logo

51. HAYAL MEZARLIĞI

Views 170 Comments 1

Işık Sarca'nın güncesinden...

07.03.2021

İnsanı hayatından ve hayallerinden vazgeçirebilecek birçok olay olurdu ama bir insanın hayallerini elinden alabilmek öyle kolay değildi.

Küçüktüm, bir hayal kurdum, büyürken kimse görmedi ama ben o hayale tutundum.

Ve hayalimi ilk açtığım kişi, benim hayalimi elimden alan kişiyle aynıydı.

Rehabilitasyon merkezinde, karşımda otururken ona ağlayarak demiştim ki: "Bir gün anne olmak istiyorum, bütün kalbimle. Bir çocuğun gülümsemesi, benim hayatımın asıl ışığı olacak."

O hayalimi elimden alacağını bilemezdim ama demişti ki: "Senin anneliğin, bütün çocukların ışığı olur, Nil. Bundan vazgeçme."

Sonra bir oyun oynadı, herkesi parçaladı ama en çok beni yaraladı çünkü hayallerimi elimden aldı.

Artık önümde iki seçenek vardı: gerçek bir intikam ya da doğru bir vazgeçiş.

Hangisini seçeceğimi bilmiyordum ama ona bakarken hızlanan kalbim artık nefretle de atmaya başlamıştı, bunu hissediyordum.

"Nil Göktepe"

Hayal kurmak insanı yaşatabilirdi ama bazen o hayallerin gerçekleşmeme ihtimali, belli bir zamandan sonra umutların tükenmesine de neden olabilirdi.

Umut edemeyen bir insan, ne kadar yaşayabilirdi?

Kendimi, belli bir yaşıma kadar su ve güneş ışığı olmadan, toprağında filizlenmeden ama ölmeden de insanların basıp geçtiği bir bitkiye benzetiyordum; bir çiçek olarak bile adlandırmıyordum.

Büyümemiştim ama ölmemiştim de. Gökyüzüne doğru filizlenmemiştim ama toprağın altında da cesedim yoktu. Öylesine bir varlıktım. Kuru toprağa alışmıştım, ışıksız yaşamaya ve belki de nefes almamaya.

Ne derlerdi bu bitkinin adına? Ben olsaydım bu imkânsız bitkiye saye derdim. Kendisinin farkında olmayan bir bitkiydim. Hatta çoktan öldüğümün bile farkında değildim; bu yaşıma kadar Saye olduğumu dahi bilmiyordum.

Umut etmek yoktu, hayal etmek yoktu, hayatı sevmek yoktu, sevilmek yoktu, aşk yoktu, arkadaşlık yoktu, şefkat yoktu, merhamet yoktu, hisler yoktu. Kendimi alıştırdığım kuru toprak değildi, itildiğim kuru toprağa alışmak zorunda kalmıştım.

Şimdi aynı toprağın altında yeniden yaşamaya başlasam başkaları buna Saye'nin mezarı derdi ama ben geçmişim diye adlandırırdım. Fakat bu kez yaşayamazdım, bu kez kuru toprak beni öldürürdü. Çünkü bundan aylar evvel o toprağın üzerine ilk önce yağmurlar yağmıştı. Bazen sağanak, bazen hafif hafif, bazen sert, bazen gözyaşı gibi ama ilk önce o kuru toprak çoraklığından vazgeçmişti.

Sonra Saye köklerini hissetmişti, bir yaşam belirtisi. İlk başta alışamadı, filizlenirken kuru toprağına geri dönmek istedi ama toprağın dışına çıktığında ilk hissettiği güneşti. Canının yanacağını düşündü ama tomurcuk vermeye başladı, yanmayı bekledi ama o tomurcukları güneş besledi. Kaçmak istediğinde bulutlar, güneşin önüne geçti ve onu korudu. Zehirlemek istediğinde, ilk önce kendisi zehirlendi ve o zehrine rağmen sevildi.

Saye'yi zehrinden vazgeçiren de bu olmuştu. Zehrine rağmen sevilmek.

Zamanla anladı; kuru toprak onun yaşamasını değil, yaşarken ölü gibi hissetmesini sağlıyordu ve asıl yaşam buradaydı. Umut etmeyi öğrendi; umut, tomurcukları çiçeğe çevirdi. Hayaller kurdu, o hayaller biraz daha gökyüzüne uzanmasına neden oldu.

En sonunda kendini görebildi. Artık kendisine çiçek diyebiliyordu. Umut edebiliyordu, sevebiliyordu, şefkati hissediyordu, güvenebiliyordu.

Yaşamak istiyordu, gerçekten yaşamak istiyordu ve yaşamak ne demek çok iyi öğrenmişti.

Ben Helin Saye Aktan. Aslında Saye çocukluğum ve sonrasıydı. Helin, Sokak Nöbetçileri'yle tanıştıktan sonra oluşan o çiçekti ve ben her ikisiydim.

Kuru toprağa artık küs değildim, beni ben yapan ve gücümü kazandıran o kuru topraktı çünkü en kötüsüne alıştığımda ve senelerce nefes bile alamadığımda asıl güç kaynağım oydu.

Kuru toprağa küs değildim, evet ama artık Saye olursam öleceğimi de çok iyi biliyordum. Yeniden o kuru toprağa dönersem yağmursuz, güneşsiz ve havasız ölürdüm çünkü umut etmeyi, sevmeyi ve hissetmeyi öğrenmiştim.

Hiç solmadan yaşamaya alışmıştım ama şimdi solarsam yeniden canlanamazdım; bu güç değildi, bu ölmekten korkmaktı.

Ölümden korkuyordum ve kalbimin bir yerlerinde biliyordum ki ölümüm Harun Aktan'ın benim için yarattığı o kuru toprak yüzünden olacaktı.

Elimden telefon düşerken, yüzümü beyni parçalara ayrılan adamın kanı kapladı ve Işık'ın çığlık sesiyle beraber yataktan yere düşmesi bir oldu. Geriye bir adım attığımı düşünmüştüm ama olduğum yerde kalakalmıştım ve gözlerim Harun Aktan'ın üzerindeydi.

Işık'ın kollarımı tuttuğunu hissettim ama aynı anda iki adam içeriye daldı ve Işık'ı kollarından çekerek benden uzaklaştırdı.

Ölmek istemiyordum. Yaşamak istiyordum, yaşasınlar istiyordum. Kendimle beraber bu yedi kişiyi o kuru toprağa götürmek istemiyordum.

Harun Aktan sakince silahını indirdi ve yerden telefonu alıp kulağına götürdü. Kısa bir sessizliğin ardından yüzünde tebessüm oluştu. Karşı tarafı dinledi, dinlerken yüzündeki tebessüm daha fazla genişledi ve gözlerini benden ayırmadı. Işık'ı tutan adamlar ise fazlasıyla güç sarf ediyordu ama Işık'ın çığlıkları odayı dolduruyordu.

"Korkuyor musun ölmesinden?" diye sordu Harun Aktan. İlk sorduğu soru bu olmuştu. Çığlık çığlığa kendi sesimi duyurup yaşadığımı göstermek istedim ama Harun Aktan aşağıya indirdiği silahını bu kez bana doğrulttu. Eskiden olsa ölümden bu kadar korkmaz, yine bağırırdım ama şimdi susuyordum. Çünkü yaşamak istiyordum.

"Hey," dedi Harun Aktan keyifli bir sesle. "Bağırma çocuk. Kendine gel." Telefon hoparlörde olmamasına rağmen dışarıya kadar gelen haykırışın sahibi Yankı'ydı. Neler söylediğini anlayamıyordum ama Harun Aktan onun acı çekmesinden keyif alıyordu.

"Ah," diye inledi. "Yoksa ağlıyor musun?" Başka bir haykırış yükseldi. "Öfke mi bu?" Sessizlik. "Bana gönderdiğin mektuplardaki o cümlelerini duyamıyorum, Mahir'in oğlu."

Başımı iki yana salladığımda yanımda nefes nefese kalan Işık'ın sesini işitebiliyordum.

Harun Aktan'ın yüzü bir anda değişti. Alaycı gülüşü, üstten bakışları hatta keyifli ifadesi bile yerle bir oldu. Geriye sadece öfke dolu gözler kaldı. Karşıdan gelen sesi artık işitemiyordum, sakin biriydi. En sonunda, "Yanıma gönderdiğin adamı iki aydır tanıyamayacağımı mı düşündün Sadık Orhan?" diye sordu.

Sadık Orhan. Sadece bir an, bu ismi nereden anımsadığımı bile unuttum ve hafızamı zorladım. Zihnim sanki durgun bir deniz gibi bütün isimleri unuttu ve geriye sadece çocukluk anılarım kaldı: Harun Aktan'ın gözleri ve acı çeken vücudum.

Birkaç saniye sonra ise Sadık Orhan'ın masmavi gözlerini hatırladım. Babam olduğunu söylemişti, öz babamdı. Öyle söylüyordu. Kalbime dokunmamıştı ama biliyordum, umudumu yeşertmişti.

Onun orada ne işi vardı? Biliyordum, Sokak Nöbetçileri ihtiyaç olmadığı sürece başka kimseden yardım istemezdi. Peki ya Sadık Orhan yardım için mi oradaydı?

Harun Aktan yerde kanlar içinde yatan adama baktı. "Ensesindeki dövmesinden bile tanımam yeterliydi. İki parmak. Unuttun mu?" Gerildiğini hissettim. "Ama biliyor musun? Sesini duymak, beni şaşırtmak yerine keyiflendirdi. Ne düşünüyorsam aynı şekilde ilerliyor."

Bana doğrulttuğu silahı aşağı indirdi; bu artık konuşabilirsin demek miydi, emin değildim ama yine de ağzımı açmadan onu izlemeye devam ettim.

"Karşılıklı birbirimizi tehdit edebilecek durumda olduğumuzun farkında mısın, eski dostum?" diye sordu.

Eski dostum.

Yeniden Sadık Orhan'ın kim olduğunu sorguladım. Babam olduğunu söylüyordu, anneme âşık olduğunu ve Harun Aktan'ın anlattığı her şeyin büyük bir yalandan ibaret olduğunu.

Harun Aktan yeniden bana baktı, bu kez yüzünde gülümse hâkimdi. "Helin için endişelenmiyor musun?" diye sorduğunda adıma yaptığı vurguyu anladım ve bunu anlamak bile beni paramparça etmeye yetti. "Bence bunu yeniden düşünmeni sağlayacak bir numaram olabilir sana."

Sadık Orhan annemin yaşadığını biliyor muydu?

Elim yavaşça boynuma gitti, nefes almakta zorlandığımı hissettim. Benim annem ve onun yaşaması. Senelerce hayalini bile kuramadığım o cümleleri şimdi iç sesim tüm gerçekliğiyle dile getiriyordu. Harun Aktan benim bildiğimi biliyor muydu, anlamıyordum ama içimden başka bir ses de bunun benim için oynanan başka bir yıkıcı oyun olduğunu söylüyordu.

Yine de ne olursa olsun, bir kez olsun annemin kokusunu almış, onun gözlerinin içine bakmış ve onun da gözlerinde kendimi görebilmiştim.

Harun Aktan telefonu kulağından uzaklaştırdı, ekranı kendine çevirip bir düğmeye bastı, ardından diğer taraftan gelen rüzgâr sesini işittim, sonra Sadık Orhan'ın sesini. "Sen sanıyor musun ki evine sadece tek bir adam gönderdim?" Kalın ve tok sesi. Bu sesi ilk duyduğumda içimin ürperdiğini anımsıyordum ama şu an tamamen hissizdim.

Harun Aktan, bu söylediğine şaşırmadı. "O halde karşılıklı mı kaybedeceğiz?"

Sadık Orhan bir an bile şüpheye düşmedi. "Kızımı tam olarak bulabilmiş bile değilim, neden kaybetmekten korkayım?"

Benden bahsediyordu. Kızı. Kızım demişti, sahiplenmişti. Bu bile tuhaf geliyordu.

"Korkmuyor musun?" diye sordu Harun Aktan.

Bütün bu savaşın ortasında onun sesini duydum ve bu bile bir adım ileriye atılıp kendime gelmeme neden oldu. "Eğer ona bir şey yaptıysan…" dedi Yankı dişlerini sıkarak. "Eğer onun tırnağına bile zarar geldiyse..."

"Ah," dedi Harun Aktan elini kalbine götürerek. "Bunlar olmasa bile beni öldürmek istemiyor musun Mahir'in oğlu?" Harun Aktan daha geniş sırıttı, sonra gözlerinin içine büyük bir nefret doğdu. "Hey," dedi. "Poyraz mı o?" Koza. Koza da oradaydı. Yaptığımız telefon konuşmasında bütün duygularımı önüne serdiğimi ve ona karşı hâlâ umudum olduğunu belli ettiğimi biliyordum.

Sessizlik oldu. Koza'yla en büyük ortak noktamız Harun Aktan'dı ama en büyük farkımız da benim Harun Aktan'ın karşısına çıkmaya hatta korkusuzca durmaya cesaretim varken onun yokmuş gibi gelmesiydi.

Sessizlik devam etti.

Sadık Orhan devam etti. "Oyunu bırak," dedi. "Seni çok kolayca alt edebileceğimi biliyorsun."

"O halde neden etmiyorsun?" diye sordu Harun Aktan. "Ya da bu zamana kadar neden edemedin?" Sadık Orhan hiçbir cevap vermedi. Harun Aktan ise zafer kazanmış bir tebessümle eliyle beni yanına çağırdı. "Sevgili kızım," dedi soğuk bir tonlamayla. "Gel yanıma."

Yerimden kıpırdamadım ama Harun Aktan'ın bir baş hareketiyle adamlardan bir tanesi sırtımdan itekleyerek beni Harun Aktan'ın yanına ilerletti. Telefonun kamerası yüzüme döndüğünde ilk gördüğüm ben ve Harun Aktan'dık. Yan yanaydık. Bir fotoğraf karesi gibiydi. Saçlarım dağılmıştı, gözlerim kıpkırmızıydı, yanağımda ve boynumda büyük bir kızarıklık vardı. O kızarıklığın diğer tarafı ise ölen adamın kanıyla bulanmıştı.

"Helin," diye fısıldayan Yankı'nın sesini işittim ve onları gördüm. Yankı, Sadık Orhan'ın elinden telefonu çekip aldı; bu birkaç saniyede bile acıyla inlediğini ve dik durmakta zorlandığını gördüm. Hemen arkasında duran Koza, bir gölge gibiydi ve gözlerinin benim üzerimde değil de Harun Aktan'da gezindiğine emindim. Ben ilk gördüğümde ona nasıl baktıysam o da öyle bakıyordu ama bir duygu daha vardı: büyük bir korku.

"Yankı," derken sesimin titrediğini işittim. Duyduğu anda dudaklarını birbirine bastırdı ve bana yalvaran bakışlarını gönderdi. Anladı çünkü beni çok iyi tanıyordu. "Ben," dedikten sonra Işık'ın gözlerinin içine baktım. "Biz iyiyiz." Harun Aktan gülümsedi, Yankı başını iki yana salladı. "Sadece," deyip nefesimi verdim. "Lâl…" Sesim daha fazla titredi. "O yaralandı." O vuruldu diyemedim, o kendini de vurdu diyemedim. "O iyi değildi. Nefes almakta zorlanıyordu ve..." Başımı iki yana salladım. "O nerede bilmiyorum, Yankı."

Yankı birkaç saniye gözlerini kaçırdı ve ağzından bir nefes verdi. Harun'un adamları ise Işık'ı benim yanıma ilerletti; o da kameranın görüş açısına girdiğinde, Yankı elini saçlarına geçirdi.

Mutlu neredeydi? Bartu? Neden sadece ikisi vardı?

Onlar o eve girerken, ev kurşuna dizilmişti. Hastane patlatılmıştı. Yetiştirme yurdu...

"Yankı," dedim, sanki hiçbir şeyden haberi yokmuşçasına. "Mutlu ve Bartu..."

Eliyle ağzını kapatan adam uzaklaştığında Işık, "Onlar nerede?" diye sordu büyük bir acıyla. "Bir şeyler söyleyin." Sakin kalmakta zorlanıyor gibiydi, kendini kontrol etmekte de öyle.

"Yaralanmadılar," dedi Yankı sadece. İyiler demedi. "Buradalar. Buralardalar."

Fazla ışık almayan bir bahçede gibilerdi.

"Orası neresi?" diye sordu Işık; ilk defa onun bütün güçsüzlüğünü karşımda görüyor gibiydim.

"Hastane," diye mırıldandı Yankı.

"Bir şey oldu," dedi Işık acıyla ve sesi yükseldi. "Birine bir şey oldu. Belki de daha fazlası. Mutlu da Bartu da sizi bırakmaz. Onlar neredeler?" Yankı hiçbir cevap vermezken, Koza'nın başını yere eğdiğini gördüm. "Kahretsin!" diye bağırdı Işık ve telefona doğru atıldığında Harun Aktan telefonu havaya kaldırdı, adamlar Işık'ı tuttu. "Bir şey söyleyin! Ne oldu?" Gözleri öfkeden mi yoksa korkudan mı doldu anlayamadım ama dişlerini sıkarak, "Onlara ne oldu?" diye haykırdı.

Gözlerimin önüne yeniden Bartu ve Mutlu'nun eve girerken o görüntüleri geldi. Bu onları son görüşüm olamazdı, değil mi? Hiçbir şey bilmiyorduk, tek bildiğim Yankı'nın yalan söylemeyeceğiydi.

İçimdeki ses dedi ki: O senin için yalan söyledi, bir başkası için neden şu an yalan söylemesin?

"Yankı, Lâl?.." dedim daha fazla sessiz kalamayıp. Onu bir kaldırım kenarında ya da yolun ortasında, belki de bir sokakta kanlar içinde düşündüm. Dışarısı buz gibiydi, karlar erimemişti ve yalnız başına, küçüklüğündeki gibi bir sokakta kaldığını hissetmek bile acıyla kalbimin sıkışmasına neden oldu. Tek başına koşmuştu, tek başına ölemezdi.

"Lâl, burada…" dedi Yankı sadece. Nefesimi verip gülümsedim ama aynı gülümseme Yankı'nın yüzünde oluşmadı. Yeniden donuklaştığımda ve başımı iki yana salladığımda Harun Aktan telefonu yüzümden uzaklaştırdı.

"Daha fazla sohbet etmeniz için elimden geleni yapacağım," dedi ve telefonun görüntüsünü kapatıp kulağına götürdü. "Kızları istiyor musunuz?" diye sordu. "Boş konuşmaktan sıkıldım."

Karşıdaki ses ne söylediyse başını iki yana salladı. "O halde bir anlaşma sunuyorum." Bir planı vardı, büyük bir planı. Bunu anlayabiliyordum, küçüklüğümden de biliyordum ama bu kez, tek canı yanan ben olmayacaktım. "Ben misafirperver bir insanım," dedi Harun Aktan. "Tek isteğim, hep beraber bir akşam yemeği. Sen," diye mırıldandı, "ve o sokak piçlerinin hepsi." Sessizlik olduğunda Harun Aktan yapay bir üzüntüyle dudaklarını büktü. "Ah," dedi. "Cenazeniz mi var, çok üzüldüm."

Kelimeleri idrak etmekte zorlandım, dudaklarım söylediklerini tekrar etti, sesli mi sessiz mi bilmiyordum ama Işık'la gözlerimiz kesiştiğinde ruhumun bile ölümü hissettiğine emindim.

"Hangisi?" diye sordu Harun Aktan. Işık zorlukla nefes alırken, bakışlarını ona çevirdi. "Eğer aklımdan geçen kişiyse dünya yarım bir erkekten kurtulmuş demektir."

Mutlu Sarca.

"Seni orospu çocuğu," diye haykıran Işık, onu tutan adamdan kurtuldu ve bir an bile düşünmeden Harun Aktan'ın iki bacağının arasına sert bir tekme geçirdi. Harun Aktan birkaç adım geriye savrulduğunda, Işık başka bir hamle yapmak için ileri atıldı. "Eğer ona bir zarar geldiyse seni paramparça eden ben olacağım!"

Adamlar zorlukla Işık'ı tutmaya çalışırken, Harun Aktan bir elini iki bacağının arasına bastırdı ve acıyla inledi. Birkaç dakika sonra ise Işık'a gülümseyerek baktı, ardından iki adam Işık'ı tuttuğunda elinin tersiyle sert bir tokadı Işık'ın yüzüne geçirdi. Engellemek için ileri atıldığımda kapıda bir adam belirdi ve dehşetle Harun Aktan'a baktı.

"Ne oldu?" diye sordu adama, bir elinde hâlâ telefonu tutuyordu.

"Efendim," dedi adam, korku dolu bir sesle Harun Aktan'a bakarak. Yerde yatan adama dönüp yutkundu. Gözlerindeki korku sesine de yansıdı. "Bütün işletim sisteminizin hacklendiği bildirildi. Kişisel verilerinizin hepsi ele geçirilmiş durumda." Adam bir kez daha yutkundu. "Ayrıca…" dedi sanki en kötüsünü en sona bırakıyormuş gibi. "İçerideki adamlarımızın yarısı zehirlenmiş durumda, dışarıda ise Sadık Orhan'ın adamları bekliyor. Sayıca az kişiyiz."

Rahatlamayı bekledim ama mümkün değildi çünkü Harun Aktan'ın bu günü uzun zamandır beklediğine emindim. Yine de yüzünde oluşan o anlık mutsuzluk ifadesi, kalbimin birkaç saniye de olsa Sadık Orhan'a karşı yumuşamasına neden oldu. Bütün bunları benim için mi yapmıştı yoksa onun da bir amacı var mıydı, kestiremiyordum.

"Planımı bozduğunu mu düşünüyorsun?" diye sordu telefona. "Bütün bunları düşünemediğimi?" Bakışlarını bana çevirdi. "Elimde büyük bir güç tutuyorum, dostum. Amacım kızıma zarar vermek olsaydı bunu yapardım." Tiksinerek nefesimi verdim. "Akşam yemeğine bekliyorum, hepinizi. Sonrasında bana istediğini yapabilirsin, tabii yapabilirsen." Yanıt bile beklemeden telefonu karşı tarafın yüzüne kapattı.

Akşam yemeği. Birkaç ay önce Koza'nın hepimizi bir masaya topladığı ve bütün yıkımları yaşadığım gün aklıma gelmişti. Herkesin sırları vardı ve Koza'nın da sürprizleri. Şimdi o masa yeniden toplanacaktı ama bu kez, Koza değil bunu Harun Aktan yapacaktı. Amacını anlayamıyordum ama en başından beri planının bu akşam yemeği olduğunun farkındaydım.

Birkaç saniye bakıştık. "Bunları neden yapıyorsun?" diye sordum sakince. "Neyin peşindesin?"

Harun Aktan'dan mantıklı bir yanıt mı bekliyordum? Gözlerimin içine baktığında bütün ruhumla ondan nefret ettiğimi hissediyordum. Bana doğru bir adım attığında çenemi havaya kaldırıp karşısında dimdik durdum. Boyun eğmemi bekledi mi bilmiyordum ama ona karşı bir daha o eski Saye olmayacaktım.

"Küçükken de hep bana bunu sorardın," dedi kısık sesle. "Büyüdün, hâlâ insanların nedenleri olabileceğine inanıyorsun." Başını iki yana salladı. "Kollarıma geldin, küçük kızım. Yanıma geldin." Elini kaldırıp yüzüme dokunmak istediğinde başımı çevirip elinden kaçtım. "Ve beni öldürmek istedin. Savaşı başlatan sen olduğunda karşılığını alırsın ama tek savaşım seninle değil."

"Sadece kötüsün," diye fısıldadığımda bunu idrak etmekte bile zorlanıyordum. "Sadece kötü. Bir nedenin olmak zorunda bile değil. Ama sana bilmediğin bir şey söyleyeyim mi?" Başımı omzuma yatırdım. "Kıyameti sen yaratmayacaksın, ben yaratacağım ve tek kaybeden sen olacaksın."

Bu başkaldırı hoşuna gitmiş gibi gülümseyip, "Belki de öyle olur," dedi. "Belki de kaybederim, belki de kıyameti sen koparırsın ama unutma..." Bu kez karşı gelmeden elini yüzüme yerleştirip, sertçe çenemi sıktı. "Hayatın boyunca benim izimi taşıyacak bir ruha sahipsin. Sahipsiniz. Bu yüzden benimle beraber her zaman sen de kaybedeceksin." Elini itekleyip yüzüne tükürdüğümde gülümsedi. "Ve seni de yarım bırakmadan çekip gitmeyeceğim."

Üzerindeki ceketin cebinden mendilini çıkarıp yüzünü sildi, sonra kıyafetlerini düzeltti ve yakasını kaldırdı. Boynunu çıtlattıktan sonra Işık'a dönüp baktı. "Sen…" dedi başıyla işaret vererek. "Benimle geliyorsun."

"Ne?" dedim; önüne geçmek istediğimde adamlar karşımda dikildi. "Hayır," diye karşı çıktım ama Işık hareket bile etmeden Harun Aktan'a bakıyordu. "Hayır!" dedim daha yüksek sesle. "Ondan uzak dur." İki adam âdeta sürükleyerek Işık'ı odadan çıkarırken, diğer adam önüme geçip görüş alanımı kapattı. "Hayır!" diye bağırdım bir kez daha. Harun Aktan da odadan çıktı, ardından önümdeki adam da çıktığında, kapı geri açmama fırsat tanınmadan üzerime kilitlendi. "Hayır!" diyerek kapıyı yumrukladım fakat artık faydasız olduğunun da farkındaydım. "Uzak dur! Işık!" Avazım çıktığı kadar bağırdım ama bir daha kimse gelmedi, gelmeyecekti de, bunun bilincindeydim. "Işık!" diye bağırdım bir kez daha. "Beni al, onu rahat bırak! Ben alışığım!" Kapıyı yumruklamaktan ellerim kızardı ama umursamadan devam ettim. "Onun hiçbir suçu yok, her şeyin suçlusu benim!"

Birkaç dakika daha çırpındım ama kimse gelmediğinde yeniden pencereye yöneldim ve diğer pencereye baktım. Artık o pencere tamamen kapanmıştı ve kırmızı ışıklar yanmıyordu. Aşağıya baktığımda inmek oldukça zor görünüyordu.

Avazım çıktığı kadar çığlık attım ve dakikalarca Işık'ın adını haykırdım ama hiçbir karşılık bulamadım. Hatta öyle büyük bir sessizlik hâkimdi ki sanki o kocaman evde ben tek başıma yaşıyordum ve başka kimse yoktu.

Duvar kenarına oturup bacaklarıma sarıldığımda, içimde saniyeleri dakikalara çevirdim ve Işık'ın sesini duymayı bekledim. İyi değil sadece, kötü bir şekilde de olsa yaşadığını bilmek için. Çığlık belki? Haykırış?

Kendi ölümümden korktuğum kadar sevdiklerimin de ölümünden korkuyordum çünkü fark ettiğim bir şey vardı: Sevdiğim birinin ölümüyle hayatım boyunca hiçbir zaman yüzleşmemiştim. Annemin öldüğünü, babamın olmadığını öğrendiğimde ufacık bir çocuktum ve onları hiç tanımıyordum. Elbette acısı vardı, yüreğimi hep yakardı ama tanıyıp, sevip, alışıp birini kaybetmek ne demek, bunu hiç tatmamıştım.

Tatmak istemiyordum. Tatmamalıydım.

Alnımı dizlerime yasladığımda, "Lütfen," dedim Tanrı’ya. "Bu acıyı da yaşatma bana. Tatmadığım bir duygu kalsın, bir işkence. Buna da engel ol. Onları benden alma." Dua etmeyi küçükken bırakmıştım. Bu inançsızlık değildi, bu her şeyden vazgeçmekti. Kendimi küçük bir çocuk gibi hissetmemin nedeni şu an buydu. Başımı yasladığım yerden kaldırdığımda elimin tersiyle gözlerimi sildim. "Yalvarıyorum," dedim kısık sesle. "Bana bu hayatı sevdiren insanları ellerimden alma."

***

Anılar ve acılar bir fotoğraf karesine sığabilirdi.

Gözlerim salondaki çerçevelerde gezinirken, tırnaklarımı avuçlarıma batırıyordum.

Çocukluk fotoğraflarım duvarları süslemişti. Bir fotoğrafta Harun Aktan'ın kucağındaydım ve elimde küçük, oyuncak bir bez bebek tutuyordum. Çok küçüktüm, belki üç yaşında ya da daha küçük çünkü fotoğrafta gülümsüyordum.

Yanındaki fotoğrafta aynı oyuncakla yine Harun Aktan'ın kucağındaydım fakat bu kez gözlerimdeki ışık sönmüştü çünkü büyümüştüm, o fotoğrafın çekildiği anı hatırlıyordum. Altı yaşındaydım. Harun Aktan'la dışarıdayken sokak fotoğrafçısı bizi çekmek istemişti. Harun Aktan iyilik maskesini takmış, beni kucağına çekip, "Gülümse kızım," demişti. Gülümsememiştim. Fotoğraf canımı yakmıştı ama yüzümdeki mutsuzluğun tek nedeni o değildi.

İlk defa birisinden yardım istediğim gün, o gündü.

Adam fotoğrafımızı vermek için bizi ofisine davet etmişti ve orada kızını görmüştüm, benim yaşlarımdaydı. Açık pembe bir elbise giymişti, saçları iki kulaktı. Hep elbiselerim olsun istemiştim ama Harun Aktan almazdı ve saçlarımı da toplamayı bilmediğim için dağınık bırakırdım.

Babasını görür görmez kucağına atlayıp ona sıkıca sarılmıştı. O yaşımda, Harun Aktan'ın bana yaptıklarından rahatsızlık duyduğum için kendimi kötü hissetmiştim hatta belki de sevginin dili bu, diye düşünmüştüm ama görüyordum; o baba, kızını Harun'un beni öptüğü gibi öpmüyordu.

Acıydı. Sevginin dilini bilmemek, altı yaşında bile öğrenmemek ve kimsenin öğretmemesi.

Harun Aktan beni orada bırakıp bankaya gitmişti ve sandalyede oturup o baba kızı izlemiştim. Bir süre sonra kız yanıma gelip, "Bileğine ne oldu?" diye sormuştu. Bir yarabandı vardı; Harun Aktan'ın uyguladığı şiddetin ardından gizlemek için uyguladığı bir taktikti ama nasıl yaptığını bile hatırlamıyordum. Cevap vermeden kızın yüzüne bakmıştım.

"Dilsiz misin?" demişti. Babası onu uyarmıştı ama kız bana kaşlarını çatarak bakıyordu. "Neden saçlarını annen toplamadı?" Sessiz kaldım. "Üzerindeki kıyafetler sana büyük." Erkek kıyafetleri giyiyordum ve şu an fark ediyordum; belki de o kıyafetler, Koza'nın kıyafetleriydi.

En sonunda babası bana, "Babana benzemiyorsun hiç," demişti.

"O benim babam değil," diye yanıt vermiştim.

"Neyin?"

"Dayımmış."

"Annen?"

"Ölmüş."

"Baban?"

"Terk etmiş."

"Kardeşin var mı?"

"Bilmiyorum. Yok galiba."

"Dayın mı büyüttü seni?"

Derin bir nefes verip adama baktıktan sonra, "Büyütmek nasıl oluyor?" diye sormuştum.

Adam uzun bir süre düşünüp, "Beslemek," demişti. Yemek vermediği zamanlar olurdu. "Öğretmek," diye devam etmişti. Öğrettiği tek şey acıydı. "Sevmek," demişti en sonunda. "Ve bence dayın seni çok seviyor. Sana bakarken gözleri parlıyor."

"Bir şey sorabilir miyim amca?"

"Elbette."

"Kızınız istemediğiniz bir şey yaptığı zaman onun boynunu nefes almakta zorlanana kadar sıkıyor musunuz?"

"Ne?"

"Parmaklarını büküyor musunuz kıracak kadar? Bacaklarına vuruyor musunuz?" Bileklerimi öne uzatmıştım. "İple bağlıyor musunuz?" İp izleri silik olsa da görünüyordu.

Adam oturduğu yerden kalkıp kızını yavaşça benden uzaklaştırmış ve elleriyle kulaklarını kapatmıştı. Diğer çocuklardan kendimi ayırmaya başladığım ilk gün de o gün olabilirdi. Çünkü benim yaşadıklarım, bir çocuğun duymaması gereken hikâyelerdi. "Bunları nereden öğrendin?"

"Dayım yapıyor."

"Dayın seni dövüyor mu?"

"Sadece dövmüyor. Bazen öpüyor."

"Seviyor da yani seni?"

"Ama beni öpmesini istemiyorum amca."

"Neden?"

"Çünkü nefesi içki kokuyor ve beni zorla ağzımdan öpüyor amca."

Adamın gözlerindeki korkuyu, dehşeti ve nefreti hâlâ unutamıyordum. Kızının kulaklarını daha sıkı kapatıp bana uzun bir süre bakmıştı. "Bunlar normal mi amca?" diye sormuştum. "Sevgi bu mu?" Elimi saçlarıma götürmüştüm. "Sizin gibi o da kızım deyip saçlarımı seviyor ama ben istemiyorum. Yanlış mı yapıyorum amca?"

"Başka kimsen yok mu?" diye sormuştu adam kısık sesle.

"Yok ki." Adama gülümsemiştim. "Sizin yanınızda kalabilir miyim? Siz iyi birisiniz, değil mi?"

Adam yüzüme bakarken o an duygusunu tanıyamamıştım ama şimdi düşündüğümde biliyordum. Bana acımıştı.

Sonrasında dayım içeriye girince, adam fotoğrafı çıkarıp hiçbir şey demeden bizi göndermişti. O an, demek ki ben yanlış anlıyorum demiştim çünkü adam beni kurtarmak istememişti ama büyüdükçe fark etmiştim ki insanlardan umudumu kestiğim ilk an, o andı.

"Geçmiş," dedi Harun Aktan. Masanın başköşesinde oturmuş, baktığım yöne odaklanmıştı. "Hatırlıyor musun o günleri güzel kızım?"

Bakışlarımı ona çevirdim. Onun yüzünde yine o küçük kızı ve çektiği acıları gördüm. Yeniden öfkeyi, nefreti ve en büyük kini hissettim. "Hiçbir zaman unutmadım," dedim. "Ben insanların kötülükleriyle küçücükken tanışmıştım."

"Sana hayatı öğrettim diyebiliriz o halde," deyip önündeki şarap kadehini havaya kaldırdığında, arkadaki adam hemen o kadehe kırmızı şarap doldurdu.

Aynı şekilde kadehi kaldırdım; adam bana şarabı doldururken, "Ben de senin hayatını er ya da geç bitireceğim diyebiliriz o halde," dedim ve karşılık beklemeden tek dikişte içtim. Tam o esnada ise karşımda oturan Işık'la göz göze geldim.

Sessizce ve donuk gözlerle önündeki masaya bakıyordu. Harun Aktan onu aldıktan sonra yeniden masada görmüştüm, üçümüz oturuyorduk, boş sandalyeler de vardı. Neler olmuştu, bilmiyordum ama yüzünde tek bir çizik bile olmaması içimi rahatlatmıştı. Ruhu ise aynı şekilde değildi, bunu görebiliyordum. Bir şeyler olmuştu, ne olduğu belirsizdi. Benimle göz göze gelmiyordu çünkü göz göze gelirsek anlayacağımdan çekindiği bir şeyler vardı ya da kendisinden kaçıyordu.

Harun Aktan saatine baktığında, “Heyecanlı mısın?” diye sordu. “Ben uzun zamandır bu günü bekliyordum. Neredeyse gelmek üzerelerdir. Onlar gelmeden, bir de senden onları dinlemek isterim. Neydi Mahir’in oğlunun takma adı? Yankı mıydı?” Dişlerimi sıktım. “Demek onunla aranda bir şeyler var. Bildiğim kadarıyla onlarla tanışma hikâyen bir film gibi. Ajan ha?” Şarabını yeniden doldurttu ve yudum yudum içti. “Ne olursa olsun, biriyle olmana şaşırdım. Mahir Güneş’le tanıştın mı?”

“Neden tanışayım?” diyerek başımı ona çevirdiğimde kaşlarını kaldırdı.

“Ah,” dedi. “Belli ki hiçbir şey bilmiyorsun.” Kaşlarını çattı. “Peki ya Poyraz?” Işık irkilerek başını Harun Aktan’a çevirdi. “Koza yani,” diyerek sırıttı. “Seni çöp gibi kullanıp onların arasına gönderen oymuş, öyle mi?”

“Beni çöp gibi kullanmadı,” dedim kısık sesle.

“Çöp yanlış oldu,” dedi. “Asker demeliydim.”

“Sen bunu…”

"Ben her şeyi bilirim, güzel kızım.”

"Planın ne?" diye sorduğumda sesim beklediğimden yüksek çıktı. "Bu gece onlara..."

Kapı çaldığında Harun Aktan kaşlarını kaldırdı ve cümlem yarıda kesildi. Birkaç saniye içerisinde kapının açılma ve kapanma sesini duydum; onları görmeyi beklerken bambaşka, tanıdık ama bir o kadar da yabancı bir yüzle karşılaştım: Mahir Güneş.

Dudaklarım aralandığında masaya tutundum; Işık'ın gözleri de benimkiler gibi açıldı. Birkaç saniyelik bakışmanın ardından yeniden Mahir Güneş'e döndüğümde, o da bizi gördüğüne şaşırmış gibiydi.

Harun Aktan oturduğu yerden kalkıp elini Mahir Güneş'e uzattığında şaşkınlığımı üzerimden atmakta zorlanıyordum. Harun Aktan'ın elini sıkarken, Mahir Güneş’in bakışları üzerinde gezindi. "Harun," dedi sorgulayan bir sesle. "Anlayamadım, bu kızlar…"

"Anlarsın birazdan," diye karşılık veren Harun Aktan, sıktığı eli bırakıp Işık'ın yanındaki sandalyeyi işaret etti. "Otursana."

Mahir Güneş bize bakmaya devam etti ama daha çok Işık'a odaklandı. Biz sadece bir kez karşılaşmıştık ya da ben öyle sanıyordum ama Işık'ı tanıyor olmalıydı. "O nerede?" diye sordu sadece Işık'a.

"Dedim ya," diye karşılık verdi Harun Aktan. "Birazdan alırsın cevabını." Masanın başında duran adamına başıyla işaret verdi. "Mahir'e bir viski doldur, o viski içmeyi sever." Gülümsemesinde gizemli bir şeyler vardı fakat Mahir Güneş'in ifadesiz yüzünden neler olduğunu anlayamıyordum.

Öfkeyi ve nefreti tamamen içimde hissediyordum Mahir Güneş'e bakarken çünkü hepimizin aksine, kendi çocuğunu sokağa atıp onu evladı olarak görmeyen hatta başkalarının yanında Yankı'yı yetiştirme yurdundan aldığı bir çocuk olarak tanıtan, vicdansız bir babaydı. Bütün bunların dışında, öğrendiğim bir gerçek daha vardı ki Yankı yakın zamanda annesinin ölümüne şahit olmuş ve o cenazeye katılamasın diye dayak yemişti.

Kapı yeniden çaldı. Harun Aktan'ın yüzünde gülümseme oluştu, ben gözlerimi Mahir Güneş'ten ayıramadım ama kalbimin hızlanmaya başladığının farkındaydım. "Hep dakik bir adamdı, değil mi?" diye sordu.

"Dışarıda Sadık Orhan'ın adamları vardı," dedi Mahir Güneş. Mahir Güneş, Sadık Orhan ve Harun Aktan. Üçünün bağlantısını çözmeye çalışırken dış kapının açılma sesini işittim, ardından adım seslerini. Bir adım, başka bir adım ve başka bir adım daha.

Harun Aktan oturduğu başköşeden ayağa kalktığında, içeriye ilk giren kişi Sadık Orhan Denizci oldu. Mahir Güneş bakışlarını ona çevirdiğinde kaşlarının çatıldığını gördüm, aynı tepki Sadık Orhan'ın da yüzünde hâkimdi.

Ardından içeriye onların girdiğini gördüm: Yankı ve Koza'nın. Yankı önde, Koza arkasındaydı. Seneler mi geçmişti onları görmeyeli? Kaç gün? Oturduğum yerden kalktığımda Işık da benimle beraber ayaklandı fakat bu kadardı. Mutlu yoktu, Bartu yoktu, Lâl yoktu. Lâl zaten olamazdı.

Yankı'yla bakışlarımız kesiştiğinde derin, rahatlamış bir nefes verip bana doğru bir adım attı fakat önüne geçen adam onu durdurduğunda arkasındaki Koza da bıçak gibi kesildi; buna sebep olansa adamlar değil, Harun Aktan'dı.

"Hoş geldiniz," dedi Harun Aktan. Çenesini havaya kaldırdı, üstten bir bakış gönderdi fakat onlara elini uzatmadı.

Yankı'nın gözleri masada dolaştı ve kendi babasını gördüğü anda yüzündeki o rahatlamış ifadesi silindi, yerini korku değil büyük bir acı aldı. Koza'nın gözlerinde ise korkudan başka hiçbir şey yoktu. Öfkeyi aradım, bendeki gibi bir öfke ama imkânsızdı. Harun Aktan'dan bakışlarını ayıramıyordu.

"Mutlu," dedi Işık ağzının içinde. "Bartu," diyerek devam etti. "Bir şey oldu." Başını iki yana sallayıp Harun Aktan'a baktı. "Onlara bir şey olmadığını söyledin." Yankı ile Koza'ya dönüp sesini yükseltti: "Onlar nerede?"

İkisi de donuk gözlerle masaya bakarken açıklamayı Sadık Orhan üstlendi. "İyiler," dedi net bir sesle. "Buraya gelmelerini ben istemedim." Doğru mu söylüyordu, yalan mı bilmiyordum ama göz göze geldiğimizde, günler önce onunla aynı masada oturduğumuz zamanki gibi bana baktığını fark ettim. Herkese karşı tepkisiz bakışları, bana gelince içten bir hal alıyordu ya da ben öyle sanıyordum.

"Oturun," dedi Harun Aktan, ardından sandalyesine kuruldu. Önümdeki adam geriye çekilince Sadık Orhan, Harun Aktan'ın karşısındaki sandalyeye yerleşti; Yankı benim yanıma doğru ilerledi fakat Koza, Harun Aktan'ın yüzüne bakmaya devam etti. Bunu fark eden Harun Aktan keyifli gülümsemesiyle bakıyordu. "Poyraz," dedi. "Otursana sevgili oğlum." Sevgili oğlum. Sevgili kardeşim.

Ne hissettiğini anlıyordum, ne düşündüğünü de öyle ama ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Koza, şu an benim Sokak Nöbetçileri'yle tanışmadan önceki halim gibiydi. Korkulu ve endişeli. Geçmişteydi, burada değildi ve benden daha kötü bir haldeydi. Ben artık karşı gelebiliyordum ama o gelemezdi, bunu görebiliyordum.

Koza'nın adını duyduğu anda bakışlarının bana döndüğünü gördüm. Bana baktığı sürede ne düşündüğünü de anladım: Bunu nasıl başardığımı çözmeye çalışıyordu. Koza'yı en güçsüz gördüğüm an, o an sanmıştım ama biliyordum, gecenin sonunda ya da belki birazdan daha kötü şeyler olacaktı.

Bana bakmaya devam ederken, "Gel," diyebildim sadece, yanımdaki boş sandalyeyi göstererek. Çenesini aşağıya indirdi ve kaşlarını kaldırdı. Yutkunduğunu gördüm. İlk defa karşımda sanki Koza'nın çocukluğunu gördüm. Seneler önce beni kurtardıktan sonra yanıma oturup bana bakan o çocuğu. "Gel," dedim bir kez daha.

Koza sakin adımlarla yanımdaki diğer sandalyeye ilerledi ve herkes yerine oturduğunda bir sandalye boş kaldı.

Harun Aktan o boş sandalyeye bakarken, "Önder Sarca?" diye mırıldandı ve gözlerini Sadık Orhan ile Yankı'nın üzerinde gezdirdi. "Onu da getirmenizi istemiştim."

Mahir Güneş, Yankı'ya bakıyordu; Yankı, Mahir Güneş'e. Sadık Orhan onu gördüğünden dolayı şaşırmış değildi ama masada çakmak çakılsa alev alacak kadar yüksek bir gerilim vardı. İkisi de gözlerini kırpmadan birbirlerini izlerken Yankı Mahir Güneş'in yüzüne bakarak, "Kendisi gelemez," dedi sakin bir sesle.

"Ölmediğini söylemiştin."

"Öldürmeyeceğimi söylemedim ama," dedi Yankı, Mahir'e bakarak.

Elimi saçlarıma geçirdiğimde Işık'ın gözlerini masadaki bir noktaya diktiğini gördüm. İkimizin de üzerinde adamların bize fırlattığı erkek gömlekleri vardı ve başka hiçbir şey yoktu. O kadar iğrenç kokuyordu ki bu kokuyu üzerimden atmak dünyanın en zor olayı gibi gelmeye başlamıştı.

"O halde Önder'in sözcüsü ve oğlu olarak sen mi geldin?" dedi Harun Aktan Yankı'ya, küçümseyici bir tınıyla. Sonra Mahir Güneş'e döndü. "Kıskanmıyorsun ya?"

Kimseden herhangi bir ses çıkmadı. Gözlerimi Mahir'e dikkat kesilmiş Yankı'dan ayırıp Koza'ya baktım. Başını önüne eğmiş, ellerine bakıyordu ve parmaklarını hareket ettirerek bir şeyler sayıyordu ya da tekrar ediyordu çünkü dudaklarının da aynı şekilde hareket ettiğini görüyordum. Bir kriz anı gibi değildi ama ne yaptığını bilmiyordum.

Ortam o kadar sessizdi ki ona bir şey söyleseydim herkes duyardı. Yine de, "Koza," dedim fısıldayarak. Dönüp bana bakmadı, elleriyle daha hızlı tekrarlara devam etti ve bacağı tedirginlikten titremeye başladı. Bunu sadece ben görüyordum ama Harun Aktan'ın karşısında bu şekilde görünmesini istemiyordum.

Elim yavaşça titreyen bacağına tutundu. Bıçak gibi kesildi, gözleri elime kaydı. Sonra ritim tutan elinin üzerine elimi koyup sıktım. Buz gibi tenini parmaklarımda hissettiğimde başka bir duygu daha bana kucağını açtı.

İlk defa abimin elini tutuyordum. Kaçmak için değil, tutunmak için de değil. Sadece ona elini tutarak destek olmak için. Çünkü biliyordum, o benim elimi tutsaydı iyi hissederdim ama bunu hiç yapmamıştı. Belki şu an bu da ona iyi hissettirmeyecekti çünkü bunları söylemişti ama bacağının titremesinin durması ve elini çekmemesi, belki de benim gibi hissettiğini gösterdi. Ya da öyle anladım.

Buradayım, demek istedim. Yanındayım. En çok da, elimden geldiğince seni ondan korurum. Bunu yüzüne söyleyemedim ama anlasın istedim.

Beklemiyordum ama Koza başparmağıyla elimin tersini okşadı ve hissettiğini sanki bana gösterdi. Buz gibi soğuk, sıcağa dönüştü ama kalbimde. Ona kırgın olan, beni parçalayan tarafım hâlâ kocamandı ama onun elini tuttuğumda hissettiğim bağ, bütün bunlara bedeldi.

Aylar önce kendi oluşturduğu masada ondan korkup Yankı'nın elini tutmuştum, şimdi Harun Aktan'ın oluşturduğu o masada Koza korkuyordu ve ben onun elini tutuyordum.

Başımı çevirip yeniden baktığımda göz göze geldik.

Ona nasıl söyleyecektim, annemiz yaşıyor, diye. Nasıl diyecektim, bizi hatırlamakta zorlanıyor, diye. Nasıl dile getirecektim, onu buldum ama ölmek üzere, diye.

"Evet." Sadık Orhan'ın sesi bıçak gibi aramıza girdiğinde bakışlarım Yankı'ya döndü ve hâlâ babasına baktığını gördüm. Ne düşünüyordu ya da ne hissediyordu bilmiyordum ama duruşu dik değildi. Bunun nedeni sadece babasını karşısında gördüğü için değildi, eli arada sırada karnına gidiyordu. "Bu filminin sebebi nedir?"

Mahir Güneş, Sadık Orhan'a bakıp gözlerini devirdikten sonra masaya bırakılan viskisinden bardağına doldurdu ve tek yudumda içti. Sadık Orhan ise Mahir Güneş'e umursamaz bakışlar gönderiyordu.

"Sen değil miydin Helin'i görmek isteyen?" diye sordu Harun Aktan. "İşte görüyorsun ve görmeye devam edeceksin."

"Ve onu arkadaşıyla beraber alıp buradan gittikten sonra seninle yarım kalan işimi tamamlayacağımı da söyledim," dedi Sadık Orhan baskın bir sesle. Ardından ellerini masaya yerleştirip öne eğildi. "Seni öldürmeyeceğim, Harun Aktan. Senin kemiklerini tek tek kıracak ve o acıyla yeniden iyileşmeni bekleyeceğim. İyileştiğinde yeniden kıracağım kemiklerini. Sen ölme diye en iyi doktorları tutacağım, defalarca iyileştirip defalarca mahvedeceğim seni."

Öfke ve nefret. Gözlerim şaşkınlıkla ona döndü. Nedeni ben değildim, olmamalıydım. Aralarındaki savaş açıkça ortadaydı. Peki ya Mahir Güneş'in burada ne işi vardı? Harun Aktan, Sadık Orhan'a dostum demişti. Mahir Güneş de mi dostuydu? Bu masa, bu yaşananlar bana bir aileyi anımsatıyordu ama o aileyi dile getirmek haksızlık olacaktı.

Biz masumduk.

Masumduk, öyle değil mi?

Suskunluğunu, sadece dinlemesini ve bakışlarını bir an Yankı'ya benzettim. Kafasından neler geçtiği asla anlaşılmıyordu, suskunluğu ise rahatsız ediciydi.

"Ne zaman yapacaksın bunu Sadık?" diye sordu Harun Aktan. "Hemen bugün mü?" Gözleri bana ve Koza'ya döndü. "Çocuklarımın önünde mi?"

Koza elektrik çarpmış gibi elini elimden çekip sıkıca sandalyenin kollarına tutundu. Yankı'nın gözleri ise direkt bize döndü. İlk Koza'ya baktı, sonra bana, ardından büyük bir nefretle Harun Aktan'a. Çenesi kasılırken, her zaman olan Yankı gibi değildi.

"Ağzına ne oldu?" diye sordu Harun Aktan o sırada, Sadık Orhan'a.

Dikkatle bakıldığı zaman gözü ile dudağının sol tarafında yeni oluşmuş bir yara ve şişlik görünüyordu fakat o kadar odaklanmamıştım ki dikkatimi çekmemişti.

Sadık Orhan'ın gözleri Yankı'ya döndü. Birkaç saniye ona baktığında Yankı da dönüp onunla göz göze geldi. Dudaklarında alaycı bir tebessüm oluştu Sadık Orhan'ın. "Sağlam bir yumruk yedim," dedi çekinmeden. "Hazırlıksız yakalandım."

"Ah," dedi Harun. "Sokak kavgalarına mı karıştın?"

"Sayılır." Kaşlarım havalandığında Yankı'nın gözlerini kıstığını gördüm ve içimden bir ses, o yumruğun sahibinin Yankı olduğunu söyledi. Ama bu neredeyse imkânsızdı. Birincisi Yankı sakindi, ikincisi o Sadık Orhan'dı. Üçüncüsü neden yumruk atmıştı ki?

Harun Aktan, Sadık Orhan'ı umursamadı ve gözlerini bana çevirdi. "Görüyor musun, güzel kızım," dedi. "Senin için ne savaşlar veriliyor. Mesela bir gün, boynuma birisi bıçak dayıyor," dedi Koza'ya bakarak. "Bir gece vakti. Boynuma bıçağı dayayan oğlum ve beni öldürmek istiyor. Bir an gururlanıyorum. Diyorum ki, cesur bir oğlan olmuş, beni öldürmek istiyor. Sonra ne mi oluyor? Elleri titriyor ve beni öldüremiyor. Ama bunu senin için yapıyor."

Dudaklarım aralandığında bunun ne zaman gerçekleştiğini bilmediğim için Koza'ya baktım ama o başını önüne eğip gözlerini kapattı.

"Ölümün kimin ellerinden olacak, bilmiyorum," dedi Yankı, diğer taraftan Koza'yı savunmaya geçerek. "Ama öyle bir öleceksin ki kıyameti asıl o zaman göreceksin."

Harun Aktan, Yankı'ya baktı. "Çocuklar işte," dedi aşağılayıcı bir tınıyla Koza'yla ikisini kastederek. "Önder'in çocukları işte." Yeniden bana döndü. "Senin için bana mektuplar gönderen bir çocuk. Uykularımı kaçırdığı doğru çünkü korkak bir oğlan çocuğu gibi olmadığını, gözlerinin önünde annesi öldürülürken kılını kıpırdatmamasından anladım. Bana da yapabilirdi ama görüyorum ki sadece bir çocukmuş." Annesi öldürülürken kılını kıpırdatmaması mı? Yankı aynı şekilde ablasının ölümünü izlemiş ama hiçbir şey yapamamıştı. Aynı duygularla mı yüzleşmişti?

Yankı ayağa kalktı ve Harun Aktan'ın üzerine o kadar hızlı atıldı ki masadaki birkaç bardak yere düşüp kırıldı. Yakasından tuttu, ardından burnuna sert bir yumruk attığında Harun'un adamları bile ona yetişmekte zorlandı. Harun oturduğu sandalyeden yere düştüğünde karnına sert bir tekme geçirdi ve diğer tarafa gerilemesine neden oldu. İki adam hızla Yankı'nın yanına geldi; bir tanesi alnına silahı dayadı, diğeri kollarını tuttu.

"Hayır!" diye oturduğum yerden fırladığımda başka bir adam bileklerimi tutarak beni engelledi.

Harun Aktan elinin tersiyle burnundan akan kanı sildikten sonra gözlerini kısıp Yankı'ya baktı. Acı verici olmalıydı ya da kırılmıştı çünkü acısını gizlemiyor ve inliyordu. Kan ise durmaksızın akıyordu. Zorlukla ayağa kalktığında, yüzündeki nefret öyle büyüktü ki sonuçlarından korktum.

Sadık Orhan kollarını önünde bağlayıp sırtını sandalyeye yasladı. "Sağlam bir yumruktu, değil mi?" diye sordu. "Hazırlıksız yakalandın."

Sadık Orhan'ın yüzündeki izin de nedeni ortaya çıktı.

Yankı'nın gözleri öfkeyle Harun'a kilitlenmişken, Mahir Güneş ruhsuz bir şekilde viski bardağından birkaç yudum içmeye devam etti. Harun Aktan burnuna mendilini yaslayıp adamlardan bir tanesine daha Yankı'yı tutmasını işaret etti. Ne yapacağını anladığımda çırpınmaya başladım fakat adam fazlasıyla sıkı tuttuğu için inlemeyle karşılık verdim. İki adam kollarından sıkıca tuttu, bir adam ensesine silah dayadı.

Harun Aktan sert bir yumruğu Yankı'ya indirdi ama yüzüne değil, karnına. Acıyla inleyen Yankı öne eğildi fakat aynı noktaya başka yumruk daha vurduğunda Koza'nın irkilerek ayağa kalktığını gördüm. Ve bir yumruk daha. "Seni aptal çocuk," dedi Harun Aktan. "Senin yaralarını saklamaya çalıştığın kadar yaralandım ben."

Yankı'nın üzerindeki mavi kazağın karın tarafı hızla kana bulandığında acıyla gözlerim doldu. "Aşağılık pislik herif!" diye haykırdım. Yankı iki büklüm olurken, Mahir sakince onu izlemeye devam etti. Korkmadı hatta acımadı bile. Başımı iki yana salladığımda kendimi büyük bir kâbusun içinde gibi hissettim çünkü bu masa psikolojimin kaldırabileceğinden bile fazlaydı.

Bir anda Harun Aktan, Koza'yı yakasından tuttu, bir çöp gibi kendine çekip savurdu. Bütün o gücüyle ve alaycılığıyla tanıdığım Koza, şimdi karşımda bütün güçsüzlüğüyle duruyordu. Yankı eğildiği yerden Koza'ya baktığında başını iki yana sallayıp doğrulmaya çalıştı ama başaramadı.

Ellerimi saçlarıma geçirdiğimde, Sadık Orhan da oturduğu sandalyeden kalktı. "Onlardan birisine zarar gelirse sana da zarar geleceğini biliyorsun," dedi. "Şimdi bu numaraları hemen bırak."

Adam bileklerimi sıkıca tutarken acıyla yutkundum. Koza'nın aşağıda yaptığı sıkı yumrukları titriyordu. Onu kimse tutmuyordu ama Harun Aktan, kimsenin onu tutmasına gerek kalmayacak kadar kendisinden korktuğunun farkındaydı. Koza en çok bununla baş edemiyordu, görebiliyordum.

"Biraz da gerçeklerden bahsedelim," dedi Harun Aktan, kanamaya devam eden burnunu silerek. "Mesela bizim dostluklarımızdan ha? Ne dersin?" Anlamayıp başımı iki yana salladım. Gözlerim herkesin üzerinde gezindi, kimse benim gibi değildi ama başka bir şey dikkatimi çekti: masada oturan ve kulaklarını sıkıca kapatan Işık. Gözleri kapalıydı. Aramızda değil gibiydi.

Onu ilk defa böyle güçsüz görüyordum.

"Yeter," dedim. "Artık onları rahat bırak. İstediğin eğer bensem burada kalırım."

"Hayır," dedi Yankı eğildiği yerden. "Hayır, bu gerçekleşmeyecek." Doğrulmaya çalıştıkça adamlardan bir tanesi onun başına baskı yapıyor, eğildiğinden yarasının daha fazla acımasına neden oluyorlardı.

"İstediğim eğer sen olsaydın bunu çoktan başarırdım aptal kız," dedi Harun Aktan öfkeyle. "Benim istediğim intikam." Koza'yı kendine yapıştırdı ve kulağına eğildi. "Tıpkı senin gibi, değil mi oğlum?"

"Onu rahat bırak!" diye haykırdığımda yine o masada gibi hissediyordum. İntikam için Koza'nın çıktığı yol ve Harun Aktan'ın çıktığı yol.

Peki ya kimden intikam alıyordu?

"Ben," dedi Harun Aktan. "Mahir Güneş," dedi onu işaret ederek. "Sadık Orhan," diye devam etti. Yankı'ya baktı. "Önder Sarca." Koza'yla göz göze geldik. "Ve Helin. Benim kardeşim Helin." Koza'yı öne itekleyip sandalyeye çarpmasına sebep oldu. "Biz üçümüz aslında çok yakın dosttuk, değil mi?"

Koza ile Yankı'ya baktım ilk. Biliyorlar mı diye ama ikisinin de yüzünde herhangi bir şaşkınlık ifadesi oluşmamıştı. Ne zamandan beri biliyorlardı? Artık geçmişi kaldıramıyordum. Artık geçmişin hiçbir acısını kaldıramıyordum. Kendimi sandalyeye bıraktığımda gözlerim sadece geçmişimi mahveden o adamın üzerindeydi.

"Bütün bunların benimle ilgisi ne?" diye sordu Mahir Güneş umursamaz bir sesle. "Oğlum mu?" Yankı'ya kibirli bir bakış gönderdi. "Onu Önder'in ellerine bıraktığımda çoktan vazgeçmiştim zaten. Beni bütün bunlar ilgilendirmiyor." Sadık Orhan'a döndü. "Sizin ikinizin arasındaki savaşta da..."

"Sadık'a zamanında yerimi söyleyenin ve parmaklarımı kaybetmemin sebebinin sen olduğunu biliyorum," dedi Harun Aktan sakince. Olmayan parmaklarının sorumlusu, bana babam olduğunu söyleyen kişiydi. "Bu yüzden buradasın. Biz seninle eskiden sıkı bir dostken, tercih ettiğin Sadık olmuştu. Şimdi yeniden bana bunu yaptın. Oğlunla seni korkutamayacağımı biliyorum ama oğluna yaptıklarını kullanarak seni öyle bir bitiririm ki. Ve biricik karına..." Mahir Güneş'in kasıldığını hissettim.

Harun Aktan, Sadık Orhan'a dönüp, "Bana seneler önce neler yaptığını hatırlıyorsun, değil mi?" diye sordu. "Bütün hayatımı mahvettiğin o anı." Sadık Orhan'ın gözlerinden öfke geçti, Harun'un bakışları ise bana döndü. "Şu an içinde bulunduğun o aileyi biz yarattık," dedi tiksinerek. "Ve şimdi hepimiz dağıldık, düşman olduk. Muhtaç olduğun o aile var ya, senin cehennemine dönüşecek çünkü siz hepiniz bizim kanımızdansınız."

"Bütün bunları…" dedi Sadık Orhan dişlerini sıkarak ve tahammülü tükenerek. "Neden anlatıyorsun?"

"Sürprizimi gör," diye devam etti Harun Aktan. "Hepimizin zaafları var, Sadık. Hepimizin."

"Hiçbir sürpriz," dedi Sadık karşılık olarak. "Senin bugün olacak ölümünü engellemeyecek."

"Emin misin?" diye sordu.

"Sayıca üstünüz," karşılığını aldı.

"Şu an," dedi Harun Aktan silahı Koza'ya doğrultarak. "Onun kafasına sıksam sayıca üstünlüğünüz önemli olur mu?" Korkuyla bir kez daha ayağa kalktım. Işık kulaklarını daha sıkı kapattı, sessizce ağladığını duydum. Silahı Yankı'ya doğrulttu, başımı iki yana salladım. "Peki ya ona?"

Sadık Orhan ruhsuz bir şekilde, "Sadece birini kaybederim," dedi. "Ve ikisi de umurumda değil." Gözlerim nefretle ona döndü ve rol yapma ihtimaline tutundum. "Harun," dedi masaya yumruğunu vurarak. "Bu odadaki kimsenin ölümü umurumda değil benim. Kaybeden sen olacaksın çünkü sana sonunda ulaştım. Öyle ya da böyle."

Kalbimin kırılmasını veya üzülmeyi bekledim ama bunlar olmadı. Aksine, beklediğim bir sondu. Harun Aktan ne tepki verdi, göremiyordum ama Koza ve Yankı'nın bakıştığına şahit oldum.

"Belki de bu odadaki değil ama bu evdeki birisinin ölümü umurundadır," dedi Harun Aktan, sonra gülümseyerek adamlarından birisine başıyla işaret verdi.

İlk defa bütün korkularımın içinde neyi planladığını anladım ve direkt Koza'ya baktım, sonra Sadık Orhan'a.

"Hayır," diye fısıldadığımda acıyla yutkunup Harun Aktan’a doğru bir adım attım. "Hayır."

"Güzel bir karşılaşmaydı, değil mi kızım?" diye sordu Harun Aktan. "Umarım sen de sürprizimi beğenmişsindir."

Merdivende adım sesleri işittim. Kalbim, göğüs kafesimi kıracak kadar hızla atarken, nefesimin sesini bile duyabiliyordum ama bunların ötesinde zamanın yavaşladığını hissettim.

"Hayır," dedim bir kez daha. Aklıma saatler önce Tanrı'ya dua ettiğim gelmişti. Kimsenin ölümünü görmek istemiyordum, kimsenin acısını yaşamak istemiyordum. Fakat bu çok daha öteydi. Öldüğünü bildiğim birinin yeniden ölümüyle yüzleşebilirdim.

Kapıdan içeriye ilk önce bir adam girdi, ardından onu gördüm: annemi. Upuzun, yanmış saçları ve üzerindeki beyaz geceliği. Sarsak adımlarla ve elleri önünde yürürken, onu ilk gören ben oldum fakat benim ardımdan başka kimin gördüğünü de inlemesinden anladım: Koza'ydı.

Onu dakikalardır girdiği ruh halinden çıkaran da bu oldu. "Anne," dedi acıyla; olduğu yerden hareket edip anneme doğru koştuğunda Yankı'yı tutan adamlardan biri önüne geçti. "Anne!" diye bağırdı yüksek sesle. Sadık Orhan'ın başı yavaşça arkaya döndüğünde annemi gördü, ardından dengesi sarsıldı. Dudakları aralandı fakat Koza'nın bağırışlarının arasında onun neler dediğini duyamadım. "Yaşıyor," dedi Koza. Başını iki yana salladı, yanına gitmek için çırpındı, önündeki adamı itekledi ama sakin olamadığı için kurtulamadı. "Ölmemiş," deyip Harun Aktan'a döndü acıyla. "Onu öldürdüğünü söyledin!" dedi. "O yaşıyor!"

Annem hiçbir tepki vermeden yere bakmaya devam ettiğinde Sadık Orhan buz kesmiş bir şekilde anneme bakıyordu. Hatta izliyordu.

"Her şeyi bilebilirsin," dedi Harun Aktan, Sadık Orhan'a. "Ama bunu bilemezdin. Şimdi, beni öldürebileceğini ya da kazandığını söyleyebilir misin?" Hareketlenme oldu; onu getiren adam, annemin başına silah dayadığında acıyla haykırdım. "Şimdi başarabileceğini söyleyebilir misin?"

Sadık Orhan başını yana eğip, "Helin," dedi zorlukla. Sesi mi titriyordu? Ben mi yanlış duyuyordum? Annem başını yavaşça yerden kaldırdığında ilk baktığı kişi ben oldum, gülümseyerek elini kaldırdı. Gülümsemesinde elbette ki bir anne şefkati yoktu ama orada sadece bana güvendiğini anladım.

Gözlerim dolu dolu aynı karşılığı verdiğimde elim boynumdaki anahtar kolyesine gitti ve onu gösterdim. Bakışları bu kez Koza'ya döndü, ona bakarken yüzündeki gülümseme silindi. Harun Aktan'a baktı, korkuyla geriledi ve en son Sadık Orhan'a baktığında kaşları havalandı. Onu tanımasını ve belki de bana bir şeyler göstermesini istedim ama annem, "Siz kimsiniz?" dedi boş gözlerle.

Koza'nın omuzları düştüğünde, Sadık Orhan, "Helin," dedi bir kez daha. "Bozcaada," diye mırıldandı. "Tiyatro salonu." Ne anlatıyordu? "Mavi elbise. Ben almıştım sana. Beraber gitmiştik." Annem boş gözlerle ona bakmaya devam etti. "Helin," dedi Sadık Orhan bütün yüreğiyle. "Saye." Annemin yutkunduğunu gördüm. "Helin," dedi bir kez daha. "Benim. Hatırlamıyor musun?"

Yankı'yla göz göze geldik. Her ne düşündüyse yutkunmakta zorlandı. Başını iki yana salladı, bunu neden yaptığını anlayamadım ama gözlerindeki korku, her şeye bedeldi. Tiyatro salonu demişti, biz de Yankı'yla sinemaya gitmiştik. Belki de o anı hatırlayıp üzülmüştü ya da yaşayamayacağımız diğer anılarımızı ama içimden bir ses, başka şeyler olduğunu söylüyordu.

"Unuttun mu beni?" dedi Sadık Orhan. "Hatırla. Zambaklar, Helin. Çok severdin." Harun Aktan'ın evinde gördüğüm ilk kitap Vadideki Zambak'tı, onun olduğunu düşünmüştüm ama demek ki anneme aitti. O kitapla aramdaki bağın nedeni belki de kalbimden geliyordu ve biz annemle belki de aynı satırlarda ağlamıştık. Yaşayamadıklarımıza ve yaşayamayacaklarımıza.

"Şimdi," dedi Harun Aktan araya girip birkaç adım atarak. "Seç. İki taraf da kaybetsin mi yoksa iki taraf da kazansın mı?"

Sadık Orhan'ın bakışları Harun Aktan'a döndüğünde gözlerinin dolduğunu gördüm. Saklamadı, gizlemedi. Parmakları içeriye kıvrıldığında yılların öfkesi ve acısı, orada, yüzünde gizliydi. "Benden onu aldın," dedi. "Yetmedi, kızımı aldın." Yumruğunu sertçe masaya geçirdiğinde annem irkildi ve namlu ensesine biraz daha yerleşti. "Benim canımdan olan iki parçamı aldın."

Harun Aktan son öldürücü darbesini yapıyormuş gibi Mahir Güneş'i işaret etti. "Ve o da yardım etti," dedi omzunu kaldırarak. "Sürprizlere hep açık ol, Sadık Orhan." Sadık Orhan'ın dudakları aralandığında, Mahir Güneş ayağa kalkıp Harun Aktan'a sert bir bakış attı. "Biz dört dost hatta beş. Biri öldü," çenesi gerildi, "senin yüzünden. Biz beşimiz, hepimiz birbirimize bunu yaptık."

"Orospu çocuğu," diye haykırdı Sadık Orhan. "Bana karşı kullandığın kendi kardeşin!"

Harun Aktan başını iki yana salladı. "İkiniz bir olup beni mahvetmeden önce bunu düşünmeliydiniz," dedi, ardından sandalyesine oturdu ve elini cebine attı. Sigara paketini çıkardı, içinden bir dal sigara alıp dudaklarına yerleştirdi. Ucunu alevlendirirken eski dostlarının yüzüne baktı. "Bir gün kim kaybeder, bilmiyorum," dedi annemi tutan adama başıyla işaret vererek. "Ama bugün ben kazandım."

Konuşması, duruşu ve o sigarayı yakışı. Koza'nın yüzüne baktım, o da bana baktı. İkimiz de aynı anı anımsadık ve ikimiz de farkına vardık.

İnsan yaşadığı toprağa elbet geri dönüyordu ve filizlendiği yerde onu besleyene benziyordu.

Annemi salondan çıkardıklarında büyük bir sessizlik içindeydik. Tek bir ses dışında: Işık'ın hıçkırıkları ve ağlamaları.

Harun Aktan sigarasından derin nefesler çekerken hepimizin yüzüne bakıyordu ama en çok Koza'nın üzerinde gözlerini gezdiriyordu. Ne kanıtlamaya çalıştığını anladım, Koza da anladı. Sokak Nöbetçileri'nin şu an dönüştüğü kişiler, eski Sokak Nöbetçileri'ydi ve en kötüsü, Koza, Harun Aktan'a dönüştüğünü düşünüyordu. Harun Aktan da karşısında, bak, diyordu sanki, sen ben oldun, bana meydan okuyamazsın.

Yıkımı gördüm Koza'nın gözlerinde ve kendinden nefret ettiğini.

Geriye doğru adımlar attı. Adamlar Harun Aktan'a baktı ama o hiçbir şey yapmadı. Hepimizin yüzüne bakarak geri gitmeye devam etti, sonra kimse onu durdurmadığında salondan çıkıp gitti, ardından dış kapının sesini işittik.

Elim kalbime doğru gittiğinde, içimde acıyan tarafın, onunla kurduğum bağdan kaynaklandığını anladım.

Harun Aktan elini kaldırıp adamlarına, "Kalmak isteyene yemek servisi yapalım," dedi ve sigarasını söndürdü, ardından Mahir Güneş'in bıraktığı viski şişesini eline alıp bardağı doldurdu. "Kalmak istemeyen gidebilir. Bugünlük bu kadar yeterli."

Yaşattıkları bir kıyametin öncesiydi; hepimizin canından bir parça alacak kadar büyük acılar yaşatmıştı ve şimdi, onun kalbine önümdeki bıçağı saplamam ya da onu öldürmemiz zor değildi. Tek bir darbe, son nefes ama imkânsızdı. Oyununu öyle bir oynamıştı ki şimdi hepimiz, onun kılına bile zarar vermeden çıkıp gidecektik, üstelik onun cehenneminde Helin'i de bırakacaktık. Annemi.

Sadık Orhan'ın yüzüne baktım: yenilgi. Ama daha büyüğü, korku ve acı. Hiçbir şey söylemeden o da çıkıp gitti. Geriye biz kaldık.

Yankı'yı tutan adamlar geriye çekildiğinde dengesini sağlamakta zorlandı ve hızlıca koluna girip onu düşmekten kurtardım. Mahir Güneş ise aynı şekildeydi. Ruhsuz bir adamdı, bir o kadar da kalpsiz. Onun hemen yanında oturan ve kulaklarını kapatarak ağlamaya devam eden Işık'a ilerlediğimde, Yankı'ya karnındaki yaraya bastırması için masanın üzerindeki mendilden verdim. Hiçbir faydası olmayacaktı ama güçlü duran, ayakta kalan ben olmak istiyordum.

Harun Aktan sakince bizi izlerken ne düşündüğünü kestiremiyordum ama içimdeki bütün o korku, büyük bir öfkeye dönüşmüştü. Ve Helin Aktan'ın korkusunun büyüklüğü nasılsa, öfkesinin büyüklüğü de öyle olacaktı.

"Işık," dedim omzuna dokunarak. Hareket bile etmedi. "Işık," dedim eğilerek ve yüzünü yüzüme çevirdim. Ellerini kulaklarından ayırıp gözyaşları içinde bana baktı. "Geçti," dedim acıyla. "Gidiyoruz."

Başını iki yana salladı ve gözlerini Yankı'ya çevirdi. Acıyla nefesini verdi, ayağa kalkar kalkmaz kollarıma düşüp hareketsiz kaldı. "Işık," dedim elimi yanağına koyarak, ardından ilk kontrol ettiğim nabzıydı. Yankı eğildiğinde, bütün bunların Harun Aktan'ın gözünün önünde yaşanması ve bu kadar güçsüz görünmemiz aklımı kaybetmeme neden olacaktı.

Yankı yarasına rağmen Işık'ı zorlukla kucağına aldığında babasına dönüp bakmadı bile ve kapıya doğru yavaş, sarsak adımlarla yürüdü. Babası ise aynı şekilde masada oturmaya devam ediyordu.

O salondan en son ayrılan ben olurken, gözlerim dolu dolu, dağılmış masaya ve Harun Aktan'ın gözlerinin içine baktım.

Gözümden birkaç damla yaş aktı, onları silerken duruşumu dikleştirdim ve çenemi havaya kaldırdım. Omuzlarımı da havaya kaldırdığımda, "Şu an," dedim acıyla. "Fazlasıyla güçsüz, yıkılmış ve mahvolmuş göründüğümüzün farkındayım." Yutkundum, korkudan değil acıdan sesim titriyordu. "Ama bugünü bana yaşattığın için ilk defa sana teşekkür edeceğim."

"Teşekkür mü?" diye sordu Harun Aktan.

"Evet," dedim. "Teşekkür. Senden nasıl korktuğumu biliyorsun, değil mi?" Gülümsedi. "Abimin de senden nasıl korktuğunu biliyorsun." O da çenesini havaya kaldırdı. "Hissediyorsun, değil mi?" Hiçbir şey söylemedi ama gözleri onayladı. "İşte, o seni mutlu eden korku, öyle bir kine dönüştü ki Harun Aktan, senin kıyametin, senden korkanlar tarafından olacak. Yemin ederim," dedim işaret parmağımla onu göstererek. "Senden bütün zamanlarımın intikamını alacağım. Bugün, bugün gerçekten sondu."

Beni ciddiye almayabilirdi ya da yüzündeki tebessümünü devam ettirebilirdi ama bunların yerine yüzü ciddileşti ve bir an korkuyu bakışlarından okudum. Hiçbir cevap vermedi. Yüzüme bakmaya devam etti.

Arkamı döndüm, bütün acılarıma rağmen dik yürürken evin kokusunu içime çektim ve o kokuyu, Harun Aktan'ın kanının kokusuna döndürmek için içimde en büyük yeminlerimi ettim.

***

Arabayı kullanan bendim. Yankı ve Işık arka koltuktaydılar; Işık hâlâ baygındı ve Yankı'nın kanaması devam ediyordu. Çıktığımızda ne Koza'yı görebilmiştik ne de Sadık Orhan'ı ve adamlarını. Üçümüz kalmıştık.

Aklım Işık'taydı. Aklım Yankı'nın kanamasındaydı. Aklım Koza'daydı. Aklım diğerlerindeydi ama ağzımı açıp hiçbir şey soramıyor veya söyleyemiyordum. Karanlık yolda gözlerime ışık vurdukça yaşlar akıyor ve sessizce ağlayarak elimin tersiyle yaşları siliyordum.

Yankı hiçbir şey söylemedi, ben de öyle. Soramadım, kimseyi ya da hiçbirini. Öyle bir korktum ki öldü cevabını almaktan ya da parçalandılar demelerinden. Sadece, "Nereye?" diyebildim. Bana bir hastane adresi söyledi ve oraya ilerledim.

Yaşlar yanaklarımdan sessiz sessiz dökülürken, Yankı'nın acısını gizlemeye çalıştığını bu yüzden inlemediğini bile anlayabiliyordum ama dikiz aynasından baktığımda yüzündeki acıyı ve dişlerini sıktığını görebiliyordum. Daha büyük bir acı hissettim. Bütün acılarında bağırmamayı öğrenmişti ve ben bununla her yüzleşmemde daha fazla parçalanıyordum.

Peki ya Koza?

Dağılmıştık. Onlar da Sokak Nöbetçileri'ydi ve dağılmışlardı.

"Yankı," dedim sadece. "Yankı'm." Yanaklarımı bir kez daha sildim. "Aynısı olmaz de bana," diye mırıldandım. "Aynı kaderi yaşamayız de." Artık bulanık görüyordum. "Biliyordun onları, biliyordunuz ama söylemediniz; umurumda değil. Bana şunu söyle, aynı kaderi yaşamayız, değil mi?"

O haldeyken bile beni iyi etsin diye gidip ona soru sormak bencillikti ama benim de yıkılışıma az kalmıştı. Dikiz aynasından ona baktığımda dudakları aralandı ve alnının boncuk boncuk terlediğini gördüm. Bilinci kapanacaktı fakat direniyordu, üzerindeki mavi kazak tamamen kıpkırmızıydı.

"Elimden gelen her şeyi yaparım onlara benzememek için ve senin için," dedi kısık sesle. Kendisi buna inandı mı, bilmiyordum ama yine kendini öne attı, işkence içinde ilk beni düşündü. "Ağlama," dedi acıyla. "Yalvarırım." Son kurduğu cümle bu olurken, sonrasında sessizliğe gömüldü, onun da bilinci kapandı.

***

Tanrı’ya onların ölümünü bana göstermemesi için dua etmemin üzerinden saatler geçmişti ve ikisi de şu an gözlerimin önünde sedyeyle acile taşınıyordu. Güçlü durmaya çalışıyordum ama artık omuzlarımdaki ağır yükler sebebiyle nefesim kesilmeye başlamıştı. Peşlerinden acile ilerlerken Işık'ın dudaklarını oynatarak bir şeyler dediğini işitebiliyordum ama Yankı tamamen baygındı.

Ağlaya ağlaya onlara bakarken acilden içeriye girdik ve sonrasında elbette ki beni dışarıda bıraktılar. Klasik soruları sordular. “Ne oldu?” dediler. “Korktu, bayıldı,” dedim Işık için. Yankı için, yarasının üzerine düştü ama bizi parçaladılar, diyemedim. Mantıklı yanıtlar veremedim, onlar da fark etti ama şok anından diye düşündüler. Normal bir insan gibi. Halbuki öyle değildi.

İkisini bir odaya alıp kapıyı kapattıklarında sırtımı duvara yaslayarak karşıyı izledim.

Işık'la hayaller kurmuştuk. Bir masa, hepimiz sağdık ve hepimizin hayalleri gerçekleşmişti. Benim bir kızım vardı, güzelliğiyle gözlerimi kamaştırıyordu. Işık'ın oğlu vardı. Hayallerimin içinde mutluyduk.

Ve şimdi de bir hayalin içindeydim ama bu hayal güzel bir hayal değildi. Birazdan önünde durduğum kapı açılabilirdi, birisinin öldüğünü söyleyebilirdi doktor. Kendimi bunu hayal ederken buldum. Ne yapardım? Ayakta duramazdım. Dayanamazdım ama bütün zamanlarıma baktığımda ölürdüm.

Kalbimin sıkıştığını hissettiğimde gözlerimi tavana çevirdim. "Güç ver," dedim bir kez daha Tanrı’ya yalvararak. "Hepsini bana bağışla."

"Helin." Bu ses. Gözlerimi kapattım, aklımı kaçırdığımı düşündüm ama daha gür bir sesle, "Helin," dediğinde başımı çevirdim ve onu gördüm. Bartu tam karşımda duruyordu ve gözlerinin içi kıpkırmızıydı. "Helin!" deyip bana doğru koştu ve sıkıca sarıldı. Sessiz ağlamalarım kollarında hıçkırıklara ve gür çığlıklara dönüştüğünde ona sıkıca sarıldım, dizlerimin bağı çözüldü. Beni sımsıkı tutarken, "İyisin," dedi acıyla Bartu. "Helin, iyisin."

Hiçbir şey söylemeden ağlaya ağlaya ona sarıldım. Uzaktan görenler birinin öldüğünü düşünebilirdi ama umursamadım. Kollarının arasında ağlarken beni tuttuğu için ona minnettar kaldım. En sonunda geriye çekildiğinde alnımdan öptü ve ensemi tutup beni göğüs kafesine yasladı. "Işık," dedi acıyla. "O nerede?" Bir kez daha geri çekildi, başımı iki yana salladım. "Onlar sizin yanınıza geldi. Yankı ile Koza nerede?"

"Bartu, çok kötü şeyler oldu," dedim acıyla. "Ve her gün, daha kötüsü olamaz, dediğim an daha kötüsüyle karşılaşıyorum."

"Ne oldu?" dediğinde gözlerinden büyük bir korku geçti. "Onlara bir şey mi oldu?" diye sordu. "Hangisine?"

"Hayır," dedim. "Yani bilmiyorum. Işık bir kriz geçirip bayıldı. Yankı yaralanmış ve içeride. Harun Aktan onun yarasına sert darbelerle vurdu; canı çok yansa da direndi, engellemeye çalıştı ama en sonunda bilinci kapandı. Işık gözlerini açmadı, o da açmadı. Ama bak, ben güçlü durdum, onları getirdim." Art arda kelimeleri sıralarken titremeye başladım. "Yani iyilerdir, bir şey olmaz, değil mi? Yani çok sert vurdu Harun, çok kanadı. Çok kan." Dizlerimin üzerine düştüğümde ağlamaya başladım. "Dayanamam, kimse ölmesin." Ellerimdeki Yankı'nın kanına baktım. "Kimseye bir şey olmasın."

"Koza?" dedi bu kez.

"Bilmiyorum," dedim. "O ruhen yaralanıp gitti. Nereye gittiğini bilmiyorum." Bartu çöktüğüm yere inip başımı dik tuttu. Hiçbir şey söylemedi, içimi rahatlatmadı. Ona Lâl'i nasıl söyleyecektim veya ne biliyordu? Peki ya Mutlu? "Bartu," dedim gözlerinin içine bakarak. "Mutlu? O nerede? Eğer ona bir şey olursa Işık..."

"Sakinleştirici verdiler," dedi Bartu. "Uyuyor."

Mutlu. Bu ailenin neşesi olan adam, şimdi sakinleştiricilerle mi ayakta duruyordu?

"Ne oldu?" diye sordum. "Birine bir şey mi oldu?" Yine aklıma Lâl geldi ve Bartu'ya onun silahla kendisini vurduğunu nasıl söyleyeceğimi düşündüm. Bir silah, bir intihar. En büyük acı.

"Lâl," dedim en sonunda. "O..."

Bartu derin bir nefes aldıktan sonra, "Hayatım bitti," dedi sadece. Bu cümlesi yetti. Ardından o da ağlamaya başladı, kendini ne kadar uzun zamandır tuttuğunu bilmiyordum, başını omzuma yasladı. "Öldüm," diye devam etti. "Hayatım," dedi yeniden. "Ellerimin arasındaydı, kanlar içindeydi. Onu bulduğumda kanlar içindeydi." Daha önce de karşımda geçmişi için ağlamıştı Bartu ama bu kez her gözyaşı, bir acıya bedeldi, görebiliyordum. "Karlarda onun kan izleri vardı. Çıplak. Yolun ortasında vurup atmışlar onu. Vurdular. Sen gördün mü vurulurken?" Hiçbir şey söyleyemedim. "Çok mu canı yandı? Bağıramaz ki o." Başını iki yana salladı. "Hiçbir tepki veremez. Acısını bile dışarı vuramaz ama canı çok yanmıştır. Doktorlar yakından vurulduğunu söyledi. Kim vurdu onu?" Öfkeyle baktı. "Kim vurdu onu, Helin? Kim ona öyle yakındı?"

Kendisiydi, diyemedim. Hiçbir şey diyemedim ve elimi titreyen omuzlarına yerleştirdim. "Nerede?" dedim, duyacağım bütün yanıtlardan korkarak. Öldü derse bir daha düştüğüm yerden kalkamazmışım gibi geliyordu.

"Komada," dedi. "Bilinci açık ama hayati tehlikesi devam ediyor. Doktora, “Beni duyar mı?” diye sordum. “Duyabilir,” dedi. “Duyar mı?" Elini saçlarına geçirdi. "Kalbini teğet geçmiş kurşun. Kim sıktıysa kötü isabet ettirmiş. Buna bile teşekkür edeceğim Helin."

"Belki," dedim nefesimi vererek. "Eli titremiştir kim vurduysa."

Bartu dediğimi bile duymadı. "Ellerimin arasında," dedi ellerine bakarak. "Ufacık kalmıştı. Ölecek sandım. Hayatım bitti. Ölmez, değil mi Helin?" Gözleri umutla bana baktı. "Yaşar, değil mi? Güçlü o, değil mi?"

Hiçbir şey söylemedim. Artık kendim de dahil kimseyi kandırmak istemiyordum ama kanmaya öyle bir ihtiyacım vardı ki.

"Mutlu yaşananları kaldıramadı mı?" dedim yaşlarımı silerek. "O güçlüydü, ayakta durabilirdi. Işık'a bir şey olacağından mı korktu?" Bartu sessizliğe gömüldü ve yeniden, bu kez sessizce ağlamaya devam etti. "Bartu," dedim nefesim kesilerek. "Ne oldu?" Sanki ona unutmak istediği bir şeyi hatırlamışım gibi yüzüme baktı. Gözlerinin içine bakarken bir cevap vermesini bekliyordum.

Kendine tanıdığı sürenin ardından, “Kaybettik,” dedi. “Birini. Birimizi. Bir çocuğu.” Dişlerini dudaklarına geçirdi, zorlukla başka bir nefes verdi. “Nadir öldü.”

“Nadir,” dedim, söylediğini tekrar ederek. “Öl…” Kalbim sıkıştı, geriye doğru kaçarak kendimi duvara yasladım. “Öldü. Nadir öldü.” Onu ilk bulduğumuz anı anımsadım. Güçsüzdü, ayakta duramıyordu, nefes almakta zorlanıyordu. Herkesten korkuyordu ve en çok hayata karşı küskünlüğü vardı. Sonra biz onu almış, hayatı sevdirmeye çalışmıştık ama sevememişti, bunu görmüştük. İyileşsin istemiştik, iyileşmemişti. Gitgide mahvoluyordu. “Nadir öldü,” dedim bir kez daha ve yeniden ağlamaya başladım. “Nasıl ölür Bartu? O daha çocuk. Çocuklar ölmez ki.”

Dizlerimi kendime çekip bacaklarıma sarıldığımda ağlamaya devam ettim. “Hastanedeydi,” dedi. “Alevlerin arasında kaldı. Ciğerleri o kadar zehri kaldıramadı.”

“Çok acı çekti mi?” diye sordum.

“Bilmiyorum, söylemedi,” dedi. “Ama bizimle beraberken, huzur içinde öldü. Hayatı severek ölmedi ama birini severek öldü.” Ne demek istediğini anlamadım ama sorgulamadım da.

Alnımı dizlerime yaslayıp dakikalarca sessiz sessiz ağlamaya devam ettim. Bartu hemen yanıma oturup sırtını duvara yasladı. Kaç dakika ağladığımı bilmiyordum ama artık nefes almakta bile zorlanıyordum. Bitkindim, dağılmıştım, boğulmuştum. Benim de mi bilincim kapandı, yoksa kendime direnmekten mi yoruldum bilmiyordum ama gözlerimi açtığımda Bartu’nun omzuna başımı yaslamıştım ve karşısında bir doktor duruyordu.

Etrafıma baktım, ardından Bartu’ya, sonra doktora. “Ne oldu?” deyip kapıya baktım. “Onlar nasıl?” Sesim kısık olduğu için duyulmuyordu. Ayağa kalktığımda Bartu da benimle beraber ayağa kalkıp, “İyiler,” dedi sırtımı okşayarak. “Hatta”…"

Tam o sırada odadan Işık'ın çıktığını gördüm. Doktor başını iki yana salladığında onu durduramadıklarını anladım. İlk bana baktı, sonra Bartu'ya ve Bartu'yla birbirlerine öyle bir sarıldılar ki sanki daha fazla ağlayabilirmişim gibi yeniden gözyaşlarım düşmeye başladı. "Bartu," deyip elleriyle yüzüne okşadı. "Şükürler olsun, iyisin," dedi ağlayarak.

Bartu, Işık'ı da alnından öptü ve o sormadan, "Mutlu da iyi olmaya çalışıyor," dedi. "Sakinleştiricilerle..."

"Nerede?" diye sordu Işık.

Bartu onu tutup Mutlu'nun yanına götürürken bir an ikilemde kaldım ve başımı eğip içeriye baktım. Yankı'nın serumunu değiştirirken hemşireyle göz göze geldik. "Girebilir miyim?" dedim zorlukla. "O benim…" ne diyeceğimi bilemedim ve en sonunda, "sevdiğim adam," diye tamamladım. "İyi mi o?"

Hemşire etrafına baktı, ardından başıyla beni onayladığında içeriye girdim. "İyi," dedi kısık sesle. "Fakat yarasını koruması gerekiyor. Mikrop kapması durumunda farklı problemlerle karşılaşabilir. Doktor daha doğru bilgi verecektir." Yatağının yanına gidip yüzüne baktım. Hemşireye başımı salladığımda, "Beş dakika sonra çıkarsan çok sevinirim," dedi. "Şu an doktorun haberi olmadan sana bu iyiliği yapıyorum." Yeniden başımı salladım ve yüzüne bakmaya devam ettim, hemşire ise çıktı.

Yüzü solgundu, dudakları hafif aralıklıydı ve saçları nemliydi. Yüzünde acı çekiyormuş gibi bir ifade aradım ama tamamen ifadesizdi. Sanki ölmüş gibi ya da ölecek gibi. Yavaşça seruma bağlı olmayan elini tuttuğumda buz gibi parmaklarını hissettim. Yine ölmüş gibi. Diğer elimle nemli saçlarını okşadım, her zaman olduğu gibi gülümsemesini bekledim ya da yüzünü avuçlarımın içine gömmesini fakat ifadesizdi. Yaşıyordu. Biliyordum. Ama ölü gibi ifadesizdi.

"Ölmeyeceğini biliyorum şu anda," dedim kısık sesle, kemikli parmaklarını daha sıkı tutarken. "Ama bir gün öleceksin diye çok korkuyorum." Başımı iki yana salladım, gözümden akan yaşları umursamadım. "Sen ölürsen eğer ben yapayalnız kalırım, biliyor musun? Çok eksik kalırım. Çok yarım." Zihnimde anılar döndü. "Seni gördüğüm ilk gün iç sesim ne dedi, biliyor musun? Ben bu adamı yenerim. Bir savaş meydanıydı. Yenerim, dedim, bu adamı. Onu alt ederim ve mahvederim. Ama o zamanlar bir kalbim olduğunu bilmiyordum ya da tam olarak hissetmiyordum. Biz seninle savaştık, Yankı. Birbirimizle savaştık. Sonra da kendi içimizde kendimizle savaştık. Ama ikimiz de kazandık. Ben seni kazandım." Güldüm ama yaşlar akmaya devam ediyordu. "Bence sen de beni kazandın çünkü fena olduğumu düşünmüyorum, güzel bir kazanç olmalı senin için."

Yüzüne eğilip alnına bir öpücük kondurdum; ardından gözlerine, sonra yanaklarına, burnuna. Geriye çekildiğimde, "Ben bir hayal kurdum," dedim. "Ve bir şeyi fark ettim. Biz seninle niye hiç hayal kurmadık, Yankı?" Parmaklarına baktım, tırnaklarının etrafı yara içindeydi. "Öleceğimizden mi korktuk, geleceğimizin olmadığından mı?" Başımı iki yana salladım. "Düşünsene, bir gün ölürsen ben senin arkandan diyeceğim ki: Biz hayaller bile kuramadık ölümden korktuğumuz için ve o öldü. Kaldıramam bunu, anlıyor musun? Hayallerimiz gerçekleşmese de olur, biz seninle oturup uzun uzun hayaller kuralım çünkü ben kurdum. Sen ve ben. Evliydik." Güldüm, elinin tersini öptüm. "Bir itirafta bulunayım mı? Bir keresinde rüyam konusunda seninle iddiaya girmiştik ve sen, ‘Bu rüyayı gerçekleştiririm,’ demiştin. O rüyada biz evleniyorduk Yankı." Elini sıkıca tuttum ve dizlerimin üzerine çöküp onunla aynı hizaya geldim. "Uyanık olsan dalga geçebilirdin ama güzel bir rüyaydı. Biz evlenmiştik. Sonu kötüydü ama gelinlik giymiştim. Sen de damatlık. İşte hayalimde de biz evliydik ve bir kız çocuğumuz vardı Yankı."

Yüzümü avcunun içine gömdüm. İlk defa ona korkularımdan bu kadar açıkça bahsetmemin nedeni, belki de onun kendinde olmamasıydı. Çünkü o kendindeyken bahsetsem bütün bunlar için canını bile feda edebilirdi. "Ama Yankı, o hayalim de bozuldu." Yaşlar avcunun içine düştü. "Bir fotoğraf karesiydi, o fotoğrafta sen silindin. Seninle beraber kızımız da silindi. Hayal kurmak bile yasaktı sanki bana. Sonra yapamadıklarımızı hatırladım. Mesela biz seninle neden bir kez daha bir filme gitmedik. Hiç sarılıp huzurla uyumadık da. Karşılıklı içip sarhoş da olmadık. Hiç tamamen birbirimizi hissedemedik. İçtenlikle kahkaha atmadık. Bir masaya oturup birbirimizi izlemedik saatlerce. Beraber bisiklet sürmedik." Acıyla yutkundum. "Bisiklet sürmeyi öğrenmedim hâlâ. Saklambaç da oynamadım. Mesela birbirimize hiç yemek de yapmadık." Ağlamaya devam ederken kalbimin acıdığını hissediyordum. "Biz seninle birbirimize âşık olsak da hiç iki âşık gibi davranamadık."

Başımı yasladığım avcu ısındı sanki ama nedeni benim gözyaşlarım olmalıydı.

"Biliyorum, bugün ölmeyeceksin, seni ufacık bir yara öldürmez, bunu da biliyorum," dedim acıyla. "Ama bir gün ölürsen biz bütün bunları yaşamamış olacağız ve ben yarım kalacağım, sen eksik öleceksin. Aşkı gerçekten yaşamadan ölme istiyorum, ölmeyeyim istiyorum. Gerçekten buruşana kadar yaşlanmamıza gerek yok, sana da bana da yaşlılık yakışmaz ama yirmi yıl yaşasak fena olmaz bence. Ve beraber ölsek. Huzurla." Başımı kaldırıp ona baktım. "Canım yanıyor çektiğin acılara," dedim nefesim kesilerken, "ve bunlara rağmen anlatmadıklarına. İçinde yaşadıklarına. Annen mi öldü gözlerinin önünde? Başka neler yaşadın? Neden hiç anlatmadın? Annen öldüğünde ben neredeydim? Sormadım mı sana? Anlamadım mı?"

Parmakları hareket edip yüzümü sevsin istedim ama bunu yapmadı. "Gördün mü annemi? Babam olduğunu söyleyen kişiyi? Birbirlerine âşık gibiler, Yankı. Gerçek bir aşk. Onlar da yaşamışlar bir şeyler ve annem onu unutmuş." Korkuyla nefesimi verdim. "Şimdi mahvolmuş durumdalar. Annem dedi ki, onun kaderini yaşarmışım. Yaşamam, değil mi Yankı? Durup düşündüğümde aslında aynı kadere sahip gibiyiz ama benim güzel bir ailem var yanımda. Sen varsın. Onun yokmuş. Yoktu, değil mi Yankı?"

Ayağa kalkıp elini bıraktım. "Bir gün benimle karşılıklı oturup bu yaşadıklarımıza gülecek ve hayaller kuracak mısın?" İki elimle yüzünü tutup yüzüne doğru yaklaştım. "Çektiğin her acı kadar seviyorum seni," dedim. "Çektiğin her acıyı geçirecek kadar çok." Dudaklarımı dudaklarına yasladım ve onu son kez gibi değil, ilk kez gibi öptüm. "Sen benim bütün zamanlarımdasın ve ben bir tek sana âşık oldum. Bir gün hafızamı tamamen kaybetsem bile kalbim sana olan aşkımı hep hatırlayacak. Yaşa Yankı, ölme. Sen yaşarsan ben de yaşarım."

***

Mezarlıklar toprak değil, acı ve gözyaşı kokuyordu. Çocuk mezarlarının olduğu yere ise hayal mezarlığı denilmeliydi. Çünkü hayatını ve hayallerini yaşamamış birçok çocuk toprağın altında çürürken, yaşamaması gereken birçok insan nefes alıyordu.

Hayal mezarlığı. Tam olarak oradaydık.

Bütün yaşananların üzerinden üç gün geçmişti ve o üç günün sonunda Nadir'i gömmek için buraya gelebilmiştik ama iki kişi eksiktik: Koza ve Lâl yoktu. Koza'dan üç gündür haber alınamıyordu, Lâl ise hâlâ komadaydı.

Gözlerim yanımda duran Mutlu'ya kaydı. Onu o gün gördüğümde daha önce hiç rastlamadığım bir adamla karşılaşmıştık. Bitkin, mutsuz ama her şeyden önce vazgeçmiş. Ona sıkıca sarılmıştım, bütün kalbimle; fakat o bana sarılmamıştı. Sadece bana değil, Işık'a ve diğerlerine de. Ruh gibiydi. Sadece ağlıyor ya da susuyordu. Işık ise onun yanından bir an bile olsun ayrılmıyordu.

Diğer yanımda duran Yankı ile Bartu'ya baktım. Bartu neredeyse her gün, her saat Lâl'in yanındaydı. O üzerini değiştireceği zamanlar biz Lâl'in yanına geçiyorduk ama ben henüz buna cesaret edememiş, kapıda beklemiştim çünkü onu bir kez daha o halde göremezdim, hazır değildim.

Yankı o gün kendine gelmişti. Hem de ben onun yanından ayrıldıktan on dakika sonra. Yarası hâlâ tamamen iyileşmemişti ama buraya gelmeyi istemişti. Bütün olanlardan sonra hiç karşılıklı oturup konuşmamıştık, halimiz de yoktu ama gözlerini açtığında ilk söylediği isim benim ismimdi, bunu hemşire söylemişti. “Helin,” demişti. “Sizsiniz, değil mi? İlk sizi sordu.

Bir eliyle elimi tutuyordu, diğer eliyle ise Ferda'nın elini.

Ferda. Bartu anlatmıştı, Nadir gitmeden önce Ferda'ya iyi bakmamız gerektiğini söylemiş ve Yankı burada onun da olması gerektiğini dile getirmişti. Ve diğer çocukların da. Arkamızda yetiştirme yurdunda kalan çocuklar vardı. Geride duruyorlardı. Olayı anlayanlar ağlıyor, anlamayanlar ise çözmeye çalışıyordu.

Ama hepsinin bildiği bir şey vardı: Nadir ölmüştü.

Yankı bunu Ferda'ya söylerken, “Öldü,” dememişti; “Gitmesi gerekiyor,” demişti.

"Nereye?" diye sormuştu Ferda.

"Çok uzaklara," demişti Yankı.

"Masallardaki gibi mi?"

"Evet, Ferda, masallardaki gibi."

"Peki geri gelecek mi?"

"Hayır, Ferda, gelemeyecek çünkü o bir masalın içinde yaşıyor artık. Bana söz ver, büyüdüğünde onu herkese anlatacaksın." Ferda kaşlarını kaldırmıştı. "Bir kahramandan bahsedeceksin, adı Nadir olacak." Ferda dudaklarını bükmüştü ama onu anlamıştı da.

"Peki o masalın içinde ben de olabilir miyim?" diye sormuştu Ferda.

"Sen zaten Nadir'in masalının baş karakterisin, Ferda. O masalda sen istediğin gibi prensessin."

"Nasıl yani?"

"Büyüdüğünde sana anlatacağım bunu."

"Büyüyene kadar yanımda mı olacaksın? Ya gidersen?"

"Hep yanında olacağım Ferda." Gözleri bana dönmüştü ve Ferda'nın saçlarını okşamıştı. "Nefes aldığım sürece, elimden geldiğince. Ben burada olacağım. Senin için ve sizin için."

Şimdi yanımızdaydı ve Yankı'nın elini tutuyordu. Anladığını biliyordum ama Yankı da onu kandırmaya çalışmamıştı zaten. Yine de ağlamadı ve sakince toprağın atılışını izledi. Nadir'in ölü yüzünü ben göremedim ama kefenin içinde ufacık bedenini görmek bile bütün hayatımı karartmaya yetecek bir görüntüydü. Sessiz gözyaşlarımı Ferda'dan gizlemeye çalışıyordum ama başarısızdım.

Arkada evsiz kalan çocuklar da öyle.

Güvenli olsun diye yetiştirme yurdunda kalamıyorlardı; onlara boş yer temin edene kadar mahalle sakinlerinen bazıları evine almıştı, bir kısmını da Sokak Nöbetçileri'ne ait olan küçük kulübelere yerleştirmiştik.

Mutlu dizlerinin üzerine çöktü ve Işık da onun yanında durdu. Ellerini toprağın üzerinde gezdirdi, ağlamaya devam etti. Hiçbir şey söylemedi, zaten neredeyse hiç konuşmuyordu. Bartu da onun yanına eğildiğinde herkesin sessiz ağlayışlarını hissedebiliyordum.

Yankı dışında. Kendisini engellediğini görebiliyordum ama hem benim elimi hem Ferda'nın elini öyle sıkı tutuyordu ki bunu ikimiz için yaptığını anlayabiliyordum.

Ferda, Nadir'e ait olan küçük defteri tutarken, "Şimdi Nadir o toprağın içinde mi masalına devam edecek?" diye sordu Yankı'ya ve bana.

Yankı gözlerini mezardan ayıramazken, ben, "Evet, Ferda," dedim titreyen bir sesle.

"Ama orası karanlık, değil mi?"

"Hemen altında aydınlık var, Ferda. Biz göremiyoruz."

Ferda kaşlarını çatıp bana baktı. "Ama orada nasıl yaşayacak?"

"Masallarda her şey mümkündür ki."

Susup mezara baktı, sonra defterine. Aklından her ne geçiyorsa dudaklarının büküldüğünü gördüm ve Yankı'nın elini bırakmak istedi. Yankı donuk bakışlarını mezardan ayırmıyordu. En sonunda, "Yankı," dediğimde bakışlarını bana çevirdi. "Bırak," dedim Ferda'nın elini göstererek. Şaşkınlıkla elini bıraktı ve Ferda, mezarın yanına, hemen Mutlu'nun dibine gitti.

"Tutma kendini," diye fısıldadım ona. "Bu seni daha kötü yapacak." Başını iki yana salladı, ardından yeniden bana baktı. Elimi bırakıp beni göğsüne çektiğinde alnıma bir öpücük kondurdu uzun uzun. Derin bir nefes alıp saçlarımdan öptü. Kollarının arasında ısındığımı hissettiğimde başımı kaldırıp ona baktım ve bir damla yaşın yanağından süzüldüğünü gördüm. Hızla başını çevirip bunu benden gizledi. "Mucizeler," dedim.

"Sus," dedi sadece. "Hazır değilim."

Mucizeler, çocuklar için işlemedi diyecektim ama izin vermedi.

Yıkılmayan tek duvar olmaya çalışıyordu ama Yankı Sarca'nın çoktan parçalandığını görebiliyordum.

"Ama orada hiç nefes alamaz ki Nadir," dedi bir anda Ferda; hepimizin bakışları ona döndü. "Nadir nefes almakta zorlanıyordu. Orada hiç nefes alamaz ki." Gözleri Yankı'ya döndü. "Nefes alamaz o orada. Çıkarın onu oradan. Boğulur orada."

Yankı yanına ilerledi ve dizlerinin üzerine çöküp onu kendine çekti. "Artık nefes almasına gerek olmayan bir yere gitti."

"Öldü, değil mi?" dedi Ferda. "Ölüm bunun adı." Mutlu ellerini saçlarına geçirdi ve ağlayarak mezarın başından ayrıldı. Işık peşinden gitmek istedi ama Bartu onun omzuna elini koyup durdurdu ve Mutlu'nun arkasından ilerledi. Mutlu'nun çöküşü, kimsenin çöküşüne benzemiyordu ve benzemeyecekti de.

Yankı Ferda'ya hiçbir yanıt vermedi ama onu kendine çekip sarıldığında Ferda'nın da ağladığını gördüm. Diğer çocuklar mezarın başından ayrılınca, artık geriye dördümüz kalmıştık. Yankı'yla göz göze geldiğimizde, elinde sıkıca defteri tutup ağlayan Ferda'yı göstererek, "Götür," dedim sessizce.

Yankı başını salladı ve onu kucaklayarak zorlukla kaldırdı. Yara izi hâlâ acıyordu, bunu biliyordum ama arabaya doğru dik yürümeye devam etti.

Işık ve ben orada kaldığımızda, Işık çöktüğü yerden doğruldu ve ellerini aşağıda sıkıca bağladı. İkimiz de sessizce mezara baktık. İkimizin de ağzını bıçak açmadı. En sonunda ben ona dönüp, "Mutlu," dedim. "İyi olacak." Işık hiçbir cevap vermeden mezarlığa bakmaya devam etti. "Seninle hiç konuşamadık," dedim acıyla. "Harun'la ne konuştun orada bilmiyorum ama o kötü biri ve..."

"Çocuğumun olması imkânsızmış, bunu biliyor muydun?" diye sordu mezara bakarken.

"Hayır," dedim acıyla ve vücudumu ona çevirdim. "Hayır, bilmiyordum." Işık bakışlarını bana çevirdi ve gözlerimin içine baktı, doğruluğunu test etmek için. "Bilmiyordum," dedim yeniden. "Ne zaman kesinleşti?"

"Zaten kesinmiş."

"Nasıl yani?"

"Harun Aktan söyledi," dedi tiz bir sesle. "Zaten kesinmiş, benden gizliyorlarmış."

"Işık," dedim başımı iki yana sallayarak. "Ona inanma, o yalancı biri..."

"Kendi doktorum dışında başka doktora gittim, Helin," dedi net bir sesle. "İmkânsızmış. En başından beri. Bana söylememişler, saklamışlar." Kollarını vücuduna sardı ve gözlerinden akan yaşı ne engelledi ne gizledi. "Çocuğumun olması, Nadir'in yaşaması kadar imkânsızmış gerçekten." Acıyla yutkunduğumda nefesini verdi. "Küçücük bir çocukken bile muhteşem bir anne olma hayalleri kurdum ve ilk önce kendi kardeşimin annesi oldum, sonra başka çocukların. Yine de istedim ki benim de hayal kurmaya hakkım olsun, bir çocuğa sahip olayım. Ama bu hak ellerimden alındı." Gözlerine öfke bulaştı. "Hem de bir oyun uğruna, bir adamın intikam oyunu uğruna."

Koza.

"Işık…" dedim ama devamını getiremedim. "Bilemezsin." Kelimeleri toparlayamadım ve aklıma ilk geleni söyledim. "Eğer o emri veren Koza ise emin ol, onu ben de asla affetmem ama eğer o değilse..."

"Affedersin her türlü çünkü o senin abin ama benim hiçbir şeyim." Çenesini havaya kaldırdı. "Ve onun uğruna, benim hayallerim bu mezarlığın içine gömüldü."

"Bilemezsin," dedim bir kez daha. "Ama bunu öğrenebiliriz. Bak, dinle, Caner yaşıyor." Bir tepki vermesini bekledim ama vermedi. "Onu buluruz, yalan söyleyeceğini düşünmüyorum. Doğruları bana anlatır. Emri kimin verdiğini öğreniriz ve..."

"Bütün bunlar bittikten sonra Mutlu'yu alıp gideceğim," dedi Işık lafımı yarıda keserek.

"Ne?"

"Artık dayanamıyorum." Dik durmaya çalıştı ama zorlanıyordu. "Gücümü kaybediyorum, benliğimi ve en önemlisi Mutlu mahvoluyor. Bütün bunların içinde yok oluyor, yok oluyorum. Eğer kalırsam Helin," gözleri bana döndü, "eğer kalırsam herkesin canını yakan o intikamı hepiniz görürsünüz ve ilk canı yananlardan biri sen olursun çünkü Koza senin abin. Bir tercih hakkım var. Ya mahvedeceğim ya da çekip gideceğim." Korkuyla ona baktım. "Ben de gitmeyi tercih ediyorum. Bütün bunların ardından, o adama kıyameti yaşattıktan sonra çekip gideceğiz kardeşimle."

"Işık..."

"Ve bir daha kimseyle görüşmek istemiyorum."

"Işık, bunu..."

"Çünkü görüşürsem aynı acıları hissedeceğim." Geriye çekilip yeniden bana baktı. "İyi hatırlamak istiyorum bu aileyi; acıyla değil, acılarımla değil. Güçsüzlüğüm yerine, gücümü tercih ederim." Arkasını dönüp yürümeye başladı. Yankı'nın geldiği arabaya değil, Bartu ile Mutlu'nun olduğu arabaya.

Onu takip ettim ama yetişemedim, seslensem de dönüp bana bakmadı. Arabaya bindiğinde Bartu gaza bastı ve bana söyledikleri, ikimizin arasında sessiz bir sır olarak kaldı. Emindim, ilk söylediği kişi bendim ve söylediği ikinci kişiyle yıkım başlayacaktı.

Gidecekti. Sokak Nöbetçileri'ni parçalayan ve dağıtan o hamleyi ilk Işık yapacaktı. Tarih tekerrür mü edecekti?

Arabaya bindiğimde Yankı sürücü koltuğundaydı ve Ferda arkada pencereden dışarıya bakıyordu. "Ne oldu?" dedi yüzümü gördüğünde. "Bir şey olmuş."

"Koza'dan hâlâ haber yok, değil mi?" dedim sakin bir sesle emniyet kemerini takarken.

"Hayır," dedi. "Ona ulaşmaya çalıştım ama ulaşamadım."

Başımı sallayıp, "Eve sür," dedim.

"Eve mi?" diye sordu. O olaydan sonra eve girmemiştik, otelde kalıyorduk.

"Evet," dedim net bir sesle. "Koza orada, kırmızı ışıklı odada. Çünkü onun yerinde olsaydım ben de oraya giderdim."