Evin içindeki koku, Sokak Nöbetçileri'nin o huzurlu kokusundan çok uzaktı. Sanki ev artık yabancılaşmıştı çünkü camlar yerdeydi, duvarlar delik deşikti ve koltuklar parçalanmıştı. Ama bunların dışında, sıcacık gördüğüm o evin içi buz gibiydi.
Yankı beni eve bırakmış ama Koza'yla ikimizi yalnız bırakmak istediği için diğerlerinin yanına gitmişti Ferda'yla beraber. Bartu hastaneye geçmişti. Mutlu ve Işık, Mutlu'nun yeniden sakinleştirici alması için doktora gitmiş olabilirlerdi çünkü o artık sakinleştiricilerle ayakta kalabiliyordu.
Koza. Onun burada olduğunu hissedebiliyordum; hissetmekten öte, biliyordum.
Nereden bildiğimi sayfalarca anlatabilirdim ama elimi kalbime koyduğumda bile onun sesini işitebiliyordum. Buradaydı, kendini ait hissettiği ve en çok korktuğu yerde. “Işıklar,” demişti bana. “Işıklar bizim ortak noktamız.” Şimdi o ortak noktamız olan yere gidiyordum; ben artık korkmuyordum ama o korkuyordu, biliyordum.
Lâl'in kapalı fotoğraf odasının önünde birkaç saniye bekledim, ardından kapının kolunu çevirdiğimde kilitli olmadığını gördüm. Orada, dedim kendi kendime ve kapıyı tamamen açtığımda onu gördüm: Koza'yı. Poyraz'ı. Abimi. Askeri olduğum kişiyi. Beni büyüten kişiyi. Beni bütün acılarıyla, acılar içinde büyüten kişiyi.
Sigara içiyordu. Sırtı kapıya dönüktü, pencereden dışarıya bakıyordu fakat kırmızı ışıklar, onu olduğundan daha ufak göstermişti. Belki de ben onu burada çocukluğuyla beraber bulacağımı düşünmüştüm.
Birkaç saniye o kırmızı ışıklara baktığımda korku değil güç hissettim. Hatta öyle bir güç ki zamanında kırmızı ışıklardan kaçarken, şimdi o ışıklara kaçmak isteyeceğimi fark ediyordum. Bu güç, geçmişim boyunca dizlerinin üzerine çöküp ağlayan çocukluğumun bana bir hediyesiydi.
Ufak adımlarla içeriye girdiğimde omzunun üzerinden bana baktı ve şaşırmayıp yeniden önüne döndü.
Lâl'in son çektiği fotoğraflar ipe asılıydı. Gözlerim fotoğrafların üzerinde gezinirken özlemi, Lâl'e karşı duyduğum o anne hissini yeniden anımsadım.
Bir fotoğrafta Bartu'yla birbirimize bakıp gülüyorduk, başka bir fotoğrafta Bartu yalnız başına oturmuş televizyon izliyordu, gözleri dalgındı. Başka bir fotoğrafta Mutlu ve Işık sarılıp uyumuştu. Bir fotoğrafta Yankı pencereden dışarıya bakıyordu.
Bir fotoğrafta ise Koza vardı. Haberi yoktu, belki de vardı, bilmiyordum ama dikkatlice bir noktaya bakıyordu ve Lâl onun da fotoğrafını çekmişti.
Koza'nın fotoğrafını asıldığı yerden çıkarıp yanına ilerledim. Pencere kenarına, hemen yanına gittiğimde hava neredeyse kararmak üzereydi ve karlar son tanelerini döküyordu. Artık mart ayı gelmişti, kapıdaydı. Bu kış yağan bütün karlar, sanki bizim de içimizdeydi.
Yanında durdum ve bir süre onunla beraber dışarıyı izledim. Karları. Sonra sokak lambasının ışığı yandı, ona baktım. Kırmızı ışıklara sırtımızı döndük ama geçmiş hemen oradaydı, ikimiz de biliyorduk.
İlk konuşan o oldu. "Beni bulacağını biliyordum."
"Çünkü geçmişimiz ortak," diye devam ettim. Gözlerimi ona çevirdim ama o bana bakmaktan kaçındı. Gözleri uykusuzluktan kızarmış olmalıydı, ağladığını düşünmek istemiyordum. Saçları dağınıktı, üzerinde hâlâ günler önceki o kıyafet vardı. "Kaç gün daha burada kalacaksın?"
Sigarasını söndürür söndürmez yenisini yaktı. Sanki o sigaraları kendinden nefret ettiği için yaktı; o merdiven basamaklarında yanımda keyif sigarası içtiği için ya da Harun Aktan aynısını yaptığı için.
"Korkularım geçene kadar," dedi kısık sesle. "Ama geçmiyor." Alaycılık yoktu, labirent gibi cümleler yoktu. Netti, kendinden emindi. Ama emin olmak istemediğini biliyordum. "Korku insanı güçsüz kılıyor, Helin. Ben onun karşısında bir çocuk kadar güçsüzüm."
"Çünkü o hâlâ çocukluğunda, Koza." Omzum omzuna dokundu, ona baktım ama o dışarıyı izlemeye devam etti. "Bir çocuk gibi güçsüz hissedebilirsin ama senin çocukluğun güçsüz değildi. İkisi arasında fark var."
"Sen nereden biliyorsun ki benim çocukluğumu?" Kibirli bir yanıttı ama altında yatanları anlıyordum.
"Biliyorum elbette," dedim yüzünü inceleyerek. "Çünkü o çocuk benim kurtarıcılarımdan biriydi. Sapsarı saçlarını da üstündeki kiri de unutamam. Çabaladın. Her şeye rağmen. Benim için geldin, benim için çabaladın..."
"Ve senin için kendimi feda ettim." Kaşlarımı kaldırdım. "Ama sonra büyüdüm, bu adama dönüştüm. Büyüdükçe küçüldüm sanki. Biliyor musun Helin, ben küçükken daha cesurdum. Onun karşısında dimdik durur, her tokadında başımı eğmemeye dikkat ederdim. Ağlamamaya çalışırdım, “Işıklardan korkmuyorum,” derdim. Her karşı çıktığımda biraz daha döverdi beni ve biraz daha nefret ederdi." Sigarasından derin bir nefes çekti. "Ama sonra büyüdüm. Büyürken de bu adama dönüştüm. Nefreti hissettim, öfkeyi, intikamı ama en çok onu hissettim içimde. Durup düşünüyordum, ona benziyor muyum, diye. Şimdi görüyorum ki o olmuşum. Büyüdükçe cesaretimi kaybettim ama sadece o kadar değil, kalbimi de kaybetmişim. Kalbimin yerine onun kalbini koymuşum." Bakışlarını yavaşça bana çevirdi, sanki ilk defa dikkatlice bana baktı. "Anlıyor musun beni Helin? Anlar mısın peki beni?"
"Anlarım," dedim. "Seni en iyi ben anlarım Koza."
"Nasıl yapıyorsun peki?" diye sordu.
"Neyi?"
"Onun karşısında güçlü durmayı. Bu ışıklardan korkmamayı. Boyun eğmemeyi." Başını iki yana salladı, gözlerinin dolduğunu gördüğümde başka yöne baktı. Koza'nın gözleri doldu. "Nasıl başa çıkıyorsun geçmişle? Her şeyden önce, nasıl bu kadar saf kalabildin?"
"Ben mi?" dedim şaşkınlıkla. "Ben mi saf kaldım Koza?"
"Evet, sen," dedi düşünmeden. "Kime kötülük yaptın şimdiye kadar?" Kaşlarımı kaldırdım. "Benim ya da diğerlerinin emirleri dışında kime kötülük yaptın Helin?" Sigarasını içmeye devam etti ve biter bitmez yenisini yaktı. "Ben kötüymüşüm, seni de kendi yanımda kötülüğüme ortak etmeye çalışmışım, bunu şu an fark ettim. Tam gözlerinin içine bakarken. Daha önce hiç böyle dikkatli bakmamıştım. Saf kaldın sen, ben seni kötülüğe bulaştırmaya çalıştım ama yine değişmedin."
Derin bir nefes aldım ve omzumu bir kez daha omzuna yaslayıp boş sokağa bakarak, "Sana bir şey anlatacağım, izin verirsen," dedim.
"Her zaman," dedi.
"Bu evde ilk gecemi bu odada geçirdim." Bakışlarının bana döndüğünü hissettim ama bakmadım. "Elbette onlar bu ışıklara olan korkumu anlayamazlardı; Yankı zaten kim olduğumu bilmiyordu eğer bilseydi bu odaya sokmazdı ama hiçbiri bilemezdi kırmızı ışıkların bizim üzerimizdeki etkisini." O ilk günü getirdim gözümün önüne. "Gece boyunca, Koza, gece boyunca atak geçirdim. Kâbuslar gördüm, kendimi mahvettim ama bu odadan çıkamadım. Sen hiç çocukluğunu karşında gördün mü bilmiyorum ama ben o gece, bu odada çocukluğumla beraberdim ve o ana kadar kendimle bile dönüp konuşmadıklarımı Sokak Nöbetçileri'nin bana verdiği günlüğe yazdım. Yani günlüğümün ilk sayfasını çocukluğuma ayırdım; şimdi o satırları yeniden okusam bu olduğum kadını tanıyamam ama sen okusan ne hissettiğini anladığımı bilirdin."
Sokak lambasına baktım. "Sonra bir kez daha girdim bu odaya yüzleşmek için ama başaramadım. Güçsüzdüm ve çocuktum. Saçlarımda onun elleri vardı; dayanamadım, makası alırsam kendi bileklerimi keserim sandım, Yankı'ya saçlarımı kestirdim. O günden sonra olmalı ki Harun Aktan'ın mektuplarını okumaya başladı; o gün acıdan ölmediysem bir daha ölmem." Sustum, o gün hissettiklerimi yeniden hissedemedim ama eski bir anı gibi gözümün önünde canlandığında dönüştüğüm kadına şaşırdım.
"Peki, nasıl geçti?" diye sordu Koza, sesinin titrediğini işittim. "Çünkü bu şekilde…" duraksadı ama susmadı. "Çok acıtıyor. Çok, Helin."
"Sevdim, Koza," dedim sakin bir sesle. "Kapılarımı açtım. Her duyguya. Acıya, şefkate, merhamete, sevgiye, aşka," ona döndüm, "kardeşliğe… İstenmesem de kardeşliğe inandım." Gözünden bir damla yaş aktığında içimin titrediğini hatta parçalandığını hissettim. "Ben de geçtiğini bilmiyordum, Harun'u görene kadar. Karşımda dikilip o kırmızı ışıklı odada bana bakana kadar."
"Yaktı mı canını çok?"
"Yaktı."
"Eskisi gibi mi yaktı peki?" dedi büyük bir korkuyla.
"Hayır," dedim. "Bu kez güçlüydüm, sadece teğet geçti, sevdiklerim için canım yanar artık sadece benim."
"Nasıl Helin? Yıkılmadan nasıl güçlü kalabildin karşısında?"
"Güç, her zaman ayakta durmak demek değildir Koza. Sen bunu yapmaya çalışıyorsun. Güç, ayakta duramadığın zamanlar için de direnmek ve savaşmaktır. Sen ayakta duramadığın zamanlara küsüyor, kızıyor ve öfke kusuyorsun. Sonra insanlara acı çektiriyorsun. Sevdiğin veya sevmediğin." Başımı iki yana salladım. "Ve kazansan da kaybediyorsun. Hep de kaybedeceksin."
Bakışlarımı ondan ayırdım çünkü gözlerinden yaşlar süzülmeye devam ediyordu. "Hiç mi kazanamayacağım?" diye sordu. Bunu sanki benim için sordu ya da ben öyle algılamak istedim.
"Bazen kazanırsın," dedim kaşlarımı kaldırarak. "Mesela Yankı'yla birbirinizi yeniden kazandınız." Başını salladığını hissettim. "Ama Işık'ı tamamen kaybettin." Duraksadı. "Lâl'i de öyle." Gözlerimi ona çevirdiğimde çenesinin kasıldığını ve öfkenin yeniden bünyesine uğradığını gördüm. Elimde tuttuğum fotoğraf karesini kaldırıp ona gösterdim. Gözleri fotoğrafa kaydı, birkaç saniye bakmasının ardından başka bir sigara daha yaktı. "Onu da kaybetmek üzeresin ya da o seni kaybetmek üzere, bilmiyorum ama seni seviyor." Başımı aşağı yukarı salladım. "Fakat bazen sevgi, kazanmamıza yardımcı olmaz."
Beklemiyordum ama, "Sen peki?" dedi. "Sana neler yaptım?"
Gülümsedim. "Birçok şeyi ama bana en kötü etkin neydi, biliyor musun? Hayallerimi yıktın. Sanıyordum ki abimsen beni seversin, yanımda olursun, benimle olursun. Ama sen beni bir silah gibi kullanmışsın; yetmemiş, askerin yapmışsın; o da yetmemiş, bir kumar masasına oturtmuşsun." Yüzümü buruşturdum. "Beni kurtardın küçükken ve sonra ne olduysa benden nefret ettin. Yetmedi, bir kez daha beni buldun. O zaman beni bulmanın nedeni, bir hayvan gibi eğitmek için miydi Koza?" Bakışlarımı yeniden yüzüne çevirdim, boş sokağa bakıyordu. "Bir hayvan gibi eğitildim ben, senin emirlerinle. Acıya bağışıklık kazanmayı Ekip'teyken öğrendim. Pansumanı da. Nefreti de. İşkenceyi de. Ruhsal yıkımı da."
"Helin," dedi acıyla ve başka yaşların süzüldüğünü gördüm.
"Ama dövüşmeyi de Ekip'ten öğrendim, kendimi korumayı da. Silahları kullanmayı da. Sessiz kalmamayı da. Sevmeyi öğrenmedim, sevilmeyi de ama ait olmayı öğrendim. Ekip'e aittim, bir evim vardı mesela. Yuva değil, ev ama oraya aittim." Gözlerinin içine baktım. "Bunları da sen öğrettin bana. Ama isterdim ki Koza, bir abi gibi öğret bana bunları, siyah perdenin arkasında değil. Sen senelerin acısını kardeşinden çıkardın. Ne yaşattıysan beni büyüttü ama bu kadar acı çekerek büyümeyi istemezdim."
Sustu, hiçbir şey diyemedi.
"Yine de," dedim, "bana biraz da olsa sevgini gösterseydin beni kazanamazdın ama seni affetmenin yollarını belki bulabilirdim. Ben senin gözlerinin içine baktım ilk günler, sen beni silah gibi kullandın. Bilmek istiyorsan şu an Sokak Nöbetçileri'ni de parçalayabilecek güce sahibim. Bunu da kazandın. Kutlu zaferin. Askerin başarılı oldu ama bir şeyi yine unuttun: Seni de parçalayabilecek gücüm var artık."
"Ama yapmazsın," dedi kısık sesle ve yanaklarını bir çocuk gibi sildi. "Değil mi?"
"Merdivende oturuyordum, ağlıyordum, mahvolmuştum," dedim net bir sesle. "Ve sen karşımda bir keyif sigarası içmiştin, hatırlıyorsun, değil mi?"
"Helin…" dedi acıyla.
"İşte o gün seni bitirmek için kendime yeminler ettim ve o gün kardeşliğimizden vazgeçtim." Elimi cebine atıp sigara paketini çıkardım. İçinden bir sigara aldım, dudaklarımın arasına sıkıştırdım ve ucunu yaktım. Derin bir nefes çekip dumanı havaya üfledim. "Ama yine de seni parçalayamam Koza çünkü bu sigarayı senin gibi keyif için değil, sana ortak olmak için yaktım. Ben senin gibi olamam. Ben bu bağa ihanet edemem."
Sessizliğe gömüldük, o sessizlikte ikimiz de o merdiven basamaklarındaydık, bunu biliyordum çünkü Koza'nın pişmanlığı tam yanımdaydı. Benim ise kalp kırıklığım.
"Bir gün ben de sana günlüğümün ilk sayfasını okutmak istiyorum," dedi Koza birkaç dakika sonra. "Ama ikimiz de kurtulduğumuzda."
"Nasıl yani?"
"Çocukken günlüğüne yazdıkların ya güzel anılardır ya da büyük acılardır çünkü çocuklar bu ikisini asla unutmazlar," dedi ağlamaya devam ederken. "Bu yüzden sadece bir cümle bile seneler sonra hem intiharımız hem kurtarıcımız olabilir." Benim intihar mı yoksa kurtarıcı mı olduğumu bilemedim ama bana kurtulmak istiyormuş gibi bakıyordu. "Sen benim günlüğümün ilk sayfasısın küçük kardeşim."
Küçük bir çocuk gibi karşımda ağlarken yüzüne baktım ve beraber büyüseydik nasıl bir hayatımız olurdu diye merak ettim. Sadece bu da değil, Ekip'e üye olduktan sonra bana kendini gösterseydi nasıl olurduk, onu da merak ettim.
Her şeyden önce, abi kardeş oldukları hali merak ettim Helin ile Koza'nın.
Benim için Harun'un karşısına geçip bıçak çektiğinde kaç yaşındaydı? Peki ya annem için savaşmaya çalıştığında? Ondan bahsetmiyordu çünkü o acı, bütün bu acıların yanında en kötüsüydü.
"Sana bir şey itiraf edeceğim Koza," dedim elimdeki sigaraya bakarak. "Sana çok kırgınım; hiç ummayacağın ve tahmin bile edemeyeceğin kadar hem de." Sigaradan büyük bir nefes çektim. "Ama bazen çok korkuyorum, biliyor musun? Ya bana abim olduğun konusunda yalan söylediysen diye." Sigaradan son nefesimi çekip söndürdüm. "Ne yaparsan yap, kırılan kalbimin bir tarafı, senin benim abim olduğunu fark ettiğinde sıcacık oluyor."
Çenesini aşağıya indirdi ve bu kez omuzları sarsılarak ağlamaya devam ederken, "Ben senin gerçekten abinim," dedi. "Ben o adamın ve Helin'in oğluyum."
Bir tarafım, ona sarıl, dedi. Diğer tarafım kırık kalbiyle savaştı. Ona bütün limanlarımı açabiliyordum ama dalgaların arasında boğulduğumu da unutamıyordum.
Yine de dayanamadım ve ona yaklaşıp ellerimle akan yaşlarını yavaşça sildim; şaşkınlıkla gözlerini açtığında, "Kurtulacağız Koza," dedim. "Kurtulacağız Poyraz. İşte o zaman, sen bana günlüğünün ilk sayfasını okutacaksın ve her şey daha farklı olacak." Akan her yaşı avuçlarımın içine sakladım ve o ağlamaya devam etti. Küçükken de yan yana olsaydık silerdim onun gözyaşlarını ve o da belki silerdi ama zaman geçmişti. Biz büyümüştük, acılar çekmiştik ve artık kimse eskisi gibi olamazdı.
Ruhumuzdaki çocuklar ise arada sırada böyle ortaya çıkacak, birbirlerine bakacaklardı.
Dakikalar sonra gözyaşları sessiz nefeslere dönüştüğünde ve yanakları kuruduğunda yeniden sokağa baktım. "Işık'ı kaybettim, değil mi?" diye sordu.
"Bu bir kayıptan daha fazlası bence," dedim. "Sen onu mahvettin."
Hiçbir cevap vermedi. Söylemeyi düşündüm Işık'ın gideceğini ya da öğrendiğini ama bunu söyleyecek kişi ben değildim, Işık'tı. Bir yandan da ona daha fazla acı yüklemek istemiyordum. Hatta yüzündeki ufacık gülümsemeden bile sorumlu olmak için her şeyi yapabilirdim.
Omzumla omzunu itekleyip gülümsemeye çalıştım. "Ondan hoşlanıyorsun," dedim onun gibi alaycı yaklaşarak.
Koza burnunu çekti. "Ben kimseden hoşlanmam."
"Kendinden bile mi?"
"Kendime âşığım."
"Yalancı."
Sırıttıktan sonra gözlerini devirdi ve bir kez daha burnunu çekti. "Hoşlandığımı nereden çıkardın?"
"Merhaba uzaylı," dedim yüzümü buruşturarak. "Ben de artık duyguları tanıyabiliyorum."
"Ne demek yani tanıyabiliyorum? Yani bu ne demek oluyor? Ben de insanlardan hoşlanıyorum, demek mi bu? Mesela Sonuncu'dan hoşlanmak mı bu? Nedir yani bu?"
Kendimi tutamayıp gülmeye başladığımda kaşlarını çattı. "Şaka mı yapıyorsun yoksa gerçekten Yankı'yla olmamı istemiyor musun?"
"O pezevenk bakışlı götün sana böyle âşık olmasına tahammül edemiyorum," dedi. "Ama maalesef sana çok âşık."
"Ha yani âşık olmayıp rol yapsaydı..."
"Onun kafasını koparırdım," diye karşılık verdi.
"O zaman derdin ne?" diye sordum. "Sadece gıcıklık etmek mi?"
"Anlamıyorsun," dedi. "O şimdi sana âşık, sana sarılıyor falan, bilmem neler. Sana başka bir şeyler…" Gözleri kocaman açıldı. "Hayır ya. Yok, yok, olmaz."
"Ne?"
"Bu şimdi seni alıp, çekip gider mi buralardan?"
"Neden gitmeyelim?"
"Ee ben? Bana ne olacak?"
Kahkaha attığımda, "Ne?" diye tepki verdim. "Senin ne işin var?" Hiçbir cevap vermedi ve bir daha burnunu çekti. "Anlamıyorum seni. Hayır, seni tanımasam beni paylaşamadığını düşüneceğim."
"Paylaştığımı kim söyledi?" Gözlerimi açıp ona baktığımda bakışlarını kaçırdı. "Yani ne bileyim… Yine de çekip gitmek, uzaklaşmak falan pek insani olmaz. Bilginiz olsun." Kısa bir suskunluğun ardından devam etti. "Edepsizlik bu." Kaşları bir daha çatıldı. "Terbiyesizlik."
Göz ucuyla ona bakıp, "Bartu abim bize hep destek, sağ olsun," dedim. "Olmadı onu da yanımızda götürürüz."
"Yazık ya," dediğinde pencerenin kenarından uzaklaştı ve o korktuğu kırmızı ışıklı odada aslında şu an korkmadan durduğunu fark edemedi ama ben gördüm. Aslında benden daha güçlüydü. "Utanmasanız Yankıcanlar ve Helinhanlar..."
"Ah," dedim elimi kalbime götürüp odanın dışına yürüyerek. Böylelikle onu da buradan çıkaracaktım. "Kısmetse eğer beşiz düşünüyoruz."
"Oha," dedi hiddetle ve arkamdan odadan çıktı. "Siz oturup böyle terbiyesiz şeyler mi konuşuyorsunuz?" O konuşurken dikkati dağılmıştı ama ben çoktan kırmızı ışıklı odayı kilitlemiş ve anahtarı cebime atmıştım.
"Çocuk yapmanın nesi terbiyesizlik Koza?"
Merdivenlerden inerken o da peşimden takip etti. "Ben ciddiyim yalnız."
"Tek derdin ben ve Yankı mı?" Arkamı dönüp ona bakarken kollarımı önümde bağladım.
"Sayılır," dedi. "Bir de Yankıcanlar ve Helinhanlar."
Bir kez daha kahkaha attığımda, "O halde sana yeni bir dert ekleyeceğim," dedim.
"Dur bir oturayım," deyip mutfaktaki sandalyeye oturdu. Şaşkınlıkla onu izlerken, birkaç derin nefes verdikten sonra, "Tamam, söyle," dedi. "Kaç aylık?"
"Koza!" Yüksek sesli bir kahkaha atıp omzuna sert bir yumruk geçirdim. "Hamile falan değilim." Rahatlamış bir nefes verdi. "Ama sana işim düştü." Kaşlarını merakla kaldırdı. "Aslında diğerlerinden yardım isteyebilirdim ama kendilerinin hatırlayıp hatırlamayacaklarını merak ediyorum, o yüzden seninle plan yapmamız gerek."
Koza gözlerini kıstı. "Konu ne?"
"Yankı'nın doğum günü geliyor," dedim. Şaşırmasını bekledim ama elbette ki o da unutmamıştı. "Bu zamana kadar hep unutulmuş ve kendisi de önemsemiyor. Yani öyle gösteriyor ama bence çok mutlu olur."
"Ben hiç unutmadım," dedi.
"Bunu biliyorum," dedim. "Ben artık hiçbir günü atlamak, hiçbir mutluluğu arka plana atmak istemiyorum. Belki de hep beraber son mutlu günümüz olacak onun doğum günü." Neden böyle söylediğimi anlamadı ama benim aklımda dönen, Işık ve Mutlu'nun gidecek olmasaydı. Bunun dışında ölüme artık kendimi daha yakın hissediyordum; ne olursa olsun, her mutlu gün değerlendirilmeydi. "Bu yüzden ona hiç unutamayacağı bir doğum günü yaşatmak, o günü hepimiz için harika kılmak istiyorum. Herkes dağılmış durumda. Ben dağıldığımda onlar beni toplamıştı, bu kez ben toplayayım istiyorum." Elimi öne uzattım. "Eğer benimleysen patron, elimi sık ve planlarımızı yapmaya başlayalım." Ekip'te ona patron derdik, aslında şaka yapmak istemiştim ama yüzü düştü.
Ayağa kalkıp elimi sıktı. "Seninleyim minik," dedi sakince. "Bir kerelik de ben senin askerin olayım."
Minik. Koza'nın ağzında eğreti ama bir o kadar da tatlı durmuştu.
Elimi sıkarken onun gözlerinde ikimize karşı yeşeren umutlarını gördüm.
Kalbimde hâlâ büyük bir kırgınlık vardı, büyük bir boşluk ve acı. Ona karşı affedemediklerim dağ gibi önümdeydi fakat aramızdaki o bağ ve sevgi, hepsini aşabilirmiş gibi de hissettiriyordu.
Ya aşacaktık ve birbirimize sarılıp ayrılmayacaktık ya da geçmişi ve bizi affetmeyecek, onunla yollarımı ayıracaktım.
Bu ikisinin ortasındaydım, hangisine yakın olduğumu ise kestiremiyordum.
***
Ölüm, Sokak Nöbetçileri'nin içinde daima gizli kalan ve saklanan bir korkuydu fakat intihar, hepsinin değil, birkaçının içinde daima yaşıyordu.
Lâl Sarca da intiharı senelerce içinde yaşatan birisiydi ve o hastane odasında, bilinci açık, gözleri kapalı ve ölümle savaşırken kendi çizdiği yolun acısını çekiyordu. Sadece kendi acısı da değildi. Onunla beraber başka kalplerin içine o acıyı yerleştirmişti.
Kendisi ise her zaman okuduklarına inanmıştı ve gördüklerini anlamaya çalışmıştı ama kalbinde hayata karşı olan nefretini öyle büyütmüştü ki hissetmeyi unutmuştu.
Arkadaşlığı, kardeşliği, sevgiyi.
Aşkı.
Hepsini gördü, hepsini yaşamak istedi ama kalbinde hissetmediği için bütün bunların ağırlığıyla yaşamaya devam etti. Lâl'i intihara iten tek bir neden değil, birçok nedendi.
O an, komadayken bütün bu duyguların hissettirdiği ağırlıkları, güzellikleri ve en çok kurtuluşlarını anlamayı istiyordu. Zihninin içinde anlamaya çalışırken ona yardımcı olan sesler duymuştu ya da duyduğunu sanmıştı çünkü komadaki bir insanın bütün sesleri duyması neredeyse imkânsızdı. Yine de Lâl, tutunacak bir şeyler aramıştı. Karanlık zihninde aradıkları, Sokak Nöbetçileri'nde gizliydi.
Genelde insanlar konuşamıyor diye onun yanında çok rahat konuşur, bütün sırlarını bile ortaya dökerlerdi fakat bu kez, insanlar onun duyamadığını da düşündükleri için sadece sırları değil, bütün hislerini döküyorlardı.
Her gün o hastane odasının kapısı açılıyordu. İlk önce hemşire girip serumunu değiştiriyordu, sonra doktor peşinden geliyordu. Bilinci açılıyor ve kapanıyordu. Sesler duyuyor ve yeniden sessizliğe dönüyordu. Bazen büyük bir aydınlık, bazen büyük bir karanlıktaydı ama her zaman, onların varlığı için nefes almaya devam ediyordu. Nefesini kesmek istese bile.
5 Mart 2021, saat 08.32.
Hemşirenin o sevecen sesi.
Sonra serumdan damlayan suyun sesi. Pıt, pıt, pıt.
Bağlı olduğu kalp ritimleri. Hızlı ve kısa kısa. Dıt, dıt, dıt. Durdurmak istediği kalbinin ritimleri.
Odanın açılan kapısı ve onların sesi.
Hava aydınlanmak üzereydi ve hastane odasından defalarca yaptığı gibi yine Bartu girmişti. Büyük eli Lâl'in elini kavramıştı ve hiçbir şey söylemeden bir süre öyle beklemişti. Lâl bir şeyler söyleyebilseydi onunla konuşmasını isterdi ama bunu yapmamıştı. Benim Bartum dediği kişiyi, kendisine günlerdir küs sanıyordu ama sonrasında Bartu başını onun eline yasladığında, gözlerinden akan yaşlar Lâl'in avuçlarının içindeydi. Hareket edemiyordu ama eğer yapabilseydi onun yüzünü avuçlarının arasına alırdı, bunu biliyordu.
6 Mart 2021, saat 16.35.
Odadan içeriye giren Işık'tı.
"Lâl," dedi ağlayarak. "Mahvoluyorum Lâl. Ölmek istiyorum. Bin parçaya bölünüyorum. Şu an beni duyuyor musun, bilmiyorum ama eğer duyuyorsan lütfen bana geri dön. Biz seninle bütün o savaşların ortasında sadece bakışarak bile birbirini anlayan o iki kadındık. Mahvoluyorum Lâl," diye devam etti. Ağlıyordu; bütün çektiği acılarla ve çekeceğine inandıklarıyla.
"Benim çocuğum olmayacakmış." Daha fazla acı hissedebilirmiş gibi kalbinin ortasına bir alev yerleşti. Lâl uyanık olsaydı okuduğu, gördüğü ve bildiği sevgiyi hissederdi. Kardeşlik sevgisini. "Dayanamıyorum," dedi Işık. "Benden saklamışlar, en başından beri olmayacakmış çocuğum ama umut etmeme izin vermişler. Bunu düşmanımızdan öğrendim ve bana hâlâ doğrusunu söylemiyorlar. O adam…" dedi, Koza'yı kastederek. Daha fazla ağladı. "Gözlerimin içine bakıyor, Lâl. Onun yüzünden çocuğum olmayacak ama o benim gözlerimin içine bakmaya devam ediyor. Eğer ondan nefret etseydin seninle beraber onu mahvederdik." Sustu, sessiz ağlayışlarının arasından, "Ama ben de nefret edemiyorum," diye devam etti. "Senin gibiyim ben de. Senden daha farklı ama. Gücümü kaybettim." Dizlerinin üzerine, yere çöktü. "Sana yalvarıyorum, dön Lâl. Sen döndüğünde ben gideceğim."
Lâl uyanık olsaydı son cümleye karşı haykırmak isterdi, gözlerinin içine bakıp anlamasını beklerdi ya da; ama bilinci hâlâ kapalıydı ve uyandığında bir gerçekle yüzleşecektik.
Lâl'in komadaki hali ile bilinci açık hali birbiriyle aynıydı. Tek fark: Gözleri açıktı, her şeyi görüyordu ama bunun dışında sessizlik içindeydi; daima ve elinde olmadan.
İki hemşire onun başında sohbet ederken ya da ona bakarken kendi aralarındaki sohbetten geri durmuyorlardı.
"Saat gece on iki buçuk," demişti hemşire bıkkınlıkla. "Bugün gelmeyecek mi acaba sevgilisi?"
"Sevgilisi miymiş?"
"Başından ayrılmıyor ve ona her gün bir şeyler okuyor."
"Abisidir belki."
"Sanmıyorum. O mavi gözlü olan abisi gibi görünüyor, ben anlarım. Esmer olan kesin sevgilisi." Yankı Sarca'yı Lâl'in abisi sanıyorlardı. Lâl onun gelmesine şaşırırdı çünkü hiç sesini duymamıştı.
7 Mart saat 11.45.
Odanın içinde bir çizgi dizinin sesi yayılıyordu. Bu Lâl'in en sevdiği animasyondu ve Bartu onun için, belki duyar diye en sevdiği animasyonu açmıştı. Bütün her şeyden sıyrılıp izlediği animasyona gülüyordu. Normalde keyif alamadığı o animasyonlara gülüyordu. Eğer Lâl gözlerini açıp ellerimi kaldırabilseydi ona rol yapmaması gerektiğini söylerdim.
Bartu yine onunla konuşmadı.
7 Mart saat 15.45.
Birisi odaya girdi; korkak ve çekingen adım sesleri ama kalbinde büyük bir öfkeyle. Nefes sesinden başka hiçbir ses yoktu. Bartu değildi, Yankı da değildi. Mutlu gülerdi. Kızlar konuşurdu. Başında bekledi, uzun bir süre Lâl'i izledi, yaşayıp yaşamadığını görmek istedi ama o kadar uzun süre başında durdu ki konu sadece nefes almak değildi, konu affedilişler ve vazgeçişlerdi.
Hiçbir şey söylemedi, kapı sertçe kapandı.
7 Mart saat 19.36
"Lâl'im." Helin Aktan. "Ancak yanına gelebiliyorum çünkü seni o günden sonra yeniden görmeye hazır hissetmiyordum." Üzerini örttü, Lâl zaten üzerini açamazdı ki ama yine o anne şefkatini gösterdi. "Anneliğini özledim," dedi. "Ve biliyor musun, öz annemi buldum. O evde. Kendisi yaşıyormuş Lâl. Upuzun saçları var." Derin bir nefes aldı, ağlamaya başladı sessizce. Helin canı çok yanmadığı sürece daima sessizce ağlayan bir kadındı. "Yakmış saçlarını." Masanın üzerindeki, hemşirelerin bıraktığı bardaktan bir çay kaşığıyla dudaklarının arasına su döktü ve kurumuş dudaklarını pamukla ıslattı. "Neden bunu yaptın Lâl?" dedi acıyla. "Neden yaptın bunu kendine ve bize?" Peçeteyle çenesini silip yavaşça uzaklaştı. "Beni duyuyor musun bilmiyorum ama ne yaptığını biliyorum. Seni suçlamıyorum, sakın öyle algılama, sadece bilmeni istiyorum: Hepimizin sana ihtiyacı var. En çok Bartu'nun. En çok onun." Elini Lâl'in kalbinin üzerine koydu. "Bütün savaşlarımıza rağmen, senin göğsünde anne şefkatini hissettim. Anneler kendini öldürmez Lâl. Anneler yapmaz bunu kendine."
8 Mart saat 05.26
Lâl yavaş yavaş kendini hissetmeye başlamıştı ve bu, bacaklarının ve kollarının ağrımasına, boğazının kurumasına neden oldu.
Odanın içini dolduran, bir erkeğin ağlama sesiydi. Başındaki kişi ağlamaya devam ettiğinde, Lâl duyabilseydi onu direkt tanır ve şaşırırdı. Mutlu ağlıyordu, başındaydı. Lâl için ağlıyordu; kardeşleri için ağlıyordu, Nadir için ağlıyordu ama en çok da içinde ölen neşe ve kendisinden vazgeçmek üzere olduğu için ağlıyordu.
"Kaldıramam," dedi ağlayarak, acıyla. "Lâl, sen de ölürsen kaldıramam." Lâl'in bacakları ve kolları daha fazla ağrıdı sanki ya da bu ruhsaldı. Kalbi ise sıkıştı. "Boğuluyorum, nefes alamıyorum, bu dünya bana fazla gelmeye başladı. Sokak ortasında dövüldüğüm, saçlarımın kesildiği hatta çırılçıplak gezdirmeye çalıştıkları o günleri hatırlıyor musun?" Kalbim acıyla attı sanki. "Bütün hepsinden daha kötü hissediyorum Lâl. Ben bu aklımla artık yaşayabilecek gibi hissetmiyorum."
8 Mart saat 18.00
Bartu'nun sesi odanın içindeydi ve doktorla konuşuyordu. "Tedaviye yanıt veriyor mu?" Sesindeki kırgınlık ve bitkinlik, duyabilseydi Lâl için azap olurdu. Doktor, Lâl'in yanında bir cevap vermek istemedi ve beraber dışarı çıktılar.
8 Mart gecesi
Işık gelmişti yeniden; sevdiğini söylemişti ona ama fazla duramamıştı. Sonra Helin gelmişti ve ona Vadideki Zambak kitabını okumuştu. Okurken yorum yapmış, kendi kendine aşk senaryoları uydurmuştu. O mutsuz ses tonu uzaklaşmıştı hatta Lâl'in yanına gelenlerden en mutlusu oydu ya da öyle göstermeye çalışıyordu çünkü azap, Helin Aktan'ın alışkın olduğu bir duyguydu. "Uyan artık Lâl Hanımefendi," dedi ona. "Eğer sen uyanmazsan büyük bir partiyi kaçıracaksın. Yine de sen kaçırma diye o partiyi bu odada yaparım." Duraksadı ve güldü. "Sonra doktorlar beni kovalar." Parmakları Lâl'in çıplak kolunu okşadı. "Seninle yeniden sarhoş olacağım günü bekliyorum Lâl. Çok eğleneceğiz biz seninle."
Lâl bir süre sadece kâbuslarla uğraştı ya da kendi zihninde yarattı, bilemiyordu ama odanın içinde koşuşturmalar ve ağlamalar vardı. Kalbinin sesi gitgide yavaşlıyordu, onların sesi ise daima odadaydı.
Sonrası yine karanlıktı.
9 Mart saat 04.15
"Lâl." Yankı. Bartu'yla beraber geldiklerinde neredeyse hiç konuşmazken, şimdi ise Lâl'e sesleniyordu çünkü artık hep alışık olduğu o vicdan azabıyla yeniden yüzleşmişti. "Affet," dedi kendini suçlayan bir ses tonuyla. "Ben seni yalnız bıraktım." Suçlu o değildi, suçlu kimse değildi ama bu yükü omuzlamak her zaman Yankı'ya kalırdı. "Ama ben de yaşamak istedim Lâl," diye fısıldayıp Lâl'in yanağını okşadı. "Seninle biz çok uzun yollardan geçtik, çok şey paylaştık ama acıların içinde sen beni göremedin Lâl. Ben çok yalnızdım. O kadar yalnızdım ki aslında görünmez olmuştum ve sonra kendime değer vermeye başladım." Elini yanağından çekti ve o da Helin gibi Lâl'in dudaklarını suyla ıslattı. "Değer denebilirse tabii. Seni yalnız bırakmama neden olan kendime değer vermem ise bundan vazgeçerim. Her ne olursa olsun, her ne yaşamış olursak olalım, sen benim ablamın yerine koyduğum kişisin. Bunu biliyorsun, hep biliyordun ama açıkça söylüyorum işte." Sesi titredi. "Biz seninle bir gece vakti yağmurun altında saatlerce oturup ölümü konuşmuştuk, hatırlıyor musun? Beni vazgeçiren sen olmuştun, seni vazgeçiremediğim için üzgünüm."
Yankı Sarca, Lâl'in intihar ettiğini biliyordu.
9 Mart günü
Boğuk bir ağlama sesi yine odanın içindeydi; zaman değişmişti ama yine Mutlu'ydu. Sadece ağlıyordu. Sonra Helin ile Işık beraber gelmişti. Ardından Yankı ile Helin.
Karanlık. Ağrılar, acılar, kâbuslar ve yeniden sesler. Lâl bütün bu işkencelerin içinde ölmek istediği için o tetiği çektiğine pişman olmadı. Ta ki o güne kadar.
10 Mart saat 00.30
İnsanın cehennemi bu olabilir miydi? Ya da uzun bir kâbus mu görüyordu?
"Dayanamıyorum," diye fısıldayan Bartu'ydu. Lâl'in Bartu'su. Yine elini tutmuştu ve alnını elinin tersine yaslamıştı. "Ben sesini duymadan senelerce sana âşık yaşadım Lâl, şimdi gözlerini de göremiyorum. Gülümsemeni, öfkeni. Eksikliğini hissettiğim sesin varken daha fazlası oldu." Acıyla nefesini verdi çünkü o acı kalbine saplandı. "Hayır, eğer kalbin atacaksa sonuna kadar beklerim seni ama artık dayanamıyorum, anla beni," dedi. "Çok özledim Lâl."
Lâl'in kalbine pişmanlık tohumları ilk o an ekildi.
10 Mart saat 03.00
Bartu, Lâl'in saçlarını sevdi ve yüzüne yaklaşıp kulağına fısıldadı. "Biz seninle imkânsız mıydık Lâl?" diye sordu Bartu. "Neden senelerce uzak kaldık? Benim yüzümden, değil mi? Ama ben kendimi bildim bileli seni sevdim, senden başka da kimseyi sevemedim. Sevgi ne demek bilmeden sende tattım." Nefesini verdi ve alnını Lâl'in alnına yasladı. "Bütün bu boktan hayatımda seni sevmek benim ödülümdü. Senin nefesin benim ödülümdü. Sen benim ödülümdün. Kendimden nefret ettiysem senin yüzünden ama kendimi sevdiysem de senin için. İyiliğin de bana, kötülüğün de. Aç gözlerini, sensiz yaşayamıyorum."
03.14
"Vicdan azabı çekiyorum Lâl. Geri dönmek istemiyor musun bana? Bize? Çok mu parçaladım seni?"
04.10
"Neden gözlerimi kapattığımda gülüşünü değil, ağladığını görüyorum Lâl?" Yüzü avcunun içindeydi. "Bir kez sevsene beni. Beni nasıl seversin, bilmek ve hissetmek isterdim."
04.30
"Canın çok acıyor mu?"
05.40
"Yankı, ona bir şey olmaz, değil mi? Olmaz dersen sana inanırım." Sessizlik.
07.40
"Lâl'im, senin için birçok animasyon bulup izledim. Uyandığında hepsini sana anlatacağım."
"Lâl, beni duyuyor musun?"
"Umudum tükeniyor Lâl." Ağlıyordu. "Umudum tükeniyor."
08.30
"Eğer benim sevgim seni iyileştiriyorsa Lâl, beni seni hep severim." Yine ağlıyordu. "Yeter ki gözlerini aç."
Karanlık. Karanlık. Ve yine karanlık ama artık pişmanlık Lâl'in içinde büyüttüğü en büyük duyguydu.
10 Mart saat 23.15
Yine aynı nefes sesi ve adımlar. Lâl'i sadece izleyip, yaşadığını görüp geri giden kişi gelmişti. Hepsi kendini belli ederken, bu kişi etmiyordu. Lâl uyanık olsaydı onun kim olduğunu bilirdi çünkü sessizliğin içinde, onunla sessizliğini paylaşacak tek bir kişi vardı.
Bu kez susamadı çünkü zaman geçiyordu ve o gelen kişi de bütün o nefretlerin arasında içinin acıdığını hissetmeye başlamıştı. "Yaşa," dedi o ses. Koza'ydı. "Ölmeni istemiyorum. Hiç istemedim."
Affediliş veya nefretten vazgeçiş. Lâl'in kalbinin üzerine bir sıcaklık yayıldı. Kendinden nefret ederken, kendinden vazgeçerken döndüğü o yoldaydı.
Okuduğu, duyduğu o intiharı yaşamış ve hissetmişti.
Öleceğini o beton zeminde yatarken, son gördüğü yüz yan bir şekilde Işık ve Helin olduğunda hissetmişti. Kendi kanının kokusu vardı ve onların ağlayan yüzleri. Ölümünü yüzlerinde görmüştü.
Sevgiyi hissetmişti bu hastane odasında. Arkadaşlığı, kardeşliği. Helin'de, Işık'ta, Mutlu'da, Yankı'da.
Ve en sonunda Koza'da.
Aşkı ise kalbinin tam ortasında yeniden yeşertmişti fakat bu kez korkmadan hissederek. Bartu'ya duyduğu hislerin adı aşktı. Bunu artık kalbi de söylüyordu. Artık hissedebiliyordu.
11 Mart 00.30
Bartu'nun bağırışı odanın içini doldurdu. Bartu, "Hareket etti!" diye bağırmasının ardından elini sımsıkı tuttu. "Hareket etti!" İlk önce alnından öptü, sonra saçlarından, ardından yanaklarından. Lâl'in yüzündeki yaşların sahibi Bartu'ydu. Diğerlerinin hepsi bir yanılsamaydı ama şimdi onun tenini hissedebiliyordu. Lâl artık tamamen hissediyordu. "Şükürler olsun," diye inledi Bartu. "Şükürler olsun."
Lâl gözlerini yavaşça araladığında ilk gördüğü; Bartu'nun kan çanağına dönmüş simsiyah gözleri, dağınık saçları ve uzayan sakallarıydı. Dolu gözlerle ona bakarken, dudaklarını aralayıp bir şey söylemek istedi ama başarılı olamadı. Tek yapabildiği gülümsemek oldu. Suskunluğunun içindeki o gülümsemeye baktı, Bartu da gülümsedi.
Sevgiyle, aşkla.
En çok aşkla ve Lâl'in aşkıyla.
Lâl'in hayata yeniden döndüğü saat, intihar ettiği saatle aynıydı. Saat yine gece on ikiyi geçmişti fakat bu kez Külkedisi için her şey bir kâbustan değil, bir rüyadan ibaretti.
HELİN AKTAN
İnsanın kendi cehennemi bazen kendi yarattığı dünyası ve kendi yarattığı gerçekleri olabiliyordu. Ama aynı şekilde, insanın kendi cenneti de yanındaki insanların varlığı ve nefes alışlarıydı.
Bütün duyguları sonuna kadar yaşayıp, bütün hislerimle ayakta durabilmek büyük bir meziyetti ve ben artık bunu başarabiliyordum. Bundan birkaç hafta önce, bütün o olaylar yaşandığında asla kurtulamayacağımıza ve hepimizin dağılacağına inanıyordum ama sonra demiştim ki: Sen dağıtmak için girdiğin bu Sokak Nöbetçileri’ni toplamak için de varsın.
Hayat bu kadar garipti. Sokak Nöbetçileri'nin arasına onları parçalamak için gönderilmişken, şimdi onları daha sıkı bağlarla birbirlerine düğümlemek ve birisi parçalanacaksa o ben olmak istiyordum.
Başımı açık kapının pervazına yaslamış, kaldırımda oturan Yankı'yı izliyordum. İçeride Bartu'nun neşeli sesi vardı, Işık televizyon izliyordu. Lâl atlattığı komanın ardından gözlerini açmış ve nefes almaya devam etmişti. Bartu'nun hayata dönmesini sağlayan sadece onun nefesiydi. Bugün hastaneden taburcu olacaktı ve bir raslantı yüzümdeki gülümsemenin genişlemesine neden oldu.
Bugün günlerden 7 Nisan'dı; yani Yankı'nın doğum gününe saatler kalmıştı. Lâl'in bu tarihte taburcu olması, bizim en büyük şansımızdı.
Günlerce acı çekmiştik; bazen aynı masada oturup birbirimizle konuşmamıştık, bazen hepimiz köşemize çekilip ağlamıştık ama yine o evdeydik. Camları tamir etmiştik; Yankı’yla ikimiz. Koza üst kattaki camları halletmişti, sonra koltuklar almıştık. Koza sarı diye tutturmuştu, Yankı siyah. İkisini de dinlemeyip fosforlu pembe almış ve ikisinin de yıkılmasına neden olmuştum. O kadar kötü bir renkti ki odaya girdimiz anda parıl parıl parlıyordu ama bu konuda Bartu'nun arkamda durması, onları engellemişti.
“Yine,” demişti, “silkelenmelerini istiyorsan söyle bana.” Henüz onlara kıyamıyordum.
İçeriden Koza'nın Bartu'yla uğraşma sesini duyabiliyordum. Işık ise sessizliğini koruyordu. O ve Mutlu iyileşebilmiş değildi, aynılardı. Işık yine iletişim kurmaya başlasa da Mutlu hâlâ o karanlıktan kurtulamamıştı ama ben inanıyordum, o da kurtulacaktı.
Koza'nın neşeli sesini kesen ise Işık'ın itirafları olacaktı, belki diğerlerinin de çünkü gidecekti. İki gün önce korkuyla ona sorduğumda hâlâ vazgeçmediğini söylemişti, gidecekti. Bundan emindi.
Yine de bunları düşünmek istemedim. Bütün o problemlerden, savaşlarımızdan, acılarımızdan sıyrılmak istedim. İlk defa değil ama şüpheye yer bırakmadan, umut kalbimin içindeydi.
Yaslandığım kapının pervazından ayrılıp ona doğru yürüdüğümde beni hisetti ve bakışlarını döndürüp turkuaz gözleriyle beni yanına davet etti. Sakince oturduğumda, "Ne yapıyorsun?" dedim neşeyle.
Gülümsedi. "Düşünüyordum."
"Neyi?" Sessiz kaldı. "Yaşadıklarımızı, değil mi?" Başını salladı. "Ne acılar yaşıyoruz, değil mi Yankı?" Omzumu kaldırdım. "Ama yine buradayız, bu kaldırımda ve hepsi geride kalıyor. Biz galiba..."
"Biz galiba acıya bağışıklık kazanmış çocuklarız," diyerek cümlemi tamamladı. İçimden geldiği gibi davranmak istedim; bir an bile düşünmeyip başımı omzuna yasladım, o da çenesini alnıma yasladığında saçlarıma öpücük kondurdu.
"Yine bir gün, bu kaldırımdaydık," dedim. "Çocuklar için mucizeler işlemiyor, demiştik hatırlıyor musun?"
"Hatırlıyorum," dedi. "Ve Nadir için işlemedi." Derin bir nefes verdiğimde gözlerimi karşımızda duran bisikletlere çevirdim, mavi bisikletim eskimeye yüz tutmuş şekilde duruyordu fakat başka bir şey daha gördüm. İki bisiklet daha gelmişti: Biri siyah, biri sarı; biri Yankı'nın, biri Koza'nın.
"Mucizeler galiba çocuklar için işlemiyor," dedim. "Ama ben umut etmekten hiç vazgeçmeyeceğim."
"Ben işlediğini gördüm," deyip alnıma yanağını yasladı. Kilosunu toparlamıştı, kendine gelmişti; güçlü omuzları benim en büyük destekçimdi. "Ben işlediğini hissettim Helin."
"Ne zaman?"
"Kaldırımda oturan bir çocuk vardı," dedi ve gözlerini bana çevirdi. Başımı kaldırıp ona baktım. "O çocuk bendim. Terk edilmiştim. Sen geldin, benim mucizem oldun. O günden sonra ben mucizeme, hep sana inandım. Beni sen kurtardın."
Elimle yanağını okşadığımda acıyla, "Seni kurtarmak için her şeyi yaparım," dedim. "Ve senin için de öyle. Ben seni..."
Dudakları dudaklarımın üzerine örtüldü ve eli ensemi kavradı. Beni kendisine tamamen çekip derin bir nefes verdiğinde uzun zamandır öpmediğim dudaklarını hissetmek, hayata sanki yeniden dönmeme neden oldu. Geriye çekilip gözlerimin içine baktı. "Beni seni çok seviyorum," dedi cümlemi tamamlayarak.
Gülümsedim ve yeniden başımı omzuna yasladım. Sessizce o bisikletleri izlerken, "Bugün sanki hava ayrı bir güzel ha?" dedim onu denemek için. Bütün doğum günü organizasyonunu ondan gizli yapacağız diye akla karayı seçmiştik; Koza'nın beni Yankı'dan uzak tutmak için çaba oyunları işe yaramıştı. Hoş, Koza ciddi olduğunu söylüyordu ama doğum günü planını hiçbir şekilde bozmamıştı.
"Niye ki?" dedi masum bir ifadeyle.
"Bilmem," dedim. "Nisan geldi, ilkbahar, Yankı. Çok güzel bir ay ve mevsim, değil mi?"
Anlamasını ya da hatırlamasını bekledim ama dudaklarını büktü. "Bilmem ki," dedi. "Aslında günlerin nasıl geçtiğini anlamamışım." Hatırlamadı.
Sokak Nöbetçileri de hatırlamadı. Onları suçlamak istemiyordum, bütün bu savaşın ortasında hatırlayamazlardı ama daha önce de bunu hiç yapmamışlardı.
"Ben bugünü çok sevdim yine de," dedim.
"Niye?"
"Öyle işte."
"Ben de sevdim o halde," derken gözlerimin içine baktı.
Hatırladığını düşünerek umutla, "Neden?" diye sordum.
"Seni öptüm çünkü," dedi keyifle. "Ve," gözlerini kıstı, "bir dakikamı bile boşa harcamamam gerektiğini fark ettim." Kaşlarımı kaldırdım. "Biz," dedi dikkatle, "seninle hiç hayaller kurmuyoruz Helin." Şaşkınlıkla dudaklarım aralandı. Anlamlı bakışlarının altında gerçekleri gördüm. "Biz seninle artık yaşayalım."
"Duydun," dedim sadece.
"Duydum," dedi. "Ve haklı olduğunu anladım. Bütün cümlelerinde."
"Özür dilerim, ben..."
"Ben de senin gibi ölmekten çok korkuyorum Helin." Net cümlesiyle ürperdiğimi hissettim. Eli elimi kavradı ve tersini öptüğünde yutkundu. "Neden, biliyor musun? Sen yanımda daha fazla kal diye tutamadığım sözler, ben öldükten sonra içinde ukde kalır diye." Bakışlarını bisikletlere çevirdi yine ve parmakları parmaklarımın arasına geçti. Beni ayağa kaldırdı kendiyle beraber. "Mavi bisikletine bin," dedi. "Sana ilk önce bisiklet sürmeyi öğreteceğim."
"Yankı," dedim heyecanla.
"Sonra her hayal için bir adım daha atacağız. Her nefesim senin için olacak ve bizim için. Ben yaşamak istiyorum Helin, en çok seninle." Beni arkasında yürütüp bisikletin önüne getirdi. Gökyüzünde kuş sesleri vardı, karlar erimişti ve bulutlar masmaviydi. Baharın o neşesi, artık bizim de ruhumuzdaydı. Bu ne kadar sürerdi, bilemiyordum ama yüzündeki o çocuksu neşe, benim dünyam olmuştu.
Mavi bisikleti yerinden çıkarıp tuttuğumda elimi bıraktı ve bisikletin koltuğunu düzeltti. "Artık, bin bakalım önüme, yok mu yani?" dedim. "Liderim olarak benim şoförümdün sen. Bu haksızlık!"
Alaycı bir ifadeyle baktı; ardından o gülüş, kurnaz bir sırıtmaya dönüştü. "Başka şekilde, bin bakalım önüme, derim," dedi yüzüme eğilerek. "Hiç merak etme, bu cümleyi sana unutturmamak için ölene kadar savaşırım."
İlk başta anlayamadım ama yüzündeki sırıtış ve bütün o bakışlar omzuna yumruk atmama neden oldu. "Pislik!"
"Ah," dedi kolunu omzuna koyarak. "Daha sert, çok daha sert istiyorum." Kahkaha attığımda utanmamı bekledi ama ona bunu vermedim.
"Belki," dedim ona biraz yaklaşarak. "Ben de sana, bin bakalım önüme, derim."
"Ha?" Gözleri açıldı ve kafası karışık bir ifadeyle bana baktı. "O biraz…" kaşları düz bir çizgi halini aldı. "Yani biraz zor gibi. Sen beni nasıl taşıyacaksın ki?" Hangi anlamda söylüyordu, bilemiyordum ama rolünü devam ettirdim.
"Ben istersem seni öyle bir taşırım ki Yankı."
"Hayal ettiklerim, edemediklerimin mükafatıdır," dedi gülerek.
"Ne?" diyerek güldüğümde bir anda beni belimden havalandırdı ve bisikletin koltuğuna oturttu.
"İlk hayalimizi gerçekleştirmeye," dedi kollarımı bisikletin gidonuna yaslayarak. "Ve sonra başka rüyalardaki hayallere."
"Anlamadım?" dediğimde bu kez gerçekten anlamamıştım.
Gözlerimin içine baktı, derinlere, sonra gülümsedi. "Bu hissettiğimiz bahardan çok daha güzelsin," dedi. "Bütün hayallerimize, güzel Yuva’m."
"Bütün hayallerimize, canım Yankı'm," dedim gülümseyerek. "Ve yaşamaya." İkimiz o an bütün kötülükleri, olanları, olabilecekleri ve yaşanacakları arka plana atıp hayallere inandık. İlk defa. Bu inanç umudu doğurdu, umut ikimizin kalbinde yeşerdi.
Yankı doğum günü olan 8 Nisan'a saatler kala kendisi için değil yine benim için çaba gösterdi ve artık anladım: Biz iki kişi değildik ve birbirimize verdiğimiz her hediye, tek bir kişiye aitti.
Günler sonra gözlerimi gökyüzüne kaldırdım. İç sesimle Tanrım, dedim yeniden dua ederek. Onun doğum günü çok güzel geçsin, geçirdiğimiz en güzel gün olsun.
Paragraf Yorumları