logo

71. KADERİN SON CÜMLESİ

Views 179 Comments 1

Yankı Sarca'nın güncesinden...

26.01.2013

Anne, kimseye soramıyorum, sana soracağım çünkü çok yalnızım.

Sarılsam geçer mi? Geçsin, çok acıyor.

"Hiç kimse"

Dünyaya gözlerini açarsın, bir bebeksindir ama çoğu insana göre kaderin çizilmiştir; yoluna acılar çıkar, güzellikler o bahçelerini süsler, yağmurlar yağar, karlar gökyüzünden dökülür. Güneş açar sonra, ardından gece olur, yıldızlar yok olur, kara bulutlar tepende dans eder; uzun bir hayat seni bekliyordur.

Tanrı hayatının ilk cümlesini doğduğunda senin için kurar çünkü her insanın ilk cümlesi kaderinin ışığıdır ve birbirinden farklıdır fakat son cümleye ise kader değil, sen karar verirsin.

Benim hayatımın ilk cümlesi neydi? Bana bahşedilen o cümlede ne yazıyordu? Hayatımın başlangıcını özetleyen o tek cümle ne olabilirdi? Bu soruyu saatlerce düşünebilir, üzerinde binlerce teori kurabilir, alt alta sıralayarak üzerini karalayabilirdim ve en sonunda tek bir cümleyi bırakabilirdim. Başka bir insan bunu yapmayabilirdi ama zamanında o kadar çok yalnız kalmış, o kadar çok kendimle baş başa vakit geçirmiştim ki üzerinde düşünecek birçok konum olabiliyordu.

Fakat o zamanlar düşündüğüm ile şu an düşündüğüm arasında dağlar kadar fark da olabilirdi.

Helin Aktan doğdu; sevmek için değil, sevilmemek ve hayattan her gün biraz daha nefret etmek için.

Helin Aktan doğdu; mutlu olmak için değil, mutsuz ve yalnız bir şekilde hayatına devam edebilmek için.

O zamanlar derdim ki: Helin Aktan doğdu; yaşamak için değil, her gün ölmeyi biraz daha dilemek için.

Birkaç sene öncesine kadar kaderimin ilk cümlesinin bunlardan ibaret olacağını düşünürdüm çünkü yaşadığım hayat bunlardan ibaretti.

Şimdi bu cümlelerin üzerini karalayıp yeni bir cümle ortaya çıkarabilir ve onun yolunda ilerleyebilirdim ama hayır, bu değildi. Kaderimin ilk cümlesi bütün bunlardan hatta daha kötülerinden oluşabilirdi ama son cümlesi tamamen kaderimden ayrı, benim belirleyeceğim bir sondu.

O üç satırın altında yaşadıklarım yer alırdı, ardından son cümlelere gelirdim.

Helin Aktan yaşadı; sevmek için değildi ama sevdi üstelik çok da sevildi; hayata ise her gün biraz daha bağlandı.

Helin Aktan yaşadı; mutlu olmak için değildi ama çok mutlu oldu, hayatının belli bir döneminden sonra hiç yalnız kalmadı.

Helin Aktan gerçekten yaşadı; ölmeyi dilediği her günün acısını çıkararak yaşadı.

İki sene önceki Helin Aktan bu son cümlelere kahkahalarla gülebilirdi ama ben, çaba gösterdiğim her savaşta aldığım yarayla düşmek yerine o yarayı iyileştirip yola devam etmeyi öğrenmiştim. Bunu tek başıma öğrendiğimi söylemek ise bencillik olurdu.

Sokak Nöbetçileri'nin yaralarımı iyileştirmek konusunda çok büyük desteği vardı, yarayı onlar açtığı zamanlarda bile. Belki tam da bu yüzden Sokak Nöbetçileri'nin kalbi olan kişi bendim çünkü onlardan bir tanesi bile benim yerimde olsaydı o vücudu, o aileyi canlı tutmak için bu kadar çaba sarf etmezdi. Ayaklarımı yere çarpa çarpa kendi içimde bile onların aile olduğunu bu kadar fazla bağırmasaydım çoktan dağılabileceklerini biliyordum çünkü birbirlerine sevgileri ve bağlılıkları vardı ama hepsi kendi içinde yanıp kül oluyordu.

Yankı'nın elimi tutan eli sıkılaştı, turkuaz gözleri yine sanki düşüncelerimi duyabiliyormuş gibi bana döndüğünde ve elimi havaya kaldırdığında tersine uzun bir öpücük kondurdu. Bu biraz da en son olan o masa toplantısından sonra bir daha elimi bırakmayacağına dair bir işaret gibiydi. Bir kez daha öptü, ardından ellerimizi aşağıya indirdiğinde parmakları daha sıkı dolandı.

Benden onay beklermiş gibi yüzüme baktı.

Biz yedi kişi yine o masadaydık, yüzleşecektik, bütün gerçeklerle ve ilk konuşan kişi Yankı olacaktı. Gözlerimi açıp kapattığımda içinden ne geçiyorsa dökülmesini diledim; sadece sırlar değil, acılar da. Kırgınlıklarını da dile getirsin istedim.

Yankı Sarca bir kez olsun gerçekten konuşsun istedim.

Yankı Sarca'yı bir kez olsun benden başka, ailesi de görsün istedim.

Bakışları benden ayrıldı, yeniden masaya döndüğünde yüzünde bir gülümseme oluştu. İçten bir gülümseme ama biraz da kederli. "Size bir şey anlatacağım," dedi derinden gelen bir sesle. "Ve siz bu kez sanki hiçbir şeyin farkında değilmişsiniz gibi davranamayacaksınız." Koza kaşlarını kaldırdı; ne geleceğini biliyordu, bense emin değildim. "Anlatacaklarım sır değil, sizden saklanan bir şey de değil. Madem biz yedi kişi bu masadayız, bu kez susan kişi olmayacağım ama ilk önce görmenizi istediğim bir şey var."

Elimi sadece birkaç saniye bıraktı, o aralıkta kalbim duracak gibi hissettim ama üzerindeki tişörtünü hızla başından çıkarıp yere attığında üstü çıplak bir şekilde öylece kaldı. Diğerleri birbirine baktığında ben ne yapacağını anlamıştım ve bunu anlamak, kalbimin üzerine onlarca bıçağın yağmasına neden oldu.

Eli yeniden elimi buldu, bu kez daha sıkı tuttu, ardından başını eğip vücuduna baktı. Yer yer şiddetin izleri vardı ama onların yanında tıpkı benim göğüs kafesimdeki gibi Önder'in silahının bıraktığı izler duruyordu. "Sokak Nöbetçileri'ne dahil olduğum günden beri," dedi Yankı kelimelerin üzerine basa basa. "Önder Sarca tarafından işkence gördüm." Bakışları Işık'a dokundu, ardından diğerlerine. O an belki de görmeyi istediği, yüzlerindeki şaşkınlık ifadesiydi ama hiçbirinde bir şaşırma belirtisi yoktu. Yankı yine gülümsedi, bu kez içten değildi. "Ve siz bunu zaten biliyordunuz, değil mi? Bilmeseniz bile anlıyordunuz."

Koza masanın üzerinde parmaklarıyla ritim tutarken duraksadı ve o da ağız ucuyla gülümsedi. Sanki bu yüzleşme ona keyif veriyor gibiydi ama benim canımı acıtmaya başlamıştı çünkü Yankı'nın konuşacağını düşünürken, ilk başta kalbinin kırıklarından başlayacağını ve özellikle bunu kardeşlerine yansıtacağını hiç aklıma getirmemiştim.

Bu bir milattı, Yankı Sarca ilk kez kalbinin kırıklarını masanın üzerine döküyordu, her parçasının nedenini ise açıklayacaktı. Biz yedi kişiydik, Sokak Nöbetçileri'ydik ama bunların haricinde, onların kendi içinde açtıkları yaraların hesabı, tam da bugün kesilecekti.

Vakit akşamdı, belki de gece oluyordu, bilemiyordum. Sanki biz günlerce o masadan kalkmayacakmışız gibi hissediyordum; belki gözyaşlarıyla, belki sarılmalarla, belki de öfke patlamalarıyla. Peki ya sonunda biz o masadan bir bütün olarak mı kalkacaktık?

Kaderimin o son cümlesini hatırladım, cümlelerini. Eğer biri bu masadan kalkıp giderse hiçbiri geçerli olmazdı çünkü benim kalbim tek parça değildi, benim kalbim altı parçaydı; her parçasında ise onlar vardı.

"Bir silahı vardı Önder'in," dedi Yankı sakin bir sesle. "Ve onu da biliyorsunuz zaten, Helin'den." Bartu'nun gözlerinin içine baktığında, o direkt bakışlarını özür diler gibi bana çevirdi; o sırada Yankı hemen, “Neden bana da böyle bakmıyorsun, Bartu?" diye sordu. "Ben de acı çektim, siz de vardınız ve anlıyordunuz ama hiç bu şekilde bana bakmadın. Sebebi ne?"

Bartu'nun kaşları çatıldığında ellerini masanın üzerine yerleştirdi, ardından geri çekti ve tedirginlikle, “Emin olamazdım," dedi ağzının ucuyla. "Yani Önder'in bunu yapabileceği aklımın ucundan pek geçmezdi; tamam, şüphelendim ama..."

"Sorabilirdin," dedi Yankı direkt.

"Evet," dedi Bartu. "Sorabilirdim ama anlatmazdın."

"Nereden biliyorsun?"

Bartu yutkundu ve kaşları biraz daha çatıldı. "Çünkü bizden hep uzaktın, kendi halindeydin, sadece gerektiği zamanlar konuşuyordun, onun dışında çoğu zaman evde olmuyordun ve..."

"Bartu," dedi Yankı baskın bir sesle. "Kimse değil sen sorsan anlatırdım." Bartu'nun dudakları aralandı, kalbimin çatladığını hissettim. "Çünkü biz küçükken ben bu evin içinde en çok senin bizi koruyacağına inanıyordum. Güç sendin, merhamet sendin, sevgi en çok sendeydi. Neden seninle aynı odayı paylaştım?" Bu kez gülümseme yoktu, turkuaz gözleri Bartu'dan ayrılmıyordu. "Ben sokak arasında edilen kavgalarda bile en çok senin arkana saklandım, dövüldüğümde ilk sana geldim, dövmeyi ilk senden öğrendim. Kendimi korumayı senden öğrendim ama sen de beni, ben söylemeden koru istedim." Bunu beklemiyordum, herkesten ayrı bir şekilde özellikle Bartu'ya bu kadar kırılmış olması ve belki de içinde yara oluşması beni şaşkına uğratmıştı. "Bu büyük bir itiraf Bartu ama bu masadaysak ve sen oradaysan ben artık içimde tutamıyorum." Bakışları bir an bana döndü, yaptığım yanlış mı, der gibi. Hâlâ kendini sorguluyordu ve belki de hâlâ kendi kendine içinde bambaşka cümleleri tutuyordu. "Tutmamalıyım, değil mi?" diye sordu bana ama cevabımı beklemeden masaya döndü. "Nasıl tutulmaz onu bile bilmiyorum ki amına koyayım, böyle mi anlatır insan kendini?"

Bartu'nun dudakları aralandı, nefesini verdi, ardından, “Ben o zamanlar böyle şeyleri fark edemiyordum," dedi boğazını temizleyerek. "Yani hepimiz bok gibi bir hayatın içinden gelmiştik, gece gece ağladığını duymak ya da acı çektiğini görmek olası bir durumdu. Normal bir hayatın içinde değildik."

"Diğerleri için de böyle değil miydi? Evet, bu söylediklerini onlar için düşünebilirdim hatta diyebilirim, umurlarında bile değildim diye ama sen merhamettin ve bazı zamanlar o merhametin bir bana eksikti."

"Yankı," dedi Bartu anlamayıp. "Bu kadar çok mu kırıldın bana?"

"Sadece sen değil ama en çok sen." İlk defa Yankı'nın Bartu'ya bu kadar içtenlikle abisi gibi baktığını gördüm, belki de babası gibi. "Neden dürüst olmuyorsun?" dedi Yankı başını iki yana sallayarak. "Söylesene, Önder'in seni lider olarak seçmesi beni rahatsız ediyordu diye." Bartu ne evet ne hayır dedi, bu da kabullenmeydi. "Söylesene, Lâl'in seni seçtiğini düşünmek hatta emin olmak beni bunu sormaktan alıkoyuyordu diye." Bartu'nun çenesi kasıldı. "Senden bir zamanlar nefret de ediyordum diyebilirsin ama bil diye söylüyorum; Lâl'in beni seçmesi, senin kötülüğün için değildi. Eğer seni seçseydi benim yerime sen işkenceler çekecektin. O da beni bunları kaldırabilecek kadar güçlü gördüyse demek ki."

Bartu kaskatı kesildiğinde Lâl'in gözleri masadan yere indi, ben de bakışlarımı hızla Yankı'ya çevirdim. "Bu da ne demek?" diye sordu Bartu.

"Önder'in ağzına doladığı o tercih meselesi, benim kötülüğümeydi," dedi Yankı. "Hepinizi çekip Sokak Nöbetçileri'nin liderinin kim olması gerektiğini sordu, sen hariç herkes benim adımı verdi." Bakışları Mutlu'ya kaydı, ardından Lâl'e. "Ve bazılarınız o işkenceleri bile bile benim lider olmamı istediniz çünkü sen kaldıramazdın, Bartu." Dudaklarım aralandığında bakışlarım Koza'yla buluştu, Koza hiç de şaşırmış gibi görünmüyordu. "Önder zaten benim seçileceğimi biliyordu ama bunu öyle bir hale getirdi ki beni sizden uzaklaştırdı."

"Ben…" dedi Bartu başını iki yana sallayarak. "Bana senin bunu istediğini söylemişti, bunun için çabaladığını ve beni istemediğini çünkü halledemeyeceğimi; bu yüzden..." Bakışları Mutlu'ya kaydı. "O da biliyor bu düşüncelerimi, hepsine şahitti."

"Evet," dedi Yankı hızla. "Mutlu şahitti hatta sadece o kadar da değil, ben o sormadan bir keresinde Mutlu'ya anlattım da." Mutlu elini ensesine götürdüğünde derin bir nefes verdi. "Kendimi son zamanlarda çok sorguladım; neden sustuğum, neden sizinle hiçbir şey paylaşmadığım konusunda ama zamanında bunu denedim. Denedim, biliyorum. Öyle değil mi Mutlu? Biliyorsun."

Mutlu başını aşağı yukarı salladığında bakışları Işık'a döndü. Işık her şeye hâkimdi ve sessizce olanları izliyordu, Önder tarafından işkenceye uğrayan bir diğer çocuk da oydu. "Neyi bildiğini söylesene, Mutlu. Benim intihara kalkıştığımı, intihar ipimi bile kendim hazırladığımı, Önder'in evinde bunu yapacağımı, elimin kalem tutması gerekirken bir urgan hazırladığımı hatta onu bile beceremediğimi," gözlerini açtı, "liderdim ama beceremedim, vay canına." Güldü, o güldü, benim kalbimdeki ateş harlandı. "O gün şans eseri akşam beni bulduğunu, dayanamayıp her şeyi anlattığımı ve senden yardım istediğimi."

"Mutlu, Önder'e karşı gelemezdi," diye savunmaya geçti direkt Işık.

"Zaten istediğim Önder'e karşı bir savaş değildi," diye yanıt verdi Yankı. "İstediğim, yalnız hissetmemekti. O gün anlattım, o günden sonra aramızda sır olarak kaldı. Sonrasında uzun bir süre hiç sormadı, bildiği halde." Başparmağımla elinin tersini okşadım. "Biliyorum, çocuktuk, bazen ne yapacağımızı bilemezdik ama ben de bir çocuktum ve tam tersi olsaydı bunu yapmazdım."

Mutlu kısık sesle, “Ben bunu Önder'e söyledim," dedi. "Yani, bunu yaptığını ve o bana senin bu şekilde dikkat çekebileceğini söyledi." Boşta olan elim yumruk halini aldığında öfkeyle Mutlu'ya baktım. "Ve sana sordum, sen bana hiçbir şey olmadığını..."

"Beş sene sonra sordun," dedi Yankı. "Acıya bağışıklık kazandığımda." Omzunu kaldırıp indirdi. "Ve sorma nedenin de aynısının Işık'ın başına geldiğini düşünmendi." Bakışlarını Lâl'e çevirdi. "Sen zaten biliyordun," diye mırıldandı. "Hatta bir kez değil, onlarca kez ölmeyi denediğimi, bıçak olmadığı için bileklerimi o Önder'in ininde yerlere sürtüp acıma son vermeye çalıştığımı." Hepsine baktı. "Onlarca kez o yalnızlıkta sırf zekâmı ölçmek için Önder'in verdiği bir rubik küple ölmeyi beklediğimi. Ulan insan bir oyuncağa bağlanabilir miydi yalnızlıktan? Ben o rubik küpe bağlandım, ne kadar hızlı biterse o kadar çabuk acım bitecek dedim, siz hiç mi anlamadınız o rubik küp kaybolduğunda benim niye o kadar ağladığımı?"

"Biz hatıra sanıyorduk," dedi Mutlu, ardından Bartu'ya baktı. Bu yüzleşme için belki hazırlıklıydılar ama Yankı'nın bu cümleleri için o kadar hazırlıksızdılar ki ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Çünkü hepsinin farkında olduğu ama içlerinde sessiz kaldıkları, Yankı'nın dudaklarından dökülüyordu.

Yankı Sarca ilk kez, alıştım, demiyordu. Yankı Sarca ilk kez, ben suçluyum, demiyordu. Yankı Sarca ilk kez, önemi yok, demiyordu. Yankı Sarca ilk kez onlara, Sokak Nöbetçileri'ne ayna tutuyordu.

"Hatıralarım bile lekelendi, sizin hatıralarınız lekelenmesin diye uğraştım ama ben." Güçlü omuzları sarsıldığında ve Mutlu ile Bartu'nun yüzü düştüğünde bir an yine kendini suçladığını gördüm; onları üzdüğü için. "Pişman değilim," dedi Yankı direkt. "Yine olsa yine uğraşırım, çok daha fazlasını yaparım ama keşke siz de..." Sustu. Mutlu yutkundu. "Hepimizin farkında olduğu o sessiz sinema oyununa son verdim; üzülmeniz için değil, içimde kalmasın diye."

Rubik küp. Benimle ilk tanıştığında elime bırakmıştı ve tamamlayınca adını bana söyleyeceğini dile getirmişti ve şu an fark ediyordum; hayatlarına dahil olana kadar o rubik küp elinden neredeyse hiç düşmüyordu. "Bana," dedim bitkin bir sesle. "O rubik küpü vermiştin."

Yankı bakışlarını bana çevirdiğinde gözlerindeki o keder uzaklaştı, yıldızlar parladı, aşkı gördüm. "Ne tuhaf, değil mi? Bu kadar basit görünüyor ama neredeyse bütün hayatımı kapsıyor. Senden sonra o rubik küpe doğru düzgün elimi bile sürmedim çünkü yaşadığımı hissettim. Üzerinde günlerce konuşabilirim ama şimdi içimden tek bir cümle söylemek geliyor." Başını salladı. "Sana o küpü vermek hayatımın dönüm noktasıydı çünkü sen benim dönüm noktamdın; o günleri benden çekip aldın."

"Açıkça her şeyi konuşuyor muyuz?" Mutlu daha fazla içinde tutamayıp, “Yankı," dedi, yeşil gözleri kısıldı. "Sen de bize yalan söyledin."

Yankı'nın bunu beklediği açıktı. "Evet, söyledim, Helin için."

"Hiç söylemezdin ama söyledin," diye çıkıştı Mutlu, bu da onun kırgınlığıydı. "O gün, Işık'ı vuran kişinin Ekip olmadığını açıkladın." O günü hatırlamak, nefesimin birkaç saniye kesilmesine neden oldu. "O gün güvenimizi elimizden çekip aldın, âşık olduğun kadın için. Hani yalan söylemezdin?"

"Siz hiç mi yalan söylemediniz lan bana?" diye sordu Yankı bir anda. "Dürüstlükse sadece benim dürüstlüğüm müydü? Hepinizin tek tek yalanlarını sıralayabilirim, ben yapınca mı hatalı oldum? Çünkü robottum, öyle değil mi?"

Mutlu dişlerini sıktı. "Biz hiçbir zaman dürüstlüğü savunmadık ama sen savundun," dedi. "Eğer o gün, Işık'ı vuranın Ekip olduğunu söyleseydin..."

"Helin'i mahvedecektin," dedi bir an bile şüpheye düşmeden. "Önünü arkasını düşünmeden, onu ezip geçecektin. Hadi şimdi biliyorsun, Ekip Işık'ı..."

"Yankı yalan söylemedi," dedi Koza kısık sesle. "Nil'i vuran Ekip değildi." Hayır, bir anda bu kadar sert bir darbe vurulamazdı. "Ekip'e emir veren bendim, sadece kurşun doğru insana isabet etmedi."

Mutlu'nun omuzları sarsıldı, gözleri direkt Işık'ı buldu; Işık sanki gözlerindeki hiç geçmeyecek o kırgınlıkla Koza'ya bakıp Mutlu'ya döndüğünde bu gerçeği çoktan Mutlu'nun anladığını fark ettim. Anlamamak imkânsızdı, anlamamak çok zordu. Bir anda Mutlu ayağa kalktığında elleri masanın üzerinde sabit bir şekilde durdu, gözlerini kapattı. Sanki kendini sakinleştirmeye çalışıyordu ya da içindeki o öfkeyi dizginlemeye. "Sana sadece tek bir şey soracağım," dedi Mutlu Koza'ya, sesindeki öfke korkunçtu.

"Hayır," dedi Koza. "Nil'e bilerek bunu yapmadım."

Mutlu gözlerini açıp Koza'ya baktı, bunu zaten biliyorum dermiş gibi. "Ya ölseydi?" diye sordu, dünyanın en zor sorusunu dile getirerek.

Koza hiç düşünmeden, “Yaşayamazdım," dedi.

"Ya bizden biri ölseydi," dedi bu kez Mutlu. "O gemide sadece biz yoktuk, senin kız kardeşin de vardı." Kulağa o kadar korkutucu geliyordu ki bu yaşananları nasıl affedebilmiştik? Nasıl sevgi galip gelmişti? "Ya birimiz ölseydik."

Koza yutkundu. Beklediği yerden değildi, bunu görebiliyordum. "Bunu o gün sorsan umurumda olmayacağını söylerdim," dedi acımasız bir sesle. "Ama şu an sorduğunda hayatıma devam edemem gibi geliyor, bu pişmanlıkla."

Işık derin bir nefes verip başını önünü eğdi. Sanki, zaten ölen birileri var, dermiş gibi, parmakları karnına dokundu; yutkunuşunda acılar geçti. "Ne var, biliyor musun?" dedi Mutlu, ardından bir anda Koza'nın yüzüne öyle sert bir yumruk geçirdi ki çığlık attım, Işık direkt ayaklanıp Mutlu'yu geriye çekti. Koza şaşkınlıkla elinin tersini dudağına götürdüğünde kan geldiğini gördüm. "Bunu o kadar uzun zamandan beri yapmayı istiyordum ki."

Koza hızla ayağa kalktı, sandalye arkasındaki duvara çarptı. "İçinden ne geliyorsa onu yap," dedi sakince ama aşağıda duran ellerinin titrediğini gördüm. "İçin nasıl soğuyacaksa devam et."

"Mutlu," dedi Işık yalvarır gibi. "Onlarca kez konuştuk bunu."

"Ne uğruna yaptığını bilmiyorum," dedi Mutlu, sesi gitgide yükseliyordu. "Değdi mi, inan bilmiyorum ama ikizimin her gece saatlerce ağladığını duydum, dakikalarca neşterlere baktığını gördüm, telefonunda durmadan bebek fotoğraflarını incelediğine şahit oldum. Sen onun elinden hayallerini aldın." Sesi daha yüksek çıktı. "Sen onun elinden hayallerini aldın ve o seni seviyor! Hâlâ!" Işık Mutlu'yu daha sıkı tutmaya başladı. "Ve ben..."

"Sen benim ne yaşadığımı biliyor musun?" diye sordu Koza sertçe. "Sen beni o yollara nelerin ittiğini biliyor musun? Beni bu hale getirenin..."

"Hangi neden bir candan daha kıymetli olabilir?" diye haykırdı Mutlu. "Hangi neden hayallerden daha kıymetli olabilir?"

Koza'nın kuracağı her cümle, bir sonraki kasırgayı doğuracaktı. "Sence bunların farkında mıydım lan?" diye sordu Koza, duvarın kenarından ayrılırken. "Senelerce içinde kötülükle yaşamış bir adamın bunlar umurunda mıydı?" Elini saçlarına geçirdi, masadakilere baktı. "Hepiniz tek tek yaptıklarımın hesabını sorabilirsiniz, vereceğim hiçbir yanıt sizi tatmin etmeyecek çünkü..."

"Çünkü acınacak haldeydin," dedi Mutlu sertçe.

"Mutlu," dedi Işık, sesi titriyordu. "Bu onunla benim aramda."

"Hayır," diye yanıt verdi Mutlu, Işık'ın kolunu itekleyerek. "Bu aslında üçümüzün arasında çünkü öyle bir adam ki bütün kötülüklerinin yanında bizim için ne yaptığını da biliyorum." Işık'ın bakışları değişti, Koza Işık'ın gözlerinin içine baktı. "Bizi hatta özellikle beni çocukken kurtaran sendin," dedi Mutlu. Işık başını iki yana salladı. "Biliyorum tabii," dedi. "Bizi o adamlardan iki bomboş mezarla kurtardın, ikizimi rehabilitasyon merkezinde ayakta tutan sendin. Eğer bunları yapmasaydın biz zaten ölecektik; yaptın, yaşadık ama sonra düşman oldun." Masadakilere baktı, hepimize tek tek ve gözleri benimle kesişti. "Nasıl bir karmaşa bu?" diye sordu. "Günlerce bunlarla yüzleşmek beni tüketti, düşünmek öldürücüydü; birisi," dedi üzerine basa basa, "bana mantıklı bir cümle kursun lan bunun için. Benim bu adama karşı duyduğum sevgi için bir şeyler söyleyin bana."

Koza hiç çekinmeden, “Beni affettiğini biliyorum Mutlu," dedi. "Eğer beni affetmeseydin Nil'in gitmesine izin verirdin."

"Nil'in gitmesine mi?" Soruyu soran Bartu'ydu.

Mutlu kırgın gözlerle Koza'ya baktı. "Benim affetmem bir şeyi değiştirmez, bunun bir önemi yok ama ikizim seni affettiyse bununla yaşaman zor olacak." Koza'nın parçalandığını hissettim, o parçalanırken ben de aynı hislerle onun kalbindeydim. "Ve bil diye söylüyorum, ben olsam seni affetmezdim, çekip giden de sen olurdun ama öyle bakma, ikizim benden daha zekidir bazen." Baştan aşağı Koza'yı süzdü. "Belki de burada karşında ondan aldıklarınla durmasının senin için çok büyük bir cehennem olduğunu biliyordur çünkü maalesef ben bile kabullendim, onu seviyorsun sen."

Koza'nın gözleri dolduğunda çenesini havaya kaldırdı, gülümsemeye çalıştı. "Bazen affetmek çok daha büyük bir cezadır," diye mırıldandı. "Bunu hem kız kardeşimle hem Nil’le yaşıyorum." Eliyle kapıyı gösterdi. "Gitmem mi gerekiyor? Bu ev yıkılır, ben altında kalırım ama yine de çekip gitmem çünkü…" başını salladı, gözlerini kıstı, "çünkü beni de hayata bağlayan bu aile oldu."

Mutlu sandalyeyi çekip sertçe oturdu, kollarını önünde bağladı ve direkt Koza'ya bakarak, “Bu aileyi dağıtmak isteyecek kadar ne yaşattık biz sana?" diye sordu. "Hadi sıra sende, anlatsana Koza. İkizimin bile dönüp seni anlayabileceği, Helin'in bile affedebileceği ne yaşadın?"

"Mutlu," dedi savunmaya geçerek. "Bilmediğin de birçok şey var."

Mutlu bakışlarını Yankı'ya çevirip, "Sen peki?" diye sordu. "Neden bu adamı koruyorsun? Biz kardeşindik, yanında olmadık, belki de seni anlamadık, tamam ama neden onun için bu kadar çaba? En çok zararı senin âşık olduğun kadına vermedi mi?"

Yankı Koza'ya baktı; ikisi birbirlerine verdikleri zararlarla orada duruyorlardı. "Çünkü," dedi kendini bir an bile engellemeden. "Kimse yanımda değilken bile beni anlayıp yanımda olan tek kişi Koza'ydı."

"Bizi bu kadar suçlayamazsın." Bartu'nun sesi bir anda yükseldi. "Nereden bilebilirdik?" diye sordu. "Sen tam anlamıyla anlatmadan nereden bilebilirdik? Bir süre sonra tamamen uzaklaştın bizden. Seni anlamamızı beklemen için bize hatta düzelteyim, bana bir şeyler vermen gerekiyordu. Sen hep ‘ben çok güçlüyüm’ havalarındaydın..."

"Değildim." Yankı'nın bakışları benden ayrıldı ve Bartu'ya yeniden baktım. "Değildim, yemin ederim değildim ve çok yalnızdım."

"Biz vardık," dedi Işık kaşlarını kaldırarak ama aksini düşündüğüne emindim. "İhtiyacın olduğu her an."

"Yoktunuz." Işık derin bir nefes verdi. "Hayır, sizi suçlamıyorum ama bu bir yüzleşmeyse bende bıraktığınız izleri size gösteriyorum ve ilk kez konuşuyorum. Birkaç sene önce bunları anlatmamam, çocukken anlatmaya çalışmadığım anlamına gelmez. Geceleri ağladım, duydun," dedi Bartu'ya bakarak. "Senden merhem istedim, getirdin," dedi Mutlu'ya. "Gözlerinin önünde dövüldüm, gördün." Lâl'e kaydı bakışları. "İkimiz acı çektik, sen Mutlu'ya dönüp sarıldın, ben öylece kaldım." Işık'taydı. "Sonucunda ise kendi başıma hallettim ve aklınızda böyle kaldım. Günlerce eve gelmedim, döndüğümde nasıl olduğumu sormadınız. Buna mı alışmıştım? Değiştirmeye çalışmadınız. Kabul edin, Sokak Nöbetçileri'nin en önemlisi gibi görünsem de en önemsizi bendim. Bir gün yok olsam sizin için hiçbir şey fark etmezdi çünkü yalnız olan bendim."

Masada sessizlik oldu.

"Benim gerçek adım ne?" diye sordu Yankı bir anda. Masadaki sessizlik devam etti. "Ben söylemesem hanginiz bilecektiniz adımın Umut Güneş olduğunu ama ben hepinizin adını biliyordum çünkü soruyordum. Doğum günlerinizi de biliyordum, en sevdiğiniz renkleri de öyle hatta en sevdiğiniz yemekleri de. Benim doğum günüm ne zaman?" Bartu gözlerini kapattı. "Helin'den sonra öğrenmediniz mi bütün bunları? Çünkü Yankı doğum günlerinden hoşlanmaz mı? Ben hepinizin doğum gününde bir mum da kendim dilek dileyerek üfledim, bir çocuk doğum günlerini niye sevmesin lan? Peki ya söylesenize benim annem nasıl öldü?" Lâl başını önüne eğdi. "Benim babam kimdi?" Sessizlikten başka hiçbir şey yoktu. "İşin tuhafı, Helin'den önceye kadar bunların normal olduğunu sanıyordum ben. Bir sokak lambasının altında beni bulduğunda belki de o gün ölecektim. Bir insanın istendiği zaman bulunduğunu gösterdi, o gün hayatımın ikinci dönüm noktasıydı." Çenesini havaya kaldırdı. "Sizi suçlamıyorum ama artık biliyorum, siz de bilin: Helin gelmeseydi ben şu an bir ölüydüm ve siz neden öldüğümü bile bilmeyecektiniz. Silinip gidecektim, mezar taşımda bile gerçek adım değil, Yankı Sarca yazacaktı."

Bartu ellerini sertçe masaya çarptığında, “Önder'in yanında durmaya devam ettin," diye hiddetle karşılık verdi. "O kadar acı çekiyorsan o adamla durmayacaktın, bize bunu söyleyecektin. Biz beş kişiydik, onu alt etmemiz o kadar da zor değildi." Öfkelenmeye başlıyordu, başımı art arda iki yana salladığımda, Koza sanki beni engellemek istermiş gibi elini kaldırıp geçiştirdi. İstediği tam olarak bu yüzleşmeydi. "Onun askeri gibiydin, ne derse yapıyordun..."

"Çünkü askeriydim!" diye bağırdı Yankı ve o da elini sertçe masaya çarptığında oturduğum sandalyeye daha fazla sindim. Onu öfkeli görmek bazen öyle zor oluyordu ki masada öfkesinden korktuğum tek insan Yankı Sarca'ydı. "Çünkü bu şekilde büyüttü! Beni ona muhtaç büyüttü, karşı gelmemeyi öğretti, bir süre sonra kuklası olduğumu bile fark etmedim ve zaafıma dönüştü!"

"Ne zaafı, amına koyayım?" dedi Bartu dişlerini sıkarak. "Onu öldürmek için bile elinde fırsatlar varken emirlerinden çıkmadın. Bu hayatı biraz da sen istedin; o senin liderindi, sen de bizim liderimizdin. Bu hoşuna gidiyordu."

Yankı burnundan derin bir nefes verdiğinde dişlerini sıkarak, “Onu öldüremezdim," dedi ve az önce, Önder'in ölü bedenini gören Yankı'nın hali aklıma geldi. "Onu öldüremezdim, o şu an hayatta olsa bile öldüremezdim, onu hiçbir dünyada öldüremem çünkü ona bağlıydım. Bu hastalıklıydı ama ona bağlıydım." Masanın üzerindeki eli yumruk halini aldı. "Çünkü..."

"Çünkü onu seviyordun, değil mi?" dedi Bartu. "Hepimiz gibi. Kabullensene bunu, bizi suçlamadan önce."

"Sadece bu kadarla sınırlı değil ki," dedi Yankı. "Çünkü onun iyi bir baba olabileceğine inanıyordum, hep bir umudum vardı." Bakışlarım yavaşça ona döndüğünde gözlerinin dolduğunu gördüm; öfkeden, belki de acıdan ya da bambaşka nedenlerden, bilmiyordum ama elimi tutan eli titrerken, “Çünkü," dedi titreyen bir sesle. "Hepinizin aksine benimki bir kaçıştan çok daha fazlasıydı, Önder'in sokak çocuğu olmaktan çok daha ötesiydi." Eli daha fazla titredi. "Önder," dedi zorlukla konuşarak, "benim," kendisini işaret etti, inanamıyormuş gibi, "öz babamdı. Sizin gibi kaçmadım ben, o sokağa şans eseri düşmedim, Önder'e verildim, öz babama."

Kızgın bir demir sanki karnıma saplanıyormuş gibi oldu, yerin sarsıldığını hissettim. "Ne?" döküldü dudaklarımdan, ardından Yankı'nın gözünden bir damla yaş aktı fakat aceleyle elinin tersiyle sildiğinde başımı iki yana salladım. "Ne?" dedim daha yüksek sesle ve o an, ikisinin olan bütün görüntüleri gözlerimin önünden geçti. Anlam veremediğim o Yankı'nın bağı, Önder'in üstten konuşmaları, ailesinin evinin önüne gidip Yankı'nın içeriye bile girememesi, öylece kabullenmeyi beklemesi. Gözünden bir damla yaş daha düştü fakat bu kez silmedi.

"Ne?" dedi Bartu tıpkı benim gibi. Gözleri kısıldı, inanamıyormuş gibi Yankı'ya baktı ve onunla beraber tek şaşıran kişinin yine ben olduğumu gördüm. Diğerleri biliyordu, şaşkınlık yoktu; özellikle Koza öyle bir biliyordu ki Yankı'nın yüzüne bakarken Önder'e olan öfkesini de görebiliyordum. "Siktir git," dedi Bartu. "Siktir git, o kadar da değil." Başını çevirip diğerlerine baktı. "Bu kadar da değil lan," dedi inanamıyormuş gibi ama herkes sakince ona baktığında başka bir şaşkınlık daha yaşadı. "Biliyor muydunuz?" diye sordu. "Bi ben mi bilmiyordum?"

"Bana…" dedim Yankı'ya. "Bana söylemedin." Sesimdeki o şaşkınlık, acı ve yanındaki öfkeyi gizleyemiyordum. "Ben…" aklımdan geçenleri durduramıyordum, onun elini sıkıca tutarken şimdi o elimi hissetmiyordum, "bunu bilebilirdim. Ben bunu bilebilirdim."

Yankı yüzüme bakmadı; tam karşısına, duvara bakarak, “Kendi içimde kabullenseydim onun babam olduğunu, söylerdim," dedi boğuk bir sesle. "Bununla yaşamayı öğrenebilseydim söylerdim." Bir damla yaş daha aktı gözünden ve yine silmedi. "Onun için üzülmediğim zaman söylerdim," dedi bu kez. "Ona muhtaç olmadığımı hissettiğimde söylerdim. Onu," dedi yutkunarak, "sevmeyi bıraktığımda söyleyebilirdim ama diğer türlüsü çok zordu."

Zaafları vardı, baba olmaktan korkuyordu; bir baba değil, iki baba tarafından hançer yemişti. Aslında diğerleri gibi evinden kaçmamıştı, kapının önüne bırakılmıştı. Durmadan gittiği o villanın önünde ziline bile basamıyordu, belki de önceden basmıştı, çocukken ama ben onu bulduğumda öylece bir sokak lambasının altında oturuyordu, yeniden kabullenilmek için.

Bu yüzleşmeden çok daha fazlasıydı; Yankı'nın kalbinde sakladıkları kocaman bir volkan olup patladığında lavları hepimizi yakıyordu.

Bakışları Lâl'e kaydı. "O öldü şu an," dedi, sesi titrerken dişlerini sıktı ama gözleri daha fazla doldu. "O öldü ve kurtulduk; hayır, üzülmüyorum." Bakışları masaya kaydı, boşta olan elinin parmakları tahta masanın kenarını kavradı, ardından Koza'yla göz göze geldi. "Hayır, üzülmüyorum, ona artık bağlı değilim, o öldü sonunda. Bakma öyle, üzülmüyorum, biliyorum, o suçlu." Ve bütün sakinliğinin tersine, bir anda, "Nefret ediyorum," diye inledi. "Hayır, üzülmüyorum. Sikeyim, üzülmüyorum." Başını kaldırdı, bakışlarını bana çevirdi. "Üzülmüyorum, o öldü, kurtulduk," bakışları tam aksini söylerken, “Helin, o öldü," dedi, daha çok kendini ikna etmeye çalışıyormuş gibi. "Helin, o öldü ama ben neden şu an buna üzülüyorum?" Başını iki yana salladığında ellerim yüzünü buldu. "Yanlış, değil mi? Bu çok yanlış ve o öldü. O öldü, o artık yok, ben ona bağlı değilim, o babam olmamalı ama o öldü..."

Onu kendime çekip sarıldığımda başını boynuma sakladı ve belimden öyle sıkıca sarıldı ki gözlerim acıyla doldu ama ondan gizlemeye çalıştım. Titriyordu, bu kez o titriyordu ve hem öfkeyi hem acıyı hem kini hissedebiliyordum. Saçlarına dokunduğumda sanki ufacık bir çocuk gibi omzumda ağladı; kendimi engellemeye çalıştım ama yaşadığını hissetmek beni paramparça ederken, dolan gözlerle sarıldığım yerden Koza'ya baktım. Bakışlarını kaçırdı, o bakışlarını kaçırdığı noktada ne hissettiğini anladım.

İkisinin de babaları zaafları olmuştu ve bu kötü bir bağlılıktı, izleri ise ömür boyu sürecekti.

Bütün Sokak Nöbetçileri sanki Yankı'yı ilk kez böyle görüyormuş gibi bakarken, onun bir süre sonra yanlarında sessizce bile ağlamadığını anladım. Kendi içinde, belki yalnız, belki de ona öğretildiği gibi. "Halledeceğiz," diye fısıldadım kulağına fakat o an çektiğim acıyı gizleyemedim. "Halledeceğiz Yankı, yemin ederim, halledeceğiz. Geçecek, geçireceğim ben." Onun cümleleriydi sanki ve bu kez ben söylüyordum, öyle tuhaf bir andı ki saçlarında dolaşan ellerim duraksadı. Bunu yanlış anladı, sanki onu bırakabilecekmişim gibi belime daha sıkı sarıldı.

"Önder'i sevdiğim için beni suçlamıyorsun, değil mi?" diye sordu kısık sesle fakat onu herkesin duyduğunun farkında değildi.

"Hayır," dedim hemen. Onu bu yüzden bile bırakabileceğimi düşünüyordu. "Hayır, seni anlıyorum, hepimiz anlıyoruz."

Odanın içindeki sessizlik, mezarlıktaymışız gibi hissettiriyordu. O sessizliği Bartu bozduğunda, “O," dedi Önder için. "Bazen iyi bir adam olabiliyordu, Yankı." İçini rahatlatmaya çalışıyordu, kendisini kötü hissetmesin istiyordu fakat dünyanın en yanlış cümlesini kurduğunu, Koza'nın hiddetle elini masaya vurmasından anladım.

"O dünyanın en kötü adamlarından ikincisiydi," dedi dişlerinin arasından. "Birincisi ise şu an bir hapishanede çürüyor."

"Bence," dedim Koza'nın gözlerinin içine bakarak. "Bu yüzleşmeyi sonraya saklasak daha iyi olacak gibi görünüyor."

Işık da onaylarmış gibi kafasını salladığında, “Hayır," diye sert bir sesle çıkıştı Koza. "Gerekirse günlerce bu masada oturacağız. Ağlayan ağlasın, kavga eden etsin, savaşan savaşsın ama bugün bu iş bitecek." Yankı başını yasladığı yerden kaldırdığında turkuaz gözlerinin çevresinin kıpkırmızı olduğunu gördüm ama Koza'nın bu cümlelerinin ardından sanki bir robotmuş gibi yavaşça kendini benden uzaklaştırdı, çenesini havaya kaldırdı, ardından Koza'yı onayladı. Bu kez aşağıdan elini tutan ben oldum; titriyordu, ilk defa gerçekleriyle kardeşlerinin karşısına geçip yüzleşmişti ve bu kadarla da sınırlı değildi; en büyük sırrı, ölüme dönüşmüştü.

Çoğu insan bu kadar acıyı günler içinde yaşardı, Yankı Sarca yine bir güne sığdırmıştı.

"Daima iyi bir adam olduğunu söylemedim," dedi Bartu, Koza'ya öfkeyle bakarak. "Ama bazen iyi bir adam olabiliyordu. Bana kimsenin öğretmediklerini öğretti; dışlanıyordum, bunu engelledi; hiçbir zaman bir tercih hakkı sunmadı bana. Şiddet bile gerektiğinde uyguladı, hep beni anladığını söyledi."

"Şiddet bile gerektiğinde uyguladı, ne demek Bartu?" dedim kendimi tutamayıp. "Bu cümleyi sana kurdurması bile onun ne kadar kötü bir adam olduğunu gösteriyor."

"Hayır," dedi Bartu, ardından nefeslendi, kendini sakinleştiriyordu. "Anlamıyorsunuz, bok gibi bir dünyadan Sokak Nöbetçileri'nin içine düştüm. Burası benim için cennetti, Önder Sarca'nın bir tokadı benim için eğitimdi." Kaşlarım daha fazla çatıldı, olması gerekenden o kadar farklı büyütülmüştük ki bunu fark etmek bile zaman alacaktı. "Benim iyiliğimi istediğini biliyorum, en azından bir süre boyunca..."

"Çünkü sen onun için saf salak bir çocuktun," dedi Koza acımasız bir sesle, kendini tutamayıp. "Seni kandırmak çok kolaydı."

Bartu öfkeyle Koza'ya baktığında, Işık, “Haddini aşma," diye tepki verdi. Bense ağzımı açamadım çünkü bir faydası olmayacağını biliyordum; Koza böyleydi, canı yanarsa ağzından çıkanlara dikkat etmezdi.

"Haddimi aşmak mı?" dedi Koza, ardından alayla güldü ve Bartu'ya baktı. "Sana giyinmeyi öğretti, değil mi?" diye sordu. "Hatta sana çatal bıçak kullanmayı öğretti, yetmedi konuşmayı da öğretti. Bu kadarla da sınırlı değil, sana kendini savunmayı da öğretti, öyle değil mi? Aynaya baktığında kendini sevmeyi öğretti, saçlarını okşadı, bazı zamanlar en çok seni sevdiğini de söyledi." Bartu'nun dudakları aralandı ama hiçbir şey söylemedi. "Bunları biliyorum çünkü aynılarını yaşadım," dedi Koza. "Seni kendime benzetmiştim; hatırlıyorsun, değil mi? Ben senden daha saftım ama gözlerim senden daha çabuk açıldı, sense hâlâ uyuyorsun. Uyan, o senin iyi niyetini kullandı." Bakışları Lâl'e döndü. "O aşkından öldüğün kızın üzerinden de seni kullandı."

"Bu ne demek?" diye sordu Bartu hemen. "Bu ne demek lan?" Lâl bakışlarını Koza'ya çevirip hayır dermiş gibi başını iki yana salladı ama artık her şey için çok geçti.

"Bunu söyleyecek kişi sen değilsin," dedim Koza'ya hızla. "Bırak, bunu Lâl söylesin."

"Bunu söyleyecek kişi tam de benim," dedi Koza sert bir sesle. "Çünkü Lâl için Bartu'nun sunduğu o zaaf, bizim hayatlarımıza mal oldu." Bakışları en sonunda Mutlu'ya döndü. "Beni bu hale getirenin ne olduğunu merak mı ediyorsun? Dinle o halde; bir çocuk nasıl bu kadar kötü bir adama dönüşür, gör."

"Ne diyorsun oğlum sen?" dedi Bartu sert bir sesle. "Ne diyorsun ulan?"

Koza acımasız bir sesle güldü ama bu kez, o acımasızlığı eskiden oturduğumuz masadaki gibi değildi. Artık acılarını gizleyemiyordu. "Ben hepinizden önce Önder tarafından alındım, birinci Sokak Nöbetçisi bendim," dedi Koza. O an, Yankı'nın kasıldığını hissettim. En kötü kısım başlıyordu, bunu hepimiz biliyorduk. "Ve senin gibiydim; çatal tutmayı bilmez, konuşmayı beceremez, giyinmekten anlamaz. Keşke senin gibi sokakta doğsaydım, bırakılsaydım ama çok daha kötüsüydü, bir babam olduğu halde bu şekildeydim. Tıpkı sana yaptığı gibi beni de sahiplendi, korudu, güçlendirdi, cesaretlendirdi, ardından siz geldiniz, bir mal gibi beni köşeye attı." Lâl ellerini saçlarına geçirdiğinde Bartu'nun bakışları ona döndü fakat anlamayıp başını iki yana salladı. "Seninle hiç tanışmadık, Nil ve ikiziyle başka bir kaderle yollarımız kesişti ama Lâl ile Sonuncu beni biliyordu, onlarla büyüdüm biraz da."

Bartu, Yankı'yı biliyordu ama Lâl'i duyduğu noktada kasıldığını hissettim. Elbette Koza'yla aralarında problemler yaşandığından emindi ama bu kadarına hazır mıydı, kestiremiyordum.

"Geçirdiğimiz o güzel günlerden sana söz etmek isterdim," dedi Koza. "Fakat sonu iyi olmayan bir hikâyenin başlangıcının bazen pek önemi yoktur. Bizim üçümüzün hikâyesinin sonu bir ihanetle bitti. Benim senelerce ikisinin ihaneti diye bildiğim ama aslında Lâl'in yani benim bir zamanlar Helin'den bile ayırmadığım, kız kardeşim sandığım Zeynep'in ihanetiyle."

İlk defa Mutlu'nun da bilmediği bir hikâye ortada dönüyordu, bunu görebiliyordum çünkü yüz ifadesi değişmiş, dikkatlice Koza'ya bakıyordu ama Bartu'nun bakışlarında çok daha farklı bir ifade vardı. Mutlu'dan daha farklı, daha korku dolu, daha acılı ve belki de daha tutsak.

Çünkü âşık olduğu kadınla o da ilk kez yüzleşecekti.

"Ne ihaneti?" diye sordu, ardından Koza'dan önce Yankı'ya baktı. "Ne ihaneti Yankı? O ihanet etmez ki. Lâl ihanet etmez."

Yankı sustu. Onun suskunluğu bir nevi kabullenişti.

"Ve madem gerçekleri konuşuyoruz," dedi Koza sakin bir sesle. "Bu hikâyede senin de büyük bir rol oynadığını söylemek gerekiyor."

"Koza," dedim boğuk bir sesle. "Hayır, bu şekilde değil."

"Ne yaptım ben?" diye sordu Bartu. "Seni tanımıyordum ki."

Başımı iki yana salladım. Yankı ise, “Koza," dedi uyarıcı bir sesle. "Bırak, Lâl bunu anlatsın."

Koza, Lâl'e dönüp baktığında başını önüne eğdiğini ve sadece iki yana salladığını gördü. "Bu zamana kadar yapsaydı yapardı, değil mi?" diye sordu.

"Ne yaptım ulan?" dedi Bartu baskın bir sesle. "Ne yaptım ben, söylesenize." Bakışları bana döndü, her yardım istediğinde ilk bana bakıyordu. "Ne yaptım Helin?" diye sordu. "Bilsen söylerdin bana, öyle değil mi?"

Hiçbir şey söyleyemedim. Anladı, benim de ona hiçbir şey anlatmayacağımı.

"Bir gün Önder'den bir iyilik istedin," dedi Koza, bakışları Lâl'e kaydı, artık gülmüyordu hatta aksine, sesinde keder vardı. "Hüseyin'in mezarını bulmayı istedin, Lâl'in kardeşinin."

Lâl ellerini yüzüne yerleştirdiğinde ağlamaya başladığını anladım. Bartu duraksadı, herkese baktıktan sonra, “Evet," deyip gülümsedi ve yeniden gülüşü soldu, ardından Lâl'i inceledi. "Evet, istedim ve sonucunda..."

"O mezar hiçbir zaman bulunmadı çünkü sen kullanıldın, Lâl'e olan aşkınla ve Lâl'in zaafı da bana karşı kullanıldı." Tek nefeste kurduğu cümle, tam yedi çocuğun hayatına bedeldi, bunu biliyordu. "Ben Önder'den saklanıyordum, sırdaşlarım Lâl ve Sonuncu'ydu. Üçüncü sokaktaki çatı katındaydım; ışıksız, bazen yemeksiz tek bir oda fakat acı yoktu, iki kardeşim vardı. Beni koruyorlardı. Biz o çatı katında günlerimizi dolu dolu geçirdik, bazen bir ekmeğin ne kadar da kıymetli olduğuyla yüzleştik." Geçmişin duvarları parçalanıyordu. "Sonra bu güzel kardeşlik, bir ihanetle son buldu. Nasıl mı? Önder, Lâl'e o mezarın yerini bulduğunu söyledi,bir tercihle beraber. Ya beni Önder'e verecek ve mezarı görecekti ya da hiçbir zaman o mezarı göremeyecekti ama ben iyi olacaktım." Koza gülümsedi, gülümseyişinde kırgınlık vardı, Lâl daha şiddetli ağlamaya başladı. Bakışları Mutlu'yu buldu. "Lâl'in neyi seçtiğini söylememe gerek yok, bütün bu yaşananlara bakıldığında ama bilin diye söylüyorum, o çatı katından ayrılıp teslim edildiğim yer Harun Aktan'ın eviydi. Yandım, dövüldüm, aç bırakıldım, istismara uğradım." Elim boynuma gitti, nefes almakta zorlandığımı hissettim. "Ve bunları Lâl biliyordu. Ailem elimden alındı, istenmediğimi düşündüm; istenmemek de değil konu, cehenneme kucak açtım. Keşke ölseydim, ölsem o kötü adama dönüşmezdim ya da belki siz bu kadarını yapmazdınız ama dönüştüm, dönüştüğüm kişi o kötü adam oldu, Harun Aktan'dan öğrendiklerim beni o çocuktan kötü adama çevirdi."

"Onunla alakan yok," dedim karşı gelerek. "Bunu söyleyemezsin, sen hiçbir zaman onun gibi değildin."

Koza, "Yapma güzel kardeşim," dedi kırgınlıkla. "İkimiz de biliyoruz, o dönüştüğüm adamın aslında kime benzediğini."

"Benzemiyorsun!" diye inledim. "Benzemiyorsun! Unut bunu! Sen o kadar şeyi yaptıktan sonra yaşayamayacaktın ki zaten, bunu biliyorum. Neden söylemiyorsun? Her şey bittikten sonra kendini de öldüreceğini neden söylemiyorsun?"

Koza sustu, belki de yaşattıklarının ağırlığını bu cümleyle silmek istemedi. Mutlu şaşkınlıkla bize bakıyordu. Duyduklarımın ağırlığı keskin bir hançer gibi kalbimin üzerine saplandığında bu masada ne Lâl'in ne Bartu'nun ne Yankı'nın ne de Koza'nın yerinde olmak istediğimi fark ettim. Çünkü dördünden biri olmak, hayatın boyunca büyük bir izle yaşamaya devam etmek demekti. Öyle bir izdi ki su geçirmez, boya tutmaz. Zaman geçtikçe kararır, kocaman olur, hayatlarını sarar.

Bartu yine direkt bana baktı. "Helin," dedi kaşlarını kaldırarak. "Doğru mu bu?"

Hiçbir şey söyleyemedim. Anladı.

"Her şeyin başlangıcının senin masum bir aşkından geçmesi çok tuhaf zaten," dedi Koza.

"Sus," dedi Bartu sadece.

"Ama sadece bu kadarla da sınırlı değil. Önder zamanla Sonuncu ile beni birbirimize düşman etti. Sonuncu kendi isteğimle gittiğime ve onlara düşman olduğuma inandı, bense bu tercihte onun da söz hakkı olduğuna. Her şeyi bilen Lâl, senelerce Sonuncu'ya sustu korkusundan. Kaybetme korkusundan." Başını salladı. "Hatta söylesene Sonuncu, bütün bunların ardından bir de Lâl'i alıp günlerce Hüseyin'in mezarını aramaya gittiğinizi." Lâl başını eğdiği yerden kaldırdı ve dolu gözlerle Yankı'ya baktı. Yankı ise bakışlarını ona çevirmedi; o an gördüm, güvenin nasıl da zedelendiğini ve zedelendiği yerden iyileşmeyeceğini. "Söylesene Sonuncu, her şeye rağmen beni aradığınızı ve Lâl'in hiçbir şey itiraf etmeden seninle beni aradığını."

Yankı sessiz kaldı ama aslında bu da onayladığını gösteriyordu. Senelerce belki de en güvendiği insan Lâl'di ve en büyük ihaneti de o gerçekleştirmişti. Bir zamanlar onun günlüğünü verdiğimi gizlemesi, bütün bunların ortasında nasıl da masum kalıyordu.

"Yankı," dedi Bartu. "Siz gittiğinizde Hüseyin'i aramaya..." Sanki Bartu'nun zihninde taşlar yeni yeni yerine oturuyordu. "Siz ikiniz aslında..." Duraksadı, bana baktı, ardından herkese ve en son Lâl'e. Lâl durdurak bilmeden ağlamaya devam ederken, “Yankı," dedi Lâl'in yüzüne bakarak. "Sen bu yüzden mi uzaklaştın Lâl’le?"

Yankı dudaklarını ıslattı, bakışları Koza'dan Lâl'e kaydığında, “Yara aldım en güvendiğim kişiden," dedi, onun için de ne kadar ağır olduğunu fark ettim. "Ve bu, yara almasını en çok engellediğim insan tarafından oldu."

Bartu elini sertçe saçlarına geçirdiğinde anlamakta zorlandığını hissedebiliyordum çünkü çok ağırdı. En sonunda, “Lâl," dedi. "Doğru mu bu?" Aslında en son ona sorması bile bir şeylerin yanıtı değil miydi? Lâl ağlamaya devam ederken, yavaşça başını sallayarak onayladı. "Ama," dedi Bartu. "Senin için yaptım, ben yaptım, evet ama başlangıçta..." Duraksadı, cümle kuramadı ve bir kez başına vurdu. "Ben salak mıyım? Ben nasıl kandım o adama? Lâl, sen nasıl kandın?" Bir kez daha vurdu başına. "Neden sonradan bize söylemedin? Söylesen, biz belki..." Lâl daha fazla ağladı. "Ağlama, tamam, ağlama, demedim bir şey."

Koza dayanamayıp, “Sen de ona güvenmiyorsun, değil mi?" diye sordu. "Çünkü biliyordun." Bakışları Yankı'ya döndü. "Açtığı yarayı affettin mi? Affedebilecek misin?" Masa sanki alev alacaktı, biz parçalanacaktık. Hayır, bu olamazdı, izin vermezdim. Hayır, kaybedemezdim. "Nasıl yaşanacak böyle, bi söylesene bana?"

"Ben nasıl yaşıyorsam öyle yaşayacaksınız." Işık'ın sert cümlesi kurşun gibi masanın ortasına düştüğünde bakışları Koza'ya döndü. "O çocuktu," dedi Lâl için. "O henüz bir çocuktu ve Önder onun zaaflarını kullandı. Sonrasında da korktu, itiraf edemedi. Evet, hataydı ama bir çocuğun hatasını ön plana çıkarırken kendini görmezlikten mi geliyorsun Koza?"

Yankı'yla sadece birkaç saniye bakıştık, o birkaç saniyede ikimiz de aynı şeyi düşündük; bu masadan nasıl bir bütün olarak kalkacaktık? Bunu aşabilecek miydik?

Koza, Işık konuşur konuşmaz yumuşayıp, “Konu ihanet," dedi en sakin ses tonuyla. "Çocuk olduğunu biliyorum ama..."

"Sen de bana ihanet ettin." Işık'ın baskın sesi öyle ağırdı ki Koza'nın olduğu yere sindiğini gördüm. Bakışları bana döndü. "En başından beri biliyordum senin ajan olduğunu," dedi hırsla, ardından Yankı'ya döndü. "Ve o hapishaneye girip defalarca Koza'yla da konuştum. En başından her şeyi biliyordum, sustum çünkü onu anlamaya çalıştım fakat hiç kimsenin zarar görmeyeceğinin sözünü verirken bizzat bana zarar verdi, hayallerimi elimden aldı." Çenesini havaya kaldırdı, güçlü durmaya çalıştı ama yutkunmakta zorlandı. "Üstelik çocuk da değildi; kalbi vardı, atıyordu; savaşı vardı ama masumları da görmezlikten geldi. Sen söylesene asıl Koza, o hapishanede Helin vurulurken alkışlamak nasıl bir histi? Hiç mi canın acımadı?"

Lâl bu kez Işık'a karşı başını iki yana salladığında, “Bu benimle alakalı," diyerek söze girdim. "Ve bunun hesabını ben sorabilirim sadece." Kaşlarım çatıldı, Koza'nın gözlerinde pişmanlığı gördüm. "Abime silah olarak beni kullanma."

"O da Bartu'yu Lâl'e karşı kullanmasın," dedi Işık dişlerini sıkarak. "Bu masada eğer birileri suçlanacaksa kimse tek parça kalmaz, anladınız mı?" Bakışları Lâl'e döndü. "O zaten yaptıklarının bedelini ödedi, ödemeye çalıştı ve hâlâ da ödüyor." Sertçe Koza'ya baktı. "Bunu biliyorsun, bunu gördün. Seni o hastane odasına girerken gördüm, Lâl intihar ettiğinde, ‘O ölmeyecek, değil mi,’ diye bana soran sendin." Koza gözlerini açtı, ardından sanki bulunduğumuz evin çatısı başımıza yıkıldı çünkü Bartu'nun boğuk nefesi oradaydı.

"Ne?" dedi ilk başta ve o an, Işık ne yaptığını anladı. Hiç olmaması, belki de kendisinin bile ağzından kaçırmaması gereken tek cümle, Bartu'nun yavaşça ayağa kalkmasına neden oldu. "Ne?" dedi bir kez daha Bartu. "İntihar ettiğinde mi? Ne?" Sessizlik ve sonrasında Bartu'nun sertçe oturduğu sandalyeyi iteklemesi, o tahta sandalyenin yere düşüp bacağının kırılması. "Lâl intihar ettiğinde ne demek?" diye haykırdı ve bakışları yine bana döndü, bu kez öyle bir döndü ki öleceğimi sandım. "Bu ne demek?" dedi bana doğru ve bakışları Lâl'i buldu. "Sen intihar mı ettin? Ne zaman?"

Kimse konuşamadı; Lâl bile eğer konuşabilseydi o an yine de ebediyen suskunluğa gömülürdü, bunu çok iyi biliyordum.

"Lan, cevap verin!" diye bağırdı Bartu ellerini masaya sertçe vurarak. "Bu ne zaman oldu? Ben neredeydim?"

Herkes sustu, yine bu yükü Yankı üstlendi ve kısık sesle, “Harun Aktan'ın evinde vurulduğu zaman," dedi. "Aslında orada vurulmadı, intihar etmiş, kendi kalbine sıkmaya çalışmış. Işık onu görmüş." Bartu'nun dudakları aralandı. Delirmiş gibi bize bakarken anlam vermeye çalışıyordu. "Kimse kendini suçlu hissetsin istememiş," dedi Yankı gözlerini masaya çevirerek. "Eğer ona bir şey olsaydı," gözlerini kapattı, "sanki çatışmada vuruldu gibi görünsün istemiş."

Bakışları Yankı'dan Işık'a, Işık'tan Mutlu'ya, Mutlu'dan Koza'ya kaydı. "Bunu," dedi üstüne basa basa. "hepiniz biliyordunuz, bir ben mi bilmiyordum yine?" En sonunda bakışları üzerime çevrildi, en büyük hayal kırıklığını bana ayırmıştı. "Ulan," dedi acıyla. "Sen de mi sakladın benden? Helin, sen nasıl sakladın benden?"

"Bartu…" dedim elimi kaldırarak. "Söylenecekti ama bu Lâl'in sırrıydı ve eğer biz söylersek..."

"Ulan ben ölüyordum!" dedi Bartu duvarlara çarpan, gür bir sesle, ardından Lâl'e baktı ve önündeki masayı iteklediğinde hepimiz olduğumuz yerden kalkmak durumunda kaldık. Masanın üzerindeki birkaç içki şişesi yere düştü, bardaklar da öyle. Hızlı adımlarla Lâl'in karşısına geçti, ellerini sandalyenin arkasına koydu, Lâl'e doğru eğildi. Bu sahne bana, bu evde Bartu'nun Lâl için üzerime eğildiği anı anımsatmıştı. "Beni duyuyor musun?"

"Bartu," dedi Yankı sadece.

"Lan sana bir şey olacak diye ölüyordum ben! Ben hep ölüyordum, ben hep senin için ölüyorum, sen bunu bile bile nasıl ölmek isteyebilirsin? Bunun adı terk etmek değil mi?" Elini saçlarına geçirdi ve arkasını dönüp bir kez daha sertçe sandalyeye vurdu, sandalye duvarda parçalandı. "Lan aklımı kaçıracağım," dedi kendine vurarak, ardından durdu, gözleri açıldı ve başını iki yana salladı. "Benim," dedi kekeleyerek, "benim yüzümden mi?" Hızlıca eli cebine gitti, titreyen elleriyle telefonu çıkardı. "Sen bana o gün veda ettin, benim yüzümdendi, benim yüzümden ölecektin, ben yaptım." Telefon elinden yere düştü. "Lan ben ne yaptım?" dedi bu kez. "Ben seni yalnız bıraktım diye mi?"

Lâl ayağa kalktı, önüne geçip bir şeyler söylemeye çalıştı ama Bartu dinleyebilecek gibi değildi, göz teması kuruyor ama anlamıyordu. "Bartu…" dedim zorlukla konuşarak. "Senin suçun değildi, seninle alakası yoktu, biz bunu..."

"Benim suçumdu," dedi Yankı bir anda. "Yalnız bırakmamam gerekiyordu, anlamam gerekiyordu ama yapamadım." Her şey birbirine girerken Bartu bizi duymuyor gibiydi.

Lâl ellerini kaldırıp, “Bir kez dinle," dedi ama Bartu yine onun dışında her yere bakıyordu, o sırada köşede duran Mutlu'yla göz göze geldi. "Neler gizlenmiş benden, görüyor musun Mutlu?" dedi ve gülmeye başladı ama acıdan gözleri dolmuştu. "Geçmişi ben belirlemişim, haberim yok; Lâl bir hayatı karartmış, haberim yok; Önder babasıymış Yankı'nın, haberim yok; Lâl," dedi, "benim Lâl'im intihar etmiş haberim yok." Güldü, ardından kollarını iki yana açtı. "Yok mu senin de benden sakladığın bir şeyler? Aptalım ben sonuçta, anlamam hiçbir şeyi, öyle değil mi?"

"Bartu," dedi Işık büyük bir pişmanlıkla ve acıyla. "Özür dilerim, yemin ederim böyle olmasını istemezdim."

"Zaten öğrenecekti," dedi Koza. "Gizlenecek miydi yine?"

"Gizlenecekti elbette çünkü ben salağım," diye haykırdı. "Hadi! Daha fazlasını verin!" Mutlu'ya baktı yine. "Söylesene sen de," dedi. "Çocukken senden çok utanıyordum, yanında yemek bile yiyemiyordum, rezil biriydin, desene!" Ağlamaya başladığımda Yankı öne çıktı ama Bartu durmadı, Mutlu korkuyla geri adım attı, Işık onu arkasına aldı. "Söylesene ulan!" dedi. "Salağım ya ben! Anlamam zaten, söylesene. Benimle aynı odada bile uyumak istemediğini söylesene!" Bakışları Yankı'ya döndü. "Güçlüyüm diye benimle uyumak istiyordun, öyle mi? Sikerim yalanını, o evin içinde istenmiyordum bile ben."

"Yalan değildi," dedi Yankı ve bir adım daha önce çıktı, tam o esnada ise Bartu sertçe onu omzundan itekledi. İteklediği anda Yankı'yla ellerimiz birbirinden ayrıldı; bir kez daha o masada ellerimiz ayrılmıştı, bu kez hissettiğim terk ediliş değil, parçalanıştı. Kırılan sandalye, bu yedi kişilik masada sanki artık altı kişi kalacağımızın bir işareti gibiydi. Yankı'nın elimi bırakması, bağların kopması demekti.

"Söylesene," dedi bu kez Yankı'ya. "Lâl babasına benzettiği için senden korkuyordu, o yüzden senden kaçıyordu, desene ulan!" Sol taraftan onu tutmaya çalışan Koza'ya baktı. "İtiraf etsene, amına koyayım," dedi Koza'ya. "Yeniden söylesene; bu ailenin en aptalı sensin, seni kandırmak çok kolay, desene."

"Özür dilerim," diye inledi Mutlu, Işık'ın arkasından. "Böyle hissettirdiğim için kendimi hiçbir zaman affetmeyeceğim, çok özür dilerim." Sesindeki acı, pişmanlık ve bir o kadar da korku o kadar canlıydı ki Işık'ın arkasında saklanıyor gibi görünse de aslında Bartu'dan utandığı için öyle duruyordu.

"Şimdi geçmiş burada acılardan, affedilişlerden söz ediyorsunuz; ben neleri affettim, görmüyor musunuz?" Başını iki yana salladı. "Ama bu kez sizi değil, yine sizi değil, kendimi affetmeyeceğim," dedi Bartu herkesin yüzüne bakarak, ardından önünde duran Lâl'e çevirdi bakışlarını. "Söylesene," dedi, o an tek bağıramadığı kişi oydu. "Seni hiç sevmedim, mecburi istikamettin, seni sevmek zorunda kaldım, desene." Bunun üzerine Lâl ellerini Bartu'nun yüzüne koymaya çalıştı ama o izin vermedi. "Yüzleşmiyor muyuz?" diye sordu. "En aptal ben değil miyim? Şimdi söylesene her şeyi Lâl."

"Bartu," dedim başımı iki yana sallayarak. "Şu an mantıklı düşünemiyorsun, eğer sakinleşirsen..."

"Hepiniz," dedi ortaya, "hepiniz benden bir şeyler saklıyorsunuz, sürekli." Bir anda bana döndü. "Sen bile ulan," dedi hayal kırıklığıyla. "Sen bile benden bir şeyler sakladın; biliyorsun bunun nasıl yara açtığını ama gizledin benden." Özür dilemek istedim ama cümle kuramadım, savaşmalıydım ama öyle bir yıkılmış duruyordu ki karşımda verdiğim her savaşta daha fazla parçalanacağını hissettim. Bakışları Yankı'ya döndü. "Sendin ya hani gözden çıkarılan o kişi; yanılıyorsun, Yankı Sarca. Bu ailenin en gözden çıkarılan adamı hep bendim çünkü en azından sana ihtiyacımız olabiliyordu ama sizin bana ihtiyacınız hiç olmadı bile."

"Bartu, hayır," dedi Işık, arkasında tedirgin duran Mutlu'yu biraz daha gizlemek isteyerek. "Bunu sana söylemesi gereken kişi Lâl'di, biz bile çok geç yüzleştik hatta tam anlamıyla yüzleşemedik bile. Kendimizden bile gizledik, anlaması çok zordu, ağırdı." Bartu dinlemiyormuş gibiydi. "Haklısın, her şey senden gizleniyormuş gibi görünebilir ama neler aşılmadı ki bu mu aşılmayacak, söyler misin bana?"

"Belki de ben artık aşamıyorumdur, amına koyayım?" dedi Bartu zorlukla nefesini vererek. "Belki de bu kadar salak yerine koyulmak canımı acıtıyordur ulan benim. Belki de ailem sandığım kişiler aslında beni bir yabancı gibi görüyordur." Yankı yüzünü ellerinin arasına aldı. "Nasıl güveneyim ulan size? Aslında gözümün önünde sevdiğim kız intihar etmiş; hepiniz ortak olmuşsunuz, gizlemişsiniz benden. Ben sizden hiçbir şey gizledim mi?" Gülmeye başladı, ardından, “Gizledim tabii ya," dedi ve bir anda odanın içinde yürümeye başladı, önüne çıkan Yankı'yı ise bir kez daha itekledi. "Gizledim, gizlemez olur muyum?"

Köşedeki dolabı açıp içinden birkaç parça eşyayı yere fırlattığında biblolar kırıldı; hepsi eskiydi, geçmişten kalmıştı ve artık parçalanmıştı. Bir çarşaf çıkardı, çarşafı yere fırlattığında içinden tozlu bir defter düştü; soluk bile almadan defteri tuttu ve yana kaydırdığı masanın üzerine fırlattı. "Ben de ne yapayım, Lâl," dedi ona dönüp bakarak. "Aptal gibi sana şiirler yazdım, bunu gizledim senden. Bak, senelerdir durur orada, ne büyük sır ama." Lâl bakışlarını masanın üzerine çevirdiğinde, sanki evi terk etmek üzere olan o kişi abimmiş, babammış, ailemmiş gibi adımlarımı geri geri atıp kapının önüne geçtim; çıkıp gitmesini engellemek için.

Koza bile en sonunda, “Bartu," deyip nefesini verdi. "Bunlar sır değil, yapma."

"Eh, bir de küçükken animasyon izlediğimizde dans eden karakterleri Lâl çok sevdi diye gizli saklı dans kursuna gittim, bu da sırdan sayılır mı?" Bartu bir adım attı, kapının önüne daha fazla geçtim; Yankı ne yapmaya çalıştığımı anladığında arkamda durdu. "Dur, düşüneyim, başka bir sırrım var mı?"

"Bartu," dedi Mutlu ağlamaklı bir sesle. "Özür dilerim senden. Binlerce kez özür dilerim, böyle hissettirdiğim için özür dilerim." Onların arasındaki o kuvvetli bağ, ne olursa olsun Bartu'nun Mutlu'nun yanında oluşları şimdi o Mutlu'nun gözlerindeki pişmanlıktaydı.

"Senden de sakladığım sırlar var," dedi Mutlu'ya başını eğip bakarak. "Hepinizden sakladığım sırlar ama anladım artık, sizin sakladığınız sırlar ile benim sırlarım arasında dağlar kadar fark varmış." Omzunu kaldırıp indirdi, masaya baktı, sonra dağılan sandalyelere; ardından altımızla göz göze geldi, sona Lâl'i sakladı. "Bu son damlaydı," dedi, nefesi yarım kaldı, sesinde acı vardı hatta orada kara gözleri dolmaya başlamıştı ama umursamaz görünmeye çalışıyordu. "Bu güvensizlik ve kalp kırıklığıyla daha fazla kalamaz insan; ben gurursuzdum, kaldım, amına koyayım."

"Bu ne demek lan?" dedi Yankı sert bir sesle önüme geçerek.

"Bitti demek," dedi Bartu dişlerini sıkarak. "Son aptallıktı demek, her gün arkamdan ne saklanıyor diye düşünmekten yoruldum demek, gidiyorum demek. Engelleyebilir misin? Buna cesaret edebilir misin?" Kendisi bile inanamıyormuş gibiydi. "Siktirip gideceğim lan bu evden, nereye gideceğimi bile bilmiyorum, sizden başka yolum da yok ama gideceğim. Hadi, engellesene beni."

Yankı büyük adımlar atıp Bartu'yu omuzlarından itekledi. "Öyle bir engellerim ki seni Bartu, yemin ederim kollarımı kırman gerekir." Yankı'nın baskın sesinde korku vardı. "Öldürmen gerekir, ezmen gerekir."

"Kırarım o halde," dedi Bartu kapıya doğru hamle yaptığında. Yankı bir kez daha itekledi fakat Bartu ona çarpıp kapının önüne öyle bir geldi ki bu kez benimle yüzleşti.

Ellerimi kaldırıp onu engelledim. "Benim de kollarımı kırman gerekecek," dedim ağlayarak. "Öldürmen gerekecek, ezmen gerekecek. Bunu yapabilecek misin bana da?"

Bartu, Yankı'ya verdiği cevabı bana veremedi, öyle büyük bir kırgınlıkla bana baktı ki, "Helin," dedi dişlerinin arasından. "Ben en çok sana güvendim, sen de onlara dönüştün."

"Bartu," dedim başımı sallayarak; ileriye adım attı, ellerimi göğsünün üzerine yerleştirdim. "Lütfen bana öyle bakma, her şeyi söyle ama böyle bakma." Gözlerindeki kırgınlık beni mahvediyordu. "Özür dilerim ama söyleyemezdim, nasıl söylenir bu?"

"Nereye gideceksin?" diye sordu Işık sert bir sesle Bartu'nun arkasından. "Nereye gideceksin Bartu? Kime gideceksin? Ne yapacaksın?" Onun da öfkelendiğini hissediyordum. "Ben kaldım, bütün yaşadıklarıma rağmen. Hayallerim elimden alındı, ben kalmaya devam ettim. Hiç affedilmeyecek şeyleri aptal kalbimle affettim. Hepimiz kaldık. Sen şimdi gideceksin, öyle mi?" Arkasındaki sandalyeye tekme atma sırası Işık'taydı. "Aşkından gözünü karartan tek kişi sen misin ya bu evde?" Hırsla kelimeler dudaklarından dökülüyordu. "Kim derdi ki Işık aşkı için acılarını sineye çekecek?" Parmağıyla Koza'yı işaret etti. "Ben bu adama âşık oldum, acılarımı sineye çektim, gidemedim. Şimdi sen gideceksin, öyle mi?" Bartu'ya doğru bir adım attı, işaret parmağını havaya kaldırdı, onun da gözleri dolmuştu. "Bir saniye durmam burada, ben de işte o zaman çekip giderim çünkü anlarım ki insan gidebiliyormuş, sen bile gidebiliyormuşsun, bu kadar bağlıyken."

Başımı çevirip Yankı'ya baktığımda acıyla nefesimi verdim, ardından, “Bir şeyler yap," diye fısıldadım; ondan istedim, her zaman yaptığı gibi, şimdi de toparlayacağını düşündüm. Dudakları aralandı, o an sanki cümleler tükenmişti; ne söylerse söylesin geri adım atılmayacakmış gibi geldi. Hayır, dedim, yine ondan istiyorsun, yine ona farkında olmadan bir robot gibi davranıyorsun, üstelik az önce söylediklerinden sonra.

Yaşanılanlar ağırdı, bu yüzleşme masasında bu kadarıyla kalmayacağını biliyordum ama her şeyden vazgeçen ilk kişinin Bartu olması öyle yaralayıcıydı ki. O Bartu'ydu; ailesi Sokak Nöbetçileri'ydi, aşkı Lâl'di, hepimizin illa ki gidecek bir yolu olurdu ama onun bizden başka bir yolu yoktu, bunu biliyordum.

"Bartu," dedim kapının önünden. Işık'ta olan gözlerini bana çevirdi. Ağlamamak için direniyordum, kaderimin son cümleleri gözlerimin önünden geçiyordu. Bu aileyi bulduğumda, o aile dağılacak diye bağlanmamıştım. Şu anda bu olamazdı. "Daha önce giden biri olarak karşındayım." Upuzun boyu ve heybetli vücuduna karşın ben nasıl kapının önünde durup onu engelleyebileceğimi düşünürdüm? "Gittiğin hiçbir yer, bu altı kişi gibi hissettirmiyor." Başımı iki yana salladım. "Biliyorum, yaparsın," hayır gidemezdi, halledemezdi, "yoluna da devam edersin," o tek başına yoluna devam etse bile yara alırdı, "belki de mutlu olursun," olamazdı, hepimiz biliyorduk, "ama gün sonunda dönmek istediğin yer bu altı kişi olacak. Bizi bizden başka kimse tam anlamıyla sevemeyecek."

Bartu yutkunduğunda ne demek istediğimi anladı, zamanında görüşmeye çalıştığı o kadının, Rüya'nın aslında hiçbir suçu yoktu. Bartu'nun da suçu yoktu ama hepimiz biliyorduk, yedimiz de kabullenilmesi zor çocuklardık, gençlerdik ve belki yaşlılara dönüşecektik.

"Bırakmam ki," dedi Mutlu bir anda. "Peşinden gelirim ki." Işık'ın arkasından çıktı ve kollarını önünde bağladığında gülmeye çalıştı ama kederliydi. "Kovsun, sövsün, dövsün, yine de bırakmam ki. Şaka yapıyor, inanmıyorum." Gülüyordu ama gözünden yaş aktı. "Bırakmam," dedi. "Asla bırakmam."

Aylar önce o masada tıpkı şu an gibi dağılmıştık, paramparçaydık; ben yere düşmüştüm, beni kaldıran kişi Bartu olmuştu. O günün izleri bugündeydi fakat daha farklıydı. Herkes o gün birbirinden vazgeçmeye hazırdı, savaşa ya da can yakmaya ama bugün pek öyle görünmüyordu. O gün bir kişi parçalanabilir, gerisi yürüyebilirdi ama şimdi biri parçalansa herkes dağılacaktı; bunun adı bağ, bunun adı düğümdü.

Lâl, Bartu'nun karşısına geçip onun kollarını kavradığında yalvarır gibi baktı. "Konuşacağım," dedi. "Ama başını çevirme, tamam mı?"

Bartu'nun kasıldığını hissettim ve o an anladım; sırlardan öte, Lâl’le gerçekten tanışmanın ağırlığını kaldıramamıştı. Bu bakışlarından okunabiliyordu. Hepimizin aksine, onun gözünde en masumu Lâl Sarca'ydı; belki de en iyisi, en annesi, en kardeşi, en merhametlisi. Şimdi yüzleştiğinde her şeyin tersine döndüğünü anlıyordu.

"Koza'nın anlattığı her şey doğru," dedi Lâl. Elleri öyle hızlı hareket ediyordu ki takip edemiyordum. "Yankı'nın anlattığı her şey doğru," dedi ardından. "Hepsi doğru." Bartu'nun bakışlarından anlıyor muydu, kendisini gerçekten gördüğünü. "Ve intihar ettiğim de doğru." Eli kalbine doğru gitti, başını iki yana salladı. "Elim titredi, başaramadım ama yaşamak istemiyordum." Bartu'nun çenesi kasıldı, bu kez bakışlarını ondan ayırmıyordu. "Ama tek bir şey yanlış. Suçlu ne sensin ne Yankı ne Koza ne diğerleri." Kendisini işaret etti. "Ben benimle daha fazla yaşayamadım, kendimden gitmek istedim." Yavaşça dizlerinin üzerine çöktüğünde Bartu'nun hâlâ karşısındaydı. "Bu son bencilliğimdi ama olması gerekendi. Özür dilerim, böyle bir kadın olduğum için."

Bartu karşısında o şekilde durmak istemedi ve Lâl'in yanında dizlerinin üzerine çöktüğünde, “Bana anlatsan her şeyi ben anlardım," dedi. "Kötüysen iyiliğini görürdüm, ihanet ettiysen sebepler yaratırdım." Lâl'in çenesini tutup kaldırdı. "Ama sevmiyorsan buna çözüm bulamam, Lâl." Titreyen bir nefes verdi. "Hep aynı noktaya dönüyoruz; hep orada bir yerlerde senin sevginle savaşıyorum, kendimi kandırıyorum belki ama ben senden sonra ölmeyi hiç düşünmedim, en çok senin için yaşadım ama sen bunu nasıl düşündün? İşte bunu kaldıramıyorum."

"Sen de yoktun," dedi Lâl. "Benden gitmiştin."

Bartu da işaret diliyle devam etti. "Vardım," dedi hızla. "Hep vardım ama önceliğin değildim."

"Beni istemiyordun," dedi Lâl bu kez.

Bartu bu kez sesli konuşmaya devam etti. "Benim seni istemediğim hiçbir zaman yoktu ama artık kabullen Lâl; benim sana olan sevgim ile senin bana olan sevgin birbirinden o kadar farklı ki." Başını kaldırıp tavana baktı. "Ben senin canını kendiminkinden fazla önemsedim, sen kendi canını benim için önemseyemedin. Bu ne demek, biliyor musun?" Gözlerini yeniden Lâl'e çevirdi. "Şu an buradaki herkes, belki de bizim, ikimizin, Bartu ve Lâl'in yaşadıklarından daha ağır şeyler yaşadılar." Başıyla Işık ve Koza'nın bulunduğu yeri gösterdi. "Onların yaşadıkları bizimkinden katbekat daha ağırdı," Yankı ile beni gösterdi. "O ikisi nasıl yollardan geçtiler ama mutlak sevgi galip geldi. Bizim için hiçbir zaman galip gelen sevgi olmadı çünkü bu sevgi seni hiç iyileştirmedi."

Lâl gözlerini sildiğinde çok uzun bir süre Bartu'nun yüzüne baktı. O kadar uzun süre baktı ki saniyeler dakikalar dönüştü. En sonunda, Haklısın," dedi. "Belki de tek iyileşmeyen kişi benimdir bu ailede." Kabullenmek yaralayıcıydı, öyle bir yaralayıcıydı ki her ikisinin de ne demek istediğini anlıyordum. "Bu masada herkesin suçu var," dedi. "Ama gitmesi gereken tek kişi de benim, bunu biliyorum." Bakışları yüzümüze döndü. "Koza beni affetmeyecek, Yankı bir daha bana güvenmeyecek, Bartu bana hep şüpheyle bakacak, geçmişteki hatalarım herkesi mahvetti. Asıl böyle kalınır mı?" Yutkunduğunda artık ağlamıyordu. "Ama görüyorsun, ben bencil bir kadınım, gidemiyorum, gidiş sandığım ölüm oluyor, orada bile arkamda bir yıkım bırakıyorum. İyileşmek istiyorum, nasıl geçecek bilmiyorum, iyileşmek istiyorum ama gidersen iyileşemem, çabalıyorum, her şey için. Ama sen gidersen çabalayamam."

Madalyonun iki yüzü: bir tarafta sevginin iyileştirici gücü, diğer tarafta ne olursa olsun kendini hiçbir zaman affetmeyen ve iyileşmeyen Lâl Sarca. Onu anlıyordum, onu anlamak en can yakıcı kısımdı çünkü gözlerinin önündeki yangının nedeni olduğunu düşünmek hayata devam etmeyi zorlaştırırdı. Fakat şu da vardı: Bartu onu her şeyiyle kabul edebiliyordu, diğerleri etmese bile Bartu onu kabullenebiliyordu.

Bartu'nun dudakları aralandı birkaç kez; söyleyecekleri vardı ama yuttu, belki de kırmaktan çekindi. En sonunda eliyle Lâl'in saçını kulağının arkasına itekleyip, “Gitme," dedi zorlukla. "Ben her şeye rağmen seninle kalıyorsam sen de kendine rağmen benimle kalmak zorundasın."

Derin bir nefes verdim, belki de hayatımda verdiğim en derin nefes olmuştu. Gitmeyecekti, kalacaktı, Lâl için kalacaktı. Yine Bartu için sevgi galip gelmişti, aşk onu hem iyileştiriyor hem yok ediyordu.

"Seni seviyorum," dedi Lâl bir an bile düşünmeden. "Yemin ederim seni seviyorum, kalbimde hissediyorum." Başını aşağı yukarı salladı. "Fakat sevmeyi bile becerememem sana zarar veriyor, öyle değil mi? Neden yalan söyleyeyim ki? Seni seviyorum, gerçekten seviyorum ama iyileşememem seni mahvediyor, öyle değil mi?"

"Vermiyor, mahvetmiyor," dedi Bartu hızla. "Hayır, kabullendim." Elini Lâl'in saçlarında gezdirdi. "Ama eğer sana zarar veriyorsa ben öğretirim sevgi nasıl olur." Yutkundu, saçlarındaki eli duraksadı. "Birinci kural, seviyorsan gitmezsin; gitsen bile dönecek yollar ararsın. Ölmezsin, her şeye rağmen onun için yaşarsın."

Lâl başını salladığında Bartu'nun gözlerinin içine bakıyordu. "Duyduklarından sonra benden nefret ettin mi biraz da olsa?"

Bartu alayla güldükten sonra, "Hayır," dedi. "Aksine yükünü senden almak istedim, kaldıramayacağın kadar ağırmış çünkü. Keşke o ihaneti bile beraber sırtlansaydık." Lâl yeniden ağlamaya başladığında Bartu'nun boynuna sarıldı, Bartu ise o sarıldığı an kırgınlıkla bize baktı; ondan gizledi ama bizden gizleyemedi. O kötü olmasın diye yüzleştiklerini dile getiremedi, geriye kocaman bir kırık kalp kaldı.

Herkes bambaşka noktalara dağılmıştı, kendimi on yıl yaşlanmış gibi hissediyordum; hepimizin de böyle hissettiğini biliyordum; bitkindim ve hepimizin cümleleri tükenmişti. Daha ne konuşulabilirdi? Bina yıkılmamıştı fakat çatlaklar da onarılamazdı, izleri kalırdı. Aile demek, bu demek değil miydi? Bir kişi suçlu değildi, herkesin suçu vardı; belki de yıkılışı engelleyen buydu.

Çok uzun bir süre sessizlik oldu; ardından Koza ellerini masaya yerleştirirken, “Zeynep," dedi kendini tutamayıp ve hızla düzeltti: "Lâl." Başını saklandığı yerden çıkardığında Koza'yla göz göze geldi. O sırada Koza'nın bakışları Yankı'yla kesişti, Yankı onaylar gibi gözlerini kapatıp açtığında derin bir nefes verdi. "Hüseyin'in mezarını bulduk."

Heyecandan kalp atışlarım hızlandığında elimle ağzımı kapatıp Yankı'ya baktım; Yankı ise gülümsedi, dakikalar sonra ilk içten gülümsemesiydi; ikisi beraber bulmuştu, nasıl olmuştu da bulmuşlardı?

Lâl'in gözleri açıldı, Bartu büyük bir şaşkınlıkla Koza'ya bakıyordu. "Önder'in defterinde yazıyordu," dedi Yankı sakin bir sesle. "Hepimiz için ayrılan o defterde sırlarımız vardı." Kırgınlıkla Lâl'e baktı. "Aslında o hep Hüseyin'in yerini biliyordu, Lâl ve belki de başka bir tercih için bu bilgiyi saklıyordu senden."

"Emin misiniz?" diye sordu Bartu kulaklarına inanamıyormuş gibi.

"Mezarın başına bir tahta saplanmış, tahtaya H harfi kazınmış." Lâl çöktüğü yerden yavaşça ayağa kalktığında gözlerinden yaşlar akmaya devam etse de yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. "Öyle bir gizleyip korumuşsun ki mezarı, imrendim. Mezarlık, ağacın kökleriyle bütünleşmiş." Lâl'in gözlerinin içine baktı; geçmişi gördüm, şimdiyi ve geleceği. "Ama yine de anladım, her zaman..." dediğinde Yankı cümlesini yarıda kesti.

"Her zaman başka bir yol vardır," diye devam ettirdi. "Senin için de varmış, çok geç bulduk."

Lâl'in dudakları aralandı; çığlık atmak istedi, belki de kahkaha atmak ya da sevinçle ağlamak. O an, belki bu kez konuşur, diye düşündüm; belki o da böyle düşündü çünkü kelimeler dudaklarından dökülmek için orada hazır bekliyordu.

Ama yapamadı.

Fakat bir anda, hiç beklemiyorken Lâl bulunduğu yerden öyle bir ayrıldı ve tüm gücüyle koşup Koza'nın boynuna atıldı ki kolları ona sıkıca dolandığında Koza bir an dengesini kaybetti ve arkasındaki sandalyeden destek almak zorunda kaldı.

O an kendimi tutamayıp yeniden ağlamaya başladığımda, sarıldığı yerde Lâl'in heveslenip çocuk gibi zıpladığını gördüm. Bir kardeşe, bir abiye ve en çok geçmişe sımsıkı sarılır gibi. Koza'nın kolları iki yanında sallanırken dudakları aralandı, benimle göz göze geldi. Aklından geçen, ikimizin sarıldığı ve bütün kırıkların biz farkında olmadan onarıldığı andı. Biliyordum çünkü aynısı benim için de geçerliydi.

"Yemin ederim," dedi Mutlu ağlaya ağlaya. "Yere çöküp tepine tepine ağlamama o kadar az kaldı ki." Bartu'ya bakıp dudaklarını büktü. "Ben de sana sarılayım mı?" diye sordu çocuk gibi. "Çok üzgünüm, bir kez sarılayım mı? Bak, bir kez sarılırsam iyileşecekmişim." Bartu Mutlu'ya hiçbir şekilde kırgın değildi, bunu biliyordum; kim bilir kendi içinde ne zaman affetmişti onu.

"Gel lan buraya," dedi Bartu ayağa kalkıp kollarını iki yana açarak. "Gel de seni bir silkeleyeyim şöyle, uzun zaman oldu."

Mutlu kahkaha atarak Bartu'nun kucağına atladığında bacaklarını beline doladı, omuzlarına sıkıca dolandı. Ağlayarak güldüm ve Mutlu, Bartu'yu alnından öptüğünde kahkaham şiddetlendi. "Seni hak etmiyorum hiç," dedi Mutlu. "Ama yine bir kere de olsa alt dudak verir misin bana?"

Bartu, Mutlu'nun ensesine vurduğunda gülerek Koza ile Lâl'e baktım. Koza karşılık vermemişti, sarılmamıştı ama en azından Lâl'i itmemesi bile bir umut demekti. Bu Lâl'i üzmedi, geri çekilirken gülümsemesi hiç solmadı ve ellerini kaldırarak, “Teşekkür ederim," dedi, ardından Yankı'ya dönüp ona doğru bir hamle yaptı ama Yankı elini kaldırıp Lâl'i engellediğinde ufak bir tebessüm gönderdi.

Lâl dinlemedi, aldırış etmedi ve bu kez, Yankı'ya sarıldığında o da Koza gibi karşılık vermedi ama derin bir nefes alarak gözlerini kapatıp açtığında Lâl'i özlediğini, çok özlediğini anladım.

"Kesin şu Yeşilçam filmini artık ya," dedi Işık burnunu çekerken; ağlıyordu ve bu onu öfkelendiriyordu. Yere düşen açılmamış viski şişesini yamuk duran masanın üzerine koydu, ardından kapağını açıp kafasına dikti. Gözünden yaşlar akarken, “Aptalsınız hepiniz," dedi. "Hepinizden nefret ediyorum, sizi bu kadar çok sevdiğim için kendimden de nefret ediyorum."

Koza elinden viski şişesini çekip aldı; Işık'tan daha fazla içmesinde, az önce Lâl'in ona sarılmasının etkisi olduğunu görebiliyordum. Nefes aldı, sonra biraz daha içti ve sandalyesini Işık'ın yanına çekip oturduğunda, “Bense senin gibi bir kadına âşık olabildiğim, buna izin verdiğin için kendimi seviyorum," dedi bir an bile çekinmeden. Şaşkınlıkla ona baktığımda Işık'ın da dudakları aralandı. Duraksadı, ne yapacağını bilemedi, ardından yeniden viski şişesini kafasına dikti.

Yankı bana arkadan sarılıp kollarını belimde birleştirdi, boynuma dudaklarını gömdü, ardından saçlarıma ve en son omuzlarıma. Gülümsedim, kendimi ona yasladım ve Işık'ın elindeki viski şişesini almak için uzandım. "O halde," dedim. "Sırada benim sırrım var."

Yankı'nın bile arkamda kaskatı kesildiğini hissettim. Bartu'nun kucağında duran Mutlu şaşkınlıkla bize bakarken, Bartu yere bırakınca popo üstü düşüp inledi. Lâl bile büyük bir şaşkınlıkla bana bakıyordu.

"Bunun ardından burası cehenneme dönüşebilir," dedim, Yankı'nın çocuk gibi başını eğip bana baktığını fark ettim ama görmezlikten geldim. "Fakat yapmak zorundayım."

"Canım kız kardeşimin içine ben girmişim," dedi Koza ağız ucuyla.

"Evet," deyip Koza'ya dikkatlice baktım, gözlerimi kıstığımda ne olduğunu anladı. "Sonunda planımız işe yaradı abiciğim." Kendimi Yankı'nın kollarından kurtardığımda gözlerimi devirdim, ardından Koza hariç oradaki herkese büyük bir nefretle baktım. "Şimdi biz ikimiz konuşacağız, siz susacaksınız."

"Allah tarafından bilmediğim dualar bile işletim sistemime yüklendi şu an," dedi Mutlu boğuk bir sesle. "Neler oluyor?"

Koza sırıttı, o da ayağa kalktı. Viski şişesini ona doğru kaldırdığımda, “Sonuncu," dedi aşağılayarak. "Gerçekten kız kardeşimin sana âşık olduğuna inandın mı? Vah ezik vah."

Yankı duraksadı, gözleri benden ayrılmıyordu. "Çok komik, değil mi?" diye sordum Koza'ya. "İnandı, bizi aptal sandı." Alayla güldüm. "Oyunun sonuna geldik, ben Sokak Nöbetçileri'nin arasına ajan olarak gönderildim, en başından beri her şey plan dahilindeydi ve şimdi, asıl gerçekleri konuşma zamanı."

"Sen kimsin?" dedi Bartu. "Ve Helin'e ne yaptın?"

"Hadi ama," dedi Koza acımasız bir sesle. "Benim gibi bir abisi varken seni de mi abi olarak görecekti?" Kendini işaret etti. "Bu mükemmeliğe baksana bir."

"Kıyamet," dedi Mutlu. "Kop artık, şimdi tam zamanı."

"Anlamadım ben şimdi," diyen Bartu'nun sesiydi. "Asıl hain kimmiş? Ben miyim?"

"Hayır," dedim Bartu'ya. Koza'nın elinden viski şişesini alıp havaya kaldırdım. "Ben Helin Aktan, Sokak Nöbetçileri'nin arasına ajan olarak gönderildim, hepinizi öldüreceğim ve kanınızı içeceğim! Yastıklarınızın altına bıçaklarınızı yeniden saklayın!" Ortamda sessizlik oldu, ardından kahkaha atmaya başladığımda bana ilk katılan kişi Koza oldu, sonrasında diğerleri. "İlk öldüreceğim kişi elbette Yankı Sarca." Ona dönüp kollarına atıldığımda derin bir nefes verdiğini işittim. "Çünkü kanının çok lezzetli olduğuna eminim!"

"Sadece bir an," dedi Koza kahkaha atarak. "Sadece bir an, Sonuncu'nun yüzünü gördünüz mü? Şu senaryonun gerçekleşmesi, Helin'in bu herife âşık olmaması için her şeyi verebilirdim." Yankı kollarını belime doladı, başını boynuma gömdü. "Bak bak," dedi. "Uzaklaş lan sığır."

"Bu çok kötüydü," dedi, ardından Yankı bir anda beni ters çevirip sırtımı göğüs kafesine yasladığında şakağımda parmağını hissettim. Koza'ya baktım. "Onu ajan olduğu için öldüreceğim!" Daha fazla kahkaha attığımda Yankı da bana katıldı, ardından dudakları şakağımdaydı, oradan yanağımda ve boynumda. Diğerleri de bana katıldığında, Yankı şişeyi elimden alıp içti, ardından o şişe hepimizin arasında döndü. Öpücükleri yüzümün her zerresinde gezinirken, kahkaham az önce cehennem gibi olan bu salonu dolduruyordu.

"Bir an," dedi Mutlu. "Bir an gerçekten dağılacağız sandım." Yerde oturuyordu, sırtı Bartu'nun bacaklarına yaslıydı. "Nasıl bir cehennemdi o?"

Dilimi damağıma vurdum. "Bir kere buna asla izin vermem," dedim baskın bir sesle. "Zor bulduğum bu aileyi dağıtmak, öyle kolay mı?" Hepsinin yüzüne baktım. "Sırlar olur, paylaşılır; kırgınlıklar anlatılır, ardından onarılır, onarılmasa bile o kırgınlıkla yaşamaya devam edilir çünkü sevgi üstün gelir, gidişler de vardır ama dönüşleri getirir." Hepsine büyük bir sevgiyle baktım. "Her şeyi yaşadık, parçalanmadık, bizi biz mi parçalayacağız? Burada kim tam anlamıyla suçsuz?" Yankı'nın beline sıkıca sarılıp başımı göğüs kafesine yasladım, o da kolunu omzuma attı. "En büyük kötülüklerin ardından gülmeyi ben sizinle öğrendim, bir başkası bunun delilik olduğunu düşünebilir ama bu şekilde iyileştim."

"Şimdi," dedi Mutlu. "Biz de çok normal sayılmayız bence."

"Aklı olan burada durmazdı zaten," dedi Işık sandalyeye daha fazla yaslanırken bacaklarını masanın üzerine atıp çapraz birleştirerek. Aynı şekilde Koza da onu taklit ettiğinde Işık ağız ucuyla gülümseyip gözlerini devirdi.

Tarih tekerrür etmişti; biz yedi kişi, yedi çocuk, yedi yetişkin yine bir masada oturmuştuk ve bu kez, herkes sırlarının ve yalanlarının yanında maskelerini de çıkarmıştı. Ortada kırılan bir sandalye, bacağı sallanan bir masa ve devrilen bardaklar vardı; sağlam olan ise sadece bizdik, Sokak Nöbetçileri. Kalpler hâlâ kırgın değil miydi? Kırgındı elbette çünkü şu an Lâl ona bakmadığında Bartu'nun kaçamak, kırgın bakışlarını yakalayabiliyordum; Bartu ona bakarken arkasında duran Mutlu'nun suçlulukla kendini mahvetmek istediğini. Koza'nın Işık'ı her gördüğünde içinin gittiğini, içinin gitme nedenlerinden birinin de hayallerin yıkılması olduğunu, bunu gören Lâl'in her adımda kendinden biraz daha nefret ettiğini.

Fakat sevgi, tıpkı Bartu'nun söylediği gibi her şeyi yenebilirdi. Bugün bu masada kazanan, sevgi olmuştu.

Bakışlarım pencereye döndüğünde havanın aydınlandığını gördüm, saatler geçmişti. "Hava aydınlanmış," dedim kısık sesle şaşkınlık içinde.

Beni duyan Mutlu'ydu. "Dünyada geçen on iki saat, Sokak Nöbetçileri'nin evinde on iki yıla tekabül ediyor." Başımı eğip ona baktığımda gülümsedi, ben de aynı şekilde karşılık verdim.

"Sırada ben varım." Yankı kulağıma eğildi, ardından, “En büyük itirafımı duymak ister misin?" diye sordu bana fısıldayarak.

Ellerimi belime sarılan ellerinin üzerine koyduğumda başımı boynunun girintisine yerleştirdim. "Nedir o?"

"Seni sevdiğimi ilk hissettiğim an, o sokak lambasının altında beni ölümden kurtardığın andı," dedi fısıldayarak. "Senin için her şeyi yapabileceğimi fark ettiğim an, yukarıdaki fotoğraf odasında saçlarını kestiğim andı. Doyasıya gülebileceğimi anladığım o ilk an, benim yatağımda gizli saklı uyuduğumuz andı. Kalbimi bir tek senin kırabileceğini gördüğüm gün, sen yukarıdaki koridorda beni istemediğini söylemiştin, sana iyi gelmediğimi. Gücümü kaybettirecek tek kişinin sen olduğunu anladığım an, o merdiven basamaklarında seni ağlarken bulduğum andı çünkü yapabileceğim hiçbir şey yoktu, yalana sığındım senin için." Derin bir nefes verdi, saçlarımda o güzel nefesini hissettim. "Ve sana âşık olduğumu fark ettiğim an ise bu odada gitme diye dizlerimin üzerine kapandığım andı." Bakışlarım o koltuğa döndü; gülümseyebilirdim ama acıyı hissettim, bunu Yankı da fark etti. "Zarardın, bıçaktın, acıydın, ajandın ama oradaydın; o bıçak bana saplansa bile gitme istedim, senin elinde tuttuğun bıçak dahi benim için kurtuluştu." Başını salladı, nefesi boynumda dolaştı. "Ölmekse, sadece senin için ölmekti, Helin. Sana rağmen, senin ellerinden."

Yutkunduğumda salonun her köşesine baktım. "Sanırım," dedim tedirginlikle. "Benim de bir ihtimal sevilebileceğimi hatta sevebileceğimi hissettiğim ilk an, kovulduğum bu masada, bana ağzım yara olduğu halde çorbayı üfleyerek içirdiğin andı." Gözlerimi kapattım, anılar güzeldi ama bazıları can yakıyordu. "Ve sanırım değil, eminim, sana âşık olduğumu anladığım o ilk an seninle aynı. İtirafımı gerçekleştirdim. Sana ihtiyacım vardı ama yine de seni korumak istedim kendimden, gitmeyi düşündüm. Dizlerinin üzerine çöküşün, senin değil, benim yıkımımdı." Vücudumu ona çevirdim, işaret parmağımı yüzünde gezdirdim; burnunda, alnında, o güzel dudaklarında, ardından saçlarına tutundum. "Ve iyileştiğimi, bu ev bana zarar vermeye başladığında anladım, Yankı. Önceden burası yuva gibi hissettiriyordu, şimdi canımı yakıyor çünkü kötü anılar üzerime geliyor."

Yankı başını iki yana salladığında, “Sadece sen değil," dedi. İkimiz de yaşadığımız o kötü günleri o an dile getirmedik ama yaşadıklarımızı düşündük. Benim kovulmam, istenmemem, günlükleri didik didik aramam, kriz geçirmem, kırmızı ışıklı odada saçlarımın kesilmesi, o odaya zorunlu kalmam, mutfakta artık gitmemi söylemesi. Hepsi o kadar ağırdı ki.

"Bir insan terk edilirse acılar geçmez," dedim başımı sallayarak. "Ama bir evi terk edersek o acıları daha az hisseder miyiz sence?"

Yankı düşündü; gözleri gözlerimi arşınladı, ardından bakışları benden ayrıldığında kardeşlerine baktı. "Bugün," dedi kendinden emin bir sesle. "Bizim Helin’le bu evde son günümüz." Hepsinin bakışları bize döndüğünde sırtımı yeniden Yankı'ya yasladım. "Artık burada yaşanmıyor." O sırada Mutlu'nun bakışları duvardaki o kurşun izlerine kaydı, delikler derindi. Bartu mutfağa baktı; Lâl'in gözleri, Bartu'nun onu dinlemediği koltuktaydı. Işık odasında, çocuğunun olmayacağını Koza'dan dinliyordu. Koza acımasız bir sesle bu masada oturmuş, herkese üstten bakıyordu. "Bu ev," dedi Yankı. "Bana Önder'i hatırlatıyor."

Kısa bir sessizlik oldu, ardından Bartu, "Hepimiz aynı şeyi düşünüyoruz bence," diye mırıldandı. "Çünkü az önce olup bitenlerden sonra bile burada yaşanmaz."

Mutlu, “Peki burayı ne yapacağız?" diye sordu. "Yıkılacak mı burası?"

"Hayır," diye çıkıştı Işık. "Öyle bir şeye asla izin vermem."

"Eğer kimse artık burada yaşamak istemiyorsa kapatacağız kapıları; öylece duracak ev, eşyalarıyla birlikte. İçinde bizim geçmişimiz, Sokak Nöbetçileri dolaşacak ama biz burada olmayacağız. En azından tamamen iyileşene kadar." Saçlarıma dokundu, iyileşmek derken bile uzamaya başlayan saçlarımı okşaması bir işaretti. "Bizden başka kimse girmeyecek bu eve."

Yutkunmakta zorlandığımda Lâl ellerini kaldırıp, “Anılarımız var," dedi. "Tamamen terk edilmesin burası."

"İnsan doğduğu yeri hiçbir zaman tamamen terk edemez," dedi Koza, Lâl'e göz ucuyla bakarak. "Hepimiz farklı yerlerde doğduk ama bizi biz yapan Sokak Nöbetçileri olmaktı, burası da Sokak Nöbetçileri'nin evi. İstesek de gidemeyiz tamamen."

"Ama iyileşmek gerekir artık," dedim kendimi tutamayıp. "Çünkü acı veriyor."

"Çünkü acı veriyor," dedi Işık sakince.

Sessizlikle beraber artık bu odadakiler sadece kötü anıları değil, iyi anıları da düşünmeye başlamıştı.

"O halde," dedi Yankı. "Kıyafetlerimizi toplamaya başlayalım."

"Ondan önce," deyip Koza'ya baktım. "Bizim yarım kalan bir işimiz var, onu halletsek ya." Koza direkt anladı ve onaylayarak başını salladı. "Bir emanet var," dedim ortaya. "Bir sandık ve anahtarlar. Onu annemize vermemiz gerekiyor." Her anne dediğimde kalbimden nasıl bu kadar büyük parçalar kopabilirdi?

"Gidelim o halde," dedi Koza ayaklanarak.

O sırada Bartu beni şaşırtıp, “Biz de gelsek ya," dedi çekingen bir sesle. "Anne sonuçta." Duraksadı, öyle bir çekiniyordu ki şaşkınlığa uğradım. "Bizim de annemiz değil mi biraz da?" Heyecan ve heves, sanki aile tamamlanmış gibi. "Biz de tanışsak olmaz mı? Gerçekten tanışsak."

Kocaman gözlerle ona bakarken, “Elbette," dedim. "Elbette, eğer bunu gerçekten istiyorsanız..."

"Lan," dedi Bartu hevesle, ardından ayaklandı. "Anne Helin'le tanışacağız, kalkın." Diğerlerinin de bu kadar hevesli olmasını beklemiyordum ama bir anda odanın içinde koşuşturma başladığında aralarında ne giyeceklerini konuştuklarını duydum. Bartu hevesle merdivenlere koştu, ardından diğerleri de ilerledi.

Mutlu Yankı'ya, “Şık bir şeyler giyin," dedi. "Sonuçta damatsın sen." Yankı tedirgin oldu; bana baktı, Koza'ya baktı ve üstüne başına, ardından sanki Mutlu'ya hak veriyormuş gibi o da fırlayarak odadan çıktı.

Az önce hep beraber oturduğumuz o yedi kişilik masanın önünde ben ve Koza kaldığımızda şaşkınlıkla ona dönüp baktım, o da bana baktı. "Neden bu kadar heyecanlandılar?" diye sordum afallayarak. "Yani bu kadar istediklerini bilmiyordum."

"Çünkü…" dedi Koza. "İlk defa bir anneyle tanışacaklar, kendilerinden olan." Yıpratıcı bir cümleydi ama hak veriyordum.

Hiçbir şey söylemeden sandalyeleri geri yerlerine yerleştirirken, “Helin," dedi Koza, sandalyeyi düzelten elime dokunarak. Bakışlarım ona döndü. "Senin benimle yüzleşeceğin hiçbir şey kalmadı mı?"

Durdum, kalbimi aldım karşıma, ardından aklımı. Binlerce soru vardı, tek bir cevap ve hissettiğim tek duygu: sevgi. "Biz seninle yüzleştik zaten," dedim gözlerimi kaçırarak ama Koza gözlerimi kaçırmama izin vermedi ve çenemi tutarak ona bakmamı sağladı. "Hayır," dedim Koza'ya. "Sana o alkışların hesabını sormayacağım Koza çünkü alacağım cevap yine aynı olacak." Derin bir nefes verdim. "Daha önce de söylemiştim, sana inanmak ya da seni anlamak bir kumardı; bunu gerçekleştirdikten sonra gerisi benim kalbimin kırgınlığıyla ilgili. Her şeyle yüzleşebilirsin, her problemi çözebilirsin ama kalp kırıklığını sadece kendi kendine iyileştirebilirsin." Elimi koluna yerleştirip sıvazladım. "İyileştim diyemem, iyileşeceğim diyebilirim ama."

Koza yine büyük bir pişmanlık hatta öfkeyle, kendisine olan öfkeyle bana baktı. "Yine de," dedi. "Kendine o gün bir zarar vereceğini düşünmemiştim; ben yine kendimi göstermek istedim sana, iyi ya da kötü anlamda, fark etmez."

"Hiçbiri düşünmemişti," dedim başımı sallayarak. "İzi kaldı o günün ama aştım." Omzumu kaldırıp indirdim. "Aşılmazdı, aştım. Geçmez sandım, geçti. Güçsüzlük mü bu? Gurursuzluk mu? Aptallık mı?" Tebessüm ettim, acıyla. "O zaman bu odadaki herkes güçsüz, gurursuz ve aptal. Ben sizi değil, çocukluklarınızı affettim; buradaki herkes de çocukluklarını affetti. Ne demek istediğimi anlıyor musun?"

Koza, "Anlıyorum," diye mırıldandı. "Anlıyorum. Çok iyi anlıyorum." Beni kendine çekti, ardından omuzlarımı sıkı sıkı tutarken saçlarımdan öptü. "Özür dilerim, böyle bir abi olduğum için."

"Özür dileme, Koza," dedim bir an bile düşünmeden ve ona sarılarak. "Kendini affetmeye çalış." Başını iki yana salladığını hissettim.

"Bir kez şey desene," dedi söylediğimi duymazlıktan gelerek. Kendisini hiçbir zaman affetmeyecekti, bu odadaki birçok kişi gibi. "Şey desene şey."

"Ne diyeyim?" dedim anlasam da.

"Şey işte," dedi, güldü ve saçlarımı karıştırdı.

"Hmm," dedim, ardından sırıttım. "Abi," dedim gülerek. "Abiciğim."

Koza'nın kolları daha sıkı dolandı, ardından, “Geçti yanıklar, geçti izler, iyileşti çocukluğum," dedi. "Tek bir kelimeyle."