logo

23. ÇIKMAZ SOKAKLAR

Views 313 Comments 1

Koza'nın güncesinden...

15.09.2008

İnsan içinde iki kişiyi taşır, derdi beni büyüten kişi. Hangi tarafı seçeceğine ise sen karar verirsin.

Tanrı, bu iki kişiyi benim içime hapsettiğinde renklerini de verdi: kahverengi ve mavi.

Bir tarafta toprak var; mezarlıklar ile ölümler, solmuş çiçekler, ağlayan yüzler ve duygular. Korkular var, korkular. Endişeler, öfkeler ve bir o kadar nefretler.

Kahverengimde acılar var.

Bir tarafımda gökyüzü var; denizler ile okyanuslar, şimşekler, yağmurlar ve karlar. Korkusuzluk var, korkusuzluk. Başkaldırı, güç ve bir o kadar inanç.

Mavimde acımasızlık var.

İnsan içinde iki kişiyi taşır, derdi beni büyüten kişi ama sonra başka bir cümle daha söyledi: "Artık tarafını seçme vakti."

Buradayım, tarafımı seçiyorum ve düşmanımın gözlerinin içine acılarımla değil, acımasızlığımla bakıyorum.

Buradayım, duruyorum ve sadece gülümsüyorum.

Buradayım ve kahverengiyi görmezlikten geliyorum, ben sadece canım yanmasın istiyorum.

Buradayım ve başlıyorum; sokaklarımı yok eden herkesin sokaklarını talan etmeye geliyorum.

"Sadece Koza"

Bir insanın gözlerinden okuyabileceğiniz duygular vardır: korku, endişe, öfke, nefret; mutluluk, sevinç, heyecan, sevgi. Bunları okuması en basit duygulardır çünkü gizlemesi fazlasıyla zordur.

Ama ne olursa olsun okuyamayacağınız duygular da vardır; ne olduğunu bilemeseniz de sizi kemiklerinize kadar titretip yutkunmanıza neden olacak duygular. İsim koyamazsınız ama nefesini daima hissedersiniz.

Yankı Sarca'nın gözlerinde ilk defa hayatım boyunca çözemeyeceğimi düşündüğüm bir ifade vardı ve bu ifade, babasına bakarken canlanmıştı.

Öfke? Değildi. Kin? Değildi. Nefret? Hiç değildi.

Baktığı yönde dört adam vardı ve ellerindeki şampanya bardaklarından içkilerini yudumluyorlardı. Aralarında geçen konuşma oldukça derinmiş gibi görünüyordu ki hiçbiri onlara bu derece dikkatli bakan adamı fark edemiyordu.

Yankı'ya hangisinin babası olduğunu sormama bile gerek kalmadı çünkü direkt anladım.

Kumral saçlarının arasına kır saçlar serpiştirilmiş, uzun boylu bir adam. Zayıftı ama duruşu öylesine sağlamdı ki hiçbir şey onu zayıflığına rağmen deviremez gibiydi. Gözleri masmaviydi ama Yankı'nın gözleri kadar açık değildi, daha koyuydu. Çekik gözlerini tamamlayan küçük bir burnu ama kalın dudakları vardı. Çenesi Yankı'yla aynıydı.

Yankı Sarca babasının tıpatıp kopyasıydı ama benim onun babası olduğunu anlamamın nedeni fiziksel benzerlikleri değil, etrafa yaydıkları enerjiydi. Rahat durmaya çalışmaları, sıkılgan gülümsemeleri ve umursamaz bakışları aynıydı. Konuşulan hiçbir şey umurunda değildi ama umurundaymış gibi başını art arda sallıyordu babası.

Bardağını dudaklarına yaklaştırıp içmesi bile babasının kopyasıydı. Yankı gibi yenmiş tırnakları vardı ve parmaklarının etrafını kan toplamıştı.

Adam bardağı dudaklarına yaslayıp içeceği sırada bakışlarını yanındaki adamlardan ayırıp bizimle göz göze geldi; şampanya bardağı öylece dudaklarında kalmış, direkt Yankı'ya bakıyordu.

"Bizi gördü," dedim kısık sesle. "Onunla konuşuyor musunuz?" Yankı hiçbir cevap vermedi ama babası, şampanya bardağından birkaç yudum alıp aşağıya indirdiğinde kaşları havaya kalktı.

Gözlerim etrafa kaydı, köşede bir tablonun önünde duran Bartu ile Lâl'e baktım; onların gözleri de Yankı'daydı. Bartu yumruklarını sıkmıştı; bir kavga çıkacağından değildi, onu öfkelendiren bir şeyler olmuştu. Lâl'in kaşları çatıktı.

"Yankı." Bu Bartu'nun kulaklarımızdaki sesiydi. "İstersen hemen buradan çıkabiliriz."

"Çıkabiliriz mi?" Işık'ın sesi daha öfkeliydi ama görünürlerde yoktu. "Hemen çıkalım. Burada daha fazla durmak istemiyorum."

Gözlerim Yankı'ya döndü. Babasını izlemeye devam ediyordu, kardeşlerinin sesini duysa bile cevap verme gereği görmüyordu.

"Yankı," diye mırıldanıp elimle kolunu tuttum. "Bir şey söyler misin?"

Yankı çenesini daha havaya kaldırdı; bu babasına bir meydan okuma değildi, bu kendi duygularına bir meydan okumaydı. Onu bulunduğu durumdan çıkarmak istedim fakat şu an yapabileceğim hiçbir şey yokmuş gibi görünüyordu.

Yankı itaatkâr bir şekilde başını hafifçe indirip kaldırdıktan sonra babasına âdeta büyük bir saygıyla selam verdi ve elini belime koyup yürümeye başladı.

"Yankı, bunu yapma." Bartu yürümek için adım attı ama Lâl onun kolunu tuttu.

Neler oluyordu? Işık zaten ailesiyle görüştüğünü söylemişti, şimdi neden böyle davranıyorlardı? Tedirginlikle uzakta duran Işık'a baktığımda o bana sanki onu engelle dermiş gibi bakıyordu.

"Yankı," dedim fısıldayarak. "Buradan çıkalım mı?"

Eli belime daha fazla baskı yaptı ama bu baskı yürütmek için değildi de sanki benden destek almak istiyormuş gibiydi. Adamların ve babasının yanına yürürken adımlarını yavaşlattı, sonra gözleri bana döndü. Asla anlayamayacağım bir ifadeyle sanki bütün hayatımı kapsayacak bir cümle kurdu: "Bugün hep yanımda kal, olur mu? Bugün yanımdan bir adım bile uzaklaşma."

"Kötü bir şeyler olacak," dedim soluk bir sesle. "Öyle değil mi?" Turkuaz gözlerindeki bakışları yumuşatmak istedim ama olmadı.

"Kötü şeyler sadece benim için olacak," dediğinde tam gözlerimin içine baktı. "Ama ben bunlara meydan okumayı öğrendim." Gülümsedi, sıcak bir gülümsemeydi ama içinde acı da vardı. "Şimdi sen yanımdasın. Bir kere de seninle beraber meydan okuyalım mı?" Soruyu sorarken öylesine kalbine dönüktü ki zamanı ve yeri bile umursamadan ona sarılmak istedim.

Anladım. Kötü şeyler olacaktı, hem de çok kötü şeyler olacaktı ama bu fiziksel değildi, ruhsaldı. Yankı Sarca'nın canı yanacaktı; ben belki de fiziksel olarak canı yansın isteyecektim çünkü ilk defa benden ona destek olmamı istiyordu.

"Söz vermeyecek misin yanımda kalmaya?" dediğinde gözlerindeki o ifadeye hayal kırıklığı uğradı. "Yine söz vermeyeceksin." Elini tutmamı istemişti, tutmamıştım; o ise reddedilmeyi beklemeden ellerimi tutmuştu. Şimdi yine aynısı olacak sanıyordu.

Kolunu tutup yüzüne yaklaştım. "Kötü şeyler sadece senin için olmayacak," dediğimde parmaklarım kolunu kavradı. "Kötü şeyler ikimiz için de olacak çünkü ben bu gece yanından hiç ayrılmayacağım. Söz vermeyeceğim Yankı. Elini tutacağım. Senin yaptığın gibi."

Yankı cümlelerim bitince elini kaldırdı ve yüzüme dokunmak istedi ama o an, iki kardeşi oynadığımızı hatırlayıp dudaklarını birbirine bastırdı, elini indirdi. "Bu borcun olsun," dedi kısık sesle. "Bir kere yüzünü ellerimin arasına alma borcum var."

Gülümserken kulaklarımda Işık'ın, "Yankı," dediğini işittim. "Seni böyle gören gözlerim gerçekler mi?"

"Gerçekler," diyen Bartu gülümsüyordu. "Yankı, Helin'e düşüyorsun, değil mi? Düşüyorsun, düşüyorsun."

"Bartukıç, lanet olasıca sapık herife ve yanındaki dil atıcı kadına söyler misin, onlarla hayatım boyunca konuşmayacağım ama ağzımın suyunu akıtıyorlar, bunu bilsinler." Mutlu'nun sesi öfkeli gelse de bizi izlerken gülümsediğine neredeyse emindim.

"Teşekkürler Mutlu," dediğimde gözlerim serginin içinde onu aradı ama ortalıklarda yoktu. "Teşekkürler yakışıklı Fransızca öğretmeni..."

"Yankı." Bartu'nun sesi temkinliydi. "Biz buradayız kardeşim, yanındayız."

"Biz buradayız," dedi Işık aynısını tekrar ederek.

"Bartukıç," dedi Mutlu. "Söyle o sapığa, ben de buradayım. Ne olursa olsun, küs olsam bile arkasındayım."

Yankı'nın gözleri kardeşlerinin olduğu tarafa döndüğünde göz göze geldiği kişi Lâl oldu. Onun yüzüne bakarken, sanki desteğini bekliyormuş gibiydi. İlk defa ona da ihtiyacı olabileceğini düşündüm.

"Lâl," dedi Yankı. "Yoksa sen burada değil misin?" Lâl omzunu indirip kaldırdı, sonra başını sallayıp ellerini kaldırdı, bir şeyler söyledi. O birkaç saniyede Yankı'nın gözlerindeki ifadesizlik silindi, yerini şefkat aldı. "İşte şimdi tamamlandım," dedi sıcak bir tebessümle. "Lâl burada."

Bütün Sokak Nöbetçileri'nin gözlerinde Yankı'yı koruyup kollamak isteyen bir bakış vardı ama Lâl'in gözlerinde onu sıkıca kanatları altına almak isteyen bir kadın yaşıyordu. Her an tetikte gibiydi, bir şey olursa ilk onun koşacağından adım gibi emindim ama korumak için değil, Yankı'yı kollarının arasına çekmek için.

Yankı ve Lâl'in arasındaki ilişki, uzanıp dokunabileceğim kadar bile yakınımda değildi.

Daima birbirlerine sırtlarını dayayan iki insanın arasına girmiş gibiydim. Yankı düşerse Lâl kollarımı parçalardı, daha sonra kendi sırtını yakardı kurtaramadığı için.

Bense onların arasına, sırtlarına bıçak saplamak için gönderilmiştim; Lâl'in sırtına bıçağı saplamak istemiştim ama Yankı farkında olmadan o bıçağı elimden almıştı. Lâl'in yüzü artık bana dönüktü, Yankı ise elimde bir bıçak olduğunu biliyormuş gibi davransa da sırtını bana dönmeye devam ediyordu.

O an bunları düşünürken, günler sonra ilk defa onların arasında kendimi fazlalık gibi hissetmiştim ama sonra Yankı'ya bakmıştım ve o bana bakıyordu. Destek bekliyormuş gibi, kardeşlerinden önce benim desteğime ihtiyacı varmış gibi. Belki de ben böyle olmasını istemiştim.

Yankı babasına doğru yürümeye başladığında eli yine belimi tuttu ve beraber öylece yürüdük.

Tam yanlarına gittiğimizde derin konuşma halinde olan adamlar başlarını çevirip bize baktı; Yankı'nın babası ise ilk önce kaşlarını kaldırdı, sonra sımsıcak gülümsedi. Bir anda Yankı'ya bir adım attı, ardından omzundan tutup çekerek sıkıca sarıldığında gözleri Yankı'nın omzunun üzerinden benimle buluştu.

Kaşlarım çatıldığında babasından kesinlikle böyle şefkatli bir hareket beklemiyordum ama öylesine sıcak davranıyordu ki gülümsemeden edemedim. Her şey onun için nasıl kötü olacaktı ki? İstediği babasının sevgisi değil miydi?

Yankı da babasına sarıldığında yüzünü göremiyordum ama gülümsediğine adım gibi emindim.

"Nasılsın?" diye sordu babası geriye doğru çekilerek. Ellerini oğlunun omzuna koyup sıktı. "Seni burada görmeyi hiç beklemiyordum."

Yankı'nın profilden gördüğümde gülümsüyordu ama sıcak bir gülümseme değildi; babasının aksine o fazlasıyla yapmacıktı ve bunu sadece onu gerçekten tanıyanlar anlayabilirdi.

"Sergiyi gezmek istedik," dedi Yankı. "Büyük ihtimalle sen de bu yüzden buradasın. Hiç haberleşemedik, haberleşseydik beraber gelebilirdik."

"Tüh." Babası ellerini Yankı'nın omzundan çekip dudaklarını büktü. "Akşamı seninle geçirmek isterdim ama Suna'yla beraberim." Başıyla ilerideki kızıl saçlı bir kadını gösterdiğinde yüzünü buruşturdu. "Resimlerden anlamasa bile dolaşmak istedi, ben de karşı koyamadım."

Yankı'nın annesi miydi? Kadına dikkatlice baktığımda Yankı'nın annesi olabilmek için fazlasıyla genç olduğunu fark ettim. Yirmi dokuz-otuz yaşlarında bir kadındı; incecik fiziği, upuzun boyu vardı. Simsiyah elbisesi yere kadar uzanıyordu. Kızıl saçları dalgalıydı. Yanındaki onun gibi birkaç kadınla sohbet ediyor, tablolara bakıyordu.

"Ah, Suna," dedi Yankı, o kadına bir kere bile bakmadan, tiksiniyormuş gibi nefesini verdi. "Onunla da selamlaşmak isterdim ama maalesef resimler daha çok dikkatimi çekiyor."

"Mahir." Yankı'nın babasının yanındaki kısa boylu adam başını öne eğdi. "Bizi bu beyefendiyle tanıştırmayacak mısın?" Nasıl görünüyorduk bilmiyordum ama adam fazlasıyla saygılı davranıyordu. Vücut dilleri direkt Yankı'nın babasına dönmüştü. Hepsi ceketinin önünü iliklemişti, Yankı'nın babası hariç. O an, bu kadar saygının bize olmadığını anladım. Söylenildiği gibi fazlasıyla önemli bir adamdı, herkesin önünü ilikleyeceği kadar önemli hem de.

"Elbette," dedi ve Yankı'nın yanına geçip elini omzuna attı. Öylesine göğsünü gere gere konuşuyordu ki Yankı'yla gurur duyuyormuş gibiydi. Onu bu şekilde göstermesi yüzümdeki gülümsemenin genişlemesine neden oldu. "Kendisi benim yetimhanede büyüttüğüm kimsesiz çocuklardan bir tanesidir." Cümle dudaklarından çıkarken gururlu ifadesi devam ediyordu. "Senelerce ona baktım. Annesi ve babası onu terk etmiş, inanabiliyor musunuz? Düşündükçe kanım çekiliyor."

Yüzümdeki gülümseme yavaş yavaş silindiğinde kalbimin ortasına kor gibi bir ateş düştü, bu ateş düştüğü yere delik açtı, o delikten acı aktı; acı bakışlarımdan, Yankı'dan utanan ve onu oğlu olarak kabul etmeyen babasına ilerledi. Onu kabullenmiyordu; ondan yardıma muhtaç bir çocuk gibi bahsediyor, ondan utanıyordu.

Elimi boynuma götürdüğümde kulağımda Bartu'nun küfür savurduğunu işittim. Cümleler canımı öylesine yakmıştı ki bir an desteğe ihtiyacı olan Yankı değil de sanki bendim.

"Evet." Yankı'nın sesini işittim, gözlerim ona döndü ve aynı ifadeyle babasına baktığını gördüm. "Mahir amca muhteşem bir adamdır. Benim gibi çocukları hiç yalnız bırakmaz." Elini öne uzattı. "Poyraz." Babasının yüzünde değişme olmadı. Yankı başını çevirip beni gösterdi. "Kardeşim, Pelin."

"Ah." Kısa boylu adam öne uzanıp Yankı'nın elini sıktığında gözlerine acıma duygusu ulaştı. Diğer üç adam da aynı şekilde ona bakarken saç köklerime kadar canımın yandığını hissediyordum. Adamlar bu sefer de ellerini bana uzattılar. "Senin bu iyi kalbin ne olacak Mahir Bey? Kimsesiz çocuklara zaafın var, bu tanıştırdığın kaçıncı çocuk?"

Adamların ellerine çok kısa bir süre baktıktan sonra tek tek sıktım. Yankı'nın babası karşımıza geçip bizi şöyle bir süzdü. "Poyraz çok küçüktü," diye anlatmaya başladı. "Onu tanıdığımda hiçbir şeyi bilmezdi, terk edilmiş diğer çocuklar gibi öfke doluydu." Yankı'ya imalı bir bakış attı. "Onun öfkesini yok etmek epey zor oldu ama bunu başardık. Şimdi o çok sakin bir erkek çocuğu." Gözlerini Yankı'dan ayırdı, sıkılgan bir nefes verdi. "Yine de ne olursa olsun, ona yeterli gelmediğimi düşünüyorum."

"Hayır Mahir amca," diye lafa atladı Yankı. "Sen her zaman en iyisiydin, bana yaptıklarını asla unutamam." Son cümleyi kurarken babasının tam gözlerinin içine bakıyordu. "Ben unutsam yaşadıklarım unutturmaz. Yaşadıklarım unuttursa çocukluğum unutturmaz. Seni hep hatırlayacağım, başkaldırmayı ben senden öğrendim."

Kısa boylu adamın gözleri bana döndü. "Peki bu kızı?" diye sordu. "Ona da baktın mı?"

Yankı'nın babası lafa girmeden Yankı sözü devraldı. "Kardeşime ben baktım," diye mırıldandı konuyu tamamen benden uzaklaştırarak. "Onu ben büyüttüm."

"Yani Mahir amcan büyüttü," diyen kısa adam küçümseyerek Yankı'ya baktı. "Onun hakkını yiyorsun. Sen kız kardeşini nasıl büyütebilirsin ki? Söylesene, okula gittin mi?"

İçimdeki acı öfkeye dönüşmeye başladığında kaşlarım çatıldı fakat sessizliğimi korumaya devam ettim. "Gittim," dedi Yankı. "Sandığınız gibi yetiştirme yurdunda büyümüş çocuklar cahil değillerdir." Gözlerini açtı. "Onlardan korkmanıza gerek yok, ihtiyaçları olan tek şey küçümsenmemektir."

Bu söylenilenler soruyu soran adamın bir kulağından giriyor, diğerinden çıkıyor gibiydi. "Yetimhanede büyümüş çocuklar elbette cahil değillerdir," diyen diğer adam gerçek bir kibir içindeydi. "Ama onların da normal olmasını bekleyemeyiz, bir kere başında annesi ve babası olmayan bir çocuk ne kadar sağlıklı büyüyebilir ki?" Yüzünde alaylı bir ifade oluştuğunda küçümsemeye çalıştığı ortadaydı. "Sen ve kardeşin sağlıklı büyüdüğünüzü iddia edebilir misiniz?"

"Hayır." Yankı'nın hızlı cevabı ellerimi yumruk yapmama neden oldu. Gözleri babasına döndü ve gülümsedi. "Annesi ve babası olmayan çocuklar daima eksik büyürler," diye mırıldandı. "Ve bu çocuklar ikiye ayrılır: Ya annelerini ve babalarını örnek alırlar, kendi çocuklarını yapayalnız bırakırlar ya da asla anneleri ve babaları gibi olmazlar, çocukları için nefes alırlar." Başını salladı. "Benim bir çocuğum yok ama binlerce kimsesiz çocuğum var. Mahir amca, babama benzememem için bana çok şey öğrettin, öyle değil mi?"

Ağzımı açsam öfke kusacaktım, nefes bile almıyordum bu yüzden. Gözleri bana dönse gözlerimden yanarlardı; öylesine büyük bir nefret duyuyordum şu an bulunduğum yerdeki herkese. Yankı'nın babası, cümlelerin bitiminde kaşlarını çattı ama öfkeli bir ifadesi yoktu, daha çok verebilecek bir cevap arıyor gibiydi.

"Söyle bakalım." Kısa boylu adam öne çıktı. "Resimlerden anlıyor musun?" Gülmemek için kendini zor tutuyor gibiydi. "Yoksa buraya birkaç kadeh bedavaya şampanya içmeye mi geldiniz çocuklar? Ah, bazen ne kadar büyürseniz büyüyün, oyuncağa ihtiyacınız varmış gibi hissediyorsunuz, değil mi?"

"Yok yahu." Kibirli adam kısa boylu adamın omzuna dokundu. "Yetimhanede büyümüş bir çocuk nereden bilsin resimleri?" Gözleri Yankı'nın babasına döndü. "Kesin bu çocuğun buraya girmesinde yine senin payın vardır." Acıma duygusuyla nefesini verdi. "Eğer açsanız ve o yüzden buraya geldiyseniz size yemek ısmarlayabilirim, hatta..." Elini cebine attı ve elli lira uzattı. "Bunu alın, bir şeyler yiyin."

"Amına koyduğumun sikik tipli şeref yoksunları," diyerek Bartu hiddetle nefes aldı. "Yankı, iste hepsinin kafasını tablolara geçirip önümde eşek gibi yürüteyim kardeşim."

Yankı paraya bakarken gülümsedi. Çenesi daima dikti, omuzları daima dikti, duruşu daima dimdikti; onun gücünü kıskanmamak elde değildi. Kim bilir içinde ne fırtınalar kopuyordu ama o, bunu yansıtmamak için elinden geleni yapıyordu. "Teşekkür ederim," dedi sakin bir sesle. "Kimsesiz çocuklar, dilenci değildir." Bana ihtiyacı mı vardı? Desteğimi mi istiyordu? Bunlara gerçekten hiç ihtiyacı yokmuş gibi davranıyordu, artık kardeşlerini anlayabiliyordum. "Aç da değiliz, eğer siz açsanız masadaki çerezlerden birkaç tane ağzınıza atabilirsiniz."

Böylesine sakin, böylesine dikkatli olmayı nasıl öğrenmişti? Onun gibi olabilmek için her şeyimi verebilirdim çünkü ben sıktığım yumruğumu adama vurmamak için ekstra çaba sarf ediyordum.

"Fazla gururlu," dedi adam, parayı tekrar cebine koyup Yankı'nın babasına döndü. "Güzel yetiştirmişsin sahiden."

Haykırmak istiyordum, ayaklarımı yere vura vura onu yetiştirenin sadece kendisi olduğunu söylemek istiyordum; kötü kalplerinden kilometrelerce uzakta olduklarını onlara haykırmak istiyordum.

"Ve söylemeden geçemeyeceğim, resimlerden anlarım," dedi Yankı sakin bir sesle. Sonra önünde durduğumuz tabloyu işaret etti. "Bu tabloya bakınca ne görüyorsunuz?"

Tablonun adı Duvarlar'dı. Yağlı boyayla yapılmıştı, pürüzlü bir tabloydu. Resmin içinde her yerde duvarlar vardı, duvarlar sanki buluttandı. İki tarafa ayrılıyordu, ortadaki yol gökkuşağındandı. O gökkuşağının üzerinde siyah bir gölge vardı, tam karşısındaki duvarda ise bir ışık yanıyordu. O gölge, ışığa yürüyor gibiydi.

Adamlar tabloya döndüklerinde düşünmeye başladılar. İlk konuşan kısa boylu adam oldu. "Gökyüzünü resmetmiş," dedi adam zekâsını bir an bile kullanmadan. "Bulutları, gökkuşağını." Yüzünü buruşturdu. "Ve bir gölge. Bu cennete giden yol olabilir."

"Hayır," diyerek kibirli adam sözü devraldı. "Bu cehenneme giden yol." İşaret parmağını tablonun üzerinde gezdirdi. "Baksana, her yer karanlık."

"Araf." Yankı'yı küçümseyen adam kaşlarını kaldırdı. "Arafın ortasında kalmış birisi resmedilmiş. Her iki tarafta da hem cennet hem cehennem var." Hepsi Yankı'nın babasına dönüp konuşmasını bekledi ama onun gözleri Yankı'daydı.

"Poyraz," dedi babası ve geriye bir adım atıp tablonun önünü açtı. "Sen ne görüyorsun?"

"Yapma Mahir Bey," diyen adam güldü. "Sen bizim aklımızla dalga mı geçiyorsun? Bu çocuğun gerçekten bir fikri olacak mı?"

Dişlerimi sıktığımda bir yandan da yanaklarımı ısırıyordum çünkü kendimi durduramamaktan ölesiye korkuyordum. İlk defa gözlerimin önünde küçümseniyordu, gerçekten küçümseniyordu ve ben onu koruyamıyordum bile.

Yankı söylenilenleri umursamadı, bir adım yaklaşarak tabloyu dikkatlice incelemeye başladı. Elini uzatıp parmaklarını birkaç dakika hafifçe tablonun üzerinde gezdirdi. Kaşları havaya kalktığında, "Bu resmi çizen kişinin Tanrı'ya inancı yok," dedi net bir sesle. "Burada çizdiği, yaşadığımız dünya. Cennetin de cehennemin de bu dünya üzerinde olduğunu söylüyor."

"Nasıl yani?" Yankı'nın babası merakla gözlerini açtı. "Ne demek istiyorsun?"

Yankı parmaklarını bulutlarda gezdirdi. "Bu bulutlar aslında insanlar. Her gün yanından geçtiğimiz, tanıştığımız, sohbet ettiğimiz ve belki de tanımadığımız insanlar. Buluttan olmalarının nedeni, duvar bile olsalar onların içini görebildiğimizden. Yani ressam, insanların içlerini görebildiğini anlatmak istemiş." Derin bir nefes verdi. "Hepsi karanlığa gömülmek istemiş çünkü kendilerini göstermek istemiyorlar, gölgeden saklanıyorlar; gölge onları görürse kötülükler ve iyilikler gün yüzüne çıkar."

Söylediklerini dinlerken tablo bana daha anlamlı gelmeye başlamıştı ve onun keskin zekâsına defalarca hayran olabilirdim.

"Peki ya gökkuşağı?" dedi kibirli adam. "Onun için ne diyeceksin?"

"O gökkuşağı, hayat." Yankı'nın kaşları çatıldı. "Hayatımızın aslında rengârenk olduğunu ama bizim o hayatta bir gölge gibi silik olduğumuzu anlatıyor. Bakın bu gölge," deyip parmağıyla gölgeye dokundu, sonra tam karşısındaki ışıklı duvardan bulutu gösterdi. "Yaşadığı hayatın renklerini fark etmeden karşısındaki duvara doğru yürüyor çünkü o duvarda bir ışık var. Tek bir renk bile olsa, o ışık onu cezbediyor. Neden mi?" Başını adamlara çevirdi. "Çünkü gölgesi daha fazla belirginleşecek, o duvar ona biraz daha gerçek hissettirecek."

Adamlar şaşkınlıkla Yankı'ya bakarken tek şaşırmayan ben ve babasıydık. Hayranlıkla onu izliyordum, babası ise gururlu ifadesini bir an olsun silmiyordu.

Kısa boylu adam direnerek, "Peki ya gölge?" diye sordu. "O ne?"

"Bu resmi anlamayan herkes," dedi Yankı bir anda. "O insanlar daima silik olacak çünkü dar düşünceleriyle diğer insanların arasında sıkışacaklar." Başını resme çevirdi. "Silik bir gölge olmadığım için mutluyum, tabloyu anlayabiliyorum, sizin aksinize." Bu sefer kibirli bakma sırası Yankı'daydı. "Bakın ben o ışığım, siz de bana doğru yürüyorsunuz. Ezerek, ayağınızın altına alarak, küçük görerek." Kendisini gösterdi. "Ve ben sizi gölge olmaktan kurtarmayacağım."

Sessizlik oldu; adamlar birbirlerine baktılar, Yankı ise resme ve ben de ona. O sessizlikte şampanya sesleri, insanların yapmacık kahkahaları umurumda bile değildi.

Yankı Sarca'ya hayrandım, hem de her zerresine. Aklına, duruşuna, daima güçlü oluşuna. Gün geçtikçe artıyordu, ben ona gün geçtikçe daha fazla hayran kalıyordum çünkü aksi imkânsızdı. O hayatımda tanıdığım en mükemmel adamdı.

"Kardeş," dedi Bartu gülerek. "Ben hayatımda çok gol gördüm ama fileleri parçalayan gol çok nadirdir. Ne yaptın, top seyircileri bile geçti."

"Senelerdir Yankı'nın bütün laf sokmalarına denk geldim," dedi Işık keyifle. "Ama bu bambaşkaydı. İzlediğim filmin sonunda evlenmesini istediğim çift beşiz çocuk yapmış kadar mutluyum."

"Bartukıç." Mutlu hâlâ bizimle konuşmuyordu ama gülüyordu. "Sapık herife ilet. Soktu ama geri çıkarmayı unuttu, adamlar hayatları boyunca içlerinde bir pipiyle yaşayacaklar."

Gülmemek için elimle ağzımı kapattığımda adamlar üzerlerine alındılar ama umursamadım bile. Dudaklarını birbirine bastırıp direkt Yankı'nın babasına baktım ve onun da bana baktığını gördüm. Yüzümü dikkatlice incelerken beni tanıyormuş gibiydi. "Anladınız mı?" dedi Yankı gözlerini devirirken. "Sanırım anlamadınız, şaşırmadım zaten. Birkaç gün üzerinde düşünün, not edin, belki anlarsınız."

"Ah," Yankı'nın babası gülümseyerek ortamı yumuşatmak istedi. "O her zaman böyle dik başlıdır, öyle değil mi?"

Kısa boylu adam dudaklarını araladı, bir şeyler söylemek istedi ama sonra susup kaşlarını çattı. O sırada Yankı, "Müsaadenle Mahir amca," dedi. "Biraz serginin tadına varmak istiyorum." Kaşlarını kaldırdı, babasının gözlerinin içine baktı. "Özellikle Hayalet Gözler tablosu. Bu resmi görmek için fazlasıyla sabırsızım."

Babası da oğlunun tam gözlerinin içine bakarken başını yana eğdi. "Hayalet Gözler," dedi nefesini vererek. "O tabloyu görmek için çok sabırsızım, belki o odada tekrar karşılaşırız. Belki de Hayalet Gözler tablosu sadece bir figürandır. Dikkatli ol." O tabloyu ben de istiyorum, eğer orada karşılaşırsak savaşacağız. Anladığım cümle tam olarak buydu.

"Ah," dedi Yankı. "Emin olun ben sizden önce o resme ulaşmış ve çoktan sergiyi terk etmiş olurum." Birbirlerine yaptıkları imalar gerilmeme neden olurken Yankı geriye bir adım atıp diğer adamlara döndü. "Kendinize iyi bakın. Düşünmeyi ihmal etmeyin, bazen beynimizi kullanmak çok işimize yarar."

"Kendinize iyi bakın," dediğimde yüzümde keyifli bir ifade vardı. Direkt kibirli adama elimi uzattım ve sıkmasını beklerken samimi bir şekilde gülümsedim. Adam elimi sıktığında, "Lütfen insanları küçümserken iki kere düşünün, olur mu?" diye mırıldandım. "Söylediğiniz gibi kimsesiz çocukların bazen büyüdüklerinde de oyuncağa ihtiyaçları vardır, siz bir erkek çocuğunun elinde oyuncak oldunuz beyefendi, tebrikler."

Adam elini elektrik çarpmış gibi çektiğinde Bartu kulağımda, "Top seyirciden de geçti, uzaya uçtu," diye hırladı. Işık kahkaha attı.

"Bartukıç," dedi Mutlu. "Söyle patates fantezicisi Helinski'ye, eğer bir pipisi varsa bize söylesin, ona göre davranalım çünkü o da saplamaya başladı."

Gülerek son kez Yankı'nın babasının yüzüne baktım, sonra arkamızı dönüp serginin diğer tarafına ilerlemeye başladık. İkimizin de yüzündeki gülümseme silinmezken, canım onun için yanıyordu, kendim için değil.

"Nasılsın?" diye sordum başımı ona çevirmeden. "Berbat mı yoksa daha mı kötüsü?"

"Sen nasılsın?" diyerek soruyu bana yönlendirdi. "Babamı sevdin mi?" Soruyu sorarken alaya aldığı tınısından bile belliydi ama ben onun gibi yaklaşamadım, direkt yüzümdeki gülümseme silindi. İlk önce ne diyeceğimi düşündüm ama bunu düşünürken gözlerinin yüzümde gezindiğini biliyordum.

"Baban," diye konuşmaya başladığımda olabildiğince söyleyeceklerime dikkat etmeye çalışıyordum. "Bunu beklemiyordum." Gözlerimi ona çevirdim ve rasgele bir tablonun önünde durduk. "Ailenle görüşmeye devam ettiğini söylediğinde ben sanmıştım ki..."

"Sen sanmıştın ki beni kabulleniyorlar." Başını aşağı yukarı salladı ve bakışlarını babasının olduğu tarafa yönlendirdi. "Biliyor musun, onları aslında ben bu şekilde kabulleniyorum."

"Neden?" Soruyu sorarken, yüzünü tutup kendime çevirmemek için ekstra çaba sarf ediyordum. "Bunu neden kendine yapıyorsun? O baban olduğu için mi? Ve annen? O nerede? Annen de mi seni görmezlikten geliyor?"

Bakışlarını babasının olduğu taraftan ayırdı ama bana da bakmadı. Birkaç tablo ilerimizde duran Bartu ve Lâl'e odaklandığında başını bana çevirdi. "Bartu," dedi yüzüme bakarak. "Hayalet Gözler'in olduğu odada kapıda kaç adam vardı, baktın mı?"

Soruma cevap vermeyecekti, kendi özeli olduğu için ısrar edemiyordum ama onu anlamak istiyordum. İstediklerim geçmişi değildi, hisleriydi. Başka türlü yardımcı olamayacakmışım gibi geliyordu.

Yankı diğer planlarda olduğu gibi değildi, bu sefer buraya gelirken gelişigüzel bir plan oluşturmuştu ve zamana yaymıştı. Normalde fazlasıyla dikkatliyken şimdi sorumluluklarından ilk defa vazgeçiyor gibiydi.

"Dört adam değişmeli," diyen Bartu'nun sesi keyifli geliyordu. Başımı onlara çevirdiğimde Lâl'in elini tutmak için çaba sarf ediyordu. "Başka bir kapısı daha var, o kapı tamamen kilitli ve önünde kimse yok."

"O kapı birçok başka kapıya açılıyor." Yankı'nın sesi netti, yüzüme bakmaya devam ediyordu. "Bizim gibi tabloyu almaya gelen birkaç grup orada kilitli kalacaktır çünkü bu sergi, düşündüğümüzün aksine labirent gibi." Derin bir nefes verdi. "Babam şu an burada en çok korkmamız gereken kişi. Bunun üzerine günlerdir çalıştığına eminim."

"Bu sefer fazla plancı değilsin ha?" Bartu alayla güldü. "Normalde her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünürsün."

"Bir kez de zamana bırakalım," dedi Yankı ve o da güldü. "Ve plansız hareket edelim. Daha eğlenceli olacaktır."

Ben de gülüp başımı salladım. "Normalde böyle yapmazsınız, ne değişti?"

Yankı başını omzuna doğru yatırdı ve kaşlarını kaldırdı. "Sadece bir kez olsun olaylar benim dışımda gelişsin istiyorum, bir kez olsun sırtımda büyük bir yük olmasın ve öylesine davranalım." Kimsenin görmediği sırada burnuma fiske vurdu. "Korktun mu yoksa?"

Cevap vereceğim sırada başka bir ses lafı ağzıma tıktı. "Şu an Hayalet Gözler resminin ressamı tam karşımda," diyen Işık heyecanlıydı. "Yanındakilerle bir şeyler konuşuyorlar ve düşündüğümden daha yakışıklı."

Bartu, "Düşündüğünden daha ölü olmasını istemiyorsan ondan uzak dur," diye mırıldandı. Hâlâ Lâl'in elini tutmak için çaba sarf ediyordu, Lâl ise elini ondan kaçırıyordu.

"Onunla konuşup kapıdaki adamlarla uğraşmaya gerek kalmadan tabloya ulaşabilirim Yankı." Işık fazlasıyla istekliydi, nedeni ressam olabilirdi ama bu tehlikeli görünüyordu. "Tek yapmamız gereken, ressamı etkisiz hale getirmek olur."

"Bunu aklından bile geçirme, beynini annemin karnında bırakmış çirkin olan diğer yüzüm." Mutlu'nun sesi öfkeliydi. "Seni görüyorum şu anda, adama cilveli bakayım derken kakasını yapan bebek gibi görünüyorsun."

Bartu bir şeyler söyleyeceği sırada yanlarına başka bir çift geldi ve cümleler ağzının içinde yuvarlandı. Bizden metrelerce uzaktaki Işık'ı görebiliyordum; duvarın kenarına sinmiş, elindeki defterleri sıkı sıkı tutarken alt dudağını dişlerinin arasına alıyor ve ressamın dikkatini çekmeye çalışıyordu, ressamın yüzünü ise göremiyordum.

"Merhaba," dedi Bartu karşısındaki genç adama elini uzatıp. "Beni tanıyor musunuz?"

"Ufuk Bey!" Genç adam heyecanla ellerini birbirine sürttü, sonra büyük bir hürmetle Bartu'nun elini sıktı. "Sizi kim tanımaz! Gece kulüpleriniz, dernekleriniz, eğlence mekânlarınız! Yetmedi, oyun odalarınız!"

"Oyun odaları mı?" Mutlu gözlerimin önüne geldi, şaşkınlıkla Bartu'ya bakıyordu. "Umarım bu oyun odası kırmızı oda değildir çünkü bu beni azdırır Ufuk Beyciğim."

"Hımm." Bartu rahatsız bir şekilde kıpırdandı, Lâl'e dönüp baktı. "Evet." Boğazını temizledi, o an Ufuk hakkında hiçbir bilgisi olmadığını anladım. "Sizinle daha önce tanıştığımızı anımsayamadım sadece."

Genç adam daha fazla heyecanlandı, sonra Lâl'i görmezlikten gelip Bartu'ya yaklaştı. "Beş numaralı pavyonunuz," derken gülümsüyordu. "Dört gün önce oradaydım ve siz de oradaydınız. Bildiğim kadarıyla oradaki 'yetmiş' kadınla birlikte olmanız konusunda nam salmışsınız ama sizi bu şekilde anlatmamışlardı..." Adamın gülümsemesi meraklı bir ifadeye döndü. "Yani bir altmış boylarında, zayıf, sarışın birisi olduğunuzu söylüyordu kadınlar."

Lâl'in yüzünün rengi değişirken elimle ağzımı kapatıp gülmemek için kendimi tuttum ve Yankı'nın da aynı ifadeyle bana baktığını gördüm; burnunun kemerini sıkarken, "Bartu," dedi. "Sana söylemeyi unuttum, Ufuk denilen adam bir numaraları, pavyoncu."

Mutlu kahkaha attı; âdeta kulaklıkla değil, serginin içinde kahkahasını duydum. Birkaç baş ona döndüğünde Mutlu duruşunu düzeltip, "Ah biz Fransızlar," dedi yanından geçen birkaç orta yaşlı kadına. "Durup dururken orgazm oluyoruz böyle, sonra bizi alıyor bir kahkaha."

"Orgazm?" Orta yaşlı kadınlardan birisi durdu. "Siz Fransız mısınız?"

"Ben Fransız," diyen Mutlu çenesini havaya kaldırdı. "Durmadan, sürekli orgazm olurum ve biz Fransızlar gülerek orgazm oluruz." Mutlu bir kahkaha daha atıp yerinde zıpladı. "Bak yine oldu... Belle femme. Tu me fait mal." Mutlu nefesini verdi. "Evet, evet, işte orası bebeğim!"

Yankı gülmeye başlayıp, "İzlediğin pornolardan cümleler söylemeyi bırak," dedi. "Onları korkutuyorsun."

"Sapık herif." Orta yaşlı kadınlardan bir tanesi Mutlu'yu omzundan itekledi. "Ne dediğini anlıyorum!"

"Ah, madame." Mutlu başını iki yana salladı. "Evet, o porno filminde ben oynuyorum, siz de mi izlediniz?"

Kadının sert bir tepki vermesini bekledim ama bu sefer utangaç bir şekilde nefes alıp Mutlu'ya yaklaşarak, "Siz gerçekten o musunuz?" diye sordu. "İnciten Fransız. O sizsiniz, değil mi?"

"Ne?" Yankı'ya baktım. "Neler oluyor?"

"Bir porno yıldızı var," diye açıklamaya başladı Yankı. "Kadınların kalçalarını tokatlamakla meşhur, kadınlar da durmadan, 'Tu me fait mal,' der. Yani, 'Beni incittin.' Adamı bu cümle tahrik ediyor. Mutlu da şimdi onun taklidini yapıyor."

"Lütfen," dedi Mutlu ve beklediği tepkiyi alamadığından geriye kaçtı. "Colbert tarafım size yükselmiyor, Hasan'ım ben. Dümdüz Hasan." Arkasını kadınlara döndü, gözlerini tavana çevirdi. "Neden hep bana bunu yapıyorsun?" diyerek Tanrı’yla konuşmaya başladı. "Neden hep Osman amca ve türevlerini bana gönderiyorsun? Canım yanıyor, anlıyor musun? Canımı yakıyorsun."

"Tu me fait mal," dedi kadın, Mutlu'ya yaklaşıp. "Siz muhteşemsiniz, filmlerinizi seviyorum."

"Ablacığım," dedi Mutlu dönüp. "Hasan'ım diyorum ya, Hasan. Tu me fait mal, değilim. Dümdüz malım ben, git başımdan." Gülmeye başladığımda Mutlu kadınlardan kaçarak diğer tarafa yürüdü.

"Beş numaralı pavyon," diyen Bartu eğleniyordu. "Yetmiş kadın." Bakışları Lâl'e döndü. "Yani bilirsin, benim lakabım da vardır..."

"Delici Terminatör Ufuk derler size," dedi genç adam. "Sizinle de aslında bu delici özelliğiniz hakkında konuşmak istiyorum."

"Biz nereye düştük?" Gözlerim Yankı'ya döndü. "Pavyoncu Ufuk, Fransız Hasan, ikimiz kardeş, pavyoncunun karısı Didem ve ressama yürüyen üniversiteli kızımız..." Düşündüğümde bile aklımı kaçıracak gibi oldum. "Elimize yüzümüze bulaştıracakmışız gibi geliyor."

"Delici Terminatör Ufuk mu?" Mutlu kahkaha attığında eliyle yüzüne birkaç defa vurdu. "Kırbaççı Bartukıç'tan daha fazla tuttum bunu."

"Konuşmak istediğin konu nedir genç adam?" Bartu'nun omuzları kabarmıştı ve Lâl'i arkasına alıp âdeta pavyoncu Ufuk çizgisine girmişti. "Eğer yapabileceğim bir şeyse hemen yapmaya hazırım."

"Bartu, insanlarla oynama..." Yankı ağzının içinde konuştu. "Dikkat çekmeyelim."

"Aslında..." Genç adam eliyle uzakta duran birisini yanına çağırdığında otuzlarının başında, güzel bir kadın onlara doğru yürüdü. Kadının heyecanlı olduğu her halinden belliydi ve adımları oldukça sağlamdı. "Bu sevgilim, Ceren," diyerek tanıttı. "Son zamanlarda aramızda problemlerimiz var." Genç adam rahatsızca hareketlendi. "Bilirsiniz ya," dedi Bartu'nun kulağına eğilerek. "Yatak sıkıntıları."

"Umarım gecenin sonu toplu seksle bitmez," diyen Mutlu heyecanla olanları izliyordu. "Bu gidişle öyle bitecek gibi ama bana yine Osman amca denk gelecek, öyle bir şans."

"Hımm." Bartu ne yapacağını bilemedi, omzunun üzerinden Lâl'e baktı ama Lâl, kızgınlıkla genç adama ve yanındaki sevgilisine bakmaktan başka hiçbir şey yapmıyordu. "Benden istediğin yatak taktikleri mi?" diye sordu. "Yani bunları istiyorsan..."

"Sen ne bilirsin taktik maktik," diyerek homurdandı Mutlu. "Rezil edecek bu bizi, görevi devralmak istiyorum."

Aslında taktik değil, yani..." Bartu öfkeyle Mutlu'nun olduğu tarafa baktı, sonra dişlerini sıkıp genç adamın konuşmasını bekledi. "Sanırım sizi öfkelendirdim," dedi. "Eğer rahatsız oluyorsanız gidebiliriz..."

"Hayır hayır," diyen Bartu ellerini cebine soktu. "Sadece klasik pavyon isteğim tuttu, o kadar. Yetmiş kadın filan. Of, insan özlüyor."

"Ne?" deyip gülmeye başladığımda tabloları inceliyormuş gibi davranmaya çalışıyordum ama bu cümleden sonra adımlarım duraksadı.

"O halde." Genç adam heyecanla nefesini verdi. "Biliyorum; düzensiz, isteksiz giden ilişkilere siz de dahil olup heyecanlı bir hale getiriyorsunuz. Bizim de isteğimiz aslında benim yetersiz olduğum yerde sizin de bize katılmanız."

Hepimizin nefesi kesildi ve donakaldık. Dakikalardır ressamı ayartmak için ona yaklaşmaya çalışan Işık bile uzaktan şaşkınlıkla Bartu'nun olduğu tarafa baktı. Nefesimi tutarken bakışlarım Yankı'ya döndü, gözlerim kocaman açıldı, sonra öyle büyük bir kahkaha attım ki sanki Işık ile Mutlu da bunu bekliyormuş gibi gülmeye başladılar. Yankı ise aynı şaşkın ifadeyle Bartu'ya bakmaya devam ediyordu.

"Bartu," dedi Yankı. "Bu bir fantezi türüdür. Bazı insanlar bunlardan hoşlanır, eşlerini paylaşırlar."

"Ananı avradını, gelmişini geçmişini, seksini pavyonunu, karısını kocasını, işini, maçını, topunu, kalesini," diyen Mutlu uzakta yerinde zıplıyordu. "Fantezisini, ihtiyacını, her zerresini döne döne, resim çize çize..." Derin bir nefes verdi. "Bartukıç'ın iç sesini dinlediniz, iyi akşamlar."

"Nasıl yani?" Bartu direkt bize baktı, sonra anlamıyormuş gibi kaşlarını kaldırdı. "Sen bana toplu seks mi öneriyorsun?"

Adam çok normal bir şeymiş gibi başını salladı. "Evet." Sevgilisinin elini tuttu, yanına çekip Bartu'ya gösterdi. "Tabii, bu sıralar canınız toplu seks istemiyorsa tek başınıza da..."

"Bartukıç, sana ne dediğini anlatayım mı?" diyen Mutlu Işık'ın olduğu tarafa yürüdü. "Diyor ki, ben sevgilime yetersiz geliyorum, sen bu konuda çok iyisin, benim sevgilimle yat, onu mutlu et. O yetmezse gel bir de benimle yat, olmadı üçümüz yatalım diyor."

Bartu yüzünü buruşturdu, kusacakmış gibi oldu.

"Bartu," Yankı rahatsızca hareket etti. "Bir şeyler söylemen gerekiyor. Eğer kim olduğunu belli edersen yanarız. Bu yüzden kabul etmen gerekirse de..." Yankı alayla güldü. "Edeceksin be kardeşim."

"Bekâr adamsın," diyen Mutlu direkt Lâl'e odaklandı. "Kabul et, hayatına heyecan katarsın. Sonuçta seni tutan kimse yok, öyle değil mi?"

"Ne?" Bartu'nun sesi yüksek çıkarken aslında tepkisi Mutlu'ya ve Yankı'ya yönelikti. "Siz kafayı mı yediniz lan?"

"Evet, sizin öğrettiğiniz gibi," dedi genç adam. "Ne düşünüyorsunuz Ufuk Bey? Bizi, beni ya da sevgilimi ister misiniz? Bildiğim kadarıyla bu tarz olayları üç numaralı pavyonunuzda yapıyormuşsunuz."

"Pavyoncu Delici Terminatör Ufuk, üç numaralı pavyonunda çiftin karnından üzümleri yiyor, full HD izle." Mutlu'nun sözlerinin üzerine gülmeye başladım. "Reklamı geç, reklamı geç, reklamı geç."

Bartu yardım bekliyormuşçasına bize bakarak kaşlarını havaya kaldırdı ama genç adam da bize baktığında hızlıca sırtımızı dönüp tablolara odaklandık.

"Ben," dedi Bartu. "Yani ben..." Omzumun üzerinden yine onlara baktığımda Lâl'in öne bir adım attığını gördüm. "Biliyorsunuz, ben sadece erkeklerden..."

Lâl, sertçe Bartu'nun cebinden elini çıkardı, sonra sımsıkı tuttuktan sonra ellerini havaya kaldırdı, ardından orta parmağını gösterdi ve yüzüğünün de görünmesini sağladı, sonra Bartu'nun da göstermesini istedi. Şaşkınlıkla Bartu gözlerini açtığında Lâl, direkt kızın gözlerinin içine bakıp ona doğru büyük bir adım attığında kız geriye kaçmak zorunda kaldı. Rol icabıyla taktıkları evlilik yüzükleri şimdi işe yarayacak gibi görünüyordu.

Genç adam olanları anlayamayıp, "Nasıl yani," dedi ve ellerine odaklandı. "Siz de mi toplu istiyorsunuz? Dört kişi mi yapacağız?"

"Çüş ulan ayı," diyen Bartu özüne dönüp adamı omzundan itekledi. "Ben evliyim, karımı seviyorum ve gayet de güzel giden bir ilişkim var." Lâl'i kendine çekti, sonra başının tepesinden öpüp kaşlarını çattı. "O benim, ben de onunum. Sen de birkaç saniyede toz olmazsan artık bu hayatta olamayacaksın."

Genç adam ve sevgilisi şaşkınlık içinde geriye dönüp hızlı adımlarla oradan uzaklaştıklarında gözlerim Bartu ve Lâl'in birbirlerini tutan ellerindeydi; Lâl öfkeli görünüyordu ama birkaç saniye sonra ne yaptığının farkına vardığında eski haline döneceğine adım kadar emindim.

Bartu Lâl'e dönüp kaşlarını kaldırarak, "Nasıldım ama karıcığım?" diye sordu. Lâl'in önüne gelen saçı arkaya doğru ittirip gülümsedi. "Diğer kadınlar bir yana, sen bir yana. Bu sefer düştün değil mi?" Başını aşağı yukarı salladı. "Düştün, düştün."

"Ben hepinizin özel hayatını bu şekilde dinlemek zorunda mıyım?" Mutlu homurdandı. "Biri birinin yüzünü ellerinin arasına almak ister, diğeri diğerini düşürür. Ben de burada Fransız." Duraksadı. "Gerçekten Fransız..."

"Ben de ressama yaklaşıyorum artık." Işık, diğerlerinin cevap vermesini bile beklemeden ileride tek başına duran, sırtı bize dönük, siyah kapüşonlu ceket giymiş ressama doğru yürümeye başladı. Mutlu onu durdurmak için hızlansa da Işık çoktan onun yanından geçmişti. Bartu ise Lâl’le aralarında olan durumdan dolayı sesleri bile duymuyordu.

Ressamın yanına gittikten sonra gözden kaybolan Işık ve onu engellemeye çalışan Yankı bir süreden sonra sessizliğe gömüldü. Işık’a Yankı’nın son söylediği, “Onu resmin olduğu yerden uzaklaştırırsan en iyisini yaparsın,” oldu. Işık cevap vermedi ama onayladığına emindim. Kulağımızda ise sesi yoktu.

"Eee," deyip tabloların arasında birkaç adım attım, Yankı da beni takip etti. "Şimdi ne yapacağız?"

"Işık'tan haber bekleyeceğiz." Yanımızdan geçen bir garsonun tepsisinden iki tane şampanya bardağı alıp birisini bana uzattı. "Ve babamı izleyeceğiz. Şu an nerede olduğunu görebiliyor musun?"

Sorusunu duymazlıktan gelip, “Işık’ın sesi uzaklaştı,” dedim.

Yankı babasına odaklıydı. “Araya mesafe girildiğinde arada hat kesilebiliyor. Babam nerede?”

Gözlerimi kısmış etrafı incelerken, "Şu an görüyorum," diye mırıldandım. "Çaprazımızda, Suna diye bahsettiği kadınla beraber duruyor. Sırtı bize dönük."

"Güzel." Çenesini kaldırdı, sonra tam karşısındaki tabloya bakarken omuzlarını dikleştirdi. "Şu an burada bize karşı koyabilecek tek kişi, babam. Eğer savaşacaksak da onunla savaşacağız."

Gözlerimi ondan ayırdım ve babasının bize dönük olan sırtını izlerken, "Anlamadığım bir şey var," diye söze başladım. "Babanın o tablonun peşinde olduğunu nereden biliyorsun?" Yankı tam da beklediğim gibi cevap vermedi ama sorum onu rahatsız etmişti. "Ya da şöyle sorayım, baban tablonun peşindeyse onu nasıl alt edeceksin?"

Omzunun üzerinden bana bakıp kaşlarını kaldırdı. "Hangi yüzüme soruyorsun? Sokaklarda büyümüş Yankı Sarca'ya mı? Yetiştirme yurdunda Mahir amcasının yardımıyla büyümüş Poyraz'a mı, yoksa gerçekten onun oğlu olan bana mı?"

"Hiçbir zaman Poyraz olmadın," dediğimde kaşlarım çatıldı. "Hiçbir zaman o sana yardım etmedi, biliyorum."

"Etti." Şampanyasından birkaç yudum aldı. "Evet, cümleleri tamamen yalan olabilir ama ben büyürken bana yardım etti."

"Nasıl yardım etti?"

"Beni sokaklara bırakarak," dedi. "Beni o sokaklarda yaşamaya alıştırarak. Beni, bana unutturmaya çalışarak." Bana dönüp kendisini gösterdi. "En önemlisi, beni bir babanın sevgisinden mahrum bırakarak birçok şey öğretti."

"Hiçbir çocuk annesinin ve babasının sevgisi olmadan doğruları öğrenemez," dediğimde babasına karşı duyduğum öfkeyi gizleyemiyorum. "Ben senin gibi bakamıyorum bu olaylara. Her kötülüğün içinde iyi bir sonuç vardır ama o sonuç yüzünden başkalarını affetmem."

Yankı yüzümü incelerken, "Affetmekten korkma," dedi sakin bir sesle. "Affettiğin insanları unutmaktan kork." Birkaç adım attı ve ortadaki yüksek masaya gittiğinde dirseklerini masaya yasladı, ben de yanına ilerledim. "Böyle bir cümle kuruyorsun ama anneni hiçbir şekilde suçlayamıyorsun, değil mi? Ya da babanı. Çünkü kendi içinde onların hep bir nedenleri olduğuna inanıyorsun."

Eskiden böyleydi, biliyordum ama o kötü insanların olduğu odadan çıktığımda ve kapıya sırtımı yasladığımda artık daha fazla intikam duygusunu hissedebiliyordum, artık daha fazla öfke duyuyordum.

"Eskiden böyleydi," diye açıklamaya başladığımda başımı masaya çevirdim ve çerezlerle oynamaya başladı. "Eskiden, kendini öldüren anneme de beni hiçbir şekilde kabullenemeyen babama da öfke duyamıyordum ama şimdi öyle değil. Öfkeliyim, kindarım hatta nefret besliyorum çünkü benim böyle bir insan olmamın suçlusu, beni hiçbir şekilde istemeyen ailem. Onlar olsaydı ben böyle bir kadın olmazdım."

"Onlar olmasaydı," dediğinde masanın üzerinden bana doğru eğildi. "Sen burada, tam karşımda, öfkeden kızarmış burun ucunla ve parlak dudaklarınla duramazdın. Düşün şu an ikimizi de ailemizin bırakmadığını. Nasıl insanlar olurduk?"

Başımı masadan kaldırıp gözlerinin içine baktım, sonra dudaklarımı ıslatıp, "Bilmiyorum," dedim dürüstçe. "Ailemin üyelerinin nasıl insanlar olduklarını bile bilmiyorum ama benim babam da senin baban gibi varlıklı bir adammış sanırım."

Yankı şampanya bardağından birkaç yudum içip bardağı masaya bıraktı. "Düşünelim," deyip gözlerini serginin içinde gezdirdi. "Eğer ben Yankı olsaydım ama sen bu kadın olmasaydın birbirimizi hiç tanımayacaktık. Şu an belki de ikimiz de bu sergide olacaktık. Ben yine Hayalet Gözler tablosunun peşinde olacaktım, sense öylesine bu sergiye gezmek için gelmiş olacaktın. Yanımdan geçecektin, ikimiz de birbirimizi fark bile edemeyecektik. İnanabiliyor musun? Birbirini tanımayan Yankı ve Helin. Kulağa çok tuhaf geliyor."

"Belki yanımda arkadaşlarım olacaktı," dediğimde ben de onun gibi hayal kurmaya başlamıştım. "Onlarla beraber resimlere bakarken belki de yanlışlıkla sana çarpacaktım."

"Belki göz göze gelecektik," dedi. "Belki de birbirimizin yüzüne bile bakmayacaktık."

Bu düşünceler canımı sıkmıştı. "Belki de yanımda başka bir adam olacaktı."

Yankı şampanya bardağını eline alırken duraksadı ve kaşlarını çatıp, "Hayallerinin içinde başka bir adamın olması canımı sıktı," dedi düz bir sesle. "Bunu yapma. Sen başka bir kadın olsan da daima yalnızsın. Yanında üç tane kız arkadaşın var. Kırk yaşındasın. Evlenmemişsin, evlenmeyi düşünmüyorsun. Hiç kimse de girmemiş hayatına. Öylece yaşıyorsun."

"Hadi ya?" deyip gülmeye başladım. "Sen de bu sırada turkuaz külot partilerinde eğleniyor olmalısın." Gülümsemem yavaş yavaş silindi. "Bu düşünce canımı sıktı, birbirini hiç tanımayan Yankı ve Helin imkânsızmış gibi."

"İmkânsızmış gibi değil," deyip masanın üzerinden bana biraz daha yaklaştı ve ilk önce kendi kulaklığını, sonra benim kulaklığımı çıkardı. "Yarım gibi. Birbirini tamamlayan iki yolun asla kesişememesi gibi. Bu yollar kesişmezse çıkmaz sokaklar bitmezmiş gibi."

Kalbim teklediğinde turkuaz gözleri beni canlı tutan tek dayanağımdı. O an, bulunduğumuz yer bile umurumda değildi, iki kardeşi oynamamız da. Tek istediğim ona dokunmaktı. "Sanırım ne demek istediğini anlıyorum," diye fısıldadığımda parmaklarımı yavaşça onun parmaklarına dokundurdum. "Berbat hayatlar yaşamış olabiliriz, ailelerimiz bizi terk etmiş olabilir ama bunların içinde bile güzellikler var. Benim tek güzelliğim Sokak Nöbetçileri'yle tanışmak oldu. Siz benim çıkmaz sokaklarıma çiçekler ektiniz, bana çiçeklerin nasıl sulanması gerektiğini öğrettiniz."

Gözleri parmağına dokunan parmaklarıma kaydı, sonra hafifçe gülümseyip gözlerini gözlerime çevirip, "Birbirinden apayrı iki yol," dedi. "Bu iki yolun sonu çıkmaz sokaklar." Parmaklarının ucunu elimin tersindeki damarlarda gezdirdi, o yolları sanki tekrar çizdi. "Kesişmesi imkânsızken kesişti ve tek bir yol oluştu."

"O yolu biz oluşturduk," deyip derin bir nefes verdim. "Çünkü her zaman başka bir yol vardır."

"Her zaman başka bir yol vardır," diyerek bana katıldı. "Buna inanıyordum ama seninle tanışana kadar da sonunda hep çıkmaz sokağa ulaştığımı bilmiyordum, durmadan eski yollardan yürüyormuşum."

Yüzümü yüzüne biraz daha yaklaştırdım, aramızda bir karıştan daha az mesafe kaldı. "Sen yoksan çıkmaz sokaklar var," dedim. "Lütfen hep yanımda kal. Ben o çıkmaz sokaklardan çok korkuyorum."

Gülümsedi, gözleri dudaklarıma kaydı, yutkunduktan sonra tekrar gözlerime baktı. "Dinle Helin," derken parmakları elimin tersine baskı yaptı. "Sen varsan yepyeni yollarım var, ben varsam yepyeni yolların var. Biz yoksak sadece çıkmaz sokaklar. Duydun mu? Biz yoksak sadece çıkmaz sokaklar."

"O halde iyi ki sen Yankı Sarca'sın," dediğimde ben de onun dudaklarına baktım. "Ve buna şükredeceğimi düşünmezdim ama ben de iyi ki bu lanet kadın Helin Aktan'ım."

Bir gün Sokak Nöbetçileri'nin arasına ihanet için gönderildiğime şükredeceğimi düşünemezdim ama şimdi öyle değildi, eğer Ekip yani Koza beni onların arasına bir ajan olarak göndermeseydi, ben bu dünya üzerinde Yankı Sarca gibi birinin varlığından bihaber olacaktım, güzelliklerle tanışmayacaktım, hayatım hep çıkmaz sokaklardan ibaret kalacaktı.

"O halde iyi ki sen Helin Aktan'sın," dediğinde başını omzuna düşürdü. "Ben de iyi ki senin liderinim..."

"Yine mi?" deyip elimi çektim. "Sürekli araya şu kelimeyi katmasan olmaz mı?"

Dilini damağına vurdu. "Liderin olarak," dedi gözlerimin tam içine bakarak. "Bunların hepsi sadece liderin olarak." Gözleri dudaklarıma kaydı.

"Tamam abiciğim," diyerek kaşlarımı çattığımda zamanın varlığını tekrar hissetmeye başladım.

"Abiciğim mi?" diye sorup dudaklarıma bakmaya devam etti. "Önceden öpmek istiyordum ama kilit kırılmamıştı, öpemiyordum. Şimdi kilit kırıldı ama bu saçma oyunun içerisindeyiz diye öpemiyorum. Ne bu? Mutlu'nun bedduası mı?"

"Beni şu an öpmek mi istiyorsun?" diye sorduğumda kaşlarımı yapay bir şaşkınlıkla kaldırdım. "Nasıl yani Poyraz abi?"

"Poyraz demekten vazgeç, kanıma dokunuyor," dedi kaşlarını çatarak. "Ve bugün dudakların daha parlak sanki. Neden?"

"Dudaklarım aynı," deyip gülümsedim. "Abi…" Gözlerimi kocaman açtım. "Soruma cevap vermedin." Dilimle dudaklarımı ıslatıp ellerimi yüzüme yerleştirdim, dirseklerim masadaydı. "Beni öpmek mi istiyorsun? Şu an?"

"Şu an," diye tekrar etti, etrafa baktıp sessizce devam etti. "Şimdi, tam şu anda." Parmağıyla yan tarafımızdaki manzara tablosunu gösterdi. "Şu anlamsız tabloya sırtını dayasam…" Gözleri gözlerime döndü. "Ellerini tek elimle tutsam, diğer elimle çeneni kavrasam, sonra ilk önce dudağının köşesinden öpsem." Yutkundu, kalbim hızlanmaya başladı. "Bana her zaman olduğu gibi yarı şaşkın, yarı utangaç ama bir o kadar istekli baksan." Dişlerini sıktı, çenesi kasıldı. "Gözlerini kapatsan, dudaklarını öpmeye başlasam. Nefesini hissetsem, seni hissetsem..." Gözlerini kapattı. "Aklımı durduruyorsun, aklımı."

Alt dudağımı dişlerimin arasına alıp bütün gücümle bastırdım. Kanım alevlenmeye başlamıştı ve onu tekrar delicesine öpmek istiyordum. "Sanırım," dediğimde sesim beklediğimden daha talepkâr çıkmıştı. "Şu anlamsız tablonun önünde beni dakikalarca öpmeni isterdim." Yankı gözlerini açtı, turkuaz gözleri sanki ateşin rengini almıştı. Bir an bile düşünmeden daha fazla dayanamadı ve başparmağını çeneme yaslayıp alt dudağımda gezdirdi. "Tablo yere düşene kadar öpmeye devam etmeliydin."

"Ellerini bir an bile olsun bırakmazdım," dedi parmağı dudağımda gezinmeye devam ederken. "Nefes almayı bile unuttururdum." Sertçe parmağını bastırdı. "Tablo yere düşene kadar seni öperdim."

"Sonra?" diye sorduğumda yutkundum. "Sonra ne olurdu?"

Derin bir nefes aldı ama geri vermedi, bakışları kısıldı. Sadece dudaklarını hareket ettirerek, "Şu an bunun ve devamının olmaması için bana mantıklı tek bir neden sun," dedi. "Çünkü benim aklım artık çalışmıyor."

Hiçbir şey umurumda değildi, beni öpsün istedim. Bir an sadece bunu düşündüm ama daha sonra birimizin aklının yerinde olması gerektiğini hatırladım. Sergideydik, çalmamız gereken bir tablo vardı, Yankı'nın babası bu serginin içindeydi, Sokak Nöbetçileri'nin bize ihtiyacı vardı.

"Sen Poyraz Kale'sin," deyip duruşumu dikleştirdim ve parmağından uzaklaştım. "Ve ben de Pelin Kale. İki kardeşiz. Bunun aksini gösterirsek hem her şeyi mahvederiz hem de taşlanırız."

Tam o esnada Bartu'nun öfkeli sesini duyduk. "Siz aklınızı mı kaçırdınız?" diye sordu. "Dakikalardır size sesleniyoruz." Yanımıza gelmişlerdi. Yankı'nın elindeki kulaklıklara bakıp kaşlarını çattı. "Siz gerçekten kafayı yemişsiniz."

Yankı da duruşunu dikleştirdiğinde gözlerindeki o şehvet uzaklaşmamıştı ama en azından zamanın varlığının o da farkına varmaya başlamıştı. Bana bakmaya devam ederek, "Özel bir konu konuşmamız gerekiyordu," dedi. "Işık halletti mi?"

Bartu gerçekten öfkeli gibiydi. "Sen iyice kafayı yedin Yankı."

"Kafayı yedim." Yankı sonunda gözlerini benden ayırdı ve tabloya doğru bakarken ellerini cebine yerleştirdi. "Öyle böyle değil hem de." Tabloya ilerledi. "Dümdüz delirdim. Buradan bir tabloyu istiyorum. Satın alacağız, unutturma."

Gerçekten fazlasıyla anlamsız bir tabloydu. Bir manzaraydı, manzarada sadece göl ve kuğular vardı. İleride bir ev, bulutlar. Klasik, huzurlu bir manzara resmiydi ama tabloyu ya da buradaki herhangi bir tabloyu istiyordu, nedeni ise beni fazlasıyla heyecanlandırıyordu. Yankı Sarca gerçekten delirmiş gibi davranıyordu, bu ilkti ama son olmayacağını hissediyordum.

Bartu ve yanındaki Lâl tabloyu incelerken yüzlerini buruşturdular. "Ne?" dedi Bartu. "Ne yapacaksın bu tabloyu? Karşısına geçip viskini mi yudumlayacaksın? Ne bu sanat aşkı?"

Yankı gülümsedi ve bu gülümsemesi ateşi kasıklarıma topladı. "Duvara asacağım, sonra da onu düşüreceğim."

Bartu anlamsız anlamsız Yankı'nın gözlerine bakarken, "Sen gerçekten aklını kaybettin," deyip güldü. "Yine de bu halini daha çok seviyorum kardeşim, bana benziyorsun gitgide."

Yankı bana tamamen sırtını döndü, birkaç kere omzunu indirip kaldırdıktan sonra boynunu çıtlattı. "O kadar da değil kardeşim," dedi gülümseyerek. "O kadar da aklımı kaybetmemişimdir umarım."

"O kadar kardeşim," dedi Bartu imalı bir bakışla. "O kadar."

Aralarında sözsüz bir bakışma geçti, bu bakışmanın sonunda ikisi de gözlerini kaçırdı, sonra Yankı, "Şimdi aklımızı dinleyelim," dedi. "Işık neler yaptı, anlatın."

Bartu ve Lâl bakıştı. Arkada kalan Mutlu ise tedirgin nefeslerle bizi izliyordu. Ne zaman gelmişti ya da bizi izliyordu anlayamadım ama Işık ortalarda yoktu. Yankı Bartu’nun gözlerinden her şeyi çözdüğünde parmaklarını şakaklarına bastırıp etrafına baktı, o sırada gözlerinin babasını aradığını anladım ve ben de onunla beraber bakmaya başladım ama o ortalarda yoktu. Şakaklarını ovuşturmaya başladı, gözlerini bir noktaya dikip kendi kendine bir şeyler söylendi.

"Daha önce plan yapmalıydım," dedi kısık sesle. "Geç kaldık."

O an hepimiz birbirimize baktık, sonra Yankı, “Sikeyim,” diye inledi. “Sikeyim, sikeyim!” Bakışları kısıldığında parmağını kulaklığa bastırıp, "Işık," dedi. "Neredesin kardeşim? Neden ses vermiyorsun?"

Sessizlik oldu. Mutlu tedirginlikle, "Işık," dediğinde korkusu sanki tam yanımdaydı. "Konuş. Neredesin?"

"Sikeyim." Bartu sesli bir küfür savurduğunda yan tarafımızdan bazıları gözlerini bize çevirdi ve neler olduğunu anlamaya çalıştılar. "Işık," dedi hiddetle. "Ses ver! İyi misin?"

Lâl elini saçlarına geçirip endişeyle nefesini verdi ve büyük bir korkuyla direkt Yankı'nın yüzüne baktı, onun bir şeyler yapmasını bekledi.

Tam o sırada Işık'ın sesini duyduk. "Hey," dedi düz bir sesle. "Buradayım, sakin olun."

"Korkudan mahvolduk!" dedi Bartu öfkeyle. "Neden ses vermiyorsun?"

Yine sessizlik oldu, Yankı parmağını kulaklığa daha fazla bastırdı. Işık boğazını temizleyip, "Ben bir şey yaptım," diye mırıldandı. "Kızmayacaksanız söyleyeceğim."

"Ne yaptın?" Yankı olduğu yerden hareket edip sergideki başka bir odaya doğru yürüdü ve biz de onu takip ettik. "Işık, neredesin?"

"Sakin olun." Işık'ın sesi kırgın mı geliyordu yoksa ben mi yanlış anlıyordum? "Ben ressamı oyalamak bir yana dursun, gizli odaya girmeyi başardım."

Bartu öfkeyle küfür savurduğunda Mutlu, "Işık!" diye bağırdı. "Ben o odanın oralardaydım ve sen yoktun!"

Sessizlik oldu. Işık büyük bir sessizliğe gömüldü ve sanki kulaklığındaki ses tamamen uzaklaştı.

Bir şeyler oluyordu, bir şeyler oluyordu ve Işık belki de şu an yalan söylüyordu.

Işık derin bir nefes verip, "Yankı," dedi direkt. "Bana sadece sen yardımcı olabilirsin."

Yankı durdu; girdiğimiz odada daha az insan ve daha az resim vardı. Tablolar gitgide büyüyordu, resimler daha fazla koyulaşıyordu. Zaman akarken, kalbim de o resimler gibi kararmaya başlamıştı çünkü çok kötü bir his, tam kalbimin üzerinde dans ediyordu.

"Neredesin?" dedi Yankı gözlerini kısarak. "Seni almaya geleceğiz."

"Bilmiyorum." Işık'ın sesi titredi, sonra yutkundu, duydum. "Birilerinin beni takip ettiğini hissettim ve bir yere saklandım, burası çok karanlık."

"Aklımı kaçıracağım." Bartu elini saçlarına geçirdi, sonra önden önden yürümeye başladığında direkt o arka kapıya doğru gidiyordu ama Yankı onun kolunu tutup kendine çekerek kaşlarını çattı. "Bırak," dedi. "Her an ona bir şey olabilir."

"Acele hareket etme." Yankı'nın sesi yine sakindi ama tedirgin olduğunu gözlerinden anlayabiliyordum.

"Ne demek acele hareket etme!" Mutlu'yu ilk defa bu kadar öfkeli duyuyordum. "Işık, ben şu an oraya giriyorum, o odaya giriyorum!"

Yankı kafasına sertçe vurup, "Hepiniz olduğunuz yerde kalın!" diye inledi. "Hepiniz!" Elini saçlarına geçirdi, etrafına baktı. "Işık, bana nereden girdiğini söyle."

Işık ilk önce cevap vermedi, sonra korkuyla nefesini verdi. "Yankı," dedi. "Birileri geliyor, birileri beni bulmaya çalışıyor."

"Işık!" Mutlu nefesini verdiğinde hareketlendiğini hissettim, onu kurtarmak istedi ve Yankı’nın yerinizde kalın emrine uymadı. Direkt o odaya doğru gitti ya da başka bir yere, bilmiyorduk ama gözden kayboldu.

"Neredesin?" Bartu artık yerinde duramıyordu. "Bize nereden girdiğini söyle."

Işık kısık ve titrek bir sesle, "Arka kapının oradan girdim," dedi. "O kapı resmin olduğu odayla beraber üç odaya daha açılıyordu. İçlerinden bir tanesindeyim. Çok karanlık, çok korkuyorum."

Hepimizin gözleri Yankı'ya döndüğünde planları düşündüğü açıktı ama zamanımız da yoktu. "Bir şeyler ters gidiyor," diye mırıldandı Yankı. "Kötü şeyler olacak."

"Umurumda değil!" Bartu bütün gücüyle bağırdığında Yankı'nın onu tutan elini silkeledi ve arka kapıyı bulmak için yürümeye başladı.

"Bartu!" İnsanlar artık bize bakıyorlardı ama bu hiçbirimizin umurunda değildi. Bartu'nun arkasından giderken insanlara çarpıyordum ama bu da umurumda değildi; Işık için duyduğum endişe gitgide artıyordu.

"Işık," dedim korkuyla. "İyi misin? Lütfen bizimle konuşmaya devam et."

"Bartu, bekle." Yankı ne kadar seslenirse seslensin Bartu bir an bile durmadan yürümeye devam etti. Lâl'in elini ise sıkıca tutuyor, onu bırakmıyordu. "Dur!"

Odalar o kadar karmaşıktı ki Yankı'nın dediği gibi sanki labirentin içindeydik ve serginin içinde aynı noktada dönüp duruyorduk; Bartu'nun peşinde ilerlerken iki defa aynı yöne dönmüştük fakat o bir an bile olsun durmuyordu.

"Çok korkuyorum," dedi Işık. "Mutlu, orada mısın? Lütfen ses ver." Sesi gidip geliyordu. Birinden emir aldığını bile düşünebilirdim ama Işık bunu yapmazdı, eğer emir alıyorsa bile zor durumda olmalıydı.

Mutlu'nun bir şeyler söylemesini bekledim ama ondan değil ses, nefes bile çıkmıyor gibiydi. Bartu'nun adımları bıçak gibi kesildi, biz de onunla beraber durduk. "Mutlu," dedi Yankı. "Bir şeyler söyle."

Yine ses yoktu, yine hiçbir ses yoktu; ona ulaşamıyorduk. Bartu, "Allah kahretsin," deyip korkuyla Yankı'ya baktı. "Bir şeyler oluyor."

Yankı'nın eli refleksle hızlıca arkasındaki silahın olduğu yeri bulunca, "Tuzağın içindeyiz," dedi. "Büyük bir tuzak."

"Mutlu!" Işık ağlamaya başladığında hıçkırıkları kulaklarımızdaydı. "İyi misin? Ne olur iyi olduğunu söyle! Ona zarar…" Ses bir anda kesildi.

Ölüm sessizliği aramıza balyoz gibi indiğinde aklım durmuş gibiydi. Tuzaktı ama kimin tuzağıydı? O esnada Yankı'yla göz göze geldik ve başımı iki yana sallayıp, "Baban mı?" diye sordum. "Bu tuzağı baban mı kurdu?"

"Mutlu!" Işık'ın hıçkırıkları haykırışa dönüşmüştü, yeniden sesi kulaklarımızdaydı. "Bırak beni! Ona hiçbir şey olmayacağını söylemiştin!" Işık birilerinin ellerindeydi, söylediğinin aksine saklanmıyordu ve çırpınıyordu. "Ne istersen yaptım! O benim kardeşim!"

Bartu daha fazla dayanamadı ve Yankı'nın omuzlarını tutup, "Bir şeyler yap!" diye bağırdı. "Onlar tehlikede!" Lâl, Bartu'nun kollarını tuttu ama o geriye çekilmedi. "Böyle duramayız!"

Yankı düşünmeye çalışıyordu, sakin olmaya çalışıyordu ama gözlerindeki ifadede korkuyu görebiliyordum; bu kaybetme korkusuydu.

"Babanın tuzağı mı?" diye sorup Yankı'nın karşısına geçtim. "Bir şeyler söyle."

Işık daha fazla bağırmaya başladığında ve Bartu Yankı'yı sarstığında artık tamamen çıkmazın içinde gibiydik. Hepimizin aklı durmuştu ama en çok da Yankı'nın aklı durmuş gibiydi.

"Sikerim böyle işi," dedi Bartu, sonra Yankı'yı orada bırakıp Lâl’le sola döndü. "Her şeyi mahvettin Yankı! Her şeyi bok gibi bir hale getirdin!" İkimiz öylece kaldığımızda kulaklarımdaki Işık'ın haykırışları canımı yakıyordu. Bir kez olsun Yankı plan yapmamıştı ve her şey berbat bir hal almıştı. Herkesçe suçlanan kişi yine oydu çünkü gerektiği şekilde bir robot gibi davranmamıştı.

"Benim yüzümden," dedi Yankı Bartu'nun bu suçlamasından sonra. "Tedbirsiz davrandım, düşünmeden hareket ettim."

"Yankı," dedim gözlerinin içine bakarak ama o bana bakmıyordu, gözleri bir noktaya odaklanmıştı. "Bir şeyler yapmalıyız, Mutlu ve Işık tehlikede."

"Tuzak," dedi tekrar. "Ve bu sadece onlara kurulmuş bir tuzak değil." Gözleri odaklandığı yerde ilk başta korkuyla baktı, sonra dondu ve bakışlarını bana çevirdi. "Bu hepimize kurulmuş bir tuzak." Bartu'yla Lâl'in gittiği yöne doğru hızlı adımlarla yürümeye başladığında ben de onu arkasından takip ettim.

Kulaklığa bastırarak, "Bartu, dur," dedi Yankı. "Bartu, lütfen dur!" Artık onları göremiyorduk ama Yankı direkt o gizli odanın arka kapısına doğru yürüyordu. "Bu bir tuzak, bizi de tuzağa düşürmeye çalışıyorlar."

"Mutlu!" Işık öyle gür bir sesle bağırdı ki adımlarım titredi, kalbim kasıldı. "Ona dokunmayacaktın! İstediğini verirsem ona zarar vermeyeceğini söylemiştin!"

"Geliyorum Işık." Bartu'nun korku dolu sesiyle beraber Yankı'nın adımları hızlandı. "Bir şey olmayacak."

Yankı ne derse desin Bartu onu dinlemiyordu. "Yankı, neler oluyor?" diye sorduğumda ben de silahımın yerini yokladım ve insanların bakışlarını umursamadan onu takip etmeye devam ettim.

En sonunda daha önce geçmediğimiz bir köşeyi döndüğümüzde serginin başka bir yüzüyle karşılaştım. “Özel misafirler hariç girilmez” tabelası tam karşımızdaydı ama yere devrilmişti; bunu büyük ihtimalle Bartu hırsla yapmıştı. Yankı tabelaya bakarken geriye adım atıp diğer tarafa yöneldi.

"Bartu, bir şeyler söyle," dedi Yankı. "En azından nerede olduğunuzu söyle."

"Merdivenler var," dedi Bartu gür sesle. "Işık'ın haykırış seslerini duyabiliyorum."

Yankı başını çevirip bana baktı, sonra beni kolumdan sertçe çekip önüne aldı. Soğuk parmakları bileğimi tuttuğunda neredeyse buza dönüşeceğimi hissetmiştim. Korkuyordu, delicesine korkuyordu ve bu sefer, onun da kendisine yapabileceği hiçbir şeyi yoktu.

Korkuyordum, delicesine korkuyordum ve bu sefer, o da benim korkularımı geçirebilecek durumda değildi.

Bahsedilen arka kapının önüne geldiğimizde etrafta hiç insan yoktu, Bartu'nun bahsettiği merdivenleri de göremiyordum. Yankı beyaz kapıya bakarken başını iki yana salladı. "Hiçbir şey olması gerektiği gibi değil," diye mırıldandı. "Bartu, geri dönün. Tuzağa koşarak gidiyoruz, ayrılmamamız gerekiyor."

"Artık çok geç." Bartu'nun bu cümlesinden sonra kargaşa sesleri duyuldu ve bu sadece kulaklığımıza gelmedi, direkt duyduk. Bu son damlaydı, Yankı arka kapıyı açtığında aklıyla değil, direkt korkularıyla hareket etmiş ve sonrasını düşünmemişti. Parmakları bileğimi sıkıca kavrarken bir an olsun bırakmıyordu.

Oda fazlasıyla küçüktü ve etrafta boş tablolar vardı, sapsarı parlak ışık gözlerimi alıyordu. Atık deposu gibiydi, etrafta boya kokusu vardı. "Bartu," dedi Yankı. "Ses ver." Bu emri verirken bile ses gelmeyeceğinden emin gibiydi. Birkaç saniye bekledi, derin bir nefes verdi. "Tuzağa düştünüz, değil mi?" dedi. "Biliyordum Bartu. Biliyordum."

"Yankı." Korkuyla gözlerimi ona çevirdim. "Eğer bu bir tuzaksa birimizin kurtulması lazım, diğerlerini kurtarması için." Bakışlarımı odanın içinde gezdirdim. "Sen buradan çık, beni bırak. Bizi kurtarabilecek tek kişi sensin."

Yankı tam karşıya bakarken söylediklerimi düşündü mü bilmiyorum ama kaşları çatıldı. Kulağımızdan hırıltı sesleri geldi. "Yankı," dedi Bartu'nun sesi; boğuluyor gibiydi ve az önceki gibi öfkeli değildi, aksine, korku doluydu. "Bulunduğun yerde üç kapı varmış. Ortadaki kapıdan içeriye girecekmişsin. Bunu yap."

"Yankı," deyip bileğimi tutan elinin üzerine elimi koydum, sonra çenesini tutup yüzünü yüzüme çevirdim. "Buradan çık, ben giderim."

"Yankı!" Bartu'nun sesi artık korkudan titriyordu. "Zamanımız yok, Lâl'in başına bir silah dayandı ve ben onu kurtaramıyorum, çok kalabalıklar! Odaya girmen gerekiyor, öyle söylüyorlar!" Biliyordum, onun da başına bir silah dayamışlardı ama düşündüğü Lâl'di.

Ellerimi saçlarıma geçirdiğimde korkudan dizlerim ve ellerim titremeye başlamıştı. "Yankı!" diye bağırdığımda sesim odanın içinde çınladı. "Buradan çık! Mantıklı düşün! Bu kişi her kimse senin de tuzağa düşmeni istiyor!"

"Yankı." Mutlu'nun sesini işittiğimde acı içindeydi, bunu anlayabiliyordum. "Burada bir adamın üzerinde bombalar var. O odaya girmezsen patlatacağını söylüyor."

Tırnaklarımı yüzüme geçirdiğimde aklımı kaybedecek gibiydim.

"Yankı," dedi Işık ağlayarak. "O odaya gir ne olursun, boynuma bir bıçak dayanmış durumda. Yanımdaki kişi o odaya girmeni istiyor."

Öyle bir tuzaktı ki hangi tarafa dönsek elimize kan bulaşacaktı, hangi tarafa ilerlesek birisini kaybedecektik. O tuzakta adım atsak bile bir mayına basacak gibiydik ama bu tamamen Yankı'ya oynanan bir oyundu.

Bartu, Işık ve Mutlu bir ağızdan kulaklarımızda konuşmaya başladıklarında Yankı yutkundu ve gözlerini kapattı.

"Yanındaki kız," dedi bir ses ama bu sesi tanısam bile çıkaramadım, hırıltılıydı. Yankı'nın babası olmalıydı. "Fazlasıyla haklı. Bu tuzak tamamen sana kuruldu." Mutlu ve Bartu’nun sesi gelmeye devam ediyordu ama Işık’ın sesi yoktu. O adam Işık’ın yanındaydı.

Yankı'nın bakışları ve duruşu değişti, çenesi kasıldı ve gözleri direkt ortadaki kapıya döndü. Hiçbir şey söylemedi ama öyle bir hale geldi ki ben onun duruşundan korktum.

"Devam et," dedi Yankı sakin bir sesle.

"Kız aklıma hiç gelmeyecek bir fikir verdi bana." O sesin gülümsediğini hissettim. "Onu ortadaki odaya tek başına gönderirsen sizi serbest bırakırım. Hepinizi." Korkudan ellerim daha fazla titredi ama bunu ona yansıtmadım. "Kurduğum bütün tuzaklar boşa gider ama seni gerçekten tanıyıp tanımadığımı da görmüş olurum."

Yankı'nın teni sanki buz kesti, parmaklarıma o buzlar çarptı. Gözlerim ona döndüğünde, "Beni bırak," dedim. "Onları kurtarman gerekiyor."

Yankı kilitlendiği yerden bakışlarını ayıramazken, "Ya onu bırakmazsam?" diye sordu sese.

"O zaman tuzağına yürürsün," dedi hırıltılı ses. "Senin için hazırladığım sürprizi görürsün."

Yankı'nın turkuaz gözlerindeki ifadeye bakarken artık ilk tanıştığım Yankı'yı göremiyordum. Sadece aklıyla hareket eden, onunla beraber adım atan adam yoktu. Onun turkuaz gözlerinde duygular vardı, bu duyguları ise artık yok edemezmiş gibiydi.

Daha fazla dayanamadım ve hızlıca Yankı'nın kulağındaki kulaklığı çıkardım, sonra kendi kulağımdakini de. Sertçe çenesini kavrayıp, "Dinle," dedim. "Farkındayım, şu an aklınla düşünemiyorsun ama sana çok mantıklı bir şey söyleyeceğim." Yankı'nın kilitlenmiş gözleri en sonunda bana döndüğünde âdeta kirpikleri titredi. "Burada beşinize ayrılmış tuzak var," diye açıklamaya başladım. "Bana karşı yok çünkü bu tuzağı kuran kişi adı gibi beni bırakmayacağını ve yanında tutacağını biliyordu. Düşünemediği kısım buydu, beni bırakırsan ne yapacağını bilemiyor çünkü bu ihtimal onun için yoktu." Çenesini bırakıp yalvarırcasına baktım. "Beni bırak, o odadan içeriye gireyim. Her kimse en fazla ne yapabilir?"

Dinlerken bakışları değişti, girdiği durumdan çekip çıkaran son sorduğumdu. Kulaklıklardan kardeşlerinin bağırma sesleri geliyordu, ne kadar uzak tutsak da onları duyabiliyorduk. "En fazla ne yapar, biliyor musun?" dedi Yankı. "Seni benden tamamen alır. Seni benden tamamen koparır."

"Alsın! Koparsın!" diye bağırdım. "Kardeşlerinin canı tehlikede!" Sesim odanın içinde yankı yaptı ama Yankı'ya ulaştığında etki etmedi. "Sen buradan çıkarsan bir yolunu bulabilirsin ama ikimiz beraber ateşin içine girersek kurtuluşumuz olmaz."

Kulaklıklardaki haykırışlar yükseldiğinde Yankı'nın kaşları çatıldı ve o birkaç saniyede belki de hayatının kararını vermek üzereydi.

Beni bıraksın istiyordu; Işık, Lâl, Bartu ve Mutlu bu denli tehlikedeyken benim canımın bir önemi bile olmamalıydı, onları kurtaracak kişi benken hem de. Tek bir adımıyla hepsini kurtarabilirdi, ben belki ateşler içinde kalırdım ama onların canı kurtulurdu.

O ana kadar ben de düşünmeden verdiğim kararı anlayamamıştım ama şimdi baktığımda onlara tek başıma siper olmak istediğimi görebiliyordum.

Sokak Nöbetçileri.

Beni kimsesizliğimden çekip çıkaran beş güzel çocuk.

Onlar için gireceğim hiçbir tuzak canımı yakmazdı çünkü hayatımın tek güzelliği onlardı.

"Lütfen," dedim. "Bunu sizin için değil, benim için yap. Unuttun mu? Siz beş kişisiniz ve ben tekim. Siz birbirinize aitsiniz, bense sizin grubunuza bile ait değilim. Beni ilk tanıdığın zamanları düşün, gözden çıkaracağın ilk kişi bendim. Şimdi de bunu yap, aklını kullan Yankı, aklını."

Cümlelerim benim canımı yakmalıydı ama onun canını yakıyordu; bunu gözlerinden anlayabiliyordum. Yine sırtında çok büyük bir kambur vardı, o kambura acılar da eklenmişti ve öylesine çaresizdi ki ne yapacağını bilemiyordu. Aslında her şey birkaç dakika içerisinde oluyordu ama o birkaç dakikada vereceği büyük karar, birbirimizle kesişen yollarımızı ayıracak, çıkmaz sokakları tekrar önümüze getirecekti.

Gözlerini kapattı, derin bir nefes alıp, "Senin ait olduğun yer benim sokaklarım," dedi daha önce söylediğini tekrar ederek. "Ve sen yoksan çıkmaz sokaklar." Gözlerini açtı, bileğimi tuttu ve kapıya doğru yürüdü. "Senden vazgeçmeyeceğim."

Cevap vermemi bile beklemeden elimdeki kulaklığı kulağına takıp kapının önünde durdu. Bartu'nun öfkeli sesi, Mutlu'nun korkusu, belki de Lâl'in ürkek nefesleri, Işık’ın ise sessizliği... Hepsi oradaydı. Hem çok çaresiz hem de fazla acılıydı.

Yankı kapıyı açıp beni de peşinden sürüklediğinde karanlığın içine düşmüştük, arkamızdaki kapı ise sertçe kapatılmıştı. Boya kokusu hâlâ vardı ama az önceki gibi değildi, yoğunluğu gitmişti. Zifiri karanlıkta hiçbir şey görünmüyordu, tek hissettiğim Yankı'nın soğuk parmaklarıydı.

"Buradasın," dedi Yankı sakin bir sesle. "Işıkları açabilirsin."

Gülme sesi geldi. "Bilirsin," dedi o tanıdık ses ve artık kulaklığımızdan gelmiyordu. "Karanlıkta fazla bırakılmış çocuklar ya karanlıktan çok korkarlar ya da o karanlığa gizlenirler. Biz ikimiz karanlığa gizlenenleriz."

Yankı nefes bile almıyor gibiydi, sessizce olacakları bekliyordu. "Fakat şimdi ışıklara ihtiyacımız var," dediğinde parmakları bileğimden uzaklaştı. "O çocuklar, karanlığa korktukları için gizlenirler. Sen korkak mısın?"

Saniyeler geçti, tek duyabildiğim üçüncü nefesti. Adım sesleri işittim, sonra bir anda ışıklar açıldı ve parlak beyaz ışıklar yüzünden gözlerimi kısmak zorunda kaldım. İlk başta buğulu gördüm ama daha sonra birkaç defa gözlerimi açıp kapatınca karşımdaki adamla göz göze geldik.

Dehşetle dudaklarım aralandığında geriye bir adım atmak zorunda kaldım. Daha önce gördüğüm birbirinden farklı iki göz tam karşımızdaydı. Yüzündeki alaylı gülümseme, durmadan bir şeyler çiğnemesi ve rahat görüntüsü. Koza. O Sokak Nöbetçileri'nin hapishanesinden kurtulmuştu.

Elinde tuttuğu 1984 kitabıyla odanın ortasındaki sandalyeye yürürken kaşları havaya kalktı. Orta boyutlardaki odanın duvarlarında beş tane tablo vardı, tabloların içinde de anlamsız resimler.

Koza sandalyeye oturdu, kitabın sayfalarını şöyle bir karıştırdı, sonra gözleri Yankı'ya döndü. Üzerinde eski kıyafetler yoktu, aksine, tamamen temizlenmişti. Açık kumral parlak saçları taranmıştı, sakalları tıraşlanmış, kirli sakal halini almıştı. Üzerinde bembeyaz bir gömlek vardı, altında da siyah pantolon. Yüzündeki kirlerden arındıktan sonra kahverengi gözünün altındaki çarpı dövmesi daha belirginleşmişti.

"Nasılsın?" diye sordu Yankı'ya alayla. "Beni özledin mi Sonuncu?" Yankı hiç cevap vermeden yüzüne bakmaya devam etti; Koza yine ben yokmuşum gibi davranıyordu. "Sanırım cevap vermeyeceksin," dedi dudağını bükerek. "Çünkü şu an buradan nasıl kurtulacağını düşünüyorsun, değil mi?"

"Ne zamandan beri kardeşlerimle beni tehdit eder oldun?" Yankı'nın sorusu netti, sesi kısıktı ama ilk defa Koza'ya karşı duyduğu nefreti hissetmiştim. "Bu ikimizin savaşıydı."

Koza'nın o lanet gülümsemesi bir an olsun silinmiyordu. "Sen ne zamandan beri beni alt etmek için acı çektiriyorsan o zamandan beri," dedi. "Şifreyi bulduğuma şaşırdın mı Sonuncu? Seni tanıyormuşum, öyle değil mi?"

Yankı'nın bunlar umurunda bile değildi. "Uzatma," deyip Koza'ya doğru bir adım attı. "Oyununu başlat."

"Hey." Koza oturduğu sandalyeden kalktı ve Yankı'ya doğru yürüdü. "İlk önce biraz sohbet edelim." Sırıttı, bize doğru yaklaştıkça yüzündeki silik izlerini görebiliyordum. "Hatırlıyor musun? Hapishaneye geldiğinde sana demiştim, 'Başka bir anahtar bana gelecek,’ diye." Gözleri direkt bana döndü. "Aslında o gün kastettiğim tam olarak şu andı ve anahtar yanındaki kızdı. Eğer onu tek başına buraya gönderseydin çıkış anahtarlarınız elinizde olacaktı. Fakat sen o gün söylediğimi anlayamadın." Başını aşağı yukarı salladı, bakışlarını benden ayırmadı. "Senin bir de bu yüzünle tanışıyorum Sonuncu. Aptal olan yüzünle."

Yankı rahatsızca kıpırdandı ve hafifçe öne geçtiğimde Koza kaşlarını kaldırdı. "Benim tek bir yüzüm var," dedi. "Ve istersem binlerce sahte yüzüm. Sen hangisinden bahsediyorsun?"

Koza bu cümleye kahkaha attığında sesi odanın içinde yankılandı. Kulaklığımızdaki Sokak Nöbetçileri'nin sesi kesilmişti, büyük ihtimalle biz odaya girer girmez kulaklıkları onlardan almışlardı.

"Sen benim düşmanımsın," dedi gülerek. "Çünkü zekisin, akıllısın. Ama..." Beni işaret etti. "Şu zamana kadar. Bir de senin bu yüzünle tanışıyorum. Aklının varlığını unutan, vücudunda saniyede birkaç defa atan başka bir organını dinlemeye başlamışsın. Bugün sergide senin yanından geçtim, biliyor musun? Sense yanındaki kadının gözlerinden başka hiçbir noktaya bakamayacak kadar kendini kaybetmiştin. Buraya geldin, sana muhteşem bir fırsat sundum ama sen duygularını dinledin ve bu odaya onunla girdin." Koza bir anda alkışlamaya başladı, yerimden sıçradım. "Sonuncu, kendini mahvediyorsun, sen ölüyorsun çünkü aptallaşıyorsun."

Yankı gözlerini kapatıp derin bir nefes aldıktan sonra gözlerini açtı. "Oyununu sergile," dedi tekrar. "Ve benimle oyna."

Koza, Yankı'nın yanından ayrıldı ve bana doğru ilerlediğinde Yankı biraz daha önüme geçti; Koza ise karşı gelmedi ama gözlerimin içine bakmaya devam etti. Yankı'nın korumacı tavrı onu eğlendirdi. "Biliyor musun," dedi bana bakarken Yankı'ya mırıldanarak. "İnsanların en büyük zaafları duygularından gelir." Bu sefer sanki direkt bana konuştu. "Planlarım tam da istediğim gibi ilerliyor. Acılı, geçmişi kötü ve yardıma muhtaç. Bu kadın sana bunlar yüzünden dokundu, öyle değil mi?" Son cümlesi daha fazla titrememe neden olduğunda korkuyla nefesimi verdim.

Anlamakta zorlansam da yine zihnimin içinde şimşekler çakmaya başlamıştı; o şimşekler ise bana tek bir cümleyi haykırdı: Koza, benim bu aileye girmeme neden olan kişiydi, ben aileye Koza'yı kurtarmak için gönderilmemiştim, Yankı'yı Koza'nın karşısında alt etmek için gönderilmiştim.

Yankı tamamen önüme geçtiğinde, "Onu tanıyormuş gibi konuşuyorsun," dedi. "Neden? Yoksa onu tanıyor musun?"

Koza'nın ne yaptığını göremiyordum ama adım seslerini işittim. Geriye doğru gittiğinde yine görüş alanıma girdi. "Ben mi?" dedi gülümseyerek. "Acılı, geçmişi kötü ve yardıma muhtaç kadınlarla sevişmiyorum, tarzım değil." Başını eğip bana baktı, dudağını büktü ve öyle bir rol yaptı ki ben bile neredeyse beni tanımadığına inanacaktım. "Evet evet, onunla daha önce sevişmediğime eminim."

Yankı dudaklarını birbirine bastırdı, ellerini arkasına gizleyip yumruk yaptı; bu kendini sakinleştirdiğini gösteriyordu. "Oyununu oyna," dedi üçüncü defa. "Seni dinliyorum."

Koza yapay bir hayal kırıklığıyla başını salladığında kendisini yine sandalyeye bıraktı. "Bartu ve Lâl," dedi gözlerini açarak. "En fevriniz ve en masumunuz. Bartu yüzünden buralara düşeceğinizi biliyordum ama senin aptallığın, onun aptallığından daha büyük etki etti." Parmağıyla yukarıyı gösterdi. "Şu an üst kattalar ve başlarına bir silah dayanmış durumda. Bartu'yu durdurmak için üç adam bekliyor, Lâl ise hiçbir tepki vermiyor. Konuşamıyor ama gözleriyle her şeyi anlatıyor. Senin adın geçtiği anda gözleriyle âdeta bağırıyor. Lâl Sarca'nın gözbebeği olduğunu söylerdin ama sanıyorum ki onun gözbebeği de sensin."

Yankı, "Koza," deyip yumruklarını daha fazla sıktı. "Onlara zarar vermek istemezsin, bunu biliyorum. Senin tek derdin benimle."

"Artık değil." Gözlerini devirdi. "Sen beni günlerce aç bıraktın, su vermedin, yetmedi beni en büyük zaafımdan vurdun." İlk defa gülümsemesi birkaç saniye silindi ama sonra tekrar yerine geldi. "Bunun acısını çıkaracağımı biliyordun. Birbirimizi hiçbir zaman zaaflarımızdan vurmazken ilk kılıcı sen çektin, Sonuncu."

Yankı öylece Koza'nın yüzüne bakarken ellerim titremeye devam ediyordu ama ben ellerimi gizliyordum, Koza ise benim titreyen bacaklarıma odaklanmıştı fakat hiçbir şey söylemedi.

"Mutlu," dedi gözlerini kocaman açarak. "En neşeliniz ama bir o kadar da can damarınız. Durmadan kardeşini soruyor, birbirlerine çok bağlılar. Maalesef onun yanında da şu an bir canlı bomba var." Elini cebine atıp bir kumanda çıkardı. "Tek bir tuşla ikisini de patlatabilirim."

Korkuyla elim boğazıma gittiğinde onların yaşadığı korkuyu sanki içimde hissediyordum; endişeyle, "Onlara dokunma," dedim ama Yankı direkt dönüp bana baktı ve kelimelerin ağzıma tıkılmasına neden oldu.

Koza beni duymazlıktan gelip, "Işık," dedi. "Önder'in en nefret ettiği çocuğu çünkü Mutlu'ya ayak bağı olduğunu düşünüyor." Eliyle arka tarafını işaret etti. "Hemen arkamdaki odada duruyor ve boynuna bir bıçak dayalı." Başını önüne eğdi. "Biliyor musun Sonuncu, o güzelim kızı kurban gibi ellerime ittiniz, hiç düşünmediniz. Neden ona böylesiniz? Nerede sizin o kardeşlik bağınız?"

Yankı, "Biliyor musun," deyip ona doğru bir adım attı. "Her şeyi bilebilirsin ama tek bir şeyi bilemezsin, o da bizim aramızdaki bağı çünkü sen bahsettiğin o saniyedeki birkaç atışı hiç dinlemeyen bir adamsın."

"Ve sen de dinleyensin," deyip kendini gösterdi. "Ve ben karşında seninle oynarken, sen öylece beni bekliyorsun. Söylesene, kendini kaybetmiş hissediyor musun?"

Yankı gülümseyerek, "Kaybetmiş gibi görünebilirim," dedi. "Ama sen de kazanmış sayılmazsın, öyle değil mi?" Birkaç adım daha attı ve Koza'ya üstten üstten baktı. "Hadi ama oyununu oyna Koza. Benim aklımın çalışıp çalışmadığını gör, korkuyor musun?"

Koza oturduğu sandalyeden kalktı ve burnunu çekip ağzındaki sakızı çiğnemeye devam etti. "Babanın bu hikâyenin neresinde olduğunu merak etmiyor musun?"

"Etmiyorum," dedi Yankı hızlıca. "Bana onun hakkında hiçbir söyleme."

"Yine kaçıyorsun." Koza elini Yankı'nın omzuna koydu. "Ama ben söyleyeyim, baban..."

"Oyununu oyna!" Yankı öyle gür sesle bağırdı ki Koza bir an duraksayıp kaşlarını kaldırdı. "Burada benim için önemli olan beş kişinin hayatını nasıl kurtaracağımı artık bana söyle!"

Koza elini Yankı'nın omzundan çekti ve yavaş yavaş arkasına geçti. O sırada göz göze geldik ama benimle fazla göz teması kurmadan Yankı'nın sırtına döndü. "Aslında oyun çok basit," deyip derin bir nefes verdi. "Ve merak etme, beşinin canını da yakmayacağım. Eğer planım istediğim gibi giderse ölen tek bir kişi olacak."

Yankı hızlıca başını çevirdi ve Koza'nın yanına gidip yüzüne yaklaştı. "Ne demek istiyorsun?"

Koza ellerini kaldırdı, odanın içindeki tabloları gösterdi. "Burada beş tane resim var," dedi. "Ve bir resmin arkasında benim imzam var." Gülümsedi. "Beni gerçekten tanıyan birisi hangi resmin benim ruhumu yansıttığını bilir." Başını aşağı yukarı salladı. "Sen elime bir kitap verdin Sonuncu. Seni tanıyorsam kurtulacaktım. Şimdi de sen beni tanıyorsan kurtulacaksın, söyle bakalım, hangi resim beni yansıtıyor?"

Yankı gözlerini bir an bile resimlere çevirmedi. "Ya bulamazsam? Ya yanlış tabloyu seçersem?" diye sordu hızlıca. "O zaman ne olacak?"

Koza hep korktuğum o sesi çıkardı; ellerini üç kez hızlı, bir kez yavaşça birbirine vurdu ve ceza alkışını gösterdi. "O zaman cezalandırılacaksın," dedi. "Senin dışında beş kişinin hayatı tehlikede olacak ve sen aralarından sadece birisinin ölmesi konusunda tercih hakkını kullanacaksın, eğer kullanmazsan o beş kişi de aynı anda ölecek." Elini cebine attı, bir kronometre çıkardı, sonra tuşuna bastığında ellerini iki yana açtı. "Senin gibi uzun bir süre veremeyeceğim Sonuncu. Ölümler konusunda bonkör olabilirim ama zaman konusunda cimriyim. Süren on dakika ve geriye kaldı dokuz dakika, elli dört saniye." Bakışları bana döndü. "Zaman hızlı ilerliyor, hepimiz için. Bunu unutma..."