Yankı Sarca'nın güncesinden...
08.04.2004
Önder bana bu günlüğü verdiğinde önemli günleri not etmemi istemişti. Bugüne kadar önemli gün yaşamamıştım.
Bugün benim doğum günümdü. Ama doğum günüm için yazmıyorum, ilk defa biri doğum günümü hatırladı.
İlk kardeşim, Koza, bugün benim doğum günümü kutladı. İlk doğum günü kutlayışımdı. Pasta çamurdandı ama ilk pastamdı.
Unutmamak için not alıyorum. Kendisini hiçbir zaman Sokak Nöbetçisi olarak görmek istemedi ama benim için öyle değil.
O benim ilk kardeşim, ilk sırdaşım.
Ömrümün sonuna kadar da öyle kalacak.
"Sonuncu Sokak Nöbetçisi, Yankı Sarca"
Yedinci yaşıma girdiğim gün ve gecesi.
Bütün yaşlarımın önünde boynunu eğeceği ve gözlerinin içine bakamayacağı yaşım.
Yedi yaş çocukluğun başlangıcıdır derler, benim çocukluğumun bitişiydi, çok sonra fark edebildim. Öyle bir fark etmekti ki, küçücük kızdım, kocaman kadın oldum; kocaman kadınken yaşlandım, yaşlandığım yerde öldüm ama kimse ölümü yerden kaldırmadı, ben yine kendi kendimi gömdüm.
Yedinci yaşım canlanmıştı, gömdüğüm toprağı silkelemişti. Artık hiçbir toprak, yedinci yaşımı gömemezdi. Benden başka kimse de yedinci yaşıma yardım edemezdi, bunu fark edebiliyordum.
Çünkü bu bendim. Benimle yedinci yaşım arasındaydı. Benimle, yedinci yaşımla, dayımla ve o kırmızı ışıklı odayla ilgiliydi. Çünkü biz sadece bu kadarla sınırlıydık. Işıklar sönmemişti, dayım ölmemişti, yedinci yaşım canlanmıştı ve ben tektim.
Kar kadar soğuk, güneş kadar sıcak; kalbim hem kül olmuştu hem donmuştu.
Ben ölmüştüm.
Yine o kırmızı ışıklı odadaydım.
Kıpkırmızı ışık gözlerimi alıyordu, tek kişilik çocuk yatağında dizlerimi karnıma çekerek oturmuş, açılmaya çalışılan kapıya bakıyordum. Saçlarım kısaydı ama artık saçlarımın uzunluğunun da önemi yok gibiydi çünkü hâlâ acıyordu. Sorun, saçlarımı kesen makastaydı. Hayır, sorun saçlarımdaydı. Hayır, sorun benim geçmişimdeydi.
Kapı zorlandı, dizlerime kollarımı sardım. Ağlıyordum ya da ağlamıyordum, bunu bile hissedemeyecek durumdaydım. Kilitli kapıları açmakta üstüne yoktu, bunu biliyordum ama bir gün de o kapı açılmasın istedim, kurtulayım dedim, ne olur dedim fakat yine hiçbir şey istediğim gibi olmadı.
Kapı, kırıldığını belli eden bir ses çıkararak açıldı, ardından onu gördüm. Aynıydı. Hiçbir şey değişmemişti, saçları bile kırlaşmamıştı, yüzünde kırışıklıkları bile oluşmamıştı. O aynıydı, bıraktığım gibiydi. Ya da ben bırakıldığım gibi kalmıştım, bilmiyordum.
Bana bakarak gülümsedi, gülümsediğinde yanağında oluşan gamzesi, çehresine iğrenç bir leke gibi düştü. Koyu gözlerini kıstı, ince dudaklarını birbirine bastırdı. Elinde duran tabakta pasta vardı. Çikolatalı pastayı bana gösterdi. "En çok çikolatalıyı seviyorsun diye sana çikolatalı pasta aldım. Neden ağlıyorsun?"
Sesi aynıydı, kahkahası aynıydı, ürkütücü nefesi bile aynıydı. Hiçbir şey değişmemişti. Kalbim daha fazla dondu, daha fazla kül oldu. Etrafıma baktım, kendimi kurtaracak bir parça aradım fakat dayım odamın içinde asla öyle eşyaları tutmazdı. Bu yüzden kendime biraz daha sokuldum. Aslında güçlüydüm, aslında onu alt edebilecek kuvvetim belki de vardı ama geçmiş karşıma dikildiğinde o gücümü artık hissedemiyordum.
Güçlü gözükmek istedim ama gözükemedim. "Lütfen," dedim titreyen bir sesle. "Benden uzak dur. Lütfen bugün benden uzak dur."
Dayım dilini damağına üç kez vurdu. "Doğum günlerini hediyesiz geçirmeni istemem güzel kızım." Yatağa yaklaştı, sanki daha fazla gizlenebilirmişim gibi kendime sokuldum. Tabağı yanımdaki şifoniyerin üzerine koydu, ardından çatalla üzerinden bir parça kesti. Sonra ağzıma yaklaştırdı. "Aç ağzını, aç bakalım."
Ellerimle ağzımı sıkıca kapatıp başımı iki yana salladım. Parmakları ellerime uzandı, ayaklarımla onu iteklemeye çalıştım ama diğer eliyle de bacaklarımı kavradı. Zorla ellerimi ağzımdan çekti. Sonra ensemi sımsıkı tuttu, başımı geriye yatırdı. Çatalı zorla ağzıma soktu ve sertçe çenemi kapatıp beni çiğnemeye zorladı.
Bu işte bir terslik vardı. Bu anı hatırlıyordum, bu anın içindeydim. Diyecekti ki, bugün sana çok güzel bir sürprizim var.
"Bugün sana çok güzel bir sürprizim var." Tabağı yeniden şifoniyerin üzerine koydu, ensemdeki eli saçlarımı okşadı. Tek tek her teline o iğrenç parmaklarını sürttü. "Bugün artık tamamen senin günün olsun istiyorum."
Yalvaracaktım, yalvarmamalıydım; ağlayacaktım, ağlamamalıydım. O tabağı onun kafasına geçirmeliydim, bunu düşünmemiştim, şimdi düşünüyordum ama aslında o kız çocuğu ben değildim. Bir anının içindeydim, uzaktan o yedi yaşındaki kızı izliyordum ve elimden hiçbir şey gelmiyordu. Yine.
"Ben sana ne yaptım ki?" diye sordu yedi yaşındaki Helin.
"Sen hiçbir şey yapmadın," diye mırıldandım ama o beni duyamazdı, o beni göremezdi.
"Sen çok güzel bir kızsın," diye fısıldadığında elleri saçlarımdan üzerimdeki beyaz uzun geceliğimin ucuna ilerledi. "Her şeyin suçlusu sensin."
"Her şeyin suçlusu ben miyim?" diye sordu bu kez de yedi yaşındaki Helin. Ona sürekli böyle söylüyordu, sürekli onu sorumlu tutuyordu, kendinden ve olanlardan. "Neden bana kızıyorsun? Neden beni dövüyorsun? Neden bana..." devamını getirememiştim. Yine getiremiyordum. Bir kez bile sesli dile getiremiyordum.
"Çünkü güzel kızım, sen beni bu hale getiriyorsun. Suçlu sensin." Geceliğimi yukarıya çekiştirirken mıhlandığım yerde hareket edip onu engellemek istedim fakat kıpırdayamıyordum. Bağırmak istedim, çaresizdim, nefes bile almıyordum. Kendimi göremiyordum, tek gördüğüm Helin'di. Yedi yaşındaki Helin.
Ağlayarak onu engellemeye çalıştım ama başarısız oldum. Ben engellemeye çalıştıkça daha fazla öfkelendi ve kemerine sakladığı o demir cetveli çıkardı. İlk önce o cetvelle ayaklarıma vurdu, koşamayayım diye, sonra ellerime vurdu engellemeyeyim diye, en son saçlarımı kavradı ve beni sertçe yatağa yapıştırdı.
Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Bağıra bağıra, nefesim kesilene kadar ağlıyordum ama kimse duymuyordu. Yedinci yaşımı izlerken ben de ağlıyordum ama onu kurtaramıyordum. Yan dönmüş yüzü ile gözleri penceredeydi, benim gözlerim ondaydı. Eğer benim bu halimi görseydi belki de yaşadığı için en çok o an nefret ederdi. Yirmi üç yaşındaki Helin, yedi yaşındaki Helin'i izledi; ikisi de o an olacakları biliyordu fakat ben ikinci defa yaşıyordum, bu daha kötüydü.
Üzerimdeki geceliği başımdan çekip çıkardı. Sadece beyaz bir atletle ve beyaz bir iç çamaşırıyla kaldım. Yüzüm pencereye dönük, yüzüstü yatıyorken yatağın üzerine çıktı, ardından o iğrenç ağzını bacaklarıma bastırdı. "Her şeyin suçlusu sensin," dedi yukarıya doğru çıkarken. "Her şeyi sen yaptın." Elinde sımsıkı cetveli tutarken bile onun altından kurtulmak için çabaladım ama bu sefer sırtıma o cetveli geçirdi. "Bütün yaşananların suçlusu sensin."
"Yalvarırım," dedim ağlayarak. "Beni bırak, yalvarırım."
Haykırmak istedim, olduğum yerde çırpınmaya çalıştım ama hareket edemiyordum. Benim ellerimi, kollarımı kim tutuyordu? Beni böyle engelleyen kimdi?
"Bir gün büyüyeceksin," dedi dayım kulağıma eğilerek. "Ama beni aklından hiç çıkaramayacaksın." Beni bir anda sertçe sırtüstü çevirdi ve çırpınmaya çalışırken ağzını ağzıma yasladı. Kurtulmak için saçlarını tutup çekiştirdim fakat bu onu güldürdü. Tekmeler savurdum, kahkaha attı. Ağzı boynumdan aşağıya indi ve üzerimdeki beyaz atleti de çıkardı.
O an bile bu kadar net değildi ama şimdi kendimi bu şekilde izlemek bütün yaşlarımdan daha gözle görünürdü. Korkuyordum, ölmek istiyordum hatta ölmek üzereydim ama kimse beni duymuyordu. Öyle çaresiz bir andı ki bağırmak da faydasızdı, ağlamak da faydasızdı. Çırpındıkça daha fazla canım yandı ama onun canı yanmadı.
Ağzı vücudumun her noktasında gezindi. Sesim kısılana kadar çığlık atmaya devam ettim ve yüzüme ağır bir tokat geçirdiğinde son sesimi de kaybettim. Ağzımın içine kan oturdu, tükürdüm, çarşaf kanın rengini aldı.
"Yapma!" diye bağırmaya çalıştım ama ayaklarım hareket etmiyordu. Buz gibi olan bendim, ateş gibi olan çocukluğumdu. Onu ben bile kurtaramadım, o orada çırpınırken elim ona uzanamadı. Ağlayamıyordum bile, eller boğazımdaydı sanki. Kim beni bu kadar öldürmeye çalışıyordu?
Yedinci yaşım çırpındı, çırpındı, çırpındı. Ama sonunda bir ölüden farkı kalmadığında, elleri iç çamaşırına uzandı. "Artık hazırsın," dedi o iğrenç nefesini vererek. "Benim için hazırsın güzel kızım."
Çocukluğumun pencereye bakan gözleri bana döndü. Göz göze geldik, sanki beni gördü. "Yalvarırım," diye fısıldadı fakat biliyordum, baktığı boşluktu. "Beni kurtarın."
Pantolonunun kemerinin açıldığını duydum, çocukluğum bakamadı ama ben gördüm. Yüzündeki o iğrenç tebessümü, heyecanını ve gözlerindeki parıltıyı. Çıplak vücudunu, bütün her şeyi. Celladımı gördüm, nefesini alıp verirken o aldığı her nefes için kalbini sökebileceğimi hissettim ama maalesef çocukluğum bunu hissetmedi. Dudağının kenarından damlayan kanla, saçları aşağıya sarkmış bir şekilde boşluğa baktı. Gözünden akan yaşlar sessizdi.
Ölümü bekledi. Daha fazla ölmeyi bekledi. Ölürken de bir insanın defalarca ölebileceğini hissetti.
O gece, yedi yaşındaki ölümümü kendi gözlerimle izledim.
Elimi tuttu, iki bacağının arasına götürüp, "Tut," dedi. Parmaklarımda his yoktu. "Tut!" diye bağırdı. Ellerimi hissetmiyordum. Zorla parmaklarımı kıvırdı, tutturdu.
Yirmi üç yaşındaki Helin olarak ben izleyemedim, gözlerimi yummak istedim ama kapatamıyordum bile. Ben bunu kaldıramazken yedinci yaşım hissetmişti, dokunmuştu, nefesini almıştı. Nasıl hâlâ katlanabiliyordum yaşamaya? Bu ağırdı.
Kendini bana hazırladı, benimle beraber. Gözlerindeki zevki gördüm, o zevk için canını alsaydım bin parçaya bölerdim onu. Yedinci yaşıma yüzüne baktırmaya zorladı ama bakmadım, bakmadı. Gözlerimi sıkıca kapatmıştım, boğazımdan hırıltılı nefesler geliyordu. Göğsüm kalkıp iniyordu, nefes almak imkânsızdı. Artık ölüm istiyordum, ölümden başka hiçbir yolum yoktu.
En sonunda elimi iteklediğinde her şey bitti sanmıştım, yine öyle sandım ama bitmemişti. Zorla bacaklarımı ayırdı, beni izledi. Çocukluğum utançla yutkundu. Nefretle yutkundu. "Benim güzel kızım," dedi. Ve bir kez daha tekrar etti: "Her şey senin suçun."
Ve o anın içinde kendi kurtuluşumu hissettim, gördüm, anladım. Bir anda polisin siren sesleri geldi ve dış kapı art arda yumruklanmaya başladı.
Yedinci yaşımın sonunun silindiği an, bu andı. Kurtuluşumdu. Öldüğüm yerde tekrar canlanışım bu şekilde olmuştu.
Pencereden içeriye polis ışıkları çarpmaya başladı, mavi ve kırmızı ışıklar yedinci yaşımın gözlerini aldığında o içindeki umudu, bir daha asla hissedemez sanıyordu. Ama hissetmişti. Yirmi iki yaşında Sokak Nöbetçileri'yle tanıştığı zaman, o umut yeniden yeşermişti.
Dayım sakince pencereye baktı, sonra çalan kapıya kulak kesildi. Her zaman olduğu gibi sakindi ama gözlerinden korku geçmişti. Yedinci yaşıma baktı ve bir kez daha pencereye döndü. O an sanki benimle göz göze geldiğinde ölecekmişim gibi hissettim ama bir o kadar da onun ölümünün verdiği hazzı düşünmüştüm.
Üzerimden kalktı. "Sanırım bir yanlışlık olmalı," dedi yedinci yaşıma doğru. "Hemen geliyorum."
Hareket etmedik. Dayım üzerimden kalktı. Pantolonunun fermuarını çekti, kemerini taktı, saçlarını düzeltip omuzlarını dikleştirdi. Boğazını temizleyerek odamdan çıkıp gitti, kapı art arda çalmaya devam ediyordu.
Ve birkaç dakika sonra asla unutamadığım o anı, bir kez daha gözlerimin önünde canlandı. Benden birkaç yaş büyük bir erkek çocuğu pencereden tırmandığı yerden, "Hey," diye seslendi bana. Kırmızı ışıklar turkuaz gözlerine çarptı ama o mavilikler, kırmızı ışıklara umut gibi doldu. Zorlukla hareket etti. Yedinci yaşım baygın gözlerle ona baktı. "Hey," dedi bir kez daha. "Fazla zamanımız yok, seni kurtarmamız için benimle gelmen gerekiyor." Çırılçıplak vücuduma bakmadı ama ne olduğunu anlamış gibiydi. Yedinci yaşım bunun utancıyla nasıl baş edeceğini bilmiyordu, hâlâ da bilmemeye devam ediyordum.
Yedinci yaşım başını hafifçe kaldırdı. Erkek çocuğu hareket etmeye çalıştı ama edemedi. Dış kapı açıldı, sonra bir çarpma sesi geldi, ardından düşme sesleri. Erkek çocuğu dudaklarını bastırdı, gözlerini kocaman açtı. "Hey, beni duyuyor musun? Çok az zamanımız var. Oraya çıkmama yardım et ya da sen gel. Sana kötü bir şey yapmayacağım."
Yedinci yaşım doğruldu. Yere düşen beyaz geceliği alıp zorlukla başından geçirdi. İçeriden daha fazla gürültü geldi. Gözlerim bir odanın kapısına dönüyordu, bir de pencereye. "Sen kimsin?" diye fısıldadım ona bakıp. O an, ona bakarken nasıl umutla dolduğumu anımsıyordum ama öyle bir güvensizlikti ki başka bir felaketin kollarına atılacağımdan emindim. O an, o erkek çocuğu beni cehenneme davet ediyor gibi geliyordu ama ben zaten cehennemin ortasındaydım.
"Seni kurtarmak için çabalıyoruz," dedi kısık sesle, sonra yalvaran gözlerle bana baktı. "Lütfen buraya gel." Elini uzattı. "Elimi tut, seni buradan çıkarayım." Artık tutunmakta zorlanıyor gibiydi.
Başka çarem var mıydı? Başka çarem yoktu. Dayımın içeriden bağırma sesleri geldi fakat bir süre sonra kahkaha gibi çıkmaya başladı.
Düşünmedim bile çünkü başka çarem yoktu. Üzerimde beyaz geceliğimle, altıma iç çamaşırımı bile giymeden o mavi gözlü erkek çocuğuna doğru yürüdüm fakat ayaklarımın altında kesikler vardı ve dizlerim titriyordu. Yürümekte zorlanıyordum. Şifoniyerin ilk çekmecesini açtım ardından annemden bana hatıra kalan o tek anahtarı avcumun içinde tuttum. Paslanmış siyah anahtar bana annemin yadigârıydı.
Başka hiçbir şey almadım. Kırmızı ışıklı odada ise yedinci yaşımı bıraktım.
Mavi gözlü erkek çocuğunun bana uzattığı eline baktım, dayımın seslerinin gitgide yaklaştığını duydum fakat başka çarpma sesleri de geliyordu. Tokat gibi. Ardından dayımın da inleyen sesini işitiyordum.
"Tut," dedi çocuk, bana elini göstererek. "İnmene yardım edeceğim."
“Ama orada neler oluyor?” diye fısıldadım acıyla, kapıyı göstererek.
Mavi gözlü çocuk kederle nefesini verdi. “Halledeceğim, halledeceğiz. Şimdi elimi tut.”
Birinci katta oturuyordu, sürekli ev değiştiriyordu ama kırmızı ışığını asla değiştirmiyordu.
Düşünmedim, elim erkek çocuğunun sıcak elini tuttu ve bacaklarımı pencereden aşağıya sarkıttım. Çıplak ayaklarımı koyacak yer aradım, mavi gözlü çocuk ayağını çektiğinde aşağıki pencerenin demirine yasladım. "Ben ineceğim," dedi. "Sen de benim yolumu takip et, tamam mı?"
Ona boş boş baktım. Aşağıya düşmek de umurumda değildi, ölmek de. Bunu görmüş olmalı ki gözleri çıplak ayaklarıma kaydı, morarmıştı ve yer yer kesikler vardı. "Polisler," diye fısıldadım fakat ortada polisler yoktu. "Onlar neredeler?" Işıklar yerli yerindeydi, siren sesleri de öyle ama polisler yoktu.
Dediklerimi duymazlıktan gelip ayaklarıma bakarak, "Keşke seni taşıyacak gücüm olsaydı şu an ama ben de senin gibi çocuğum," dedi. "İnebilecek misin?"
Başımı olumlu anlamda aşağı yukarı salladığımda bir ayağımı onun koyduğu demirin oraya koydum. Ardından ne yapıyorsa onu tekrar ettim. Onun gittiği yoldan gittim; o ilerledi, ben arkasından ilerledim. En sonunda evin aşağısındaki çimenliğe bastığımızda mavi gözlü çocuk bir an bile beklemeden kolunu belime sarıp koşmaya başladı.
Kesilmiş ayaklarımla zorlukla onunla koşarken köşede duran bir kasetçaları ve yanındaki ışıklandırmayı gördüm. Eğilip onları aldı, sesi ve polis ışıklarını kapattı. Beni kurtarmak için yapılmış ucuz bir oyundu ama işe yaramıştı. Aslında polisler yoktu. Bir çocuğun kurabileceği en basit plandı.
Beni tutmaya devam ederken koştu, nefesim kesildi ama o koştu. Evin oradan uzaklaştıkça benim ayaklarım daha fazla kesildi. "Dur," dedim en sonunda nefes nefese. "Ayaklarım çok acıyor, dizlerim titriyor, dur lütfen."
Duraksadı, dönüp bana baktıktan sonra uzakta kalan evi gözlerine kestirdi, ardından gidebilecek bir yer aradı. Açık kumral saçları ter içinde kalmıştı. Üzerinde büyük siyah bir mont vardı, gözlerinin maviliği ise sokak lambalarının altında daha belirgindi. Yüzü kir içindeydi. "Gel," deyip beni bir binanın altına çekti.
Merdivenin basamağına beni oturtup karşımda durdu ve bir an bile düşünmeden üzerindeki büyük montu çıkarıp omuzlarıma yerleştirdi. Ben durup onu boş boş izlemeyi sürdürürken montu kollarımdan geçirdi. Ardından ayakkabılarına uzandı ve botlarını da çıkardı. Çoraplarıyla kaldığında önümde eğilip çıplak ayak bileğimi tuttu, acıyla irkildiğimde yüzünü buruşturdu ve yaklaşıp ayağımın üzerindeki kesiklere üfledi.
"Sen kimsin?" diye sordum bir kez daha. "Beni neden kurtardın?"
"Bunların cevabını ben veremem," diye yanıtladı beni. "Ama seni ben kurtarmadım. Ben bir şey yapmadım."
"Yaptın," dediğimde ayağımı bana büyük gelen siyah botuna yerleştirip diğer ayağımı üfledi ve o ayağımı da ayakkabının içine yerleştirdi.
"Çok üşüyorsun," dedi titreyen dizlerime bakıp. Üşüdüğüm için titrediğimi sanıyordu. "Biliyorum, çok yoruldun ama burada duramayız, gitmemiz gerekiyor." Elimde sıkıca tuttuğum anahtarı montun cebine koyup zorlukla ayağa kalktım. Tekrar eğildi ve bağcıklarımı sıkıca bağladı. "Bu bizi on dakika idare eder gibi görünüyor." Yine doğruldu ve yüzümdeki tokattan kalan ize baktı. Çok acıyor mu, demedi. "Çok acıyordur," diye fısıldadı. "Seni sıcak bir yere götüreceğim."
Sadece, "Üşüdüğüm için titremiyorum," diyebildim çünkü montu beni ısıtmıştı, botları da öyle. Bana cevap vermedi. Tekrar koşmaya başladık. Bu sefer beni tutmamıştı ama ayağımdaki kesiklere rağmen o evden uzaklaştığımı düşünmek, gücümü geri getirmişti.
En sonunda terk edilmiş bir inşaatın önünde durduk. Beklemeden içeriye girdi, ben de içeriye girdim ve ortada yanan ateşi, yerdeki battaniyeyi ve birkaç parça yiyeceği gördüm. Mavi gözlü çocuk bana bakıp o battaniyeyi gösterdi. Ağır adımlarla gidip o battaniyenin üzerine oturduğumda karşımdaki ateş direkt yüzüme çarptı.
O da karşıma çöktü ve su şişesini bana uzatıp içirdi. Büyük yudumlarla içtiğim su neredeyse bittiğinde, "Burada sabaha kadar güvende olacaksın," dedi başını sallayarak. Yine ateşin kırmızı ışığı gözlerine çarpıyordu ama bu sefer daha huzurluydu. "Benim şimdi tekrar o eve gitmem gerekiyor."
"Gitme," dedim korkuyla, gözlerimi kocaman açarak. "O eve gitme. O eve gidersen çıkamazsın. Bunu yapma."
"Gitmem gerekiyor," dedi bir kez daha. "Eğer birisi gelirse bu yerin nöbetçisi olduğunu söyle, tamam mı? Sen bir nöbetçisin."
"Nöbetçisi mi? Nöbetçi miyim?"
"Evet."
Üzerimdeki monta baktım. "Bunu alabilirsin artık,” derken elim koluna dokundu ve buz gibi olduğunu gördüm.
Başını iki yana salladı. "Sende kalabilir."
“Ama buz gibisin.”
“Ben de üşüdüğüm zamanlar buz gibi olmam.” Sessizlik oldu. Ben üşüdüğüm için titremiyor, o üşüdüğü için buz kesmiyordu. Nefesini verdi, önüme sandviçi uzatıp doğruldu. "Kendine iyi bak," dedi geriye adım atarak. "Çünkü bugün kurtuldun."
O an kurtulduğuma inanmamıştım ama ona umutla bakarak, "Bir daha gelecek misin?" diye sormuştum.
İnşaattan çıkmadan önce, "Hayır, yoluna başka biriyle devam edeceksin ama emin ol benden daha iyi bakar sana, korkma," diye mırıldandı ve bir kez daha gözlerimin içine bakmadan yürüdü.
"Ya devam edemezsem!" diye seslendim arkasından.
Çıkmadan önce omzunun üzerinden bana baktı. "Her zaman başka bir yol vardır, bunu unutma." Sonra da gitti.
Zihnim hatırladığım ve hatırlamadığım anılarla doluydu ama bundan sonrası zihnimin çöken tarafında kalan kırık dökük evden geliyordu. Çünkü hatırlamadıklarım artık o evden çıkıp gözleriyle gözlerimin içine bakıyorlardı.
O inşaatta sabaha kadar gözlerimi kırpmadan durmuştum, yanan ateşi izlemiştim, ağzıma tek lokma sürmemiştim ve mavi gözlü çocuğun tekrar geleceği anı beklemiştim.
Sabahın ilk ışıklarıyla inşaattan içeriye başka bir çocuk girmişti; bu çocuğun yaşı biraz daha büyüktü. Altın sarısı saçları soluk ışığa rağmen parlıyordu. Bu anıyı zihnimden silmiştim; belki hiç uyumadığım için rüya sandığımdan, belki artık hafızam çöktüğünden, belki de direkt onun yüzünü gördüğümden.
Bana yaklaşırken korkuyla irkilip geriye kaçtıysam da o üzerime doğru gelmeye devam etmişti. "Sen kimsin?" diye korkuyla sordum. "Ben buranın nöbetçisiyim." Genç çocuk gülümsedi, yanıma oturdu ve yerdeki su şişesini aldı. Ağzına yaslayıp büyük yudumlarla son damlaları içti, sonra da şişeyi sönmek üzere olan ateşe attı.
Yüzünü ilk defa o an görmüştüm. Dağınık altın sarısı saçları, morarmış yüzü ve kanayan burnu. Elinin tersiyle burnundan akan kanı sildi. Üzerindeki siyah kazağı yırtılmıştı, altındaki pantolonu çamur içindeydi. Gözleri bana dönmüştü, o gözleri unutmak imkânsız gibiydi ama unutmuştum. Bir gözü maviydi, diğer gözü kahverengiydi. "Siz kimsiniz?" diye sordum endişeyle.
"Kurtuldun artık," dedi soluk bir sesle. Sesi yeni yeni olgunlaşmaya başlamıştı.
"Sana ne oldu?" diye sordum yüzüne bakarak.
"Seni kurtarırken oldu," dedi hızlıca. Korkuyla tırnaklarımı dizlerime geçirdim.
"Diğer çocuk nerede?"
"O da beni kurtarırken yok oldu," diye mırıldandı.
"Gelmeyecek mi?"
"Gelmeyecek," dedi net bir sesle. "Bundan sonra yollarını çizmende ben sana yardımcı olacağım."
"Sen kimsin ki?" diye sordum bir kez daha fakat cevap vermedi. Elinin tersiyle burnundan akan kanı silerken aynı eliyle gözünden akan yaşı da sildi. O ana kadar ağladığını bile fark etmemiştim çünkü gülümsüyordu.
Yüzü kana bulandı. Üzerinde sadece kazak olduğunu fark ettiğimde üzerimdeki mavi gözlü çocuğun montunu çıkarıp ona verdim. "Bu o çocuğun montuydu, ona verir misin?"
"Onu yeniden görürsem,” dedi duraksayarak. “Veririm." Montun kollarına kollarını geçirdi. Ardından bir kez daha bana uzun uzun baktı. "Bugünü unutmak istiyorum," dedi başını aşağı yukarı sallayarak. "Yoksa birbirimize her baktığımızda hep bugünü hatırlarız." Gözleri ayaklarımdaki büyük botlara kaydı ve acıyla yutkundu.
"Nasıl unutacağız?" diye sordum, bana cevap vermedi ama nasıl başardıysa bu anıda kendini unutturabilmişti. Son hatırladığım, elini uzatıp beni yerden kaldırdığıydı.
Pencereden elini uzatıp beni kırmızı ışıklı odadan çıkaran, ilk yolumu çizen, beni kurtaran o adam, Yankı Sarca'ydı.
Düştüğüm yerde elini uzatıp beni kaldıran, bütün yollarımı oluşturan, beni kurtaran o adam, Koza'ydı.
İkisi o gece beni kurtarmak için nelerden vazgeçtiler bilmiyordum ama hayatımı kazanmam için ellerinden geleni yapmışlardı.
Ve tek bir şey daha vardı; o gecenin en büyük şahidi, anahtar, Yankı'nın montunda kalmıştı ve belki de orada kaybolup gitmişti.
Ağırdı, öylesine ağırdı ki bir daha aynı şekilde üçümüz o odanın içine girersek bir daha kurtulamazmışız gibi geliyordu. Kimler benim yüzümden zarar görmüştü, kimler benim uğruma hangi yollara girmişti?
Ben neler kaybetmiştim? Ben kendimden feda ettiklerimle nasıl oluyordu da nefes alabiliyordum.
Saçlarımda parmaklar hissettim ve sesler işittim. "İnliyor," dedi biri, bu sesi tanıyordum. Mutlu'ya aitti. Sokak Nöbetçileri'nin haylaz çocuğu Mutlu Sarca.
"Soğuktan olabilir mi?" Bu endişeli ses Bartu'ya aitti, Sokak Nöbetçileri'nin en merhametli adamı. "Gonca'yı çağıralım mı?"
Zihnimde yine anılar döndü, dayımın saçlarıma dokunan parmaklarını anımsadım, gözlerini ve yüzündeki o gülümsemeyi. Sonra saçlarımda yine parmaklar hissettiğimde korkuyla hatta daha fazla acıyla çığlık attım. Ellerimi kullanarak o elleri iteklediğimde hangisi kâbustu, hangisi gerçekti anlayamıyordum.
Gözlerim açıldı, tavandaki sarı ışığa bakışlarım çarptı, sonra elimde eller hissettim. "Dokunma!" diye haykırdığımda nefesimi vererek acıyla yanıma baktım ve onları gördüm: Sokak Nöbetçileri'ni, Koza'yı.
Lâl'in odasındaydım, yatakta uzanıyordum. Ayak ucumda Mutlu ile Işık vardı, başımın tepesinde Lâl, Bartu odanın ortasında durmuş korkuyla bana bakıyordu. Koza, Yankı'nın hemen arkasındaydı, gözleri gözlerime kilitlenmişti. Yankı ise yatağın yanına çökmüştü, acıyla yüzüme bakıyordu. Ellerini havaya kaldırmıştı. Yankı'nın ellerini iteklediğimi anladım.
Kalbimdeki acı yükseldi, yükseldi, yükseldi; boğazıma kadar tırmandı, ardından nefesimi kesti. Acıyla bir kez daha bağırdığımda yatakta çırpınmaya başladım ve titreyen ellerimi saçlarıma geçirdim.
Onu görmüştüm, karşımdaydı. Çocukluğumun katili, kesilen saçlarımın sorumlusu, vücudumdaki izlerin sahibi karşımdaydı ve dikilip gözlerimin içine bakmıştı ama şu an? Şu an neredeydi? Tekrar Sokak Nöbetçileri'nin gözlerinin içine baktım, onu benden saklıyorlar mıydı? Bir kez daha bağırdım ve tırnaklarımı yüzüme geçirdim, Yankı'nın elleri beni engellemeye çalıştı ama, "Bırak!" diye bağırdım bir kez daha. "Dokunma bana! Uzak dur benden!"
Yataktan kalkmak için hamle yaptım fakat başımdaki sızı dönmesine neden oldu. Görüntüler titremeye başladı, yüzüme geçirdiğim tırnaklarımın arasından akan yaşları hissettim.
Yataktan kalkarken, "Helin," dedi Yankı fakat onu omzundan iteklediğim için geriye sendeledi; Koza Yankı'yı düşmesin diye tuttu.
Koza. Gözlerimiz kesişti. Dayımı getiren o muydu? Bu odadaki herkes bir planın içinde miydi? Bu insanlar benim bir kurşunla göğsümden vurmama izin vermişlerdi, belki de en başından beri dayımın tarafındaydılar. O neredeydi? Gitmem gerekiyordu, kaçmam gerekiyordu, kurtulmam gerekiyordu. "Bana dokunmayın!" diye bağırdım. "Onu buraya getirmeyin!"
Koza bana bakarken, "Helin," dedi ilk defa saf bir duyguyla. Fakat ayağa kalkıp onu da omzundan itekledim ve odadan çıkmak için koşmaya çalıştım, Bartu önüme geçip omuzlarımı tuttu. Başını iki yana sallarken gözlerindeki o korkuyu gördüm. İtekledim, iteklememe izin vermedi fakat yüksek sesle haykırdığımda kalbimdeki acıyı en fazla bu şekilde geçirebilirmişim gibi geliyordu.
Öyle bir histi ki göğsümde bir ağrı, boğazımda bir acı, beynimde bir zehir. Gitgide artıyordu. İlk defa bu kadar net hissetmiştim, ilk defa bu kadar net izlemiştim kendimi ve seneler sonra ilk defa karşımda dikilmişti.
Odadan koşarak çıktığımda titreyen dizlerim artık son noktasındaydı, beni yürüyemeyecek duruma getirmişti. Koridorda yere düştüğümde arkamdan birinin korkuyla inlediğini işittim, sonra benim düşüşümle koridordaki masada duran vazo düştü. Parçalar yere saçıldığında umursamadan o parçaların üzerine basarak sürünüp kalkmaya çalıştım fakat yine biri omuzlarıma dokundu. "Dokunma!" diye bağırıp arkamı döndüğümde yine Yankı'nın turkuaz gözleriyle karşılaştım. Ellerime kesikler doldu ama umursamadan koridordaki duvara sokulup yerden bir cam parçası aldım ve ona uzattım. "Benden uzak dur!" Hepsinin yüzüne baktım. "Benden uzak durun!"
Tarih tekrar ediyordu ama bu sefer, ben kendimi onlardan koruyordum, onlar beni kendinden değil.
Yankı çöktüğü yerde çaresizlikle bana bakıp ellerini saçlarına geçirdi. Bana öyle büyük bir çaresizlikle baktı ki nasıl göründüğümü ölesiye merak ettim ama bir yandan da umursamadım. Ağzımda kan tadı hissettiğimde elimin tersiyle dudağımın kenarını sildim, yere düştüğümde dudağımı kesmiş olmalıydım ya da hatırlamadığım o kısımda ne olduysa olmuştu. Belki de dayım yapmıştı, belki de hepsi beni izlemişti.
Deliriyordum.
"Helin," dedi Işık öne bir adım atarak fakat elimdeki cam parçasını biraz daha öne uzattığımda donup kaldı.
"Biziz," dedi Mutlu endişeyle. "Kâbus gördün. Biziz."
"Kâbus değildi!" diye haykırdığımda sesim koridorun içinde çınladı, duvarlara çarptı, oradan hepsine ulaştı. "Gerçeklerdi! Hepsi gerçekti!" Onun karşısında çırılçıplak olan vücudum, yine çırılçıplak kalmış gibi titriyordu. Halbuki giyiniktim.
Cam parçasını daha sıkı tuttum. Canım yandı ama içimdeki acı geçecek gibi değildi, başım dönüyordu, midem bulanıyordu, kendimden nefret ediyordum. Göğsümden bir silahla kendimi vurduğum zamanki duygularımla aynı duygulara sahiptim. Tek bir darbeyle bileğimi keserdim, boğazımı, hatta bu cam parçasını kalbime de saplayabilirdim.
"Helin," dedi Yankı gözlerine ulaşan çaresizliğin verdiği tınıyla. "Ben buradayım. Bak, ben buradayım."
"Dokunma bana!" diye bağırdım bir kez daha ama dokunmuyordu, temas bile etmiyordu.
"Tamam, dokunmayacağım," dedi kısık sesle. "Sen istemeden dokunursam ellerim parçalansın, dokunmayacağım. O elindekini bırak, canını yakıyorsun."
Gözlerimden yaşlar akarken o cam parçasını bırakmak yerine daha sıkı tuttum. Bu yaşadığımız an, hepsinin karşımda durup elimde silah varken izlediği beni andı. Koza yoktu ama onun da diğerlerinden geri kalır yanı yoktu. Sokak Nöbetçileri beni bir kez silahı göğsüme dayayacak duruma getirmişti; Koza bunu defalarca yapmama neden olmuştu. Beni bırakmıştı, beni yalnızlığa terk eden asıl kişi Koza'ydı.
Ona nefretle baktığımı fark etti ve diğerlerinin de bakışları ona döndü. Yankı dışında. Onun gözleri hâlâ elimde duran cam parçasındaydı. Aklımdan geçenleri mi okuyordu? Şimdi bu cam parçasıyla şahdamarımı tek seferde kesebileceğimi düşünüyordum, bunu anlamış mıydı?
Kahretsin, onu neden suçluyordum? Neden şu an zihnim bunları düşünüyordu? Koza'nın gözlerinin içine bakarak daha yüksek sesle ağlamaya başladığımda kalbimde ona karşı olan büyük kırgınlığımı ilk defa hissettim. Çünkü ona inanmaya başlamıştım ve ona inanmak, geçmişte çektiğim bütün acıların kırgınlığını bana bırakmıştı. Beni dayımın ellerinden kurtarmışlardı ama Koza sonra beni neden yapayalnız bırakmıştı? Yanında benim için hiç mi yer yoktu?
Koza yürüyüp Yankı'nın yanına çöktüğünde ikisinin de bakışları elimdeki cam parçasındaydı. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ederken gözlerimi Koza'dan ayıramıyordum. Evet, onlar beni dayımın ellerinden kurtarmışlardı ama Koza senelerce o acıyla beni baş başa bırakmıştı. Belki yanımda olsaydı bu kadar iz bırakmazdı ama yanımda olmamıştı. Şu an bile Yankı'ya olan düşmanlığından ötürü benim yanımdaydı, onun için hırsları benden daha önemliydi. Eğer Yankı düşmanı olmasaydı, eğer Sokak Nöbetçileri'nin arasına ajan olarak gönderilmeseydim yine hiç karşıma çıkmayacak mıydı?
Cam parçasını tutan elim kalbime gittiğinde Yankı korkuyla öne atıldı, duvar kenarına daha fazla sokuldum. Koza'dan gözlerimi ayıramadım, ne hissettiğini çözmeye çalıştım. Pişmanlık var mıydı hiç benim için? Gözlerinde zerre pişmanlık göremiyordum.
"Beni neden yalnız bıraktın?" diye sordum Koza'ya ağlayarak. Sesim öylesine gür çıkıyordu ki işittiğimde daha fazla titriyordum. Hıçkıra hıçkıra ağlayarak, "Beni yalnız bıraktın," dedim ona bakıp. Suçlayıcıydım, acılıydım, korkuluydum. "Bunu neden yaptın? Sen benim hayatımda tek güvendiğim kişiydin aslında."
İlk defa kendimden başka suçlayacak birini bulmuştum. Belki de bu çığlıklarımın nedeni buydu. İlk defa hesap soracak biri karşımdaydı. Bu da bir nedendi. İlk defa susmadan haykırabiliyordum. Bu en büyük sebepti.
Ona minnettar olmamı istiyordu, beni kurtardığı ve yaşamaya devam ettiğim için ama dayımdan sonra yaşadığım hayat yerine ölmeyi yeğlerdim, bunu biliyor muydu? Bakışlarından bildiğini anlayabiliyordum fakat beni cevapsız bıraktı. Bartu hareketlendi, Koza'nın arkasında durup gözlerimin içine baktı.
Işık'ın ise gözleri doldu ve başını önüne eğerek gözlerini kapattı.
"Neden?" diye inledim dişlerimin arasından. Elimden yere kan damlıyordu, bu umurumda değildi. "Benim sana ihtiyacım olduğunu biliyordun."
"Kriz geçiriyorsun," dedi Koza sakin bir sesle. "Mantıklı düşünemiyorsun."
Gözlerim Yankı'ya kaydı ve düşük omuzlarla bir elimdeki cam parçasına, bir gözlerime baktığını gördüm. Öyle çaresiz duruyordu ki birkaç dakika içerisinde delirecek gibiydi. Gözlerini elimden gözlerime çevirdiğinde göz göze geldik. İkimiz de eminim ki o güne gittik. Kendimi gözümü kırpmadan öldüreceğimi biliyordu, test edilmişti. "Bırak onu," dedi, şu an en önemli şey onun için buydu.
Başımı iki yana salladım. Bartu Koza'nın yanına biraz daha ilerleyip, "Bak, biz buradayız," dedi. "Karşında değil, aslında yanındayız. Her ne düşünüyorsan onları düşünmekten vazgeç." O da aynı günü düşündü, aslında o günün en büyük mimarı da Bartu'ydu.
Bartu'ya güveniyordum hatta ona söz vermiştim ama şu an öyle bir duyguydu ki rol yaptığını düşünüyordum. Bu aptallıktı, biliyordum ama sanki karşımdakiler benim düşmanımdı, bütün insanlar düşmandı. Oyunun içinde gibiydim, hepsi dayımın kuklalarıydı. Sırtımı yaslayacak kimsem yoktu; lanet olsun ki aslında benim kimsenin sırtına da ihtiyacım yoktu fakat bazen düşecek gibi olduğumda arkamda biri olsun istiyordum. Şimdi öyle olduğunu sandığım insanları düşmanım olarak görüyordum.
Aklımı kaçırıyordum.
"Aklımı kaçırıyorum," dedim Bartu'ya bakarak. Sonra Koza'ya döndüm. "Deliriyorum." Yankı'ya döndüğümde bana yaklaştığını fark ettim, yüzü daha yakınımdaydı ve biraz daha eğilmişti. "Ben uzun zamandır böyle hissetmemiştim, ben en son yedi yaşımdayken böyle hissetmiştim!" Koza'ya bir kez daha baktım. "Ben en son yedi yaşımdayken böyle hissetmiştim!" Bakışlarımı yere çevirip elime baktım. "Yedi yaşıma kadar defalarca öldürüldüm, yedi yaşımda ipten kurtarıldım diye yaşamaya devam ettiğim anlamına gelmiyor bu." Bunu Koza için söylemiştim ama anladı mı bilmiyordum.
Tekrar kendimi Sokak Nöbetçileri'yle tanışmadan önceki gibi hissediyordum. İçimdeki bu his geçer miydi? Umutlarıma ne olmuştu; her zaman başka bir yol vardı, o yollara inancıma ne olmuştu? Geçmeyecek gibiydi. Gözlerimi sıkıca yumduğumda yanımdan birinin rüzgâr gibi geçtiğini hissettim ama gözlerimi açmadım, hıçkırıklar artık nefesimi kesmeye başladığında ne kadar aciz göründüğüm umurumda bile değildi. Bugünü unutamazdım.
"Helin," dedi Yankı. Onun sesi bana her zaman iyi gelirdi ama şimdi iyi gelmiyordu, tınısında korku vardı. Öyle büyük bir korkuydu ki içimdeki korkuyla bile yarışırdı. "Sana yalvarıyorum," dedi o korkusuyla. "Yalvarıyorum, bırak o elindeki." Gözlerimin içine bakarak tetiği çekmeme izin veren Yankı Sarca, elimdeki cam parçasıyla kendime zarar vermeyeyim diye bana yalvardı.
Kendimi öldürecek miydim? O zaman silahı kaldırıp da göğsüme dayayacak gücüm vardı ama şu an avcumun içinde sıkıca tuttuğum cam parçasını tutup da bileğime yaslayacak kuvvetim kalmamıştı. Sadece daha canlı hissetmek için, ruhumdaki acı bitsin diye fiziksel acı çekmek istiyordum. Gücüm olsaydı kendimi öldürürdüm.
"Anlamıyorsun," dedim kısık sesle Yankı'ya. Gözlerimi açmadım, başımı kaldıramadım. Ağzımdaki kan tadı daha fazla arttı.
"Anlat," diye fısıldadı. Kendi sesimden ve onun sesinden başka hiçbir ses işitemiyordum. Biliyordum, herkes bizi izliyordu. "İzin ver, dokunayım sana, kaldırayım. Anlat bana, anlarım ben seni. Yemin ederim anlarım, seni anlamak için her şeyi yaparım ama yalvarırım o elindekini bırak."
"Anlayamazsın," dedim bu kez de fakat dişlerimi sıktığımı yeni anlıyordum. "Her zaman her şeyi anlayamazsın Yankı Sarca! Her zaman her şeyi göremezsin! Her acıyı geçiremezsin!"
"Elimden gelen her şeyi yaparım." Gözlerimi açtım ve öfkeyle yerdeki kan lekesine baktım, sonra öfkeli gözlerim ona döndü. Hâlâ korkuyla bakıyordu. "Seni anlamak için, görmek için, geçirmek için her şeyi yaparım. Biliyorsun, yaparım." Başını aşağı yukarı salladı. "Biliyorsun Helin. Her şeyi yapacağımı biliyorsun, yapmaya çalıştığımı görüyorsun."
Korku, acı, öfke, kin, nefret hepsi ağzımın içine dolduğunda, "Bak halime!" diye bağırdım yüzüne bakarak. "Geçmiş mi? Geçmemiş! Hiçbir şey değişmemiş! Olmamış, yapamamışsın çünkü ben aynıyım, her şey aynı. Durduğum yerden kıpırdamamışım bile, bana hiç iyi gelmemişsin. Artık bana umut vermekten vazgeç, bu bana kötülük!" Gözlerindeki korkunun yanına daha farklı bir duygu oturdu ama o duyguyu anlayamadım. Susmadım, bütün zehrimi ona döktüm. "Sürekli bir şeyleri iyi edeceğini sanıyorsun ama hiçbir şeyi iyi ettiğin yok senin. Beni iyi dinle! Artık umut vermekten vazgeç, bu beni daha fazla mahvediyor."
"Helin," dedi Yankı başını omzuna yatırarak. "Sana hiç iyi gelmedim mi? Neden böyle söylüyorsun?"
"Gelmedin," dedim dişlerimin arasından. "Gelmemişsin. Bana iyi gelmemişsin. Yeni fark ediyorum, hiçbir şey değiştirememişsin bende. Birazcık bile iyileştirmemişsin hatta belki de daha çok mahvetmişsin beni umut vererek. Lanet olsun!"
Sessizlik oldu. Herkes yüzüme baktı, herkes beni izledi fakat biri eksikti. Lâl ortalıklarda görünmüyordu. Bakışlarım hepsinin yüzünde gezinirken bir anda arkamdan biri kollarımı tutup havaya kaldırdı. Ardından Bartu ileri koştuğunda kollarımı tutan ellerden kurtulmaya çalıştım ama o avcumun içinde sıkıca tuttuğum cam parçasını zorlanmadan parmaklarımı açarak elimden alıp en uzak köşeye fırlattı. Göz göze geldiğimizde önümde eğilip üzerine yeni giydiği kazağını çıkardı ve avcumun içine bastırdı. Yüzüne bakarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığımda Lâl kollarımı bıraktı ve yanıma çöküp oturdu.
Başımı Bartu'nun omzuna yaslayıp ağlamaya devam ettim, Bartu bir kolunu omzuma sardı. Vücudum titrerken kazağıyla avcuma sıkıca bastırıyordu. Mutlu ile Işık da benim olduğum tarafa yürüdüğünde az önceki gibi duran iki kişi vardı.
Yankı ve Koza.
Yankı benim yüzüme bakıyordu, Koza Yankı'nın yüzünü izliyordu. Yankı'nın yüzünde parçalanmış bir adam gördüm, dağılan bir adam gördüm; derin bir nefes verip gözlerini kapattığında eli saçlarına gitti. Bir süre kapalı gözlerle öylece durdu ve Koza'ya baktığımda ilk defa Yankı'ya bakarken o merhamet duygusunu gördüm. Birkaç saniye sürdü hatta birkaç saniyeden bile daha kısa ama ilk defa Yankı'ya karşı içindeki o merhameti gizleyemediğine şahit oldum.
Bakışları bana döndüğünde ise aynı merhamet yoktu. Ruhsuz bir bakış değildi, hangi duyguydu çözemedim. Beni umursamadı ya da umursamıyormuş gibi göstermek istedi. Zaten hep böyleydi, bir maskenin ve duvarın arkasından insanlara göstermek istediklerini gösteriyordu ama artık bana verecek cevapları vardı.
Bartu yüzüme eğilip, "Benimle konuşmak ister misin?" diye sordu kısık sesle. Yüzüme gelen saçlarımı geriye atarken Yankı'nın tam gözlerimin içine baktığını gördüm. Gözlerinden verdiğim sözlerimi ve verdiği sözleri okudum. Ne olursa olsun ona giderdim, ne olursa olsun ona sığınırdım; bunu biliyordu.
Az önce söylediklerime rağmen, bütün o cümlelere rağmen bana elini uzattı Yankı. "Gel," dedi kaşlarını kaldırarak. Eli çocukluğundaki elini anımsattı. Yankı'da fark ettiğim en önemli özellik, kurşun geçirmez gururuydu. Fakat şimdi karşımdaki düşük omuzlarıyla, bakışlarıyla gururunu da hiçe saymış gibiydi.
Ama benim yedinci yaşımı anlatacak gücüm yoktu, şu an bunu yapamazdım.
Gözyaşlarım sessizce akmaya devam ederken, başımı Bartu'nun omzundan çektim. Elimin tersiyle dudağımın kenarındaki kanı sildiğimde, "Koza'yla konuşmak istiyorum," dedim titreyen bir sesle. "Bizi yalnız bırakır mısınız?"
Yine sessizlik oldu fakat bu seferki sessizlik ölüm sessizliği gibiydi. Zamanın bile durduğunu hisseder gibi oldum ama hayır, zaman benim dışımda burada olan diğerleri için durmuştu. Bartu şaşkınlıkla gözlerini gözlerime ağır ağır çevirdiğinde kaşlarını kaldırdı ve başını iki yana salladı. Her neyi yapmamı istemiyorsa yutkundu fakat umursamadan Koza'nın gözlerinin içine bakmaya devam ettim. Bartu'nun gözleri bu kez de Yankı'ya kaydı ve herkesin Yankı'ya baktığını gördüm.
Bense onun yüzüne bakmak yerine bana uzattığı eline odaklandım. Biliyordum, gözlerine bakmam gerekiyordu ama yapamadım, nedeni yoktu, onun turkuaz gözlerinin içine dönüp de bakamadım ama her nasıl bakıyorsa Bartu nefesini verip, "Helin, yapma," dedi fısıldayarak. Her nasıl bakıyorsa Bartu'nun içinin acıdığını hissettim.
Yankı'nın parmakları yavaşça kıvrıldı, ardından elini aşağıya indirip beni izledi, sonra çöktüğü yerden sakince doğruldu. Koza'nın bakışları Yankı'ya kaydığında o da onun nasıl baktığını görüp kaşlarını kaldırdı. Hayır, yine bakamadım, bunu kendime yapmadım.
"Aşağıya inelim," dedi birkaç dakika sonra Yankı. "Koza'yla…" Birkaç saniye bekledi, adımı söylemedi. "Konuşsunlar. Şu an Koza'yla konuşmaya ihtiyacı var." Sonra sakin adımlarla yanımızdan ayrılan ilk kişi o oldu; adım seslerinden ses tonuna kadar bütün parçaları sanki yanımdaydı ve geride bana onları bırakmıştı.
Mutlu bir an bile beklemeden Yankı'nın arkasından gitti, sonra da Lâl. Işık elini sırtıma koyup sıvazlayarak beni anladığını gösterdi ya da her neyse, bilmiyordum. Bartu ise en sona kalan kişi oldu. Koza'ya dönerek, "Umarım saçma sapan bir planın yoktur Koza," dedi. "Umarım şu anı bile fırsata çevirmeye çalışmazsın."
Koza ilk defa gülümsemiyordu ama Bartu'ya bakarken gözlerini devirip, "Ona zarar verecek değilim," dedi sakince.
Bartu hiç beklemediğim bir anda, "Ona abisi olduğunu söylemişsin," dedi. Koza'nın gözlerine şaşkınlık oturdu ama çok kısa sürdü. Bunu Bartu'ya söylediğimi bilmiyordu. " Helin sana inanabilir ama ben sana karşı her zaman şüpheciyim." Bartu'nun omzumu saran kolu benden uzaklaştı ve kazağını avcumun içinde bırakarak ayağa kalktı. "Bil diye söylüyorum, ona ufacık zarar verirsen senin geçmişini de şimdini de geleceğini de sikerim, ona geçmişte kötü bir şey yaptıysan ve Helin bu yüzden bu haldeyse yine sikerim. Anlatabildim mi?" Koza cevap vermedi ama Bartu'nun yüzüne bakmaya devam etti. "Puşt gibi sırıtmadığına göre anlamışsındır."
Son kez bana baktı. "Adımı seslenmen yeterli," dedi uyarıcı bir tınıyla. "Biz aşağıdayız." Onu onaylayarak başımı salladığımda Bartu da yanımızdan ayrıldı ve birkaç saniye sonra onun da merdivenlerde adımlarını duyduk.
Onun arkasından Koza'yla yine göz göze geldik. Nasıl bakıyordum bilmiyordum ama, "Kâbusunda ne gördüysen benden nefret ediyorsun şu anda," dedi gözlerini kısarak. "Her ne olduysa benden nefret etmene neden olmuş ama ben diğerleri gibi sen kötüsün diye seni alttan almayacağım." Gözlerinde zerre merhamet yoktu. "Bu yüzden benimle konuşurken kelimelerine dikkat et."
Gülümseyerek çenemi havaya kaldırdım. Saatler önce elimi tutup aynı acıları benimle beraber çektiğini söyleyen adam, şu an karşımda zerre merhamet belirtisi göstermeden konuşan adamdı. Beklemeden, tokat gibi yüzüne vurarak, "Dayımı gördüm," dedim gözlerinin içine bakarken. "O burada."
Gözleri donuklaştı, hiçbir tepki vermeden yüzüme bakmaya devam etti. "İmkânsız," dedi sadece.
"Onu gördüm," dedim kelimenin üzerine basarak. "Tam karşımdaydı. Hatta benimle konuştu."
"Bu imkânsız," dediğinde kaşları hafifçe çatıldı ve nefesini verdi. Gözlerinin içindeki korku muydu yoksa ben mi yanlış anlıyordum yine? "Onu takip ediyorum. Şu an bu şehirde değil."
Bir kez daha gülümsedim fakat canımın acıdığını o da anladı. "Onu takip edecek kadar ona yakınsın, öyle mi?" Başımı iki yana salladım, gözlerimi bürüyen hırsı ben bile hissediyordum. "Hatta onun nerede olduğunu bilip rahatça başını da yastığa koyabiliyorsun, öyle mi? Ve onun cezasını çekmesi yerine rahat bir nefes almasına göz yumuyorsun, öyle mi?"
Yutkundu. Gözlerini kıstı ve başını omzuna yatırdı. Sorularımın hiçbirine cevap vermeden, "Bu imkânsız," dedi üçüncü kez. "Hayal görmüşsündür ya da bir kâbustur. Büyük ihtimalle düşerken başını vurdun."
"Sen benimle dalga mı geçiyorsun?" diye hırlayıp elimin tersiyle yanaklarımdaki yaşları sildim. Ağzımın içindeki kan tadı geçmiyordu ama şu an Koza'nın hissettirdikleri daha büyük bir zehir etkisi yaratıyordu. "Hayal görmek mi? Kâbus mu?" Sesimi biraz daha kıstım, sonra bir anda onu sertçe yakasından tutup kendime çektim. "Birçok gece onu kâbuslarında yaşatmış biri olarak söylüyorum, kâbus değildi. Hayal hiç değildi. Karşımdaydı; bana, beni bulduğunu söyledi ve sonrası..." Çenem kasıldı. "Sonra bayılmış olmalıyım. Sonrası yok. Beni ne kadar süre sonra buldunuz?"
Koza bir gözlerimin içine, bir yakasını sıkıca tuttuğum elime bakarken yavaşça o da elini kaldırdı ve parmaklarını bileğime sardı. Sonra elimi sakince itekleyerek, "Seni Mutlu buldu, yerde baygınmışsın," dedi soğuk bir tınıyla. "Beş dakika bile geçmemiştir."
"O halde o beş dakika içerisinde benim karşıma çıktı." Ensemden aşağıya bir ürperti indi, ben bayılmıştım ve o bayıldığım anlarda bana dokunmuş olabilir miydi? Saç diplerime kadar ürperdim. "Bana kendini gösterdi, belki de bu bir tehditti."
Koza gözlerini devirip burnundan nefesini verdi. "Sana sadece kendisini gösterip gitti mi yani?" Gülerek başını iki yana salladı. "Bu onun taktiği değildir, onu tanıyorsun."
"Hayır, tam da onun taktiği," diyerek dişlerimi sıktım. "Oyun oynamayı sever." Sanki canım hiç acımıyormuş gibi dudaklarımı dişlerimin arasına aldım ve birkaç saniye öyle bekledim, ardından, "Seninle hiç oyun oynamadı mı Koza?" diye sordum. "En iyi sen anlarsın şu anda beni."
Koza yüzüme bakarken kendisine düşünme süresi tanıdı, ardından çöktüğü yerden kalktığında elini bana uzattı. "Ayağa kalk," dedi hâlâ o buz gibi tınıyla. "Gidip gerçekleri mi görmüşsün yoksa kâbus muydu onu öğrenelim."
Uzattığı eline gözlerim kaydığında az önce Yankı'nın bana uzattığı eli gözlerimin önüne geldi. Bunu yaparken bile ondan daha üstün olduğunu bana kanıtlamak aklından geçiyordu, değil mi? Hatta ben o eli tutarsam birkaç gün sonra Yankı'ya onun elini tuttuğumu söyleyecekti. Bana uzattığı elini görmezlikten gelerek kendim duvardan destek alıp ayağa kalktım ve titreyen dizlerimi umursamadan avcumda duran Bartu'nun kazağını yere attım. Kan durmuştu fakat kesik derin olduğundan ötürü avcumun içini yakıyordu.
Koza elini tutmamış olmamı umursamadı ama tek kaşını da kaldırmayı ihmal etmedi. "Kâbus değildi," dedim üstün bir sesle. "Bunu kanıtlamak için beni onun yanına götürmeyeceksin, değil mi?" Korkmadığımı göstermeye çalışıyordum ama sesim bile soruyu sorarken hemen titremişti.
"Hayır," dedi, ardından başıyla bana işaret verip merdivenlere yürüdü. "Ekip'in yanına gideceğiz, senin asıl evine yani. Onu takip ettirdiğim sistem orada."
"Takip ettirdiğin sistem mi?" Duvardan destek alarak arkasından yürürken avcumun içindeki kan kurusa bile duvara silik lekeler bırakıyordu. Şu an, bu evin içerisinden Koza'yla çıkmak eskiden olsa asla tercih etmeyeceğim bir durumdu fakat nedense tek çarem buymuş gibi onun arkasından yürüdüm.
Koza benden önce merdivenleri inerken, ben tırabzanı sıkıca tutup aşağıdaki sessizliğe kulak verdim. Kimseden çıt çıkmıyordu, herkesin beni beklediğine emindim. Koza odaya doğru başını eğerken ben merdivenin son basamağında bekledim, onları göremiyordum. "Biz çıkıyoruz," dedi rahat bir sesle. "Helin'i isterse geri buraya bırakırım."
Öylece, onların arasından,Koza'yla beraber bu evden çıkmak nasıl görünecekti? Aslında sorguladığım zaman birçok cevaba erişebilirdim fakat şu an önemli olan bunlar da değildi. O kadar çok düşünce zihnimde dönüyordu ve bir yandan da o kadar düşünemiyordum ki hangisinin mantıklı olduğuna anlam veremiyordum.
Sessizlik devam etti, merdivenin basamağından inip Koza'nın arkasında durdum ve içeriye baktım. Mutlu ve Işık koltukta oturmuşlardı; Bartu ayaktaydı, emindim ki durmadan endişeyle volta atmıştı. Lâl masanın bir köşesine yerleşmişti, gözleri Yankı'nın üzerindeydi. Yankı'nın ise profilini görüyordum. Oturduğu sandalyede bacaklarını öne uzatmıştı ve elleri ceplerindeydi. Gözleri boşluktaydı, bütün Sokak Nöbetçileri dönüp bize baktı ama o başını bile çevirmedi.
"Çıkıyor musunuz?" diye sordu Bartu kaşlarını çatarak. "Nereye?"
"Nereye gittiğimizi söyleyecek olsam cümlenin başında konum verirdim," diyerek yanıtladı Koza Bartu'yu. "Ama Helin söylemek isterse..."
"Sikik sikik konuşmanın sırası mı?" diyen Bartu'nun sesi öfkeli çıkıyordu. Bakışları bana döndü. "Ben de geliyorum, her nereye gidecekseniz, ben de geleceğim."
"Bartu," dedim sakin görünmeye çalışarak ama imkânsızdı, sesim hâlâ titriyordu. Ben konuştuğum anda Yankı başını çevirip bize baktı ve ilk baktığı yer elim oldu, ardından gözleri gözlerime çevrildi, bakışlarımı hızlıca ondan ayırdım. "Hemen geleceğim, bir yere kadar gitmemiz gerekiyor..."
Bartu, "Hayır," dedikten sonra bize doğru yürüdü. "O kadar da değil, ben de geliyorum."
"Bartu," dedim bir kez daha.
"Helin, saçmalıyorsun," diyen Bartu kaşlarını kaldırıp gözlerini açtı. "Konuştuklarımızı hatırla."
Koza omzunun üzerinden bakarak bütün tercih hakkını bana bıraktı. Bu oldukça basit bir andı ama onunla Sokak Nöbetçileri arasında karar veriyormuşum gibi hissetmem çok saçmaydı. "Hatırlıyorum," dedim duruşumu düzelterek. "Ben iyiyim, sadece şu an Koza'yla gitmem gerekiyor, sonra anlatırım, olur mu?"
Bartu kızgınlıkla nefesini verip, "Şu an ne yaptığının farkında..." dediği esnada Yankı keskin bir sesle Bartu'nun cümlesini yarıda kesti. "Bartu, uzatma. Eğer gitmek istiyorsa gidebilir, sana ihtiyacı olsaydı seni de çağırırdı." Bana bakıyor muydu bilmiyordum ama benim gözlerim Bartu'dan ayrılmıyordu. Sesindeki tını kalbimin içinde bir parçanın çatlamasına neden oldu fakat bu çok uzun sürmedi.
Bartu Yankı'ya dönüp bir şeyler söyleyecek olduğunda gözlerim Koza'nın profiline kaydı. Normalde böyle anlardan inanılmaz keyif alan Koza'nın yüzünde ne tebessüm vardı ne de eğlendiğini gösteren bir emare. Birkaç saniye bekledikten sonra Yankı'nın olduğu tarafa bakarak, "Onu geri getiririm," dedi başını sallayarak. “İsterse.”
Yankı beklemeden, "Gelmek isterse geri getirirsin," dedi düz bir sesle. Birkaç saniye geçti, nefesini verdi, sonra kalbimdeki çatlağın daha fazla derinleşmesine neden olan o cümleyi kurdu: "Helin'in eline bir şeyler sar, o umursamaz."
Koza'nın yine alaya almasını ya da keyiflenmesini bekledim ama, "Denerim," dedi sadece. Sonra hiçbirinin yüzüne bir kez daha bakmadan kapıya yürüdü. Ben Yankı hariç hepsinin yüzüne bakarken kendimi bulduğumda en kızgın bakan kişinin Lâl olabileceğini düşünürdüm ama en kızgın bakan kişi Mutlu'ydu. Bakışları bir Yankı'ya dönüyordu, bir bana.
"Geri geleceğim," dedim kısık bir sesle ve korkarak Yankı'ya döndüm, neyse ki başını çevirmişti ve profilini görüyordum. Yüzünde mimik oynamadı, nefes bile almıyor gibiydi. Onu çağırmalı mıydım? Ama ona hiçbir şey anlatmamıştım, benim hakkımda hiçbir şey bilmiyordu, sadece tahmin ettikleri vardı. Henüz bunlar için hazır değildim.
Tam arkamı dönüp gideceğim sırada Bartu, "Telefonunu yanına al," dedi ve omzumun üzerinden dönüp ona baktım. "Her ihtimale karşı sana ulaşabilelim."
"Bartu, bir şey olmayacak," diye mırıldandığımda rahatlatıcı bir şekilde gülümsemeye çalıştım ama gülümseyemedim. "Birkaç saate geleceğim." Bana hâlâ uyarıcı gözlerle bakmaya devam etti ve benden bir hamle bekledi ama bunu yapmayıp kapının önünden ayrıldım. Ayakkabılıktan ayağıma botlarımı geçirip üzerime Yankı'nın vestiyerdeki siyah deri ceketini aldım ve Koza'nın açık bıraktığı kapıdan çıkıp arkamdan kapattım. Bir kez daha eve dönüp bakmadan ilerideki Sokak Nöbetçileri'ne ait siyah araca binen Koza'ya doğru ilerledim. Anahtarı ne zaman almıştı?
Bu evden onları arkamda bırakarak ilk çıkışım değildi ama bu evden Koza'yla beraber ilk çıkışımdı. Hem de büyük bir kasırganın arkasından bu yaşanmıştı, neler düşüneceklerdi bilmiyordum çünkü beraber arabaya bindiğim kişi öylesine biri değildi, Yankı'nın tek düşmanıydı.
Hava hâlâ karanlıktı, 2020'nin ilk günüydü. 1 Ocak. Unutulmaz yapacağım konusunda Yankı'ya söz vermiştim, başlarda ikimiz için de güzellikler getirmiştim ama şimdi, ikimizin de asla unutamayacağı kötülükler olmuştu. Soğuk hava yüzüme çarptıkça kendimle yüzleştim biraz daha fakat geriye de dönmedim. Koza arabanın motorunu çalıştırırken yolcu koltuğuna yerleşip kapıyı kapattım. Dümdüz karşıma bakarken Koza beni şaşırtarak, "Kimseyi yanında istemediğine emin misin?" diye sordu.
Düşünmeden, "Eminim," dedim ve emniyet kemerimi sertçe çekerek yerine taktım. "Hemen gidip geri dönelim."
Koza üstüne başına bakıp söylendi çünkü hâlâ Gargamel kostümü vardı fakat onu umursamadım ve başımı pencereye çevirip dirseğimi kapının koluna koydum. Elim çenemdeyken gözlerim Sokak Nöbetçileri'nin ahşap evini buldu. Pencerede hareketlenme vardı, perde kımıldadı; kim bizim arkamızdan baktı bilmiyordum ama Koza gaza bastığında o ahşap evi arkamızda bıraktık.
Kendimi hem sürekli karşılaştığım biri gibi hissediyordum ama hem de hiç olmadığım kadar yabancıydım. Kendimi anlatsam bir sayfa ayırırım demiştim, hiç olduğumdan, hiçbir şey olduğumdan, kötü kalbimden söz etmiştim fakat sonuna Sokak Nöbetçileri'ni ekleyeceğimi de düşünmüştüm. Fakat şu an, o deftere Sokak Nöbetçileri'ni eklememişim gibi hissediyordum, sanki onlarla hiç tanışmayan Helin'dim.
Hiç Helin'dim, hiçbir şey Helin'dim. Kötü kalpli Helin'dim. Savaşan Helin'dim. Yenilen Helin'dim. Ama umutsuz Helin'dim.
Sokak Nöbetçileri'nin sadecesi Helin değildim.
Yankı Sarca'nın sadecesi Helin de değildim.
Kendi hayatının sadecesi olan Helin'dim, bundan ibarettim ve geçmiş, beni eski kadına dönüştürmüştü. Geçmiş beni o içimdeki huysuz, yaşlı kadına çevirmişti.
Koza düşüncelerimi yarıda kesti. "Acı seni bencil bir insana dönüştürüyor, yeni fark ettim."
Gözlerimi pencereden ayırıp ona baktım. Altın sarısı saçları dağılmıştı ve gözleri yorgun bakıyordu fakat bakışları yoldaydı. "Bencil mi?" diye sordum imalı bir sesle. "Neyi kastediyorsun?"
Beni çözmek istermiş gibi bakışlarını çevirdiğinde kahverengi gözüne sokak lambasının ışıkları çarpıyordu. "Bencilin sözlük anlamını mı istiyorsun?" diye sordu fakat gülümsemiyordu. Aslında Koza'nın dakikalardır gülmediği tek anlardı. "Acı çekerken insanların da acı çekmesini istiyorsun hatta ne söylediğini bile bilmiyorsun. Bu bencilliktir."
"Açık konuş," dedim sert bir sesle. "Senin acı çekmeni mi istedim?"
"Evet," dedi başını sallayarak. "Ama bana acı çektiremezsin."
"O halde?" Nefesimi verip yüzümü buruşturdum. "Ne demeye çalışıyorsun?"
Koza bir kez daha dönüp yüzüme baktı. "Gerçekten ne yaptığının farkında değil misin?"
"Ne yaptım?" Soruyu sorarken alacağım cevapları bile düşünmüyordum. "Eğer Sokak Nöbetçileri'ni geride bırakıp seninle o evden çıkmamsa konu, bunu onlara açıklayacağım ve..."
"Sonuncu'ya kurduğun cümleler bencillikti ve haksızlıktı." Başını tekrar yola çevirirken kaşları hafifçe çatıldı. "Onun gerçekten sana hiç iyi gelmediğini mi düşünüyorsun?" Soruyu sordu ama cevabını beklemedi. "Çünkü sana iyi geliyormuş gibi davranıyordun. Bir anlık acınla bütün her şeyi silip ona kurduğun cümlelerin farkında mısın yoksa kriz anında söylediğin, hatırlamadığın cümleler miydi? Yoksa gerçek düşüncelerin miydi?" Bakışları bir kez daha bana döndü. "Yoksa beni bile kandırıyorsun da aslında en başından beri Sonuncu'nun hisleriyle mi oynuyordun?"
"Ne saçmalıyorsun?" dedim sert bir sesle. "Ben sadece o an acımı geçirmediğini söyledim, o anlık ağzımdan daha farklı cümleler çıkmış olabilir." İçimi büyük bir karanlık kapladı ve göğsümün üzerinde dolaşan kara bulutlar nefes almamı zorlaştırdı. Yüzleşmekten korktuğum aslında bu değil miydi? Ona bakmama nedenimin başında bu geliyordu. "Ayrıca o zaten bunu anlar," diye mırıldandım. "Beni tanıyor."
Koza kaşlarını kaldırdı. "Karşındaki Sonuncu olmasaydı da böyle konuşur muydun?" diye sordu. "Karşındaki Bartu olsaydı mesela, yine bunları söyler miydin? Ya da Nil? Hatta Mutlu? Hatta ve hatta Lâl?" Sesinde merak yoktu ama bana bir şeyleri göstermeye çalışıyor gibiydi. "Yine aklına ilk gelen cümleleri söyler miydin?"
"İyi değildim," diye açıklama yapmaya çalıştım. "O an ne dediğimi bilmiyordum, Yankı bunu anlar..."
"Helin, hadi ama," dedi gözlerini kocaman açıp gözlerimin içine bakarak. "Başka biri olsaydı da yine böyle konuşur muydun?" Ardından yine cevap vermemi beklemedi. "Hayır, konuşmazdın. Çünkü..."
"Çünkü Yankı beni en iyi tanıyan kişi," dedim kaşlarımı çatarak.
"Çünkü Sonuncu bir robot," dedi kelimenin üzerine basarak. "Diğerlerinin gözünde de bu ve senin de gözünde bu hale gelmiş. Çünkü o anlar diyorsun, çünkü o beni tanıyor diyorsun, çünkü o yapar, çünkü o bilir." Yankı'nın bir zamanlar konuştuğu gibi konuşuyordu. "Çünkü Sonuncu halleder. Çünkü Sonuncu siz ne yaparsanız yapın, bunu size göstermez." Arabayla başka bir yöne dönerken, "Aptal herif," dedi. "Ona her zaman böyle olmaması gerektiğini söylemiştim, hiçbir zaman vazgeçmeyecek, hayatının sonuna kadar robot gibi yaşamaya devam edecek."
"Ben onu robotlaştırmıyorum," derken sesim titredi. Ama lanet olsun ki Koza yine haklıydı. Cümlenin sonuna yine onun anlayacağını eklemiştim hatta gidip konuşsam bile beni anlarsın diyeceğimi düşünmüştüm. "Ayrıca böyle olmasının senin hoşuna gitmesi gerekmiyor muydu?" diye sordum. "Onun canının yanmasını hiçbir şeye değişmezsin."
"Onun canı başka şekillerde yanabilir," diye mırıldandı gözlerini kısıp yola bakarak. "Ama haksızlıkla değil. Şu an burada benimle olman, bugün beni ona tercih ettiğini gösterir mesela ve bu umurumda değil," dedi ama yüzünde yine tebessüm yoktu. "Biz Sonuncu'yla birbirimize hiçbir zaman o beni anlar, diye yaklaşmadık. Ben seni anlıyorum, diyerek yaklaştık. Bu yüzden bu hayatta onu en iyi ben tanırım, beni de en iyi o tanır. Eğer onu robotlaştırmadığını savunuyorsan, tek anlayan kişinin Sonuncu olmaması için elinden geleni yap. Sen de onu anlamak için çabala."
"Şimdi de karşıma geçip bana onun için akıllar mı veriyorsun?" Güldüm fakat keyiften tamamen uzaktı. Ellerimi saçlarıma geçirdim ve başımı yanımdaki pencereye çevirdim. "Onunla düşman olduğunu söylüyorsun ama onu sen savunuyorsun, canını yakacağını söylüyorsun ama canının yanmasını umursuyorsun, beni ona karşı kullanıyorsun ama bir yandan da ona iyi gelmemi istiyorsun." Başımı yine sertçe ona çevirdim. "Sen de ne bok yediğini bilmiyorsun, değil mi Koza? Çünkü onu hâlâ kardeşin gibi görüyorsun." Cevap vermedi, yola bakmaya devam etti. Umursamaz görünmeye çalıştı ama iş öyle değildi. "Bu işin sonunda en çok benim canım yanacak, bundan o kadar eminim ki."
"Biz üç kişiyiz Helin," dedi sakin bir sesle. "Sen, ben ve Sonuncu. Bu üç kişi seneler önce bir geceye isimlerini kazıdılar. Acıyla kazıdılar, işkenceyle kazıdılar, nefretle kazıdılar, kinle kazıdılar ama kazıdılar. Eğer can yanacaksa bu üç kişinin de canı yanacak ama kazanan tek bir kişi olacak." Bakışları bana döndü. "Kazanan kişi ben olmak istiyorum."
"Kazanınca ne olacak?" diye dünyanın en doğru sorusunu sordum. "Yani Yankı'ya karşı kazandığın zaman ne olacak?"
İlk önce cevap vermedi, uzun bir süre düşündü. Vitesi değiştirirken, dönüşler yaparken düşünmeye devam etti. Ardından, "Onu affedebileceğim," dedi sadece. Bu cümleyi söylerken bile, içten içe bunu dilediğini anladım.
Gözlerimi yeniden pencereye çevirdiğimde yansımadaki yüzümü izledim. Dudağımın kenarı şişmişti, saçlarım dağılmıştı, düştüğümden ötürü çenemde hafif bir morluk vardı. Gözlerimin içi kıpkırmızı olmalıydı fakat yansımamdan bunu anlayamıyordum. Bu görüntü yine beni çocukluğuma götürmüştü, hatırladığım bütün anılara. "Yedinci yaş günümün her anını hatırlıyorum," diye fısıldadım yansımama bakarak. Koza'nın gözleri de cama çevrildi. "Hem de her detayıyla. Yankı'nın bana uzattığı elini, üşüyorum diye verdiği botlarını ve montunu, götürdüğü o inşaatı, üşümeyeyim diye daha önce hazırlanmış o ateşi… Sonra senin için endişelenip beni bırakmıştı ve sen gelmiştin. Yara bere ve çamur içinde. Yanıma oturmuştun. Gece boyunca o adamla mı savaştın?" Bakışlarım ona döndüğünde arabayı durdurmuştu, çoktan varmıştık fakat gözleri benden ayrılmış, karşısındaki yola odaklanmıştı. "Yankı senin yanına geldiğinde ne oldu? O gece size ne oldu?"
İki eliyle direksiyonu kavrayan parmaklarını sıktı, parmak boğumları beyazlaştı. "Keşke hatırlamasaydın," dedi başını önüne eğerek. "O günü unut diye, unutayım diye bir daha karşına çıkmadım."
"Ve beni bir yetiştirme yurduna götürdün; orada dışlanan kız çocuğuydum, ilk gittiğim günü hatırlıyorum, diğer çocuklar izlerimden korkmuştu," diye fısıldadım kalbimdeki acıyla. "Bir daha da beni sevemediler zaten. Hep korktular. Hep yalnızdım. Daima yalnızdım. Sen yoktun." Yutkundum, boğazım acıyordu. "Sonra bir adam beni oradan yanına aldı, eminim ki o adamı da sen ayarladın ama hiç temiz yollardan geçmedim orada da. Adamın her işini yaptım. Soygunsa soygun, şantajsa şantaj. Hatta günü geldi, on sekiz yaşına basmadığım halde on sekiz yaşından büyüklerin girdiği ortamlara girdim." Bakışları bir an bile olsun bana dönmedi. "Sonra Ekip'e dahil ettin. O kadar berbat yollardan geçmiştim ki Ekip benim için cennetti ama orada da öğrenirken yemediğim dayak, duymadığım hakaret kalmadı. Bir hayvan gibi eğitildim. Atışlarım kötü diye elime defalarca vuruyordu Işık'ı vuran o şerefsiz herif. Sen yine yoktun." Vücudumu ona çevirdim. "Yani sen yoktun ama ben seni, sen olmadığın için unutmadım Koza, çocukluğum kadar kötü günler geçirdiğim için üzerine başka anılar devrildi; en kötü anılarımın üzerini, ondan daha az kötü anılar örttü. Bu şekilde unutuldun."
Bütün söylediklerimi dinledi, biliyordum ama hiçbirine tek tek yorum yapmadı. "Zorundaydım," dedi sadece tek bir kelimeyle.
"Hayır," dedim çenemi kaldırarak. "Benden nefret ediyordun çünkü o gece ne olduysa beni suçluyordun. Belki de benden o gecenin intikamını aldın."
Başını bir anda çevirip bana baktı. "Hâlâ bencilce konuşuyorsun," dedi kısık sesle.
"Sana minnet duymamı istiyorsun," dedim başımı aşağı yukarı sallayarak. "O gece beni kurtardığınız için size minnetim büyük ama iyi dinle Koza, ben eski halime geri dönüyorum çünkü geçmiş, karşımda dikiliyor. Bak, dinle; o çocuğun minnetinden önce acıları geliyordu, bencildi belki ama bencil olmak zorundaydı çünkü canını yakıyorlardı. Geçmiş beni dayımın yanındaki o aciz kız çocuğuna götürüyor, geçmiş beni yetiştirme yurdunda herkesin kaçtığı o genç kıza götürüyor, geçmiş beni o adamın ellerinde kullanılan kadına götürüyor, geçmiş beni Ekip'in ellerinde işkenceler çeken kişiye götürüyor. Beni değiştiren aslında Sokak Nöbetçileri'ydi ama geçmiş beni, Sokak Nöbetçileri'nin tanıştırdığı o iyi insandan da uzaklaştırıyor."
"Bu yüzden bana karşı sadece minnet duymuyorsun, değil mi?"
"Bu yüzden sana minnetimin yanında büyük bir nefret de duyuyorum," diye mırıldandım. "Eğer abimsen, eğer bu doğruysa yalan olmasını artık daha fazla istiyorum çünkü böylesi daha ağırmış, o acıları çeken bütün yaşlarımla söylüyorum bunu."
"Ama yine de bana minnetin için de her şeyi yaparsın, değil mi?" dedi bu kez de.
"Sadece karşılığını vermek için," dedim başımı sallayıp. "Ne istersen her şeyi yaparım. Senin için önemli olan bu ise yaparım Koza. Biliyorum, senin için önemli olan da bu."
"Elbette Helin, Elbette." Beni geçiştirdi. "Dinle, ben Sonuncu gibi değilim," dedi o da gözlerimin içine bakıp. "Eğer bir iyilik yaptıysam daima onun karşılığını beklerim ve bunu dile getirmekten asla çekinmem."
"Değil mi?" dedim soğuk bir gülümsemeyle. "Karşındaki kız kardeşin bile olsa."
Eli kapının koluna gitti, açmadan önce, "O kız kardeş için kendimi feda etmiş bile olsam," diyerek beni onayladı ve arabadan inip kapıyı kapattı.
Bir süre onun yürüyüşünü izledim ve geldiği yer, Ekip'in o toplantı yaptığı yerdi. İnşaat. En son Sedat'la karşılaştığım yer, Koza'nın bana abim olduğunu söylediği yer. Korkularımla ağlayarak terk ettiğim yer. Şimdi onunla beraber gelmiştik ve Ekip'in üyelerini tek tek karşımda görecektim.
Bütün sorular da bütün cevaplar da anlamsızdı.
Arabanın kapısını sertçe açıp indiğimde ayaklarım kara gömüldü ve hâlâ yağmaya devam eden kara baktıktan sonra hızlı adımlarla Koza'nın girdiği inşaattan içeriye girdim ama öncesinde girişteki elektrik kutusunu açıp içinden her zaman gizli koyulan silahı da aldım, buradaki kimseye artık zerre güvenmiyordum ve öğrendiğim bir şey varsa, o da her zaman hazırlıklı olmaktı. Duygusal davranacak bir zaman değildi, duygusal olabilirdim ama duygusal davranmayacaktım.
Yankı'nın deri ceketinin cebine siyah silahı koymadan önce içinde şarjör var mı diye baktım ve dolu olduğunu görünce cebime yerleştirip Koza'nın arkasından yürümeye başladım. Önümdeki gölgesini izledim, başını çevirip bana bakmadı. Bir kat çıktık taş merdivenlerden, ardından bir kat daha, sonra üçüncü kata doğru giderken onların sesini işittim. Ekip'in üyelerinin sesini.
Caner'in sesini.
Sedat'ın sesini. Işık'ı vuran, sonra da Koza'nın vurduğu Sedat'ın sesini. Hâlâ Ekip'e üyeydi, öyle mi?
"O hâlâ burada mı?" diye sordum Koza'nın arkasından.
"Bir süreliğine," diye yanıt verdi ama dönüp de bana bakmadı. En sonunda üçüncü kata çıktığında hareketlenmeler olduğunu işittim, sandalyeler çekildi, sonra birileri ayaklandı. Bu inşaatın zemin katını anımsadım, Sokak Nöbetçileri'nin üyelerinin fotoğrafları vardı, Yankı onları görmüştü.
Burası benim evim değildi, olamazdı ama tekrar onların arasındaydım. Bir şekilde yollarımız kesişmişti.
"Hoş geldin," dedi biri, bu Cem'in sesiydi. "Önemli bir şey mi oldu?"
Koza cevap vermedi çünkü son basamağı da çıkıp karşılarında durduğumda hepsi tek tek dönüp bana baktı hatta Caner üç defa dönüp bakmak zorunda kaldı, Sedat ise kaşlarını kaldırıp sadece benim görebileceğim şekilde alayla gülümsedi. Hâlâ gülümseyebilirmiş gibi.
"Helin," dedi birkaç dakika sonra Cem abi. "Sen…" Koza'ya baktıktan sonra bana yine bana baktı. "Yoksa döndü mü aramıza?" Arka tarafta figüran gibi duran adamlar vardı, büyük ihtimalle Sedat tarafından eğitilmek için alınmışlardı.
Koza'dan önce davranıp, "Sizin aranıza döneceğime ölmeyi yeğlerim," diye iğneleyici bir sesle yanıtladım. Çıktığımız katta ortada kocaman bir masa vardı ve altı tane de bilgisayar. Kablolar birbirine dolanmıştı, bazı ekranlarda özel çekim kamera kayıtları görünüyordu, bazılarında sistem yazıları, bazılarında fotoğraflar. Hepsine tek tek bakarken, Sedat beni bir düşman gibi görüp ekranları tek tek kapattı.
Caner bana doğru yürüdüğünde gözlerimi ona öyle bir çevirdim ki bakışlarımla yerinde durmak zorunda kaldı. "Seni göreceğimi hiç düşünmüyordum," dedi Caner gözlerini açarak. "İş tamamlandı mı?"
Caner Ekip'in aslında en saf çocuğuydu. Alayla gülmek zorunda kaldım. "İş derken, ailemi kastediyorsun galiba," dediğimde Koza'nın bir sandalye çekip bilgisayarla ilgilenmeye başladığına şahit oldum. Onun yanına ilerledim.
"Ailen biziz," dedi Cem abi.
Koza omzunun üzerinden Cem'e baktıktan sonra gözlerini devirdi. Ona cevap verme gereği bile görmeden Koza'nın arkasından yaklaşıp, "Buraya neden geldiğimizi söyleyecek misin?" diye sordum ona.
Koza bana cevap vermeyip Cem'e döndü. "Harun Aktan'ın en son nerede görüldüğünü biliyor musunuz? GPS erişemiyorum, hata veriyor." Bilgisayardan başka başka tuşlara da bastı. Dayımın adı ve o lanet soyadı. Bu kadar kolay dile getirmesi dikkatimden kaçmamıştı ama Ekip'in hiçbir üyesinin yüzünde değişim olmadı, belki de hep aranan o adamlardan biri sanmışlardı.
Sedat sözü devraldı, sorulmadığı halde. "Telefon sinyalinden hemen bakabilirim," dedi Koza'ya.
Koza onu duymazlıktan gelerek, "Cem, telefon sinyaline bakıp bana söyle," deyip bakışlarını bana çevirdi. "Harun Aktan Ekip tarafından sürekli izleniyor. Arabasında bir takip cihazı var, evinde kameralar, ayrıca telefonu da izleme altında. Şimdi arabasına bakıyordum fakat takip cihazı engellenmiş gibi görünüyor." İki kaşının ortasında çizgi oluştu. "Bu senin kâbus görmediğini destekliyormuş gibi."
"Söylemiştim," dedim ters bir sesle. Korkmayı bekledim ama korku, içimde tarifi olmayan bir nefreti yeşertmeye başlamıştı. "O karşıma çıktı."
Cem bir bilgisayarın başına oturduğunda Caner karşıma geçti. "Nasıl gidiyor?" diye sordu sakince. "Yani o sokak köpekleriyle işler yolunda..."
"Bir daha onlara sokak köpekleri dersen Bartu'ya yerini söyler, seni köpeği yapmasına izin veririm." Koza gülümsedi, dakikalar sonra ilk defa gülümsediğini gördüm. Bir yandan da bilgisayarda başka başka dosyalara geçiş yapıyordu.
"Onlara sokak köpekleri deme," dedi Sedat, Cem'in omzuna elini koymuş, bilgisayara bakarken. "Onlar Helin'in ailesi." Sonra bakışlarını bana çevirdi, yüzümü inceledi. "Hoş, bakıldığı zaman bizi beğenmeyen Helin'in onlar tarafından da güzelce eğitildiğini görüyoruz." Gözleri çenemdeki morlukta ve patlayan dudağımdaydı.
Işık'ın sorumlusu Ekip'ti ve Sedat'tı. Onun acı çekmesine, belki de hâlâ başını yastığa koyduğu zaman ağlamasına neden olan kişi tam karşımdaydı. Eğildiğim yerde duruşumu dikleştirdim ve Koza'nın yanından ayrılıp Sedat'a doğru yürüdüm. Koza'nın göz ucuyla beni izlediğini biliyordum ama umurumda da değildi.
Karşısında durduğumda göz göze geldik. "Biliyor musun, senin nefes alman bile bu dünyaya hakaret," diye mırıldandım. Ardından kimsenin beklemediği bir anda yüzüne sert bir yumruk geçirdiğimde Cem olduğu yerde sarsıldı, Caner geriye adım attı ve Koza sırtını sandalyeye yaslayıp kollarını önünde bağladı. Sedat elinin tersini dudağına bastırdığında artık onun da dudağı patlamıştı. Beklemeden başka bir yumruğu daha burnuna geçirdiğimde acıyla inleyip geriye adım attı. Üzerine yürüdüm. "Bana karşılık ver Sedat," dedim dişlerimi sıkarak. "O zaman eğitilmek ne demekmiş görürsün."
"Hey," dedi Sedat, diğer elini de burnuna bastırdığında. "Derste değiliz, ne bu şiddet?"
Koza sakin bir sesle aramıza girdi. "Sedat, ona karşılık ver."
Sedat gözlerini Koza'ya çevirdiğinde ne demek istediğini anlamıyormuş gibi oldu. "Asıl sahip emir veriyor Sedat. Koza geri planda dururken kendini bizim sahibimiz sanıyordun ya, şimdi bana karşılık vermen gerektiğini söylüyor. O bana sahip değil ama asıl köpek sensin, sana sahip. Hadi, emrine uy."
Birkaç saniye düşündü, tek tek Ekip'in bütün üyelerinin yüzüne baktıktan sonra sanki hiçbir şey yapmayacakmış gibi başını önüne eğdiğinde darbenin hangi elinden geleceğini bile anlamıştım. Yarım saniyede sol elini kaldırıp bana savurduğunda hızlıca eğilip kasığına sert bir yumruk geçirdim; acıyla haykırıp tökezledi. Eli kasığına giderken bu sefer de karnına tekme attığımda sarsılarak sertçe yere düştü.
Eli kasığında yerde acıyla inlerken cebimden siyah silahı çıkardım ve kilidini açıp ona doğrulttum. Namlu tam alnına denk gelirken Sedat'ın acıdan gözleri dolmuştu ve üzerindeki beyaz gömleğin üst kısmı kana bulanmıştı. Ameliyatlı yerinin hasarı oldukça büyük olmalıydı.
"Sana bu silahı daha önce de doğrulttum," dedim kısık sesle. "Ama vicdanım önüme geçmişti çünkü lanet olsun ki bana bir bardak su verene karşı bile içimde kocaman bir minnet duygum olduğunu bana hatırlattılar. Bana hatırlatanlardan biri de kimdi, biliyor musun? Vurduğun kardeşim, Işık."
Cem bana doğru yürüdüğünde Koza, "Dokunma," diyerek onu uyardı. Herkes kaskatı kesilmiş bizi izliyordu. Sesi oldukça rahat gelen Koza'nın Sedat'ı sırf benim için bile sağ bıraktığını düşünmeye başlamıştım.
"Yapamazsın," dedi dişlerinin arasından Sedat acıyla. "Sana çok iyiliğim dokundu."
"Ve bana kötülüğün daha fazla dokundu," diye karşılık verdim. "İçimdeki vicdan ve minnet duygusunu teraziye koyduğum günlere geri döndüm." Elim titremedi, dizlerim titremedi, sesim bile titremedi. En son Sedat'a silah doğrulttuğum zaman ellerim titriyordu fakat şimdi o halimden eser yoktu. Hatta onun acı çeken yüzüne bakarken nefret duygum daha fazla katlanıyordu. "Yapamaz mıyım gerçekten Sedat?"
"Yapamazsın," dedi bir kez daha. Gülümsedim, sonra işaret parmağım tetiğin üzerine gitti.
"Sen öyle san." Bir an bile düşünmedim, bir an bile şüphe etmedim, gözümü bile kırpmadan parmağımı tetiğe bastırdığımda kurşun Sedat'ın alnının ortasına isabet etti ve başı parçalara ayrıldı. Yankı'nın üzerimdeki deri ceketine kan sıçradığında Sedat'ın gözleri açık ölü bedenine baktım. "Bu benim için değildi, Işık içindi."
Birkaç saniye sonunda korkmayı, pişman olmayı bekledim ama aksine onun ölü yüzüne bakarken kalbimin ortasına huzur yerleşti. Bana bu zamana kadar yaptıklarının öcü için değil, Işık'ın yaşadığı korku için. Sadece bununla da sınırlı değildi; yüzleştiğim kendim, asıl olması gereken kişiymiş gibi geliyordu.
Duruşumu dikleştirdim, başımı kaldırıp bütün Ekip üyelerinin yüzüne baktım, en sona da Koza'yı sakladım. Herkesin yüzünde büyük bir korku varken, Koza gerçekten içten bir şekilde gülümsüyordu. Yüzünde öyle keyifli bir ifade vardı ki dayanamayıp ben de ona gülümsedim ve hiçbir şey yokmuş gibi yanına yürüyüp silahı önündeki masaya koydum. Bilgisayara bakıp, "Kâbus olmadığına eminsin o halde?" dedim hiçbir şey olmamış gibi.
Koza hâlâ bana hayran hayran bakarken âdeta otuz iki dişi de görünüyordu. Çenesini sıvazladı, başını bilgisayara çevirdi ve kahkaha atarak elini alnına koydu. "Uzun zamandır hiç bu kadar keyiflenmemiştim," dedi kahkahasının arasından. Sesi gitgide yükselirken kendimi tutamayıp ben de kahkaha attım ve nedenini asla anlayamadım. Belki onun bu hali için, belki öfkeden, belki de yaşadığım onlarca duygu değişiminden. Belki de gerçekten aklımı kaçırıyordum, bu çok saçmaydı. İkimizin de kahkahası birbirine girerken, Ekip'in üyeleri Koza'ya değil bana bakıyorlardı. Koza’nın bu hallerine alışık olmalılardı ama onlara karşı her zaman ruhsuz olduğum için kahkaham bile onları bozguna uğratmıştı.
"Onun bu gece burada olması bile senin planın dahilindeydi, değil mi?" diye sordum gülerek. "Hatta onu Ekip'te tutmanın nedeni de öyle. Hatta ve hatta canlı bırakmanın nedeni de."
Kahkahası gülümsemeye dönüştü, boğazını temizledi ve oturduğu yerden omzuyla koluma vurup kısık bir sesle, "Biliyor musun?" dedi göz kırparak. "Eğer senin kardeşim olduğunu bile bilmeseydim az önceden sonra kardeşim olduğuna emin olurdum."
Gözlerimi devirip diğerlerine baktım ve bizi duyup duymadıklarını anlamaya çalıştım. Hepsinin gözlerindeki şaşkınlık asla silinmemişti. "Her neyse," dedim yeniden bilgisayara dönerken. "Burada daha fazla zaman kaybetmek istemiyorum. Sonuç ne?"
Ciddileşti ve ayağa kalkıp sandalyeyi itekledi. "Haklıymışsın," dedi. "İzini kaybettirdiğine göre senin peşinde olabilir." Cem'e uzaktan sigara hareketi yaptı, o da hızlıca paketini çıkarıp Koza'ya attı. Paketten bir sigara çıkarıp dudaklarının arasına yerleştiren Koza, atılan çakmakla da ucunu alevlendirdi. "Yeniden izini bulmak için elimden geleni yapacağım, ona ulaşmak için her yolu deneyeceğim." Başıyla merdivenlerin orayı gösterdi ve beraber yürümeye başladık, ardından durup Cem'e baktı. "Sedat'ı diğerlerinin yanına gömersiniz."
"Diğerlerinin yanına mı?" diye sordum kaşlarımı kaldırarak.
"Diğer öldürdüğüm insanların yanına yani," dedi şüphe bile etmeden. Merdivenleri ilk o indi; arkasından dudaklarım aralanmış bir şekilde baktım ve onu hiç bu açıdan görmediğimi fark ettim.
Birinci kata geldiğimizde, "Katil olduğunu bilmiyordum," dedim iğneleyici bir sesle.
"İnan hepsi yanlışlıkla oldu," deyip beni dalgaya aldı. "Yoksa hiçbirinin canını yakmak istememiştim."
Kaşlarım çatıldı. Zemin kata indiğimizde gözlerim bir aşağı kata kaydı ama bunu ona sormak yerine kendim bir şekilde cevapları alacağım için görmezlikten geldim. "Her şeyi zekâyla çözdüğünü sanıyordum Koza."
Dışarıya çıktık. Buz gibi hava yüzümüze çarptığında üzerindeki kıyafetlere yeniden bakıp homurdanarak, "Aşağıdan buz gibi hava giriyor," dedi siyah Gargamel kostümüne. "Bir pantolonum olsaydı çok daha iyiydi."
Soruma cevap vermesini bekledim ama hiçbir cevap vermediğinde çoktan arabaya varmıştık. Sürücü koltuğunun oraya geçmeden önce elindeki sigarayı söndürüp kapıyı açtı. "Zekâmın eşit olduğu insan sayısı az küçük kardeşim. Yoksa ben de isterdim zekâmla savaşayım ama gel gör ki çoğu insan geri zekâlı."
Sürücü koltuğuna yerleşti, ben de onun arkasından yolcu koltuğuna oturdum. Koza ısıtıcıyı çalıştırdı, ardından torpido gözünden ıslak mendil kutusunu çıkarıp kucağıma koydu. Neden verdiğini anladığımda içinden bir mendil çıkarıp deri ceketin üzerindeki kanları sildim. "Yankı'yla bu yüzden savaşmaktan keyif alıyorsun," diye mırıldandım.
"Aslında onunla beraber insanlarla savaşmaktan daha çok keyif alırdım fakat gel gör ki hayat bizi karşı karşıya getirdi." İnşaatın önünden ayrıldığımızda arabayı sonuna kadar hızlandırdı; gözlerim arabadaki saate kaydığında gecenin üç buçuğu olduğunu gördüm.
Uyumuş olabilirler miydi? Belki yorgun düşüp uyumuş olabilirlerdi ama Bartu'nun uyanık kaldığına emindim.
"Onu bulduğunda ne olacak?" diye sordum, kimi kastettiğimi anladı. "Onu bulduğunda bana bunu söyle, bilmek istiyorum."
"Neden?" dedi sakin bir sesle.
"Çünkü artık bir şeylerle yüzleşmenin vakti geldi."
"Yüzleşebilecek misin?" diye sordu bu kez de, şaşkın gibiydi ya da her neyse. "Onu sadece karşında görmek bile seni mahvetti."
Bakışlarım ona döndü, gözlerinin en derinine baktım. "Bana sadece onu bulduğunda söyle." Ardından dayanamayarak o iğneleyici cümleyi söyledim. "Senin aksine, onu sadece izlemeyeceğime eminim."
Üzerimdeki deri ceketi sildiğimde avcumun içindeki ıslak mendil elimi yakmıştı, Yankı ona avcuma bir şeyler sarmasını söylemişti ama Koza bunu çoktan unutmuştu. Söylediklerime hiçbir cevap vermedi, zaten cevap vermesini de beklemiyordum. Ama gözlerim avcuma odaklanmışken, "Ben Sonuncu gibi robot değilim," dedi. Beni izlediğini fark ettim. "İnsanların ruhsal ya da fiziksel yaralarını pek umursamam. Ama eğer sargı istiyorsan nöbetçi bir eczaneye uğrayabiliriz."
"Gerek yok." Parmaklarımı kıvırdım ve bakışlarımı pencereye çevirdim. Yankı'nın konusunun geçmesi bile kalbimin üzerine ağırlık çökmesine neden olmuştu. Kafamı dağıtmak için, "Ona neden Sonuncu diyorsun?" diye sordum. "Her seferinde Sokak Nöbetçileri'nin sonuncu üyesi olduğunu hatırlatmak için mi?"
"Sen neden bana Koza diyorsun?" diye sordu hemen.
"Çünkü adın bu."
"Hayır. Gerçek adımı hiçbir zaman merak etmedin, değil mi?" Evet, etmemiştim fakat ona cevap vermeyip karşımdaki yola bakmaya devam ettim. Kar durmuştu ama havada sis vardı. "Ona Sonuncu diyorum çünkü ona bu zamana kadar hep gerçek adıyla seslendim, Yankı olarak hiçbir zaman kabul etmedim."
"Ama o sana Koza diyor," dediğimde Yankı'nın da Koza'nın da gerçek adını hiçbir zaman doğru düzgün sorgulamadığımı fark ettim. "Ve Ekip üyeleri de sana Koza diyor."
"Çünkü ben bu adı sevdim; Sonuncu Yankı adını hiçbir zaman kabullenemedi."
"Ama kendisini Yankı diye tanıtıyor."
Koza inanamıyormuş gibi bana baktı. "Gerçekten onun hakkında bunu bile sorgulamadın, değil mi?" Başını iki yana salladı. "Onun hakkında ne biliyorsun?"
"Onunla paylaştığımız sırlarımızı sana anlatacak değilim Koza," diyerek ters bir cevap verdim. "Eğer ağzımı arıyorsan..."
"Onun hakkında hiçbir şey bilmiyorsun," deyip cümlemi yarıda kesti. "Merak ediyorum, acaba Sonuncu sende ne gördü de böyle aklını kaybetti." Gözlerini çevirip beni inceledi. "Kaşın gözün için desek, sanmıyorum. Çok daha iyilerini görmüştür."
Ağzımdan nefesimi verip, "Yine insanı çıldırtan tarafını açtın, değil mi?" diye sordum. "Senin gibi değil o. Işık'ın durmadan güzelliğini söylüyorsun."
Haylazca gülümsedi. "Ama çok güzel, değil mi? Hayatım boyunca ondan daha güzel bir kadın görmedim. Hatta göreceğimi bile sanmıyorum."
"Evet, çok güzel," dedim gözlerimi açarak. "Ama birine karşı ilgi duymak sadece güzellikle alakalı değildir Koza. Bunu da bilmelisin."
"Birine karşı ilgi duymak, onu robot olarak görmek de değildir," deyip daha sert lafı bana çarptı. "Evet, Nil çok güzel; evet, onu kimseyi arzulamadığım kadar arzuluyorum ama..."
"Koza!" dedim gür sesle. "Bu kadar açık sözlü olmak zorunda değilsin!"
Gözlerini devirdi. "Fakat bunlarla sınırlı değil. Eğer sadece güzelliğiyle sınırlı olsaydı çoktan bıkmıştım çünkü aynı güzel yüzü görmek insanı bir süre sonra sıkar. Ben ona her baktığımda daha farklı bir güzelliğini görüyorum. İkimizin arasındaki pek anlayabileceğin bir şey değil."
Şaşırdım ve bakışlarım yavaşça ona döndü; dalga mı geçiyor diye anlamak için gözlerinin içine baktım fakat yüzünde gülümseme olsa da dalga geçiyormuş gibi görünmüyordu. Arabayı o kadar hızlı kullanıyordu ki ışıklar yüzünü bir aydınlatıyor, bir karanlığa gömülmesine neden oluyordu. "Beni bazen çok şaşırtıyorsun," diye itiraf ettim. "Eğer Işık'a karşı gerçekten böyleysen..."
"Daha önce de söylemiştim," dedi başını sallayıp. "Aralarında tek zarar vermeyeceğim kişi Nil."
"Ama Bartu seni döver," dedim boş bulanarak. "Ve Mutlu seni çenesiyle öldürür."
Koza güldü. "Sokak Nöbetçileri damadı olacağım demedim küçük kardeşim," dedi göz ucuyla bana bakıp. "Hem onlardan izin alacak da değilim." Sonra aklına bir şey gelmiş gibi biraz daha gülüp başını iki yana salladı.
"Ne düşünüyorsun?" diye sordum.
"Hiç," dedi gülerek.
"Gülüyorsun," dedim kaşlarımı çatarak. "Yine hangi konuda iç sesin dalga geçiyor acaba?"
"Aklımda imkânsız bir sahne canlandı," deyip daha fazla güldü. "Beni; Sonuncu'dan, Bartu'dan ve Mutlu'dan Nil'i isterken düşünsene." Aklımda sahneler döndüğünde kendimi tutamayıp ben de güldüm. "Düşündün mü?" diye sordu. "Güzel. Şimdi de Sonuncu'yu seni benden isterken düşün." Dudaklarını büktü. "Verir miyim küçük kardeşimi ona? Asla."
Son söylediğinden sonra ne kadar dalga geçerse geçsin, yüzümdeki gülümseme silindi. Birkaç saniye kendime süre tanıdım, ardından, "Ona benim aslında kim olduğumu neden söylemiyorsun?" diye sordum.
"Sen söyleyebilirsin," dedi rahat bir sesle. "Olacakları göğüslenebileceksen eğer."
"İkinci defa böyle bir imada bulunuyorsun," dedim düşündüğümden daha sert sesle. "O benim küçükken hayatımı kurtarmış, bunu bilmek ona iyi hissettirir."
"Sen öyle san," deyip gözlerini devirdi ve tanıdık sokaklara girdiğimizi fark ettim. Eve varmak üzereydik. "Durma, olacakları görmek istiyorsan ona benim senin abin olduğumu söyle." Bakışları bana döndü. Kahverengi gözüne çarpan ışık, onu bir anlık korkutucu göstermişti. "Bu sandığın kadar basit bir kumar değil, basit bir oyun da değil. Onu onun silahıyla vuracağım. Bundan daha kötüsünü görmemiştir."
Hiçbir şey anlamadığımda önüme gelen saçlarımı geriye atıp bakışlarımı karşımdaki yola çevirdim. "Buna izin vermemek için onun yanında olacağım hatta engellemek için elimden geleni yapacağım." Yutkundum, Yankı'ya söylediklerimin ağırlığı göğsümü daha fazla ağrıtmaya başladı. "Daha önce de söyledim, ben onun tarafındayım."
Koza nefesini verdi, evin sokağına girdiğimizde, "Her insan hayatında Sonuncu gibi bir robot ister," diye en ağır cümleyi kurdu. "Sen de haklısın. Elbette onun yanında olmak istersin."
Boğazıma yumru oturduğunda arabayı durdurdu. Bakışlarım eve odaklanmışken, "Onu robot gibi görmüyorum," dedim. "Onu hiçbir zaman öyle görmek istemedim." İçten içe Yankı'ya böyle hissettirmemiş olduğumu ümit ettim. Yankı bana, “Sen bir robota yaşadığını hissettiriyorsun,” demişti. Eğer böyle hissettirseydim bu cümleyi kurmazdı. Fakat bugün söylediklerimden sonra bütün her şey tam tersine dönmüş olabilir miydi?
Kaçtığım bütün cümleler zihnimde çınladı, kalbimin üzerine çöken karanlık bulutlar dağıldı fakat yerine katran kadar ağır bir zehir oturdu. Ona, bana hiçbir zaman iyi gelmediğini söylemiştim fakat bu yalandı. Bana öyle bir iyi geldiği zamanlar olmuştu ki kalbimdeki huzurdan delireceğimi sanmıştım. Beni bazen öyle bir korumuştu ki ben bile kendimi böyle koruyamazdım. Ben acı çekerken, o karşımda benim acımı sırtlandı. Hatta bana dedi ki, sen acı çekme, ben senin yerine de acı çekerim. Bana böyle bir cümle kuran o adama, hayatımda kimseye yapmayacağım o bencilliği yapmıştım.
Nedeni de aslında açıktı. Çünkü Yankı'ydı. Öfkemi ona kusardım, nefretimi de, sevgimi de, hırsımı da. Ve ben onun bir kalbi olduğunu yine unutmuştum. Koza düşüncelerimi duyuyormuş gibi, "Pişmanlık bu hayatta en nefret ettiğim duygudur," dedi. "Ve en ağırıdır."
"Onu en iyi sen tanıyorsun," dedim yüzüne bakmadan. "Beni affedebilecek mi?"
Koza'nın gülümsediğini hissettim. "Şunu hiçbir zaman anlamıyorsunuz, değil mi?" dedi. "O her seferinde sizi değil, kendini affedemiyor. Bir yük de sen bindirdin omzuna."
Evin kapısı açıldı ve Bartu çıkıp arabaya doğru yürüdü. Gözlerim dolduğunda Koza'ya baktım, ardından gözümden yaş aktığında elimin tersiyle silip hızlıca arabadan indim. Bartu bana doğru yürürken ben de ona ilerledim. Göz göze geldiğimizde, "İyi misin?" diye sordu. "Gözlerimizi pencereden ayıramadık."
Titreyen bir sesle, "Yankı evde mi?" diye sordum.
"Duş alıyordu," dedi, bunu der demez yanında bile durmadan eve koşar adımlarla ilerledim. "Helin!" dedi arkamdan. "Neler oluyor?"
"Konuşacağız," dedim Bartu'ya dönüp. "Ama önce Yankı'yla konuşacağım." Sonra yeniden eve koştum.
Koza arabadan indi, Bartu'nun Koza'yı eve davet ettiğini işittim. Büyük ihtimalle onu sorguya çekecekti ama bunu umursamadım; açık kapıdan içeriye daldım ve botlarımı bir çırpıda çıkarıp üzerimdeki deri ceketi de vestiyere fırlattım. Merdivene ilerlediğimde önüme bir anda Işık çıktı. "Helin!" dedi bağırarak. Sonra boynuma sarıldı. "Bir sorun yok, değil mi?"
"Işık, sonra," dediğimde gözlerim oturma odasında ayakta duran Mutlu ve Lâl'e kaydı. İkisi de endişeyle bana bakıyordu ama Mutlu'nun yüzünde hâlâ bana karşı duyduğu o öfke de vardı, gizlemeye çalışsa da gizleyemiyordu. Onlara bakıp, "Özür dilerim," dedim. "Sizi endişelendirdim ama önce Yankı'yla konuşmam gerekiyor."
"Ama o duşta," dedi Işık fakat aldırış etmeden basamakları tırmandım, arkamdan Bartu ve Koza'nın sesini işittim. Üst kata çıktığımda kaybedecek tek bir dakikam bile yokmuş gibi hissediyordum; mantıksız mıydı bilmiyordum ama banyonun kapısının önüne geldiğimde bir an bile düşünmeden kapıyı açtım ve kilitli olmadığını fark ettiğimde rahatlamış bir nefes vererek gözlerimi kapattım.
Duşakabinin içinde onun çıplak siluetini görünce kalbim tekledi; su sesi geliyordu ve banyonun içini onun mentollü şampuanının kokusu sarmıştı. Tam olarak vücudunu göremiyordum ama bu bile kalbimin sıkışmasına yetmişti. Mantıksızlığı o an tamamen kavradım ama artık yapacak bir şey yoktu. "Yankı," diye ona seslendim. "Konuşabilir miyiz?"
Yankı donuklaştı, saçlarında olan ellerinin yavaşça aşağıya indiğini gördüm, sırtı bana dönüktü. Sesimi duydu fakat ilkin cevap vermedi. Gitmeden önce onun yüzüne hiç bakmamıştım ama şimdi yüzünü görebilmek için yanıp tutuşuyordum. "Bu şekilde mi?" diye dünyanın en mantıklı sorusunu sordu.
"Zaman kaybetmek istemedim," dedim ve sırtımı kapıya biraz daha yasladım.
"Helin, dışarı çıkar mısın?" derken başını omzuna doğru çevirdi. "Birazdan konuşuruz."
"Hayır," dedim üzerine basarak. "Şimdi konuşmak istiyorum." Yankı'nın omzu hareket etti, büyük ihtimalle nefesini verdi fakat bana hiçbir cevap vermedi. Su sesi devam etti, kendi içimde otuza kadar saydım ama yine hiçbir cevaba ulaşamadım. "Yankı," dedim daha yüksek bir sesle. "Lütfen konuşabilir miyiz?" Yine cevapsız bıraktı.
Hiçbir şey umurumda olmadı, kapının yanından ayrıldım ve hızlıca duşakabinin önüne gidip bir an bile düşünmeden sert bir şekilde duşakabinin kapağını kaydırdım. Yankı gözlerini kocaman açıp omzunun üzerinden bana bakarken, "Konuşalım," dedim. "Eğer cevapsız kalmaya devam edeceksen yanına gireceğim."
Çırılçıplaktı fakat gözlerinden başka hiçbir noktaya bakmamak için ekstra çaba sarf ettim. Bazen inanılmaz cesur olabiliyorken, bazen de inanılmaz derecede cesaretimi kaybediyordum, bunu biliyordum. Ve cesaretimin en çok ne zamanlar ortaya çıktığını yeni anlamıştım. Ne zaman Yankı'yı kaybedecek gibi olsam önünü alamayacağım bir cesaret içimde filizleniyordu.
Bana döndü, gözleri kocaman açıldı. Başından aşağıya duştan su akarken dudaklarını araladı. Biliyordum, başka bir zaman olsa yanına girmem için elinden geleni yapardı hatta bunun üzerinden beni utandıracak onlarca laf söylerdi fakat bu sefer yapmadı. Su kumral teninden yüzüne, oradan da omuzlarına akarken gözlerim daha aşağılara indi fakat göğüs kafesine geldiğimde yutkundum.
Yankı elinin tersiyle suyu kapattığında, "Kafayı mı yedin?" diye sordu. Gözlerindeki duyguları okumaya çalıştım ama o an sadece ve sadece şaşkınlık vardı. "Birkaç dakika bekleyecektin sadece."
"Birkaç dakikam yok." Eliyle alnına yapışan saçları geriye attığında bütün duygularımdan uzaklaştım ve tek bir duyguyu hissettim: acı. Yankı'nın elinin tersi tırnak izleriyle doluydu ve büyük ihtimalle bunları kriz geçirirken ben yapmıştım. Bakışlarım eline odaklandığında bunu benden hızlıca gizleyip aşağıya indirdi. Bakışlarım turkuaz gözlerinden ayrılmazken, kapının arkasına asılı olan beyaz bir havluyu aldı ve onunla saçlarını karıştırdı ama bunu yaparken o da gözlerini gözlerimden ayırmadı. Ardından havluyu beline takıp sakin bir sesle, "Ona elini sarması gerektiğini söylemiştim," dedi. "Yapmamış." Ne zaman elime baktı, bilmiyordum.
"Onun yapmasını istemedim," dedim başımı eğerek. "Sen sar istedim."
Turkuaz gözlerinin üzerine çöken duvarda çatlak bile oluşmadı ama dudaklarına silik bir tebessüm oturdu; bu tebessümü, bana cümlelerimi hatta Koza'yla gidişimi hatırlatır cinstendi. Fakat yine hiçbir şey demedi. "O halde gel," dedi ve banyonun kapısını açıp başıyla bana işaret verdi. "Eline bakalım."
Beni beklemeden banyodan çıktı, ben de onun arkasından ilerledim ve beraber odasına girdik. Aşağı kattan Bartu'nun sesini duyabiliyordum, Koza'nın sesi ise yoktu. "Tek mi geldin?" diye sordu giysi dolabına yürürken. Kapıyı kapattım; oturmayıp onun arkasında durdum fakat başka bir detay dikkatimi çektim. Giysi dolabının iç tarafında fotoğraflar vardı, daha önce de şöyle bir bakıp geçmiştim ama şimdi daha fazla dikkatimi çekiyordu.
Sokak Nöbetçileri'nin hepsinin çocukluk fotoğraflarıydı. Lâl ve Bartu, beraber çekildikleri bir fotoğraf, Mutlu ve Işık'ın da öyle. Hatta dördünün beraber de vardı; Lâl yüzünü asmıştı, büyük ihtimalle Yankı makineyi onun elinden alıp fotoğrafı çekmiş olmalıydı. Fakat kendisinin çocukluk fotoğrafı yoktu, kardeşlerinin fotoğrafları vardı.
Bir de benim fotoğrafım. Çocukluk fotoğrafı değildi; zaten onun elinde de çocukluk fotoğrafım yoktu, bunu biliyordum. Saçlarımın uzun olduğu zamana ait bir fotoğraftı; aşağıdaki odada, koltukta kahkaha atarken çekilmişti. Haberim bile yoktu. Gizli gizli çekilmiş olmalıydı.
Nereye baktığımı gördüğünde kapağı yavaşça kapattı, dolabından beyaz bir sargı bezi ve tentürdiyot çıkardığını gördüm. Elindekileri yatağın üzerine koyarken, "Fotoğrafımı çekmişsin yine gizli gizli," dedim kısık sesle.
"Telefonum nasıl fotoğraf çekiyor diye test ediyordum," dedi ağız ucuyla. "Güzel çekiyormuş."
"Öyledir," diye mırıldanarak yatağa yürüdüm fakat o giysi dolabının çekmesini açıp siyah bir baksır çıkardı. Dikkatimi ona vermemeye çalışarak pencereye odaklandım. "Şu an dikkat ettim..." Ve bu yüzden kendimden nefret ettim. "Neden kendi çocukluk fotoğrafını da yapıştırmadın?"
Altındaki havluyu bir çırpıda çıkarıp yatağın üzerine attı. Yutkunduğumda ona bakmamak için daha fazla çaba sarf ettim ama vücudundan burnuma dolan şampuanın kokusunu bile alabiliyordum. Ağır ağır, bana işkence vererek altına baksır giydiğinde, "Sevmediğim bir şeyi neden yapıştırayım?" diye sordu karşılık olarak. "İnsan baktığında canını sıkmayacak şeyleri izlemekten keyif alır."
"Çocukluğunu sevmiyorsun," dedim fakat bu bir soru cümlesiydi aslında. O an, onunla çocukluğu hakkında çok nadir konuştuğumuzu fark ettim.
Başıyla yatağı gösterdi. Emrine uyarak yatağa oturduğumda hızlıca üzerine siyah bir tişört geçirip yanıma oturdu. Söylediğimi ne onayladı ne de reddetti. Yankı yine gerekmedikçe konuşmuyordu, bu hallerini çok iyi biliyordum.
İçine kapanmıştı, tamamen hem de. Onu konuşturmak bu kadar zorken şimdi yine en başa dönmüştük ve suçlusu bendim. Elini uzatıp elimi tutmak istedi ama duraksayıp gözlerini gözlerime çevirdi. "Dokunacağım eğer müsaaden varsa," dedi. Sesinde ufacık bir ima bile yoktu fakat izin alması bile kalbimin acımasına neden oldu.
Elimi elinin içine bıraktığımda gözleri gözlerimden ayrıldı ve hep öptüğü avcumun içine baktığında yüzünü buruşturdu. Diğer elinin işaret parmağıyla dokunduğunda acıdı fakat ona göstermemek için çaba sarf ettim. "Çok acıyordur," diye mırıldandı ağzının içinde. Beni kurtardığı gün de bu cümleyi kurmuştu. "Şimdi ilacı dökünce daha fazla acıyacak ama mikrobu temizler."
"Yap şunu Yankı," dedim gözlerimi kapatarak. "Emin ol, fiziksel acı umurumda bile değil şu an." Birkaç saniye geçti, büyük ihtimalle beni izledi, ardından ilaç şişesinin kapağının açıldığını duydum, sonra da avcumun içinde soğuk bir acı. Dişlerimi sıktığımda parmaklarımı içeriye bükmek istedim ama Yankı engelleyerek sürdüğü pamuğu olabilecek en nahif şekilde yaydı. Avcumun içi ateşe dönüştüğünde elimi kaldırdı ve nefesini verip üfleyerek hafifletmeye çalıştı. Beni kurtardığında da ayağımdaki yara izlerini üflemişti.
Aslında hiçbir şey değişmiyordu, o aynı çocuktu ve ben şu an aynı çocuktum.
Ona açıklamalar borçluydum, ona özürler borçluydum ama nasıl başlamam gerektiğini bir türlü bulamıyordum. Canımın acısıyla, dişlerimi sıkarak, "Acaba senin canını da bu kadar yakmış olabilir miyim?" diye belki de dünyanın en mantıksız sorusunu sordum. Avcuma sürdüğü pamuk duraksadı fakat sonra işine devam etti. Hemen cevap vermesini bekledim ama beni cevapsız bıraktı. Acı yavaş yavaş geçmeye başladığında, "Bu kadar kısa da sürmemiştir üstelik," diye devam ettim. Yankı yine sessizliğini korudu. Gözlerimi araladığımda avcumun içine baktığını gördüm, kaşları çatıktı. Beyaz sargı bezini alıp avcumu sarmaya başladığında bana bir kez olsun bakmadı. "Yine susacaksın, değil mi?" dedim. "Yine bana hiçbir şey söylemeyeceksin."
Yankı Sarca yalanlardan nefret ederdi, belki de bunun yüzünden sustu ama yine sustu. Birkaç dakika sonunda bezi sarıp yarabandıyla sabitlediğinde gözleri gözlerime kaydı ve sonra dudaklarıma baktı. Parmakları çeneme dokundu. "Morarmış," dedi. "Buna yapılacak bir şey yokmuş gibi görünüyor."
"Yankı, bana cevap ver," dedim yüzüne dikkatle bakarak ama onun gözleri gözlerim dışında her yerde oyalandı. "Sen susunca ben daha fazla delirecek gibi oluyorum." Parmaklarını çenemden uzaklaştırıp ilaçları toplamaya başladı. "Kahretsin," dedim dişlerimi sıkarak acıyla. "Ne olur bana bir şey söyle." Yine hiçbir şey söylemedi, malzemeleri toplayıp yataktan kalktığında sağlam elimle bileğini sertçe tuttum. "Bir insana kalbinin kırıldığını söylemek kötü bir şey değil." Yataktan kalktım ve elinde tuttuğu malzemeleri alıp yatağa fırlattım. "Aklından geçenleri bilmem gerekiyor, eğer bilirsem daha kolay kalbini onarabilirim."
"Kalbimi onarmana gerek yok," diye karşılık verdi sakin bir sesle. "Çünkü ben hiç onaramamışım."
"Öyle değil." Dişlerimi sıktım, kendime öfkelendim, sesim titredi. "Yemin ederim, öyle değil. O an canım çok acıyordu, o an hiç geçmemiş sandım, o an aynı kadınım sandım. Aynı çocuğum sandım. Beni anlaman gerekiyor, hep anlarsın." Ardından bir kez daha kendime öfkelendim, yine ona robot muamelesi yaptım. "Anlamanı istiyorum," diye düzelttim ama çoktan iş işten geçmişti. "İçimden geçen cümleler değildi onlar, söyleyen ben değildim."
"Söyleyen çocukluğun muydu?" diye sordu. Başka hiçbir şey demedi ama gözlerindeki duvarın titrediğini gördüm, eğer yıkılırsa altından nasıl kalkardım bilmiyordum.
"Belki de öyleydi," dedim. "Kendimde değildim, bir anlık sana patladım." Bileğini bıraktım ve ellerimle yüzünü kapattım. "Evet, sana da patlamamam gerekiyordu ama nedense o an bunu yaptım. Biliyorum, öyle davranmamam gerekiyordu."
"Alışkın olduğum bir durum," diye geçiştirdi beni; sesindeki sakinlik, kendimden daha fazla nefret etmeme neden oldu. "Artık acı çekmiyor musun?" Ellerimi yüzümden çektiğimde bakışlarımız kesişti.
"Şu an acı hissetmiyorum," deyip parmaklarımı kıvırdım ve içine kan oturmuş tırnaklarımla avcumdaki sargı bezini aşındırdım. Canımı yakmak istedim. "Tek hissettiğim pişmanlık."
"O halde Koza acılarına iyi gelmiş olmalı," dedi. Bunu söylerken öfkelenmesini bekledim ama öyle bir şey yoktu.
Dürüst ol, dedim kendi kendime, arkasında dur yaptıklarının ama onu da parçalama. Seni anlamasını sağla. "Koza'ya acılarımı sunmadım," dedim bana dönük sırtına bakarken. "Sadece geçmişimdeki acıyı en iyi o biliyor, ondan başkasıyla o an konuşamazdım."
Gözlerimde pişmanlık görmek için mi öyle uzun baktı bana bilmiyordum, belki de anlamak istedi ama ben ona bakarken, kıyameti bile aratmayacak bir şey oldu. Turkuaz gözlerinin üzerine çektiği duvar bir anda yıkıldı, üstelik çatlaklar bırakarak da değil, bir anda yerle bir oldu ve arkasında kalan kırgın adamı gördüm. Bana öylesine büyük bir kırgınlıkla baktı ki altında ezildiğimi hissettim, canım daha fazla yanmaz sanıyorken, daha da fazla yandı.
"Bütün yaşlarını iyileştireceğimi söylemiştim," dedi, sesinde kendine karşı nefret vardı. "Benden sonrası değil, benden öncesi için, bütün yaşların adına senin için çabalayacağımı söylemiştim. Ama senin saçlarını kesti diye nefret ettiğim bu ellerimden geleni yapamamışım." Omzunu kaldırıp indirdi. "Çünkü bütün zamanlarında olan ben değilmişim, Koza'ymış." Gözlerini başka yöne çevirdi, arkamda kalan bir noktaya odaklandı. "Ama bil diye söylüyorum Helin. Senin acını bilmeme gerek yok, geçmişinde olmama da gerek yok. Sen karşımda acı çekerken, çaresizlikten kendi içimde defalarca öldüm bu gece senin için."
Kendimi onun yerine koyduğum zaman çaresizliğini ben de hissettim ve görünenin ne olduğunu anladım. Ona kırıcı cümleler kurmuştum, yetmemiş, bana yardımcı olmasını istememiştim ve Koza'ya kollarımı açmıştım. Görünen buydu, anladığı buydu, asıl olan da buydu. Fakat bunların hiçbirini isteyerek yapmamıştım. Bütün bunlar sonucunda Yankı bana nefretini kussun, beni suçlasın istedim ama o yine kendini suçlayacak bir neden bulmuştu, çaresizlik ise en kötü duyguydu bana kalırsa.
Bana baktığın gibi bir başkasına bakma demişti, bana güvendiğin kadar başkasına güvenme, bana ellerini sunduğun gibi bir başkasına ellerini sunma. Ama işlerin tam tersine döndüğünü düşündüğüne emindim. "Sana baktığım gibi başkasına bakmadım," dedim en içten duygularımla. "Sana güvendiğim kadar başkasına güvenmedim, senden başka kimseye de ellerimi sunmadım."
Yine yüzüme bakmadı. "Henüz yeni başlıyoruz," diye mırıldandı ağzının içinde. "Ben artık geleceği görmeye başladım." Ne demek istiyordu?
"Nasıl yani?" diye sorup başımı omzuma yatırdım ve gözlerinin içine bakıp neler düşündüğünü anlamaya çalıştım. Bu nasıl geçecekti bilmiyordum. "Bir gün seninle düşman olacağımızı mı söylemeye çalışıyorsun? Eğer öyleyse unut bunu, bir daha seninle düşman gibi olamam."
"Helga ve George," dedi, ardından bakışlarını yeniden bana çevirdi. "En azılı düşmanlardı ve ikisi de birbirini öldürmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Helga bir ajandı, George’sa üstün bir savaşçı. Tek amaçları, birinin kazanmasaydı, hangisinin kazanacağı ise belirsizdi. Her şeyi denediler ama birbirlerini öldüremediler. Helga George için en keskin silahını kullandı en sonunda, George'a yaşadığını hissettirdi. George ise Helga için her şeyini verdi, kendinden bile vazgeçerek çünkü Helga için kimse kendinden vazgeçmemişti. Yalanlar ve gerçekler birbirine karıştı, savaşmayı unuttular ve birbirleriyle savaşmak yerine başkalarıyla savaştılar. Ama sonra ne oldu, biliyor musun? Düşman oldular." Yanımdan geçip yürüdü, arkasından bakarken dolabın olduğu yere gitti, ardından dolabın arkasından üzeri örtülü bir tablo çıkardı. Kalbim teklediğinde tablonun örtüsünü tek çırpıda çekip attı. Gözlerimin önüne muhteşem bir tablo serildi. "O gece, Helga George'un ayaklarına kapanıp özür diledi, yalanları için. George onu dizlerine yatırdı, ayaklarına kapanmasını izin vermedi. Birbirlerini öptüler ama bu son öpücüktü. Biri rol yaptı."
William Orpen, Night (1907).
Yeniden sesim titredi, elim kalbime gitti. "Neden son öpücük?" diye sordum.
Yankı bakışlarını tabloya çevirdi. "Ellerine bak, ikisinin de arkada," dedi gözleriyle göstererek. "Aralarından bir tanesi, şahdamarını kesti karşısındakinin. Kimisi George olduğunu söylüyor, kimisi Helga olduğunu. Sonuç olarak birisi kazanmış oldu." Bakışları yeniden bana döndü. "Yeni yılın kutlu olsun Helin. Bu benim sana hediyem. Bu tabloyu parçalamak sadece bizim elimizde. Ama bu tablodaki Helga ve George olmak da bizim elimizde. Bunu ben hiç unutmayacağım, sen de unutma."
"Yankı," dedim korkarak ona doğru ilerleyip. "Sana bir robot gibi hissettirdiğim için özür dilerim."
Tabloyu giysi dolabına yasladı ve ellerini çırpıp, "Koza aşağıda mı?" diye sordu. Yine cevap vermedi, yine kendi içinde yalnız kaldı.
"Bilmiyorum, sanırım aşağıda," deyip ona biraz daha yaklaştım. Gözlerindeki kırgınlık geçmişti ama bana uzak bakıyordu, uzun zamandır gülümsemesine alıştığım Yankı gülümsemiyordu. Bir daha ne zaman gülümserdi içten bir şekilde, bilmiyordum. "Bugünü atlatamayacağız, değil mi?" Sesim titredi, sesim titrediği anda Yankı kaşlarını çatarak yutkundu. Gözlerini kapatıp nefesini verdiğinde parmakları burun kemerine gitti. "Yeniden uzaklaşacağız birbirimizden, değil mi?"
Gözlerini açtı, bir kez daha nefes verdi. "Aklımı durduruyorsun, aklımı," dedi kelimelerin üzerine basarak, defalarca söylediğini tekrar edip. "Ben istesem de senden uzak kalamıyorum ki." Ardından bir cevap bile beklemeden giysi dolabından gri bir eşofman altı çıkardı, onu giyip sonra da odasındaki çekmecesini açtı. Bir kutu aldı ama bakışları bana dönmedi bile. Ardından odadan hızlı adımlarla çıktığında ben de peşinden ilerledim.
"Yankı," dedim arkasından ama durmadı. Merdivenlerden inerken ona yetişmeye çalıştım. Aşağı kattan gelen mırıltıları işitebiliyordum. Yankı benden önce odaya giren ilk kişi oldu, sonra mırıltılar kesildi. Onun arkasından ben de hızla odaya daldığımda hepsini gördüm. Koza hâlâ buradaydı.
Bartu ve Koza masada oturmuşlardı, Koza'nın elinde sigara vardı. Mutlu ile Işık koltuktaydı. Lâl ayakta, pencerenin önündeydi. İçeri girdiğimizde hepsinin bakışları bize döndü. Bartu'yla göz göze geldiğimizde omzumu kaldırıp indirdim ve ona doğru yürüdüm, o da oturduğu sandalyeden kalkıp dudaklarını birbirine bastırdı. Kolumu onun beline sarıp başımı omzuna yasladım. Bartu elini omzuma atıp, "Geçecek," dedi; Yankı'yı mı kastetti, benim acılarımı mı bilmiyordum. "Biz seni biliyoruz."
Bartu'ya ne olursa olsun sarıldım.
Onların bildiği Helin, gerçek Helin değildi ama bunu ona söyleyemedim. Koza'nın bakışları Bartu ile bana döndüğünde gözlerinden anlam veremediğim bir ifade geçti, düşündüğümden daha uzun süre bizi izledi ve ben Bartu'ya bir abiye sarılır gibi daha sıkı tutundum. İmrenme olabilir miydi? Hiç sanmıyordum, Koza öyle bir adam değildi.
Bir şeylerin acısını çıkarmak istermiş gibi Koza gülümsediğinde Yankı'ya, "Helin'i iyileştirdim de getirdim," dedi imayla. "Elini de sana bıraktım, için rahatlasın diye. Sürprizimi beğendin mi?"
Yankı onu duymazlıktan gelip masanın üzerine kutuyu hafifçe attı. "Hediyen, Koza," dedi sakin bir sesle. "Üzerinden zaman geçmeden vermek istedim."
"Ne aldın bana?" Koza eline kutuyu alıp salladı, tuhaf bir ses çıktı. "Yoksa Nil ve benim için yeni bir ev mi?"
"Boş yapmayı bıraksan keşke biraz," diyen Bartu parmaklarıyla omzumu okşuyordu. "Sen ancak rüyanda görürsün Işık'ı."
"Görmediğimi kim söylemiş?" Bakışları Işık'a kaydı, dudaklarını ısırdı. "Öyle güzel rüyalar ki..."
Mutlu diğer taraftan Koza'nın yüzüne yastık attı. "Zaten canım burnumda, yemin ederim oraya gelir seni nefesin kesilene kadar öperim Kelebek." Koza yüzünü buruşturduğunda kutuyu bir kez daha salladı.
"Sana önceden söz vermiştim," dedi Yankı uzak bir sesle. "Sözlerimi tutmadan ölmek istemem, beni bilirsin."
Koza anlamayarak Yankı'nın gözlerinin içine baktı, sonra siyah kutuyu masanın üzerine koyup yavaşça kapağını açtı. Göremediğimiz için Bartu'yla aynı anda öne bir adım attık, ardından birbirimize bakıp dudaklarımızı büktük. Çünkü hiçbir şey anlayamadık. Fakat Koza nefesini tuttuğunda ve dudakları aralandığında içinden bir kitap çıkardı. İnce kitabı parmaklarının arasında tutup, "Masal kitapları," dedi şaşkınlıkla. Sonra diğerlerini de çıkardı. İçinde ona yakın masal kitabı vardı, hepsi de ilkokul seviyesindeydi. Birkaç dakika onlara baktıktan sonra gözlerini Yankı'ya çevirip yutkundu. "Hiç masal bilmediğimi nasıl unutmadın?" diye sordu.
"Sana bir gün Peter Pan'ı anlatacağım konusunda söz vermiştim," dedi, sonra masanın üzerindeki Koza'nın sigara paketinden bir sigara aldı ve ucunu yaktıktan sonra nefesi havaya üfledi. "Ben de tam bilmiyorum ama bir gün sana okumak için aldım." Koza Yankı'ya bakarken ayağa kalktı, masal kitaplarını kutunun içine geri koydu. Yankı'ya bugün ikinci defa büyük bir merhametle baktı; elini kaldırdı, sonra geri indirdi, sarılacak mıydı yoksa dokunacak mıydı anlamadım ama gözlerini Yankı'nın üzerinden çekti.
"O çocuk değilim artık, buna gerek yoktu," dedi ağız ucuyla.
"Ama ben senin aksine hâlâ sözlerini tutan o çocuğum," diye karşılık verdi Yankı.
Lâl kollarını önünde bağlayıp Koza'ya çenesini kaldırarak baktı. Koza bunu fark etti ve bakışlarını ona çevirdi, o gözlerindeki merhamet silinirken yerini nefrete bıraktı. Lâl'in baktığından daha üstün bir şekilde ona karşılık verdi. "Madem hediyeleri veriyoruz," deyip gözlerini Yankı'ya çevirdi. Lâl'i görmek bile onu bulunduğu durumdan çıkardı, sanki birkaç saniyede maskesini taktı. "Helin'e hediyemi de vereyim o halde." Yankı kasıldı. Koza'nın bakışları bana döndü. "Benimle beraber bir göreve katılacaksın, hediyen görev sonundaki kazancın olacak." Yankı daha fazla kasıldı, Koza bu sefer ona döndü, ardından Bartu'ya ve diğerlerine. "Eğer isterseniz siz de gelirsiniz."
En başından, bu hediyeyi ayarlarken bile onların katılacağından yüzde yüz emin olduğunu biliyordum. Hatta bütün planlarını buna göre yapmış olmalıydı. "Ne görevi?" diye sordum. Boş bulunarak, "Eskiden olduğu gibi mi?" dedim.
Yankı direkt kabullenmiş olduğumu fark ettiği anda bu sefer de bana dönüp baktı. Koza başını sallayarak, "Sarıkamış'a gideceğiz, Kars'a yani," dedi. Kayak yapılan yerden bahsediyor olmalıydı, nedense bir yerlerden tanıdık geldi ama anılarımın içine tamamen dalamadım. "Uçak biletlerimizi aldım, geriye sadece plan yapmak kaldı."
"Onu seninle baş başa göndereceğimizi sanıyorsan yanılıyorsun," dedi Bartu baskın bir sesle.
Mutlu beni şaşırtarak, "Bunu zaten düşünmüştür," diye atladı. "Baksanıza, planını bile yapmamış."
Koza Mutlu'ya gözünü kırptı. "Zeki çocuk."
"Ya gelmek istemezsem?" diye sordum. "O zaman ne olacak?"
Koza kaşlarını kaldırdı, bana büyük bir imayla baktı. "Sence istemeyecek misin?"
Yankı sabrının son demlerine geliyormuş gibi nefesini verip, "Koza," dedi kendini tutamayarak. "Önce seninle konuşalım." Bir adım öne çıkıp Koza'ya yaklaştı. "Baş başa. Sonra bunlar tartışılır."
Koza ellerini kaldırdı, dudakları o şeklini aldı ve ıslık çaldı. "İşte bu etkileyiciydi. Ne hakkında?"
Yankı ona biraz daha yaklaştı, elini masanın üzerine koyup başını omzuna yatırdı. Koza'nın tam gözlerinin içine bakarak, "Harun Aktan hakkında," dedi kalbimin üzerine sert bir darbe indirerek. Koza, direkt bana baktı, ardından Yankı'yla yeniden göz göze geldiklerinde kalbimin iki yüzünü de onlara bakarken gördüm. Kalbin iki yüzü de hem nefrete bulanmıştı, hem sevgiye hem merhamete hem kine. Hem de çok büyük bir acıya...
Paragraf Yorumları