Kendimi kurtarmak istediğim her duygudan kurtarmış, kaçmak istediğim her duygudan da kolayca uzaklaşabilmiştim ama bazen içimdeki duygularıma söz geçiremediğim zamanlarım olurdu ve o zamanlar da ne yapacağımı bilemeyerek sadece oturup geceyi izlerdim.
Kendimi o günlerimden birinde hissediyordum ve hiç olmadığım kadar yoğun duygular içerisindeydim. Duygularım, herkese karşıydı ama en çok kendime karşı hissettiğim nefretim vardı; küçüklüğüme karşı duyduğum ve affedemediğim bir dürtüm, bugün biraz daha artmıştı.
İyi bir insan değildim ve iyi biri olmamak, iyi biri olmaktan daha acısız geliyordu çünkü kötüydünüz ve siz kötüyken kimse sizden daha fazlasını bekleyemezdi.
Bugüne kadar.
Benden daha fazlasını beklenildiğini düşünmüştüm ya da ben daha fazlasını istemiştim, bilmiyordum.
"Sahil yolundan gidelim mi?" Dakikalar sonra bambaşka bir cümle kuran kişi bendim. Yankı başını olumlu anlamda bir kere salladı ve yoldan karşıya geçip sahil yolunda yürümeye başladık.
Kafeden beraber çıkmıştık ama ikimizin de ağzını hiçbir şekilde bıçak açmamıştı.
Elini cebine attı ve sigarasını çıkardı, paket elinde birkaç saniye duraksadı sonra bana da uzattı. Alkol kullanan biriydim ama hiçbir zaman sigaraya bağımlı olmamıştım. Elimi kaldırıp teklifini reddettim ve onun yüzüne bakmaya devam ettim.
Sigarasını dudaklarının arasına yerleştirdi ve çakmağıyla ucunu ateşlerken, “Neden öyle bakıyorsun?" diye sordu. Kısılan gözlerinin arasından profiline rağmen turkuaz gözlerini görebiliyordum.
"Sadece teşekkür ederim," diye mırıldandım ve samimiyetimi ölçmek istermiş gibi dudaklarından sigarayı uzaklaştırırken yüzüme baktığını gördüm.
"Ne için?" Dudaklarında yapay bir gülümseme oluştu ve beni ezip geçen bakışlarının arasında kendimi kötü hissettim. Duraksayıp ne cevap vereceğimi düşündüm ama o tekrardan konuştuğunda gülümsüyordu. "Kendini dövdürmekten daha fazlasını yapmaman için seni kabul ettiğimden dolayı mı?"
Nefesimi tuttum ve göğsümün altında birleştirdiğim kollarım iki yana düştü. Elbette anlamıştı.
Saat gece yarısını çoktan geçmişti ve sahil yolunda genelde alkolikler ya da öylesine takılan insanlar kalmıştı. Birkaç kişiyle göz göze geliyorduk ama hepsi Yankı'ya selam veriyor, bir daha bana bakmıyorlardı.
Son bir kişi daha Yankı'ya selam verdiğinde, “Kendini dövdürmek?" dedim yapay bir tereddütle. "Bilerek, inat uğruna yumruk yiyecek birine mi benziyorum?" Boşa çırpınıyordum, ikimiz de bunu biliyorduk.
"Evet," dedi hızlı bir şekilde ve denize doğru baktı; dudaklarının arasında tuttuğu sigarasının dumanı yüzüne geliyordu. "Canımı sıkan bunlar değil, canımı sıkan bu kadar hafife alınmam ve bu kadar aptal bir oyun oynaman. Gerçekten, daha basit bir planın yok muydu? Mesela ben yürürdüm ve bir anda köşede adamlar seni sıkıştırıyor, çantanı almaya çalışıyor olurlardı ve ben kurtarırdım... Çok zekice."
Yine küçümsemeye başlamıştı ve bu durum öfkelenmeme neden olmuştu. İtiraf etme vaktiydi, yalanların sonu her zaman itiraflarla biterdi. "Plan bana ait değildi."
Adımları duraksadı ve başını çevirip bana baktı. "Bir yandan bizim aramıza girmek isteyip, bir yandan da başkalarından emir alıyorsun demek ha?" Tebrik edermiş gibi kafasını salladı. "Benden başkasından emir almaman gerekiyor artık."
Kaşlarımı çattım ve ondan hiçbir zaman emir almayacağımı söylemek istedim fakat üzerine gitmek olurdu, biliyordum ki onun sözünü dinlemek zorundaydım. "Sokak Nöbetçileri’ne dahil değildim," dedim ve işaret parmağımı ona salladım. "Hatırlarsan beni evden kovmuştun ve hepiniz beraber resmen beni yerin dibine sokmuştunuz."
"Ve sende yeniden aramıza girmek için dünyanın en zekice planına ayak uydurdun, öyle mi?" Dudaklarının arasında duran sigarasını yere attı ve söndürdükten sonra adımları durdu. Vücudu bana doğru döndüğünde ben de birkaç adım sonra durdum. "Kendini dövdürecek kadar mı bu gruba girmek istiyordun?"
Ona yalanlar sıralamak yerine, “Başka çarem yoktu," diye homurdandım. "Bir şekilde seninle konuşmam gerekiyordu, ne olursa olsun şiddete boyun eğmeyeceğinden emindim." Kaşlarım tekrardan çatıldı. "Hoş, eğer yardım etmeseydin yarın kendimi daha fena bir şekilde dövdürüp gelirdim. Yardım etmemeyi düşündün mü?"
Yankı'nın gözlerinden anlamsız bir ifade geçti ve birkaç adım atarak tam karşıma geçti. "Aslında..." dediğinde gözleri dudaklarımdaki şişliğe kaydı. "Hiçbir şey yapmayacaktım ama bir konuda beni şaşırttın o da kendini dövdürmek konusunda. O kadar ileri gidebileceğini düşünmemiştim, bu delilik."
"Gerçekten daha fazlasını yaptırırdım, Yankı," dedim ve ona ilk defa ismiyle hitap ettiğimi fark ettim. Adını duyunca bir anlık afalladı. "Aranıza girmek için bok gibi bir plana bile ayak uydurdum, yüzüm tanınmayacak hale gelene kadar kendimi dövdürürdüm."
Yüzünü buruşturdu ve "Senin derdin ne?" diye sordu. "Senin amacın ne? Ayrıca Rıza diye birisi senin peşinde değil, değil mi? O da bir hikayeydi.”
“Evet.” Yüzümü buruşturdum. “Aslında hayır. Beni bulmak istiyor ama önemsiz birisi.”
Yankı bunlara takılmak yerine, “Yalana her zaman bu kadar kolay mı başvurursun?” diye sordu.
Düşünmeden, “Yalana ihtiyacım varsa o yola girmekten asla çekinmem,” dedim.
Bu onu fazlasıyla rahatsız etmişti. Bir kez daha, “Senin amacın ne?” dedi ardından sorduğu sorudan rahatsız olmuş gibi elini kaldırdı, "ya da boş ver," diyerek geçiştirdi. Kendisi amacımı çözmek istiyordu çünkü yalan söyleyeceğimden emindi. "Zaten seni yanımızda istiyordum, sınırları ne kadar zorlayacağını ya da nasıl planların olacağını merak ediyordum.” Yüzünü buruşturdu. “Planların da bilek gücün gibi kötüymüş, onu gördüm."
"Planı ben kurmadım eğer kursaydım, ruhun bile duymazdı," dedim dişlerimi sıkarak. "Ayrıca bilek gücüm kadar mı? Onlara karşılık vermedim aksine ‘Hadi bana iki üç tane yumruk atın’ dedim ve onlar da bunu yaptılar."
Sesimin yüksek çıktığını fark etmem, yüzünde oluşan sırıtışla aynı anda oldu. "Atarlı kovboy yine sinirlendi," dedi alayla. "Küçümsenmek pek hoşuna gitmiyor galiba?"
"Sen beni küçümseyemezsin," dedim bir adım atarak. Yüzüm yüzüne yaklaştığında işaret parmağımla göğsünden hafifçe itekledim ama hareket etmedi. "Ayrıca sana uygulayacağım planların donanımını ve bilek gücümü kanıtlamaya çalışmayacağım."
"Kanıtlayamazsın zaten," dedi aynı ifadeyle ve küçümseyici bakışlarıyla. "Kovboy şapkasını kafasına geçiren herkes muhteşem bir şekilde silah kullanamıyor."
Onu biraz daha sert ittirdim. "Seni tek bir hamleyle yere serebilirim, tek bir hamleyle metrelerce uzaklıktan tam kalbinden de vurabilirim."
Durdu. Çok kısa bir süre durdu ve sonra gülmeye başladı. Ciddi ciddi gülmeye başladı. Öyle sinir bozucu gülüyordu ki sert bir yumruğu onun yüzüne geçirmek istedim. Gülmesinin geçmesini bekledim ama geçmedi; gözleri kısılmıştı, bakışları yüzümdeydi. Gerçek bir gülüş olmadığının bilincindeydim ama onu eğlendirmiştim.
"Bir gün beni tek bir hamleyle yere serersen hatta tam şu kalbimi bir şekilde isabet alabilirsen kurşun olmadan," dedi gülüşünün arasından. "Daha önce hiç yapmadığım bir şeyi yapacağım; senin önünde dizlerimin üzerine çöküp üstünlüğünü kabul edeceğim."
Bu sefer gülme sırası bendeydi, onun sadece tebessümü kalmıştı. "Peki gerçekten kalbinden vurursam seni?"
Tebessümü ağır ağır silindi. "Unutuyorsun, kovboy," dedi keskin bir sesle. "Benim elimde de bir silah olur ve sen beni vurmadan önce beni seni çoktan vurmuş olurum." Duraksadı ardından işaret parmağıyla hafifçe şakağıma dokundu. "Kalbinden değil ama tam buradan. Belki o zaman ters etki yapar ve beynin doğru çalışır."
“Ya elinde bir silah olmazsa?” dedim bu kez.
“Senin elinde silah varken, benim elimde silah olmayacak öyle mi?” Gözlerini devirdi. “Bunun için aklımı falan durması gerekiyor, bu da imkânsız bir şey.”
"Çok iddialısın," dediğimde onunla dalga geçiyormuş gibi görünmeye çalışıyordum ama çok zordu. Yankı, birçok konuda iyi olabilirdi. Yine de onu kendimden üstün görmeyecektim, bunu kendime yapmayacaktım.
"İddiaya girelim o zaman," dedi ve serçe parmağını öne doğru uzattı. "Ben kazanırsam..." düşündü ve hınzır bir ifadeyle güldü. "Ben kazanırsam ne isteyeceğimi boş ver ama sen kazanırsan..."
"Dizlerinin üzerine çökmeni istiyorum," dedim hızlı bir şekilde. "Ben kazanacağım ve dizlerinin üzerine çökeceksin."
"Hangi konumdayken?" diye sorduğunda ilk başta anlayamadım ama sonrasında düşündüğümde... Bakışlarından tehlikeli bir ifade geçti, öyle bir ifadeydi ki gözlerimi kaçırmak zorunda kaldım ve bu tehlike, korkunun tehlikesi değildi. "Önümde diz çökülmesini daha çok severim."
Yaptığı imaya dişlerimin arasından tısladım. Yanaklarıma kızgınlıktan mı yoksa şaşkınlıktan mı bilinmez, kan oturmuştu. Konuyu tamamen değiştirmek en iyisiydi. "Beni bu kadar hafife alma, amatör kovboy. Önümde diz çökeceksin ve emin ol kafandan geçtiği şekliyle olmayacak."
Bir süre bekledi, dudaklarını araladı ve kafasını iki yana sallayarak, “Gel benimle," dedi, yola doğru yürüdü. "Bir yere gideceğiz." Arkasından onu takip ederken, onların evlerinin yakınında olduğumuzu biliyordum ve neden taksi durdurma ihtiyacı hissettiğimizi anlayamamıştım.
Taksiye bindiğimizde ve Yankı çok da uzak olmayan bir yerin adresini verdiğinde, “Nereye gidiyoruz?" diye sordum. Yankı ise işaret parmağını dudaklarına yaklaştırdı ve susmam gerektiğini belli etti. Şoför arabayı düşündüğümden daha hızlı sürüyordu, hemen arka koltukta yanımda oturan Yankı, pencereden dışarıyı yüzündeki silik bir gülümsemeyle izliyordu.
"Gizemli oynamayı seviyorsun," dedim gözlerimi devirerek.
"Sen hiç susmaz mısın?" diye sordu ve kaşlarının çatıldığını gördüm. "Durmadan, bir an bile yılmadan, nefes almadan konuşur musun?" Söylediği dudaklarıma kilit vurmama ve benim de pencereden dışarıyı izlememe neden oldu. Camın yansımasından onun yüzünü görüyordum ama o bana bakmıyordu.
Yedi sekiz dakika sonra eski bir binanın önünde durduğumuzda Yankı taksi şoförüne parayı verdi ve araçtan indi. Ardından indiğimde binaya doğru yürüdüğünü gördüm. Konuşmamaya yemin etmiş gibi hiçbir şey söylemeden onu takip ettiğimde göz ucuyla bana baktı ve onu takip ettiğimi gördüğünde binadan içeriye girdi.
Hızlı bir şekilde tepedeki floresanlar bizi görür görmez bembeyaz ışıklarla yandı ve Yankı koridoru geçerek diğer tarafa doğru döndü. İçim içime sığmıyor, soru sormamak için dudaklarımı kemiriyordum ama yine de susmayı tercih ettim.
Susmak ve hiç konuşmamak o kadar zordu ki! Beni sadece çok konuşan ya da çok sorgulayan insanlar anlayabilirdi.
Betondan merdivenleri tırmanmaya başladığında kulaklarıma kısık bir müzik sesi doldu. Neşet Ertaş.
Merdivenlerin son basamağına geldiğimizde gözlerimi daha parlak ışıklar aldı ve Yankı önümü tamamen açtığında nereye geldiğimizi anladım.
Atış poligonuydu.
Köşede oturan bir adam vardı ve radyodaki Neşet Ertaş şarkısına eşlik ediyor, dizine yasladığı rakısını yudumluyordu. Adım seslerimizi duyunca kaşları çatıldı ve başını kaldırıp bize baktı. Yüzündeki kederli ifade hızlı bir şekilde değiştiğinde gülümseyip ayağa kalktı. Elindeki rakı bardağı, dudaklarının arasındaki sigarasıyla Yankı'ya sarıldı.
"Yakışıklı!" dedi sevgi dolu bir sesle. "Seni görmek de mi varmış?"
Yankı gülümsedi ve geriye doğru bir adım atıp ellerini adamın omzuna koydu. "Nasılsın, Kemal abi?"
Adam bardağı işaret etti ardından sigarasını dudaklarının arasından aldı ve onu gösterdi. "Nasıl olsun, bildiğin gibi işte. Sen nasılsın? Çocuklar nasıl? Lâl'im nasıl?"
Yankı omzunu sıvazladı. "Lâl çok iyi, buraya gelmek istiyordu. Bir ara onunla da geleceğim." Adamın gözleri en sonunda bana döndüğünde uzun bir süre inceledi ve sonra Yankı'ya dönüp kaş göz yaptı. "Helin," dedi Yankı bana dönüp bakmadan. "Yeni misafirimiz. Bizimle kalacak."
Adam içtiği rakısını neredeyse püskürtüyordu. "Yeni mi? Şaka mı yapıyorsun?"
"Uzun konular," dedi Yankı konuyu kapatmaya çalışıyormuş gibi. "Bartu her gün buralarda değil mi, o bahsetmedi mi?"
"Bartu hayırsızını en son bir ay önce gördüm," dedi kaşlarını çatarak. "O da rakısını içti, kederlendi ve yine gitti. Sana hep söylüyorum, o çocuğun bir gönül ağrısı var."
Yankı kısa bir süre sessiz kaldı ve gözleri bir noktaya daldı. Ne düşündüğünü merak etmiştim ama anlayabilmem neredeyse imkânsızdı. "Bir ara hep beraber geliriz," dedi Bartu konusunu kapatarak. "Bize yer ayarlasana Kemal abi." Beni kafasıyla işaret etti. "Birileri bana meydan okuyor da."
Güldü, Kemal abi de aynı Yankı'nın az önce bana güldüğü gibi güldü ama bu kahkaha da içeriyordu. "Merhaba," dedim iğneleyici bir ses tonuyla. "Ben de tanıştığıma memnun oldum."
Adam "Merhaba merhaba," dedi ve kafasını salladı. "Biraz sonrası için ise güle güle."
Yankı da güldü ve adamın omzuna bir kere vurarak poligan yerini işaret etti. Adam elinde tuttuğu bardağı Yankı'ya verdi ve sigarasını yere atıp söndürerek atışları ayarlamak için ilerledi.
"Beni öfkelendiriyorsunuz," dedim ayağımı bir kere yere vurarak. "Hepiniz hem de. Dışarıdan nasıl görünüyorum? Siz kendinizi ne sanıyorsunuz?"
Yankı, elinde tuttuğu bardaktaki yarısına kadar dolu olan rakıya tek bir dikişte içti ve elinin tersiyle ağzını silerken bana hayal kırıklığıymışım gibi baktı. "Aslında biz kendimizi bir şey sanmıyoruz," dedi rahat bir tavırla. "Sen kendini bir şey sanıyorsun ve sürekli bizi tanımadan meydan okuyorsun. Sonucunda hep rezil olacaksın."
"Ya da vezir olacağım," dedim ve atış yapılan yere doğru yürüdüm. Arkamdaydı, biliyordum. "Kendimi bildim bileli bu atışları yapıyorum, daha basit bir şey olamaz."
"Öyledir tabii," dedi yapay bir takdirle. "Ama karşındaki nefes almayan, kalbi atmayan birisi olunca isabet ettirmek her zaman daha zordur."
Kaşlarım çatıldı ve bize doğru yürüyen adama bakarken her şeyi hallettiğini gördüm. "Hiç daha önce nefes alan birini vurdun mu?"
Sorum kaşlarını kaldırmasına neden oldu. "Ölmüş olan birini vurmak anlamsız olmaz mıydı?" Soruma ucu açık bir cevap vermişti ama yanıtını öyle çok merak etmiştim ki yüzüne bakmaya devam ettim. O ise Kemal abiye bakarak, “Adil olmasını istemiyorum," diye seslendi. "Onun mankenini biraz daha yaklaştır."
"Hayır!" diye bağırdım. "Aynı yerinde dursun."
Kemal abi Yankı'ya baktı ve başını salladığını gördüğünde içeriden çıkıp yanımıza geldi. Silahı ikimizin ortasına uzattı. "Önce kadınlar," dedi Yankı silahı alıp bana uzatarak. "Umarım ağır gelmez ve nasıl tutulduğunu biliyorsundur."
Hiçbir şey söylemeden Kemal abinin elindeki büyük kulaklığı aldım ve taktıktan sonra sertçe Yankı'nın elinden de silahı aldım. "Emin ol, düşündüğünden çok daha iyiyim."
Silah fazla ağır değildi, daha ağırlarını taşıdığım zamanlarım olmuştu, bu yüzden gülümsedim ve o sırada Yankı'nın nefesini boynumda hissettim. Yavaşça kulaklığın tekini kaldırdı, nefesi tenimdeydi. "Tam kalbinden," dedi net bir sesle. "Altı atış hakkın var, benim ise üç olacak. Eğer tam kalbinden vurabilirsen iddiayı sen kazanacaksın ve ben atış bile yapmayacağım."
Hafifçe titrediğimi hissettim ve nedenini bir türlü anlayamadım. Yankı'ya dönüp bakamıyordum çünkü bakarsam burun buruna geleceğimizi biliyordum bu yüzden dikkatimi tamamen karşımdaki mankene verdim ve silahı havaya kaldırdım. Yankı kulaklığın tekini tekrardan kapattığında, “Şansın hiç yok," diye fısıldadım. "Dikkatimi dağıtma yeter."
Tek gözümü kapatıp silahı, mankene isabet aldığımda nefesimi bile tutmuştum ve Yankı bunu hissedebiliyordu. Etrafta derin bir sessizlik vardı, Kemal abi Neşet Ertaş'ı bile susturmuştu.
Dikkatli bir şekilde ve bana öğretildiği gibi bir an bile tereddüt etmeden tetiğe bastım ve ilk atışımı yaptım. Ardından iki üç defa daha tetiğe bastım ve silahı indirerek mankene doğru baktım. Çok uzakta olduğu için seçemiyordum ama tam kalbinden vurmuşum gibi görünüyordu. Bir an Yankı ile aynı atışları yapmak konusunda eşit olmak istedim, üç atıştı fakat sonra bunun umurumda olmadığının ve sadece onun kaybetmesini istediğimi anımsadım.
Tekrardan silahı havaya kaldırdığımda ona bakmamak için ekstra çaba sarf ediyordum çünkü nedense ona bakarsam dikkatimin tamamen dağılacağından korkuyordum.
Dördüncü atışımı yaptım ardından beşinci atışımı yaptım ve güldüm. "Son atışım kalbi tamamen parçalamak için," dedim ve dikkatli bir şekilde son atışımı da yaptım. Birkaç saniye öyle durduktan sonra silaha aşağıya indirdim ve Yankı'nın yüzüne baktım. Gözleri bende değil, mankenin üzerindeydi. Belki sadece bir kâğıt parçası gibi görünüyordu ama ben o mankeni canlı gibi düşünmüştüm.
Kemal abi tek bir hareketle mankeni bize doğru yaklaştırmaya başladığında gözlerimi Yankı'dan ayırdım ve mankene doğru baktım. Yaklaştıkça yüzümdeki zafer kazanmış olan ifade yavaş yavaş silindi ve en sonunda yok olduğunda manken tam karşımdaydı.
Kalbin olduğu yerin etrafına isabetler alabilmiştim ama tam kalbin üzerine denk getirememiştim. Hırsla ve öfkeyle dişlerimi sıktığımda Yankı "Kalbini değil de ciğerlerini parçalamışsın gibi görünüyor," dedi. Yüzüne bakmamak için neredeyse kör olmayı istedim çünkü ifadesinin beni derinden sarsacağını biliyordum. "Yine de söylemeden geçemeyeceğim, düşündüğümden daha iyisin."
İltifat mı etmişti o? Başımı yavaşça çevirip yüzüne baktım ve düşündüğümün aksine alaylı ifadesiyle değil, ciddi ifadesiyle karşılaştım. Mankeni incelerken bir şeyler düşündüğü belliydi ama ne düşündüğünü bana söylemeyecekti, bunu biliyordum.
"Sıra sende," dedim silahı ona uzatarak ve geriye çekilerek. Kemal abi yeni manken koymak için içeriye girdi ve o sırada da Yankı hiç beklemediğim şekilde hızlı, çevik hareketlerle silahın şarjörlerini değiştirdi. Elleri o kadar hızlıydı ki dudaklarım aralanmak zorunda kalmıştı. O sırada ellerine de dikkat etmiştim. Parmakları ince ve uzundu ama tırnaklarını yediği ortadaydı ayrıca parmaklarında yer yer izler vardı.
"Silah kullanmayı seviyor musun?" diye sorarken buldum kendimi çünkü özel bir ilgisi olduğunu düşünmüştüm.
"Babamın silah koleksiyonu vardı." Cevabı daha fazla şaşırmama neden oldu. Ailesinden bahsetmesi bir yana dursun, onların varlığının dilinde yer alması kaşlarımı çattırdı. Düşündüğüm gibi değildi, onu ailesinden bahsetmeyen asi küçük bir erkek çocuğu gibi hayal etmiştim. "Babamın küçükken şarjörleri nasıl değiştirdiğini izlerdim, sonra kendim o olmadığı zamanlar aynılarını tekrar ederdim." Yüzü bana döndü. "Büyüdüm, büyüdükçe silah kullanmayı da öğrendim ama şarjör değiştirmek her zaman daha keyifli kaldı."
Gözlerinin içinde kederli bir adamı aradım ya da geçmişiyle savaşan, acı çeken bir adamı görmek istedim ama aksine, sanki normal bir şeyden bahsediyormuş gibi bana bakıyordu. Turkuaz gözlerinde hiçbir ifade yoktu. Yankı, böyle kalın maskeler takmayı nasıl öğrenmişti?
Kemal abi mankeni hallettiğinde, “Alnının tam ortasından," dedi Yankı beni bilgilendirerek. "Bir milim bile hareket ederse ikimiz de kazanamayacağız."
Silahını havaya kaldırdı ve kulaklığı takmadığını fark ettim. Tek gözünü kıstı, benim aksime beklemek yerine ve nefesini tutmak yerine atışını yaptı. Bir süre onu incelerken buldum kendimi. Bir aydan fazladır onu inceliyor, onu izliyor, gözlerimi ondan alamıyordum ama sanki bu sefer onu incelerken daha farklıydı. Kirli sakalları biraz daha uzamıştı, uzun kirpikleri ise alt kirpikleriyle birleşmişti. Dışarıya doğru çıkan alt dudağı ıslak ve temkinli duruyordu. Az önce babasından bahsetmemiz içindeki ateşi harlamış olabilir miydi?
Yankı Sarca, gerçekten her kadının etkilenebileceği kadar büyülü bir güzelliğe sahipti ve bunu uzun zaman sonra itiraf etmek, kendime kızmama neden oldu. "Beni incelemekten vazgeç," dedi Yankı. "Ben senin dikkatini dağıtabilirim ama sen benim dikkatimi dağıtamazsın."
Hızlıca gözlerimi ondan kaçırdım, hiçbir cevap vermeden silahına baktım. İlk atışını yaptığında derin bir nefes aldı ve sonra bir kere daha vurdu; silahı aşağıya indirdi mankene baktı. Yüzünde aydınlanma olduğunda gülümsedi ve tekrardan kaldırıp vurduğunda üçüncü atışını da tamamlamıştı.
Silahı önündeki masaya koydu ve Kemal abi mankeni yaklaştırırken o oraya bakmak yerine dönüp bana baktı. Gözlerim bir ona, bir de mankene kayarken yaklaştıkça hayal kırıklığını değil de hayranlığı hissettim ve bu durum da kendime öfkelenmeme neden oldu.
Manken tam önümüzde durduğunda bakmadan ve kendinden emin bir sesle, “İki kere alnının tam ortasından vurdum," dedi net bir sesle. Havalı görünüyordu ve bunu bilerek yapıyordu. Nasıl böyle emin olabiliyordu? Gerçekten de öyle yapmıştı, gözlerim mankenin kalbinin olduğu yere doğru kaydı. "Bir tane de senin için tam kalbinden vurdum, senin bana bunu hiçbir zaman yapamayacağın gibi."
Ne söylediyse hepsini yapmıştı, hepsi tam karşımdaydı ve o dönüp bakma gereği bile görmüyordu. Kollarımı önümde bağlayıp yüzümü ona çevirdiğimde, “Keskin nişancı olduğunu bilmiyordum," dedim ama sesimdeki hayranlığı gizleyemedim. "Tebrik ederim."
"Bir daha kazanamayacağın iddialara özellikle karşındakini tanımıyorsan girme," dedi. "Benden öğreneceğin çok şey var. Ders bir atarlı ama amatör kovboy, bir daha silah kullanırken nefesini sakın tutma. Bu kalp atışını yavaşlatır ve görüş açının netliğini bozar." Yüzüme bakmadan yanımdan geçti ve köşede bizi izleyen adama elini kaldırdı. "Görüşürüz Kemal abi!"
"Görüşürüz yakışıklı," dedi Kemal abi. "Bir daha çocuklarımı da getir."
O çocuklarım diye bahsettiklerinden hiçbir zaman olmayacaktım ama yine de arkama dönüp ona baktım ve elimle selam verdim; tabii ki de karşılığını alamadım.
Merdivenleri inerken, “Bu kadar iyi olabileceğin aklımın ucundan geçmezdi," dedim ve Önder Sarca'nın sesi kulaklarımda çınladı. O grubun zekâsıydı ama o aslında çok daha fazlasıydı. Henüz daha onun hakkında hiçbir şey görememişken çok çabuk biletini kesiyordum. "Bence atışlarında şarjör değiştirmekten çok daha iyisin."
Binadan dışarıya çıktığımızda havanın soğuduğunu yeni hissediyordum ve deri ceketime sarıldığımda o da cebindeki paketinden bir sigara çıkardı ve yaktı. Derin bir nefes çektikten sonra bana baktı ve dumanı üflerken, “Hangi konuda iyi olduğum önemli değil," dedi. Gözlerini göremesem de ifadesinin değiştiğini hissettim. "Ben her zaman şarjör değiştirmekten daha fazla keyif aldım."
Derin bir cümleydi, anlamını belki de hiçbir zaman çözemeyeceğim kadar derin bir cümleydi ama bir o kadar da tanıdık, kendimde bulduğum bir duyguydu. Lafı değiştirerek, “İddiayı kazandın," dedim. "Benden ne istiyorsun?"
Atış yaptığımız yer onların evlerine çok yakındı, bunu yeni fark ediyordum. Yankı ilerideki evlerine yürürken, “Bir sıfır," dedi eğlenen bir sesle. "İddiayı kazandım ve bunu şimdi kullanmak istemiyorum. İleride daha çok işime yarayacağı zamanlar olacaktır."
Yankı'nın kafasından neler geçiyordu bilmiyordum ama sanki düşündüğü daha başka konular vardı ve farklı planlar peşinde gibiydi. "Korkmalı mıyım?"
"Bilmem," dedi ve adımlarını hızlandırırken evlerinin ışıklarına doğru baktı. "Korkulacak biri olmadığımı ve ne kadar sevimli olduğumu söylememiş miydim?" Sevimli? Hayır. O sevimli değildi ama belki seksi... Kapa çeneni, Helin.
Kapının önüne geldiğimizde ikimiz de duraksadık çünkü içeriden bağırma sesleri geliyordu; Yankı birkaç saniye tetikte durdu ardından çığlık sesinin Mutlu'dan geldiğini anladığında omuzlarını indirdi ve anahtarı kilide yerleştirdi.
"Dur," dedim ve refleksle elimi elinin üzerine koydum. Yankı'nın gözleri elime kaydı. "Onlara ne söyleyeceksin? Bana çok kötü davranacaklar, değil mi?"
Beni kandırmasını istedim ama o aksine, “Evet," dedi. "Öncekinden daha kötü davranacaklar ama ben kabullendiysem onlar da kabullenmek zorundalar." Kilidi çevirdi ve yüzüme dikkatli bir şekilde baktı. "Ve ben seni kabullendim, amatör kovboy."
"Hey," dedim Yankı kapıyı açarken. "İkinci söyleyişin! O benim cümlemdi!"
"Ama sen amatördün," dedi ve kapıyı ardına kadar açtığında Mutlu'nun çığlığı kulaklarımıza doldu.
"Bartu!" Sesi tiz çıkıyordu ve evde tepinme sesleri vardı, kıkırdayış sesleri büyük ihtimâl Işık'tan geliyordu. "Bir daha klozete yapıştırıcı sürmeyeceğim, yemin ederim. Popon için özür dilerim. İndir beni!"
Sesler oturma odasından geliyordu ve Mutlu'nun söylediğinden sonra gözlerim irice açıldı, Yankı ise bana bakarak eliyle durdurdu. Yüzünde gülümseme oluştu, konuşmaları dinlemek istiyordu.
"Ulan," dedi Bartu, dişlerini sıktığını hissettim. "Ulan ben şimdi senin o kıçına floresan takıp ışıl ışıl mahallede gezdirmez miyim?"
"Floresan mı?" Mutlu bağırmaya başladı. "Kıçım elektrik üretmiyor, ışıl ışıl nasıl yanacak?"
"Bir de sorguluyor," dedi Bartu ve zar zor nefes aldığını işittim. "Korkudan götün yanacak, bekle sen."
"Ama lütfen," dedi ve çırpınışlarıyla Bartu'ya vurmaya çalıştığını anladım. "Şakayı Lâl yapınca bir şey söylemiyorsun, Işık yapınca bir şey söylemiyorsun ama ben yapınca 'Işıldak kıçlı Mutlu' oluyorum. Neden?"
Tepinme sesleri arttı ve Işık kahkahasının arasından, “Adamın poposu klozete yapıştı Mutlu," dedi ve gülmeye devam etti. "Şimdi seni direkt ışıldağa çevirse haklı adam."
"Daha önce de fön makinesinin içine pudra şekeri koymuştum," dedi ve sesindeki alayı hissettim. "Yüzü gözü bembeyaz olduğunda beni hamur gibi yoğurmuştu." Durdu ve bir anda tekrar çığlık attı. "Hayır, o yapışkanı eğer bana yedirirsen… Hayır!"
Yankı içeriye doğru adımladı ve ben de arkasında durdum, bir süre bekledim. Yankı içeriye girdiğinde Mutlu, "Baba!" diye haykırdı. "Abi! Kardeş! Her şeyim! Beni kurtarır mısın?"
Yankı'nın güldüğünü hissettim. "Bu sefer hak etmişsin, Mutlu," dedi. Ben de birkaç adım atıp odaya doğru ilerledim.
"Bu evde herkes şakalar yapıyor ama ben Bartu'ya yapınca hep dayak yiyorum," diye inlediğinde sesi kısılıyordu. "Hayır! Sakın! Sakın o lanet yapışkanı muhteşem kıvırcık saçlarıma süreyim deme!"
"İnadına bana yapıyorsun," dedi Bartu. "Çünkü silkelenmek hoşuna gidiyor değil mi? İstiyorsun ki Bartu sana dünyayı hep tersten göstersin."
"Ama," dedi Mutlu ve ben de odadan içeriye girdim. "Senin popon klozete yapışmasaydı, Lâl'in poposu yapışacaktı. Buna izin verir miydin ve siktir!" Mutlu'nun gözleri bana döndü ve bir daha bağırdı. "Siktir!"
Mutlu'nun altında pembe panterli bir boxer vardı ve üstü tamamen çıplaktı. Bartu onu bacaklarından tutmuş ve ters çevirmişti, yüzü kıpkırmızıydı. Kaç dakikadır silkelendiğini merak ettim. Bartu'nun elinde yapıştırıcı vardı ve bacaklarına kadar yapıştırıcıyı sürmüştü, havada tuttuğu yapıştırıcıyı Mutlu'ya yedirmek isterken göz göze gelmiştik ve donakalmıştı. Yapıştırıcı yere akıyordu.
"Ben mi ters döndüğümde paralel evrene gittim yoksa evimizin ortasında yine şu seksi kız mı var?" Mutlu'nun cümlesiyle beraber Bartu sertçe Mutlu'yu yere bıraktı ve kafasının üzerine düşüp inledi.
Işık ve Lâl koltukta oturuyordu fakat beni gördüklerinde bir anda ayağa kalktılar ve odadaki neşeli hava bir anda silindi, tamamen kasvet her yanımızı sardı. Keyifli ifadeleri artık yoktu aksine hepsinin gözlerinde öfkeyi görmüştüm.
Birkaç dakika sonra ilk konuşan kişi Işık oldu. "Nasıl yani?" Gözleri benim üzerimden ayrıldı ve Yankı'ya baktı. "Bu kızın burada ne işi var?"
Mutlu düştüğü yerden doğruldu ve eliyle önünü kapatarak koltuğun üzerindeki eşofmanı alıp giydi. Onun bile gözlerinde kızgınlık olduğunu görmüştüm, ne diyeceğimi bilemiyordum bu yüzden Yankı'nın ensesine doğru baktım.
Bartu, bir adım attı, direkt bana yönelik konuştu. "Senin bu evde ne işin var? Kovulduğun eve girecek kadar gurursuz musun?"
Ona sinirlenmek ya da tepki vermek istedim ama nedense Bartu'ya karşı kötü hisler besleyemiyor, ona öfkelenmiyordum. Bir cevap beklediği açıktı. Yüzüme baksa da sessizce onu izlemeye devam ettim. En sonunda Yankı "Ben istedim," dedi ve bütün okların kendisine döndürülmesine neden oldu. Bir adım atıp öne çıktım ve yüzüne baktım; gözleri Lâl dışında herkese dokunuyordu. "Bir kere onu kabul ettik, bu eve girdi. Bundan sonra başına gelecek her türlü beladan biz sorumluyuz."
"Kabul etmedik," dedi Bartu ve grupta Yankı'ya en ters giden kişinin o olduğunu anladım. "Sen ettin. Sen eve kabul ettin. Senin dışında kimse onu bu evde istemiyor, başına gelecek hiçbir şey de umurumuzda değil."
Işık kollarını önünde bağladı ve bana doğru, "Onda ne buluyorsun?" diye sordu. Yankı cevap vermedi ama Işık'a çok kolay bir şekilde sinirlenebiliyordum, Bartu'da hissettiğim gibi hissetmiyordum.
"Önder de istiyor," dedi Yankı. "Bana, onu neden istemediğiniz konusunda dürüstçe ne söyleyebilirsiniz?" Gözleri bir anlık Lâl'e döndü ve sonra hemen Bartu'ya baktı. Ona bakınca gardının düşeceğine mi inanıyordu yoksa Lâl'in öfkeden parlayan gözleri onu sinirlendiriyor muydu, anlayamamıştım.
Bartu beklediğimden daha uzun süre düşündü ve en sonunda, “Ona güvenmiyorum," dedi. "Seni günlerce takip eden birisi var karşında, ne bok yediği belli bile değil. Onu evimize bir daha nasıl getirirsin?"
"Bunu konuştuk." Yankı'nın cevabı netti ve o an, hepsinin benim Yankı'yı takip ettiğimi bilmesi bir anlık afallamama neden olmuştu. "Güvenmediğin birisini kendinden uzak tutman en büyük aptallıktır. Onu yanında tutmalı, bir an bile gözünü ondan ayırmamalısın."
Bartu, alayla güldü. "Senin derslerin umurumda değil," diyerek o da bir adım attı. Tam karşı karşıya geldiklerinde ilk defa benim yüzümden mi bu hale geldiklerini merak etmiştim ama o kadar net bir şekilde aralarındaki elektrik hissediliyordu ki aksini düşündüm. "Senin gerçeklerin de umurumda değil. Ben sadece kendi bildiğimi okurum, bu kız evden gidecek." Ellerini saçlarına geçirdi ve karıştırdı. "Ulan, Lâl'e söylediğini unuttun mu?"
Yankı'nın gözlerini devirdiğini gördüm. "Duygusal düşünüyorsun ama mantığını devreye soktuğunda ne demek istediğimi anlayacaksın." Gözleri Lâl'e döndü ve bu sefer gözlerini kaçırmadan ona uzun bir süre baktı. Lâl'in yüzünde öfke ve çok büyük bir hayal kırıklığı vardı, bu hayal kırıklığı sadece Yankı'ya karşıydı. "O hiçbir şey bilmiyordu," dedi Lâl'e açıklama yaparak. "Senden de özür dileyecek."
"Ne?" dedim bir anda ve sesli verdiğim tepkiyle hepsinin gözleri bana döndü. Yankı yan bir şekilde bana baktığında özür dilememi istediğini fark ettim. Bunu konuşmamıştık.
Lâl kafasını iki yana salladı ve özür istemediğini açıkça belli etti, dudakları aralandı sanki bir şeyler söyleyecek gibi oldu ama sonrasında vazgeçti. Sanki bir anlık tekrardan konuşamadığını anımsadı ya da hatırladı; belki de bağırmak istedi bilmiyordum ama Yankı ne demek istediğini anlamış gibi "Yapma," dedi. "Beni en zor durumda bırakacak kişinin sen olduğunu biliyorsun."
"Zor durumda kalırsın ama kararından vazgeçmezsin, değil mi?" Bartu'nun sorusuyla Lâl'in sessizliği haklılığını savundu.
Yankı düşündüğümden çok daha sabırlı bir adamdı, onun yerinde ben olsaydım çoktan Bartu'yla kavga etmeye başlamıştım, bunu biliyordum. "Senin derdin Helin değil ki," dedi bir anda. Bartu'ya bir adım daha yaklaştığında artık dip dibelerdi. "Senin derdin ben ve benim kararlarım."
Bartu öfkeli bir nefes verdi ve aşağıdaki ellerinin titrediğini hissettim; burun delikleri açılıp kapanıyor, gözleri irileşiyordu. Bir şeyler söyleyecek gibi oldu ama sonra sustu ve Lâl'e dönüp baktı. "Bu kızı istiyor musun?" diye sordu. Neden Lâl'e soruyordu? "Eğer istemiyorsan şimdi bu evden çıkıp gidebiliriz."
"Bartu," dedi Yankı dişlerini sıkarak. "Yeter."
"Yetmez." Tek kaşını havaya kaldırdı ve sessizce sadece Yankı'nın duyabileceği şekilde fısıldadı fakat söylediğini ben de duymuştum. "Ona zarar veren hiçbir şeye tahammül edemediğimi biliyorsun."
Yankı'nın gözleri kısıldı. Bahsettiği kişi Lâl'di ve Bartu ile Lâl'in arasında nasıl bir ilişki olduğunu merak etmeye başlamıştım. "Hayatımız senin tahammüllerine göre şekil almıyor," dedi Yankı. “Ve sen hiçbir şeye tahammül edemiyorsun. Bana diklenmekten vazgeç yoksa her şey daha kötüye gidecek."
"Gitsin bakalım!" Bartu'nun gür çıkan sesiyle beraber Yankı'yı omzundan itekledi, şaşkınlıkla ikisine baktım. Bartu'nun elleri daha fazla titremeye başlamış, gözleri kocaman açılmıştı. İkisinin arasındaki gerilim artarken Yankı hala sakinliğini koruyordu ama biliyordum ki Bartu'nun tek bir başka hamlesiyle her şey çok kötü bir hal alacaktı.
Işık ve Mutlu araya girmeye çalıştılar ama Bartu onları da itekledi ve Yankı'ya doğru yürümeye başladı. Yankı, ellerini cebine yerleştirdi ve Bartu'nun ne yaptığını izledi; yüzündeki rahatlık, beni şaşkınlıklara sürüklüyordu.
En sonunda Lâl, bir adım attı ve Bartu'nun önüne geçerek ellerini kaldırdı. Bartu, onu görmezden geldi ama iteklemedi de fakat tam o sırada Lâl, Bartu'nun titreyen elini tuttu ve duvara çarpmış gibi sabitlenmesine neden oldu. Gözleri Yankı'dan ayrıldı, Lâl'e kaydı ve şahit olduğum manzara, yüzünün yavaş yavaş sakinleşmesiydi.
Lâl, Bartu'nun elini daha sıkı tuttu, bana dönüp baktı ve başını bir kere aşağı yukarı salladı. Bunun anlamını biliyordum, gruba beni kabul ediyordu ve nedeni tamamen Yankı'yla Bartu'nun arasındaki gerilimin daha fazla büyümemesiydi.
Bartu Sarca'nın umurunda olan tek kişi, Lâl Sarca'ydı ve ondan başka kimseyi gözü görmüyor gibiydi.
Aralarındaki gerilimin dozu düşmeye başladığında Lâl elini Bartu'nun elinden çekti ve Yankı'nın yanına giderek elini Yankı'nın omzuna koydu. Gözlerinin içine baktı ve bir şeyler söyledi, onun gözlerinden cümleler geçtiğine ve bir şeyler söylediğine yemin edebilirdim.
Bartu'nun Lâl'in tuttuğu eli havada kalmıştı ve öylece Lâl'e bakıyordu, Lâl ise adeta Yankı'nın önünde adeta onu koruyordu. Bartu'nun bir şeyler beklediği açıktı ama o istediğini alamadığında eli hafifçe aşağı indi ve hiçbir şey söylemeden hızlı, sert adımlarla odadan çıktı ardından dış kapının çarpma sesini duyduk.
Olduğum yerde irkildiğimde Yankı'nın, “Ben hallederim," dediğini işittim ve başka bir şaşkınlıkla dönüp onun yüzüne baktım. O kadar olaydan sonra gerçekten Bartu'nun yanına gidip onu sakinleştirecek, konuşacak mıydı?
Yüzüme bakmadan o da kapıdan çıkıp gitti ve az önce Bartu'nun aksine dış kapı hafifçe kapandı. Yankı hep mi böyle sakin bir adamdı yoksa hayat onu bu hale mi getirmişti anlayamamıştım.
Yankı'nın sakin, kendinden emin duruşu, dağılan ortalığı toplaması ve her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünmesi ona bir kere daha hayran olmama neden olmuştu.
Birisi sertçe omzuma çarpıp yanımdan geçtiğinde bu kişinin Lâl olduğunu biliyordum. Koltuklardan birine oturdu ve gözleri, gözlerimden başka hiçbir noktaya dokunmadı.
Dakikalardır sustuğumdan mı yoksa tedirginlikten mi bilmiyordum ama ağzım kurumuştu, dudaklarımı ıslattım. "Lâl," dediğimde yüzüne daha fazla öfke ve nefret bulaştı. "Yankı söylediği için değil, kendim istediğim için söylüyorum. Dün olanlar için üzgünüm, bilemezdim."
Mutlu ve Işık diğer koltuğa oturduklarında kendimi yine o eve hiç olmadığım kadar emanet hissetmiştim. Lâl ellerini kaldırıp işaret diliyle bir şeyler söyledi ama bu bildiğim işaret dili değildi çünkü eğitimini almıştım ve onu anlayamamıştım. Kaşlarımı kaldırıp Mutlu ve Işık'a baktım, Lâl ise hala yüzüme bakıyordu.
"Senin ne hissettiğin umurunda değilmiş," dedi Işık Lâl'in hala hareket eden ellerine bakarken. "Seni kabul etmemiş ve hiçbir zaman kabul etmeyecekmiş."
"İşaret dilini biliyorum ama bu farklı," dedim merakla Işık'a bakarak.
"Bizim özel olarak oluşturduğumuz bir dil." Cevap veren Mutlu'ydu. "Yaptığımız işlerde başkaları da işaret dilini bilebilir, sırlarımızı o an paylaşamayız." Işık dirseğiyle Mutlu'ya vurdu, Mutlu dönüp kardeşine baktı. "Pot mu kırdım?"
"Ona hakkımızda fazla bilgi veriyorsun." Işık Lâl kadar öfkeli bakamıyordu. "Bunlar onu hiç ilgilendirmiyor." Gözleri bana döndü ve baştan aşağı yine süzdü, iğneleyici bakışları yerindeydi. "Sakın bu olanlar yüzünden kendini önemli hissetme. Bartu hep kendisi dinlenilsin ister ve ikisi tartışırlar."
"Ve sonra hep Yankı dinlenir, mutlu son." Mutlu devam ettirdiği konuşmanın ardından güldü. "Yalnız bu sefer gerçekten çok ciddiydi. Umarım Yankı onu yumuşatabilir."
Lâl ellerini kaldırıp yine bir şeyler söyledi ve Işık da ona katılıyormuş gibi kafasını salladı. "Yankı bu zamana kadar neyi halletmedi ki?" Bir anlık grubu daima dinç ve ayakta tutan kişinin Yankı olduğunu düşündüm. Peki Yankı’nın sorunlarını kim hallediyordu?
Benden gözlerini ayırmayan ve yüzüne baktığımda da gözlerini kaçırmayan Lâl'e aynı şekilde baktım ve en sonunda dayanamayarak, “Diğerlerinden farklı bakıyorsun," dedim. "Diğerleri öfkeli bakıyor ama nefret ediyormuş gibi bakmıyor. Sen bana hem öfkeyle hem de nefretle bakıyorsun. Okulda bile öyle bakıyordun. Ben sana ne yaptım?"
Lâl böyle bir tepki vermemi beklemediği için bir anda duraksadı ve sonrasında kaşları çatıldı. Birkaç saniye sonra ayağa kalktı ve yanımdan geçerek başka bir odaya gitti ve sonrasında odaya döndüğünde eli fotoğraf kareleriyle doluydu. Bir anda önüme, yere fotoğrafları attığında gözlerim o karelere döndü ve gördüklerim karşısında tekrardan Lâl'e baktım, sonrasında eğilip fotoğraf karelerini elime aldım.
Hepsi son bir ay içerisinde onların peşindeyken çekilmiş fotoğraflarımdı. Lâl her anı fotoğraflamıştı ve otuz gün de o fotoğraf karelerinin içindeydi. Bir tanesinde mini etekliydim, bir tanesinde entelektüel, bir tanesi motosikletli... Metroda çekilen, okulda çekilen, Yankı'nın çalıştığı kafede çekilen... Lâl her anı fotoğraflamıştı ve hepsinde ben Yankı'ya bakıyordum.
Ellerini kaldırıp bana bir şeyler söyledi ve Işık'a açıklaması içine baktım. "Yankı'dan ne istediğini soruyor," dedi Işık ve kollarını önünde bağladı. "Neden onun peşindeymişsin?"
"Ben hepinizin peşindeydim aslında," dedim Lâl'e bakarak. "Bu gruba girmek istiyordum, açıkladım. Neden sadece Yankı'nın peşinde olmam dikkatini çekti?"
Cüretkâr sorum, Lâl'in kaşlarını çatmasına ve öfkeyle bana doğru bir adım atmasına neden oldu. Hızlı hızlı ellerini hareket ettirdiğinde burnundan aldığı nefesleri duyabiliyordum. "Çünkü Yankı'dan başka kimseye yaklaşmaya çalışmamışsın." Işık da meraklı gözlerle bana bakıyordu. "Ona âşık mı oldun?" Gözlerim irileşti ve Işık ellerini kaldırıp, “Bunu ben değil, Lâl soruyor," dedi ve o da soruyu anlamsız buldu.
"Hayır!" Sesim yüksek çıkmıştı, nedeni sorunun saçmalığıydı; beni öfkelendiren neydi? "Ayrıca ona âşık olan birçok kız vardır, Lâl. Neden benim âşık olma ihtimalim seni bu kadar öfkelendiriyor? Konu gerçekten bu mu?"
Yankı ona hakkımda bir şeyler söylemiş olabilir miydi?
"Neden ona âşık olan birçok kız olacakmış?" Işık, Lâl'i seslendiriyordu ama onun da sesinde merak vardı.
Bir an sorduğu soruyu düşündüm ve afallamış bir suratla, “Dikkat çekici bir adam," dedim ve Lâl'in dişlerini sıktığını gördüm. "Yakışıklı erkeklerden hoşlanan ve anında o erkeğe âşık olduğunu düşünen birçok kız bulabilirim. Ayrıca fazlasıyla gizemli ve gizemli erkekler de kızların dikkatini çeker."
Mutlu, gülerek, “Sen mi düşünüyorsun bunları, kızlar mı?" diye sordu ve ayağa kalktı. "Ama bu seksi kıza hak veriyorum çünkü bana da çok kız âşık olduğunu söyledi." Elini Lâl'in omzuna attı. "Hatırlasana, karşı mahalledeki kız sümüklü mendilimi saklıyordu."
"Aptal," dedi Işık ve Lâl, Mutlu'nun elini itekledi. Gözleri benden ayrılmıyordu ve ciddiyetini bırakmıyordu. "O kız sapığın tekiydi."
"Sen bunu nereden biliyorsun?" Mutlu, Işık'a gözlerini devirdi. "Yoksa mesajlarımızı mı okudun?"
Işık alnına vurdu. "Çünkü gelip gidip bana yalvarıyordu. Senin tişörtlerini bile benden istiyordu. Kokun için."
"Sen delirdin mi!" dedi Mutlu. "Sakın kaybolan en sevdiğim tişörtümü ona verdiğine söyleme! O tişört benim seks tişörtümdü!”
O sırada dış kapının açıldığını ve gülme seslerinin geldiğini duydum. Birkaç saniye sonra Bartu ve Yankı içeri girdiklerinde ikisinin de yüzünde gülümseme vardı. Yankı, Bartu'nun omzuna elini atmıştı ve az önce olan gerginliklerinden eser yoktu.
Hepimiz onlara baktığımızda, “Sorun yok," dedi Bartu ellerini kaldırıp. "Az önce kontrolümü kaybettim, unutalım." Yüzü bana döndü ve hiç ummadığım bir anda elini uzattı. "Sana güvenmiyorum, senden hoşlanmıyorum ama madem seni kabullenmek zorundayız, tanışalım. Bartu. Seni defalarca döndürüp duvara fırlatacak o adam." Güldü. Evet, Bartu bana güldü.
Önder, bir an bile beklemeden onun hakkında ne düşündüysem Bartu'ya yetiştirmişti. "Helin," dedim ve elini sıktım. "Beni duvara yapıştırsan kalkıp sana karşılık verecek o kızım."
Bartu kafasını iki yana salladı. "Merak etme, kadınlara el kaldıran birisi değilim ama karşımda bir dövüşçüye dönüşürsen erkek ya da kadın diye ayırmam."
"Ben de tanışayım mı? Çok heveslendim. Hep gergin ortamlardan sonra havalı bir şekilde tanışan o adam olmak istemiştim." Mutlu yanıma geleceği sırada Işık kolundan tutup sertçe çekti ve onu durdurdu.
"Sen otur," dedi Bartu ve Mutlu'ya sert bir şekilde baktı. "Seninle daha işim bitmedi."
Mutlu ürkek bir şekilde koltuğa oturduğunda Yankı ellerimde tuttuğum fotoğraf karelerine baktı ve gözleri Lâl'e döndü. Bir şeyler döndüğünü anlamıştı ama sorgulamak yerine fotoğraf karelerini elimden aldı, bir anda boşta kalan elime bir defter koydu. Siyah, deri deftere baktım ve ondan bir açıklama bekledim.
"Biz Sokak Nöbetçileri'ne," diyerek konuşmaya başladı. "Küçüklüğümüzden beri öğretilen bir şey var, o da bu günlük. Evet, o defteri günlüğün yapacaksın." Gözlerimdeki sorgulamayı okudu ve açıklamaya devam etti. "Hepimizin günlükleri var ve gruba girdiğimizden beri yani küçüklüğümüzden beri bizim için önemli olan bütün günleri not etmek zorundayız." Duraksadı, sonra devam etti. "Çünkü hafıza, her an kaybolabilir ama günlüklerimiz bizim asla kaybolmayacak en önemli silahımızdır." Kafasıyla beni işaret etti. "Artık sen de bizim yanımızdasın ve senin de günlüğün olmak zorunda."
Bazı noktaları anlayabilmiştim ama bazı noktaları anlayamamıştım. "Bu günlüğü benden başkası okuyabilecek mi yani?"
"Hayır," durdu, "evet. Senin izin verdiğin kadar. Tıkandığımız, unuttuğumuz ya da anımsamak istediğimiz olaylar olduğu zaman hepimiz günlüklerimizi yoklarız. Öyle günlerde izninle bize açıp sen okuyabilirsin."
Günlüklerin bunların dışında başka bir amacı daha olduğunu düşünüyordum ama bu düşüncemi yutmak zorunda kalmıştım. Özellikle şimdi bu günlüğü bana vermesi tuhaftı. "Günlüklere bazı günleri kayıt edecek kadar önemli işler yapıyorsunuz, öyle mi?"
"Kızım," dedi Mutlu, sokak ağzıyla ve çenesini eğerek. Bacaklarını açtı ve elinde tespih varmış gibi davrandı. "Gökyüzünden geçen kuş kakasını yapmadan önce bizden izin alır, bana gelir der ki 'Abi tuvaletimi yapabilir miyim?' ben de derim, yap. Öyle yapar. Sen bizi ne sandın?"
"Of Mutlu," dedi Bartu. "Yine çok konuştun."
"Böyle günlere artık ben de dahil olacağım, öyle mi?" Hepsi birbirine baktı, Yankı bile bir an tereddüde düştü fakat hemen sonrasında duruşunu düzeltti.
"Korktun mu?" Yankı'nın yüzünde alay vardı.
"Korkmadın mı?" dedi Mutlu, bir aralar internette ünlü olan kızı taklit ederek. Hepsi hep bir ağızdan, “Mutlu!" diye bağırdığında Yankı, "Şunu yapma artık," dedi.
"Pekâlâ," dedim ve tek ayağımın üzerinde durarak günlüğü aşağıya doğru indirip sımsıkı tuttum. "Güzel ve farklı bir düşünceymiş, sevdim."
Kısa bir sessizlik oldu ardından Bartu, "Uyuyalım artık," deyip ayağa kalktı. "Yarın uzun bir gün olacakmış gibi hissediyorum."
"Yatalım yatmasına da," dedi Işık ve bana baktı. "Nasıl yatacağız? Ben ve Mutlu aynı odada kalıyoruz, Bartu ve Yankı aynı odada." Gözü Lâl'e doğru döndü. "Tek yalnız yatan kişi Lâl..." Lâl hızlı bir şekilde kafasını iki yana salladı ve elleriyle bir şeyler söyledi. Ben bile bu dili anlamadığım halde ne dediğini çözdüm. Hiçbir şekilde onunla uyumamı istemiyordu.
Yankı, sanki daha öncesinden bunu düşünmüş gibi, "Fotoğraf odasında uyur," dedi. "Orada rahat bir koltuk var." Lâl kaşlarını kaldırdı ama Yankı'ya karşı çıkmadı. "Lâl'in çektiği fotoğraflardaki filmleri banyo ettirdiği yer, bilirsin ya kırmızı ışıklar ve asılmış fotoğraflar. Merak etme, birkaç kere o odada uyudum. Işık bir zamandan sonra gece lambası gibi geliyor. Ama belki ışığı kapatırsan..." Lâl yine bir şeyler söyledi ve Yankı nefesini dışarı verdi. "Kapatamazmışsın çünkü yeni banyo ettirilen fotoğraflar varmış."
Kırmızı ışık mı? Geriye doğru irkilip bir adım attım ve elim kalbime doğru gitti; kalbimin üzerindeki çığlıkları hissettiğimde nefesimin boğazıma takıldığını ve o nefesi alabilmek için temiz havaya ihtiyacım olduğunu fark ettim. Elim kalbimden boğazıma doğru kaydığında Yankı'nın, “Ne oldu?" dediğini duydum ama kulaklarım hafifçe çınlıyordu. Elimi kaldırdım ve onu durdurdum, birkaç saniye gözümü kapatıp kendime sakinleşme süresi verdim ve içimden defalarca kendime güçlü olduğumu hatırlattım.
Güçlüsün, Helin. Güçlü olmak zorundasın, Helin. Rol yapmak zorundasın, Helin. Hayır, Helin. Sakinleş, titreme, Helin. Şimdi değil, Helin.
"Sadece başım döndü," diye mırıldandığımda gözlerimi açtım ve hepsinin dikkatli bir şekilde beni incelediğini gördüm. "Odayı gösterebilir misin? Uyumak istiyorum da."
Hiçbirine bir şey söylemeden oturma odasından çıktım. Elim hala boğazıma sarılıydı ve sessiz sessiz derin nefesler almaya çalışıyordum. Arkamda Yankı'nın adımlarını hissettim. Merdivenlere yöneldiğimde beni durdurmadı ve arkamdan takip etti. Son basamakta, “Sağa dön," diye emretti ve döndüm. Birkaç adım sonra önüme geçti ve beyaz, yarısı cam kapının kolunu tuttu. İçerideki kırmızı loş ışık, cama çarpıyordu ve nefesimin daha fazla düzensizleşmesine neden oluyordu.
Yankı, kapıyı açtı ve içeriye girdi. Onun arkasından küçük adımlarla girdiğimde oda düşündüğümden çok daha küçüktü. Bir duvar boydan boya asılmış fotoğraflar ile doluydu ve önünde tahtadan bir masa vardı. Fotoğrafları bile inceleyebilecek durumda değildim. Masanın iki yanında sandalyeler duruyordu. Başka da hiçbir şey yoktu. Çok dardı, çok fazla dardı ama nefesimi kesen sadece kırmızı ışıktı.
Yankı, yüzünü bana döndürdü ve kırmızı ışıkta onun turkuaz gözleri ürpermeme neden oldu. "İyi misin?" diye sordu kısık bir sesle. Bir adım attığında geriye doğru kaçtım ve tepkim onu şaşırttı. "Sadece arkandaki battaniyeyi alacaktım." Beni öyle bir inceledi ki ondan kaçmak istedim. "Nefes al, Helin. Nefes almayı unutuyorsun."
Nefesimi sesli bir şekilde dışarıya verdim ve kendimi koltuğa bıraktım. "Sorun yok," dedim ama sorun olduğu açıkça sesimden belliydi. "Sadece bazen başım çok dönüyor."
Yankı elbette söylediğime inanmadı ama üzerine düşerse ortamın gerileceğine emin olduğundan, “Bir şey olursa yan odadayım," dedi. "Bartu'nun uykusu ağırdır ama benim hafiftir, seslenmen yeterli."
"Bir şey olmayacak." Daha çok kendimle konuşuyor gibiydim ve Yankı bunu hissetmişti. "Şu günlüğe," dedim lafı değiştirerek ve başka bir noktayı merak ederek. "Sadece sizinle tanıştıktan sonrasını yazmak zorunda mıyım? Ben de geçmişimden hatırladığım bir şeyleri yazabilir miyim?"
Yankı olumlu anlamda kafasını salladı. "İstediğini yazabilirsin."
"Teşekkür ederim," dedim ve gözlerim ona odaklandı. Nefesimi düzene sokmaya çalışırken onun gözlerine bakmak kendimi bir nebze iyi hissetmeme neden olmuştu. "Bugün beni savunduğun için ve arkamda durduğun için."
Yankı, omzunu indirip kaldırdı. "Seninle bir ilgisi yok," dediğinde üstten bakışlarını kapıya doğru çevirdi. "Güvenmediğim insanları en yakınımda tutmazsam darbenin nereden geleceğini göremem."
Ona darbe vuracağımı düşünmesi beni sinirlendirmişti ama neden sinirleniyordum ki? Tam olarak yapacağım bu değil miydi? Neden Yankı'ya ihanet etme düşüncesi beni öfkelendirmiş, kendimi savunma ihtiyacı hissettirmişti.
"Her neyse," dedi ve kapıya doğru yürüdü.
Dışarıya çıkıp kapıyı kapatmadan önce, “İyi geceler," diye fısıldadım. "Güzel rüyalar görürsün umarım." Yankı, gülümsedi ve gülümsemesinden bunun imkânsız olduğunu anlattığını gördüm sonrasında ise kapıyı kapattı.
Yalnızdım. Küçücük odanın içinde yalnız kalmıştım ve ışıklar... O ışıkları kör olmak isteyecek kadar görmek istemiyordum; şu an kör olabilirdim, şu an gözlerimi söküp çıkarabilirdim, şu an dünyayı kapkaranlık görebilirdim.
Koltuğa cenin pozisyonunda uzandım ve ellerimi gözlerime sıkıca bastırıp nefesimi düzene sokmaya çalıştım. "Helin yapma," dedim kendime kısık bir sesle. "Yapma, dik dur. Güçlü ol. Daha kötü gecelerin oldu, bir ışığın senin gücünü sömürmesine izin verme." Yattığım yerde öne arkaya hareket ederken parmaklarımın arasından kırmızı ışıkların girdiğini hissediyordum, sessiz bir şarkı mırıldanmaya başladım, bir ninniye dönüştü. Gözlerimi oyacak kadar parmaklarımı bastırdım ama imkânsızdı. En sonunda kafamı yastığın altına koydum ve karanlığa kucak açtım.
Her yerdeydim.
Uyanık mıydım, uyuyor muydum bilmiyordum ama odanın her yerindeydim; bunu hissediyordum.
Köşede çökmüştüm, çıplak bacaklarımı kendime doğru çekmiştim ve kapıya doğru bakıyordum; dizlerim yaralarla doluydu ve o yaralar geçmeye yüz tuttukça bir daha soyuyordum. Nefesim kesiliyordu, nefesimi tutuyordum, görünmez olmak istiyordum.
Kapı açılıyordu, çığlık atıyordum.
Yatakta uzanmıştım, bedenim çırılçıplaktı, kollarım kesiklerle doluydu. Gözlerim kapıdaydı ve yine nefesimi tutuyordum, titriyordum. Ellerimle ağzımı kapatıyor, nefesimi kesmek istiyordum.
Kapı açılıyordu, korkuyla inliyordum.
Kapının önüne oturmuştum, ağlamaktan önümü göremiyordum ve kapıyı itekliyordum. Gücüm yetmiyordu, kapı itekleniyordu, bedenim geriye doğru düşüyordu.
Acı içinde bağırıyordum.
Bütün zamanlardaydım, ben ise aslında zamanla hep tek bir kişi olarak kalmıştım ve o kişiyle seneler sonra ilk defa yüze yüze geliyordum.
Gözlerimi açtım, kırmızı loş ışıktan kaçmadım ve ona baktım; sesimin kısıldığını hissediyordum, boğazım acıyordu. O ışığı izledim, ışığın etrafında bir sinek dönüp durdu ve ben o ışığı izlemeye devam ettim.
Dakikalar geçti, saatler geçti; gözlerimi ayırmadan o ışığı izledim ve bütün zamanlarım o tek bir kişiden hesap sormaya başladı. Bakışlarım masanın üzerindeki günlüğe kaydı ve koltuktan kalkıp masanın yanındaki sandalyeye oturdum. Günlüğe kendi önüme doğru çekerken masanın üzerindeki dolma kalemi alıp defterin ilk sayfasını açtım.
Tek bir kişi benimle beraber o defterin sayfasını açtı; bütün zamanlarım çığlık atmaya başladı.
Sevgili geçmişim,
Başımı kaldırdım ve odadaki kırmızı loş ışık gözlerimi aldı; duvarlarda asılı olan ve banyo ettirilen fotoğraflara baktım. Hepsinde onlar vardı, o fotoğraf karelerinin hiçbirinde ben yoktum ve olamayacaktım da ama onların çocukluklarının yanında, benim çocukluğum da daima duruyordu çünkü onlardan aslında hiçbir farkım yoktu.
Geçmişten geleceğe yazıldığını duymuştum ama gelecekten geçmişime yazarken bunu ilk defa benim yaptığımı düşünüyorum.
Bu günlük ellerimin arasına bırakıldığında ne yapmam gerektiğini bilemiyordum ama sonra düşündüm, çocukluğumu unutmamak için, daima o kız çocuğunu dinç bir şekilde hatırlamak için günlüğüme en yaralı, en acılı yaşlarımdan başlamak istedim.
Derin bir nefes aldım, elimdeki kalemin mavi mürekkebi beyaz deftere aktı ama umursamadan devam ettim.
Oradasın ve beni duyuyorsun, değil mi? Merak etme, her şey yolunda ve ben her zamanki gibi güçlüyüm, güçlü olmaya çalışıyorum, güçlü gibi davranıyorum. Bütün yaşlarımı seviyorum ama size arkamı dönüyorum diye bana kızmayın.
Ben yine o kırmızı ışıklı odadayım.
Beş yaşındaki halim gözlerimin önüne geldi; o halim benden kaçmak istedi ama seneler sonra ben o kız çocuğunu kolundan tutup çevirdim ve yüzüne baktım.
Ve orada duruyorsun, görüyorum seni. Uzun zamandan sonra seninle ilk defa göz göze geliyorum ve utanıyorsun. Diğer bütün insanlardan utandığın gibi utanıyorsun, bunu yapma.
Gözünün altındaki morluğun canını çok yaktığını biliyorum, hayır, dokunma ona. Dokunursan daha çok acır. Acının üstüne parmaklarını bastırırsan hem acın sana acır hem parmakların parçalanır. Sen benim dördüncü yaşım, benim en korkak yaşım.
Daha öncesini hatırlamıyorsun, değil mi? Dördüncü yaşın hayal meyal gözlerinin önünde. Mumları üflüyorsun mesela ve o mumları üflerken bir çift simsiyah göz seni izliyor, "Hadi kızım," diyor sana. "Dudaklarını öne çıkar ve üfle o mumları." Masumsun, inanıyorsun ve sevinçle o mumları üflüyorsun ama sonrası? Sonrası yok değil mi? Sonrası kıpkırmızı ışıklarla dolu bir oda. Çünkü o, bu ışıkları seviyor, değil mi?
Alt dudağımı dişlerimin arasına aldım ve gözlerimi kapatarak kendime sakinleşme payı verdim. Parmaklarımın arasında tuttuğum kalem titriyordu çünkü geçmişimi yazan o parmaklarım titriyordu. Çünkü kalbim titriyordu, kahretsin dizlerim yine titriyordu.
Canın yanıyor o mumları üflediğin gün, sabahına büyük bir acıyla uyanıyorsun ve her yerinin mosmor olduğunu görüyorsun. Ağlamaya başlıyorsun, öyle çok ağlıyorsun ki odanın kapısı sertçe açılıyor ve ağzını kapatıyor birisi. "Anne," diye haykırıyorsun. Babana seslenmiyorsun, anneni ve şefkatli ellerini istiyorsun ama gelmiyor, değil mi?
Sonrası? Sonrası yine yok sevgili dört yaşım çünkü hafızan acılarını en azından dört yaşına kadar sildi ama sonrasını çok net bir şekilde hatırlıyorsun, değil mi? Hafızana lanet edecek kadar hatırlıyorsun, istiyorsun ki büyüdüğünde hafızan bu yaşlarını silsin ama hayır. Bak buradayım, hatırlıyorum ve hafızam dört yaşımdan sonrasını hiçbir zaman silemedi.
Başımı iki yana salladım ve gözlerime dolan yaşların akmaması için çaba sarf ettim fakat yaşlar intihar etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı; geceden beri ağlamamak için öyle çok direnmiştim ki yaşlar beni öldürmek istiyor gibiydi.
Ve sonra beşinci yaş. Ve sonra altıncı yaş. Ve sonra yedinci, en lanetli yaş. Hepsini hatırlıyor, hepsini izliyor, hepsini hissediyor, hepsini görüyorsun. Doğum günlerini neden sevmediğini biliyorsun, doğum günlerinin hediyesinin ne olduğunu da biliyorsun. Dinle beni, ben gelecekten yazıyorum ve hâlâ doğum günleri beni korkutuyor ufaklık çünkü gece oluyor, gece olunca mahvoluyorsun. Gece olunca kırmızı ışıklar her yanını sarıyor, gece olunca hiç yanında olmayan annenin şefkati bile yok oluyor.
Elim kalbime doğru gitti, kalbimin üzerinde çocukluğumun ağladığını, feryat ettiğini, kendini öldürmek istediğini hissettim.
Hayır, senin yaşın ölmeyi dilemek için çok erken. Henüz beş yaşındasın ve daha yaşayacağın o kadar çok şey varken ölmek de ne demek? Kaçma, kaçıyorsun çünkü o yaklaşıyor. Odaya yaklaşan adım seslerini duyuyorsun, kulaklarını sıkıca kapatıyorsun ama geliyor. Duvar kenarına oturuyorsun. Yapma, korkma, çığlık at, diye haykırıyorum sana gelecekten ama öyle çok korkuyorsun ki yapamazsın çünkü güçsüzsün. Çünkü çocuksun. Çünkü ufacık bir çocuksun, kim ufacık bir çocuğa zarar vermek isteyebilir ki?
Bir damla yaş gözümden düştü ve oradan günlüğün sayfasına bulandı.
Elleri, ellerini tutuyor, sıska bacaklarını tek bir düğümle iple bağlıyor ve ağzını ter kokan eliyle kapatıyor. Anımsadığın tek koku, elinin terinin kokusu çünkü daha sonrasında nefes alamıyorsun.
Canın yanıyor. Canın yok oluyor.
Canın bin parçaya ayrılıyor, bedenin kendi ağırlığını kaldıramazken başka bir ağırlığı hissediyorsun.
Her şeyi hatırlıyorsun, her şeyi hatırlıyorum. Sen o yaşında, o yatakta yok oluyorsun ama ağlayamıyorsun bile çünkü biliyorsun; ağlarsan daha kötüsünü yaşayacaksın, biliyorsun beş yaşım, ağlarsan o simsiyah gözleri olan İblis seni daha çok mahvedecek. Yaşadıklarının bir kâbus olduğuna inanmak istiyorsun ama canın öyle çok yanıyor ki yaşadıklarının gerçek olduğunu sana hissettiriyor. Sonra o gidiyor, bacaklarındaki ipler sökülüyor ama hareket bile edemiyorsun. Bir ninni mırıldanıyorsun, annen ninniyi okumuş gibi hissetmek istiyorsun ve kendine söylediğin o ninniyle uykuya dalıyorsun.
Ben geleceğinim ve artık her şey kâbuslarımda fakat daha da kötü. Karnımda şiddetli bir acıyla uyanacağım, nefesimi keseceğim, kendimi öldürmek isteyeceğim kadar kötü. O yaşın kâbuslarımda bile beni böyle korkuturken, sen nasıl dayandın çocukluğum?
Söylesene, nasıl dayandın çocukluğum?
Ellerim öyle bir titriyordu ki sol elimde tuttuğum kalem artık kâğıda darbe bile vuramayacak durumdaydı; darbe vursa gözyaşlarımın ıslattığı defter parçalanacaktı.
Beş yaşım,
Zorlukla yazdım ve kulaklarıma sessiz hıçkırıklarım doldu.
Yemin ederim çok güçlüyüm, öyle çok güçlüyüm ki dilimde sen yoksun ama kalbimde hep varsın. Öyle çok güçlüyüm ki, seninle yaşamayı kendime öğretmeye çalışıyorum.
Çocukluğum, ben seni hiçbir zaman affedemiyorum, ben bizi hiçbir zaman affedemiyorum.
Kalem parmaklarımın arasından kaydı ve ellerim kucağıma düştü. Defterin sayfasına bakarken çok uzun zamandır ağlamadığımı, çok uzun zamandır geçmişimle yüzleşmediğimi yeni fark ediyordum. Kalbimi uzun zamandır hissedebileceğim en büyük acılara kapatmıştım ama şimdi bütün acılarım saklandıkları yerden ortaya çıkmıştı ve beni mahvediyordu.
Daha fazla hıçkırmaya başladığımda sesim yükselmişti ve elimle ağzımı kapatıp kapıya doğru baktığımda onu gördüm. Yankı Sarca, kapının önünde dikilmişti ve gözleri bir önümdeki deftere kayıyor, bir bana bakıyordu. Buğulanmış gözlerimin arasından ona bakarken yüzümü saklamak istermiş gibi dirseklerimi masaya yerleştirdim ve ellerimle yüzümü kapattım. Kapının açıldığını bile duymamıştım, en başından beri orada mıydı?
Hayır, bunu istemiyordum. Onların karşısında güçsüz, ağlayan, mağdur birisi gibi görünmek istemiyordum. "Yankı," dedim titreyen bir sesle. Onun gitmesi gerektiğini söyleyecektim ama başarısız oldum çünkü sesimi kontrol edemiyordum.
Adım seslerini duydum, sıkıca kapattığım gözlerime rağmen masanın yanındaki diğer sandalyeyi çektiğini anladım. Birkaç saniye sonra bacakları, kafede olduğu gibi bacaklarımı birbirine bastırdı ve titreyişimi engellemeye çalıştı. "Ne olacak bu senin durmadan titreyen dizlerin?" dediğinde ellerini bileklerimde hissettim, baskı yapıyordu çünkü tırnaklarımı yüzüme geçiriyordum; beni kendi ellerimden kurtarmaya çalışıyordu. "Ve titreyen ellerin." Ellerimi yüzümden çekmeye çalıştı, ona karşı geldim ama kuvvetim de pek yerinde sayılmazdı.
"Yankı, lütfen," dediğimde gitmesini istiyordum.
"Ve titreyen sesin," dediğinde fısıldıyordu ama fısıldaması sanki bana daha kolay ulaşabileceğinin bir göstergesi gibiydi. Bir anlık korkuyla ellerimi yüzümden çekmesine izin verdim ve hızlı bir şekilde masadaki açık olan deftere baktım. Tek bir elimi onun elinden kurtarıp defteri kapattığımda bakışlarım ona döndü ve sadece bana baktığını gördüm. "Bütün gece inledin, bağırdın, çığlık attın. Kâbuslarında ne var? Bu odada ne var? Bu günlüğe yazdığın geçmişinde ne var?"
Onun gözlerinin içine bakarken ağlamamak istedim, güçlü durmak ya da rol yapıyormuş gibi davranmak çünkü onu tanıdım tanıyalı tek yaptığım buydu ama şu an elimden bunlar gelmiyordu. Tam gözlerinin içine bakarak sessiz sessiz ağlamaya devam ettim. "Durduramıyorum," diye inlediğimde öfkem kendimeydi. "Bu olmamalıydı."
Bileğimi tutan elini çekti ve parmaklarını çeneme yerleştirdi. Eli çenemden yanağıma doğru çıktığında parmak uçlarındaki sıcaklık, gözlerimden akan yaşların sıcaklığıyla eşitti. Yaşları yavaşça sildiğinde, “Evet, bu olmamalıydı ama oldu," dedi ve nefesi yüzüme çarptı. O an dürüst merhametini ilk defa gördüm; kafedeki merhameti sadece bir rolden ibaretti. "İlk defa bu kadar gerçeksin. Seni bu kadar gerçek kılan acın kaç yaşında, Helin?"
Başımı iki yana salladım ve yaşlar gözlerimden art arda düşmeye başladı. "Geçmişimi istemiyorum," diye inlediğimde nefes zor alıyordum ve ter içindeydim. "Ben geçmişimi öldüremem, Yankı ama geçmişim intihar edebilir."
"Yok olmasını istediğin geçmişin, geleceğini oluşturdu ve sen olduğun kişiyi sadece geçmişindeki kız çocuğuna borçlusun." Turkuaz gözlerini gözlerime çevirdi ve sanki gözlerimden her şeyi çözmeye çalıştı. Aradı, her noktasına kadar aradı ve bulamadığında, “Yalanlarını ve oyunlarını hep görüyorum, anlıyorum," diyerek fısıldamasına devam etti. "Ama gerçeklerine ulaşamıyorum."
"Çünkü onlar çok geçmişte kaldılar, Yankı," dediğimde derin bir nefes aldım ve başımı acıyla iki yana salladım. "Çünkü onlar kazınmış bir mezarın içine girdiler, toprağı herkes attı ve zaman onu gizledi."
"Sadece o mezarın içini sen görebiliyorsun çünkü zaten içindesin, değil mi?" diye sorduğunda öylece yüzüne baktım ama doğru söylediğini o da biliyordu. "Seni anlıyorum," dediğinde gözümden damlayan başka bir yaşı daha çeneme bile ulaşmadan sildi. "Çünkü ben de o mezarın içinde yaşıyorum ve ikimiz de yeraltındaysak birbirimizin gerçeklerini görmemiz daha kolay olacak."
Aramızda zamanın bile alt edemeyeceği kadar derin bir sessizlik, büyük bir çığlık geçti. Gözlerimizden kimsenin anlamını çözemeyeceği cümleler okundu ve ben ilk defa birine sarıldığımda verebileceği güven hissini merak ettim, ilk defa kendim için bir şey istedim, Yankı bana sarılsın istedim. Birisi bana ağlayınca sarılsın istedim.
"Yankı?" Kapıdan Işık'ın sesi geldiğinde hızlıca başımı önüme eğdim ve ellerimi alnıma koyarak yüzümü kapattım. Birkaç saniye sonra Yankı'nın dizlerimi tutan bacakları uzaklaştı ve ayağa kaktı. "Toplantı yapmamız gerek, oturma odasında seni bekliyoruz."
"Geliyorum," dedi Yankı ve Işık'ın odadan uzaklaşan adım seslerini duydum. Başımı kaldırdığımda Yankı bana bakıyordu. "Sen de geliyorsun," dediğinde sesinde temkinli bir hava vardı.
"Tamam," dedim ellerimle yüzümü silerek. "Sen çık, ben hemen geliyorum."
Yankı, uzun bir süre yüzüme baktı ve kafasını sallayarak odadan dışarıya çıktı; kapıyı açık bırakmayı da unutmadı.
Ellerime baktım, dizlerime baktım; titremiyorlardı. Kalbimin üzerine ellerimi koydum, çocukluğum çığlık atmıyordu.
Ne yapmıştı? Yankı bunu nasıl yapmıştı?
Hızlıca sandalyeden kalktım ve koridordaki kapıları açıp kapatarak üçüncü kapıda banyoyu buldum. İçeriye girdim ve aynaya bakmadan buz gibi suyu yüzüme çarptım; buz gibi su beni kendime getirirken musluğa yavaşça kapattım ve korkak gözlerle aynaya baktım.
Saçlarım dağılmıştı, gözlerim kıpkırmızıydı, burnumun ucu kıpkırmızıydı ve gözlerimin altında uyuyamadığım uyusam da gördüğüm kâbuslardan dolayı mor halkalar vardı. Dudağımdan şişlik açık mor rengine dönmüştü ve hiç de iyi görünmüyordum.
Kendimle daha fazla yüzleşmeyerek banyodan çıktım ve merdivenlere doğru yöneldim; kırmızı ışığın olduğu odaya bir daha bakmadım.
Eğer Işık gelmeseydi, Yankı’ya neredeyse sarılacaktım. Bu değildim, duygularım olmamalıydı. Çocukluğum olmamalıydı.
Acılarım olmamalıydı çünkü ruhumun acısı, beni her zaman savunmasız kılıyordu.
Oturma odasına girdiğimde hepsi masaya oturmuştu ve derin bir konuşmanın içindelerdi. Beni gördüklerinde hepsi sessizleşti ve gözler beni inceledi.
Lâl'in benden nefret eden bakışları yerli yerindeydi ama ona bakmayı es geçtim çünkü artık onu görmezden gelecektim. Farkında olmadan bana yaptıklarının keyfini çıkarsın istemiyordum; bu huzuru ona vermeyecektim.
"Otursana Helin," dedi Işık ve gözlerim şaşkınlıkla ona döndü. Yüzünde öfkesi yoktu ama az önce odada beni gördüğü için yumuşak davranmaya çalıştığını anlamıştım. "Yankı sana kahve doldurdu."
Başımı olumlu anlamda ağır ağır aşağı yukarı salladım ve sandalyelerden boş olana oturup önümdeki fincan kahveden birkaç yudum aldım. Tam karşımda Yankı vardı ama ona bakmak istemiyordum, bir süre onun yüzüne bakamayacağımı düşünüyordum.
"Yeni bir iş aldık," dedi Yankı, bana söylediğini biliyordum ama ben fincana bakıyordum. "Peşin olarak söylüyorum, yaptığımız işlerde hayatın hiçbir zaman güvence altında değil, hiçbiri tekin işler de değil." Masanın üzerinden bana doğru eğildi, bunu hissettim. "Bu işte senin de olmanı istiyorum. Bizimle misin?"
Fincanın etrafında dönen parmaklarım duraksadı ve söylediği cümleleri düşündüm. Hayatımın güvencesi? Ne kadar umurumdaydı? Hiçbir zaman hayatımın kaybını önemsememiştim ve ben Sokak Nöbetçileri'nin kimler olduğunu bilerek bu gruba girmiştim.
Bir an bile tereddüt etmedim, sonucunu bildiğim yolda ilk adımımı atmak için, “Sizinleyim," dedim. "İş nedir?"
Paragraf Yorumları