logo

28. KİMSESİZ YÜZLER

Views 216 Comments 1

Işık Sarca'nın güncesinden...

22.02.2010

Bugün burada onuncu günüm. İnsanlar ruh gibi, insanlar cansız gibi.

Yan odamda bir kadın kalıyor, boynunda kendini astığı için iplerin izleri var. Karşımdaki odada bir kadın felçli, kendini vurmaya çalışmış. Çaprazımda olan odadaki adam kendisini beşinci katın balkonundan aşağıya atmış, bacakları artık tutmuyor.

Ben varım. Bileğimde hâlâ bir sargı bezi, önümde beni uyuşturan ilaçlar ve kulaklarıma dolan rahatlatıcı müzik.

Buraya intihar ettiğim için kapattılar ama bilmiyorlar ki ben intihara teşebbüs etmedim.
Beni intihara zorunlu kıldılar.

Burada diğerlerinden farklı bir adam daha var.

Bir gözü kahverengi, bir gözü mavi.

Onun bileklerinde sargılar yok, boynunda izler yok, bacakları sağlam, felçli değil ama tuhaf bakıyor. Beni izlerken gülümsüyor, gülümserken gözlerimin içine bakıyor. Her gün farklı bir kıyafet giyiyor ama boynunda bir kolyesi var, o kolyeyi çıkarmıyor.

Her seferinde odama giriyor, bana bırakılan ilaçları önümden alıyor, ilaçların yerine bir jilet bırakıyor.

Odadan çıkmadan önce tek bir cümle söylüyor:

"Yaşamaya çalış güzel kız."

Yaşamaya çalışıyorum ama o ölmek istiyor gibi bakıyor.

"İstenmeyen Sokak Nöbetçisi, Işık Sarca"

Bu hayatta öğrenilmesi en zor olan kimsesizliktir ve sen kimsesizsin, derdi dayım ben küçükken. Elleri saçlarımda gezinirken öylesine bir cümleyi dile getiriyormuş gibiydi ama o cümlesinin hayatıma yön vereceğini bilemezdim.

Bana zarar vermediği ya da canının bana kötülükle dokunmak istemediği zamanlardan biriydi. Altı yaşımdaydım diye hatırlıyorum, belki de yedi yaşıma girmek üzereydim. Işıklar normal renkteydi, gündüzdü; yazın kavurucu sıcağında beni kucağına oturtmuş, elleriyle saçlarımı okşuyordu.

Tedirginlikle onun yanından uzaklaşmak istesem de öte yandan onun hayatımdaki tek yaşayan akrabam olduğunu da biliyordum. Korkuyla annemi anlatmasını istemiştim ondan ama bana bir cevap vermemişti fakat dakikalar sonra kalkıp elinde bir fotoğraf karesiyle geldiğinde onu elime nefretle değil, özlemle bırakmıştı.

İlk dikkatimi çeken, annemin simsiyah kocaman gözleriydi, küt kesilmiş saçları ve kalkık burnu. Yüzünde tebessüm vardı ama içten olmadığı her halinden belliydi. Hevesle gözlerimi dayıma çevirmiş, anneme benzeyip benzemediğimi sormuştum.

Bir süre yüzümü inceledikten sonra, sen annenden çok daha güzel bir kadın olacaksın, demişti. Ama kaderin de onunla aynı olacakmış gibi hissediyorum kızım. Tek bir kurşun seni öldürecek.

Bir silahla şakağından kendini vurduğunu söylüyordu. Ya da kalbinden. Ya da başka bir yerinden, fark etmez ama kendini öldürmüştü, dayım beni buna inandırmıştı.

O an, o zamana kadar ona babamı sormadığımı hiç anımsadım. Dudaklarım aralanmıştı, sormak istemiştim ama bakışlarıyla sanki ne sormak istediğimi anlamıştı da işaret parmağını dudaklarına götürüp beni susturmuş, sonra tekrar kucağına çekip saçlarımı sevmeye devam etmişti.

Elimde tuttuğum fotoğraf karesine bakarken onun saçlarımda gezinen parmaklarını, annemin saçlarımda gezinen parmakları gibi hissetmeyi ölesiye istemiştim ama bu imkânsızdı çünkü annem, kardeşi kadar kötü kalpli olamazdı.

Kötü olamayacak kadar kendinden nefret etmiş, bu hayatı bırakıp gitmişti.

Sonra yedi yaşımda onun yanından kurtulduğumda bana söylediği cümle durmadan kendime tekrar ettiğim cümle oldu.

Bu hayatta öğrenilmesi en zor olan kimsesizliktir ve sen kimsesizsin.

Yetimhanede bir ailem olması için çabaladığım günleri de anımsıyordum. Gerçekten de kimsesizlikten kurtulmak için elimden gelen her şeyi yapmıştım. Aileler ziyarete geldiği zamanlar en güzel kıyafeti giyer, saçlarımı en güzel şekilde tarardım. Kendimi hiçbir zaman kimsesiz gibi hissetmemiştim ve içimde hep bir ümit, bir ailenin beni evlatlık isteyeceği vardı.

Bu hiçbir zaman olmadı çünkü yedi yaşımda insanlar, dayımın vücudumda bıraktığı izlerden korktular ve o izlerin geçmesi bir yılımı aldı. Sekiz ve dokuz yaşlarımda yetimhanedeki çocuklar tarafından sevilmediğimden aileler her geldiğinde tuvalete kilitlendim.

On yaşımda ise fazlasıyla büyüdüğüm için aileler yüzüme bile bakmadı. Hatta hiç unutamıyorum, bir kadın bana yaklaşıp çocuk mu, diye sormuştu benim için. Sonra da alayla eklemişti: Benden daha büyük görünüyor.

Bütün bunlara rağmen kimsesiz olduğuma inanmamak için çaba sarf ettim. Ailem olmuyorsa arkadaşlarım olabilir dedim. Yetimhanedekiler benden nefret ettiğinden okuldaki arkadaşlarımla iyi geçinmek için uğraştım ama hiçbirisi benim yüzüme bakmadı. Aileleri, anneleri ve babaları olmayan çocuklarla konuşmamaları konusunda onları tembihlemiş olmalılardı.

Yine de yüzümü güldüren bir anı vardı ki okuldan çıkıp ayaklarımı yere sürüye sürüye yetimhaneye giderken sokak çocuklarıyla karşılaşmıştım. Hayır, sokaklardaki çocuklarla değil, sokak çocuklarıyla. Dört çocuktu. Üçü erkek, birisi kız. Benim üzerimde üniforma olsa da onların üzerlerinde üniforma yoktu.

İçlerinden bir tanesi yüzüme elmasını atıp, "Zengine bakın!" diye bağırmıştı. "Bizi izliyor!"

Korkuyla geri çekilip, "Ben zengin değilim," desem de bana büyük bir nefretle bakmaya devam etmişti. Sokaklarda mı büyüyorlardı, bilmiyordum ama sokaklara ait oldukları her hallerinden belliydi.

Diğer çocuk, "Uğraşma," demişti sakince. "Bırak gitsin, canını yakma."

"Hâlâ bakıyor." Yanındaki kız da elindeki elmayı yüzüme attığında öfkeyle sırtımdaki çantayı çıkarıp üzerine koşmuştum ve o günün bütün öfkesini, bütün nefretini onunla kavga ederek çıkarmak istemiştim.

"Ben zengin değilim," diye bağırmıştım bütün gücümle. "Ben de sizin gibiyim. Siz bari böyle davranmayın." Çocuğun saçlarını ellerimle çekiştiriyor, tekmeler savuruyordum. O karşılık vermiyor, kendini korumaya çalışıyordu.

En sonunda diğerleri beni onun üzerinden çektiğinde elmayı fırlatan çocuk dehşetle bana bakıyordu. Onlardan olduğumu her halimden anlamış gibiydi, ürkmüştü ama hoşuna da gitmişti.

Bir süre beni incelediler. Kaşlarım çatık, nefes nefese onlara bakarken beni geriye çeken çocuk, gerçeğimle yüzleştirmişti. "Bizim gibi misin?" diye sormuştu kaşlarını kaldırarak. Öfkeli değildi, sakindi. Sorgulamıyor, daha çok beni anlamaya çalışıyormuş gibiydi. "Yani sen de mi kimsesizsin?"

Bu soru, o günden sonra inanmaktan kaçtığım, inanamadığım bütün gerçeklerin bana tokadı olmuştu. Sesli kabullenmedim ama içimde kim olduğumu bildim. Geriye bir adım attım, yüzümdeki ifadeyi bozmadım ve onlara nefretle bakmaya devam ettim.

Yere attığım çantamı alıp sırtıma geçirdiğimde bana kimsesiz diyen öne doğru bir adım attı. "Eğer yalnız ve kimsesizsen," dedi gülümseyerek. "Bizimle oynayabilirsin."

Kabullenildiğim ilk andı. Sokak çocukları benimle oynamak istedi.

"Teşekkür ederim," dedim ürkek bir sesle. "Ama benim gitmem gerekiyor. Yetimhaneye geç kaldığımda cezası fazla oluyor."

O an neden onları kabul etmediğimi bilmiyordum ama büyüdükçe anlamaya başladım; onları da diğer insanlar gibi korkutucu bulmuştum. Bana zarar verebileceklerini düşünmüştüm ama şimdi bakıyorum da onlar aslında en zararsız olanlarıydı.

Büyüdüm.

Kimsesizliğimi kabullendim. Sessizleştim. Suskunluğumdan insanlar korktu. Büyürken insanları biraz daha kendimden uzaklaştırdım, sonra en kötü yollara girdim. Beni çok kötü sonlara hazırladılar. Binlerce kötü yol gördüm, onlarca kötü yoldan geçtim.

Biraz daha büyüdüm.

Sokak Nöbetçileri'ni tanıdım.

Kabullenildiğim ikinci andı. Sokak Nöbetçileri bana kucak açtılar.

Ya da ben öyle sandım.

Ve şu an.

Karşımda Koza.

Kabullenildiğim üçüncü andı. Koza bana abim olduğunu söylüyordu.

Bu da yetmezmiş gibi bana zorlukla kendime öğrettiğim kimsesizliğin aslında yalan olduğunu dile getiriyordu.

Küçüktüm. Yalnızdım. Büyürken yalnızdım. Ve şimdi bir parçam, tam karşımda duruyordu ve o kişi de Yankı Sarca'nın en büyük düşmanı, Koza mıydı?

Başımı iki yana salladım. Kimsesizlik beni kendinden sıyırabilirdi, beni üçüncü başka bir yüz kabul edebilirdi ama ben bunu kabullenemezdim. Geriye bir adım attığımda yeryüzünün bile beni yok edecek kadar fazla titrediğini hissettim.

Koza sakince ve sabırla söylediklerini idrak etmemi bekledi. Elindeki fotoğraf karesini asla aşağıya indirmedi. Annemin yüzüydü. Simsiyah gözleri, kalkık burnu ve yine o tebessümü. Yanında o nefret ettiğim yüz, dayım vardı.

Ve Koza. Gözleri aynı. Mumları üflüyordu. Doğum günü mumlarını.

Dudaklarımdan, "Doğum günü mü?" döküldü çünkü benim doğum günlerinden nefret etmemin tek nedeni dayım iken o, onunla beraber doğum günü mumlarını üflüyordu.

Koza'nın bakışlarından anlayamadığım bir ifade geçti. Yüzündeki alaylı ifadesi silinmese de ciddiyetini görebiliyordum. "Doğum günleri," dedi tekrar ederek. "Her zaman çok önemli değil midir doğum günleri? Burada beş yaşımdaydım. Beşinci yaşımdı."

Güldüm hatta kahkaha attım. Koza neden güldüğümü anlayamadı ya da anlasa bile umursamadı ama ben daha fazla güldüm. Aklımı kaçırdığımı düşünüyordum ya da aklımı kaybetmemi istiyorlardı.

"Sen," dedim gülmemin arasından. "Bana abim olduğunu mu söylemeye çalışıyorsun?"

Hızlıca, "Evet," dedi. "Aramızda beş yaş var. Burada annemizin karnında olabilirsin." Fotoğrafı çevirdi, alayla kaşlarını kaldırdı. "Ya da yeni karnına düşmüştün. Bilemiyorum ama annemiz mutlu görünüyor, öyle değil mi?"

Gülüşüm bıçak gibi kesildiğinde geriye bir adım daha attım ve art arda başımı iki yana sallamaya devam ettim. "Sen benimle dalga geçiyorsun," diye fısıldadım. "Bana yalan söylüyorsun. Benimle oynuyorsun. Beni zayıf halka olarak görüyorsun." Ne diyeceğimi bilemedim. "Yankı'ya karşı bir koz gibi görüyorsun, buna inanıp seninle ortak olacağımı düşünüyorsun. Bunların hepsini oynuyorsun. Dayımı ve annemi buldun, o fotoğrafı..." Açıklama bulamadım. "Bu kadar tesadüf fazla saçma. Buna inanacak kadar aptal olduğumu mu sanıyorsun? Lanet olsun, ben burada ne konuşuyorum ki? Işık şu an can çekişiyor ve çocuğu bile olmayacak, biliyor musun? Vurulduğunda ona böyle bir yara açtılar."

Durdu, gözlerindeki ifade değişti. Bir şey söyleyecek gibi oldu, özellikle son kurduğum cümle onun üzerinden yere düşüp parçalandığında kaşları çatıldı ama sonra söyleyeceğinden vazgeçti.

Bütün bu olanların yaşanacağını biliyormuş gibi umursamaz bir şekilde başını sallayıp benim üzerime yürümeye başladı ama ellerimi kaldırıp onu durdurdum. "Seni zaten Sonuncu'ya koz olarak kullanmak için bir nedenim var," dedi. "O da ihanetini kullanmak. Neden böyle bir yalan söyleyeyim ki?" Cevap vermedim, ona yine aynı gözlerle baktım. "Ayrıca tesadüf mü?" Koza gülümsedi. "Sekiz senedir benimle berabersin, seni bulduğumdan beri yani." Işık'ı zerre önemsememişti.

"Sekiz senedir mi?" Geçirdiğim seneleri düşündüm, Ekip'in beni bulmadan önceki zamanlarımı ve sonrasını. Hepsinde acılar vardı, hepsinde bir parça nefret vardı ama Ekip'le tanıştıktan sonra güçlü bir insan olmam için çabalanmıştı. "Sekiz senedir benim abim olduğunu biliyorsun yani, öyle mi?" Tekrar güldüm. "Sen benimle dalga mı geçiyorsun?"

"Sekiz senedir biliyorum demedim," diye düzeltti beni. "Sekiz senedir benimlesin dedim Helin." Elinde tuttuğu fotoğrafı başıyla işaret etti. "Yalan söylüyorsam bu fotoğrafın ne olduğunu anlat bana."

Gözlerim tekrar fotoğraf karesine kaydı. Oradaydı, evet çocuktu, onu tanıyamazdım ama bir gözü mavi, diğer gözü kahverengi olup dayım ve annemle fotoğrafı olan başka bir çocuk olamazdı herhalde.

"Madem öyle," dedim alayla, onun gibi. "Neden şimdi söylüyorsun? Neden sekiz sene önce beni bulduğunda söylemedin?"

Fotoğrafı cebine koyduktan sonra elini de rahat bir tavırla cebine yerleştirdi. Ben nasıl bir durumdaysam o benim tam tersimdi; öylesine rahat, öylesine ifadesizdi ki ona inanmamamın belki de nedeni buydu. "Çünkü," dedi aynı rahatlıkla. "Gerek duymadım ama şimdi tam zamanıymış gibi geldi." Bana doğru bir adım attı. "Ne önemi var ki kardeş olmamızın? İkimiz de sadeceyiz, ikimiz de hâlâ birbirimize yabancı değil miyiz? Sadece annelerimiz ortak, bunu bu kadar önemseme." Kulaklarıma inanamıyormuş gibi onu dinledim ama kalbim acıdı, öyle bir acıdı ki biraz daha geriledim.

Senelerce kanımdan, canımdan birisi olsun istemiştim. Kimsesiz hissetmemek için, en azından o kişinin varlığını hissetmek için. Beraberiz demek için, sadece olmamak için ama Koza, benden öylesine biriymiş gibi bahsediyordu. Sahiden beni kandırıyordu.

"Beni kandırıyorsun," dedim çaresiz bir sesle. "Eğer kandırmasaydın kardeşini önemserdin. Bilmiyorum, duygulardan ya da hislerden haberin var mı Koza ama kardeşler birbirini önemser, birbirlerini severler. Keşke rolünü çalışırken buna da çalışsaydın."

Söylediklerim ona ulaştığında yüzünün şeklinin birkaç saniye de olsa değiştiğini fark ettim ama bu değişim, benim istediğim bir değişim değildi. Beni anlıyormuş gibi bana baktı, ilk defa onun bakışlarında bambaşka birisini gördüm ama hızlıca bunu da düzeltti. "Okuduğun kitaplara, izlediğin filmlere fazla inanma," dedi umursamaz bir tınıyla. "Onlar yalan. Biz seninle ateşkes kurmuş iki insanız. Annemiz ortak, dayımız ortak..."

Hemen lafını kestim. "O orospu çocuğundan bahsetme," dedim, sanki bahsetmek bile onu bulunduğumuz yere getirebilecekmiş gibi. "Hatta onlardan bahsetme. Hatta tamamen kapat o çeneni çünkü sana inanmıyorum."

Verdiğim tepki onu gülümsetti ama keyifli bir gülümseme değildi. "Dayımız yaşıyor," dedi sakince. "Ve..."

"Bahsetme!" diye haykırdım, sesim inşaatın içinde çınladı. "Sen insanların zaaflarıyla oynayan bir ruh hastasısın!" Onu sertçe geriye itekledim ve sendelemesine neden oldum. "Sen çok kötü bir insansın! Çok kötüsün! Hatta o adamdan bile daha kötüsün!"

Bir kez daha onu iteklemek için ellerimi kaldırdığımda parmakları bileklerimi havada tuttu ve yüzümü dikkatlice baktı. "Bana inanmıyorsun," dedi. "Ama ya doğruysa? Ya ben yalan söylemiyorsam? Ya ben senin abinsem?" Bileklerimi bıraktı. "O zaman bahsettiğin gerçeklere uyacak mısın? Beni sevip önemseyecek misin abinim diye?"

"Sen iğrenç bir adamsın," dedim dişlerimin arasından. "Benim kimsesizliğimi kullanıyorsun."

"Merak etme," dedi, cebinden tütün sigarasını çıkarıp dudaklarının arasına yerleştirdi. "Seni kimsesizlikten kurtarmak gibi bir çabam olmayacak. O işlere Sonuncu bakıyor diye biliyorum. Bir insanı kimsesizlikten kurtarmaya bayılır. Sahiden, o senin elini nasıl bıraktı da buraya gelebildin? Normalde asla yapmazdı."

Koza o kadar zeki bir adamdı ki bir saniye sonra vereceğim cevabı biliyor, bir saniye öncesinde izleyeceğim yolu görebiliyordu. Ona yetişemezdim, onu anlayamazdım ama gözlerine baktığımda artık eskisi gibi hissetmeme dürtümü engelleyemiyordum.

"Seninle ortak olmayacağım," dedim yutkunarak. "Sana inanmayacağım."

"İnanacaksın." Çektiği derin nefesi verdi. "Senin bana borcun var Helin. Ben senin hayatını kurtardım, Ekip'e aldığımda. Ben senin defalarca hayatını kurtardım. Ben sana güç verdim, iyileştirdim. Yaşamından, nefesinden ben sorumluydum ve sonuna kadar korudum."

"Sonra beni Sokak Nöbetçileri'nin yanına gönderdin," dedim büyük bir hırsla. "Onunla oynayayım diye. Yankı bu abilik oyununu öğrendiğinde ne tepki vereceğini kestirebiliyor musun? Eminim kahkahalarla gülecektir, bana doğru yolu gösterecektir."

Kaşlarını havaya kaldırıp burnunu çekti. "O kadar çok şey bilmiyor ve hatırlamıyorsun ki küçük kardeşim, o kadar gerçekleri görmüyorsun ki." Başıyla inşaatın çıkışını gösterdi. "Durma," dedi. "Git ve ona bu hikâyeyi anlat. Hadi git. Bunu mutlaka yap. Eminim şaşkına dönecektir."

Böyle bir şeyi Yankı'ya söyleyemeyeceğimi o da benim kadar iyi biliyordu ama bir umut, dudaklarımdan dökülsün de Yankı da her şeyi bilsin istedim.

"Senin bu küçük kardeş hikâyene kimse inanmaz," dedim. "Yankı hiç inanmaz."

Koza sıkılgan bir şekilde, "Kulaklarına inanamaz elbette," dedi. "Bir dakika... Sonuncu seni benden istemeye gelecek sonuçta, değil mi?" Şen bir kahkaha patlattı. "Abin olarak evlenmenize de ben mi müsaade edeceğim? Siktir, bu komikti. Seni benden hiçbir zaman alamayacak." Elini kalbine götürdü. "Ah, küçük kardeşim, seni o çulsuza vermem, işi gücü olmalı."

Ona tiksinen bir ifadeyle bakarken hayatı hiçbir şekilde ciddiye almayan görüntüsünün altında nasıl bir adamın yattığını merak ettim. Bana abim olduğunu söylemesi, onun için sadece iki dudağının arasından dökülen bir olguydu ama benim için bütün dünyaydı ve belki de bunu bile bilmiyordu.

"İğrençsin," dedim. "Ve şu görüntünün altında durmadan ağlayan bir adam yattığına eminim." Koza gülmeye devam ederken söylediklerim umurunda bile olmadı. "Sana inanmayacağım," dedim tekrar. "Ve Ekip'le de seninle de işim bitti."

Arkamı dönüp giderken, "Bana durmadan inanmadığını söylemenin nedeni hem inanmayı hem de inandırmamı istemenden," diye mırıldandı. "Ve benimle işin bitmedi. Sana söyledim. Artık benimlesin, zorunlusun. Şimdi arkanı dönüp gitsen bile artık bundan sonra istediğim her şeyi yapmak zorundasın."

"Değilim!" diye bağırdım merdivenlerin basamaklarında durup ona bakarak. "Yoksa ihanetimi ona söylemekle mi tehdit edeceksin?"

Koza sırıttı. "Hayır," dedi. "Ona gerek bile kalmayacak. Gözlerime bak, küçük kardeş, göreceksin, aynı yollarda yürüdük. Bak bana." Merdivenlere doğru yürüdüğünde korkuyla geri çekilip hızlıca merdivenleri inmeye başladım ve o an, Koza'ya inanmaktan korktuğumu anladım. Peşimden gelirken inşaatın dışına çıktım, o da peşimden ilerledi.

Arabanın önüne geldiğimde o benden hızlı davrandı ve sürücü kapısının önüne gidip durdu. "Elinden geleni ardına koyma," dedim gözlerinin içine bakarak. "Senin için çalışmayacağım."

"Tam olarak benim için çalışacaksın," dedi. "Hem söylesene, merak etmiyor musun annemi, babamı, babanı..." Bakışlarım değişti ve bunu fark etti. "Nasıl bu hayatın içinde olduğumuzu? Seni nasıl bulduğumu, neden bulduğumu? Annemizi merak etmiyor musun, Helin? O..."

"Bunlar umurumda değildi," dedim onun gibi umursamaz görünmeye çalışarak. "Hem Yankı'yı tek başına yenebilecek kadar zeki değil misin Koza? Bana neden ihtiyacın olsun?"

Sorum onu rahatsız etmedi ama gözlerini devirmesinden yanıtsız bırakacağını anladım. "Beni yoruyorsun," dedi parmaklarını burun kemerine götürerek. "Ben bile şu an acaba kardeş miyiz diye sorgulamaya başladım çünkü bana hiç benzemiyorsun, aptallığın annenden değil, babandan gelmiş olmalı çünkü annemiz zeki bir kadındı."

"Çekil önümden." Dişlerimi sıkarak konuştuğumda yüzüne bir yumruk indirmemek için kendimi zor tutuyordum. "Hiçbir zaman Yankı'ya ihanet etmeyeceğim. Ne olursa olsun, etmeyeceğim."

Koza parmaklarını burun kemerinden ayırdı, gözleri bana döndü, sonra kapının önünden ayrıldığında kapıyı sakince açtı. Yüzündeki gülümsemeyle beraber kendinden emin bir şekilde, "Edeceksin," dedi. "Hatta şimdiden ettiğini görebiliyorum."

Yutkundum. "Nasıl?"

"İnanacaksın kardeş olduğumuza. Bileceksin, göstereceğim çünkü." Derin bir nefes verdi. "Ardından bir tercih yapmak zorunda kalacaksın. Başlarda beni kabullenemezken sonra kabulleneceksin fakat ona ihanet etmek istemeyeceksin. Ama sonra ne olacak, biliyor musun? Onlar aslında beş kişiymiş, sen yalnızmışsın, bunu öğreneceksin. O yalnızlığında sadeceden ibaret kalacaksın aralarında. Bu zamana kadar sadece olmak seni rahatsız etmişti ama gidecek bir yerin olmamıştı. O an gidecek bir yerin olduğunu fark edeceksin. Sadece olsan bile kimsesiz olmadığını kendine hatırlatacaksın."

Söylediklerini dinlerken hissettiklerimi bu kadar iyi anlaması beni bozguna uğratmıştı ama ona belli etmemeye çalışmıştım. "Sonra senin yanına mı geleceğim?" diye sordum ama sesimde ciddiyetten eser yoktu. "Yankı Sarca'nın tek düşmanının yanına, öyle mi?"

"Hayır," dedi gözlerini açarak. "Sen abinin yanına geleceksin, kimsesiz hissetmediğin birinin yanına. Ama abin fazla gaddar, küçük kardeş. Fazla hissiz bu konularda. Onun için böyle duyguların önemi yok, çoktan unuttu. İster istemez Sonuncu'ya ihanet etmek zorunda kalacaksın, seni buna mecbur bırakacağım. Bak, şimdiden sana geleceği söylüyorum, zamanı ertelemek anlamsız, değil mi?"

Dudaklarımı oynatarak sadece, "Aklını oynatmışsın sen," diyebildim.

Bana doğru bir adım attığında ürkerek geriye çekildim ve sırtım arabaya çarptı. "Şu an bile," dedi, gözleri ilk defa bu kadar yakınımdaydı. Mavisi gökyüzü, kahverengisi toprak kadar koyu. "Kendini benim yanımda fazlalıkmış gibi hissetmiyorsun, değil mi? Kabul et, bir abin olduğunu öğrendiğin anda bile senin için dünya daha farklı göründü." Geriye çekildi bir anda, sonra gülümsedi. "Keşke hayatı senin gibi görebilseydim ama göremiyorum."

O an birçok şey yapabilirdim. Bağırabilirdim, inatlaşabilirdim, üste çıkabilirdim, sorgulayabilirdim, konuşturabilirdim, inanmaya çalışabilirdim ama bunların hiçbirini yapamadım. Dudaklarım aralandı ama tekrar kapandığında hiçbir şey söyleyemedim.

Arabanın açtığı kapısından içeriye girip sertçe örttüm. Bir an bile düşünmeden arabayı çalıştırdım ve gaza basıp terk edilmiş araziden ayrıldım. Dikiz aynasından Koza'ya baktığımda elleri ceplerinde benim gidişimi izlediğini gördüm.

Ona baktığımı gördü, alayla gülümseyerek elini salladı. Bu hareketi gazı köklememe ve onu gözden kaybetmek için sola dönmeme oldu.

Zihnimde onlarca ses yükselirken gecenin kör karanlığında caddede tek bir araç bile yoktu. Rasgele arabayı sürdüğüm yolda hangi şeritten gittiğimi bile bilmiyor, dümdüz ilerliyordum.

Koza'nın söylediği bütün cümleleri tek tek ezberlemişim gibi iç sesimle beraber tekrar ediyordum ve gözlerimin önüne, o yanlış şeritlere dayım ve annemle olan fotoğrafı düşüyordu.

Koza. Yankı Sarca'nın tek düşmanı.

Koza. Ekip'in kurucusu.

Koza. Benim abim.

Başımı iki yana salladım ve yüksek bir kahkaha atıp, "Buna inanacağımı sanıyorsan yanılıyorsun," diye fısıldadım. "Senin oyununa gelmeyeceğim." Ama o an, bu cümleyi sesli dile getirirken bile iç sesim inanmak için can attığını söyledi. Onu susturamadım.

Başka bir ses, başka bir his dedi ki, onun yanında fazlalıkmış gibi hissetmedin, değil mi? Bu sesin sahibini tanıyordum, o yaşlı kadına aitti ve Koza'nın yanında kendisini fazlalıkmış gibi hissetmemişti.

Yalan bile olsa, ailemden bir parçayı karşımda görme düşüncesi bile dünya üzerinde nefes almaya daha fazla nedenim varmış gibi hissettirmişti. Kim olduğu önemli değildi. Birisinin benim parçam olması bile yeterliydi.

Başka bir ses, başka bir his dedi ki, sen o olmadan da yaşayabilirsin çünkü Yankı var, Sokak Nöbetçileri var. Bu sesin sahibi çocukluğumdu. Körü körüne inandığı Yankı'ya sarılmak için elleri titriyordu. Ona koşup her şeyi anlatmak istiyor, kollarının arasına sığınmamak için kendini zor tutuyordu.

Baksana, diyordu çocukluğum, o bizi kurtaracak ama Koza gerçekten abinse bile bizi kurtarabilecek şansı varken bile kurtarmamış.

İlk defa bunu düşündüğüm için gözlerim kocaman açıldı ve arabayı sertçe durdurduğumda karanlık bir sokakta olduğumu fark ettim. Binalar eskiydi, tek bir sokak lambası vardı ve sarı ışığını veriyordu. Sokak öylesine ıssızdı ki insanların yaşadığından bile şüphe duydum.

Eğer söyledikleri doğruysa ve o abimse, Koza bütün yaşadıklarımı biliyor muydu? Ne zamandan beri biliyordu? Geçmişimi en ince detayına kadar biliyor muydu? Bu düşünce utançla ellerimi yüzüme kapatmama neden oldu.

"Aklımı kaçıracağım," diye fısıldadım acıyla. Yaşlı kadın ve çocukluğum aynı anda konuşmaya başladı; içsel hesaplaşmam beni kör edecek kadar fazlalaştı ve parmaklarım saçlarıma ilerledi. "Ne olur," dedim. "Susun. Ne olur, susun."

Ama susmadılar. Yakamı bırakmadılar. Bir tarafta inançsızlığım, bir tarafta inançsızlığıma rağmen hislerim. Bir tarafımda kimsesizliğim, bir tarafımda kimsesizliğimin bitişi. Bir tarafımda çocukluğum, bir tarafımda yaşlı kadın.

Bir tarafımda Koza ve bir tarafımda Yankı Sarca.
Ve ben.
Üç kişiydik. Üçümüz de kimsesiz yüzlere sahiptik ama en çok hangimiz kimsesizdik, bunu bilmiyordum.

Yankı. Gözlerim açıldı, ellerim direksiyonu kavradı ve bakışlarım sokak lambasına kaydı. Kim bilir şu an ne durumdaydı? Onlar ne durumdaydı? Biliyordum ki o benim yerimde olsaydı bir an bile yalnız bırakmazdı. Benim de bırakmamam gerekiyordu ama öylesine hareketsiz duruyordum, öylesine kuvvetim yokmuş gibiydi ki bunlar sadece düşüncelerimden ibaret kaldı.

Geceydi. Kimsesiz, terk edilmiş bir sokakta, kim olduğunu bilmeyen bir kadın olarak saatlerce sokak lambasını izledim.

İzledim, izledim ve izledim. O sokak lambasından cümleler döküldü, sesler geldi, görüntüler aktı ama ben hareket edemeden izlemeye devam ettim. Ağlamak istedim ama ağlayamadım, bağırmak istedim ama bağıramadım. Kaçmak istedim ama kaçamadım.

Yankı'ya gitmek istedim ama gidemedim.
Onu yaşadıklarıyla yalnız bıraktığım ilk geceydi.

Kuvvetim yoktu, sadece hissiz ve hareketsizdim. Çabaladım, kontrol etmeye çalıştım ama olmadı; gözlerimi o sokak lambasından ayıramadım. Duyduklarım, olanlar, yaşananlar kaldıramayacağım kadar ağırdı. Tek bir şey de düşünmedim, bütün hayatımı düşündüm. Hangisine daha çok ihtiyacım olduğuna karar vermeye çalıştım.

Kimsesizlikten kurtulmaya mı yoksa zaten kimsesiz olmadığıma inanmaya mı?

Yaşlı kadın dedi ki, sen kimsesizlikten hiçbir zaman kurtulamazdın zaten, bu imkânsızdı. Sen kimsesiz olmadığına inanmak istiyorsun.

Çocukluğum dedi ki, Yankı seni kimsesizlikten kurtarmak için her şeyi yapacak, ona inan. Sen kimsesizliğini onunla iyileştireceksin.

Koza'nın dudaklarından belki de çıkan tek bir yalan bile beni mahvetmeye yetmişti.

"Lütfen," dedim parmaklarım sıkıca direksiyonu tutarken. "Sadece gerçeklere ihtiyacım var." Ama ben bile doğrulara ve gerçeklere hiç uğramazken o da bana uğramazdı, biliyordum.

Gün ağardı, sokak lambasının ışığı çoktan kapandı hatta ön cama yağmur damlaları çarpmaya başladı. Sokaktan birkaç insan geçmeye başladı, bana baktılar. Yoksul bir semtte olmalıydım çünkü arabanın dikkat çektiğini o an anlamıştım.

Küçük çocuklar arabanın çevresine doluştuğunda ve büyük adamlar rahatsız edici bakışlarını yüzüme diktiklerinde istesem de istemesem de gitme vaktinin geldiğini fark ediyordum. Gecenin yok olması ve yağmur içimdeki o ağırlığı az da olsa kaldırabildiğinde zihnimdeki sesler de kesilmeye başlamıştı.

Bir kararı yoktu vicdan mahkemesinin ama ne yapmam gerektiğini biliyordum, hem de en başından beri.

Yankı'yı böyle bir zamanda yalnız bırakamazdım.

Geç mi kalmıştım yine? Her şey için yine geç miydi? Kocaman bir gece geçirmişti, yalnız başına.

Arabaya çalıştırıp çocuklara dikkat ederek ağır ağır geriye çektim ve hızlıca bir şekilde dönüp Sokak Nöbetçileri'nin olduğu yere sürmeye başladım. Nefesimin kesildiğini hissedince yanımdaki pencereyi sonuna kadar açtım. Atıştıran yağmur ve soğuk hava yüzüme çarparken yutkundum ama boğazımın acıyla dolduğunu, yutkunurken bile canımın yandığını fark ettim.

Koza'ya inanmayacaktım.
Yankı'yı yalnız bırakmayacaktım.
Sokak Nöbetçileri'ni yalnız bırakmayacaktım.

Gözlerim arabadaki saate kaydı, sabahın dokuzu olduğunu gördüğümde içimi şiddetli bir korku sardı; Işık iyi miydi? Onu saatlerdir düşünmemiş olmak kendime büyük bir tokat atmak istememe neden olsa da sakinleşmeye çalışarak arabanın hızını biraz daha artırdım.

Soracaklardı, nereye gittin diyeceklerdi; yalanlar düşünemiyordum.

Yankı'ya ne söyleyecektim?

Onu öylece arkamda bıraktığımda son bakışlarını hatırlamak bile istemiyordum. Biliyordum, yalnızdı; biliyordum, kendini delirtecek kadar fazla suçluyordu ve biliyordum, ben bir aptal gibi onu yalnız bırakmıştım.

Biliyordum, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

Arabayı İBAK'ın önünde durdurup indiğimde hastanenin kapısının açık olduğunu gördüm. Hızlı adımlarla o tarafa yürümeye başladığımda içimi kaplayan korku, beni kabul etmeyeceklerini söylüyordu. Etmezler miydi? Gerçekten Koza'nın dediği kadar fazlalık mıydım?

Hastaneye girdiğim anda gözüme ilk çarpan Bartu oldu. Sandalyelerden birine oturup başını duvara yaslamıştı, gözleri kapalıydı. Ağır adımlar atarak diğer tarafa yönelmek istediğimde Bartu'nun, "Helin," diyen sesini işittim. İrkilerek ona baktığımda göz göze geldik. "Neredeydin?" diye sordu ama sesinde merak yok gibiydi, fazlasıyla yorgundu. "Nereye kayboldun?"

Işık'a bir şey olmamıştı, bunu görebiliyordum çünkü eğer olsaydı Bartu şu an bu şekilde oturamazdı. Duraksayarak, "Ben," deyip gözlerimi kaçırdığımda Yankı'yı gördüm ve kalbimin içine bir dikenin battığını, o dikenin Yankı'nın yalnızlığından geldiğini anladım. Yerde oturuyordu, sırtını duvara yaslamıştı. Bir bacağını dizinden kırmıştı. Parmakları yerde hareket ediyor, bir şeyler yazıyormuş gibi oynatıp siliyordu.

Öylesine yalnız görünüyordu ki o tarafa gitmek için adım atacak bacaklarım bile bana lanetler sıraladı.

"Her zamankinden daha yalnız görünüyor, değil mi?" dedi Bartu sorusundan vazgeçerek. Yankı'nın yanında olmak istediğini ama yine de gururuna söz geçiremediği için yanına bile gidemediğini fark ettim. "Yanına git." Bakışları bütün dikkatiyle beni esir aldı. "Her nereye gittiysen onu yalnız bıraktığına değmiştir umarım. Saatlerdir o duvarın kenarından bir an olsun ayrılmadı, seni bekledi mi bilinmez ama birisini bekledi."

Başımı tedirginlikle aşağı yukarı sallayıp Yankı'nın yanına yöneldiğimde yere bir şeyler çizen parmakları bir anlık duraksadı, kirpiklerinin arasından ona yaklaşan ayaklarıma baktı, sonra yine yere bakıp yazdıklarına devam etti.

Bir an ne diyeceğimi bilemediğimi, ona yaklaşsam bile nasıl bir yol izleyeceğimi düşünmediğimi fark ettim. Gülümseyecek miydim? Nasılsın diye mi soracaktım? Bana bir şeyler söylesin diye mi bekleyecektim? Hangi birini yapacaktım? Hangi birine karşılık verecekti?

Adımlarım durdu. Ondan birkaç metre uzakta. Bana bakmasını bekledim ama o yere bakmaya, bir şeyler çizmeye devam etti. Parmaklarının hareketlerini izledim ama anlamlı hiçbir kelime çıkmadığını fark ettim.

Yavaşça duvara yaslanıp yere çöktüğümde hemen yanına oturdum. Üzerimde hâlâ duran elbiseyi umursamadan onun gibi bacaklarımı öne uzattım. Profilini izlerken gözlerinin çevresini kaplayan, uykusuzluktan oluşan morlukların büyüdüğünü gördüm. Bir parça da olsa uykuya ihtiyacı vardı, bunu biliyordum.

Dudaklarımdan, "Işık nasıl?" sorusu döküldü. İlk bunu sorabilmiştim. Onu ona sormak için yanıp tutuşuyordum ama bunu yapamazdım, biliyordum. "Mutlu nasıl? Lâl nasıl?" Sen nasılsın, diyemedim.

Bir emir vermişim gibi, sanki bana cevap vermesi gerekiyordu. Düşünmeden, "Mutlu'yu sakinleştirici verip uyuttular ama birazdan uyanır," dedi. "Lâl de aynı şekilde. Işık çok büyük bir ameliyat atlattı. Öğlene doğru tekrar kontrollerini yapacaklar." Parmakları duraksadı. "İyi, o yaşayacak. Ona hiçbir şey olmayacak."

Bakışlarımı yere diktim, onun profiline daha fazla bakmak istemiyordum çünkü içimde kendini suçlayan tarafımı susturabilmek neredeyse imkânsızdı. "Ameliyat," dedim kısık sesle. "Yani nasıl?" Soruyu tamamlayamadım ama o anladı.

"Rahmi alınmadı ama Gonca emin, çocuğu olmayacak." Tek bir cümleydi ama bu cümleyi söylerken yanında bambaşka bir acıyı daha getirdi. "Anne olamayacak." Başını iki yana salladı. "Ve Işık, her zaman anne olmak isterdi, bu onun hayaliydi."

Saatlerdir ağlayamadığımdan olsa gerek gözlerim hemen doldu ama sıkıca yumup o yaşları geriye attım. "Çok…" dedim zorlukla konuşarak. "Üzgünüm. Ona bunu söylemek çok zor olacak."

Yankı başını iki yana salladı, ellerini yerden çekerek karşısındaki duvara baktı. "En kötüsü de söylediğimizde umurunda değilmiş gibi davranması olacak. Biliyorum; bakacak, dinleyecek ve sonra bir aile istemediğini dile getirecek. Ama sonra ne yapacak, biliyor musun?" Başını önüne eğdi. "Her zaman yaptığı gibi yalnız başına ağlayacak. Işık aramızda şefkate en fazla ihtiyacı olan çocuktu ama biz de çocuktuk ve Önder ona hiçbir zaman şefkatini vermedi."

"Ama siz vardınız," diye fısıldadım. "Siz onun yanındaydınız."

"Ama bir çocuk, başka bir çocuğa şefkatini verebilir mi Helin?" Bakışları bana döndü, göz göze geldiğimizde kalbimi sıkıştıran turkuaz gözlerinde mesafelerce uzaklığı gördüm. "Bir çocuk, başka bir çocuğun saçlarını okşayabilir mi anne gibi? Ona hayatı öğretebilir mi baba gibi? Sevgiyle kucaklayabilir mi? O en eksiğimizdi. Şimdi daha da eksik çünkü onun da elinden aile olmasını aldılar."

Gözlerinde acı vardı. Saf bir acı ve ilk defa bu kadar fazla görüyordum bunu. Işık'ı nasıl sevdiğini anlayabiliyordum ama hissettiklerinin bu kadar yıkıcı olması, elimi kaldırıp onun yüzüne dokunma isteğimi körükledi. Havaya kalkan elimi gördüğünde başını çevirdi ve tekrar duvara baktı. Parmaklarım saçları yerine omzuna dokunduğunda çekingendim. "Bir çocuk, başka bir çocuğa şefkatini verebilir," dedim titreyen bir sesle. "Saçlarını da okşayabilir, hayatı da öğretebilir. Hatta sevgiyle de kucaklar. Bunların hepsini Işık'a verdiğine adım gibi eminim. Sen onların en büyük şansısın."

Güldü ama fazlasıyla acılı bir gülümsemeydi. Başıyla Bartu'nun oturduğu yeri gösterdiğinde, "Bartu benimle konuşmuyor ama onun nasıl kötü olduğunu görebiliyorum," dedi. "Mutlu şu an Işık'a bir şey olacak diye kalbi bile zor atıyor, hissediyorum. Lâl geçmişinden dolayı parçalanmış durumda. Işık zaten mahvolmuş." Başını iki yana salladı. "Her şey dağılmış, yıkılmış durumda. Bütün bu yıkıntıların ortasında oturmuşum, izliyorum. Sadece izliyorum. Ve..."

"Ve sen kendini suçluyorsun," diye cümlesini tamamladım. "Sen nasılsın Yankı? Her şey dağılmış, yıkılmış durumda ama sen nasılsın?"

Omzunun üzerinden baktı yine. Bana bir şeyler söylemek istedi ya da anlamamı sağlamak için tam gözlerimin içine baktı ama onu anlayamadım, konuşsun istedim. "Ben mi nasılım?" dedi. "Hayatımın en berbat gecelerinden bile daha berbat bir gece geçirdim." Kaşlarını havaya kaldırdı. "Öyle berbattı ki bir an güneş bile doğmayacak, gece bile bitmeyecek sandım." Bakışlarını kaçırdı. "Ama güneş doğdu, gece bitti. Şimdi her şey daha farklı olacak çünkü kim olduğumla, ne olduğumla bu berbat gecede bir kez daha yüzleştim. Unutmuşum meğersem, hatırladım."

Kendini suçlaması beni mahvederken elim omzundan yüzüne kaydı, çenesini tutup kendime çevirdim. "Yankı," dedim. "Neymişsin sen? Robot mu? Yüzleştiğin kimdi? Her kimle yüzleştiysen o değilsin."

"Çocukluğunun karşısına dikilip hesap sorduğu tek kişi sen değilsin Helin," dedi beklediğimden daha sert sesle ama bakışlarına bu sertlik ulaşmamıştı. Bir anda ürperdim, o bunu fark etti mi bilmiyordum ama cümlelerinde kendi yüzümü görmek beni ürpertmişti. "Ben kendi gücümü kazandığımdan beri dört çocuktan sorumluydum. Beraber büyüdük ama onlar büyürken hep önlerinde ben yürüdüm. Ve dün gece neyi fark ettim, biliyor musun? Ben onların önünde değilmişim, artık onlardan birisi olmuşum. Önlerinde yürümeyi bırakmışım..."

"Senin yapabileceğin hiçbir şey yoktu," diyerek lafını kestim. "Hiçbir şey yapamazdın. Bilemezdin o silahların patlayacağını, nereden bilebilirdin? Hangimiz bilebilirdik?"

"Bilemezdim," deyip yüzünü elimin arasından çekti, parmaklarım havada asılı kaldı. "Ama bu zamana kadar bilmediğim birçok olayda onları koruyabildim. Önder haklı. Nedenler benim yüzümden oluşmadı belki ama sonuçlar benim. Unuttum, dört çocuğu unuttum, bencil oldum. Sanki yalnız değilmişim gibi ve..." Sustu, cümlesi yarıda kesildi, sonra bakışlarını benden ayırdı.

"Devam et." Sesim titriyordu, umurumda değildi fakat bu sefer onu da ilgilendirmiyormuş gibi duruyordu ya da ilgilendirse bile şu an bundan çok daha önemli şeyler vardı.

"Boş versene," dediğinde omzunu indirip kaldırdı. "Herkes kendi tercihlerinden sorumludur."

"Yankı." Gözlerimi sıkıca yumdum, ellerimi yumruk yaptım ve titremelerini engellemeye çalıştım. "Devam et. Sanki yalnız değilmişsin gibi... Ve?"

Yine gülümsedi. Bu sefer gülümsemesinde umudu da gördüm ama o umut artık aramızda çizilemez bir resimden ibaretmiş gibi görünüyordu. "Sanki," dedi kısık bir sesle. "Benim de bir hayatım varmış gibiydi. Benim de olabilirmiş gibi. Kendimi bazen daha fazla düşündüm, birkaç kez istediğim gibi yürüdüm. Sonra ne gördüm, biliyor musun? Ben önceden yalnızdım. Bunu unutmuşum. Gece tekrar yalnızlığımla tanıştım. Aslında hayatım dört çocuktan ibaretmiş. Olması gereken buymuş."

Başımı iki yana sallayıp gözlerimi açtım, ellerim ellerine uzandı, önünde birleştirdiği parmaklarını sıkıca kavradım. "Yalnız değilsin," diye fısıldadım ve gözümden bir damla yaş aktığında artık kendimi daha fazla tutamıyordum. "Eğer birilerini suçlayacaksan hepimiz suçluyduk, tek sen suçlu değildin. Senin bir hayatın var Yankı, duyuyor musun? Bak bir hayatın var ve ben o hayatın içindeyim."

Ellerimi tutmadı ama çekmedi de. O Yankı Sarca'ydı. Öfke nöbetleri yoktu, hesap sormalar ya da çok büyük tepkiler vermeler. Kendi içinde çözüme kavuşturduğu her konudan galip ya da mağlup çıkar, karşısındaki kişiyi ona göre yargılardı. Yine günler önceki gibi hissediyordum. Bana bağırmalıydı, hesap sormalıydı, üzerime gelmeliydi.

Ama bunu yapmadı. Dudaklarından sadece, "Hiç sanmıyorum," döküldü. "O hayatın içinde ben yalnızım."

Bir an ne diyeceğimi bilemeyip, "Bana Yuva demiştin," diye fısıldadım. "O gün her şey üzerine geldiğinde sarılmak istemiştin, sana bir Yuva olamayacağımı söylediğimde de herkese soğuk, sana sıcak olduğumu dile getirmiştin. Şimdi bir Yuva olmadığıma mı inandın yoksa soğuk olduğuma mı?"

Yüzüme bakmadı, baksa ağladığımı görecekti ve belki de bunu bildiği için bakmadı ama çenesi kilitlenmişti. Karşısındaki duvara bakarken ellerini ellerimden çekmemesinin nedenini sorguluyordum, daha fazla ağlamayayım diye miydi yoksa ellerimin titremesini mi durdurmak istiyordu?

Belki de bunların hiçbiri değildi, ona dokunduğumun bile farkında olmayabilirdi.

Yalan söylemezdi ama yalan söylememek için susardı. Bana sarılsın istedim, evet bu zordu, yine bütün yüküyle bana sarılsın istedim ama bu artık çok zor geliyordu. Cevap vermedi, öylece sessizliğe gömüldü.

"Bana kızgınsın." Bir elim elinden uzaklaştı, tekrar yüzüne dokundum, parmaklarım sakallarına çarptığında gözlerini yumup yutkundu. Kendi içinde hâlâ bir savaşta olduğunun farkındaydım ama bana bir karara varılmış gibi davranıyordu. "Çünkü dün seni yalnız bıraktım." Yüzünü yüzüme çevirdim, bana bakarken turkuaz gözlerindeki buz gibi ifadeyi gördüm. "Biliyorum," diye fısıldadım. "Sen beni asla yalnız bırakmazdın." Bakışları benden sanki daha fazla uzaklaştı. "Ama ben senin gibi değilim, ben senin gibi sakin, kontrollü ya da dirayetli değilim. Senin gibi her şeyi halledemiyorum, senin gibi kurallarım da yok. Senin gibi düşünceli de değilim. Ben buyum." Ne saçmalıyordum, özür dilemem gerekirken neler söylüyordum?

"Fazla ironik değil mi?" diye sordu kaşlarını kaldırarak. "Önder'e beni robotlaştırdığını söylerken bana bir robotmuşum gibi cümleler kurman. Çünkü Yankı öfkelenmez, değil mi?" Gözlerini yukarıya kaldırdı. "Yankı kontrollüdür. Yankı dirayetlidir. Yankı toplayıcıdır. Hatta dur, şunu da düşündün mü? Yankı zaten bir şekilde yolunu bulur, iyi olur. Bunu da düşündün mü?" Hiçbir şey söylemediğimde cevabını aldı. "Düşündün," diye mırıldandı. "Çünkü ben buyum."

"Hayır." Yutkundum, yüzünde duran elim daha fazla titredi. "Öyle değil." Ne diyeceğimi bilemiyordum, nasıl bir yol izleyeceğimi bilemiyordum. "Belki sen benimle aynı durumda olsaydın..."

Lafımı hızlıca kesti. "Bu saydıklarının tek bir tanesi bile bende olmasaydı," dedi karşı çıkan bir sesle. "Ben seni yine de..." Devamını getirmemesi için, kendimi daha fazla suçlu hissetmemem için elimle ağzını kapatıp başımı iki yana salladım.

"Özür dilerim," dediğimde gözümden bir yaş daha düştü. "Keşke her şey için çok geç olmasaydı." Ne olursa olsun, onu yalnız bırakmamam gerektiğini görebiliyordum ama ben çok kötü bir insandım, çok kötü bir kalbim, çok kötü bir vicdanım vardı ama ona bakarken şimdi her an acıdan parçalanacakmış gibi hissediyordum. "Beni suçlamayacaksın yine de, değil mi?" Bunu istedim, bunu o kadar çok istedim ki tırnaklarımı kendime batırmayı arzuladım ama hiçbir tepki vermedi. "Hesap da sormayacaksın," dediğimde bir yaş daha süzüldü. "Beni bu şekilde bırakacaksın, bu çok kötü."

Elimi ağzından çektiğimde turkuaz gözlerindeki ifadenin silinmeye başladığını hatta yerine büyük bir şefkat duygusunun yerleştiğini görebiliyordum. Artık her şey çok başka olacaktı, artık her şey çok farklı olacaktı ama onun şefkati hep canlı kalsın istedim.

"Bana da lanet olsun sana karşı böyle olduğum için," dedi, sonra dayanamadı ve eliyle uzanarak yanağımdan süzülen yaşı sildi. Bunu yaptığında gözlerimi kapattım ve elim onun yüzümdeki eline gitti. Bunu yapsın istemedim, beni düşünsün istemedim. "Helin," dediğinde kapalı gözlerimi aralayıp ona baktım fakat onun bakışları benim titreyen ellerimdeydi. "Ne olacak senin bu durmadan titreyen ellerin? Nasıl olur da şöyle bir durumda bile aklımı durdurabilirsin, kendimi dinlememi engelleyebilirsin?" Öfkelendi ilk defa ama öfkesi bana değildi, kendisineydi.

Merhamet miydi ona bunu yaptıran? Nefretiyle yüzüme bile dokunmaması gerekirdi ama o Yankı'ydı, bunu yapardı. Bazen kendisinden bile daha önemli anları vardı, o anların arasında benim gözümden damlayan yaşlar olması o kadar saçmaydı ki. Bunu yapmamalıydı, kendisi de biliyordu.

"Keşke bunu yapmasan, elimi koparıp atsan," dediğimde ağlamaya devam ediyordum ve o yaşları siliyordu. Şu an iyi edilmesi gereken kişi oydu ama yine o beni iyileştiriyordu. "Önemsemesen beni. Hiç mi öfkeli hissetmiyorsun? Yankı, ne olur bunu yapma."

"Keşke," dedi dişlerini sıkarak. "Bunu benden daha çok kimse isteyemez ama sen ağlıyorsun, ellerin titriyor, dizlerin titriyor ve sesin titriyor. Ben duruyorum, aklım duruyor. Bu nasıl geçecek bilmiyorum ama bir gün gelecek, aklım durmayacak Helin. Duydun mu? O gün ne olacak, inan kestiremiyorum."

Bir tarafım o gün gelsin istedi, bir tarafım o gün yok olsun istedi. "Öfkeli misin bana?" diye sordum.

"Öfkeliyim," dedi ama sesi öfkeli çıkmadı. "Yani öfkeliydim ama geçti." Doğru mu, yalan mı söylüyor diye gözlerinin içine baktım ama hiçbir duyguyu okuyamadım.

"Bir daha seni yalnız bırakmayacağım," dediğimde söz vermenin ne kadar kötü bir şey olduğunu bilsem de bunu yaptım. "Yemin ederim, yapmayacağım."

"Hayır," diye karşı çıktığında yüzü şaşkındı. "Sana bunun yüzünden öfkeli değildim, bu tamamen senin tercihindi."

Tercihim değildi, yapmam gerekenlerdi ama bunu ona söyleyemedim. "Ya neden öfkeliydin?" diye sordum ürkek bir sesle. Art arda akan yaşları silerken ellerimin titremesi bir an bile kesilmiyordu.

"Çünkü beni iki parçaya böldün," dedi net bir sesle. "Ve benim sadece tek kişiden ibaret olduğumu unuttun. Bir tarafımda kardeşlerim, bir tarafımda sen." Çenesini havaya kaldırdı. "Sana da bir şey olabilirdi ve ben yanında değildim. Beni, seni merak etmek zorunda bıraktın. Yalnız bırakılmak umurumda değildir ama düşüncesizliğe tahammülüm yok. Eğer sana öfkelenmemi istiyorsan düşüncesiz davranmaya devam et Helin."

Şaşkınlıkla hatta büyük bir dehşetle gözlerimi araladığımda elini yüzümden çekip derin bir nefes verdi, söylememesi gereken bir şeyi söylemiş gibi başını çevirdi. "Yani," dedim şaşkınlıkla. "Seni yalnız bıraktığım için öfkeli hissetmiyor musun?"

"Hissetmiyorum," dedi rahatça.

Yankı Sarca yalan söylemezdi.

"Peki seni yalnız bıraktığım için kırgın hissetmiyor musun?"

Dudakları aralandı, işte o an cevap vermedi ve tekrar aralanan dudaklarını kapattığında çöktüğü yerden yavaşça kalktı. Bakışları yerde oturmaya devam eden bana kaydığında hiçbir şey söylemeden diğer tarafa yürüdü fakat düşük omuzları bile sanki bana kırgın olduğunu avaz avaz haykırdı.

"Yankı," dedim arkasından, dönüp bana baktı. Kollarımı iki yana açtım ve omzumu indirip kaldırdım. "Bana Yuva dedin. Şimdi sarılmak istersen sarılabilirsin, buradayım."

O yine gözyaşlarımı engelledi, yine titreyen ellerime çare oldu ama ben de ona bunu yapmak istedim. Evet, bir anlık bencillikle benim de ona sarılmaya ihtiyacım vardı çünkü yaşadıklarımın ağırlığı ona sarılınca geçerdi, biliyordum.

Başını olumsuz anlamda iki yana sallayarak, "Dün gece çok soğuktu Helin," dedi beklediğimden daha kırgın bir tınıyla. "Ve sabah oldu. Gece bitti." Kollarım havada asılı kaldı, ona baktım ama o yüzünü çevirdi ve yürümeye devam etti.

Durup düşündüm; kendimi, bütün yaptıklarımı ve onun bana yaptıklarını. Bir kez daha farkına vardım. Yankı Sarca, benim görüp görebileceğim en doğru yoldu ama o yola kötü kalbimle ben sığamıyordum.

Kimse sığamıyordu.

Herkese Yuva olan asıl oydu, bir kez olsun ona Yuva olmamı istemişti ve her şeyi mahvetmiştim.

Bu yaşına kadar kimseye sığınmamış Yankı Sarca bir daha bana sığınır mıydı, bilemiyordum ama suçluluk daha fazla arttı. İyileştim, elleri bile beni iyileştirdi ama o iyileşmedi.

Fark ettim ki suçladığım, önüne geçtiğim herkes gibi olmuştum ona karşı. Önder'dim, Bartu'ydum, Lâl'dim, Mutlu'ydum, Işık'tım. Ona değer veriyordum ama ona değer verirken yıkıntıların arasında, enkazında yine beni iyileştirmesi için bekliyordum.

Hepimiz Yankı Sarca'ya bunu yapıyorduk ama bir gün o enkazın altında tamamen yok olduğunda hepimizin sonu gelecekti, kendi sonunun geldiği gibi.

***

Birinci akşam

Mutlu kendine geldiği gibi direkt Işık'ın kapısının önüne yattı. Hiçbir şekilde içeriye almıyorlardı, Mutlu ise kapının önünde sanki Işık onu duyacakmış gibi konuşuyor, espriler yapıyor, sonra susuyordu. Ben kapının hemen yanındaki sandalyedeydim, Lâl karşımdaki duvarın dibindeydi. Yankı hiç uyumamıştı ve uyumamak için de direniyordu. Onlar kapının diğer tarafındaydı.

Hiçbiri zorunlu kalmadıkça uyumuyordu.

İkinci akşam

Kapının önünde oturan kişi Bartu'ydu ve hemen yanında Mutlu vardı. Başı yine Bartu'nun omzundaydı, ona bir şeyler söylüyor, arada sırada akan gözyaşlarını siliyordu. Konuşmalarının arasında, "Çok üzülür mü çocuğunun olmamasına?" diye sorduğunu duymuştum. Bartu hiçbir şey dememişti ama cevabı aslında çok belliydi. Beklemeden devam etmişti. "Ben ona çocuk da olurum hatta çocuk gibiyim. Üzülmesin."

Üçüncü akşam

Kapının önünde oturanlar Lâl ile Yankı'ydı. Uykusuzluğa daha fazla dayanamayan Lâl, Yankı'nın bacağına yatmıştı ve elleri yüzünde, acı çeker bir ifadeyle uyuyordu. Bir kâbus gördüğü aşikârdı. Ben yerimden hiç hareket etmiyordum ama Lâl orada öyle yatarken Bartu ortalıklarda görünmemişti. Mutlu'yu uyuttuğunu düşünmüştüm ama sonra Mutlu çıkıp geldiğinde bir süre kayıplara karıştı.

Dördüncü akşam

Bizi odadan içeriye görmek için alabileceklerini söylediler. İlk girmesini istediğimiz kişi elbette ki Mutlu oldu. Hiçbirimizin ağzını bıçak açmıyordu ama bunu duyduğumuz anda hepimiz dönüp Mutlu'ya bakmıştık ve o da hevesle bizlere teşekkür etmişti. Odadan çıktığında son gözyaşlarını siliyor gibiydi. "İyi," demişti sadece. Sonradan da düzeltmişti. "İyi olacak."

Yedinci akşam

Artık Işık'ı başka bir odaya aldılar. Bu odaya kalabalık olmadığı sürece girebileceğimizi söylediler ama Sokak Nöbetçileri'nin hiçbir bireyi söyleneni dinlemedi. Dördü birden odadan içeriye girdiğinde adım atamamış, öylece kapının dışında kalmıştım. Evet, içeriye girip Işık'ın yüzünü görmek için can atıyordum ama şu an, onları kendi aileleriyle baş başa bırakmak istemiştim.

Sadece o an, ben kapının dışında kaldığımda yedi gün sonra Yankı dönüp yüzüme bakmıştı ve tam o an, Lâl kapıyı kapatmıştı. Bunu bilerek mi yapmıştı bilmiyordum ama o kapı yüzüme çarpıldığı anda sanki bir yerlerden izleniyormuşum gibi cebimdeki telefonum titremişti.

Tanımadığım bir numaraydı ama mesajı açtığım anda onun kim olduğunu anlamıştım ve direkt adını kaydetmiştim. Yankı'nın bana verdiği telefonun numarasını nereden bulmuştu?

Koza:
Sevgili kardeşim, ilk görevin için hazır mısın? Bu benim için önemli.

Öfkeyle telefonu cebime sıkıştırmış, mesajını görmezlikten gelmiştim.

Sekizinci, dokuzuncu ve onuncu günlerde artık Işık'ın yanında bir kişi kalabiliyordu. İlk iki gün Mutlu kalmıştı ama artık Yankı ona eve gidip duş almasını, güzel bir uyku çekmesi gerektiğini söylediğinde hatta bunları yapmazsa bir daha Işık'ın yanına sokmamakla tehdit ettiğinde üçüncü gün Lâl onunla kalmıştı.

O gece Lâl Işık'ın yanında kalırken ben ve Bartu sandalyede yan yana oturmuş, karşımızdaki duvarı izliyorduk. Yankı nerelerdeydi bilmiyordum ama o kadar hayalettim ki beni görüp görmediğinden bile emin değildim. Günlerdir birkaç kelime konuşabilmiştik. Bana da uyumamı söylemişti, sandalyede uyuyakaldığım zamanlar üzerime ceketini örttüğünü hissetmiştim. Birkaç defa yemek getirmişti, yemesem bile bakışlarıyla yemem gerektiğini dile getirmişti.

Ama bu kadardı.

"Doğru düzgün dinlenemedin," dedi Bartu, düşüncelerimin arasına girip ciddiyetle. "Mutlu'yla eve gitmeliydin." Eski Bartu olsaydı ilk gün nereye gittiğimi, gece boyunca nerelerde dolandığımı sorardı, sorgulardı ama bunu yapmamıştı. Aramızdaki ilişki gitgide kuvvetleniyordu. Bana güvenmiyordu belki ama güvenmek istediğinin farkındaydım.

O an aynısını onun da yapması gerektiğini söyledim fakat omzunu silkip beni ciddiye almadı. Bir an kendimi tutamayıp, "Işık," diye mırıldandım. "Ona daha önce ne oldu? Mutlu neyden söz ediyordu?"

Bartu yutkundu. Gözleri karşısındaki duvardan yere kaydı, o baktığı yerde sanki Işık'ın kanları vardı. "Sokak Nöbetçileri'nde iki kişi intihar etti," dedi açıklama olarak. "Birisi Işık'tı."

"Peki ya diğeri?"

Derin bir nefes verdi, gülümsedi, bana baktı. "Tekrar intihar edip etmeyeceğini bilemeyiz. Kim olduğunu söylersem ona bunu belli edersin. Onun üzerine titrersin, önem verirsin ve o bunu anlar." Başını salladı. "Gerçekten anlar ve intihara daha fazla sürüklenir."

Şaşırdım ama ona belli etmedim. "Sanmıyorum," diyerek fikir yürüttüğümde biraz daha acılı gülümsedi. "Hepiniz hayata ve birbirinize bağlı görünüyorsunuz. Hiçbiriniz bu saatten sonra diğerini geride bırakmamak için intihar etmez Bartu."

Derin bir nefes verip ayağa kalktı, ellerini cebine yerleştirdi ve dönüp bana baktığında bakışlarında ilk defa korkusunu gördüm. "Bilemezsin, belki de birimiz o kadar da bağlı değilizdir bu hayata ve bu aileye."

Hepsini düşünebiliyordum ama bir yandan da hiçbirini düşünemiyordum. Tanrı'nın beni şaşırtmak gibi bir huyu vardı fakat içimden bir ses Yankı diye haykırdığı anda o sesi susturmak için kalbime bir kez daha kurşun sıkmak istedim.

On ikinci akşam

Sonunda Işık hastaneden çıkmıştı, Mutlu ve onun odasında hep beraberdik. Günlerdir ilk defa onu bu kadar net görebiliyor, ilk defa onun tam gözlerinin içine bakabiliyordum. Kilo kaybetmişti, yüzündeki renk gitmişti ve dudakları kurumuştu. Bir süre mamayla beslenmiş, en sonunda isyan bayrağını kaldırıp defalarca kusmuştu.

Sıvı tüketime geçilmişti, Lâl'in elinde bir çorba kâsesi vardı ve ona çorbasını içiriyordu. Aralarında belki de bana en sıcak bakan kişi şu an Işık'tı fakat ben artık kendimi öylesine suçlu hissediyordum ki ona aynı şekilde bakamıyordum.

"Hepinizin yüzünden yorgunluk akıyor," diyen Işık tek tek yüzlerimizi inceledi ve bir şeylerin yolunda olmadığını anladı. Herkes bir tarafa dağılmış gibiydi, herkesin arasında buz gibi rüzgârlar esiyordu. "Beni iyiyim diye kaç defa söyleyeceğim. Sadece yeni doğmuş bir bebek gibi besleniyorum, o kadar." Lâl onu susturmak için çorba kaşığını ağzına dayadı ve Işık içerken yüzünü buruşturdu. "Iy, ne var be bunun içinde?"

"Brokoli," diye cevap verdi yatağın başında duran Yankı. Bense tam karşısında, ayakucundaydım. "Kereviz sapı, soğan, patates, ha bir de…" Lâl'in yüzüne baktı. "Kabak."

Işık yüzünü daha fazla buruşturdu ve kâseyi eliyle itekledi. "İçinde zehir de var mı? Gerçi içinde zehir olsa tadı daha güzel olurdu. İçmem ben bunu."

"İçeceksin." Mutlu kaşları çatık bir şekilde Işık'ın ayaklarının dibine oturdu. "Kaç kilo verdiğinin farkında mısın?"

"Evet." Işık ellerini havaya kaldırdı fakat yaraları henüz iyileşmediği için yüzünü buruşturdu. "Kurşun döktürdüm üzerime, kilo vereyim diye." Hiçbirimiz gülmedik ama o gülmeye başladı fakat yine ona eşlik etmedik hatta Bartu hiddetle nefesini verdi. "Of," dedi bana bakıp. "Lütfen eski halinize gelir misiniz? Altı üstü kurşun dizdiler üzerime, o kadar. Ben hastanede yatarken espri yeteneğinizi mi kaybettiniz?"

Yankı arkadan Işık'ın saçlarını karıştırdı. "Sen hastanede yatarken çok şey değişti," diye mırıldandı.

"Ne gibi?" Işık'ın konu dikkatini çekmişti.

Mutlu hızlıca, "Bartukıç Kasass Sarcaious," deyip sırıttı. Gözlerinden yorgunluk akıyordu ama eski enerjisinin gitgide yerine geldiğini görebiliyordum. "Gay oldu, bana yürüyor artık. Kıçımı izlediğine yemin edebilirim."

Elindeki çorbanın tadına bakan Lâl bir anda öksürmeye başlarken çorbanın bir kısmı üzerine döküldü ve endişeyle ayağa kalkıp kâseyi yanındaki masaya bıraktı. Yankı elini alnına koyduğunda Bartu'nun sıkılgan ifadesi anlık olarak düzeldi ve gözlerini açıp şaşkınlıkla Mutlu'ya baktı.

"Lâlito," diye devam etti Mutlu. "O oyuncu oldu. Ayrıca sanat için soyunuyor..."

"Lan Mutlu." Bartu arkadan sertçe Mutlu'nun kafasına vurduğunda Işık kıkırdamaya başladı ve onun gülüşü hepimizi güldürdü. "Lan kardeşim," dedi Bartu gülümseyerek. "Ne sanatı, ne soyunması? Abartma."

Mutlu omzunu silkti. "Helinski," dedi beni göstererek. "Fantezilerini yazdığı bir kitap çıkardı. Kitabın adı, Patates Kızartmam Yankı." Işık dayanamayıp kahkaha attı. "Kitabın içinde patatesler hakkında bütün fantezileri bulabilirsin. Kitapçık gibi düşün. Tarif vermiş tek tek."

Yankı boğazını temizleyip burnunu çekti. "Ah," dedi Işık ona bakıp. "Yankı ne yaptı bu iki haftalık arada?"

"O mu?" Mutlu çenesini kaldırdı. "O hayatına Jack Smith olarak devam edip porno yıldızı oldu."

"Ne?" Dayanamayıp güldüğümde ve Bartu da bana eşlik ettiğinde Yankı'nın gözleri direkt ikimize kaydı. Aynı anda Bartu'yla gülüşümüzü susturduğumuzda ikimiz de suçlu bir çocuk gibiydik.

Mutlu, "Beni soracak olursan," deyip ayağa kalktı. Elini cebine koydu, odanın bir köşesinden diğerine model gibi yürüdü, sonra gözlerini kısarak hepimize baktı. "Dünyanın en yakışıklı prens ödülünü aldım ve dünyanın en yakışıklı mankeni oldum. Ayrıca dünyanın en zekisi, en tatlısı da oldum ama önemi yok. Ha bir de," dedi ve bir anda cebinden küçük bir karanfil çıkarıp Işık'a uzattı. "Sen de benim referansımla dünyanın en güzel kardeşi seçildin."

Ben de dahil herkes aynı ifadeyle gülümsediğinde Bartu, "İşte bu çok iyiydi," deyip alkışlamaya başladı. "Gerçekten çok iyiydi." Ona eşlik edip ben de alkışlamaya başladığımda ve benim ardımdan diğerleri de geldiğinde odadaki karamsar hava yok olmuştu, hepimiz Işık için çaba gösteriyorduk.

O an hepimizin zihninden ne geçtiğini ise biliyordum. Işık'a bir çocuk sahibi olamayacağı henüz söylenmemişti. Hiçbirimizin buna cesareti yoktu ve hepimiz Yankı'nın söylemesini bekliyorduk. Böyle anlaşmamıştık, yazılı bir kuralı da yoktu ama bunu yapabilecek kişi oymuş gibi geliyordu.

Cebimdeki telefon titrediğinde alkışlayan ellerim duraksadı ve gözlerimi devirip kim olduğunu direkt tahmin ettim. Birkaç defa daha aramış, mesaj bırakmıştı; hiçbirine dönmemiştim ama şimdi fazlasıyla ısrarcı görünüyordu.

Kimseye hiçbir şey söylemeden arkamı dönüp odadan çıktım ve banyoya girip kapıyı kapattım. Cebimden telefonu çıkardığım anda Koza tekrar aramaya başladı.

Öfkeyle açıp, "Efendim?" diye fısıldadım. "Beni neden arıyorsun?"

Arkadan gelen seslere bakılırsa trafikte gibiydi ama sesi çok netti. "Söylediklerimin neyini tam olarak anlayamadın küçük kardeşim?" diye sordu rahatlıkla. Yine ağzında sakızı vardı, o kadar emindim ki. "Seni ilk görevini yapmaya davet ediyorum."

"Görev mi?" Ellerim banyodaki lavabonun kenarlarını tuttu, aynadan kendime baktım. "Bilmiyorum farkında mısın ama Işık bugün hastaneden çıktı ve..."

"Biliyorum," dedi hızlıca.

"Ve şu an seninle uğraşacak durumda değilim. Ayrıca seninle anlaşma yaptığımı, bunu kabul ettiğimi hatırlamıyorum."

"Anlaşmayı kabul etmedin zaten çünkü anlaşma yapmak zorundasın." Nefesini verdi, gülümsüyordu. "İlk görev en kutsalıdır. Sana çok kutsal bir görev vereceğim sevgili kardeşim."

"Bana kardeşim deyip durma." Farkında olmadan dişlerimi kenetlemiştim ve aynada gördüğüm yüz bana yabancıydı. "Seninle hiçbir şey yapmayacağım."

Koza bıkkın bir nefes verdi. "Şimdi bu konu uzayacak," dediğinde sesi de bıkkındı. "Ben seni tehdit edeceğim filan ama sen aldırış etmeyeceksin. Sonra ben gidip Sonuncu'yla karşılaştığımda sen korkudan titreyeceksin falan filan. Zaman kaybı yaşamak istemiyorum, biliyorsun, bana karşı kazanamazsın. Bu imkânsız." Hiçbir cevap vermediğimde güldü. "Yoksa her şeyi itiraf edecek kadar cesur musun?"

Işık'ın yattığı odadan kahkaha sesleri geliyordu fakat ben tıkıldığım banyoda, aynadaki yansımamla büyük bir tartışma içindeydim. "Sen hayatımda gördüğüm en düşüncesiz adamsın," diye inledim. "Şu an beni bu duruma soktuğuna inanamıyorum."

"Genelde düşüncesiz olduğumu söylerler." Trafiğin sesi kesilir gibi oldu, sonra kapı kapanma sesi, ardından adım sesleri geldi. "Ama ben düşüncesizken bile çok düşünürüm küçük kardeşim. Şimdi beni iyi dinle, ilk görevini söylüyorum."

İlk önce cevap vermedim. Önüme gelen saçlarımı art arda arkaya atarken sırtımı tamamen aynaya döndüm ve öfkeyle nefesimi verdim. "Ne isteyeceksin? Yankı'ya ne yapacağım?"

Kısa bir sessizlik oldu, o sessizlikte her ne düşünüyorsa nefes bile almadığını fark ettim. Kararsız mıydı yoksa bana mı öyle geliyordu bilmiyordum ama insanın pişman olacağı kararlar verirken nasıl davrandığını iyi bilirdim. Eğer karşımda olsaydı bunu çok net görebilirdim.

"Görevin şimdi beni Sokak Nöbetçileri'nin evine almak," dedi bir anda. "Yaralı güzel kızı görmek istiyorum."

"Ne?" Şaşkınlıktan yüksek sesle bağırdığımda hızlıca elimle ağzımı kapattım sonra bütün öfkemin yok olduğuna ama yerine büyük bir korkunun geldiğine şahit oldum. "Onu öldürecek misin?"

Koza kahkaha attı. Gerçekten kahkaha attı ve onun kahkaha atması beni daha fazla ürküttü. "Öldürmek mi?" diye sordu. "Onu öldürecek çok fırsatım oldu ama aralarından tek öldürmeyeceğim kişi yine o." Adım sesleri durdu. "Beni eve al. Beş dakikan var."

"Sen saçmalıyorsun," deyip ben de gülmeye başladım. "Gerçekten benimle dalga geçiyorsun ya da bu bir şaka." Telefonu uzaklaştırıp ekrana baktım. "Sen Işık'ı iki sebepten görmek isteyebilirsin sadece. Birincisi yarım kalan işi tamamlamak." Diğerini söylemeden önce uzun bir süre sustum.

"Diğeri?" diye sordu ama cevabını almaya çok da meraklı değil gibiydi.

"Onu merak ediyorsun." Bunu söylerken bile kulaklarıma inanamıyordum. "Onu görmek istemen, onu merak etmen. Ama bunu neden isteyesin, çok saçma."

Aramıza yine büyük bir sessizlik girdi, sonrasında konuştuğunda sesinde alay vardı ama nedense yüzünün ciddi olabileceğini hissettim. "Evet, bu çok saçma," diye karşılık verdi. "Ama bazen kimsenin bilmediği sırlar vardır küçük kardeşim." Nefesini verdi. "Dört dakikan kaldı. Biliyorsun, süre konusunda çok cimriyimdir."

Sabırsızca olduğum yerde kıpırdandım ve ne kadar bağırmak istesem de bunu yapamadım. "Şu an herkes onun odasında," dedim dudaklarımı telefona yaklaştırıp. "Mutlu bir an olsun onu bırakmıyor, hiçbiri bırakmıyor. Ayrıca seni dış kapıdan asla eve alamam..."

"Tamam, o halde pencereden alırsın," dedi, yine adımlarını duydum ve birkaç saniye sonra gülümsediğini hissettim. "Şu an yaralı kızın penceresinin altındayım."

"Sen gerçekten kafayı yemişsin." Başımı iki yana salladım. "Eğer bunu yapacağımı düşünüyorsan..."

"Yapacaksın." Sesi netti. "Üç buçuk dakika. Eğer süre dolarsa yanacak kişi ben değil, sen olacaksın." Tam dudaklarımı aralayıp küfür etmek için hamle yaptığımda telefonu kapattı.

"Şerefsiz," diye hırladım telefonun ekranına bakarak. "Şerefsiz!" Telefonu sertçe lavabonun kenarına koyup tekrar aynaya döndüğümde endişeli ifademle karşılaştım.

Üç buçuk dakika. Hatta belki üç dakika. Saniyeler bile şu an bana acıyarak ilerliyordu, bunu biliyordum ve karar vermek için bile zamanım yoktu. Suyu açtım, birkaç defa yüzüme çarptım, telefonu cebime yerleştirip saçlarımı arkaya attım.

Üç dakika. Üç dakika. Üç küçük dakika.

Ne yapacağımı düşünürken banyodan çıktım ve Işık'ın yattığı odaya baktım, ardından gözlerim merdivenlere kaydı. Dikkatlerini dağıtmak için kendimi merdivenlerden aşağıya yuvarlarsam hepsi başıma toplanabilirdi ama şu an bunu göze alamazdım çünkü Lâl'in umurunda bile olmayabilirdi.

Çıktığım banyonun kapısından içeriye baktım. Raftaki jiletlerle bakışlarım kesişti, rasgele elimi kessem ve kanayarak odaya gitsem... Bu da çok saçma bir fikirdi.

Hem bunların hepsinde Işık ve Koza'yı baş başa bırakmış olacaktım, bunu istemiyordum. Ona hiçbir şekilde güvenmiyordum.

Asla güvenmiyordum.

Telefondan saate baktım ve iki buçuk dakikam kaldığını gördüğümde artık yapabilecek hiçbir şeyim kalmamıştı. Hızlı adımlarla odadan içeri dalıp nefesimi verdiğimde hepsinin gözleri bana çevrildi.

Boğazımı temizledim, kapalı pencereye bakıp, "Hepiniz dışarı çıkabilir misiniz?" dedim ağlamaklı bir tınıyla. "Işık'la bir şey konuşmam gerekiyor."

Hepsi birbirine baktı, sonra yine bana döndüler. Anlamsız gözlerin ardından ilk konuşan Mutlu oldu. "Bizim yanımızda konuşabilirsin."

"Konuşamam." Dizlerimin korkuyla titrediğini fark ettiğimde yatağın ucuna ilerledim ve tahtaya sıkıca tutunup alt dudağımı dişlerimin arasına aldım. "Onunla konuşmak istiyorum." Bakışlarım Işık'a kaydı. "Seninle konuşmam gerek."

İki dakikam kalmış olmalıydı, belki de bir buçuk... Zaman ilerlerken Işık'ın gözleri, gözlerimin içinde neler olduğunu çözmeye çalıştı. Bartu, "Bizim yanımızda konuş," dedi sert bir sesle. "Bir anda ne oldu?"

Dişlerimi sıkarak, "Konuşamam," deyip yalvaran gözlerle Işık'a baktım. "Onunla baş başa konuşmam gerekiyor."

Yankı Işık'ın arkasından çekilip benim olduğum tarafa yürüdüğünde hiçbir şekilde onunla göz teması bile kurmak istemiyordum çünkü bakarsam anlardı, bakarsa görürdü; bu korku bambaşkaydı. Hemen yanıma geldiğinde beni dikkatlice incelediğini biliyordum.

Bir dakika. Bir dakika. Bir dakika sonra benim için her şey bitebilirdi.

"Ellerini, dizlerini, sesini titretecek kadar neyden korkuyorsun şu an bilmiyorum," dedi Yankı kulağıma eğilip. "Ama dediğin gibi olsun Helin." Yanımdan geçerken rüzgârı beni üşüttü, daha fazla titretti ve odadan ilk çıkan Yankı oldu.

Her ne anladıysa şüphesine şüphe eklendi ama benim sadece yarım dakikam kalmıştı.

"Hadi," dedi Işık. "Çıkın da biz Helin'le konuşalım."

"Ama..." Mutlu'nun kaşları çatılmıştı.

"Hadi Mutlu," dedi Işık başıyla kapıyı gösterip. "Çık da Helin'in derdi neymiş öğreneyim."

Yankı'nın hemen ardından sert adımlarla ayrılan kişi Lâl oldu, onun arkasından Bartu. En son Mutlu kaldığında içimden saniyeler sayıyordum ve son on saniyem kala Mutlu da dışarı çıktı. Onların hemen arkasından koşar adımlarla kapıyı kapattım hatta kilitledim sonra pencereye ilerledim.

"Neler oluyor?" diye sordu Işık şaşkınlıkla. "Ne yapıyorsun?"

Pencereyi hızlıca açtım, başımı eğip aşağıya baktım ve Koza'yı gördüm. Pencerenin hemen altındaydı, çok yüksek değildi, tırmanabilirdi ama bu kadarını neden yapıyordu, gerçekten anlayamıyordum.

Hiçbir şey söylemeden pencereden ayrılıp Işık'ın yatağının kenarına oturdum ve ellerini ellerimin arasına aldım. "Bak, bana soru sorma," dedim nefesimi düzene sokmaya çalışarak. "Ama birazdan bu odaya birisi pencereden girecek ve bunu yapmak zorundaydım." Işık'ın gözleri kocaman açıldı. "Sorma," dedim tekrar. "Yemin ederim zorunlu olmasam yapmazdım ama zorunluyum."

Koza'nın tırmanan ayaklarının ve ellerinin sesini duyabiliyordum. Işık yattığı yerden yavaşça doğruldu, sonra başını pencereye çevirip kaşları havaya kalkmış bir şekilde oraya baktı. Kalbim son hızla atarken kafamın içinden binlerce felaket senaryosu geçiyordu, o senaryoların başında Koza'nın elinde silahla tek seferde Işık'ı alnının çatından vuracağı vardı.

Birkaç saniye sonra Koza'nın elleri pencerenin pervazında göründü, sonra başı ve bedeni, ardından kendini yukarıya çekti ve zorlukla pencereden sığıp içeriye girdiğinde yutkunarak Işık'a baktım ama o an, beni daha fazla bozguna uğratan bir ifadeyle karşılaştım.

Işık şaşkın değildi, korkmuş değildi, tedirgin hiç değildi. Koza'yı gördüğü an gülümsediğine bile yemin edebilirdim ama bunu hızlıca düzeltti.

Koza Işık'tan önce direkt bana baktı. "Sana burada olman gerektiğini söylememiştim."

"Kapa çeneni," diye hırladım ve oturduğum yerden ayağa kalkıp üzerine yürüdüm. "Ben de sana süre veriyorum, sadece iki dakika. İki dakika sonra gitmezsen..."

"Ne yaparsın?" diye sordu alayla. "Sonuncu'ya beni pencereden içeriye aldığını mı söylersin?"

"Helin..." Işık'ın sesi ikimizin arasına girdi ve bakışlarım ona kaydığında Koza'yı izlediğini gördüm. "İzin ver de bu tarafa gelsin."

Hayır, gerçekten şaşırmamıştı, sorgulamamıştı da. Aralarında tuhaf bir şeyler olduğunu sezmiştim ama bu kadarı çok fazlaydı.

"Siz tanışıyor musunuz?" diye dünyanın en saçma sorusunu sordum. İkisi de cevap vermedi hatta Koza benim yanımdan geçip Işık'a doğru ilerledi. Yatağının yanında durduğunda gözleri kısıldı, baştan aşağı onu süzüp gülümsedi.

"Koza," dedi başıyla selam vererek Işık. "Burada ne işin var? Neden geldin?" Koza uzun bir süre Işık'ın yüzünü izledi, bunu yaparken gerçekten gelme nedeninin Işık'ı görmek olduğuna bir an inandım.

Hiç çekinmeden, bir an bile düşünmeden Işık'ın üzerindeki çarşafı aşağıya çekti. Öne bir adım attım ama Işık beni eliyle durdurduğunda ve karşı gelmediğinde şaşkınlıkla onları izledim. Işık'ın üzerinde ip askılı siyah bir atlet vardı. Koza uzanıp parmak uçlarını Işık'ın vurulduğu yere dokundurduğunda irkildim ama ikisi de irkilmedi. "Burası," deyip çarşafı biraz daha aşağıya indirdi. Parmakları kasıklarının üzerinde durdu. "Burası." Vurulduğu yerleri gösterdi. "Sana hep söylerdim, hata bir kez yapılır, iki kez değil. Birincide fark ettikten sonra ikinciye nasıl izin verdin?"

Işık gülümsedi, eli karnının üzerine kaydı ve vurulduğu yeri işaret etti. "Burası ilki," dedi. "İkincisinde Mutlu'yu korumak istemiştim ama aslında konu Mutlu değildi, değil mi? Beni vurmaya çalıştılar."

Koza başını iki yana salladı. "İkinci hatan, sana hayatın boyunca unutamayacağın bir ceza verdi. Kendini korumalıydın."

Işık omzunu silkti. "Ben bunu zaten hiçbir zaman beceremem. Kendimi hiç koruyamam."

"Biliyorum." Koza yine alayla güldü ve bunu yaptığı an, yüzüne ağır bir yumruk indirmek istedim. Komik olan neydi? Onun yüzünden ve benim yüzümden Işık vurulmuştu.

Işık, "Neden geldin?" diye sorduktan sonra göz ucuyla bana baktı. O an acaba benim kim olduğumu biliyor mu, diye düşünmeden edemedim. İhanetimi, ajan olmamı, gerçeklerimi… "Onu bu işe karıştırmamalıydın," dediğinde ise aslında hiçbir şey hakkında fikri olmadığını fark ettim. "Yalan söylemek zorunda bırakılan ikinci kişi, Sokak Nöbetçileri'ne çok fazla."

Koza sırıttı ve omzunun üzerinden bana baktı. "Aslında Sokak Nöbetçileri'nde yalan söylemeyen tek kişi Sonuncu, geriye kalan herkes son derece yalancı. Ve o kız," dedi beni göstererek. "Bir Sokak Nöbetçisi değil. Benim gibi sadece."

Işık bütün bunları duymazlıktan geliyormuş gibi, "Neden geldin?" diye sordu üçüncü defa.

Koza kaşlarını kaldırdı. "Seni görmek ve gerçeği duyduğun an nasıl olduğunu bilmek istedim." Ondan nefret mi ediyordu, ona değer mi veriyordu yoksa Işık'la ilişkisi benimle olduğu gibi miydi, hiçbir şey anlayamıyordum. Işık'ın tavırlarından az çok Koza'dan nefret etmediğini anlayabiliyordum ama Koza hiçbir şey belli etmiyordu.

"Gerçeği duymak?" Işık kaşlarını çattı. "Neyden bahsediyorsun?"

"Vurulduğunda olandan," dedi Koza, sonra bir anda gözleri bana çevrildi. "Ona söylemediniz mi?"

Daha fazlasını istemediğim için ellerimi kaldırıp, "Yeter bu kadar," dedim ve kapıya baktım. "Gitmen gerekiyor, birazdan odaya gelirler."

"Konu ne?" Işık daha fazla doğruldu, canı yandı ama bunu belli etmemeye çalıştı.

Koza, "Ona söylemediniz," deyip kaşlarını çattı. "Sonuncu hâlâ bir şeyleri itiraf etmek konusunda cesur değil, ha?" Işık'a döndü. "Senden yine gerçekleri saklayacaklar."

"Koza!" Dişlerimi sıkarak ona doğru yürüdüm ve elimle kolunu tutup çekmeye çalıştım fakat buna izin vermedi. "Çık dışarı."

"Devam et Koza." Işık keskin bir nefes verdi. "Sen söylemezsen bir daha kimse söylemez, biliyorum. Hep en kötüsünü sen bana söyledin."

"Işık lütfen." Koza'yı daha fazla çekiştirdim ama hareket bile etmeden Işık'ın yüzüne bakmaya devam etti. "Bunu söyleyecek kişi sen değilsin Koza."

Neyle, kimle savaşıyordum bilmiyordum çünkü ikisi birbirine bakarken ben orada büyük bir fazlalıktım. Koza acımasızdı, hepimizden daha acımasızdı ve hayatın bütün kötülüklerini tek seferde söyleyebilecek kadar da gözü karaydı.

Beni şaşırtsın istedim.

"Artık çocuğun olmayacak," dedi tek nefeste. Beni şaşırtmadı. "Hamile kalamayacaksın. Anne olamayacaksın." Işık'ın yüzüne bakamadım, gözlerimi Koza'nın gözlerine diktim ama o kadar korkutucu gözleri vardı ki mavi gözü bambaşka birine, kahverengi gözü bambaşka birine ait gibiydi.

Bu kadar acımasız olan kişi mavi gözlü müydü, kahverengi gözlü müydü?

Saniyeleri dakikalara dönüştürecek kadar fazla sessizlik oldu. Koza'nın kolunu bıraktığımda sırtım Işık'a dönüktü ve yüzüne bakabilecek cesaretim yoktu.

En sonunda, "Sorun yok," dedi Işık. "Zaten bir anne olamayacak kadar kötü birisiyim." Omzumun üzerinden dönüp ona baktığımda gülümsediğini gördüm ama gözlerinde büyük bir acı vardı. Çok büyük bir acı, çok büyük bir gerçek, çok büyük bir keder. Güçlü kalmaya çalışan ama kalamayan o kadını gözlerinden gördüm.

Koza'ya tekrar baktım; o da Işık'ın söylediğine inanmadı, bu çok belliydi. Bir şeyler söylemesini, en azından acımasızlığını geçirecek bir cümle kurmasını bekledim fakat o, "Sana yine hediye getirdim," deyip elini cebine attı. "Geçmişte olduğu gibi." Bir kutu çıkardı, cam kutunun içinde küçük bir jilet olduğunu gördüm, korkuyla onun yüzüne baktım ama o, kutuyu Işık'ın kucağına bıraktı. "Görüşmemiz buraya kadardı. Yaşamaya çalış güzel kız."

Zaman kaybetmek istemiyormuş gibi pencereye ilerlemek için yanımdan hızlıca geçti. Işık kucağına bırakılan kutuyu eline aldı, acıyla gülümsedi. "Yaşamaya çalış Koza," dedi onun arkasından. Bir anlık korkuyla elinden hızlıca çekip kutuyu aldığımda Işık başını kaldırıp bana baktı.

Koza pencerenin pervazından aşağıya inmeye başladığında ve sonra yere düşme sesi geldiğinde arkasından ilerleyip pencereyi kapattım ve perdeleri çektim. Koza ise görünürlerde yoktu.

"Siz," diye lafa gireceğim sırada Işık hızlıca beni susturdu.

"Helin, uyumak istiyorum." Elimde kutuyla ona bakarken elini uzattı, kutuyu ona vermem için bekledi. Bir an ikilemde kaldım çünkü daha önce intiharı seçmiş bir insanın eline jilet vermek, onu tekrar intihara sürüklemek değil miydi? "Merak etme, kendime bir şey yapmayacağım," dedi aklımı okuyarak. "Zaten bunu bana kendime bir şey yapmam için vermedi."

Nefesimi vererek ona ilerledim ve uzattığı eline kutuyu bırakırken, "Aranızda ne var?" diye sordum. "Siz ikiniz..." Gözlerimi sıkıca yumdum. "Yankı biliyor mu? Peki ya diğerleri?"

"Helin, uyumak istiyorum," dedi bir kez daha ve bu sefer sesi sertti.

"Ama cevap vermen gerekiyor çünkü..."

Lafımı kesti. "Sana onunla aramızda ne olduğunu anlatırsam sen de bana anlatacak mısın?" diye sordu. "Peki ya Yankı'ya anlatacak mısın kendini?" Başını çaresizlikle iki yana salladı. "Bazen, kendine bile itiraf edemediğin sırların vardır Helin. Üzerime gelirsen üzerine gelirim, ikimizin de canı yanar." Başıyla kapıyı gösterdi. "Şimdi lütfen çık ve diğerlerine de uyumak istediğimi söyle."

Şaşkındım, korkuluydum, tedirgindim. Şaşkındım çünkü Işık'tan Koza'ya karşı böyle bir yaklaşım beklemiyordum. Korkuluydum çünkü Koza'nın bundan sonra yapacakları ikimizi de ilgilendirecekti. Tedirgindim çünkü Işık'ın benim gibi kötü birisi olduğu düşüncesi beni mahvediyordu.

Ama biliyordum. Onların arasındaki ilişki, ihanetin başlattığı bir ilişki değildi. Nereden biliyordum, nasıl emindim anlayamıyordum ama içimden bir ses, Koza ve Işık'ın arasındakinin benimle Koza'nın arasındakinden daha masum olduğunu söylüyordu.

En önemlisi, Işık'ın Sokak Nöbetçileri'ne asla ihanet edebileceğine inanamıyordum.

"Yalnız kalamazsın," diye fısıldadım ama Işık çoktan gözlerini kapatmıştı. Önünde yere çöktüm, elim yüzüne düşen saçlarına kaydı, sonra onları geriye attım. "İyi değilsin." Aptal gibi, bir cevap vermesini bekledim ama vermedi. Yankı söylemişti, gerçeği duyduğu an hiçbir şey yokmuş gibi davranacağını ama sonrasında canının çok yanacağını.

Canı yanıyordu ama hiçbir şey yapamıyordum.

"Lütfen," diye mırıldandı titreyen bir sesle. "Sadece beni yalnız bırak. Lütfen. Yalvarırım."

Çöktüğüm yerden yavaşça kalkıp uzun bir süre onun yüzünü izledim.

Kapalı gözlerini açmadı, nefeslerini bilerek düzene soktu ki uyuduğunu düşüneyim ama inanmadım. "İyi olacaksın," diye fısıldadım ona. "Söz veriyorum." Nefesi duraksadı ama yine hiçbir şey söylemedi. O an artık kendini tutamadığını ve kapalı gözlerini hafifçe araladığında bir damla yaş süzüldüğünü gördüm.

“Çık,” dedi zorlukla. “Yalvarırım.”

Bir süre daha yüzüne baktım fakat ona iyi gelemeyeceğimi anladığımda kapıya yürüdüm, onu arkamda bırakarak odadan çıktım.

Ağlamaya başlayacaktı, kendisini yıpratacaktı, parçalanacaktı, sonra bir kez daha Yankı'dan duyacaktı çocuğunun olmayacağını. Bir felaketi bir kez duymak yetmezmiş gibi ikinci defa duyacaktı ve ilk defa duyuyormuş gibi davranacaktı.

Bu en acısıydı.
Gücünü toplayamayacaktı.

Merdivenleri inerken oturma odasına sessizlik hâkimdi. Kapıda göründüğüm an Mutlu ayağa kalktı, Işık'ın yanına gitmek için hamle yaptı ama kolunu tutup, "Uyumak istiyor," diye mırıldandım. "Şimdi odaya girmeyelim."

"Tamam benimle beraber uyur," dedi Mutlu ama kolunu daha sıkı tuttum.

"Yalnız kalmak istiyor Mutlu. Bırakalım da yalnız kalsın." Mutlu kolunu elimden kurtardı ve geriye bir adım atıp kaşlarını çattı. İlk defa bana böylesine öfkeli bakıyordu.

"Ona ne söyledin?" diye sordu hiddetle. "O iyi mi?"

Bir an gözlerim Yankı'yla kesişti. Oturduğu sandalyeden dikkatle beni izliyordu ama o izlerken bile sırtındaki kamburu görebiliyordum. Üzerine bir de Işık'a söyleyeceklerinin yükü binmişti ve bu yük, onun uykularını bile kaçırıyordu.

Ona, ondan yüklerini alacağımı söylemiştim; bir yalan, başka birini daha kurtarabilirdi. "Ona çocuğu olmayacağını, anne olamayacağını söyledim," dedim kendimden emin bir sesle. "Birinin yapması gerekiyordu, bunu ben yaptım."

Işık bir kez daha bununla yüzleşmeyecekti, Yankı bunun ağırlığını taşımayacaktı. Yaptığımın cezasını en azından yalanla başkasının yükünü alarak ödemek istiyordum.

Bartu oturduğu yerden kalkıp, "Ne dedin sen?" dedi ve elini saçlarına geçirdi. "Buna bizimle konuşmadan, kendi başına nasıl karar verebilirsin?" Lâl de Bartu'nun arkasından ayağa kalktı ve öfkeyle bana baktı.

Tam karşımda duran Mutlu ise burnundan soluyordu. Gözlerim Yankı'ya kaydığında duruşunu dikleştirdiğini ama gözlerindeki şaşkınlığı silemediğini gördüm. "Ne haddine?" diye sordu Mutlu öfkeyle, ilk defa onu bana karşı böyle bir ses tonuyla görüyordum. "Sen kim olarak bunu yapabildin? O iyileşmedi bile ve sen onda başka bir yara daha mı açtın?" Bana yaklaştı. "Bu zamana kadar üzerine hiç gelmedim ama Işık benim kırmızı çizgimdir. Bunu herkesin bildiği gibi sen de çok iyi biliyorsun."

Ellerimi Mutlu'nun omuzlarına yerleştirdim fakat hemen ellerimi itekledi. "Zaman geçtikçe cesaretimiz azalacaktı," diye açıklama yaptım. "Ne kadar iyileşirse iyileşsin, yarası yine de oluşacaktı. Bugün olmuş, yarın olmuş ne fark eder?"

"Ne fark eder mi?" Mutlu kulaklarına inanamıyor gibiydi. "Bunu yapacak kişi sen değildin. Hatta bunu yapacak son kişi bile sen değildin."

Dayanamayıp, "Peki ya kimdi?" diye sordum. "Sen miydin?" Mutlu dişlerini sıktı ama sessiz kaldı. Bartu'ya döndüm. "Sen mi söyleyecektin?" Lâl'i inceledim. "Peki ya sen?" Kollarımı önümde bağladım. "Hiçbiriniz söyleyemeyecektiniz, Yankı söyleyecekti. O ise bunun için kendine zaman tanıyacaktı. Ben bunu üstlendim, Yankı'nın yapması gerekeni ben yaptım."

Yankı oturduğu yerden kalktığında üç öfkeli gözün aksine bana sakinlikle yaklaştı. Gerilimin farkındaydı, birazdan büyük bir patlama olacağının da farkındaydı ve bunu engellemek için adımlarını fazlasıyla sakin atıyordu. Mutlu uzun bir süre yüzümü inceledi, bunu yaparken gözlerindeki öfke arttı. "Sen kötü birisin," dedi bir anda ve cümlesi kalbimin üzerinde yanıp kül oldu, iz bıraktı. "Bir insanın canını gözünü kırpmadan yakacak kadar kötü birisin. Gerçekten öylesin."

"Mutlu," dedim acıyla ve geriye bir adım attım. Bir kez olsun kalbimi kırmayan Mutlu, şimdi tam ortasından iki parçaya bölmüştü. Bartu bile şaşkınlıkla Mutlu'ya dönmüş, söylediklerini idrak etmeye çalışmıştı. "Böyle söyleme, ben sadece..."

Yankı yanımda durdu, bana baktı, sonra bunu yapmanın ona verdiği hasarı bilse de önüme geçip ilk günlerde olduğu gibi beni kardeşlerinden korudu, arkasına sakladı. "Mutlu, birkaç saat sonra pişman olacağın cümleler kuruyorsun." Sesi yine sakindi ama onun bu cümlesinden sonra gözlerim dolmuştu, kimseden değil, Mutlu'dan böyle bir cümle duymak beni mahvetmişti. "Helin olması gerekeni erkenden yaptı, hepsi bu. Günlerin öfkesini ve acısını ondan çıkaramazsın, buna izin vermem. O da bizim kadar dağılmış durumda, bunu görmüyor musun?"

Yine kardeşlerini karşısına alıyordu. Zaman sanki ilk günlere akmıştı da benim çocukluğumun elleri, onun ellerinin içinde kalakalmıştı. Onca yaptığıma rağmen önümde durması ağlama isteğimi artırdı. "Gerçekten her seferinde onu arkana alıp bizim karşımızda mı duracaksın?" diye sordu Mutlu.

Yankı hiç düşünmeden, "Evet," dedi.

"Lâl bana onun Işık'ın vurulduğu gece ortadan kaybolduğunu söyledi," dediğinde benden şüphelenecek kişi Mutlu mu olmuştu? Peki ya Lâl? Bunu yaparken amacı neydi? "Onun nereye gittiğini hiç sorguladın mı?"

Bir ağzım, bir dilim vardı ama dönüp de onlara hiçbir şey söyleyememek, nutkumun tutulması kendime öfkelenmeme neden oldu. Elimle ağzımı kapatırken kendimi durdurmaya çalışıyordum ama çok zordu, çok çok zordu. "Daha fazla kalp kırıyorsun Mutlu," dedi Yankı. "Ve sen kalp kırdığında bunun vicdan azabını çok çekersin. Yapma. Pişman olacaksın."

Birkaç saniye sessizlik oldu, birbirlerine nasıl bakıyorlardı bilmiyordum ama o sessizlikte yine hiçbir şey söyleyemedim. "Onu korumak için gösterdiğin çabayı," dedi Mutlu en sonunda sert bir sesle. "Işık'ı vuranları bulmak için de harca Yankı, olur mu? Çünkü bu içimdeki öfke başka türlü geçmez, sürekli birilerinin canı yanar. Hepimizin canı yanar. Sürekli birilerinin kalbi kırılır."

Bartu'nun yürüdüğünü hissettim ama onlara bakamıyordum. Yankı'nın sırtına bakarken, bu an bir an önce bitsin diye içimden dualar sıralıyordum çünkü onu, kardeşlerine karşı önümde siper etmek canımı fazlasıyla yakıyordu.

"Onları bulacağım," dedi Yankı korkutucu bir tınıyla. İlk defa günler sonra öfkelendiğini hissettim, öyle bir öfkeydi ki herkesi yakabilecek kadar büyüktü. "Sana söz veriyorum," diyerek omuzlarını dikleştirdi. "Onları bulacağım. Ve bilirsin, ben yapacağım dediğim her şeyi yaparım."

"Onları bulacağız," diye düzeltti Bartu. "İki haftadır boş durdurduğumuzu mu sanıyordun?"

"Hayır, boş durmadık," diye devam etti Yankı. "Ve bir şeylere de ulaştık." Bu söylediği sanki direkt banaydı. Nefesini verdi, ellerinin arkada yumruk olduğunu gördüm. "Sadece sabret. Sabret ve gör. Her şey gözler önüne serilecek."

Mutlu hiçbir şey söylemeden hızlı adımlarla Yankı'nın yanından ayrıldığında Işık'a gideceğini sanmıştım ama dış kapının sesi duyuldu, Bartu ile Lâl de onun peşinden gitti. Odanın içinde Yankı sırtı bana dönük bir şekilde baş başa kaldığımızda ellerimle hızlıca gözlerimi sildim, gücümü toplayarak omuzlarımı dikleştirdim.

Durduramıyordum; korkularımı, hislerimi, gerçeklerimi durduramıyordum. Bu şekilde bile cümleleri kaldıramazken bir gün her şey açığa çıktığında nasıl katlanacaktım?

Yankı omzunun üzerinden bana baktı ama ben ona bakmak yerine sırtına bakmaya devam ettim. "Özür dilerim," dedim kısık sesle. "Sen söylemeden, Işık'a söylediğim için..."

"Ona bunu neden sen söyledin?" diye sorduğunda bana inanıyor muydu yoksa sorguluyor muydu, anlayamıyordum. İşte beklediğim öfkeli tını artık sesindeydi, patlayabilirdi ya da harlanabilirdi ama bu gecenin sonunda çok büyük bir yangına dönüşeceğinden artık emindim.

Yalanlar düşündüm. En gerçek olanı seçtim. "Birisinin söylemesi gerekiyordu," dedim ucu açık bir şekilde. "Senin yerine başkası söylemiş, ne olacak ki? Hem yükün hafifledi."

Vücudunu hafifçe bana döndürdü, bedeni sürtündü. Gözlerindeki yorgunluk daha fazla artmıştı ama artık bu saatten sonra bayılmadığı sürece uyumayacağından emindim çünkü her şey birbirine girmişti, ben onun aslında en büyük düşmanı haline gelmiştim. Gözleri odadaki loş ışıkla daha koyu görünüyordu. Bakışları kısıldı, eli hafifçe koluma kaydı. "Benim için yaptın yani?" diye sordu. "Beni düşündüğün için, öyle mi?"

Artık yalanlara mı katlanamıyordu yoksa bu son olanlar, yine benim önüme geçip kardeşlerini karşısına alması son damlalar haline mi gelmişti? Tahammülü kalamamıştı, ilk defa böyle görüyordum.

Gerçekten bu gecenin sonunda büyük bir yangın başlayacaktı.

Hiçbir cevap vermediğimde bunu olumlu olarak mı anladı bilmiyordum ama Koza söylemese ben de Işık'a bunu söylemeye cesaret edemezdim. Yankı bu konularda cesur olmadığımı bilecek kadar beni tanımıştı. Parmakları, kolumdan elime doğru okşayarak kaydığında ürperdiğimi ama bu ürpertinin heyecandan değil, korkudan olduğunu hissettim. "Bunun bir önemi var mı?"

"Var," diye karşılık verdikten sonra gözleri gözlerimi esir aldı. "Benim için her şeyi yapabilir misin?" İlk defa olduğu Yankı gibi değildi, ilk defa bambaşka bir adama bürünmüştü. O da bir insandı ve o da artık sabrının son noktalarına geliyordu. "Bunu yapar mısın? Benim için her şeyi göze alır mısın? Bir an bile düşünmeden hem de? Mesela birine güvenmeden de olsa bir yola çıkar mısın?"

Konu ne olursa olsun düşünmedim, üzerinde hesaplar yapmadım. Hızlıca, "Senin için her şeyi yapabilirim," dediğimde cümle dudaklarımın arasından çıktığı anda pişman olmuştum.

"Güzel," deyip ürkütücü bir şekilde gülümsedi. "O halde seninle gitmemiz gereken bir yer var." Bir anda eli elimi tuttuğunda ve beni çekiştirerek yürütmeye başladığında adımlarım birbirine girdi ama ona şaşkınlıkla bakmaktan kendimi alamadım.

"Yankı," diye inledim endişeyle. "Ne oluyor? Nereye gidiyoruz?"

Dış kapının önündeki dolabın orada durdu, elimi bırakmadan sertçe dolabı açtı, içindeki birkaç ayakkabı yere düştü. Yumruğu sertçe suntadan içeriye girdiğinde dolabın içine yerleştirilmiş silahları gördüm. Daha fazla korktuğumda elimi tutan eli sıkılaştı ve aldığı bir silahı kendi beline sıkıştırırken, diğerini bana uzattı.

Tereddütle ona baktığımda tek kaşını havaya kaldırdı. Bu bir tehdit değildi ama bakışlarımdan her şeyi çözmeye çalışıyordu. Silahı aldım ve onun gibi belime sıkıştırdığımda beni kendisiyle beraber dış kapıya sürükledi.

"Yankı," dedim tedirginlikle ama o kapıyı sertçe kapatıp sokakta yürümeye başladığında etrafta Sokak Nöbetçileri'nden tek bir kişiyi aradım, belki onlar bizi engelleyebilirdi çünkü bu halini belki onlar daha önce görmüş olabilirdi ama ben görmemiştim. "Neler oluyor?"

Derin bir nefes verdi, bir anda bıçak gibi kesildi, sonra dönüp bana baktı. "Bugün benim için ve Sokak Nöbetçileri için yapabileceklerinin sınırlarını göreceğim," dedi ve çenemi tutup yüzüne yaklaştırdı. "Bugün senin en gerçek yüzünle tanışacağım Helin. Bu ilk defa olacak ve son olması için elimden geleni yapacağım." Öfke bir insanı yok edebilirdi de yaşatabilirdi de. O an Yankı Sarca'nın ilk defa gördüğüm büyük öfkesinin birimizi öldüreceğini ve birimizi de yaşatacağını hissettim.