımda hissettim. "Erkeğini yere devirmekle tehdit eden bir Leydi gördün mü sen?"

“Erkeğini mi?” diye sordum hafifçe tebessüm ederek. “Kadınını yere devirmekle tehdit eden bir lord olabiliyor da leydi neden olmasın?” Gözlerimi devirdim. “Ve bunu hiç başaramayacaksın.”

Hareketlendi ardından bir elini direksiyondan çekip çenemi kavradı ve yüzümü yüzüne çevirdi. “Bilerek mi yapıyorsun?”

“Neyi?”

“Başkaldırmayı ve meydan okumayı.”

“Ah,” dedim sırıtarak. “Öfkelendin mi?”

"Keşke öfkelendirseydi," diye fısıldadı ve başını hafifçe eğip kirpiklerinin arasından bana baktı. Öfke, kin ya da nefret yoktu. Daha farklı duygular vardı ve turkuaz rengi gözlerindeki ifadeyi silmek için kendisine karşı koymaya çalıştığını hissettim fakat başarısız oluyordu. Gözleri yavaşça dudaklarıma doğru kaydı ve anlık olarak dudaklarımı ıslattığımda çenesi kasıldı.

Diğer eliyle tuttuğu bisikletin direksiyonu hareket etti. Yankı eliyle fren yerlerini öyle sıkı tutuyordu ki hakimiyeti direksiyonu bile titretiyordu. Kontrolün tamamen ellerimde olduğunu hissettiğimde, “Filmlerde böyle sahnelerde erkeğin kalbi hep çok hızlı atar ve düşündüğü sadece kadını öpmek olur," dedim. Yankı bir anda afalladı ve karşılığını aldığında zaferle gülümsedim, o ise gözlerini benden ayırdı, bisikleti hareket ettirdi. "Güzel," dedim önüme dönerken. "Gerçekten öpmek istiyormuşsun."

"Seni var ya..." dedi ve sustu. Devam etmedi, ne geleceğini çok merak ettim. Ona başkaldırmaktan, meydan okumaktan fazlasıyla keyif alıyordum.

On dakika sonra kocaman, bütün sokağı kaplayan beyaz bir çadırın önünde durduğumuzda, “Burası mı?" diye sordum merakla. Sokağı inleten yüksek ses müzik ve kapının önündeki sigara içen, kahkaha atan insanlardan burasının olduğu belli oluyordu. Bir adı yoktu, bir süsü yoktu, bir albenisi de yoktu. Sade bir çadırdı ama içerideki neon ışıklar çadırın duvarlarına çarpıyordu.

"Hey!" dedi Işık ve Mutlu'yu kolundan çekip zıplamaya başladı. "Bugün deliler gibi sarhoş olmak istiyorum!"

Bartu, Lâl'in hemen yanına geçti ve onun kulağına doğru eğilip bir şeyler söyledi. Lâl'in gözleri benimle kesiştiğinde omzunu indirip kaldırdı ardından Mutlu'yla Işık'ın yanına doğru yürüdüler.

"Çok tuhaf bir yer," dedim ve kapıdaki adamların bize el sallayıp gülümsediklerini fark ettim. "Bir gece kulübüne geleceğimizi sanıyordum."

Yankı gülümsedi. "Buradaki herkes birbirini tanır ve bizim gibi olmayan kimse de giremez." Elini sırtımda hissettim, sahiplenici bir şekilde beni yanımızdan geçen erkeklerden korudu. "Osman amca, Önder'in arkadaşı. Beraber burayı kurdular ama her şey Osman amcaya ait." Yüzü yüzüme döndü. "Osman amca ellisinde bir adamdır ve inanılmaz kafadır. Onu bir süreden sonra masaya çıkmış oynarken bulabilirsin."

Kimsenin giremeyeceği konusunda içim rahatlamıştı çünkü Caner'in her anımı izlediğini biliyordum. O an kafama dank etmesiyle beraber yüzümü buruşturdum ve bisikletteki Yankı'yla olan halimizi düşündüm. Tedirginlikle kapıdan içeriye girmeden önce arkama baktım, gözlerim Caner'i aradı ama onu göremedim.

Kapıdaki adamlar Yankı ve benim bileğime bir damga vurdular ardından çadırdan içeriye girmemiz için işaret ettiler. Bir tanesi Yankı'nın omzuna vurdu ve nasıl olduğunu da sordu, bana ise sadece gülümsedi.

Bileğimizdeki damgada S ve N harfleri vardı, iç içe geçmişlerdi.

Sokak Nöbetçileri.

Kendimi Sokak Nöbetçileri’ne ait hissettiğim ilk an, o andı.

Yüksek ses kulaklarımı çınlatacak kadar fazlaydı ve insan kalabalığı o kadar çok vardı ki adım atmakta zorlanıyordum. Bembeyaz çadırın duvarlarında grafitiler yer alıyordu, isimler vardı ve gülümseyen yüzler çizilmişti. Yerler asfalttı. Variller her tarafa yayılmıştı. Bir tane bar tam köşede duruyordu, yanında dj kabini vardı. Birisi kolumdan çekiştirdiğinde korkarak baktım ve Işık olduğunu gördüm. "Hadi!" diye bağırdı. Bizi solda kalan bir varilin yanına götürdüğünde hepsinin daire şeklinde dizildiğini gördüm.

"Yankı," diye bağırdı Bartu, hemen yanına çağırdı. Elini kaldırıp ona uzattığında Yankı da sertçe eline çarptı, omzuyla omzuna vurdu. "Bugün kör olmaya var mısın?"

Yankı güldü. "Hep sen kör oluyorsun," diyerek çenesini dikleştirdi. "Ne zaman kör olduğumu gördün?"

"Arkadaşlar," diye bağırdı Bartu öne doğru eğilerek. O sırada varilin üzerine alkol şişelerini bir adam bıraktı ve hepimize gülümseyerek selam verdi. Bira, votka, viski hatta tekila bile vardı. Yankı değil ama ben kör olacakmışım gibi hissetmeye başlamıştım. "Bugün Yankı'yı kör etmeye var mısınız?"

Işık, önündeki birasının kapağını açıp birkaç yudum aldı ve şişeyi havaya kaldırdı. Hepimiz onun yaptığını tekrar ettiğimizde Yankı hariç şişeler havada tokuşturuldu. "Varız!" diye bağırdı Mutlu. "Yankıtu bugün mahvolacaksın!"

"Yankıtu!" dedim ve gülmeye başladım. Biradan içtiğim büyük yudumlar serinlememe neden olmuştu. Yankı bira yerine viski içmeye başlamıştı ve gülümsüyordu. "Benim adım ne peki?"

Mutlu birkaç saniye düşündü ve sonra parmağını şaklattı. "Helinski," dedi ardından yüzünü buruşturdu. "Helin'in siki gibi oldu ama olsun."

Elimle omzuna vurup, “Hayır!" diye hırladım. "Bir prenses adı gibi oldu bence."

Çevredeki insanlar kendi hallerinde dans ediyorlar, içiyorlar ve birbirlerini bir an bile dikkat etmiyorlardı. O kadar rahat bir ortamı vardı ki bu yeri inanılmaz çok sevmiştim. Normalde insanların olduğu yerde dans etmekten hoşlanmayan ben, şimdi burada dans edebileceğimi hissedebiliyordum.

O anlarda yanımıza yaşlı bir adam geldi ve herkes hızlıca Mutlu'ya baktı. Bu kişinin Osman amca olduğunu anladığımda gülmemek için kendimi zor tuttum. Yankı gibi masmavi gözleri vardı ve boyu benim boylarımdaydı. Kır saçları kıvırcık, ensesine doğru geliyordu. Üzerinde askılı bir pantolon, içinde Tazmanya Canavarlı bir tişört vardı. Bir anlık Mutlu'nun yaşlılığının Osman amcaya benzeyebileceğini düşünüp keyiflendim.

"Çocuklar!" dedi ve elindeki votka bardağını havaya kaldırdı. Hepimiz bardağa tokuşturduğumuzda içmeye devam ettik. "Uzun zamandır gelmiyordunuz." Gözleri bana kaydı ve hemen yanıma gelip ellerimi tuttu. "Ah, senin namını duymuştum. Demek grubun yeni üyesi sensin!" Başımı aşağı yukarı salladığımda Yankı'ya dönüp baktı. "Güzel kızmış."

Utanarak ellerimi ondan kurtardım ve Yankı'yla göz teması kurmamaya dikkat ederek varilin üzerindeki çerezden bir tane ağzıma attım. Bartu "Ah Osman amcacığım," deyip onun omzuna sarıldı ve Mutlu'ya göz kırptı. "Bizim aklımızda hiç yoktu, Mutlu zorla bizi buraya getirdi."

Osman amca Mutlu'yu sona bırakmış gibiydi. Yüzüne utangaç bir gülümseme yerleştiğinde Bartu'nun omuzlarını tutup onu hafifçe itekledi. "Mutlu," dedi sevecen bir sesle. Ona doğru birkaç adım attığında başını önüne eğip adeta cilveli bir bakış attı. "Nerelerdesin kıvırcığım?"

"Biri Osmanisko'ya bana bir adım daha yaklaşırsa onu idam ettireceğimi söylesin lütfen," dedi ve Osman amca Mutlu'yu kendine çekip sıkıca sarıldı. Mutlu dudaklarını oynatarak Bartu'ya 'Bittin sen' dedi ve Osman amcanın sırtını sıvazladı. "Ah Osmanisko amcacığım, dedeciğim, babacığım, yaşıt olmayanım, ellerini öpeyim, ver."

Osman amca gücenerek geriye doğru çekildi ve ellerini Mutlu'nun yüzüne koydu. "Amca deme bana." Parmakları Mutlu'nun saçlarına ilerledi. "Osman de, Osmik de, Osi de."

"Ah be Osmanisko," dedi Mutlu dudaklarını bükerek. "Senle ben Grey'in fakirleşmesi kadar imkânsızız. Senle ben yan yana gelen ve sevişmeyeceğini düşünen Bihter, Behlül kadar imkânsızız. Sen Tazmanya Canavarı'sın, ben Pembe Panter'im. Beni incitirsin sen..."

"Aa," dedi Bartu ve ikisinin arasına girdi. "Neden öyle diyorsun? Uyurken Osman amcanın adını sayıklayan sen değil miydin?"

Osman amca gülümsedi. Mutlu'nun kaşları çatıldı ve büyük bir kasırga geleceğini o an anladım. "Senle ben olamayız. Eğer olursak," dedi Mutlu Bartu'nun yüzüne bakarak. Ardından sırıttı. "Çizgi filmden nefret ettiği halde sırf sevdiği kızın elini tutmak için sinemaya gidip iki saat çizgi film izleyip yine de kızın elini tutamayan o adam kadar kötü bir halde oluruz."

Söylediğini sadece ben, Bartu ve Yankı duymuştuk. Işık ve Lâl diğer taraftaydı, Işık olduğu yerde dans ediyor Lâl de ona alkış tutuyordu.

"Ov," dedi Yankı ve yüzünü buruşturdu. "Bu çok fena bir kapaktı, çadırda sesi inledi."

Bartu'nun ilk başta gözleri açıldı, şaşkınlıkla Mutlu'nun yüzüne baktı sonra bakışları kısıldı. "Bittin sen," diye inledi. "Seni mahvedeceğim." Mutlu'nun üzerine atlayacağı sırada Mutlu geriye doğru kaçtı ve elindeki biranın ağız tarafını kapatarak hızlıca birayı salladı. Şişeyi havaya doğru kaldırdı. Bartu'nun, “Sakın!" diye bağırdığı sırada parmağını ağız tarafından çekti ve köpüren biranın hepsi komple Bartu'nun üzerine fışkırdı. Onunla beraber bizim de üzerimize geldiğinde geriye doğru kaçtık.

Yankı gülmeye başladı ve Mutlu geriye doğru adımlar attı. Çevredeki birkaç grubun dikkatini çekmiştik, gülümsemeyerek bize bakıyorlardı. Ben de Yankı'ya eşlik edip güldüğümde Bartu'nun öfkeden dolayı ne yapacağını şaşırarak etrafına baktığını gördüm. "Bartu," dedim tedirgin ama gülen bir yüzle. "Bu sefer ben bile korkuyorum."

Bartu, hızlıca varilin üzerindeki açılmamış votka şişesini aldı ve "Sana bu şişenin hepsini zorla, kusturana kadar içireceğim," dedi Mutlu'ya. Mutlu'nun gözleri açıldı, bir şişeye bir Bartu'ya baktı ve kafasını iki yana salladı.

"Yankıtu," dedi Mutlu korkuyla. "Lütfen yardım et, yakışıklı bebeğim. Beni bu şeytanın ellerine verme."

"Hak ettin." Yankı gülmeye devam ederken ikinci bardak viskisine içiyordu. "Daha fazlasını yapsa bile durdurmam."

Bartu, şeytani bir şekilde güldü. "Kaçmaya başlasan iyi edersin," diye fısıldadı. Mutlu bu cümleyi bekliyormuş gibi arkasına bakmadan koşmaya başladı ve Bartu da elinde şişeyle onun peşinden gitti. Çadırın içinde, çevresinde insan olmayan varilleri devirerek koşarlarken onları izlemeye devam ettim. Osman amca ise mutsuz bir yüzle yanımızdan uzaklaştı.

"Hey!" Işık bir şeyleri kaçırmanın verdiği mutsuzlukla kaşlarını çattı. "Neler oldu onlara yine?"

"Önemli bir şey yok," dedi Yankı ve göz ucuyla Lâl'e baktı. “Klasik ikili."

Bu konuda bile yalan söylemedi.

“Bartu, Mutlu’nun bisikletine zarar verdiğini mi fark etti?” İkimiz de şaşkınlıkla onlara baktık. “Ah fark etmemiş. Neyse Bartu bisikletini yaptırmaya giderken, Helin’i de götürsün. Helin de kendine bir bisiklet alsın.”

Ne diyeceğimi bilemeyerek Işık'a baktım ve kararsız bir ses tonuyla, “Bisiklet mi?" diye sordum.

"Evet," dedi Işık dirseklerini varile dayayıp üzerime doğru eğilerek. "Beğenmedin mi?"

"Beğenmemek değil..." Gözlerim Işık'tan ayrıldı, Lâl'e baktım ve onun da ilgiyle bizi dinlediğini gördüm. "Ben kullanmayı bilmiyorum."

"Nasıl yani!" Işık o kadar çok şaşırmıştı ki kaşlarımı çatmak zorunda kalmıştım. "Biz küçüklüğümüzden beri bisikletlere bineriz ve en güvenli ulaşım aracının bisiklet olduğu bize öğretildi. Sana kimse öğretmedi mi?"

Sustum ve biradan büyük yudumlar aldım. Bugün art arda yaşadıklarım ve duygu değişimlerim yüzünden çok çabuk sarhoş olabileceğimi hissediyordum ama yine de içmekten vazgeçmiyordum.

Yankı, tek dirseğini varile dayadı ve Işık'a bakan görüş açımı kapatarak, “Gözlerin umutla doldu," dedi. "Bisikletin olmasını ister misin?"

Biranın ağız tarafında parmağımla daire çizerken, “Sanırım evet," diye yanıtladım. "Küçüklüğümden beri bisiklet süren insanlara hep imrendim. Hatta masmavi bir bisikletim olsun istedim fakat hiç olmadı. Büyüdükten sonra da tamamen unuttum. Sizler bana bisiklet hayalimi tekrardan hatırlatıyorsunuz."

Yankı uzun süre yüzümü inceledi. Ne aradığını bilmiyordum ama bir şeyler aradığı belliydi. Bakışlarımı ondan kaçırdığımda, “Ben Bartu'yla Mutlu'ya bakayım," dedi ve geriye doğru çekildi. "Ortalıkta görünmüyorlar, Bartu Mutlu'yu haşlamadan onu kurtarayım."

"Ah, ben de geleceğim," diye inledi Işık. "Mutlu'nun beni kurtarmadın diyerek trip atmasını istemiyorum."

Yankı kafasını salladı ve ikisi beraber gittiklerinde Lâl ile beraber yalnız kaldık. Bakışlarımız bir anda kesişti ve ikimiz de aynı anda başka yöne baktık. Lâl ikinci şişesine geçerken ben de sepetin içinden ikinci bira şişesini çıkardım ve ona bakmayarak, “Sana teşekkür etme fırsatı bulamadım," dedim içten bir sesle. "Kanını verdiğin için teşekkür ederim. Benden nefret ettiğini düşünüyordum."

İnadı boş verip yüzüne baktığımda başını olumlu anlamda aşağı yukarı salladığını gördüm, bu 'zaten senden nefret ediyorum' demekti. "Ah, evet," dedim ve biradan hızlı yudumlar içtim. "O zaman düzelteyim, benim ölmemi isteyecek kadar benden nefret ettiğini düşünüyordum." Bu sefer koyu renk gözleriyle öylece durup bana bakmaya devam etti. Eskisi gibi bakmadığını fark ettiğim an kendimi tutamayarak varilin üzerine koyduğu elinin üzerine elimi koydum. "Sana kötülük yapmamdan mı korkuyorsun? Bunu sana asla yapmam Lâl. Benden nefret etme."

Lâl kafasını olumsuz anlamda iki yana salladı ve gözleri Yankı'nın durduğu boşluğa döndü sonra tekrardan bana baktı. Elimi elimden çekmemişti ama rahatsız olduğunu hissedebiliyordum. "Yankı'ya kötü bir şey yapmamdan korkuyorsun o halde?" dediğimde düz gözlerle bana baktı ama haklıydım. "Neden Yankı?" diye sordum ona kötülük yapmayacağımın güvencesini vermeyerek. "Neden Bartu'ya kötü bir şey yapacağımdan değil de Yankı'ya kötü bir şey yapacağımdan korkuyorsun?"

Sertçe elini elimden çekti ve kaşları çatıldı. Bir adım atıp bana yaklaştığında artık konuşarak benimle iletişim kurmak istediğini anlayabiliyordum. O sırada Mutlu, Bartu ve Işık yanımıza geldiğinde Mutlu'nun gözlerinin baygın baktığını gördüm. Bartu, yarısına kadar boşalmış olan votka şişesini sertçe varilin üzerine koydu ve Mutlu'nun ensesini tuttu. "Ne oldu Prens? Ülken mi çöktü?"

"Yankı nerede?" diye sordum Işık'a.

Birkaç saniye düşündükten sonra, “Birilerine takıldı, gelir şimdi," dedi ve lafı hızlıca değiştirdi. "Bartu, bir fikrim var. Yankı'yı nasıl kör edeceğimizi biliyorum." Bartu, Mutlu'nun ensesini bıraktı ve merakla Işık'a döndü. Lâl'in ben konuştuktan sonra keyfinin kaçtığını hissedebiliyordum. "Papazın kazığı diye bir oyun var. İskambil kâğıtları rastgele önümüze koyuluyor ve kırmızı renk geldiğinde içiyoruz, siyah geldiğinde içmiyoruz. Oyunun asıl önemli noktası ne biliyor musun? Papaz gelen kişi ortadaki büyük kovaya istediği kadar alkol koyabiliyor. Ama!" Heyecanla ellerini çırptı. "Dördüncü papazın çıktığı kişi, o kovadaki alkolün hepsini içiyor."

Bartu hevesle Işık'ı dinledikten sonra güldü. "Şimdi bittin Yankı," diye mırıldandı. Ardından ortalıkta dolaşan garsonu çağırıp iskambil kağıtlarıyla kova istedi. Yankı gelmeden hemen önce iskambil kağıtları ve kova masaya geldiğinde Bartu'yla Işık iskambil kağıtlarını önümüze dağıttılar. Sonuncu papazı Yankı'yla gelecek şekilde ayarladıklarında huzursuzca kıpırdandım, arkasından iç çeviriyormuş gibi olmuştu ve huzursuz olmam o kadar saçmaydı ki. Onun arkasından en fazla iş karıştıracak kişi bendim oysaki.

"Sizi söyleyeceğim," diye homurdandı Mutlu Bartu'ya ters bir şekilde bakarak. "Ve Yankı sana geriye kalan votkayı içirirken sırtına çıkıp seni koşturacağım koca götlü kıro." Konuşurken kelimeler birbirine giriyordu ve sarhoş olduğu çok belliydi. Bartu'ya trip atarken bile çok tatlı görünüyordu.

"Sakın." Işık tehdit ediyormuş gibi Mutlu'nun üzerine yürüdü. "O bize hep böyle tatlı oyunlar yapıyor, sıra bizde. Eğer oyunu bozarsan seninle konuşmam."

Yankı'nın yaklaştığını gördüğümde şişeyi havaya kaldırdım ve dudaklarımı kapatarak, “Sessiz olun," dedim. "Geliyor."

Yankı geldi ve hepimizin yüzüne baktı. Mutlu ve Bartu'yu incelediğinde, “Mutlu," diyerek gülümsedi. "Kör olmamışsın ama kafan yerinde değil gibi."

Kaşlarımı havaya kaldırdım. "Sen onları görmedin mi zaten?"

Işık ellerini havaya kaldırdı ve sorumun arada kaynamasına neden olup, “Oyun oynayacağız," dedi Yankı'ya. Sonra hızlıca oyunu anlattı. Yankı kabul ettiğinde önümüze koyulan alkol dolu sepetten tekila şişesini çıkardılar. Hepimizin önüne tekila bardaklarını koydular sonra bardakları doldurdular.

"İlk ben başlıyorum," dedi Işık ve önündeki kartı çevirdi. "Kırmızı!" diye bağırdı sonra bardağı kafasına dikti. Sonra Mutlu'ya geçti sıra, o çevirdi ve siyah çıktığında hevesle, “Teşekkürler!" deyip ellerini birleştirdi. "Midem bulansın istemiyorum."

Sıra Lâl'e geçtiğinde merakla çıkacak olan kartı bekledim ve papaz çıktığında Bartu "İşte benim Lâl'im," diyerek göz kırptı. "Doldur kovaya içkiyi."

Lâl özür diliyormuş gibi Yankı'ya baktı, Yankı ise neden böyle baktığını belki de anlayamadı. Kovaya bir şişe biranın yarısından daha azını döktüğünde Bartu onu beklemeyerek kartı çevirdi ve kırmızı çıktı. Bardağı kafasına dikti sonra hemen viskisinden de birkaç yudum aldı.

Herkesin gözleri bana baktığında kartı çevirdim ve kırmızı geldiğini kartı kaldırıp gösterdim. Sonra bardaktaki alkolü içtim ve tekilanın yakıcı tadı boğazımdan geçerken yüzümü buruşturdum. Benim arkamdan Yankı da çevirdi ve ona siyah geldiğinde Işık ile Bartu bakışıp gülüştü.

Defalarca tur atlamıştık ve son papazın kime çıkacağı merak konusuydu. En fazla kırmızı çıkan bendim ve başım bozuk bir saat gibi dönerken ışıklar sanki gökyüzünden yüzüme vuruyordu. Ayakta bile zor durabildiğimi yaslandığım varilden anlıyordum. Yankı iki kere fondip yapmıştı ve bir kere ona papaz çıkmış, kovayı alkolle doldurmuştu. Benden daha fazla içen diğer kişi Lâl'di. Onun da bakışları değişmişti ve eliyle ağzını kapatıyordu, midesi bulanıyor olmalıydı.

Hepimiz bir şekilde sarhoştuk ya da sarhoşluğa adım atmaya başlamıştık ama birimizin bile kafasının ayık olduğunu düşünmüyordum. Mutlu olduğu yerde dans ediyor, ona siyah çıktıkça zıplıyordu. Keyfi yerine gelmeye başlamıştı, sırası geçtikçe yan taraftaki insanlara dönüp onlarla dans etmeye devam ediyordu.

Kart çevirme sırası bana geldiğinde, “Şanslıyımdır," dedim kelimeyi zorlukla telaffuz ederek. "Papaz sana çıkacak Yankı Sarca."

Yankı'nın güldüğünü hissettim ama ona baktığımda başım daha fazla dönüyormuş gibi geliyordu. "Ben kendi şansımı kendim yaratırım, Helin Aktan." Omzumu indirip kaldırdım ve kartı çevirdiğimde siyah geldiğini gördüm. Minnetle Bartu'ya baktığımda onun gözleri Yankı'daydı.

"Hadi!" diye bağırdı Işık ve Mutlu'nun omzuna eline atarak dans etmeye başladı. "Çevir bakalım Yankı!"

Yankı kafasını iki yana salladı ve başını önüne eğdi. Yavaş yavaş son kalan kartı eline aldı, çevirdi ve ilk olarak ne geldiğini kendisi gördü. Gözlerindeki ifade değişti, hepimize tek tek baktı ve dudaklarını büktü. Kağıdı bize doğru çevirdiğinde siyah sekiz olduğunu gördüm. "Tüh," dedi yapay bir mutsuzlukla. "İçemeyeceğim." Hepsinin yüzü asılmıştı, şaşırmışlardı. "Nasıl ya?" dedi Bartu Işık'a dönüp fakat Yankı diğer elinde tuttuğu papazı havaya kaldırıp gülmeye başladı.

Sımsıcak gülümsemesine bakarken dirseğimi varile dayamıştım ve elim çenemdeydi. Ne olduğunu tam olarak çözemiyordum ama ne kadar başı dönerse dönsün yine zekâsını ortaya koymuştu. "Benimle oyun oynayabileceğinizi mi sandınız gerçekten?" diye sordu Yankı ve papazı varilin üzerine attı. "Ama madem bu kadar çok istiyorsunuz," kovayı iki eliyle tuttu ve bana baktı. "Kendi şansımı kendim yaratayım ve kör olayım."

Düşünmeden içi bira dolu kovayı dudaklarına yasladı ve içmeye başladı. Dudaklarının kenarından bira akarken masadaki herkes gülmeye başlamış, ben ise onu hayran hayran izlemeye devam etmiştim. Bir dakika sonra kovayı dudaklarından uzaklaştırdı ve derin nefesler aldı. Sonra tekrardan içmeye devam etti.

En sonunda kovadaki içkiyi bitirdiğinde yere attı ve elinin tersiyle ağzını sildi. "Vaov!" diye bağırdı Işık ardından alkışlamaya başladı. Onu takip eden Bartu'yla Mutlu'ydu. Benimle Lâl de alkışlamaya başladığımızda çevredeki insanlar da alkışladı. Herkesin bakışlarının Yankı da olduğunu o ana kadar fark edememiş olmak kafam güzel olmasa canımı sıkardı fakat şu an tek bir kişiye odaklanmak hoşuma gitmişti. Dikkatsizlik bazen çok keyifli olabiliyordu, özellikle dikkatsizliğin sebebi Yankı ise.

"O zaman dans!" diye bağırdı Mutlu ve bir anda Bartu'nun omzuna atladı. Bartu onu sırtından fırlatmaya çalışırken etrafında döndü ve Işık da Lâl'in yanına dans ederek gidip ellerini tuttu. Zaman ilerledikçe herkes daha fazla dans etmeye başlamıştı ve bulunduğumuz yerde benimle Yankı dışında öylece duran kimse yoktu.

Ayağımla şarkıya ritim tutarken bir kol beni çekti ve bu kişinin Mutlu olduğunu gördüm. Ellerimi tuttu ve "Dans et seksi!" diye bağırdı. Ritim duygusuyla dans etmiyordu, kendini kaybediyormuş gibi dans ediyordu. "Zıpla!" dedi ve onunla beraber dans ettim, ne dediyse yaptım ve zıpladık. "Şimdi kıvır." Onun gibi kıvırmaya başladığımda kahkaham kulaklarımda çınladı. Tekrardan zıplamaya başladığında ben de zıpladım. "Kıvır ve zıpla, kıvır ve zıpla! İşte böyle!" Uzun bir süre Mutlu'yla o şekilde dans ettik ve kahkaham bir an bile durmadı.

Osman amca yanımıza geldiğinde ve Mutlu'nun hemen yanında bittiğinde Mutlu dans ederek varilin etrafında dönerek ondan kaçmaya başladı, Osman amca da onu koşarak takip etti. En sonunda Mutlu Bartu'dan destek alarak varilin üzerine çıktı, Osman amcadan o şekilde kurtuldu. Boynundaki papyonunu çıkarıp sallamaya başladığında büyük bir heyecanla ona bakıp dans ediyordum.

Başımı çevirip diğer tarafa doğru dans ettiğimde Yankı'yı gördüm. Hemen yanında Bartu ve Lâl vardı ve onlar da dans ediyorlardı. Lâl'in elini tutan Bartu onu kendi etrafında döndürüyordu. Işık ise Osman amcayı Mutlu'dan uzak tutmak için onun kollarını tutmak için çaba sarf ediyordu; Osman amca varilin üzerine Mutlu'nun yanına çıkmak istiyordu.

Kafamın güzelliğinden miydi, o an hiçbir şeyi düşünmediğimden ötürü müydü bilmiyordum ama Yankı'nın ellerini tuttum ve onu ortaya doğru çektim. Öylece dururken ellerini tutarak zıplamaya başladım. "İşte bu!" diye bağırdı Mutlu bana doğru. "Akıllı biriymiş gibi değil, akılsız biriymiş gibi dans edin!"

"Zıpla ve kıvır!" Yankı'nın ellerini bırakıp dans etmeye devam ettim. Gülümseyerek beni izliyordu ve şarkıya ritim tutsa da bizim gibi dans etmiyordu, yine en aklı başında olanımız oydu. Bu kadar kontrollü olması canımı sıksa da o an değil, sonrasında bunu düşüneceğimi aklıma not ettim.

Ayağım hafifçe burkulduğunda, “Hey!" dedi Yankı ve beni tuttu. "Dikkatli ol, sakatlanacaksın." Tek kolumdan dolayı zaten doğru düzgün dans edemediğimi hissediyordum bu yüzden öfkeyle kaşlarım çatıldı ve öyle dans etmeye devam ettim. Yankı ise çevredeki insanlara benim çarpmamam için mi yoksa onların bana çarpmaması için mi uzaklaştırdığını anlayamadım ama yine sahipleniyordu.

Osman amca Mutlu'ya sesleniyor, onu yanına alması için yalvarıyordu. "Tazmanya Canavarı," diye inledi Mutlu. "Pembe Panter'in pembe kıçından uzak dur artık! Seni istemiyorum!" Çoğu insan Mutlu'nun etrafında durmuş vaziyetteydi, herkes onun gibi dans etmeye başlamıştı ve ilgi odağı tamamen oydu.

Birisi Yankı'nın yanına geldi ve onun kulağına bir şeyler söyledi. Hemen sonra Yankı bir anda bileğimi kavradı. "Gel benimle," dediğinde hızlı adımlarla yürümeye başladı ve ben arkasında adeta sürüklendim. Beni dışarıya doğru yürütüyordu. Ayaklarım birbirine dolanırken defalarca düşme tehlikesi atlatmıştım fakat Yankı öyle hevesliydi ki beni görmüyordu bile.

"Nereye?" diye bağırdım arkasından ama o dönüp, “Sadece yürü!" dedi ve gülümsedi.

Çadırdan dışarıya çıktığımızda buz gibi hava tenimi ısırdı ve havanın aydınlanmaya başladığını, sabaha karşı olduğunu anladım. O kadar çok zaman geçmişti ki bunu fark edememiştim.

Yankı beni çadırın diğer tarafına doğru yürütürken, “Yankı!" diye seslendim. "Neler oluyor?"

"Sus," dedi ve çadırın arka tarafına götürdü. "Konuşmaya devam edersen yaptığımın farkına varacağım ve vazgeçeceğim."

Sustum ve götürdüğü yere doğru yürüdüm. En sonunda bir anda önümde durdu ve görüş açımı kapattı. Sorgulayan bir ifadeyle yüzüne bakarken, “Daha önce kimseye sürpriz yapmadım," dedi hızlıca. Gözlerinde çocuksu bir heyecan vardı ve bu heyecanı bana da bulaşmıştı. "İlk defa sana sürpriz yapıyorum ve bunu neden yaptığımı bilmiyorum. Sadece istedim, bir kez olsun düşünmeden hareket etmek istedim ve sana bunu aldım." Önümden çekildiğinde gözlerim ilk olarak boş yola takıldı ama bakışlarım aşağıya doğru indiğinde bir bisikletin kaldırıma dayalı şekilde durduğunu gördüm.

Dudaklarım aralandığında bir adım atıp bisiklete doğru ilerleyecek gibi oldum fakat sonra durup yanımda olan Yankı'ya baktım. "Nasıl," dedim ve elimle ağzımı kapattım. "Ama biz daha bugün konuştuk, nasıl?"

"Bugün öğlen almıştım zaten," diye açıkladı. "Ve buraya getirttim. Eğer şimdi aldırsaydım rengi siyah değil mavi olurdu." Hayatımda hiç mutlu olmadığım kadar mutlu hissediyordum, yüzüm ne haldeydi bilmiyordum ama kalbim göğüs kafesimi kıracak kadar hızlı atıyordu. "Mutlu olmadın mı?" diye sordu masum bir şekilde. "Boyarız. Maviye boyarız bu bisikleti, üzülme."

"Üzülmek mi?" dedim titreyen bir sesle ve bakışlarımı ona çevirdim. "Yankı ben..." Yutkundum, gülümsedim ve aynı anda gözlerimin dolduğunu hissettim. "Teşekkür ederim, daha önce kimse bana sürpriz yapmamıştı, kimse bana hediye almamıştı." Ona doğru bir adım attığımda, “Çok mutluyum," diye fısıldadım.

Yankı gülümsedi ve kızarmış olan turkuaz gözlerini kıstı. Onu tanıdım tanıyalı ilk defa gardını indirdiğini yeni görüyordum, bana sarıldığında bile gardı inmemişti ama şu an gardını indirmiş, tam karşımda duruyordu. Bunu neden yapmıştı bilmiyordum ama bana kendimi yine önemli hissettirmişti.

"Kendini küçük bir kız çocuğu gibi hissetmekten çekinme," dediğinde parmakları önüme gelen bir tutam saçı kulağımın arkasına itekledi. Heyecandan tir tir titriyordum. "Tekrardan o yaşlarına dön, masmavi bisikletine bin ve o yaşlarını güzelleştirelim."

Gülümsedim, gülümseyişime karşılık verdiğinde başımın dönmesi, sarhoşluk ya da ayakta zar zor durmak umurumda bile değildi; ben de onun gibi düşünmeden hareket etmek ve şu an içimden ne geçiyorsa onu yapmak istedim. Bakışlarım kurumuş olan dudaklarına kaydığında tekrardan yutkundum. Kalbimin bile hızlı atışlarından dolayı duracağını düşündüm. Göğüs kafesim kalkıp iniyordu, nefesim ise Yankı'nın yüzüne çarpıyordu. Ona biraz daha yaklaştığımda, “Güzelleştirelim," diye fısıldadım.

Gözlerimi kapattım, ne olacağı umurumda değildi, zaman o an durmalıydı.

"Helin," diye bir ses duydum ve o sesin zihnimin içinden geldiğine inanmak istedim. Gözlerimi açmadım, o sesi zihnimden uzaklaştırmak istedim ama yaklaşan adım sesleri gerçeklerin içinde olduğumu bana haykırıyordu. Yankı'nın yüzüme çarpan kesik nefesleri uzaklaştığında gözlerimi aralayıp sağa doğru baktım ve bize doğru yürüyen Caner'i gördüm.

Hemen yanımızda durduğunda bakışları bir an bile olsun bana uğramadı ve direkt olarak Yankı'ya döndü. Elini öne doğru uzattığında, “Kendimi tanıtayım," dedi aşağılayıcı bir ses tonuyla. Yankı'nın nasıl bir ifadede olduğunu bilmiyordum, ona bakamıyordum fakat karnım acıyla kasılıyordu. "Caner. Helin'in sevgilisiyim."