logo

14. GÜCÜN PARMAK İZİ

Views 452 Comments 1

Aptal değildim.

Ama mantığım tamamen devredeyken.

Duygularım seslerini yükselttikleri zamanlar da ve mantığımı susturduğumda aptal birisine dönüşebiliyor, aklıma gelene yapabiliyordum.

Saniyeler önce yaptığım aptal cesaretiydi ve mantığım, içimde durmadan çığlık atıyor olsa da onu dinlemek istemiyordum çünkü biliyordum ki dinlersem yaptığımla yüzleşecek belki de pişman olacaktım.

Yanlış bir şey mi yapmıştım ki? İç hesaplaşmam da kendimi savunurken durmadan bu soruyu tekrar ediyordum. Birine 'Benimle çıkar mısın?' demek de ne vardı? O birisi Yankı Sarca'ydı fakat bunun da önemi yoktu çünkü normâl bir insan gibi görmek ve görünmek istemek ne zamandan beri suçtu?

Sinemaya gittiğimizi hayal ettim. Kesin onun istediği beyin yakan bir filme giderdik, o yarısında filmi çözerdi ve ben anlamıyorum diye kafamı önümdeki koltuğa vururdum. Ya da ben istediğim için romantik komedi filmine giderdik çünkü en sevdiğim filmleriydi. Ben heyecanla izlerken o düz gözlerle filmi izleyip uyuyakalırdı.

Böyle olmaması gerekirdi ama. Biz birbirimize uyum sağlamalı, keyif alıyormuş gibi davranmalıydık. Normalde böyle olurdu, hem belki de o da kahkaha atardı?

Atar mıydı...

Atmazdı...

Yankı'nın gözlerinin içine bakarken hemen arkamdaki adım seslerini duyabiliyordum, Sokak Nöbetçileri yaklaşıyordu ama o bana aynı şekilde bakmaya devam ediyordu. Sanki aklımdan geçenleri görebilirmiş gibi o düşünceleri yok etmek istedim. Dudaklarının arasındaki sigara neredeyse düşecekken yaklaşıp sigarayı dudaklarının arasından aldım. "Yankı?" dedim merakla. "Cevap vermeyecek misin bana?" Parmaklarımın arasındaki sigaraya baktım. "Bak biliyorum, kesin romantik komedi filmleri sana göre değildir ama ben çok gülüyorum ve en sevdiğim filmler. Israr etmeyeceğim ama sence de eğlenmez miyiz?"

Başımı kaldırıp tekrardan yüzüne baktım. Hayal görüyor olmalıydım. Onu tanıdım tanıyalı ilk defa bu kadar şaşırmış görünüyordu, ben konuşurken ve beni dinlerken daha fazla şaşırıyordu. Ve yine hayal görüyor olmalıydım çünkü utanan bakışları hâlâ yerindeydi, aramızda tek bir fark vardı; ben utandığım zamanlar gözlerimi kaçırırken Yankı tam gözlerimin içine bakıyordu.

"Bana neden böyle bakıyorsun?" diye sordum afallamış bir sesle. "Çok yanlış bir soru mu sordum? Tamam, romantik komedi filmine gitmeyelim ama lütfen beynimi yakan filmlere gideceksek de bana neler döndüğünü anlat."

Aralıklı duran dudaklarını ağır ağır birleştirdi ve yutkunduktan sonra kaşlarını kaldırdı. Yüzünde yarım dakika duran o utanmış ifadesini zorlukla da olsa sildiğinde kendisi de hangi duygusunu açık ettiğinin farkında gibiydi. "Belimde iki tane silah, çorabımın içinde üç tane bıçak var. Cebimde de boğmak için ipler." Tekrardan yutkundu, yüzüme doğru yaklaştı. "Ve sen komedi filminden bahsediyorsun. Bu soruları soracağın zaman için sence de fazla tehlikeli değil miyiz? Hem de her açıdan."

Bakışlarım gelip geçici bir şekilde Nadir'e kaydığında hayal kırıklığına uğramış bir şekilde bana baktığını gördüm, kafasını iki yana sallıyordu. Mantığım bile aynı duygular içerisindeyken, “O kadar mı kötü?" diye sordum. "Romantik komedi filmlerini seviyorum diye beni vurmak mı istiyorsun?" Espriye vurmak istemiştim ama komik miydim, emin değildim. Heyecanlıydım, saçmalıyordum ve Yankı da bunun farkındaydı.

Yankı, bana 'Sen ciddi misin?' bakışı attıktan sonra alt dudağını dişlerini arasına aldı. Bunu bir süre yaptı sonra dudaklarını serbest bıraktığında, “Gerçekten o saçma filmlere gülüyor musun?" diye sordu bana. "Kahkahalarla ama."

Çocuk gibi başımı aşağı yukarı sallayıp, “Hı hı," diyerek nefesimi verdim. "Romantik komediler de beni çok güldürüyor. Gider miyiz? Çıkar mıyız? Çıkarız değil mi?"

Hevesli sesimi işittiğinde afalladı. "Kocaman gözlerle, aklımı durduracak şekilde bakma bana," dedi. "Bakışların ve cümlelerin birazdan uygulayacağım planlarımı bile unutmama neden oluyor."

Aklımı durduracak şekilde bakma bana.

Zihnim durmadan bu cümleyi tekrar etti, her tekrar edişinde bakışlarımı ondan yavaş yavaş kaçırdım ve bir anda kolumu tutup beni yanına doğru çekti. Omzunun arkasına ittiğinde, “Ama cevap vereceksin değil mi?" diye sordum. Gözlerim bize yaklaşmak üzere olan Nöbetçilere ve yanlarındaki Tankut'a kaydı. "Beni cevapsız bırakmazsın, değil mi? Sonra belki hamburger, patates yeriz."

"Helin," dedi Yankı dehşet içindeydi. "Hamburger patates mi? Liseli miyiz biz?"

"Hamburgeri çok severim," diyerek saçmalamaya devam ettim. "Beraber çıkanlar genelde hamburger yemez mi? Filmlerde öyle oluyor genelde. Lisede bana teklif edenler de hamburgerciye götürmek istiyordu."

“Sana o teklif edenlerin…” dedi ardından sustu.

Nadir, nefesini verdi. "Efendim," dedi utanarak. "Bence artık susmanız gerekiyor çünkü saçmalıyorsunuz ve pişman olacaksınız. Ayrıca sizin yaşınızdakiler mum ışığında yemekler yemiyorlar mı?"

Romantik yemekler, el ele sinema hatta o sinemada belki de... Yutkunduğumda gözlerim kocaman açıldı ve ileriye doğru bakarken ne yaptığımı, neyin peşinde olduğumu az çok anladım. "Tamam, hamburger yemesek de olur," dedim kısık bir sesle. "Yani o kısım biraz saçmaydı sanırım."

Yankı çenesini havaya kaldırdı. "Biraz daha konuşursan o dilini koparacağım," dedi net bir sesle. "Bak bunu istersen hemen yapabilirim, bir saniye bile düşünmem çünkü dişlerimi sıkıyorum."

Sustum.

Öfkeli miydi, sinirli miydi, eğleniyor muydu anlayamıyordum. Dengesi dağılmış gibi görünse de o Yankı'ydı, dengesi hiçbir şekilde dağılamazmış gibi geliyordu. Bu soruyu ilk soran kadın ben değildim değil mi? Neden bu kadar şaşırmış, neden bu kadar boşlukta kalmıştı?

Yüzümü buruşturdum ve hâlâ bağıran mantığımı yine göz ardı ettim. Her ne yaptıysam doğru yaptığımı düşünmek istiyordum çünkü duygularımla nadir hareket eden birisi olarak ilk defa bunu yapmıştım. Beni sürekli pişman hissettireceğini düşündüğüm mantığım artık susmalıydı.

Sokak Nöbetçileri ve Tankut tam karşımızda durduğunda Bartu Tankut'u bir kolundan, Mutlu diğer kolundan tutmuştu. Hemen arkasındaki Işık, Tankut'un başına bir silah dayamıştı. Lâl ise Bartu'nun diğer tarafındaydı.

"Tanıştırayım," dedi Bartu gülerek ve Tankut'u öne doğru attı. "Bu Yankı. Bu da şerefsizliğin vücut bulmuş hali. Yüzünü beğendiniz mi?" Tankut'un yüzü tamamen dağılmış, adeta ağzıyla burnu yer değiştirmişti. Benden daha kötü bir haldeydi, benim en azından tek gözüm daha sağlamdı onun iki gözü de kapanmak üzereydi. Kanlar içindeydi. "Arabada benimle yan yana oturmak zorunda kaldı."

Mutlu, güldü ve en son Tankut'un yanındayken aldığı hal aklıma geldi. Şimdi daha iyi görünüyordu hatta hiçbir problem yok gibiydi. "Bartu bunu yumruklamadı," dedi Mutlu açıklama olarak. "Arabayı sürerken ani frenler oldu ve şerefsizin yüzü sürekli Bartu'nun yumruğuna denk geldi."

Yankı dinlerken bile dinlemiyormuş gibiydi. Hiçbir tepki vermediğinde Bartu, başını omzuna doğru düşürdü ve tek kaşını kaldırdı. Yankı, birkaç saniye gözlerini kapattı sonra boynunu çıtlatarak tekrardan gözlerini açtığında öne doğru bir adım attı. "Siz zarar veremezsiniz ki," dedi Yankı gülümseyerek. "Siz iyi insanlarsınız, iyi insanlar kasıtlı olarak kimseye zarar veremez." Öne doğru bir adım daha attı ve Tankut'la arasındaki mesafeyi kapattı. "Öyle değil mi?"

Tankut'un yüzü Nadir'e dönüktü, gözlerinden tam olarak nereye baktığını anlayamasam da Yankı'ya olmadığı kesindi. Zorlukla konuşarak, “Şiddeti kötülük olarak görmüyorsunuz bence," dedi ve hala alayla konuşabiliyor olması dehşete düşmeme neden oldu. "Onun yüzünü bu hale iyiliği için getirmiş olmalısınız. Yoksa?" Başı Yankı'ya döndü. "Bir fantazi türü mü bu da?"

Nadir'e değil bana baktığını cümlelerinden anladım ve içimden bir ürpertinin geçtiğini hissettim. Bir şekilde beni tanıyordu, biliyordu ve bu düşünce karnıma sancılar girmesine neden oluyordu. Onu hayatım boyunca hiç görmediğime neredeyse emindim ama bir yandan da o kadar fazla kötü insanla yüzleşmek zorunda kalmıştım ki hafızam artık daha fazlasını kabul etmemişti.

Bartu, öne doğru bir adım attığında ve Tankut'a zarar vermek istediğinde Yankı elini kaldırıp onu durdurdu. "Bu akşam öleceğini biliyorsun," dedi keskin bir tınıyla. "Ve ölmeden önce son cümlelerin senin ölümünü biraz daha erkene alıyor." Başı Nadir'e döndü, onu yanına çağırdı. Nadir, korkak adımlarla yanımdan ayrılmadan önce bana baktı ve bakışlarında uzun zamandır karşılaşmadığım o korkuyu gördüm. "Onu ölmeden önce neden bu kadar istediğini bir türlü anlayamıyorum, söyleyecek misin?"

Tankut'un yüzü Nadir'e doğru döndü ve adımlarındaki korkuyu o da hissetti. "Nadir," dedi sanki bir baba şefkati varmış gibi. "Oğlum, beni özlemedin mi?"

Nadir, korkak bir nefes verdikten sonra titreyen bir sesle, “Özle," dedi sonra devam etti, "özledim efendim, elbette özledim."

Bu nasıl bir korkuydu, bu nasıl bir karanlıktı bilmiyordum ama senelerin verdiği yaşanmışlıkları ne olursa olsun Nadir'in hep boynu bükük duracağını ve itaat edeceğini belli ediyordu. Onun karakterini Uçurtma Avcısı'ndaki Hasan'a benzetiyordum. Yaşadıkları ve yaşatılanlar onun kendi benliğini yok etmişti.

"Ona itaat etmek zorunda değilsin," dedi Bartu öne doğru çıkarak. "Ona istediğin her şeyi söyleyebilirsin. O bugün ölecek Nadir, o artık yaşamayacak." Faydasızdı, hiçbir zaman değişmeyecekti.

Nadir, Bartu'ya baktı ve her ne söylemek istiyorsa tekrardan yuttu. Tankut keyifli bir şekilde gülerek, “Bir insanı neye alıştırırsan o şekilde yürür," dedi. "Benim eğittiğim herkes bana itaat etmek zorundadır ve bunu isteyerek yaparlar. Öleceğimi bilseler bile.”

“Öyle mi?” dedi Mutlu üstün bir sesle.

“Dinleyin bazı çocuklar alışırlar, yürürken ayaklarının altına cam batmazsa o zaman tuhaf hissederler. Tıpkı sizin gibi." Tankut çenesini havaya kaldırdı.

“Doğru ama bazı çocuklar da büyüdükçe o camları yok etmeyi öğrenir,” dedi Yankı karşılık vererek. “Başka çocuklar da o camlara basmasın diye. Tıpkı bizim gibi.”

“Belki,” dedi sonra omzunu silkti. “Ama aranızdan bazıları böyle değil.” Bartu’yu işaret etti. "Seni bu hale kim getirdi?" diye sordu Bartu'ya. "Ben getirmedim ama dakikalardır ben getirmişim gibi olduğun kişi için öfkeni kusuyorsun. Nadir'den hiçbir farkın yok değil mi? Camları arıyorsun basmak için. Sen sadece yaşıyorsun ama Nadir ölecek." Bartu, dişlerini sıktı sonra sert bir yumruğu daha Tankut'un yüzüne geçirdiğinde başka bir kırılma sesi daha geldi.

Yankı, kılını kıpırdatmadan Tankut'un yere düşüşünü izledi sonra da başıyla Bartu'ya bir hareket yaptı. Bu hareket sonucunda Bartu, öfkeyle arkasını dönüp derin nefesler aldı. Eli, bir an için beline doğru gitti, silahını tuttuğunu anladım ama Mutlu "Sakın," dediğinde Lâl öne doğru bir adım attı ve eli Bartu'nun kolunu sıkıca kavradı. Yankı, Bartu kendi kontrolünü sağlasın diye zaman tanırken oldukça sakindi.

Birkaç dakika sonra Bartu, sakinliğini sağlamış bir şekilde tekrardan bize doğru döndüğünde gülümsedi. Yankı, kafasını salladı sonra da, “Bize Nadir'in neden önemli olduğunu söyleyecek misin?" diye sordu Tankut'a. "Onu istemeye istemeye de olsa sana veriyorum. Bunun nedenini bilmek hakkım."

Nadir, ürkek bir şekilde geriye doğru adım attığında Mutlu içini rahatlatmak istermiş gibi başını omzuna doğru yatırdı. Nadir'in verilmeyeceğine neredeyse emindim ama birilerinin zarar göreceği de aşikardı, iki silah, üç bıçak. Yankı, bir şeyleri akıl yoluyla çözmek yerine şiddete başvuracaktı ve hepimiz beraber bunu yapacaktık.

Başka bir zararı daha kaldırabileceğimi sanmıyordum çünkü bünyem zaten yeterince hassaslaşmıştı.

Tankut dizlerinin üzerine çöktüğü yerde zorlukla doğrularak, “Çok merak ediyorsan gösterebilirim," dedi. "Ama Nadir'i bana verdiğini bilmem gerek."

Yankı, birkaç saniye düşündü, çenesini sıktı. Sokak Nöbetçileri'nin her biriyle tek tek göz teması kurdu ve en sonunda, “Nadir," dedi. "Tankut'un yanına geç ve onu ayağa kaldır. Ne diyorsa onu yap, emrine uymak zorundasın."

Nefesimi tutmuştum, zaman bile nefesini tutmuş gibiydi ve havada kuru bir soğuk vardı. Hemen yanımızdaki limanda sessizlik hakimdi, gemiler ve tekneler yan yana dizilmişti. Denizin kokusu normalde iyi gelirdi ama şimdi içimi yakıyor gibiydi. Bunu yaptığına inanamıyormuş gibi Yankı'ya baktığımda Nadir de aynı şekilde bakmıştı.

Bartu, ellerini sıkıca arkada birleştirdi ve bu daha çok kendini, kendine hapsetmek içindi. Lâl eliyle kolunu tutarken onu sakinleştirmekten öte kendine de destek bulmuştu. Mutlu'nun yüzündeki rahatlık biraz olsun içime su serpiyordu ama aynı yüz Işık için geçerli değildi, elinde Tankut'a doğru tuttuğu silahını sallayarak, “Bunu yapmak zorunda değiliz Yankı," dedi. "Şu an onu burada neden vurmuyorum? Neden o hala nefes alıyor?"

"Çünkü liderinizin benden almak istediği yanıtlar var," dedi Tankut Işık'a dönerek. "Ve bu aranızdan birine ait. Parçalanmış bir yüz." Aynı konunun tekrardan nüksetmesi, elimi göğüs kafesime doğru götürmeme neden oldu. "Lideriniz, şu kadın için bir çocuğu feda ediyor çünkü kendini öldürecek duruma neyin getirdiğini merak ediyor. Cevabı bende. Onu gerçekten tanımak istiyor."

Yankı gülümsedi, benim kalbim ne kadar ağrıdıysa o, o kadar ifadesizdi. "Hadi ama," dedi Yankı Tankut'a. "Bu kadarını beklemezdim senden. Gitmeden önce bizi birbirimize düşürmek mi? Sen daha zeki bir adam değil miydin?"

"Şu an zekânın bir anlamı olsaydı, Nadir benim yanıma gelmezdi," dedi Tankut ve eliyle Nadir'i yanına çağırdı. "Gel buraya oğlum."

"Oğlum mu?" Mutlu, midesi bulanıyormuş gibi nefesini verdi. "Bu hayatta birine oğlum diyecek son kişi bile değilsin sen."

"Son oğlum deyişi ve son kez bir çocuğu korkutuşu. Öleceksin, Tankut," dedi Yankı. "Cehennemde çocuklara yer yoktur, onlara artık işkence çektiremeyeceksin."

Nadir, küçük adımlar atarak Tankut'un yanına geçti ve eğilip kolunu tuttu, onu ayağa kaldırdı. Nadir, Tankut'a dokunuyor diye bile Yankı'ya sinirlenmiştim ama bütün duygularımı kontrol altına almam gerektiğinin de farkındaydım.

Korku hissediyor muydum? Tankut'tan değil ama onun benim hakkımda söyleyeceklerinin korkusu üzerimdeydi çünkü her ne anlatırsa bu benim haritamın Yankı'nın eline geçmesine neden olacaktı. Bu korku beni alt edebilir miydi? Bir daha asla. Çünkü kendime zarar vermek, bir daha tekrar etmek istemeyeceğim kadar acılı ve fazlasıyla ağrılıydı.

Tankut, Nadir'in yardımıyla ayağa kalktığında gülümsedi ona doğru. "Seninle bugün son kötülüğümüzü yapacağız, oğlum."

Nadir, zorlukla gülümsedi ve başını çevirdiğinde korkudan dolayı gözlerinin dolduğunu gördüm. Başımı iki yana salladığımda göz göze geldik, dudaklarımı oynatarak korkma dedim ama bu onun için bir etki bile yapmadı.

"Şuradaki tekne," dedi Tankut ilerideki beyaz tekneyi göstererek. "Nadir'e orada ihtiyacım olacak."

Yankı, yoldan çekildi ve önden onların yürümesi için eliyle işaret etti. Tankut, adımlarını atarken Nadir de onun koluna girmiş yürütüyordu. Hemen yanımızdan geçtiklerinde biz de arkalarından yürümeye başladık. Sessizliği bölen adım seslerimiz vardı başka da hiçbir ses yoktu. Başımı çevirip Bartu'ya bakmak istiyordum ama her ne göreceksem benim öfkemi de arttırırdı ve bunu istemiyordum.

Yankı'nın profiline baktım. "Biliyorum," dedim kısık bir sesle. "Bir planın var hatta birkaç planın var ama şunu bil, eğer planların tersine döner de Nadir zarar görürse..."

"Görmeyecek." Başını çevirip bana baktı, kaşları çatıktı. "Her zaman başka bir yol vardır. Planlarım tersine döndüğünde bile başka bir yolu yaratırım. Birisi mi zarar görecek, plan ben olurum ve ben zarar görürüm. Bana güvenmiyor musun?"

Yankı'nın zarar görecek olması. Bu düşünce, ürpermeme neden oldu çünkü aklıma bile getirmek istemediğimi yeni fark ediyordum. O zarar göremezdi, bedeni demirdendi ve kalbi sıcacıktı. İçten içe emin olduğum bir netlikle, “Sana güveniyorum," dedim. "Her zaman başka bir yol vardır. Bunu bana sana öğrettin."

Gerçekten ona güvenip güvenmediğimi anlamak için beni izledi ama söylediklerime inandığında ürpertici bakışları yerini aldı. "O zaman bir şeyi daha öğretiyorum, iyi dinle. Hiç kimseye güvenmediğin kadar çok güveneceksin bana," dedi hızlı bir şekilde. "Ve bundan hiçbir zaman vazgeçmeyeceksin." Başını çevirip ileriye doğru baktı.

Yüzündeki kararlılık, duruşundaki kendinden eminlik. Sıcaklığı, iyiliği ve gerçekleri. Bir o kadar da soğukluğu. Hepsi, Yankı Sarca'ydı. Ona güvenmeyecek tek bir insan dahi olamazdı çünkü bu imkânsızdı hatta ona güvenmek bir yana, kendinin güvende olduğunu bilmek yanındayken hissettiğim en net duygum olmuştu.

Denizler mi taşacaktı? Dağlar mı yıkılacaktı? Gökyüzü aşağıya mı inecekti? Kıyamet mi kopacaktı? O kıyametten hepimiz sağ çıkarmışız gibi geliyordu; Yankı Sarca'ya duyduğum güven duygusunun derecesi tam olarak buydu.

Sokak Nöbetçileri'nin de Yankı'ya benim kadar çok güvendiklerine adım kadar emindim.

Bu kadar güvenmem fazlaydı, zararlıydı ama ona güveniyordum hem de fazlasıyla ve kendime yeni itiraf edebiliyordum. "Hiç kimseye güvenmediğim kadar çok güveniyorum sana," dedim tekrar ederek. "Ve bundan hiçbir zaman vazgeçmeyeceğim. Her zaman başka bir..."

"Her zaman başka bir yol vardır," diyerek cümlemi tamamladı. "Her zaman. Bunu unutma. Bana güvenmeyi bir gün bıraksan bile bu cümleye güven."

Başımı salladım ve tekneye yaklaştığımızı gördüm. Ben ona güveniyordum ama o bana hiçbir zaman tam anlamıyla güvenemeyecekti, bunu da biliyordum. Aramızdaki fark buydu, ben aslında onların hayatına kıyamet olmak için girmiştim ve o kıyametten bile sağ çıkmak istiyordum.

Kendi yarattığım kıyametimden sağ çıkmak isteyecek kadar bencildim.

Teknenin önünde durduğumuzda Tankut omzunun üzerinden bize bakıp, “İçine gireceğiz," dedi. Tekne uzaktan bu kadar büyük görünmüyordu ama yakına geldiğimizde aslında epey büyük olduğunu fark etmiştim. İçeride tek bir hareket yoktu, karanlıktı. İki katlı tekne, heybetiyle beni ürkütmüştü. Hepimizin bakışları Yankı'ya döndü ve ondan gelecek tepkiyi bekledik.

"O halde girelim," dedi Yankı ve öne doğru çıkıp tekneden içeriye doğru atladı. Bir an bile düşünmeden hareket etmesi, şüpheye düşmeme neden oldu. Yankı daha önce bu tekneye gelmiş olabilir miydi?

Onun hemen arkasından Tankut ve Nadir de geçti. Sonra biz tekneye bindik. İki katlı teknenin içi de oldukça genişti fakat limanın ışıklarından başka hiçbir ışık olmadığı için tam olarak inceleyemiyordum.

Tankut, ileriyi göstererek, “Şu taraftan," dedi ve bizi de arkasından yürüttü. Yankı, yolu biliyormuş gibi Tankut'un yanında yürürken daha fazla şüpheye düşmüştüm. Nadir'in adımları onlara yetişmek için hızlanıyordu ama arada sırada arkasına dönüp bize bakmayı da ihmal etmiyordu.

"Çok korkunç," dedi arkamda kalan Işık. "Burada adam öldürülse kimse duymaz."

Mutlu'nun güldüğünü işittim. "Belki de sırf bu yüzden bu teknenin içindeyizdir. Yapma ama ikiziz biz. Birimiz ileri zekâlı olurken diğerimiz standart zekâ olmamalı."

"Mutlu yine çok konuştun," dedi Bartu. "Ve şu an hiç sırası değil."

"Rahatla Grey," diye fısıldadı Mutlu. "Biliyorsun, Yankı her zaman en doğrusunu yapar." Her ne olduysa derin bir nefes verdi. "Bana öyle bakma, biliyorsun, öfkeliyken daha seksi geliyorsun gözüme. Şimdi şurada üzerine atlamamam için beni kim durdurabilir ki?"

"Belimdeki silah," dedi Bartu kısık bir sesle. "Şu halde bile Grey peşinde misin be?"

"Koca Bebek," diyen Mutlu nefesini verdi. "Grey ve Ana bir kovalamacadan kaçtıktan sonra iki arada bir derede arabada seks yapmışlardı. Aksiyon onların libidolarını artırmıştı. O an dedim ki 'Ben neden bunu Bartukıç'ımla yapmayayım?' Ama sen yapar mısın? Asla. Ne zaman Grey'imi bulacağım ben ya? Şurada köşede sevişirdik."

Hepimizin bakışları ona döndüğünde bu kadar rahat olması beni şaşırtmıştı ama bir yandan da bunun iyi bir şey olduğunu düşündüm, demek ki o kadar da korkacak bir şey yoktu. "Mutlu lütfen sus," dedi Işık öfkeyle. "Lütfen sus. Çok gerginim, çok heyecanlıyım. Saçını başını yolacağım şimdi."

"Elinde silah tutuyor ama saçımı başımı yolmakla tehdit ediyor," diyen Mutlu'nun sesinde alay vardı. "Senden mafyanın eşi olmaz, olsa olsa cazgır kadın olur. Elendin."

Mutlu'nun yanına doğru yürüdüm ve dirseğimle koluna vurup, “Neden bu kadar rahatsın?" diye sordum. "Bildiğin bir şeyler var, değil mi?"

Mutlu, kıvırcık saçlarını karıştırıp, “Canım, sen yokken Yankı'yla biz çok şey yaşadık," dedi sitemle. "Çok şey paylaştık. Birçok şeyi kaçırdın ama biz Yankı'yla Grey ve Ana gibi olmadık, Mr. and Mrs. Smith gibi olduk. Sen de işte figüran olarak kalırsın öyle."

Güldüm ve Yankı'ya bakarak, “O filmi sever mi?" diye sordum. Mutlu, bu soruyu beklemiyormuş gibi kaşlarını kaldırdı. "Yani aksiyon filmlerini? Ya da Grinin Elli Tonu'nu filan?"

Şaşkınlıkla kaşlarını kaldırarak, “Niye sordun?" dediğinde bir şeyler olduğunu anlamıştı. "Yoksa onu kırmızı odana götürme planları mı yapıyorsun?" Gözleri kocaman açıldı ve nefesini verdi. "Yoksa yolda gelirken hayalim olan o seksi siz mi yaptınız? Hey, Yankı'nın dikkati dağınık. Nedeni bu mu?"

Yüksek çıkan sesiyle, “Mutlu, lütfen," dedim ve utançla başımı eğdim. "Yani evet, bir şey yaptım..."

Cümlemi bitirmeden, “Onu öptün!" diye bağırdı ve herkesin bakışları bize döndü. "Aman Tanrım seni lanet olasıca pislik, benden gizli saklı öpüştünüz mü? Video var mı?"

Ellerimle yüzümü kapattığımda merdivenlerden yukarıya doğru çıkıyorduk, Mutlu'ya anlatma fikrinin tamamen yanlış olduğunu fark etmiştim. "Hayır," diye fısıldadım. "Öpmedim, gerçekten öpmedim. Ben ona çıkma teklifi ettim."

Mutlu'nun adımları durdu, diğerleri merdivenlerden yukarıya çıkarken biz öylece kaldık ve şaşkınlıkla bana baktı. Yankı'nın bakışlarının aynısı onun da gözlerindeydi ama ağzı da beş karış açılmıştı. Bağırmasını ya da çığlık atmasını bekledim ama o "Ne?" diye soludu. "Sen resmen ona elini tutmayı, sevgili olmayı, öpüşmeyi, sevişmeyi, sinemada yiyişmeyi, aynı patatese dil atmayı, namusum namusundur demeyi mi teklif ettin?" Eliyle ağzını kapattı. "Sen resmen ona evlenelim, çocuklarım sana baba desin mi dedin? Yaşlanalım, seksen yaşına gel ama yine de çükün kalksın mı demek istedin?"

Korkuyla ona bakarken bunların hiçbirini demek istemediğimi biliyordum ama bu şekilde anlaşılacak olmasını da hiç düşünmemiştim. "Mutlu sen ciddi misin?" diye sordum. "Bu sorunun anlamı bunlar mı? Ben sadece onu tanımak, sinemaya gitmek ve hamburger yemek istemiştim."

Mutlu, elini ağzından çekti ve kahkaha atarak, “Sinemaya gitmek ve hamburger yemek mi?" diye sordu. "Onu tanımak isteyeyim derken evlenme teklifi etmek mi? Bu sorudan sonra büyük ihtimal sinema sizin pornonuz olur, yemek olarak da birbirinizi yersiniz. Ama gerçekten yemek." Gitgide dehşete düşen yüzümle korktuğumu anladı. "Peki beybeğim ne dedi?"

"Nereye, diye sordu bana,” dedim ve Mutlu başka bir kahkaha daha attı. "Anlamadı sanırım ama çok şaşırdı. Sonra da 'Tehlikeli olduğundan' bahsetti. Çok mu öfkelendirdim?"

Mutlu, kahkahasının arasından, “Öfkelendirmek mi?" diye sordu. "Bence artık şu dakikadan sonra gerçekten tehlikedesin, Helin ve bu tehlike, tamamen bir yatakta geçecek gibi görünüyor."

"Ne?" diye bağırdığımda saçlarımı kavradım. "Ben resmen ona yatma teklifi mi ettim?"

"Elbette," dedi ve merdivenleri çıkmaya başladı, ben de peşinden yürüdüm. "Ve Yankı da demiş ki sana 'Seninle yatarım ama tehlikedesin çünkü benim libido tavan Helin.'"

“Yalan söylüyorsun!” Dalga mı geçiyordu yoksa gerçek miydi bilmiyordum ama çok eğlenmişti, o kadar çok eğlenmişti hala gülüyordu. "Mutlu, kimseye bahsetme," dediğimde çekiniyordum. "Tamam mı? Lütfen."

Mutlu başını salladı ve eliyle kalbine yumruk attı. "Mutluga Prens, sırları saklamak konusunda iyidir Helinski. Mercimek fırın olmuş, yakında öpüşürsünüz siz."

Bir şey söyleyemeden yukarıya çıkmaya devam ettik ve Mutlu'ya anlatmanın içimi rahatlatmaktan öte, daha fazla bulandırdığını hissettim. Her şey şimdi daha karmaşıktı ve beynim durmuş gibiydi. Mutlu, dünyanın en büyük adımını atmışım gibi tepkiler verdiğinde, mantığım da onu destekliyordu.

Ben ne yapmıştım?

Ben gerçekten aptaldım.

Mutlu dinlenilecek son insandı, ona göre her şey ama her şey zaten öpüşmeye bağlanmıyor muydu?

Teknenin arka tarafına gittiğimizde önümüzde denizin derin açıklığı vardı, başka da hiçbir şey yoktu. Yanlarına gittiğimizde Yankı, omzunun üzerinden bize baktı ve bakışları benim üzerimde oyalandı. Ona tek kaşımı kaldırıp baktığımda kaşları çatıldı ve yine önüne döndü. Aklında hâlâ dakikalar öncesi dönüyor olabilir miydi? Sanmıyordum. Mutlu da bakıp güldüğünde aynı şeyi düşünmüş gibiydi.

Üst katta iki tane kapı vardı ve Tankut sol taraftaki kapının önünde durduğunda omzunun üzerinden bizlere doğru baktı. Eli, kapının hemen üzerindeki ampulün düğmesine gitti, bastığında bulunduğumuz yeri sapsarı bir ışık kapladı. Karanlığa alışmış olan gözlerimi kıstığımda kapının ağır bir demir kapı olduğunu ve hemen yanında bir cihaz bulunduğunu gördüm.

Neler olduğunu anlamaya çalışırken Tankut, "İşte Nadir bu yüzden bana lazım," dedi ve onu sertçe omzundan kendine doğru çekti. "Bu kapıyı sadece Nadir'in parmak izi açabilir."

Nadir, acıyla inlediğinde Bartu hızlı bir adım attı ve onu kurtarmak istedi ama Mutlu kolundan Bartu'yu çekti. Yankı'nın aşağıdaki elleri yumruk olduğunda yüzü ifadesizliğini sürdürdü. Tankut, Nadir'in sol elini tuttu ve cihaza doğru götürürken Yankı "Dur," diyerek bir adım attı. "İlk önce bana vermen gereken bir cevap var. Sana bu yüzden Nadir'i verdim, anlaşma, anlaşmadır."

Nadir'in eli havada asılı kaldığında Tankut ilk önce Yankı'ya baktı sonra bakışları bana döndü. Alaylı bir şekilde güldüğünde dudakları aralandı ve Yankı'nın kolunu sıkıca tuttuğumda beni neyin rahatsız ettiğini tam olarak bilmiyordum ama birazdan kendimi çırılçıplak kalacakmışım gibi hissetmiştim.

Yankı'nın gözleri yüzüme döndü daha sonra kolunu sıkıca tutan elime. Titremeye başladığımı hissettiğinde yüzünü Tankut'a dönerek, “Sadece bana söyleyeceksin," dedi. Bu cümlesi, çırılçıplak vücudumu sadece Yankı'ya sunacağımı gösteriyordu ama nedense içim rahatlamıştı. Yankı'nın eli, kolunu sıkıca tutan elime kaydı ve kendinden uzaklaştırdığında elim bir süre öylece kaldı. Tam o anda, bir el havadaki elimi tuttu ve aşağıya indirdiğinde Lâl'in sıkıca tuttuğunu gördüm. Bir kardeş gibi değil, bir anne gibi elimi tutarken, verdiği desteği titreyen elimi hissetmememe neden oldu.

Bakışlarımız kesişti, başını omzuna doğru yatırdı ve özür diliyormuş gibi baktı. Neden böyle baktı bilmiyorum ama ilk defa onun bakışlarından ne anlatmak istediğini anladım, vicdanı tam karşımdaydı. Dudaklarını oynatarak 'Korkma' dedi. Başımı salladım, sıkıca elini tuttum. Sıcaklığı korkularımı engellemedi ama şefkati, kendimi iyi hissetmeme neden oldu. O beni hissediyordu, o beni anlıyordu, bunu nasıl yapıyordu bilmiyorum ama Lâl benim bazen kalbimi görüyordu. Gülümsedik birbirimize, bu içtendi.

Yankı, Tankut'un yanına geçip ona söylemesini bekledi. Lâl'in yanında duran Bartu, şaşkınlıkla Lâl'e bakıyor, bunu neden yaptığına anlam veremiyordu. Bir yandan da sadece Yankı'nın bunu öğrenecek olmasına takıldığı her halinden belliydi. Arkamızda kalan Işık ve Mutlu'nun çıtı bile çıkmıyordu.

Tankut, yüzündeki gülümsemeyi silmeden Yankı'nın kulağına doğru yaklaşıp bir şeyler anlatmaya başladı. Fısıldamıyordu ama söyledikleri de anlaşılmıyordu. Bakışları direkt bana bakıyordu, gözlerindeki alaylı ifade bir an bile olsun silinmiyordu. Tankut anlattıkça Yankı'nın sırtı daha fazla geriliyor, parmakları daha sıkı bir yumruğa dönüşüyordu. Bir dakika sonra Tankut anlatmayı bitirdiğinde geriye doğru çekildi sonra derin bir nefes aldı ve yine Yankı'nın kulağına doğru bir şeyler söyledi. Bu sefer daha kısa sürdü ama Yankı her ne söylediyse ellerini sıkıca arkasında birleştirdi. Bir eliyle, diğer bileğini sıkıca tutarken kendine hâkim olmaya çalışıyor gibiydi.

En sonunda Yankı'dan uzaklaştığında bakışlarını benden ayırdı, Yankı'ya baktı. "İşte bu," dedi gülerek. "Seni tatmin etti mi?"

Parmakları bileğini daha sıkı kavradı, yumruk yaptığı eli daha fazla sıkılaştı. Geriye doğru bir adım attığında onun yüzünü göremiyordum. Bir cevap vermeyeceğini düşündüm ama, “Tamam," dedi sadece. Onun ellerini biz görüyorduk ama Tankut görmüyordu. Kontrolünü sağlamak, Yankı için fazlasıyla kolaydı ama şu an, o kontrol ellerinden uzaklaşmak için çırpınıyordu. "Tamam," dedi ve gülümsediğini hissettim. "Sadece birkaç dakika. Birkaç dakika." Son söyledikleri daha çok kendine gibiydi.

Tankut'un kaşları çatıldı. "Etkilenmemiş gibisin?" dedi sorgulayan bir sesle. "Gerçekten iyi birisi olup olmadığını düşünmeye başlıyorum." Nadir'in elini tuttu ve yine kendine çekti.

Yankı, başını omzuna doğru düşürdü, arkada yumruk yaptığı ellerini açıp kapattı. "Kötü biri olmayabilirim ama çok iyi biri olmadığıma da eminim," dedi. "Ve düşündüğünden daha akıllıyımdır."

"Haklısın," dedi Tankut Yankı'ya. "Orospuya daha fazla değer verdiğini düşündüm, seninki sadece merakmış."

Bahsettiği bendim, cümleler bana saplanıyordu ama hayatım boyunca defalarca bu hakarete maruz kaldığım için etki bile etmemişti fakat Lâl aynı şeyi düşünmemiş olacak ki elimin tersine parmaklarıyla okşadı. Bartu'nun keskin bir nefes verdiğini işittim, bakışlarım ona döndü ve bana baktığını gördüm. Omzumu indirip kaldırdığımda alışık olduğumu o da anlamıştı.

Yankı cevap vermedi ve Tankut'un Nadir'in parmağını okutmasını bekledi. Arkada sıkıca tuttuğu elleri morarmaya başlamıştı çünkü öyle sıkı tutuyordu ki kan bile akmıyordu. Kolundaki damarları şişmişti, her an patlayacakmış gibi görünüyordu. Tankut'un söyledikleri, Yankı'nın öfke sınırlarının ötesine geçmesine neden olacak kadar fazlaydı. Yankı'yı ilk defa bu kadar fazla kontrolünü sağlamaya çalışırken görüyordum.

Korktum ama bu sefer kendimden değil, geçmişim yüzünden yalnız bırakılmaktan korktum çünkü orada yaşayan geçmişim, herkesin kaçmak isteyeceği kadar iğrençti. Kabullenilmemeye alışmıştım ama Yankı tarafından kabullenilmemek, bir daha hiç kimsenin beni kabullenemeyeceğini gösterirdi.

Tankut, Nadir'in baş parmağını cihazın yerleştirme bölgesine koydu ve bir düğmeye bastı. Tankut alaycı bir şekilde Yankı'ya bakarken, Yankı oldukça temkinli duruyordu fakat birazdan her ne olacaksa işler karışacak gibiydi. Kısa bir sessizlik oldu, sonra üç kere bip sesi geldi ardından cihazın kırmızı ışıkları yanıp sönmeye başladı sonra alarmlar çaldı. Teknenin içini dolduran alarm sesleri o kadar yüksekti ki kulaklarımı kapatma ihtiyacı hissetmiştim.

Tankut'un yüzündeki gülümseme yavaş yavaş silindiğinde bu sefer Yankı'ya korkak bakışlar attı ve Yankı, tam o anda bize dönüp baktığında gülümsediğini gördüm. Mutlu'ya göz kırptı, Mutlu, öne doğru çıktı. Arkada birleştirdiği ellerini açtığında morarmış parmaklarına kan gitmeye başladı. "Bozuk mu ya?" diye sordu Mutlu alayla. "Bir kapatıp açalım istersen olmadı vuralım, çalışır belki."

Tankut bir an bile Mutlu'ya bakmadan bakışlarını Yankı'dan ayırmıyordu. Yankı, aynı gülümseyen ifadesiyle Tankut'a döndüğünde içime serpilen su, benim de gülümsememe neden olmuştu.

"Ne oldu?" dedi Yankı sanki şaşırmış gibi. "Nadir'in kolu mu bozulmuş?"

Bartu ve Işık gülmeye başladığında Mutlu "Kral, bu çok daha iyiydi," dedi Yankı'ya. "Ama mala döndü yüzü, çok şaşırdı. Tane tane anlatmak gerekiyor."

"Tamam tamam," dedi Yankı ve öne doğru bir adım atarak Tankut'un tam karşısına geçti. "Tane tane anlatıyorum, iyi dinle." Çenesini havaya kaldırdı ve Nadir'e baktığında gülümsedi, Nadir de aynı şekilde gülümsediğinde ilk defa bu kadar içten gülümsüyordu. "Rasim ile ortaktın," diye başladı söze Yankı. "Çok iyi giden bir ortaklığınız vardı, her işiniz beraberdi ama aranızda güven sorunu problemdi. Rasim'e ait olan bu teknede senin payın yoktu, Resim sensiz bazı işleri yürütmeye başlamıştı, değil mi?" Tankut, öfkeyle Yankı'ya bakıyordu. "Aslında en başından beri Sokak Nöbetçileri'nin de kim olduğunu biliyordun, Rasim'i öldürmek için bize kapılarını açtın. Rol yaptığımızı bilerek sen de bizimle oynadın."

Tankut, çenesini titreterek, “Rasim zaten ölecekti," dedi. "Sadece siz celladı oldunuz."

"Yanlış cevap," diye karşılık verdi Yankı. "Onun celladı biz olmadık, sen oldun. Ve biz o gün oraya, senin planlarını bilerek geldik." Bartu'yla Işık birbirine şaşkınlıkla baktı, onların bundan haberi olmadığı belliydi. "Seninle aslında o masada anlaşma yaptık, Tankut. Önemli olan sendin, bunu biliyordum, sen de bunu bildiğimi biliyordun."

"Ara ver," dedi Mutlu alayla. "Beyni kaldıramaz bu kadarını."

"Sadece tek bir konuda yanıldım," dedi Tankut öfkeyle. "Bu kapıyı Nadir'in açabileceğini düşündüm çünkü Rasim kendi parmak izini koymazdı."

Yankı, başını yana çevirdi ve profilini gördüm. Dudakları aralandığında, “Kapıyı çok mu açmak istiyorsun?" diye sordu. "Açalım o zaman." Cihaza ilerledi, derin bir nefes aldı daha sonra baş parmağını yerleştirdi. Alarm sesleri sustu, cihazdan üç kere bip sesi geldi ardından yeşil ışık yandı ve kilitli kapı açıldı. Birbirimize büyük bir şaşkınlıkla bakarken Tankut'un gözleri kocaman olmuştu. "Ne oldu? Benim kol bozuk değilmiş, gördün mü?"

Mutlu dışında hepimiz neler olduğunu anlamıyorduk ama Mutlu, gülerek olanlara bakıyordu. "İzleyin izleyin," dedi Mutlu kısık bir sesle bize. "Birazdan maymuna dönecek suratı hatta dönmeye bile başladı. Beyni burnundan akıyor, görüyorum."

Tankut, bir anda kapıyı açmak için hızlandığında Yankı, onu sertçe yakasından kavradı ve geriye doğru çekip kapının yanındaki duvara itekledi. Tankut'un sırtı sert bir şekilde odanın duvarına çarptığında, “Sen Rasim'le iş birliği içinde miydin?" diye sordu Tankut. "Sen nasıl bir orospu çocuğusun?"

Küfürü öfkelenmeme neden oldu ama Yankı'da herhangi bir değişiklik yoktu. Böyle kelimeleri fazlasıyla duyduğunu biliyordum, birbirimize bu konuda benziyorduk. "Sence ben o kadar kansız mıyım?" diye sorduğunda sesi ürkütücü geliyordu. "Sizin hakkınızda bilmediğim tek şey Nadir'in neden bu kadar önemli olduğuydu, Rasim'in neden yanından ayırmadığıydı. Nadir de bunun yanıtını bilmiyordu ama daha sonra bu tekneyi öğrendim, bu kapıyı buldum." Nadir'e gözleriyle işaret verdi, Nadir, ellerini açtı ve bıçak izlerini gördüm. "Güzide Nadir'in ellerine defalarca zarar vermek istemiş. Rasim'in Nadir'in bile haberi olmadan parmak izini aldığını düşündüm. Parçaları birleştirdim ve bir de baktım ki Rasim senden daha akıllıymış. Bilerek kendi parmak izini okutmamış, asla tahmin edilemeyecek birisinin parmak izini bu kapıya okutmuş. Nadir olmadan bu kapı açılmıyordu."

Tankut hiçbir şey anlamıyormuş gibiydi, artık algılayamıyordu. "Güzide de mi bu işin içinde?"

Yankı kafasını iki yana salladı ama sorusuna cevap vermedi. "Sonra buraya geldik, Nadir, ben ve Mutlu. Düşündüğüm gibi olup olmadığını bilmek istedim ve bum! Nadir'in parmak iziyle bu kapı açıldı."

Mutlu gülerek, “Durur mu muhteşem sihirli elleri olan Mutlu Sarca?" dedi alayla. "Kapı açıldıktan sonra sistemi değiştirmek zor değildi. Biz de değiştirdik, bu kapı sadece Yankı'nın parmak iziyle açılmaya başladı."

Bartu "Siktir," diye fısıldadığında oldukça şaşkındı. Ben de dudaklarımı aralamış bir şekilde olanları dinlerken yine Yankı'nın kafasının içine girmeye çalışmış ama ulaşamamıştım. Bu kadarını düşünmek, bu kadar detaylı ilerlemek başımı bile ağrıtmaya başlamıştı.

Planları vardı, asla bilinmeyecek ve anlaşılmayacak planlarına ulaşmak ise tamamen imkânsızdı. Nedense bir anlık onun zekâsından korktuğumu hissettim.

"Hapiste kaldığın sürede bunu düşündün," dedi Yankı. "Parçaları sen de birleştirdin ama geç kaldın. Bu kapının ardındaki istediğin hiçbir şeye ulaşamayacaksın."

"Hayır," diye bağırdı Tankut ve yaslandığı yerden doğrulup kapıyı itekledi. Bu sefer Yankı onu engellemedi ve ağır demir kapı açılırken kalbimin heyecandan dolayı hızlı hızlı attığını hissettim. Lâl, elimi tutan elini bıraktığında avuçlarımın içi terlemişti ve bakışlarımız birbirimize döndüğünde o da heyecanlıydı.

Kapı ağır ağır açıldı ve daha sonra turuncu ışık büyük, geniş odanın içini de aydınlattı. Tankut "Hayır," diye fısıldadığında odanın içi bomboştu ve tam karşımızdaki duvarda hapishanedeki o cümle yazıyordu.

Kendi yarattığın adaletin vicdanının ve vicdansızlığının sesidir.

SOKAK NÖBETÇİLERİ

Bakışlarım duvardan aşağıya doğru kaydı ve büyük bir tablonun içindeki o fotoğrafla karşılaştım. Mutlu'nun fotoğrafıydı, orta parmağını çıkarmış sırıtarak poz veriyordu, bir fotoğraf ancak bu kadar dile gelebilirdi.

Tankut'un tedirginlik dolu olan bakışları Yankı'ya döndüğünde ilk defa büyük bir korkuyla, “Nasıl?" diye sordu.

"Bu odanın içinde onlarca ölmek üzere olan çocuklar vardı," dedi Yankı ve daha çok bize açıklama yapıyor gibiydi. "Hepsi ölümü bekliyordu ve çığlıklarını duyduk. Günlerdir bu odanın içindelerdi." Yankı'nın sesi öfkeli bir hâl aldı. "Bu kapıyı açtığımda onlarca çocukla karşılaştım, bir malmış gibi yurtdışına pazarlanacaklardı." Elleri yumruğa dönüştü sonra parmakları saçına geçti ve karıştırdı. "Aklım almıyor, onlarca masum çocuk. Bunun için bile şu an nefes almaman gerekir."

"O çocuklara ne oldu Yankı?" Bartu soruyu sorarken Nadir'i yanına doğru çekti ve elini omzuna attı. "Onlara kötü bir şey olduğunu söyleme."

"Hayır." Mutlu yanıt verdi. "Hepsi hastanemizde ve iyileşecekler." Gülümsedi, Nadir'e döndü. "Onun gibi iyileşecekler."

Tankut bütün bunlar umurunda değilmiş gibi "Peki ya diğerleri?" diye sordu.

Yankı burnunun kemerini sıkarak, “Öleceğini bile bile son kez diğerlerine ulaşmak istedin," dedi ve diğerleri diye bahsedilenin çocuklar olmadığını anladım. "Ama Tankut, onlar da bizim elimizde." Sonra hiç ummadığım o cümleyi kurdu. “Kelebeğin tutsak olduğu Koza,” dedi. “Onun da seni tanıdığını biliyorum.”

Bu isim, sırtımdan aşağıya doğru bir ürperti geçmesine ve tedirginlikle nefesimi vermeme neden oldu. Sokak Nöbetçileri'nin ağzından ilk defa onun adını duymuştum ve bu kişi Yankı’ydı. Hangi noktaya ulaşmak istiyorsam kaçıyordum ama o nokta bana doğru ilerliyor, kendini gösteriyordu.

Koza yani benim patronum gerçekten Sokak Nöbetçileri'nin düşmanıydı ve ben, Koza'yı kurtarmak için gönderilen yoldaşıydım.

En azından benim bildiğim bu kadardı ama Tankut planın neresindeydi? Ekip’in işi miydi yoksa Patron’un ortadan kaybolmadan önce yaptığı bir plan mıydı?

Tankut "Bedelini ağır ödeyeceksin," diye fısıldadığında canı yanıyormuş gibiydi, sıktığı çenesinden ve bakışlarından Yankı'dan ölesiye nefret ettiği belliydi.

"Hiç sanmıyorum," dedi Yankı karşılık olarak. "Bugün birisi ölecek ve ölmek üzere olan insanlar bedel ödetemez."

Tankut'un gözleri bizlere döndü, tek tek yüzümüze baktı daha sonra başını omzuna yatırdı. "Fazla zekâ konuştuk," dedi aynı öfkeli sesle. "Artık zekâyı bir köşeye bırakalım. Bugün birileri ölecek ama o kişilerin arasında ben yokum."

Korkarak bir anda Bartu'ya baktım ve Bartu'nun eli, yavaşça belindeki silahına doğru gitti. Mutlu nefesini tutmuştu ve onun gözleri de Yankı'daydı. Lâl'i korumak istiyormuş gibi ben de belimdeki silaha doğru elimi uzattığımda Lâl'i arkama doğru almak istedim ama Işık benden önce bunu yapmıştı. "Bu sessizliği biliyorum," diye fısıldadı bana Işık. "Birazdan her şey çok kötü olacak."

"Hayır, Işık, bizi fazla hafife alıyor," dedi Yankı ve duymuş olması beni bozguna uğrattı. Dikkati her yerdeydi. "Her şey çok güzel olacak."

Bu cümle Tankut'un bam teline dokunan bir cümleydi ve yüksek bir sesle bağırdığında her şey bir anda oldu. Teknenin içinden adım sesleri yükseldi ve aşağı kattan adamlar çıkmaya başladılar. Tam sol tarafımdan bir adam çıktığında ve elindeki silahın soğuk namlusunu Yankı'nın başına dayadığında aşağıdan çıkan adamların silahları da bize yöneldi.

Biz sadece altı kişiydik, sadece altı kişi ve onlar gitgide artıyorlardı. Her tarafımızdan silahlar bize doğru dönükken, kanımın akışını durdurduğunu ve kalbimin göğüs kafesimi delmeye başladığını hissettim. Gözlerim Yankı'nın ensesine dayanan silaha bakarken korkuyla nefesimi verip, “Yankı," diye mırıldandım. Birkaç saniye içerisinde bütün dengelerin değişmiş olması, Yankı'nın canının gözümün önünde bir silahın ucunda yer alması dizlerimi titremişti ama yeri değildi, zamanı değildi. Ellerim titriyordu. Tekrardan, “Yankı," dediğimde sesim titriyordu.

Geriye doğru bir adım attı, ardından başka bir adım ve önüme geçtiğinde bunun bir koruma içgüdüsü olduğunu anladım; adam onunla beraber hareket ederken tam önümdeydi ve sırtı zırhım gibiydi. O güveni yine hissettim ama soğuk silahın namlusunun verdiği hissi de en iyi ben bilirdim, ölümle aralarında sadece bir nefes vardı.
Ölümle aramızda saniyeler vardı.

Yankı başını yan çevirdi, bana doğru baktı ve gülümsedi. Gerçek bir gülümsemeydi, iç rahatlatan bir gülümsemeydi. Bana güven gülümsemesiydi. "Biraz da benim dilimden konuşalım," dedi Tankut tam o sırada. "Gerçekten bugün ölen ben olmayacağım, çocuk. Aklın ve iyiliğin beni öldüremeyecek ama benim kötülüğüm seni öldürecek."

***

Ölümden korkuyordum ve bu kendi ölümüm değildi.

Kalbim, ağır ağır çalan bir piyanonun notaları gibi atıyordu, gitgide hızlanacaktı, biliyordum. O hız arttıkça nefesim hızlanacaktı, kulaklarım uğuldayacaktı, dünya daha hızlı dönmeye başlayacaktı ve hareket bile edemeyecektim. Kendimi tanıyordum ve bu duyguların sadece korktuğum zamanlar ortaya çıktığını da biliyordum.

Silahın soğuk namlusunun verdiği hissi, o hissin açtığı kucağı çok iyi biliyordum; öyle iyi biliyordum ki o soğukluğa meydan okumuştum ama şimdi meydan okuyamıyordum çünkü o namlu bana dayalı değildi.

Bir karış uzağımdaki silah, Yankı'nın başına yaslıydı ve adamın nasırlı parmağı tetiğin üzerindeydi; Tankut'un belki de tek cümlesiyle gözlerimin önünde onun hayatı parçalanacaktı.

O parçalanacaktı.

Ölümden korkuyordum.

Yankı Sarca'nın ölümünden korkuyordum.

Sokak Nöbetçileri'nin ölümünden korkuyordum.

Diğerlerine bakışlarım kaydı, hiçbiri benim kadar korkak değildi. Cesur bakışları, dik duruşları vardı ve ben o an anlamıştım, aralarındaki en korkak bendim çünkü ilk defa, birini kaybetme hissi, tam kalbimin üzerinde bir nota gibi atıyordu.

Tanrı kalbimdeki piyanonun notalarına daha hızlı bastı.
Tanrı, bir an bile olsun Sokak Nöbetçileri'nin kalplerindeki notalarına basmayı bırakmasın istedim.

Yankı'nın aldığı keskin nefesleri işitebiliyordum. Henüz saniyeler olmuştu ama ben o saniyelerin içinde, kendimle nasıl savaştığımın farkındaydım. Durduramayacağım kadar hızlı titreyen ellerim ve dizlerim vardı, beş yaşından beri kontrol edemez, gizleyemezdim. Yüzüme maskeler de taksam, bambaşka bir insana da bürünsem beni tanıyan birisi, ellerimin ve dizlerimin titremesinden beni bulabilirdi.

Önümde cansız manken gibi duran Yankı, bir kere daha ona imrenmeme neden oldu.

Bir şeyler yapmalıydım, bir adım atmalıydım ama kıpırdayamıyordum. İçimden bir ses ise durmadan Yankı'ya güvendiğini dile getiriyor, onun ölüme bile meydan okuyacağını söylüyordu.

Onun her zaman bir planı vardı; şu anda olduğuna emindim.

"Sürprizimi beğendin mi?" diye sordu Tankut ama sesi öyle iğneleyiciydi ki midemin bulandığını hissettim. "Yoksa bunların olacağını biliyor muydun?" Küçümsedi, bunu hissettim. "Siz sadece sokak çocuklarısınız, kiminle oynadığınızın farkında bile değilsiniz."

Yankı'nın nefesi duraksadı, gülümsediğini hissettim. "Biz sokak çocukları küçümsenmeyi severiz," dediğinde sesi öylesine rahatlatıcıydı ki şaşırdım. "Çünkü sonucunda hep karşı taraf haksız çıkar. Asıl sen bu sürprize hazır mısın?"

Tankut'un yarım gördüğüm yüzündeki gülümseme silinmedi ama onun da şaşırdığını görebiliyordum. "Korkmuyorsun," dedi net bir sesle. "Çünkü bunun yaşanacağını biliyordun."

"Başımıza çok fazla silah dayandı, çok fazla ölümle burun buruna geldik. Elbette bunun olacağını biliyordum. Ama bildiğim başka bir şey daha var." Derin bir nefes verdi, omzunu indirip kaldırdı. "Bugün sen öleceksin, Tankut," dedi. "Ve ne aklım, ne iyiliğim senin ölmeni engelleyecek." Tankut gözlerini devirdi, Yankı aldırış etmedi. "Kötülüğün dilini de iyi bilirim."

Tankut başını olumsuz bir şekilde iki yana sallayıp, “Kötülüğün dilini bilebilmen için, kötü birisi olman gerekir. Hayal kuruyorsun, çocuk," dedi. "Kendinizi çok yukarıda görüyorsunuz."

Yankı bir süre bekledi ve o beklerken, ben daha fazla titredim, sanki onun yerine de titredim. Bakışları Mutlu'ya döndü, profiline baktığımda gülümsediğini fark ettim. "Hadi," dedi Mutlu'ya. "Hep yapmak istediğin o şovunu yap da başlasın eğlencemiz, bu konuşma çok uzadı. Biz yine küçümseniyoruz, kardeşim."

Mutlu, başını önüne doğru eğdi, gözleri kısıldı. Yankı'ya bakarken, "Açılışı ve kapanışı hep ben yaparım, değil mi ama?" diye sordu ardından gülümsedi. "Eğlenceli kısmı da bu." Sonra elini bir anda cebine attı, bir bıçağın açılma sesi geldi ve hızlı bir şekilde bıçağı ileriye doğru attı. Bıçak, Yankı'nın ensesine silah dayayan adamın eline saplandığında adam acıyla bağırdı ve elindeki silah yere düştü. Şaşkınlığıma zaman bile kalmadığında diğer adamların silahlarından sesler geldi ve Bartu silahını çıkarıp ateşlemeye başladı ardından Işık. Yankı, belindeki silahı çıkardığında Tankut'un arkasından ona doğru yaklaşan adamı gözünü bile kırpmadan omzundan vurdu. Benim de elim, belime taktığım silahıma doğru gitti.

O arada Lâl, Nadir'e doğru koştu ve kolundan tuttuğu gibi az önceki odadan içeriye doğru attı sonra kapıyı hızlıca kapattı. Yankı, kapalı kapıya doğru "Güvende olman için," diye bağırdı. "Birazdan seni çıkaracağız Nadir."

Diğer taraftan Mutlu "Keyfine bak Nadir!" diye bağırdı. "Senin için oraya muhteşem çizgi romanlar bıraktım, silah sesleriyle iyi gider!"

Sabit bir şekilde yerimde dururken, elim belimdeki silahın üzerinde takılı kalmıştı. Etrafımda silahlar patlıyordu, koşuyorlardı. Ayağımın ucuna bir beden düştüğünde uzun boylu, iri adamın karnından vurulduğunu gördüm. Geriye doğru kaçtığımda adımlarımı zorlukla atıyordum. Başımın döndüğünü hissettim, titreyen ellerimi ve dizlerimi durdurmak imkânsız gibiydi.

Ben böyle değildim, bu kadar kontrolsüz değildim ama şu an bütün kontrolüm ellerimden uzaklaşmış gibiydi çünkü o içimdeki korkuyu yenemiyordum, o korkuyu aşamıyordum ve notalar, kulaklarımı tırmalıyordu.

İç sesim bir gerçekle karşıma geçti, o gerçeği dinlerken daha fazla korktum ama bu sefer duygularım beni korkuttu. 'Sokak Nöbetçileri içindeki canavarı da yok etti, diyordu iç sesim. Yeni fark ediyordum, o canavar, kazandığı yepyeni duygularla kendini yok etmeye başlamıştı.

Her an bir kurşun bana saplanabilirdi, her an yıkılabilirdim, her an mahvolabilirdim. Dünya çok daha hızlı dönmeye başladı, çevremdekilerin sanki dışındaydım ve bir filmin içindeydim. Kurşun hiçbir şekilde bana isabet etmezmiş gibi geliyordu ama ayağımın ucuna başka bir beden daha düştüğünde dudaklarımın arasından çığlık kaçtı.

Bir anda bir el belimden tuttu ve beni geriye doğru çektiğinde başka bir silah sesi kulağımın dibinden yükseldi. Az önceki odanın kapısının arkasına iteklendiğimde sırtım sert bir şekilde duvara çarptı ve Yankı'nın yüzünü tam karşımda gördüm. Kaşları çatıktı, nefes nefeseydi. "Bana bak," dedi. "Kendine gel." Titreyen ellerimi yumruk yaptığımda normalde böyle bir insan olmadığımı söylemek istiyordum ama sustum. "Gücünü fark et, kim olduğunu fark et," dediğinde bir anda elini belime attı ve soğuk parmaklarını sırtımda hissettim. Silahı çıkardığında sol elime tutuşturdu.

Silahı tutan elimi havaya kaldırdığımda ellerimden dolayı silah da titriyordu. "Yankı," dedim nefes nefese. "Ellerim titriyor, beni de bu odaya kilitle." Korkuyla silahı ona uzatmaya çalıştım ama o silahı almadı, beni duvara daha fazla dayadı, önüme kalkan gibi durdu.

Dişlerini sıkarak, “Ne olacak bu senin titreyen ellerin?" diye sordu bana.

"Bilmiyorum," diye bağırdığımda öylesine öfkeliydim ki ona bağırmak zorunda kalmıştım. "Bu huyumdan nefret ediyorum ama titriyorlar! Beni ya bu odaya kilitle ya da bırak, ne halim varsa göreyim çünkü korkuyorum!"

Öfkeliydim çünkü bu değildim, öfkeliydim çünkü bu kadar patlayan silahların ortasında bile o benimle ilgilenmek zorunda kalıyordu, öfkeliydim çünkü kendimden nefret etmeme neden olacak kadar bencildim.

"Bak," dedi ve bir anda silah tutmayan elimi tuttu. Buz gibi ellerine ve parmaklarına kavuştuğumda gözlerim açıldı. "Şu an benim için çok soğuk, tahmin bile edemeyeceğin kadar soğuk çünkü birisinin canına bir şey olacak diye korkuyorum ve küçüklüğümden beri ne zaman korksam buz gibi olurum." Terlemişti, alnından ter damlıyordu ama aynı zamanda da üşüdüğünü görebiliyordum çünkü teni buz gibiydi. Bu gözler açık bir şekilde bilinç yerindeyken geçirilen kriz gibiydi.

Yankı'nın parmaklarının ucunda gücün izleri vardı ve bana dokunduğunda o izler, tenime işlemişti.

Elini elimden uzaklaştırdı, silah tutan elimi kavradı. "Nasıl geçecek?" diye sordum. "Ya yanlış bir şey yaparsam?"

"Meydan okuyacaksın," dedi net bir sesle. "Meydan okuyacağız. Başkaldıracaksın, ben başkaldırdım ve onunla yaşamayı öğrendim." Elime baktı. "Titreyen ellerine ve dizlerine çare olacağım ama şu an değil, şu an kendini toparlaman lazım. Güçlüsün ve cesursun. Bunu tekrar et."

Güçlü ve cesur.

Güçlü ve cesur.

Beni geri plana atmadı, beni görmezden gelmedi, beni arkasına da saklamadı; savaşmamı istedi.

"Güçlü ve cesur," dediğimde ellerim hâlâ titriyordu ama kendimi daha iyi hissetmeye başlamıştım. "Merak etme," dediğimde turkuaz gözlerine baktım. "Onlara hiçbir şey olmayacak, yardım edeceğim, korkma." Kastettiğim dört kardeşiydi, onlara bir şey olacak diye çok korktuğunu biliyordum.

Bir daha titreyen ellerime baktı, sonra, “Helin," deyip bana yaklaştı. "Sen de daha fazla üşümeme neden olma." O an, korkularından birisinin benim zarar görmem olduğunu anladığımda patlayan silah sesleri bile sanki bir ninni gibi geldi, o silah sesleri bile titreyen ellerime çare oldu.

Sevdiklerimi kaybetmekten korkmak; bu duyguyla ilk defa tanışmıştım ama birisinin beni kaybetmekten korkmasıyla da ilk defa yüzleşmiştim.

Yankı Sarca, beni kaybetmekten korkuyordu, zarar görecek olmam onu korkutuyordu ve bu bile, benim hayata daha sıkı tutunmam için bir nedenmiş gibi geldi. O an anladım, hayattan bu kadar kolay vazgeçmemin, sırt dönmemin tek nedeni benim hayatımın kimse için önemli olmamasıydı.

"Benim hayatım senin için önemli mi?" diye sordum ve soruyu sorarken neden bu kadar şaşırdığımı anlamıyormuş gibi bana baktı. "Beni kaybetmekten korkuyor musun?"

Gülümsedi, silah tutan elimi bıraktığında artık titremediğimi fark etmiştim. "Yani," dediğinde benden uzaklaştı. "Liderin olarak." Omzunu indirip kaldırdığında hâlâ gülümsüyordu. "Seni eğitiyorum, bu da bir eğitim."

"Anladım," dediğimde ben de gülümsedim. "Liderim olarak." Yaslandığım duvardan ayrıldım, silahı daha sıkı kavradım. "Sen daha fazla üşüme diye kendimi koruyacağım, zarar görmeyeceğim."

"Güzel," dedi ve sırtını döndüğünde onun kelimelerinin ve cümlelerinin, benim ilacım olduğunu anlamaya başlamıştım. Binlerce kişi bana bu cümleleri kursa etki etmezdi ama onun tek kelimesi, benim bedenimde kasırgalara neden oluyordu. Gücü, gücümdü, cesareti, cesaretimdi.

Benim Yankı Sarca'dan öğreneceğim çok şey vardı.

Algılarım kendine gelmeye başladı. Biz altı kişiydik, bu yolda ben de vardım ve onları girdiğim ruh halimle yarı yolda bırakamazdım.

O önümde yürürken ve ben de peşinden giderken, sağ taraftaki adamın silahı Yankı'ya doğru tuttuğunu gördüm. Bir anda sanki az önce ayakta bile duramayacak durumda olan ben değilmişim gibi elimdeki silahla adamı vurdum ve geriye doğru savrulup düştü.

Yankı, omzunun üzerinden arkasına baktı, adamı gördü ve sonra bana baktığında gülümsedi. "Sen tam olarak bu kadınsın," dedi. "Ve ben en başından beri bu güçlü kadını görmek istiyordum."

"Senin sayende," dediğimde ben de ona gülümsedim.

"Hayır," dedi karşılık olarak. "Bu sadece senin gücün, ben sadece o gücü açığa çıkardım, o kadar."

Yankı'yla beraber öne çıktığımızda Mutlu, Işık'ın hemen yanındaydı ve Işık, önüne çıkanları silahıyla vururken teknenin köşelerine saklanıyor, Mutlu ise o ne yaparsa takip ediyordu. Yankı'nın ona silah vermeme nedenini tam olarak anlayamasam da Mutlu, olduğu durumdan gayet memnun görünüyordu.

Arkamdan bir gülme sesi geldi ve başımı çevirdiğimde Bartu'nun kahkaha attığını gördüm. "Kardeşim," diye bağırdı Yankı'ya. "Uzun zamandır ihtiyacım olan tam olarak buydu. Bak şimdi bak," dedi ve bir anda öne çıkıp elinde silahla duran adamın erkekliğine tekme attı. Adam öne doğru eğildiğinde bu sefer de kafasına vurdu ve hemen arkasından birinin yaklaştığını gördü, dönüp o kişiyi de vurdu. İki kişiyi aynı anda devirdiğini gösterirken Lâl'e dönüp baktı, Lâl ise onun arkasındaydı. "Düştün değil mi bana?" diye sordu alayla. "Düştün düştün."

Yankı, sırtını yasladığı duvarın arkasından, “Bartu mermileri boşa harcama," dedi. "Yanımda fazla mermi yok."

"Her biri isabet ediyor," diyen Bartu ona doğru dönen silahı görmüş, eğilmişti. "Merak etme, yumruklarım da kurşun gibidir." Yine Lâl'e dönüp baktı. "Bu cümleye düşmüşsündür. Hadi ama nasıl da hayran hayran bakıyorsun."

Lâl ifadesiz gözlerle Bartu'ya bakıyordu...

Bartu'nun rahatlığı ve keyifli hali benim de rahatlamama neden olduğunda güldüm, onun rahatlığı bana da bulaştı. "Lâl!" diye bağırdı Yankı. "Tankut nereye gitti, gördün mü?"

Lâl, kafasını olumsuz anlamda iki yana salladığında aralarında sözsüz bir bakışma geçti ve bir anda Lâl öyle hızlı koştu ki o an, o hızla bile hiçbir silah onu vuramazmış gibi geldi. Bartu'nun korkmasını bekledim ama o rahattı, Lâl'in silahı bile yoktu.

Kurşundan bile hızlı olabilirdi Lâl Sarca. Hayran olmuştum.

"Hey," dedim sağımda duran Yankı'ya. "Onun silahı yok."

Lâl, bir anda Yankı'nın yanında bitti ve şaşkınlıkla ona baktım. Diğer silahını Lâl'e verdiğinde, “Artık var," dedi ve gülümseyerek Lâl'e baktı. "Dikkatli olduğunu biliyorum ama daha dikkatli ol. Sen olmazsan bizim bacaklarımız kesilir, biliyorsun."

Lâl, gülümseyerek başını salladığında silahı Yankı'nın elinden aldı ve bir anda yine ışık hızında ortalıktan yok oldu. Neden en başından verdiğini bilmiyordum, hiçbir şey anlamıyordum ama sorgulayacak zaman da değildi.

Öne doğru çıktım ve sırtı bana dönük olan uzun boylu bir adamla karşılaştım. Mutlu ile gözlerimiz uzaktan kesişti, gülümsedi ve ben de eğlenmek istermiş gibi adamın omzuna dokundum, adam hızlıca bana silahıyla döndüğünde sert bir yumruğu yüzüne indirdim ardından sersemlemiş bir şekilde geriye doğru iteklendiğinde bacağından vurdum ve yere düştüğünde silahını uzağa doğru savurdum.

Mutlu, gülerek, “Şovları kes, sen neymişsin be," dedi ve ıslık çaldı. "Yeni bir Grey Bartu mu yetişiyor yoksa?"

Bartu, adamın birinin kafasını duvara sürterken, "Ne?" deyip bana baktı. "Bu kız mı benim gibi olacak? Onun yumruğu benim parmağım kadardır."

Önüme başka bir adam daha çıktığında hızlıca elindeki silahla bana ateş açtı ama saklanıp, “Hadi ama Bartu," diye bağırdım. "Konu şu an pek de yumruklar gibi görünmüyor."

Bartu, az önce bana ateş açan adamı vurduğunda adam ayaklarımın dibine düştü, Mutlu kahkaha attı. "Diğer türlü de iyiyimdir ama keyifli değil," dedi Bartu kendinden emin bir sesle ve önüme geçti. "İnsanlar kum torbasıdır, ben sevdiğim kum torbaları hariç hepsini yumruklarım."

Hayretle onun sırtına bakarken, köşeden bizi görmeden yürüyen adamı fark ettik, Bartu, bana baktı sonra kaşlarını kaldırıp sus işareti yaptı. Adam tam köşeyi döndüğünde Bartu, yumruğunu öne çıkardı, adamı ensesinden tuttu ve yumruğuna çarptı. Bu hareketi kahkaha atmama neden olduğunda ileriden Mutlu'nun da güldüğünü fark ettim. Adam yere düştüğünde ve burnunu tuttuğunda Bartu, silahını elinden alıp, “Dikkat et," dedi adama. "Kafan, yumruğuma çarptı."

Az önce aklımı kaçıracak kadar korkarken şimdi o korkularımdan tek bir parça bile kalmamıştı aksine onlar bu durumdan keyif alıyor, onların keyifleri bana da bulaşıyordu. Düşündüğümden daha kabiliyetli ve daha profesyonellerdi. Her seferinde beni şaşırtmaya devam ediyorlardı.

Sol tarafa doğru ağır ağır adımlarla ilerlediğimde teknenin açık alanına çıkmak istiyordum, Yankı'nın ise nerede olduğunu bilmiyordum. Bir yandan ona bakarken diğer tarafa döndüm ve yüzüme sert bir yumruk indiğini hissettim. Geriye doğru savrulduğumda bir an için yıldızları hissettim ve enseme ağrı girdi. Acıyla inlediğimde başımı kaldırıp baktım ve az önce omzumdan vurduğum adam olduğunu fark ettim.

Başka bir yumruğu daha yüzüme indireceği sırada eğildim ve karnına yumruk attım ardından vurduğum kolunu çevirip dirseğimle yüzüne vurdum. Adam güç sarf ederken bir yandan da benden kurtulmaya çalışıyordu. Adamı o şekilde duvara dayadığımda uzun olan saçını kavrayıp başını o duvara çarptım. Sanki o an, yüzümdeki bütün izlerin, bütün uğradığım şiddetlerin hesabını soruyormuşum gibi "Ne oldu?" diye sordum. "Umduğun gibi çıkmadım mı?"

Tam o esnada arkamda silah patladığında irkilip geriye doğru baktım ve yere düşen adamı gördüm; hemen arkasında Yankı vardı. "Böyle durumlarda bilmen gereken en önemli şey," dediğinde yüzüne kan bulaşmıştı ama kendi kanı değildi. "Düşmana asla arkanı dönme, nereden çıkacağı belli olmaz." İşaret parmağıyla adamı gösterdi. "Ve düşmanla bir dakikadan fazla zaman kaybetme, diğerlerinin zaman kazanmasına neden olursun."

Başımı hızlıca salladığımda nedense hayal kırıklığına uğratmak istemeyen bir çocuk gibi hissediyordum. Tekrardan adama baktım ve sert bir şekilde başını çarptığımda bilinci kapandı, çuval gibi yere yığıldı. Yankı'ya gülümsemek için arkamı döndüğümde orada olmadığını gördüm; gitmişti.

Geceydi, denizin üstündeydik ve silah sesleri o gecenin içinde çınlıyordu. Ben ilk defa Sokak Nöbetçileri'yle beraber, onlar için savaşıyordum.

Diğer tarafa doğru çıktım ve Bartu'yu, bir adamı, yakasından tutmuş havaya kaldırırken gördüm. Adamın ayakları aşağıda sallanıyordu, korku dolu gözleri Bartu'nun üzerindeydi ama Bartu da aynı benim gibiydi, düşmana arkasını dönüyordu ve öylesine keyifliydi ki hiçbir şey olmaz sanıyordu. Arkasından ona doğru yaklaşan adamın farkında bile değildi.

Gözlerim irice açıldığında, “Bartu, eğil!" diye bağırdım ardından adamı sırtından vurdum. Bartu, havaya kaldırdığı adamı bıraktığında ve silahıyla arkasına döndüğünde yerde bayılmış olan adamı gördü. Bakışları bana döndü, şaşkınlık koyu gözlerine ulaşmıştı. Yere düşen adamı göstererek, “Onun kolu kırıldı bence," dedim çünkü öyle sert bırakmıştı ki adam kolunun üzerine düşmüştü ve acıyla inliyordu. "Ayrıca rica ederim. Bana artık bir can borcun var maalesef." Gülümsedim, şaşkınlığı geçmedi. "Birbirimizden nefret etsek de ölmeni istemem, senin aksine."

"Can borcu mu?" diye sordu afallamış bir sesle sonra kaşları çatıldı. "Bana hiçbir şey olmazdı."

"Neden?" Alayla gözlerimi devirdim. "Demirden misin sen?"

Çenesini kaldırdı, onu tiye almam öfkelendirmişti. "Sayılır," dediğinde hemen yanıma geçti. "Dokuz canlıyım ve geriye beş canım kaldı çünkü dört kere ölümden döndüm."

"Mutlu, Bartu'nun ölümsüz olduğunu düşünüyor çünkü adam Cüneyt Arkın gibi devrilmiyor." Işık'ın sesiyle başımı çevirdim ve onun da yanımıza geldiğini gördüm. "Sizce de sohbet etmek için harika bir yer değil mi?" diye sordu bize. "Birisi Mutlu'yu korusun." Duraksadı, gülmemek için kendini tuttu. "Ya da adamları Mutlu'dan korusun."

Bartu, Mutlu'yu bulmak için koşarken sırtımı teknenin camına yasladım. Işık, soluklanırken, “Yankı sana silah verdi direkt," diyerek merakla ona döndüm. "Sanırım silah kullanmakta iyisin."

Işık, bir kedi gibi etrafa bakarken, “Önder'in bana kötülük yapayım derken iyilik yaptığı bir durum var," dedi. "Küçüklüğümüzden beri hep Mutlu'yu korumam için beni kalkan gibi kullandı, hep en önce beni attı ama bunlar beni eğitti. Her seferinde ölmeden yanına gittiğimde suratını görmeliydim."

Keyifle anlatıyordu ama ben onun gibi keyifli değildim çünkü Işık'a yapılanları kabullenemezdim, diğerleri nasıl kabullenmişti? Bunu söylemek istediğimde teknenin çalışan motorunun sesi kulaklarımıza doldu ve şaşkınlıkla birbirimize baktığımızda, “Siktir," dedi Işık. "Tankut aşağıda ve tekneyi hareket ettiriyor."

"Ne?" diye çığlık duyduğumda bu Mutlu'nun sesiydi. "Beni deniz tutar ama! Hem de gece! Geceleri köpek balıkları uyur mu? Mis gibi sevişmişlerdir, şimdi de horul horul uyuyorlardır umarım." Ses geliyordu ama kendisi yoktu. Kaşlarım çatıldı ve köşeden başımı eğip baktığımda bir adamın sırtına binmiş olduğunu gördüm. Adam ondan kurtulmak için çırpınıyordu ama Mutlu, koala gibi adama dolanmış, hareket etmesini engelliyordu.

Bartu, Mutlu'yu izlerken gülüyordu. "Mutlu'yu korumak mı?" diye sordu Işık'a. "Adamlar Mutlu'yu gördüğü an kaçıyor çünkü onlara sarılıyor ve bırakmıyor. Bakın bu da kanıtı."

"Ruh hastası mısınız siz!" diye bağırdı adam ve çırpınmaya devam etti ama Mutlu bacaklarını adamın beline öyle bir dolamıştı ki tek vücut olmuşlardı. "Alın şunu sırtımdan!"

Hepimizin canı ortadaydı, birimizden birimize bir şey olabilirdi ama buna bile meydan okuduğumuzu fark ettim.
Farklılardı, Sokak Nöbetçileri, kimseye benzemiyordu.
Gitgide onlara benziyor, gitgide farklılaşıyordum ve yeni doğmuş bir bebek gibi onların ellerinde büyüyordum.

"Sen benim kalkanımsın," dedi Mutlu keyifli bir sesle adama. "Sen benim çelik yeleğimsin." Adamın kulağına doğru eğildi. "Daha önce böyle romantik kelimeler duymadığına eminim çünkü Mutlu Sarca'yla tanışmamıştın ama işte şimdi tanışma şerefine eriştin Sevgili Kalkan." Bacaklarını daha sıkı doladı, kollarını adamın boynuna sardı. "Kılıcım görmek ister misin? Senin kılıcın nasıl?"

"Ne?" Adam başını çevirip Mutlu'ya baktığında bir kere daha silkelenmek istedi, Mutlu o kadar sıkı sarmıştı ki adam nefes almakta zorlanıyordu. "Sen deli misin? Ruh hastası mısın?"

"İnanamıyorum Bartukıç!" diye haykırdı Mutlu. "Gözleri yemyeşil, sanırım ruh eşimi buldum. Minnoş güzel renkli gözlü çocuklarımız olacak!" Başını çevirip Bartu'ya baktı, Bartu o sırada bir adamı art arda tokatlıyordu. "Seni de kumam yaparım, biliyorsun, renkli gözlü olmadığın için seninle evlenemem."

Adam kendini tutamayarak ilerideki diğer adamlara doğru "İmdat!" diye haykırdı. Bu tepkisi benimle Işık'ı güldürdüğünde bir adamın Mutlu'ya doğru koşmaya başladığını gördük, o bizi görmüyordu. "Birinciyim!" dedi Işık bir anda ve adamı bacağından vurdu. Adam yere düştüğünde ikimiz de tekrardan sırtımızı dayadık ve diğer kurşunlardan korunduk. "Sıradaki senin olsun. Bu vurduğum yakışıklıydı ve yakışıklıları vurmak beni üzüyor."

Kahkaha attığımda, “Sana bir şey itiraf etmem gerekecek," dedim. "Bu söylediğine şaşırdım çünkü ne erkeklerle ne kadınlarla ilgilenmiyormuş gibi görünüyorsun."

"Hey," Işık da kahkaha attı. "Düşündüğünün tam aksine ben çapkın bir kadınım ve erkeklerle oynamaya bayılırım ama onlar benden korkuyor." Dudakları büküldü. "Kiminle konuşsam Bartu adamı buluyor, Mutlu iğneler batırıyor ve Yankı da o adamı sorguya çekiyor." Dudakları büküldü. "Geçen günlerde bir adamla tanıştım, çok da yakışıklıydı. Lâl'in yardımıyla adamla gizli gizli buluşmaya gittim ama ne oldu dersin?" Kafasını salladı. "Onlar benden önce gitmişti. Kafenin içini boşaltmışlardı, adamı bir sandalyeye oturtmuşlardı. Yankı adama beni nereden tanıdığını soruyordu, Bartu adamın oturduğu sandalyeyi salıncak gibi sallıyordu. Mutlu mu? O da adamın kalçalarına elindeki iğneleri batırıyordu. Beni gördüklerinde hepsi masum çocuğa dönüştü, adam fırsattan istifade kaçarken kalçalarındaki iğneleri hatırlayabiliyorum."

"Sen ciddi misin?" diye sordum, bir yandan gülüyor, bir yandan da şaşkınlıkla ona bakıyordum. "Mutlu seni ciddi ciddi paylaşamıyor, bu kadar olamaz."

Işık, burnunun kemerini sıkarak, “Üç tane belalı abim varmış gibi," dedi. "Ve ben bu üç abinin arasında nasıl birisiyle sevgili olurum, bilemiyorum."

"Lâl peki?" dedim ve neden sorguladığımı bilmesem de onu merak etmiştim. "Ona da mı aynılar?"

Işık, şaşkınlıkla bana bakıp, “Lâl benim gibi değil, fark etmedin mi?" diye sordu. "O bizden başka tek bir kişiyle bile konuşmaz, ona teklif eden erkeklere tükürüyor. Lâl için üç erkek çok önemli, gerisi önemsiz. Özellikle Yankı," dediğinde bakışlarını kaçırdı. "Ona yalan bile söyleyemez. Ben nasıl ifşa oldum sanıyorsun? Lâl, Yankı'ya yalan söyleyemedi diye..."

Lâl'in önümüzden hızlıca koşarak geçtiğini gördüm, Yankı'nın yanına gidiyor olmalıydı. Aralarındaki ilişkiyi çözemiyordum ama Lâl için Yankı'nın farklı olduğu gerçeği, bakışlarından bile belli oluyordu. İlk günden beri Yankı'ya bakışlarının daha farklı olduğunu görmüştüm ve aynı şekilde Yankı da Lâl'e karşı öyleydi.

Lâl, Yankı'ya asla yalan söylemezdi ve ben dizlerime kadar yalanlara batmıştım; Yankı'ya hiçbir zaman Lâl'in verdiği güveni veremezdim. İkisinin gözlerindeki duygu da bu gizliydi, güven. Yankı bana hiçbir zaman öyle bakmamıştı.

"Neden Lâl ona daha farklı?" diye sorduğumda Işık'a bakmıyordum ama cevap vermediğinde bakışlarımı ona çevirdim ve bana değil, arkama doğru baktığını gördüm. Gözleri irileştiğinde eskisi gibi keyifli görünmüyordu. "Ne oldu?" dememe kalmadan, başımın arkasında silahı hissettim. Işık, silahını kaldırıp arkamdaki kişiye doğru tuttuğunda, “Tek bir hareket daha yaparsan beynini dağıtırım arkadaşının," dedi ürkütücü bir ses. "Hatta dağıtacağım da."

Korkmayı bekledim, titremeyi ya da kaçma dürtüsünü ama hiçbiri yoktu. O kadar soğukkanlı bir şekilde nefesimi verdim ki Işık bile şaşırdı. Güçlü ve cesurdum. Yavaş yavaş adama doğru döndüm, silah alnıma dayandı. Gülümsediğimde adamın arkasından yaklaşan Mutlu'yu gördüm, hâlâ diğer adamın sırtındaydı fakat eliyle ağzını kapatmıştı. "Bence hemen dağıt," dedim adama. "Yoksa çok fena bir işkenceye maruz kalacaksın."

Adam, henüz ne dediğimi bile anlamadığında Mutlu, adamın ensesine, “Yeter lan!" diyerek tokat attı. "Sürekli aksiyon filmlerinde durmadan zarar gören bir karakter vardır ya, o da Helinski oldu," dedi Mutlu bana. Bartu, Mutlu'nun sağ tarafından çıktı ve adamın elindeki silahı alıp onu arkaya doğru itekledi. "Sürekli vurulmalar, sürekli dayak yemeler. Bunlar olmadığında kendini vurmalar." Kaşları çatıldı. "İlgi odağı olma artık. İzin vermeyeceğim. Bana dayayın bir kere de şu silahları, film benim etrafımda dönsün ya."

Bartu, yere attığı adamı, yakalarından tutup kaldırdı; adam havadayken, “Uçmaya hazırlan," dedi. "Kollarını kanat gibi kullan yoksa yere çakılırsın." Biraz daha kaldırdı sonra adamı teknenin diğer tarafına doğru fırlattı.

Adam yuvarlanarak teknenin köşesine çarptığında Yankı'yı gördüm, adam ayaklarının ucuna düştü. "Tankut aşağıdaymış," dedi bize doğru ve Lâl de yanında belirdi. "Tekneyi açıklığa sürüyor, kıyıdan çok uzaklaşıyoruz."

Mutlu'nun eli sert bir şekilde alnına vurduğunda, “Kusacağım şimdi şuraya," deyip gözlerini kapattı. "Bayılacağım. Midem bulanıyor. Resmen suyun üzerindeyiz ve bu tekne sallanıyor. Prens, kendini kötü hissediyor. Nerede benim atım?" Başını çevirdiğinde ilerideki adamı parmağıyla işaret etti; teknenin köşesinde bağlanmış bir şekilde duruyordu. "Bartukıç! Onu kaçmasın diye benim için bağlamışsın! Kalkanım, hadi oraya gidelim!"

"Siz ruh hastasısınız," dedi sırtına bindiği adam kafasını iki yana sallayarak. "Siz manyaksınız. Bu işkence."

Saniyeler dakikalara dönüştü, gece gökyüzünde sanki daha fazla koyulaştı ve silah sesleri yavaş yavaş azaldı. Yerlerde acı çeken ve bayılmış adamlar vardı, inleme seslerini duyabiliyordum. Sağ ve iyi olan çok az kişi kalmıştı, onlar da kendileri bizim ayaklarımıza gelerek teslim olmak istiyorlardı.

"Eğlence bitecek birazdan," dedi Bartu. Hemen yanında Lâl vardı ve gözleri ona döndü. "Ortalarda yoktun diye bana fazla hayran olamadın, değil mi?" Lâl, Bartu'nun gözlerinde her ne gördüyse geriye doğru adımladı ama Bartu ona izin vermeyip kolunu tuttu. "Bu eğlence sensiz bitmesin Lâl'im." Bir anda Lâl'i kucağına aldı sonra omzuna attı ve Lâl'in başı omzundan aşağıya doğru düşerken ters bir şekilde şaşkınlıkla bize baktı ardından Bartu'nun sırtını yumrukladı. "Hadi biraz daha eğlenelim."

Şaşkınlıkla onlara bakarken, Bartu'nun da daha önce tanıdığım kimseye benzemediğini görebiliyordum. Henüz teslim olmamış bir adam onların karşısına çıktığında tekme atarak adamın silahının yere düşmesine neden oldu ve sonra sert bir yumruğu adamın yüzüne geçirdi. Adam yere düşüp bayıldığında, “Gördün mü şovu?" diye sordu Lâl'e. "Tüh, göremiyorsun ama yine çok iyiydim."

Yaslandığım yerde yalnız kaldığımda diğerlerinin nerede olduklarını bilmiyordum. Kulak kesilmiş adım seslerine odaklanmıştım ve bir yandan da sarsılan teknenin bana etki etmemesi için nefesimi tutuyordum çünkü Mutlu gibi benim de midem bulanmaya başlamıştı.

"Dikkatini sadece tek bir yere vermemelisin," diye ses duyduğumda irkildim ve elimdeki silahı kaldırıp başımı çevirdiğimde silah bir vücuda çarptı, o vücut Yankı'ya aitti, namlu tam kalbinin üzerindeydi. Onu görünce rahatlamış bir şekilde nefesimi verdiğimde indirdiğim silaha bakıp, “Dejavu," dedi. "Üçüncüde beni gerçekten vuracaksın sanırım."

Benim gibi duvara yaslandı. Yüzünde ve ellerinde kan izleri vardı, saçları dağılmıştı ve dudakları kurumuştu. Derin nefesler alırken gergin omuzları kalkıp iniyordu. "Her iki seferde de farklı bir Yankı Sarca'yla tanıştım," dediğimde yüzündeki kan izlerine bakıyordum. "Üçüncü seferde tanıştığım Yankı Sarca'ya göre değişir. Eğer daha korkutucu görünürsen seni vururum." Başını çevirip yüzüme baktı ve gözlerimin içini düşündüğümden daha uzun süre incelediğinde kaşlarım çatıldı. "Ne oldu? Ben daha mı korkutucuyum?"

Dudaklarını ıslattı ve kurumuş dudakları ıslandığında parladı. "Ben ise her seferinde gözlerinde aynı kadını görüyorum," dedi ve turkuaz gözleri koyu bir renge büründü, göz bebekleri büyüdü. Karnımın içinde bir karıncalanma hissettiğimde gözlerine uzun süre bakmanın bana böyle etki yaptığını fark etmiştim. "Seni ilk gördüğüm zaman, bugünü yaşayacağımızı biliyordum," dediğinde sesi kısık çıkıyordu. "Benim dikkatimi çekmek için büründüğün kişiliklerin hepsiydin ama en çok bu kadındın ve ben bunu biliyordum. Fazla heyecan verici, Helin."

"Bu kadın?" dedim sorgulayan bir sesle. "Bana baktığında ne görüyorsun?"

Daha dikkatli baktı, daha fazla eşeledi toprağımı ve daha fazla bana ulaştı. "Birçok şey," diye mırıldandı. "Ama en çok korkusuzluk. Bütün yanlışlarını ve doğrularını düşün, Helin. Hepsinin sonucunun korkusuzluğuna çıkacağını göreceksin. Sen aslında korkak olmak isteyen bir korkusuzsun çünkü korkusuzluk hissiz ve sen hissiz olmaktan sıkıldın."

Onun söylediği gibi bütün doğrularımı düşündüm ve hiçbir doğrum olmadığını fark ettim; bütün yanlışlarımı hesapladım ve o yanlışların da aslında gerçekten korkusuzluğumdan kaynaklandığını anladım. Konu, kendi canım olduğu zaman fazlasıyla korkusuzdum. "Demek bugünü yaşayacağımızı biliyordun," deyip konuyu değiştirdim. Bencil olmayacaktım, onu da tanıyacaktım. "O halde Önder'in de beni gruba dahil edeceğini biliyordun ya da hislerin çok kuvvetliydi."

Yankı gülümsedi ve yaslandığı duvarda yan bir şekilde durup, ileriye doğru bakan yüzümü çenemi tutarak kendine doğru çevirdi. Soğuk parmak uçları uzaklaşmıştı artık sıcacıktı. "Seni ilk gördüğüm gün üzerinde beyaz bir tişört vardı ve saçların arkadan örgülüydü, saçların daha kısaydı. Köşelerden fırlamış dalgalı saçların yüzünü kapatıyordu. Tişörtünün köşesine bulaşmış ruj lekesi sana ait değildi çünkü dudaklarında o renk bir ruj yoktu. Büyük ihtimâl tişört sana ait değildi, bedeni büyüktü. Uykusuzdun, gözlerin şişmişti. Benim dikkatimi çekmek için en klişe yöntemi denemiş, üzerime kahve dökmüştün. Kahve şekerli değildi ama sütlüydü, o gün neden sütlü içtin bilmiyorum ama diğer günler sade içtin." Nefesini verdi, şaşkın gözlerim umurunda değil gibiydi. "O gün, korkusuzluğunu gördüm çünkü bana yaklaşmak için elinden gelen her şeyi yapacaktın."

Sustu, şaşkınlığımın geçmesini bekledi ama daha fazla katlanarak arttığında, “O gün elim yandı ama sen umursamadın ve yanımdan geçip gittin," dedim tek nefeste. "Yüzüme bakmadığına yemin bile edebilirim. Hatta diğer günler de öyle. Hiçbir zaman yüzüme bakmadın. Nasıl bu kadar güzel oynayabildin? Beni neden iki ay uğraştırdın?"

Omzunu indirip kaldırdı, tuttuğu çenemi bıraktı. "Çünkü sınırlarını görmek istedim, çünkü gireceğin yüzleri görmek istedim. Her seferinde başka birisine dönüştün ama aslında hepsi sendin ve ben o iki ay boyunca çok eğlendim." Bakışlarına anlamsız ama etkileyici bir ifade oturdu. "Özellikle siyah, mini bir elbise giydiğin gün. Karşıma oturup bacak bacak üstüne atmıştın." Üzerime doğru geldi ve beni duvarla kendi arasına sıkıştırdığında bir elini duvara yasladı. "Saçların dalgalıydı, ayaklarında seni rahatsız eden topuklu ayakkabıların vardı. O gün aldığım keyif bambaşkaydı."

Bulunduğumuz yer, denizin sesi, silahlar, kan, hepsi bir anda uçup gitmişti ve ben sadece onun kokusunu almaya, onun gözlerine bakmaya başlamıştım. Sarsılan tekne. Kalbimin bu kadar hızlı atmasına neden olan kesinlikle tekneydi. "İki ay boyunca korkusuzluğumu görmek istedin," dedim sessizce. "Sonra da Önder beni istedi."

Bana biraz daha yaklaştı, vücudunun sıcaklığı, vücudumu dolaştı. "Önder mi?" dedi alayla ve bir yandan da ciddiyetle. "Hâlâ anlamıyor musun, Helin? Ben bu grubun lideriyim ve istemediğim sürece hiçbir şey olmaz. Seni ben istedim ve sen en büyük korkusuzluğunu Sokak Nöbetçileri'ne dahil olarak yaptın." Yüzüme yaklaştı.

Daha fazla şaşırdım, dudaklarım aralandı ve o şaşkınlığıma bakarken gözlerini bir an olsun gözlerimden ayırmadı. Kirli sakallarına bulaşmış olan kanın kokusu, onun güzel kokusunu gizleyemiyordu. "Bunu nasıl anlamam?" dedim daha çok kendimle konuşarak. "Ama Önder bana sanki kendisi kabul etmiş gibi konuştu. Yani o dedi ki..."

"Çünkü öyle söylemesi gerekiyordu." Tek kaşını kaldırdı. "Önder seni hiçbir şekilde aramızda istemiyor. Ben istediğim sürece vardın," dedi üstün bir tınıyla. "İstemediğim sürece yoktun."

"İki ay," dediğimde öfkeli hissetmeliydim ama öfke yoktu. Terliyordum ve kalbim gitgide daha fazla hızlanıyordu, aramızda Yankı'yla hiçbir mesafe yokken ve ben ona bu kadar yakınken aklım durmuş gibiydi. "İki ay boyunca resmen eğlendin." Parmaklarımın ucunda yükseldim, yüzüne doğru yaklaştığımda vücudum vücuduna sürtündü. "Eğlendirdiğim için mi beni aranızda istedin Yankı Sarca?"

Yankı yutkundu ve o an arkada patlayan silah sesleri ikimizin de umurunda değildi. "İstedim çünkü sen en sevdiğim tişörtüme kahve döktün," dedi derinden gelen bir sesle. "Hem de sütlü kahve. Bu cezasız kalamazdı, hesabını vermeliydin."

Güldüğümde ona biraz daha yaklaştım. "Ben bir ceza ödemiyorum ya da hesap vermiyorum şu anda," dediğimde turkuaz gözleri kısılmıştı. "İlk gördüğün gün olan tişörtümün rengine, köşesindeki ruj izine kadar hatırlıyorsun. Kabul et, dikkatini çekebilmişim."

Gözleri dudaklarıma doğru kaydı, elinde tuttuğu silahı havaya kaldırdı ve ucuyla önüme gelen saçımı arkaya doğru itekledi. “Denizin ortasında bir teknedeyiz, silahlar patlıyor, yüzünde ve yüzümde kan lekeleri var, canımız tehlikede. Kalbin tekliyor, nefesin hızlı. Ölüm bir nefes kadar yakın. Heyecan verici değil mi?” Tek kaşını kaldırdı. “Sen bu anlattıklarıma benziyorsun, Helin. Şu ana benziyorsun.”

“Ve sen şu deniz gibi dinginsin,” dedim kendimi tutamayarak. “Sakin ama dalgalı halini merak ediyorum.”

"Benim hakkımda hiçbir şey bilmiyorsun, Helin." Nefesi dudaklarıma çarptı, kalbim tekledi. "Ve ben çok dikkatli bir adamımdır sadece bazen belli etmem."

"Beni aranızda istedin," dedim ardından benim de gözlerim dudaklarına doğru kaydı. "Ve hâlâ istiyorsun."

"Seni istedim ve hâlâ istiyorum," dedi bir anda dişlerini sıkarak. Gözleri yüzümün her noktasında gezindi, az önce kontrolünü sağlamaya çalışan Yankı yine gelmişti fakat bu sefer kontrolünü sağlama nedeni öfkesi değilmiş gibiydi. Cümlesi bambaşka anlamlar taşıyor olabilir miydi? Bu düşünce daha fazla kalbimin teklemesine neden oldu. Yüzlerimiz arasında bir karışlık mesafe kalmıştı ve neredeyse burnu burnuma değecekti. "Liderin olarak yani. Aramızda istemek."

Gülümsedim. "Liderim olarak," dedim tekrar ederek. "Başka ne olacaktı ki zaten?"

"Değil mi?" dediğinde kendisiyle konuşuyormuş gibiydi. Gözleri dudaklarıma kaydı bir kez daha ve bana yaklaşıyormuş gibi oldu, nefesini tuttuğunu hissettim ardından bir şey oldu. Birkaç saniye bekledi sonra bir anda Yankı arkasını döndü ve sert bir yumruğu bir adamın yüzüne geçirdi. Benim dikkatim tamamen dağılmıştı, fark etmemiştim ama onun dikkati yerindeydi. "Şerefsiz saygısız puşt!" diye bağırdı yere düşen adama. Vurulmuştu, silahı yoktu. "Bir şey konuşuyoruz değil mi burada, ne bölüyorsun?"

Gülerek elimle ağzımı kapattım ve geriye doğru adım atıp, “Daima dikkatlisin," dedim. "Ama başka bir şeye daha dikkat çekmek isterim ki o adam durup saygıyla bizi bekleyemezdi."

Yere düşen adam şaşkın gözlerle Yankı'ya bakarken, Yankı başını sağa yatırıp, “Dikkatli miyim?" diye sordu ve başı bana döndü. "Dikkatim dağıtılmadığı sürece. Bir daha bunu yapma, duydun mu?" Sonra yaklaştı ve saçımı çekti, bunu daha önce de yapmıştı. "Ben senin dikkatini bir dağıtırım, bir daha toparlanmaz."

"Ya bırak saçımı, hep tehdit ediyorsun beni," dediğimde canımı yakmıyordu ama bu huyu ona çocuksu bir hava katmıştı. "Senin aksine ben ne yaparım dediysem yaptım. Saatler önce utandırdım seni! Utandın!"

Eli saçlarımdan uzaklaştı ve aynı çocuksu havayla gözlerime bakarken bir şey söyleyecek gibi oldu, dudakları aralandı. Saçımı düzeltirken, onu bekledim ama hiçbir şey söylemeden arkasını döndü ve kendi kendine konuşarak yürümeye başladı. Adamın şaşkın bakışlarına aldırış etmeden ben de peşinden ilerledim. Sonra bir anda durdu, başını çevirdi. "Utandım mı?" dedi kabullenemeyen bir tınıyla. "Ben mi utandım? Ben?" Tekrar yürüdü sonra durdu yine baktı. "Siyah iç çamaşırları beni utandırır, bir de onu dene."

"Yalan söyleme," dedim dik dik bakarak. "Siyah iç çamaşırlarının seni utandırdığı filan yok, bu beni utandırır. Ama sorduğum soru seni..."

Dinlemeden yürümeye devam etti, ona yetişmeye çalışırken yine durdu ve bu sefer ona çarptım. Bakışları bana döndüğünde, “Ben hiçbir şeyden utanmam," dedi. "Anladın mı beni?" Cevap vermedim ve geriye doğru bir adım attım. "Utanmakmış. Gözlerin açık rüya görmüşsün."

"Ne oldu siyah iç çamaşırlarına?" diye sordum. "Hani utandırırdı seni?"

"Dene istersen?" Başkaldıran ses tonumu duyduğunda kaşları çatılmıştı ama bir yandan da keyifli gülümsemesi de dudaklarına konmuştu. "Cesaretin varsa giy o siyah iç çamaşırlarını, çık karşıma. Bak bakalım o zaman hissettiğim ve hissettirdiğim utanç mı olacak?"

Yanaklarım kızardığında bakışlarımı ondan kaçırarak, “Konu bu değil," dedim. "Sen az önce sorduğum sorudan sonra aslında utandın..."

Yine dinlemedi ve merdivenlere yöneldiğinde ellerimi yanaklarıma koyarak ateşi yok etmeye çalıştım. Gözlerim açık rüya görmediğime neredeyse emindim çünkü bir insanın bakışlarındaki utancı bilirdim, onun bakışlarında utanç vardı.

Teknenin üst katındaki geniş alana doğru çıktığımızda Nöbetçileri'i gördüm.

Lâl hâlâ Bartu'nun omzundaydı ve hâlâ Bartu'nun sırtını yumrukluyordu, Mutlu ise az önce bağlanmış olan adamın sırtına binmişti. Adam köpek gibi dururken Mutlu bize bakıp, “Atımla tanışın!" diye bağırdı. "Onun adı," adama doğru eğildi, "adınız neydi at beyefendi?"

Adam, başını kaldırıp Bartu'ya baktı ve korkuyla, “Muzaffer," dedi. Yüzündeki kanlara bakılırsa Bartu onu benzetmişti ve ondan ödü kopuyordu.

"Muzo," dediğinde Mutlu adamın omuzlarını sıkıca tuttu. "Muzo'm, atım, deh dıgıdık hadi." Adam, dizlerinin üzerinde yürürken Mutlu elini salladı. "Prens Mutluga halkını selamlıyor." Eliyle adamın kalçasına vurdu. "Biraz daha hızlı Muzo, at beyefendiden eşek herife döneceksin yoksa." Gülümseyerek Mutlu'yu izlediğimde onun enerjisinin beni çok daha iyi yaptığını fark etmiştim, hangi durumda olursam olayım Mutlu'yu izlemek bana iyi geliyordu.

Yankı, Nadir'i odadan çıkarmaya gitti ve önümüzde duran dizlerinin üzerine çökmüş, sekiz tane adamla tek tek göz göze geldim. Yaralanmışlardı ve silahları artık yoktu. Diğer adamlar ise yerlerde baygındı.

"Silahları şuraya topladım," diyen Bartu teknenin köşesini gösterdi. Yankı ve Nadir gelmişti, Nadir'in rengi daha fazla solmuştu ama nedeni az önceki oda değildi, Tankut'la tekrardan karşılaşma korkusuydu. "Bu adamlar artık zararsız. Dövmek keyifli gelmiyor çünkü hepsi paralı asker, Tankut'u bile tanımıyorlar."

Yankı, öne doğru adım atıp, “Tankut aynı yerde mi?" diye sordu.

"Evet," dedi Bartu ve Lâl'in çırpınan bacaklarından kurtulmaya çalıştı. "Biraz daha onu durdurmazsak kıyıdan epey uzaklaşacağız."

Lâl'in bulunduğu konum gülmeme neden olduğunda bakışlarımız kesişti. Lâl, kaşları çatık bir şekilde Işık'a elini sallayarak onun kurtarmasını bekledi ama Işık da keyif alıyormuş gibiydi.

"Bunları ne yapacağız?" diye sordu Bartu adamları göstererek.

Yankı kısa bir an düşündü ardından, “Denize atlayın," dedi adamlara. "Yanınızda baygın olanları ve yaralıları da götürün. Hemen." Adamlar şaşkınlıkla birbirlerine baktıklarında ölümü beklediklerini anladım, hareket edemediler. "Üçe kadar sayıyorum," dedi Yankı. "Üçe kadar denize atlamış olmazsanız sizi onun ellerine bırakırım." Mutlu'yu gösterdi.

Mutlu "Canım at beyefendilerim ve eşek heriflerim," dedi. "Çiftliğim olacak, hepsi benim olacak. Bineceğim üstünüze, vuracağım kırbacı, vuracağım kırbacı. Sonuçta gerçek atlardan ve eşeklerden daha hayvansınız."

Kıkırdadığımda adamlar korkuyla hareket ettiler ve yanlarına yerlerde bayılmış olan adamları da aldılar. Hepsi tek tek teknenin köşesinden atladığında Mutlu adamın sırtından kalktı ve Muzo da gitmek istediğinde Yankı "Sen kalacaksın," dedi ona. "Seninle işimiz var." Adam, başını salladı ve ellerini önünde birleştirdi.

"Kızım tekme atmasana," dedi Bartu ardından Lâl'in ayaklarının zeminle buluşmasını sağladı. Lâl, yere iner inmez kıpkırmızı bir yüzle Bartu'ya yumruklar atmaya başladığında, “Gıdıklanıyorum ah," diyerek güldü Bartu. "Çok acıtıyorsun, yapma, ah."

Lâl, dudaklarını bükerek Yankı'nın yanına geldi ve Bartu'yu gösterip hızlıca bir şeyler söyledi, içimden bir ses Bartu'yu şikâyet ettiğini söylüyordu.

"Kızma ona," dedi Yankı ve Lâl'in omzuna elini attı. "Güvende olmanı istiyor, sen de biliyorsun, onun yanındayken sana bir şey olmaz." Lâl de Yankı'nın beline sarıldığında başını göğsüne bastırdı. Omzunu silktiğinde korkmuş ya da sinirlenmiş bir çocuğun babasına sığınması gibi görünüyordu. "Sen korkmuşsun," dedi Yankı Lâl'e. "Ne oldu?"

Lâl yine cevap vermedi ama korktuğunda Yankı'ya sığınması, ona sarılması kalbimin üzerine bir ağırlık olarak çöktü. Aynı ağırlığı Bartu da hissetmiş gibiydi, gülümseyen yüzü yavaş yavaş silindi ve kaşları çatıldı. Bir şey söyleyecek gibi oldu ama sonra susup başını denize doğru çevirdi.

Mutlu, "Ee, aşağıya inelim mi?" dedi Bartu'nun önünü kapatarak. "Biraz daha teknenin üzerinde kalırsak kusacağım da."

Yankı başını salladı ve Lâl ile beraber merdivenlere doğru yöneldiler. Lâl'in başı hâlâ Yankı'nın göğsündeydi ama Yankı ona sarılmayı bırakmıştı. Başını çevirip ona bir şeyler söylediğinde merdivenlerden inmeye başlamışlardı. Onların arkasından Mutlu'nun sürüklediği adam, Mutlu ve Işık da ilerledi.

Bartu, hâlâ denize bakarken, “Hadi," diyerek ona seslendim. "İnelim mi?"

"Geleceğim birazdan, sen git." Sert sesi duvara çarpmış gibi olmama neden olsa da bir anlık Bartu'ya hissettiğim şefkat, ona yaklaşmama neden oldu. Aralarında yaş olarak en büyükleri o olsa da, en çocuksu olanı da yine Bartu'ymuş gibi geliyordu. Çabuk kırılıyordu, çabuk dağılıyordu ama çabuk da onarılıyordu.

"Hatırlıyor musun, yetimhanede koluna girmiştim," dedim ve elimle kolunu tuttum. "O gün senin verdiğin destek sayesinde güçlenmiştim biraz da. Birbirimizi sevmesek de güven veriyorsun bence."

"Ne demezsin," dediğinde bakışları bana döndü. "Ne yaparsam yapayım bunu başaramazmışım gibi geliyor."

"Neyi?" diye sorduğumda cevap vermedi fakat bu sefer susmak yerine devam ettim. "Lafı dolandırmak istemiyorum Bartu. Ne kastettiğini biliyorum, ne düşündüğünü de hatta ne hissettiğini de. Lâl, sana çok fazla değer veriyor."

Bartu'nun gözlerinden acının geçtiğini gördüm, gerçek bir acının. O da güzel rol yapıyordu, o da güzel oynuyordu ama Lâl'in adını işittiğinde bile canı yanıyordu. "Gizleyemiyorum, değil mi?" diye sordu bana. "Bu konuda çok başarısızım. Sen bile görebilirken o nasıl göremiyor?"

"Belki de ona gösteremiyorsundur," dedim. "Belki de daha açık olman gerekiyordur." Dile getirmekte zorlanırken, “Onu seviyorsun," dedim, bakışlarını kaçırdı. "Ve onu bir abi gibi sevmiyorsun ama ona öyle yaklaşmıyorsun. Ona küçük bir çocukmuş gibi yaklaşmamayı denedin mi?"

Bartu kollarını iki yana açtı. "Ama o küçük bir çocuk gibi," dedi. "Ben sokaklarda büyüdüm, Helin. Gerçekten sokaklarda büyüdüm ama. Bebekken sokağa bırakıldım ve sokaktaki insanlar beni büyüttü. Tek bir kadın emzirmedi, birçok kadın emzirdi. Beş yaşında hırsızlık yaparak doydum, altı yaşında para çaldım, yedi yaşında çeteye karıştım. Dokuz yaşında birini bıçakladım. Her şeyi yaptım ama sonra onlarla tanıştım ve onunla. Aramızdaki yaş farkına rağmen küçükken bana bir anne gibiydi. Ben her canım yandığında ona gittim, her korktuğumda, her ağladığımda." Uzun bir süre sustu sonra devam etti. "Ama o hiç bana gelmedi. Hep Yankı'ya gitti. Korktu, ona gitti, ağladı ona gitti. Birinin arkasına saklanacağı zaman gitti Yankı'nın arkasına saklandı. Ben onda ne bulduysam, o Yankı'da buldu. Ben onun için hiçbir zaman Yankı olamadım."

Sözleri bıçak gibi saplandığında ve o bıçaktan kan akmaya başladığında çektiği acıyı artık sadece görmüyor, hissediyordum. Onu kıskanç olduğuyla suçlamıştım ama Yankı'ya hissettiği kıskançlığı, çocukça bir kıskançlıktı. Kendisini onun yanında eksik hissediyordu, Lâl için Yankı olmak istiyordu.

Diyecek bir şeyler düşündüm, aradım ama ulaşamadığımda, “Seni seviyor," dedim ve elimle kolunu tutup sıvazladım. "Seni gerçekten sevdiğini görüyorum."

"Beni seviyor, biliyorum," dedi. "Ama beni onu sevdiğim gibi sevmiyor." Bakışlarımdaki acıyı görmüş olacak ki omzunu silkti. "Alıştım," dedi ve bu kelimesi bana kendimi hatırlattı. "Benim arkama saklanmasa da ben onu yine zorla arkama saklarım, o benim için her şey." Merdivenleri işaret etti. "Gidelim mi? Merak ederler."

Başımı salladım ve beraber merdivenlere doğru yürüdük. Aklımdan geçenleri dile getirmemek için direnirken, Bartu, kıvrandığımı anlamış gibi bakışlarını bana çevirdi. Tek kaşını kaldırdığında, “Bir gün ona daha farklı davransana," diye akıl verdim. "Mesela lunaparkta söylediğin cümleden sonra Lâl neye uğradığını şaşırmıştı. Bir gün ona ayak uydurma, abisiymiş gibi davranma ve gerçekten hissettiğin gibi davran. En azından sana karşı farklı hisleri varsa bu açığa çıkar. Lâl bu konuda kör olabilir."

Bartu söylediklerimi düşünürken son basamağa geldiğimizde durdu. "Denerim," dedi ağız ucuyla. Kaşları çatıldı ve bana baktı. "Hem sen ne zamandan beri bana akıl verir oldun ya?"

"Aynen," dedim ve benim de kaşlarım çatıldı. Onunla hiç anlaşamasak da hatta birbirimize karşı öfkelerimiz olsa da bir anda normal konuşmaya başlamıştık. "Yaptıklarını unutmadım," dedim basamaktan inerken.

"Ben de," dedi Bartu. "Ve ne işler karıştırdığın da açığa çıkacak bir gün."

"Aynen aynen," deyip arkamı döndüğümde ileriye doğru yürüdüm ve o da arkamdan ilerledi. Bartu’da sürekli didişeceğim bir abi şefkati hissetmiştim ama bunu hissetmem bile yanlıştı çünkü Bartu için ben her zaman bir tehlikeydim.

Sokak Nöbetçileri'nin bulundukları yere gittiğimizde Tankut'un bir sandalyede oturduğunu gördüm. Karşısında duran Yankı, gözlerini Tankut'a dikmişti ve yüzündeki gülümseme, zafer gülümsemesiydi. Hemen arkasında duran Tankut'un adamı, korkuyla Nöbetçilere bakıyordu.

Bartu, Yankı'nın yanına geçtiğinde ben de Işık ve Lâl'in ortasına geçtim. "Bir şey kaçırdık mı?" diye sordum Işık'a.

"Yok yok," dedi Işık. "Tankut ağzını açıp hiçbir şey söylemiyor. Göt oldu tabii."

"Olmaz mı?" Mutlu'nun sesi hiç olmadığı kadar keyifliydi. "Bütün çocukların intikamını alacağız, bundan daha güzel bir şey olabilir mi?"

"Dilini mi yuttun?" Yankı Tankut'a doğru konuştuğunda bakışlarımı çevirdim. "Başka bir planın var mı Tankut? Varsa onu da devreye sok, onu da sikip atalım."

Tankut'un gözü seğirdi ve başını önüne eğerken, “Öldür, neyi bekliyorsun?" diye sordu. "Yoksa öldüremez misin? Cesaretin yok mu?"

Yankı gülerek kafasını iki yana salladığında, “Senden ölmeden önce istediğim iki şey var aslında," dedi. "Sana, öleceksin, demiştim zaten. Ben emin olmadığım hiçbir şeyi söylemem." Tankut, başını kaldırıp Yankı'ya baktığında sorguluyordu. "Nadir'den ve Helin'den özür dileyeceksin," dedi tek nefeste. "Söylediklerin ve yaptıkların için. Yaşattıkların için. Bütün çocuklar için."

Şaşırdım ve şaşkınlıkla onun yüzüne baktım. Nadir bir yana bana söylediklerini umursamıyor sanıyordum ama öyle değildi ve bunun karşılığını vermek istiyordu.

Tankut ilk önce şaşırdı, sonra alayla gülmeye başladığında kahkahası teknenin içinde yankılandı. "Peki ya yapmazsam?" diye sordu. "O zaman ne olur? Beni öldürmez misin?"

Gülmesi sinirlerimi dokunduğunda Bartu da aynı duyguları hissetmiş olacak ki yaklaşıp sert bir şekilde yüzüne yumruk attı ve Tankut'un başı sağa doğru döndüğünde dudağının kenarından kan aktı.

Yankı, gülmesine karşılık verdi ve bacağını kaldırarak pantolonunu yukarı çekti, çorabının içinden bir tane bıçağı çıkardığında, “Evet ölmene izin vermem," dedi Yankı. "Ama işkence çekmene de göz yumarım." Bartu, şaşkınlıkla Yankı'ya döndüğünde gözleri parlamıştı ama Yankı, Tankut'un arkasındaki adamı yanına çağırıp bıçağı ona verdi. "Özür dileyecek misin yoksa senin adamın acı çektirdiğin çocuklar için kasığına bu bıçağı saplasın mı?"

Kendisi yapmıyordu, Tankut'un kendi adamına bunu yaptıracaktı. Tankut, inanamıyormuş gibi Yankı'ya bakarken, “Bunu yapmazsın," dedi. "Sen bu değilsin ki."

Yankı ellerini iki yana açtı ve çenesini kaldırdı. "Evet ben yapmam, Tankut. Birine işkence çektirecek kadar kötü birisi değilim ama başka bir kötü, o işkenceyi çektirmek isterse de durdurmam. Senin kötü adamın kasığına bu bıçağı saplayacak."

Tankut dişlerini sıkarak ve tükürükler saçarak, “Seni orospu çocuğu!" diye haykırdığında Yankı, başıyla Tankut'un adamına emir verdi ve adam, bunu defalarca yapmış gibi ya da zaten yapmak istiyormuş gibi bıçağı sertçe Tankut'un kasığına geçirdi. Tankut, acıyla haykırdığında arkada bağlanan ellerini açmak için çırpındı ama faydasızdı.

Denizin ortasındaydık, ilerleyen bir tekne vardı ve bir adamın acısı yüzünden attığı çığlıkları, gökyüzünü bile ikiye delecek kadar gürdü.

Tiksinmeyi ya da işkence yüzünden kendimi kötü hissetmeyi bekledim ama ikisi de yoktu. Aksine, Tankut acıyla çığlıklar atarken keyifleniyordum. Onun acı çektirmiş olabileceği bütün çocuklar gözlerimin önünden geçiyordu.

Hepsi için Sokak Nöbetçileri intikamını alıyordu.

"Özür dileyecek misin?" diye sordu Yankı. "Yoksa devam etmemizi ister misin?" Tankut, acıyla çığlıklar atmaya devam ederken, küfürler savurdu. Yankı başka bir bıçağı daha çıkardı ve adama, “Diğer kasığına da sapla," dedi. "Canını yak." Tankut kafasını iki yana salladı fakat adam, bir anda o bıçağı da diğer kasığına sapladığında Tankut'un gözlerinden yaşlar düşmeye başladı.

"O çocukları düşün şimdi," dedi Bartu eğilerek ve saçlarını tuttu Tankut'un. "O çocukların çığlıkları da böyle miydi? O çocuklara da acı çektirirken bizim gibi izledin mi?"

Yankı, elini cebine attı ve ince bir ip çıkardığında, “Özür dile ve acın ölümle bitsin," dedi. "Ya da dileme, işkence çeke çeke öl. Seç."

Tankut, kafasını iki yana sallarken, geriye doğru kaçmak istedi fakat oturduğu sandalye yan bir şekilde düştüğünde acıyla inledi. "Yapma," dedi Yankı'ya. "Sen böyle bir adam değilsin. Siz böyle insanlar değilsiniz. Siz kötü değilsiniz." Hepimizin yüzüne bakıyordu. "Bırakın beni gideyim, bundan sonra sadece çocuklar için yaşayacağım." Nadir'e baktı. "Bak ne haldeyim, söyle onlara dursunlar. Ben sana hiçbir şey yapmadım, Rasim'in fikriydi hep."

"Konuşma lan!" Bartu, Tankut'un karnına sert bir tekme attığında başka bir acılı haykırış yerini aldı.

Yankı, yere çöktü ve Tankut'un gözlerinin içine bakarak, “Bize iyi biri olacağından sakın söz etme," dedi. "İyiler, her zaman kötülüğün dilinden anlar ve isterse kötü biri olabilir ama kötüler, iyiliğin dilinden anlamaz. Aramızdaki fark da bu. Ben seni hep anlayabildim ama sen beni hiçbir zaman anlayamazsın."

Tankut'un bir şeyler söylemesini bekledi ama Tankut acıyla inleyerek ve kıvranarak durmaktan başka hiçbir şey yapmadı. Yankı başka bir bıçağı daha çıkaracağında, “Tamam tamam!" diye bağırdı Tankut. Bakışları bana ve Nadir'e döndü. "Özür dilerim, özür dilerim. Söylediklerim ve yaptıklarım için özür dilerim." Başı Yankı'ya döndü, yalvaran gözlerle baktı. "Oldu mu? Diledim işte."

"Onun daha fazla acı çekmesini istiyorum," diye fısıldayan Işık'a baktığımda gözlerindeki ifade daha önce onda hiç görmediğim kadar ürkütücüydü. "O babama benziyor."

Mutlu babasını öldürmüştü ve bu tamamen onlar için trajedi olmuştu ama şimdi baktığımda Işık'a ölmesi bile yetmemiş gibiydi.

Yankı, doğruldu ve ipi adama uzattı. Adam, ipi aldı ve Tankut'u çöktüğü yerden kaldırdı. "Boğularak ölmeni istiyorum, Tankut," dedi Yankı. "Çünkü biliyorum, acı çektirdiğin bütün çocukların her nefesinde sen vardın, varsın ve her nefes aldıklarında akıllarına sen geleceksin."

Tankut acıyla inlemeye devam ederken direkt olarak benim gözlerimin içine baktı ve derin bir nefes verdi; bir şeyler söyleyecek gibi oldu ama sonra susup diğerlerine baktı. "Farkında değilsiniz," dedi son cümlesini kurarken. "Aslında hepiniz benim gibisiniz sadece yöntemlerimiz farklı. Cehennemde görüşeceğiz."

Adam, ipi Tankut'un boynuna doladı, boğmaya başladığında Tankut'un gözleri kocaman açıldı ve dili dışarıya çıktı. Adam bütün gücünü verirken Yankı ellerini iki yana açarak, “Bak biz bu taraftayız, sana ellerimizi bile bulaştırmadık," dedi tek nefeste. "Ama seni yine senin yarattığın kötülük öldürdü."

Çırpındı, gözleri neredeyse yuvasından çıkacak gibi oldu ama hiçbirimiz kılımızı bile kıpırdatmadık; ölürken son gördüğü yüzler bizim yüzlerimiz oldu. Korkmadım, çekinmedim tam gözlerinin içine baktım.

Bir ölümü izlemek zevkli değildi ama bir kötülüğün ölümünü izlemek zevkliydi.

"Çok acı çektirmeyin," diyen Nadir'e hepimizin bakışları kaydı; gözleri dolmuştu. "Kimse bu kadar acıyı hak etmez, efendim."

Çocuklar, acı çektiklerinde bile kalpleri kömürleşmezdi; yine de çiçeklerini büyütürlerdi ve gün geldiğinde kömürleşmiş kalpleri olanlara bile çiçeklerini uzatırlardı, bu çiçeklerin adı merhametti.

Tankut son nefesini verirken, Yankı'ya baktı; iyilik ve kötülük birbiriyle bakıştığında son nefesini veren sadece kötülük oldu, iyilik yaşamaya devam etti.

Yankı, Nadir'in omzuna elini attı, eğilip kulağına doğru "Kurtuldun," dedi. "Canını da kurtaracağız kardeşim. Seni kurtaracağız." Nefesimi tuttuğumu verene kadar fark etmemiştim. Kasılmıştım, sıktığım kollarım ağrıyordu. Birkaç dakika sessizlik oldu, arkasındaki adam Tankut'u bıraktığında kafası öne doğru düştü.

O sessizlikte birbirimizle bakıştık ve ben Sokak Nöbetçileri'yle tekrardan tanıştım.
Acımasızlıklarıyla, güçleriyle, cesaretleriyle ve adaletleriyle bir daha tanıştım.

Yarattığın gerçek adalet, vicdanının ve vicdansızlığının sesidir. Bu cümle artık daha fazla anlam kazanmıştı.

Onlar masum beş güzel çocuktu ve büyüdüklerinde kalplerindeki merhamet çiçekleri solmamıştı ama savaşları, kendi masumiyetleri, kendi çocuklukları için olmuştu.

Aslında şu an onların da çocuklukları bu intikamla rahatlamıştı.
Nereden mi biliyordum? Çünkü beş güzel çocuğun yanına benim masum olmayan çocukluğum da geçmişti.

Yankı, ilk konuşan oldu. "Denize at onu," dedi adama. "Ve sen de atla."

Adam, hızlı bir şekilde kafasını salladığında Tankut'u bağlandığı sandalyeyle sürüklemeye başladı ve biz de onlara arkamızı döndük. Yankı, dümene doğru yürümeye başladığında Mutlu "Artık geri dönebilir miyiz," dedi eliyle karnını tutarak. "Ciddi ciddi kusacak gibiyim. Kendimi saatlerce kan gövdeyi götüren aksiyon filmi izlemiş Bartu'nun çükü gibi hissediyorum. Öylesine yorulmuş, öylesine bıkmış."

Bartu, Mutlu'nun kafasına vurup, “Konunun benim çükümle ne alakası var lan?" diye sordu.

"Grey'im," dedi ve başını omzuna yasladı. "Benim konum hep senin çükün, anlamıyor musun? Bilgisayar geçmişine bir giriyorum, aksiyon filmleri izlemişsin hep. Kendini John Wick sanıyorsun ama çükün diyor ki 'Abi ne olur bırak beni, aç porno, John Wick kim, biz kim?'"

Bartu, omzunu silkti ve Mutlu'nun başının düşmesine neden oldu; kaşları çatık bir şekilde Lâl'e baktığında, Lâl de ona öyle bakıyordu. "Ne, ne var?" dedi Lâl'e. "Dön önüne, alırım seni omzuma bak." Ona, kaşlarımı kaldırarak baktığımda ne düşündüğümü anladı ve gözlerini kaçırıp az önce konuştuklarımızı düşündü.

"Ee," dedi Işık, Yankı'ya doğru. "Ne yapıyorsun? Dj gibi durmaktan vazgeçsen keşke."

Yankı dümenin başında uzun uzun düğmeleri inceledi, kollara baktı, parmaklarını gezdirdi. Birbirimize baktık, Yankı da bize baktı sonra bir düğmeye bastı ardından bir kolu indirdi. Teknenin motoru yavaş yavaş sustuğunda büyük bir sessizlik bizi kucakladı. Devam etmesini bekledik ama o kaşları çatık bir şekilde başını kaldırdığında, “Ee?" dedi Mutlu. "Hadi Yankıtu ne bekliyorsun? Geriye dönsene."

Cebinden telefonunu çıkardı, ekrana bakarken daha fazla kaşları çatıldı. "Çekmiyor," dedi kendi kendine. Hepimiz ona büyük bir merakla bakarken ellerini havaya kaldırıp, “Ne bakıyorsunuz?" diye sordu. "Bir şeyi de bilmesem olmaz mı?"

Işık, yüzünü buruşturarak, “Sakın bize tekne kullanmayı bilmediğini söyleme," dedi. "Tekneyi durdurabildiysen tekrardan çalıştırıp geri de dönebilirsin, değil mi?"

Yankı ellerini cebine yerleştirdi. "Küçükken babamı teknesini sürerken izlerdim ama bir şeyleri yanlış anlamış olmalıyım. Bunu nasıl çalıştırabileceğimi ve geriye nasıl döneceğimizi bilmiyorum. Boş zamanlarımda tekne nasıl kullanılır, diye araştırma yapmadım hiç. Siz yapıyor musunuz?" Hepimiz ona bakmaya devam ettik. "Hadi ama, bana 'Sen Yankı Sarca'sın' bakışları atmayı bırakır mısınız?"

Mutlu tedirginlikle, “Bir de bayıl istersen Mutluga," dedi kendine ve dizlerinin üzerine çöktü. "Ne yapacağız şimdi? Kusmama saniyeler kaldı."

"Evet, plan ne?" diye sordu Bartu. Lâl, başını salladı ve Işık, yere çöküp Mutlu'nun omuzlarını okşadı.

Yankı sustuğunda, “Her zaman başka bir yol vardır," dedim ona bana öğrettiği gibi. "Bu sefer yol ne?"

Yankı, tedirginlikle gülümsedi. "Maalesef denizden yol geçmez," dediğinde gözleri uzaklarda kalan kıyıdaydı. "Görünen o ki, denizin ortasında bu teknenin içinde mahsur kaldık."