logo

41. GEÇMİŞ MEZARLIĞI

Views 177 Comments 0

Bartu Sarca'nın güncesinden...

14.02.2012

Kalın urganı demire bağlarken gözlerimi ondan hiç ayıramadım çünkü bu onun intihar ipiydi, biliyordu.

"Öleceksin şeytan," dedim nefesimi vererek. Kalbimi yokladım. Ufacık bir pişmanlık bile hissetmeyecektim.

"Ama sen yaşamaya devam edeceksin," diye yanıt verdi. "Hem de beni hiç unutmadan."

"Seni unutacağım."

O ürkütücü gülümsemesi yüzünde yayıldı. "Ben hep orada olacağım, çocuk. Kâbuslarında."

Pişmanlık yoktu ama korkuyu yine de hissettim, hem de geçen onca zamana rağmen.

Onun ince boynunu urgana geçirdim, altındaki sandalyeyi itekledim ve karşımda işkence çekerek son nefesini vermesini bekledim. Korkmadım, yetmedi, bir kez daha nefes almasını sağladım sonra bir kez daha sandalyeyi itekledim.

Ona işkence çektirdim; o karşımda işkence çekerken keyifle izledim.

Son nefesini verdikten sonra arkamda muhtaç olduğum bir nefes sesini duydum.
Lâl, beni izliyordu ve benim değil ama onun gözlerinde korku vardı.

Bu gece uyudum.

Ama şeytan haklıydı.

O hâlâ kâbuslarımdaydı hem de artık yalnız değildim, Lâl'i de koruyamıyordum.

Şeytan artık ikimizi de her gece mahvediyordu.

"Birinci Sokak Nöbetçisi, Bartu Sarca"

Bembeyaz karların üzerinde uzanıyordum ve kalbimin olduğu yerden kan akıyordu.

Ellerimi iki yana açmıştım, bacaklarım yağan karın içine gömülmüştü ve yüzüme çarpan kar taneleri benim soluğumu kesmeye başlamıştı ama kendi kanımın kokusunu alabildiğim için hayatta kalmaya devam edebiliyordum.

Soğuktu, hava inanılmaz soğuktu ama o soğuk beni hayatta tutuyordu. Sıcak olsaydı kendimi belki de Tanrı’nın kollarında hissedip uyuyabilirdim ve ölürdüm ama öyle soğuktu ki buz kesmiştim.

Karlar, göğüs kafesimdeki kalbimin boşluğunu dolduruyordu, benim kalbim artık tamamen buz oluyordu.

Ama ben ölmüyordum.

Helin Aktan yine ölmüyordu, bir türlü ölemiyordu.

Ve ben ölmek de istemiyordum çünkü artık mutluydum. Bir hayatım vardı. Gerçekten bir hayatım vardı.

Helin Aktan sevmeyi öğrenmişti ama her şeyden önce, Helin Aktan sevildiğini hissetmişti.

Helin Aktan hayatının en mutlu günlerinde öldü.

Kendi hikâyemin son cümlesi bu olmamalıydı.

Çırpınmak istedim ama çırpınamadım, ellerimi kaldırıp kurtulmak istedim battığım yerden ama olmadı. Gömülüyordum, mezarım soğuktan bir kafes olacaktı; beni bu karların içinde belki de kimse bulamayacaktı.

Aklıma o geldi. İlk o geldi. Her zaman o geldi.

"Yankı," dedim gecenin karanlığında kurumuş dudaklarına bakarak. Gökyüzü simsiyahtı, ay görünmüyordu, karlar bembeyaz, yattığım yer ise kıpkırmızıydı. "Yankı," dedim bir kez daha. Öyle kısık sesle adını söyledim ki beni duyması imkânsızdı ama o öyle bir adamdı ki, sesimi hisseder sanıyordum. "Ölüyorum."

Kulaklarıma uğultudan ve rüzgârın sesinden başka adım sesleri doldu. O korku vücudumdan öyle bir kalktı ki, kalbimi yerinden sökselerdi bile Yankı beni yaşatabilecekmiş gibi hissettim. Bunun adı güven miydi?

Helin Aktan, Yankı Sarca'yı sevdi, Yankı Sarca tarafından sevildi ve onu her şeyi olarak bildi. Helin Aktan bu hayatta sadece Yankı Sarca'ya güvendi.

Kendi hikâyemin son cümlesi böyle olsun, benim hikâyem böyle bitsin isterdim. Öleceksem bile bu cümle olmalıydı.

"Ölüyorsun, küçük kardeşim." Onun sesi. Koza'nın sesi. "Ölüyorsun ve yapayalnızsın." Onun yüzü. Yanımda dizlerinin üzerine çöktü. Altın rengi saçlarında kar taneleri vardı. Beni kaç dakikadır izliyordu?

"Koza," dedim zorlukla. "Ölüyorum." Başka hiçbir şey söyleyemedim, anlasın istedim.

"Ölüyorsun," dedi yüzündeki o umursamaz ifadeyle. "Ve inan bana, senin için yapabilecek hiçbir şeyim yok."

"Beni buradan çıkar." Kalkmak istedim ama sadece başımı çevirebildim. "Ben buraya gömüldüm."

Başını aşağı yukarı salladı onaylarmış gibi. "Sen buraya çoktan gömüldün." Sonra eli hiç ummadığım anda yüzüme uzandı, parmakları yüzüme dokundu. Hissedemedim çünkü lanet olsun ki çok soğuktu. "Sen zaten çoktan öldün."

Ölümden sonraki hayat bu muydu? Ateş var diyorlardı ama buz gibiydi. Benim azabım bu muydu? "Hayır," dedim inkâr ederek. "Yankı." Onun adını söylerken sesim yalvarır gibi çıktı.

Başka adım sesleri duydum ardından onun nefesini işittim. Evet, onu nefes sesinden bile tanıdım. İlk önce yanıma çöktü sonra çenesini havaya kaldırdı. Turkuaz gözleri, gözlerimin içine odaklandı ama… Yankı'nın da bir gözünün altında çarpı dövmesi vardı. Yüzümdeki gülümseme donuklaştı.

"Yankı," dedim soluk bir sesle. "Kurtar beni."

"Ölüyorsun." Koza ne diyorsa aynısını söyledi. "Ve inan senin için yapabileceğim hiçbir şey yok." Gözleri donuktu, korku bile yoktu. "Helin," dedi yüzüme yaklaşarak. "Sen çoktan öldün."

Karanlıktı, soğuktu, boğucuydu, gitgide gömülüyordum. "Hayır," dedim ama ağlayamadım bile. Canım yanmıyordu, buz kesmiştim. Bilincim gitgide kapanıyordu. "Burası neresi? Hiçbir şey hatırlamıyorum."

Koza ve Yankı birbirlerine baktılar. O an ilk defa korktum ama kendim için değil, onlardan korktum. Birbirlerine öyle çok benzediler ki sanki ikisi de benim aklımdan uydurduğum karakterlerdi, ikisinin de yüzü şu an ortaya çıkıyordu.

Ben aslında akıl hastanesinde senelerini geçiren biri miydim? Belki de Sokak Nöbetçileri sadece bir kurgudan ibaretti, hiçbiri gerçek değildi.

Ben belki de onlara ihtiyaç duydum ve onları yarattım; kendi yaralarımı sardım ama en sonunda kanamaya devam ettiğimde gerçek hayata döndüm ve onlar bile beni kurtaramadı.

"Burası," dedi Yankı gözleri yeniden bana döndüğünde. "Burası, Helin. Geçmiş. Senin geçmişin." Yankı yana doğru kaydı ve başıyla arka tarafını gösterdi. O an, karların içinde gömülü olan kendimi gördüm. Çocukluğumu. Bembeyazdı. Gözleri kapalıydı.

Ölmüştü.

"Sen aslında o zaman öldün," dedi Koza diğer taraftan. "Kurtarılamadın. Biz seni hiç kurtaramadık."

Artık korkuyordum, hem onlardan, hem kendimden hem de olanlardan. O korkulu gözlerle Yankı'ya baktım ama yanında duran çocukluğunu gördüm. Beni kurtarmaya geldiği kıyafetleri üzerindeydi, aynı çocuktu. Donuk gözlerle bana bakıyordu.

Koza'ya baktım, onun da yanında çocukluğu vardı. Aynı kıyafetler, aynı duruş, aynı öfke.

"Ama siz," dedim. "Siz yaşıyorsunuz. Siz beni görüyorsunuz."

"Çünkü biz de senin geçmişindeyiz," diyen Koza, omzunu kaldırıp indirdi ve çöktüğü yerden doğruldu. "Fakat biz kurtulduk, sen geçmişte gömüldün."

"Hayır," diye haykırmak istedim ama fısıltıdan ibaret kaldı. "Hayır," dedim bir kez daha. Gözlerim son kez büyük bir umutla Yankı'ya döndü ama o da doğruldu, elimi uzatıp tutunmak istedim fakat çoktan geriye doğru adım atmıştı. Yanlarındaki çocukluklarıyla beraber benden uzaklaştılar.

Geçmişimdeydim, ben aslında çoktan ölmüştüm, geriye kalan zamanlarımı öylesine yaşamıştım fakat onlar kurtulmuştu.

Hayır, gidiyorlardı. Kurtarmayacaklar mıydı beni? Bu imkânsızdı. Ölüm bu muydu? "Hayır," dedim son nefesimi veriyormuş gibi ama ikisi de yüzüme bakarak geriye doğru adımlar atmaya devam ettiler. İlk defa çırpındım ama artık başımı bile hareket ettiremiyordum. "Lütfen," dediğimde son bir sıcaklık hissettim. Gözyaşımın sıcaklığı. O beni yaşatmak yerine öldürecek son darbeydi. "Beni lütfen yalnız bırakmayın." Son cümlem bu oldu.

Ama son gördüğüm yüzler, Yankı ve Koza’ya ait değildi.

Onu gördüm. Fotoğrafından tanıdığım annemi. İlk defa onu gördüm. Başımın tepesinden bana baktı ardından dizlerinin üzerine çöktü.

Ölmüştüm.

Annem yanımdaydı.

Annem ben öldüğümde yanımda olabilmişti.

"Kızım," dedi bana. Bu ses ona mı aitti? "Yalnız değilsin, ben buradayım." Hep duymak istediğim o cümleydi ama ölürken annemin sesini duymak, en kötü tarafı buydu. Ölmeden önce, tam gözlerin kapanırken gördüğün son yüz, dünyaya gözlerini ilk açtığın anda gördüğün yüz ile aynı olabilirdi.

Nefesim kesildi, avuçlarımın içinde bir acı hissettim ve ensemden bir ürperti geçti. Titreyerek gözlerimi araladığımda kapkaranlık odayla karşılaştım ve yanımda yine o tanıdık nefesi işittim.

İlk başta yattığım yere baktım, karlar yoktu, yataktaydım, sonra etrafıma.

Odaya vuran loş ışıkta ilerideki koltukta uyuyan Koza'yla Işık'ı gördüm. Onların da nefes seslerini duyabiliyordum ama başımı çevirdiğimde yüzü omzuma yakın duran Yankı'yı gördüm. Kaşları hafif çatıktı, canı yanıyor gibiydi ama nefesi derindi.

Kâbus görmüştüm. Kâbus değil, cehennemdi. Cehennemin en kötü yeriydi ve öyle bir acıydı ki gözlerimin etrafındaki yaşlar, uyurken ağladığımı gösteriyordu.

Işık'la beraber nöbetleşeceğimizi söylemiştik ama onu hiç uyandırmadan kendi başıma Koza'yla Yankı'yı uyandırmıştım çünkü uyku tutmuyordu. İkisi de uyanıp iyi olduklarını mırıldanarak geri uyumuşlardı. Dördüncü saate girmek üzereydik ve yatakta uyuyakalmıştım. Gözlerim odadaki saate kaydığında ise sadece on beş dakika uyuduğumu gördüm. Yarım saat vardı onları yeniden uyandırmaya ama değil yeniden uyumak, nefes almakta bile zorlanıyordum.

Avuçlarımın içine batırdığım tırnaklarımın acısıyla ellerime baktım ardından dişlerimi sıkıp yatakta yavaşça doğruldum. Yankı hareket bile etmedi. Normalde en ufacık sese uyanabiliyordu ama acıdan ve vurulduğu iğneden olsa gerek sersem gibiydi.

Elim boynuma gittiğinde nefes almakta zorlandığımı hissettim ve kalkıp odadaki pencereye küçük adımlarla yürüdüm. Boğazımda bir yanma vardı, çığlık atmak isteyip de atamamanın yanması olabilirdi belki de kâbusun etkisiydi.

Belki de annemin etkisiydi, bilmiyordum ama pencereden dışarıya bakınca yağan karla ve geceyle karşılaşmak nefesimi daha fazla kesti. Derin bir nefes almaya çalıştım başarılı olamadım, omzumun üzerinden Koza'yla Işık'a baktım. İkisinin de ruhu beni duymuyordu, yüzleri birbirlerine dönüktü.

Koza, bir elini Işık'ın yastığın üzerinde dağılan saçlarına yerleştirmişti, parmaklarının arasında dalgalanıyordu. Bunu uyurken yaptığına inanmadım ama görmezlikten gelebilirdim.

Bakışlarım yeniden pencereye döndü ve oraya yaklaştığımda elim pencerenin kulpuna tutundu. Tam o esnada dışarıda bankta oturan bir gölge gördüm ve içimi rüyamdan sonra büyük bir korku kapladıç. Hemen sonra o kişinin Bartu olduğunu kocaman cüssesinden anladığımda parmaklarım pencerenin kulpunda duraksadı.

Elleri ceplerindeydi, gözleri tam karşısını izliyordu ve soğuktan donmuş gibiydi. Üzerinde sadece ince bir ceket vardı, saçlarına tutunan karlar onun dakikalardır orada oturduğunu gösteriyordu.

Bir an bile düşünmeden geriye doğru çekildim ve odadan dışarıya çıkmadan önce yerdeki kalın pikeyi aldım. Ayaklarıma rasgele Yankı'nın kocaman botlarını giydim, köşedeki kalın montunu üzerime geçirdim. Odadan sessizce çıktığımda Mutlu'nun hafif hırıltılı nefesini işittim.

Bir ayağı yerdeydi, bir ayağı koltuğun üzerinde. Bir eli başının altında diğer eli koltuğun üstünde. Başı ise yan dönmüştü. Onu gördüğüm anda gülümsemeden edemedim ve yere düşen diğer pikeye doğru ilerledim. Sakince üzerini örttüğümde mırıldanarak duruşunu düzeltti, gülümsedi ve ağzının kenarından bir şeyler söylemeye devam etti. Cenin pozisyonu aldığında onun aslında ufacık bir çocuk gibi görünmesi içimdeki o kötü duyguları bile yok etti.

Mutlu'yu seviyordum. Mutlu'yu gerçekten çok seviyordum hatta öyle bir sevgiydi ki, en çok ona kızgın kalamadığımı fark etmiştim. Küçük bir kardeşti ama onda en dikkat ettiğim özellik, insanları direkt analiz edebilmesiydi. Eminim benim hakkımda da birçok teorisi vardı, bir gün ona buna sormalıydım.

Odadan çıkmadan önce yedek anahtarı aldım ve kapıyı sessizce kapatıp sessiz, boş koridorda yürüdüm. Yankı'nın ayağımdaki botlarıyla yürümek imkânsız bir hal alsa da bunu umursamadım hatta asansöre binip zeminde indiğimde resepsiyondaki sarışın kadının tuhaf bakışlarını bile umursamadım.

Elimde tuttuğum pikeyi yerde sürükleye sürükleye otelin lobisinden Bartu'nun olduğu tarafa doğru çıktım ve o anda, soğuk hava buz gibi yüzüme çarptığında bunun bana iyi gelmek yerine daha kötü geldiğini fark ettim.

Büyük bir nefes verdim, gözlerimi kapattım ardından hızlı adımlarla Bartu'ya doğru yürüdüm. Botlar yerdeki karlara her batıp çıktığında çıkan ses bana kâbusumu hatırlattı ama Bartu beni duymadı bile.

Oturduğu bankın yanına gittiğimde gözlerini bile kırpmadan aynı noktayı izlediğini gördüm ve ilk defa ben de ona alıcı gözüyle baktığımı hissettim. Belki de Bartu'dan bu kadar korkmamın nedeni, hiçbir zaman onu en savunmasız anında görmememden kaynaklanıyordu, hep koruma kalkanı oluyordu. Şimdi ise oldukça savunmasızdı.

Siyah saçları onu ilk gördüğüm günlerde hep kısacık olurdu ama son günlerde uzatmaya başlamıştı. Uzun simsiyah kirpikleri vardı ve simsiyah gözleri. O gözlerini kıstığında korkutucu bir hal alabiliyordu ama şu an öyle çocuksu görünüyordu ki, yüzüne dokunsam bana bir çocuk gibi bakabileceğine neredeyse emindim.

Keskin yüz hatları ve çatık kaşları onu her zaman sert gösterse de şu an yüzündeki tedirgin ifadeden olsa gerek masum görünüyordu. Dudakları kurumuştu. Gözlerini kıstığı için kırışıklıkları belirginleşmişti.

Aramızda yaşı en büyük kişi Bartu Sarca’ydı, ruhu için aynısını söyleyemezdim ama ilk defa ona baktığımda otuzlarındaki o adamı görebildim. Olgunluğunu değil, otuzlarına kadar acı çekmiş o adamı.

Ve başka bir detay daha fark ettim. Zaman ona acı verse de güzelliğine dokunmamıştı, Bartu Sarca gerçekten de güzel bir adamdı.

"Yakışıklı olduğunu yeni fark ettim," diye bir anda söze girip yanına oturduğumda korkuyla irkilip kendini savunmaya alarak elini kaldırdı. Bir an kendimi korumaya geçtiğimde benim olduğumu görüp elini indirdi ve gözlerini açtı. Elimdeki pikeyi ona uzattım. "Ve bu yakışıklılık soğuktan ölsün istemiyorum."

Bir pikeye baktı, bir bana baktı ardından ellerini cebinden çıkarıp karşı gelmeden pikeyi aldı. "Uyumamışsın," dedi kaşlarını çatarak. "Burada olduğumu nereden biliyordun?"

"Brocuk sözleşmesine göre iki bro birbirini hisseder," gülümsemeye çalıştım, "bu her yerde yazar. Hiç duymadın mı?"

Bartu gözlerini devirdi ve pikeyi omuzlarına attı ardından bir tarafını açarak, "Gelmek ister misin?" diye sordu.

Başımı olumsuz anlamda iki yana salladım ve gözlerimi gökyüzüne çevirip hâlâ yağan karlara baktım. Yüzüme çarpan taneler, bana gördüğüm kâbusu daha fazla yaşatıyordu ama buna aldırış etmemeye çalıştım. Gerçekten hissediyordum, soğuktu fakat bir mezarın içinde değildim. "Neden uyumadın?" diye sordum gökyüzüne bakmaya devam ederek. "Lâl uyudu mu?"

Bakışlarının üzerimde olduğunu hissedebiliyordum ama aldırış etmemeye çalıştım. Aynı soruyu benim için de düşünüyor olmalıydı. "Uyudu." Tek bir yanıt. Bartu'nun canı gerçekten sıkkındı.

Biraz boş bir şekilde sohbet etsem hem ona hem de bana iyi geleceğini düşündüm. "Saçlarını eskiden hep kısacık kestirirdin," dedim. "Şimdi uzatmaya mı başladın?"

Gülümsedi ama içten değildi. "Saçlarımı Lâl kesiyor, ona alıştım. Son günlerde aramız eskisi gibi olmadığı için böyle kaldı."

"Ama başka bir yerde kestirebilirdin ya da kendin kesebilirdin?" dedim konunun üzerine giderek.

"Evet, yapabilirdim," diye yanıt verdi. Bakışları bana döndü. "Ama insan alışkanlıklarından öyle kolay vazgeçemiyor, Helin."

Gözlerimi yavaşça ona çevirdim, önüme gelen saçımı kulağımın arkasına sıkıştırırken bakışlarımız kesişti. Düşündüğümden daha uzun süre bakıştığımızda ilk gözlerini kaçıran o oldu, ayağındaki botla yerdeki karları itekledi. "Neden uyumadın?" diye sordum bu kez. "Lâl'in durumundan dolayı mı?"

"Sadece Lâl değil." Ayağı duraksadı ama gözlerini bana çevirmedi. Sessiz kaldı, her ne düşünüyorsa kendi içinde savaş verdi.

"Sanırım benimle konuşmak istemiyorsun." Başımı aşağı yukarı salladım. "Olsun." Omzumu silktim. "En azından senin yanında güvende hissettiğim için burada kalabilirim, minik bro."

Bana baktı ve kaşları havalandı. "Güvende mi hissettiriyorum?" diye sordu sanki dünyanın en mantıksız duygusuymuş gibi. "Minik mi bro? Ben mi?" Kendini gösterdi. "Ben? Minik?"

"Hem de nasıl bir güven vermek…" Nefesimi aldığımda başımı omzuma doğru yatırdım. Ona biraz daha açık olmalı mıydım? Kendisine en fazla haksızlık eden kişi Bartu'ydu. Öyle değersiz görüyordu ki kendisini, birisinin onun yanında güvende hissetmesi bile şaşırtabiliyordu. "Açık söylemek gerekirse," diye söze başladım. "Seni tanımadan önce bir abi hatta," kaşlarım çatıldı, "bir baba sıcaklığının nasıl hissettirebileceğini bilmiyordum. Sonra bir gün bana sarıldın." Ona ilk sarıldığım an gözlerimin önüne geldi. "İçimden dedim ki, böyle güven veren kollar ya bir abiye ait olabilir ya da bir babaya. Ben bu hislerle senin sayende tanıştım. Şimdi dünyanın en iyi abisi de en iyi babası da karşıma çıksa, senin yerin apayrı olacak."

Bartu'nun gözlerinden gerçek bir şaşkınlık geçti ve dudakları aralandı. Kaşları havalandı, öyle bir yüz ifadesine girdi ki bir an arkasına dönüp bakacak sandım ona mı söylüyorum diye. "Sen ciddi misin?" dedi.

"Ciddiyim," dedim direkt. "Sen kendinin farkında bile değilsin."

Bir süre daha yüzüme baktı sonra aralanan dudaklarını kapatıp başını yeniden yere çevirdi. "İnsan kendisinin bile bilmediği hisleri, bir başkasına nasıl verebilir ki Helin?" diye sordu. "Bir babam hiçbir zaman olmadı." Cümleyi kurarken sesi netti ama kalbinin bile titrediğini hissettim. "Bir abim de hiçbir zaman olmadı." Yüzünü alaylı ama acılı bir gülümseme kapladı. "Belki de vardır, bilmiyorum." Omzunu kaldırıp indirdi. "Bu ikisine hiç sahip olmadan bu hisleri sana nasıl verebildim ki?"

Bartu Sarca. Eğer onun kalbinin içinde yaşayabilseydim, hiçbir kötülük bana dokunmazdı çünkü sadece iyiliklerle doluydu.

Bartu Sarca. Eğer onun gözlerindeki acıyı gerçekten başkaları da görebilseydi, bir daha kimse bunu aklından çıkaramazdı ve onu üzemezdi.

Bartu Sarca. Eğer onun bendeki yerini farklı cümlelerle ifade edebilseydim, satırlar döşerdim ama tek bir cümle yetiyordu: Bir abinin, bir babanın verebileceği en güzel sıcaklık ve güven.

Sokak Nöbetçileri'ndeki herkesin bir ailesi vardı. Hepsi ailesini tanıyordu, belki ölmüşlerdi, belki görüşmüyorlardı, belki kendi elleriyle ailelerini öldürmüşlerdi ama tanıyorlardı. Kim olduklarını biliyorlardı. Bartu ise ailesini tek tanımayan kişiydi. Hiç görmemişti.

"Bu yüzden sen Bartu Sarca oldun," dedim onu kandırmadan. "Sana yalan söyleyemeyeceğim, yerinde bir başkası olsaydı bu kadar saf kalmazdı. Bu kadar masum da kalmazdı. Sen bu hissettirilmeyen duygularınla bile öyle bir baba olacaksın, öyle bir abisin ki kelimelere dökemiyorum, Bartu."

"Saf mı? Masum mu?" Gözleri yeniden bana döndü ama şaşkınlığın yanına korkunun da bakışlarına yerleştiğini gördüm. "Saf bir adam olduğumu mu düşünüyorsun?"

Başımı olumlu anlamda aşağı yukarı salladım. "Saf ve masum. Sen bu adamsın. Bu adamdan ibaretsin."

"Helin," dedi gözlerini devirerek. "Bu gece kandırılmak istemiyorum, gerçekten hiç zamanı değil."

"Kandırmak mı?" Kaşlarım çatıldığında gözlerimi gözlerine dikmiştim. "Kendinle alıp veremediğin ne senin? Kendine olan bu nefretin neden? Şu aynalara kendin için bakmanın zamanı gelmedi mi Bartu? Sürekli başkalarına çevirdiğin şu aynalarda kendini izlemeye ne zaman başlayacaksın?"

Bartu, cebinden bir sigara çıkarıp yaktığında parmaklarının ucunun soğuktan mosmor kesildiğini gördüm. Çok nadir sigara içerdi, bu da o anlardan birisiydi. Sigarasından büyük bir nefes çekti ardından başka bir nefes daha. "Yankı sana hiç benim hayatımı anlattı mı?" diye sordu donuk bir sesle. Gözleri gökyüzüne doğru havalanan sigarasının dumanındaydı.

"Hayır." Yankı'nın zaten bunu yapmayacağını biliyordu.

"Peki, gerçekte kim olduğumu bilmek ister misin?" Bakışları bana döndü, kirpiklerinin arasından bana baktı.

Aklından ne geçtiğini biliyordum. "Ne anlatırsan anlat, aklımdaki saf ve masum ayrıca o temiz adamı silemeyeceksin."

Yine gülümsedi ama bu sefer sadece acıdan ibaretti. "Otuz bir yaşımdayım, belki de otuz iki tam olarak bundan emin değiliz," diye söze başladı. "İstanbul'da doğduğumu düşünüyor Önder ama bana göre İstanbullu değilim, ailem başka bir şehirde yaşıyordu. Hislerim öyle söylüyor." Sigarasından daha büyük bir nefes çekti ve ileriye doğru baktı, kar taneleri hızlandı. "Doğum günümü bilmiyorum, Önder'e göre yaz ayında doğdum ama bence kışın çünkü soğuğu seviyorum. Verdiği his hoşuma gidiyor." Çenesi kasıldı. "Mutlu ve Işık doğum günlerimi mart ayında kutlamaktan hoşlanıyor, o ay bana doğum günü pastası alıyorlar. Yankı ekim ayını seviyor, yapraklar düşerken romantik bir pasta üfletmek hoşuna gidiyormuş, öyle söylüyor." Kaşları havalandı. "Önder, haziran ayında benim için bir pasta keser. Keyfi öyle istiyor." Gülümsedi, bu sefer acının yanında sevgi de vardı. "Lâl'i bilmiyorum. O hep diğerlerine katıldı, bana özel bir doğum günü hiç düşünmedi, belki de doğum günlerimi hiç önemsemedi."

Sessizlik oldu. Hissettiklerini hissetmek canımı yaktı ama ona bunu göstermek istemedim. "Doğum günleri," diye mırıldandım. "O kadar da önemli günler değiller aslında. Hatta bence acılı günler."

Çocuksu bir şekilde başını omzuna yatırdı. "Bu şekilde kandırıldım işte hep." Sigarasından son dumanı çekti ardından izmariti yere attı. "Kısacası," dedi ayağıyla bir de izmariti ezerken. "Ben ne zaman, nerede doğduğunu bilmeyen ve yaşını bile kimsenin doğru düzgün tahmin edemediği o adamım. Beni üç-dört yaşıma kadar kimler büyüttü onu bile bilmiyorum, tek bildiğim dört yaşımdan sonra onların da beni sokağa attığı. Zorluyorum," dedi kaşlarını çatarak. "Onları hatırlamaya çalışıyorum çünkü büyük bir minnetim var ama asla hatırlayamıyorum. Sadece arkamda bir adımın bile olmadığını belli ettikleri bir not bırakarak beni terk etmişler, öz anne babam değiller ama beni yaşatan ilk insanlar onlardı. Keşke onlarla tanışabilseydim."

"Neden?" diye sordum. Terk edip gitmişlerdi.

"Teşekkür ederdim onlara."

"Ama Bartu," dedim dayanamayarak. "Onlar seni bırakmışlar."

"Ama Helin," dedi karşılık olarak. "Onlar kimliksiz bir bebeği büyütmüşler. Bunu nasıl unutabilirim?"

Minnet. Bu duyguyu biliyordum, verdiği his öyle ağırdı ki hangi kötülük olursa olsun bunun önüne geçemezdi. "Ama dört yaşından sonra kendini bildin, kim olduğunu hatırlıyorsun, değil mi?" Kollarımı önümde bağladığımda sırtımı yasladım ve onun baktığı noktaya baktım. "İnsan kendi kendisinin de ailesi olabilir."

Nefes sesini işittim fakat ona bakmadım. Bir süre sessiz kaldı, o sessizlikte uğultuyu dinlerken aklımızdan geçenleri tahmin etmesi oldukça zordu. "Dört yaşımdan sonra bir adamın elinde büyüdüm," dedi derinden gelen bir sesle. "Önder beni alana kadar." Yine sessizleşti, ona bakmamak için kendimi zorladım ama nefesi hızlandı. "Bütün kötülükleri gördüm," diye fısıldadı, zorlukla duydum. "Bütün kötülükleri yaptım." Sonra o cümleyi kurdu. "Ne saf kaldım ne de temiz. Ne de masum. Geriye dönsem, dört yaşında o adamın eline düşen Bartu'yu öldürürdüm. Gerçekten o çocuğu öldürürdüm, acımazdım."

Başım direkt ona döndüğünde kasılmış çenesini ve elmacık kemiklerini gördüm. Boynundaki damarlar açığa çıkmıştı. Gözlerinde korku aradım ama hayır korku yoktu; tanıdık bir ifade vardı. Nefret. Kendisine duyduğu nefret. Belki de çocukluğuna duyduğu nefret.

İki seçeneğim vardı. Ya konuyu kapatacaktım ya da soracaktım… Soracaktım ve Bartu'nun çocukluğuyla tanışacaktım. Hangisini seçmem gerektiğini bilmiyordum ama tek bildiğim, onun ilk defa bu kadar açık olduğuydu.

Fakat Bartu sormamı bile beklemedi. "Bana dört yaşımda hırsızlığı öğretti," dedi soğuk bir sesle. "Cebinde parası vardı, biliyordum ama bana hırsızlığı öğretti. Beni aç bıraktı, yemek almak için parası vardı ama beni aç bırakmaktan keyif aldı. Zorla çalmak zorunda kaldım, bu onun hoşuna giderdi." Başını iki yana salladı. "Bana kavga etmeyi öğretti ama beni döverek değil, başkalarına dövdürerek. Büyük çocukların arasında bırakırdı beni, durdurmazdı; kendimi savunmayı öğrenene kadar dövdürürdü. En sonunda öğrendiğimde aynısını benim de başka çocuklara yapmamı istedi." Sesi titredi, kalbimdeki acı büyüdü. "Yaptım." Çaresizlik sesindeydi. "Bana ne yapılıyorsa ben de başka çocuklara yaptım. Sekiz-dokuz yaşımdayken beş yaşındaki çocukları dövdüm, kendilerini savunmayı öğrensinler diye."

"Çünkü sana böyle öğretmiş," dedim savunmaya geçerek.

"Hayır, yapmayabilirdim," dedi. "Ama kendimi düşündüm. Bencil oldum." Kelimeler ağzından tükürür gibi çıktı. "Dokuz yaşımda uyuşturucu satmayı öğrendim. Kaç kişinin hayatını yok ettim, inan bilmiyorum. Kaç çocuk büyüdü de şu an benim yüzümden bir bataklığın içinde, bilmiyorum." Pişmanlık. "Bana aklına gelebilecek her kötülüğü öğretti, büyüdükçe yanındaki o çocuk haline getirdi. Ama biliyor musun, bana hiç isim vermedi. Bana hep çocuk dedi, hiç bir ismim olmadı." Bakışlarını bana çevirdi. "Ve ben bir ismim olmadığını, bana isim verildiğinde fark ettim."

Oturduğumuz yerde ona biraz daha yaklaştım ve yan dönüp kolumu banka yasladım, elimi yanağıma koydum. "Bunlar seni saflığından ve temizliğinden çıkaracak şeyler mi sanıyorsun?" diye sordum. "Gözümde hâlâ saf ve temizsin."

Bana bakmadı ama ona baktığımı hissettiği anda başını yavaşça yan tarafa çevirip yüzünü benden kaçırdı. Tanıdıktı. Korkuttu, korktum. "Saf ve temiz değilim," dedi tane tane ama sesi daha fazla titredi. "Bazen ne yaparsan yap, saf ve temiz kalamazsın."

Hayır, aklımdan geçen değildi. Hayır, aklımdan geçen olmamalıydı. Onu bu kadar çok anlamamalıydım. Ona hak vermemeliydim, onu kendim gibi görmemeliydim. "Bartu," dedim fakat sonra sustum. Doğru kelimeleri bulamadım çünkü her şey benim kafamın içinden ibaret kalsın istedim.

Başını yeniden bana doğru çevirdiğinde gözlerinin dolduğunu ve bana bakarken bunu hiç saklamadığını gördüm. "O günü hiç unutamıyorum," dedi dişlerini sıkarak. Kendini ağlamamak için değil, acısını gizlemek için sakladı. Ama en çok da utancını gizlemekti amacı. "O günleri değil," dedi düzelterek. "O ilk günü unutamıyorum, Helin." Ellerini açtı, avuçlarının içine baktı sonra parmaklarını içeriye doğru büktü. "Yumruklarımı sıktım böyle," dedi anlatırken. Sonra eliyle yanındaki boşluğa yumruk attı. "Böyle vurdum yerlere." Birkaç kez daha vurdu. "Böyle çırpındım, vurdum vurdum vurdum." Durdu, gözünden bir damla yaş aktı. "Ama hiç bağırmadım, hiç ağlamadım çünkü canımın acıdığını görsün istemedim." Ellerini açtı, yeniden bana baktı. "Sadece ilk gün yumruklarımı sıktım, bir daha hiç sıkmadım. Bir daha hiç çırpınmadım."

Sessizliğimin yanına büyük bir acı oturduğunda, "Bartu," dedim ama devamını getiremedim.

"Belki sonrasında yumruklarımı sıksaydım, diğer günler olmayacaktı." Omzunu kaldırıp indirdi. "Ama yapmadım. Her şey bittikten sonra ben yumruklarımı hep sıkmışım, hep insanlara yönlendirmişim çok mu? Her seferinde aklıma bu geliyor. O ilk gün. O ilk kötü gece."

Kader miydi? Neden bazı çocukların yolu en kötü şekilde çiziliyordu? Bunun adı kader olmamalıydı, bunun adı azap olmalıydı, bunun adı cehennem olmalıydı ama bunun adı kader olmamalıydı. Çünkü çocuktular. Çünkü çocuklar savunmasız olurlardı.

Çünkü çocuklar, bazen kendilerini koruyamazlardı.

Çünkü çocuklar bazen o kaderlerinden kaçamaz, ölene kadar kendi çocukluklarından korkarlardı.

Bartu Sarca'nın kaderi, dünyanın en kötü çizilmiş yoluydu; kaderi ise ona büyük bir iz bırakmıştı.

Gözlerimin içine baktı, nefesim kesildi ama ondan başka hiçbir noktaya bakamadım. "Şimdi istersem binlerce çocuğu kurtarayım, Helin," dedi pişmanlıkla. Sanki büyük bir suçun kefaretini ödüyor gibiydi. "Ben kendi çocukluğumu kurtaramadım. Onun için savaşamadım."

Sakin ol dedim kendime, içimden defalarca bunu tekrar ettim ama dolan gözlerimi ondan gizleyemedim. Titremeye başlayan ellerimi de öyle. Onu izledim, onun gözlerinde kendimi gördüm; en çok kendimi görmek canımı yaktı çünkü onu anlıyordum, onu iyi edecek cümlelerim yoktu.

Bizi yok edecek cümlelerim vardı.

Benim titreyen ellerim vardı, onun sıkamadığı yumrukları.

"Seni anlıyorum," diyebildim sadece. Belki de dünyanın en ruhsuz cümlesiydi ama bunu söyleyebildim, başka hiçbir şey söyleyemedim.

"Hayır," dedi sonra başını çevirdi uzağa doğru. "Beni anlaman imkânsız. İçimdeki bu duyguyu anlaman imkânsız. Buraya oturdum, ilk defa kendimi sorguladım ben Helin. Dedim ki, sen kimsin Bartu? Hayır, sen Bartu bile değilsin. Sen kimsin? Sonra hatırladım kendimi. Değil Lâl, kimsenin sevemeyeceği o adam olduğumu anladım. Bazen şuraya bir şey oturuyor," boğazını tuttu, "ne olduğunu bilmiyorum ama öyle bir his ki, ölmek istiyorum. Şu an değil, o çocuk ölsün istiyorum. O çocuk kendini öldüremedi diye kendime kızıyorum. Ben aynaya her baktığımda kendimden nefret ediyorum."

"Seni anlıyorum," dedim bir kez daha ama sesimin titremesini engelleyemedim.

"Hayır," diye mırıldandı sert bir sesle. "Sen o çaresizliği bilemezsin. Sen sadece beni bu şekilde iyi etmeye çalışabilirsin. Beni saf ve temiz olduğuma inandırmaya çalışacaksın ama öyle değilim. Değilim işte, anla bunu."

Dur, diye haykırdı çocukluğum. Bu son haykırışı gibiydi ama ilk defa o konuşsun, ben dinleyeyim istedim ve kendimle yüzleştim; bir başkasının gözlerinde.

Tekrar, "Seni anlıyorum," dediğimde sesim yüksek çıktı ve gözümden başka bir yaş daha düştü. "Ben o çaresizliği anlıyorum." Bir kez daha bana baktı ama bu sefer bakışları farklıydı. "Seni saf ve temiz olduğuna inandıramam artık, doğru çünkü kendimi de hiç inandıramadım. Ama dinle, aynı çaresizliği ben de yaşadım, ben de yaşıyorum." Ellerimi açıp ona gösterdim sonra yumruklarımı sıktım. "Bu yumrukları ben de sıktım, senin aksine ben bağırdım, ben çırpındım. Ben bu yumrukları hep sıktım ama görüyorsun, ikimiz de aynı noktadayız, ikimiz de aynı çaresizlikteyiz. Dinle Bartu, şimdi istersem binlerce çocuğu kurtarayım, kendimi kurtaramam."

Gözümden yaşlar akarken, bakışlarındaki ifade değişti ve artık gözlerine kendi acısının yanında benim de acım yerleşti.

İlk defa.

İlk defa birisine itiraf ettim ve bu kişi Bartu Sarca oldu. O kâbusu görmeseydim belki de bunu hiç yapamazdım, belki de karşımdaki Bartu Sarca olmasaydı yapamazdım ama söylemiştim işte. İlk defa birisine anlatmıştım, ilk defa birisinin gözlerinin içine bakarak söylemiştim. Ağırlığı değil, hafifliği üzerimdeydi.

Ama acısı ikimizi de öldürebilirdi.

Bartu sadece yüzüme baktı. Ne düşündü bilmiyordum, aklından ne geçiyordu bilmiyordum ama öyle bir acı vardı ki gözlerinde benimle paylaştığından çok daha fazlasıydı. "Helin," dedi titreyen sesiyle. Bir şeyler söylemek istedi ama söyleyemedi. Dolan gözlerini saklamak istedi ama yapamadı.

"Biliyorum," dedim elimle yanaklarımı silerek. "Bazen çok ağır geliyor, bazen kaldıramıyorsun, bazen öyle bir boğuluyorsun ki kâbusların da seninle beraber yaşıyor. Bazen onun yüzünü görüyorsun, bazen ondan hiç kaçamıyorsun. Bazen en mutlu anında seni yokluyor, bazen hiç gitmiyor. Bazen bir silah gibi başına dayanıyor. Ama hep seninle yaşıyor. Biliyorum, Bartu. Bazen haykırmak istiyorsun, bazen susmak istiyorsun, bazen hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyorsun. Bazen de ağladığın için kendine kızıyorsun." Sesim gitgide yükselirken vücudum titriyordu. "Ama hep aynı noktaya dönüyorsun. Çocukluğuna. Senin affetmediğin değil, seni hiç affetmeyen çocukluğuna."

İç çekti, dişlerini kenetledi, yumruklarını sıktı ama kıpkırmızı gözleri onu gizleyemedi. "Boğuluyorum," dedi sadece. "Boğuluyorum, kurtuluşum yok." Kendini sıkmaya devam etti. "Kendimden nefret ediyorum." Nefesi hızlandı. "Kendini kurtaramamış bir adam, bir başkasını kurtarabilir mi Helin?" Hâlâ kendini düşünmüyordu. "En çok bu yüzden kendimden nefret ediyorum."

Lâl ve çocukluğu. Bartu'nun Lâl'i. Kendini mahvettiği Lâl. Bartu'nun uğruna ölebileceği Lâl.

Bir an bile düşünmedim, tereddüt bile etmedim ve onu kendime çekip sarıldım. Başı göğüs kafesime denk geldiğinde elimi saçlarının arasına daldırdım ve gizlemeden iç çeke çeke ağlamaya başladım. "Yemin ederim seni anlıyorum," dedim zorlukla. "Öyle bir anlıyorum ki, kimse seni böyle anlamamıştır ve biliyorum, kimse beni böyle anlamamıştır." Saçlarını okşadım, o kocaman cüssesini daha fazla sarabilirmiş gibi kollarımı doladım. "Yemin ederim çocukluğunu anlıyorum," dedim. "Yemin ederim anlıyorum."

"Helin," dedi, sonra o cümleyi kurdu. "Bunun adı tecavüzdü," diye açıkça söyledi. "Ve ben bir çocuktum. Bunun tanımını bile bilmiyordum. Ben hiçbir şey bilmiyordum." Kendisini daha fazla tutamadı, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığında eli omzuma tutundu ve öyle sıktı ki bütün acısını çıkardı, tutunduğu sanki ben değildim, kaybettiği geçmişi ya da kazanmaya çalıştığı geleceğiydi. "Helin," dedi ağlamaya devam ederek. "Ben daha çocuktum. Yemin ederim çocuktum."

İlk gördüğümde en korktuğum kişi Bartu Sarca'ydı. Hem gücüyle hem sözleriyle kalbimi avcunun içine alıp parçalayabilirdi. Üzerinden aylar geçti. Başını, parçalayacağından korktuğum göğüs kafesime yaslayıp hıçkırarak ağlayan o adam yine Bartu Sarca'ydı.

Onu her seferinde kendime benzetmemin, ruhunu yakınımda görmemin asıl sebebi buydu demek ki. İkimizin de çocukluğu yan yanaydı, el eleydi. Onun gözlerine baktığımda gördüğüm aslında buydu. Bizdik. Kendini affetmeyen iki çocuk, kendinden vazgeçen iki çocuk, aynalardan bile nefret eden o iki çocuk.

Bartu Sarca ve Helin Aktan. Ben ilk defa birine açıkça kendimi gösterdim; onun ilk defası mıydı bilmiyordum ama seneler sonra kendisi için hıçkıra hıçkıra ilk defa ağladığına emindim.

Otuzlarında Bartu, bir çocuk gibi göğüs kafesime yaslanıp ağladı. Bugünü asla unutmayacaktım, bu anı asla unutmayacaktım.

Saniyeler geçti, dakikalar dakikaları kovaladı. Onun sesli hıçkırıkları benim iç çekişlerime karıştı. Öfke patlaması olsaydı belki geçerdi ama farklıydı, bu yüzden o kollarımdan ayrılana kadar onu bırakmadım. En sonunda sakinleştiğinde başını yasladığı yerden ayıran Bartu oldu.

Kan çanağına dönmüş gözleriyle gözlerime baktı sonra elleriyle yüzümü tutup alnıma bir baba gibi, belki bir abi gibi ama en çok sevgiyle bir öpücük kondurdu. "İnan bana," dedi bir kez daha öptüğünde. "Seni hiç bırakmayacağım. Ben bıraksam bugün bırakmayacak."

Gülümsediğimde yüzümdeki elleriyle yanağımdaki yaşları sildi. "Sana inanıyorum," dedim tereddüt etmeden. "Bu gece hangi kâbus seni bu hale getirdiyse ben buradaydım, bugünü unutmayacağız."

"Asla." Bana katıldı. "Unutmayacağız, kardeşim."

"Bartu," dedim sonra aklıma gelen bir fikirle. "Ocak ayının hangi günündeyiz?"

Kaşları çatıldı, elinin tersiyle gözlerini silerken, "Sanırım on ocak," dedi. "Neden sordun?"

"Bugün senin doğum günün olsun." İşaret parmağımla karları gösterdim. "Tam da düşündüğün gibi kış mevsimi, karlar yağıyor ve soğuk. On ocak senin doğum günün olsun."

Kaşları havalandı, birkaç saniye düşündü ardından, "On ocak," dedi beni onaylarmış gibi. "Doğum günüm olsun. Sanırım en çok bu tarihi sevdim."

Yumruğumu havaya kaldırıp burnumu çekerek, "O halde," dedim. O da yumruğunu yumruğuma çarptı ve ikimiz de o yumruklarımıza sakladığımız acılarımızı paylaştık. "Doğum günün kutlu olsun Bartu Sarca."

Bir süre daha o bankta sessizce oturduk sonra ikimiz de hiçbir şey demeden oturduğumuz banktan kalktık ve otelden içeriye girdik. Resepsiyondaki kadın ikimizi alıcı gözlerle izledi, ne halde göründüğümüzü bilmiyordum ama ikimizin de ayakta durmakta zorlandığının farkındaydım. Asansöre bindiğimizde ikimiz de sessizliğimizi korumaya devam ettik.

İlk bozan Bartu oldu. "Gidecek misin bizden?" diye sordu bana. Bakışlarımı ona çevirdiğimde gözlerindeki mutsuzluğu gördüm ama cevap vermemi beklemeden, "Her neyse," diye geçiştirdi. "Hangi kararı verirsen ver, ben arkanda olacağım."

"Sahiden mi?"

"Sahiden," derken işaret ve orta parmağının arasına burnumu alıp sıktı ve zorlukla gülümsedi. "Bundan sonra sen ne yaparsan yap, ‘Helin haklıdır,’ diyeceğim. Aynen öyle. Ortalığın anasını mı ağlattın, Helin haklıdır, biraz daha ağlatsın, derim. On beş kişiyi mi öldürdün? On altıncıyı niye öldürmemiş, Helin haklı derim. Helin Haklı. Artık soyadın bu."

Dayanamayıp ben de gülümserken karnına hafif bir yumruk savurdum. "Ben de, sen ne yaparsan, delidir ne yapsa yeridir, diye devam ettiririm. On beş kişiyi döve döve kovaladı mı? Delidir ne yapsa yeridir, Bartu Deli. Özür dilerim, sana haklısın diyemem çünkü kafayı yiyorsun bazen."

"Bu hainlik."

"Hayır, bu dürüst olmak."

"Deli miyim peki ben?"

"Biraz."

"Sen deli misin?"

"Çok fazla. Helin haklı ama deli…"

Bartu bir kez daha güldü, bu sefer içtendi. Asansör bulunduğumuz kata geldiğinde kapılar iki yana kaydı ve Bartu, elini omzuma atıp yürümeye başladı. "İşte gerçek kardeş," dedi başıyla başıma dokunarak. "Aklını aynı anda kaybeden."

O şekilde yürümeye devam ederken, o konuşmadan sonra bile beni gülümsetecek anlar yaşanması, Bartu'nun o güzel ruhundan geliyordu. Yine de bunu söylemedim. Uzun koridoru yürürken her adımda gülümsememi silen bir düşünce karnıma bıçak gibi saplandı.

Bartu da bunu anlamış olacak ki odanın kapısına geldiğimizde sorgulayan gözlerle bana baktı. Yutkundum, kararsızlıkla, "O adama," dedim cebimden oda kartını çıkarırken. "Ne oldu?"

Belki de haddime değildi ama Bartu, gözümü kaçırdığım noktaya başını eğip büyük bir gururla o kelimeyi söyledi. "Onu öldürdüm."

Şaşkınlık? Yoktu. Korku? Yoktu. Aklımdan tek bir soru geçti. "İçin rahatladı mı?"

Bartu çok kısa bir an düşündü sonra geriye doğru adım atıp yumruklarını sıkarak bana gösterdi. "Bazı izler ne yaparsan yap geçmez. Helin. Ama dinle, onu öldürdükten sonra rahat bir uyku uyuyabildim." Dürüst müydü? Bunu bana göstermedi bile. Hiçbir şey söylemeden o da Lâl ile beraber kaldığı odasına ilerledi ve beni birkaç dakika o odanın önünde yalnız bıraktı.

Bazı izler, ne yaparsan yap geçmez, dedi. Bunu zaten biliyordum. Ama rahat bir uyku uyuyabildim de dedi ve ben kendi kâbuslarımdan, ölümümden kurtulmanın yolunu zaten anlamıştım: Geçmişten kaçmak yerine, geçmişe kaçmak.

*

İnsan kendi hayatını durup düşündüğü zaman, ucu bucağı olmayan bir okyanusun içinde hissediyordu. Daha derinlere daldıkça daha fazla boğuluyordu ve en dipte geçmiş vardı. Ben her gün kendimi o geçmişe batırıp soluksuz kalacağıma, yüzeye doğru yüzmem gerektiğini yeni fark ediyordum.

Bu çok zordu, biliyordum ama artık en dibe batmaktan korkmamam gerektiğinin de farkındaydım. Sürekli geçmişe gidip, oradan kaçmak beni artık yormaya başlamıştı. Madem oraya gidecektim, orada da nefes almayı öğrenmem gerekirdi.

İmkânsızdı ama ben imkânsızları da başarabilirdim.

Elimde kahve bardağımla kayak yapan insanları izliyor, bir yandan da arkadan gelen gürültü seslerini dinliyordum.

Mutlu, sabahı hepimiz için cehenneme çevirmişti çünkü Koza ve Işık'ı yan yana yakalamıştı. Sahiden cehennem gibiydi, bağırışlarına bütün otel çalışanları gelmişti fakat o hiç susmamıştı. Sabah kahvaltısını da bize zehir etmişti hatta buna hâlâ devam ediyordu. Her şey bir yana Koza'nın umurunda bile değildi çünkü onları ilk yakaladığında verdiği aşırı tepkileri gören Koza, umurumda değilsin dermiş gibi davranıp arkasını dönüp uyumaya devam etmişti, üstüne üstlük, “Dün gece çok iyiydin bebeğim,” diyerek...

Bu Mutlu'yu daha fazla çıldırtıyordu. Normal zamanda keyif alabilirdim ama şimdi kafam o kadar allak bullaktı ki Mutlu'yu sakinleştirmeye çalışmaktan başka hiçbir şey yapamamıştım. Bartu'yla karşılaştığımızda ikimiz de gece hiç yaşanmamış gibi davranmıştık fakat ne yaparsak yapalım artık birbirimize aynı gözlerle bakamıyorduk.

Hepsi bir masada oturmuş tartışmayı dinlerken hatta Koza bütün eğlencesiyle Mutlu'yla uğraşırken ben uzakta kahvemi içiyordum.

Yankı ve Koza'nın yaraları iyiydi, herhangi bir problem yoktu ama birbirlerine karşı mesafeli duruşları dikkatimi çekmişti. Koza büyük ihtimalle Yankı'nın çevirdiği dolabı fark etmişti, Yankı da Koza'nın bana olan bu yakınlığını sorguluyor olmalıydı.

İkisi arasındaki düşmanlık, iki kardeşin düşmanlığıyla eşdeğerdi ama ne olursa olsun, bir gün ikisinden birinin, diğerini bitirebileceğine inanıyordum.

Hangisi daha duygusuz davranabilirse o halledecekti.

Yankı mı daha duygusuzdu, Koza mı?

Başka bir zaman olsa düşünmeden Koza diyebilirdim ama dünden sonra… Ekip'in üyelerini gözünü kırpmadan tek tek etkisiz hale getiren Yankı'ydı ve nedeni kindi. Bu yüzden artık bu konuda Yankı'ya karşı da tarafsızdım.

Ben hangisinin tarafındaydım?

Sanırım Yankı yine haklıydı, ben taraf seçersem her şey daha berbat bir hal alacaktı.

İşin tuhaf tarafı en başından beri ikisinin de elinde tuttukları silah bendim. Tetiği hangisi çekmek isteyecekti, bilmiyordum ama ben silah olmadığımı onlara göstermenin bir yolunu elbet bulacaktım.

Yanımda hareketlenme hissettim. Onu adım seslerinden bile tanıdığım için gelen kişinin kim olduğunu biliyordum bu yüzden başımı çevirmeden karşı tarafı izlemeye devam ettim. Kalçamı yasladığım tahtaya o da kalçasını yasladı ve benim aksime elindeki bira şişesini havaya kaldırıp kahve bardağıma vurdu. Gözlerim ona döndüğünde yorgun turkuaz gözlerini ama gülümseyen yüzünü gördüm.

Ben de bardağımı havaya kaldırdığımda omzumun üzerinden arkaya doğru baktım. Bartu ve Lâl yan yana oturuyordu ve Bartu'nun keyfi yerinde görünüyordu.

Sırdaşım. Gerçek sırdaşım. Büyük sırrımı verdiğim ilk kişi. Yeri öyle bir ayrıydı ki sanki iç sesimi duydu da bakışları bana döndü ve öyle bir gülümsedi ki, o gülümsemesi bile bana cesaret verdi.

Tam o anda başka bir çift gözün bizi izlediğini fark ettim. Bartu'nun çaprazında oturan Koza ikimize bakarken göz göze geldik, yüzümdeki gülümseme silindi ardından bakışlarımı onun üzerinden çektim. Son gördüğüm kaşlarının çatık bir şekilde Bartu'ya döndüğüydü.

"Kendini nasıl hissediyorsun?" diye sordum Yankı'ya. Sabahtan beri bunu dördüncü soruşumdu, hiç baş başa kalmadığımız için konuşamamıştık.

"İyiyim." Dördüncü kez aynı yanıtı verdi fakat bu sefer yanına farklı bir soru ekledi. "Sen kendini nasıl hissediyorsun?"

Dürüst mü olmalıydım? Aslında artık çok detaylı düşünmeme de gerek yoktu. "Yorgun. Ama ruhsal olarak." Ardından kaşlarım çatıldı. "Ne zaman geri döneceğiz?"

"Gece uçağımız var." Birasından birkaç yudum içti, başını aşağı yukarı salladı. "Babanı görmek seni olumsuz etkiledi, değil mi?" Hiçbir cevap vermeden kayak yapan insanlara bakmaya devam ettim. Sanırım Sokak Nöbetçileri'yle kayak yapmak zevkli olabilirdi ama şu an hiçbirimiz bunu kaldırabilecek durumda değildik. Duruşumdan anlamış olacak ki, "Başka bir şey mi var?" diye sordu.

"Başka bir şey…" diyerek söylediğini tekrar ettim. "Başka bir şeyler…" Gülümsedim, samimi bir gülümseme değildi. "Gece çok kötü bir kâbus gördüm."

"Ne gördün?" Vücudunu bana doğru çevirdi ama bacağını hızlı bir şekilde hareket ettirdiği için dişlerinin arasından inlemeyle karışık bir ses döküldü. Endişeyle ona baktığımda yüzündeki ifadeyi düzeltip sorun yok dermiş gibi başını iki yana salladı.

Rahat görünmek istedim ama başarısız oldum. "Ölüyordum." Tek bir kelime. Yankı'nın kasıldığını hissettim.

"Korku dolu bir kâbusmuş." Cevap verirken sesi tedirgin çıkıyordu. "Son yaşananlardan dolayı aklın karışmış olmalı."

"İşin tuhaf tarafı korkmuyordum, Yankı." Vücudumu ona çevirdim ve hafifçe yaklaştım. Bir çift gözün bizi izlediğinin farkındaydım, bu kişi Koza'ydı ama pek umurumda değildi. "Yani bir korku vardı ama bu ölmekten korkmak değildi, bu mutlu günlerimin tadını çıkaramadan ölmenin korkusuydu. Ve ben bu kâbusun içinde yalnız değildim, biliyor musun?" Derin bir nefes aldım. "Çocukluğum da yanımdaydı, o çoktan ölmüştü fakat ben direniyordum." Gülümsedim. "Komik. Geçmişimde çoktan öldüysem, gelecekte de yaşamamam gerekir, değil mi?"

Yankı'nın turkuaz gözleri, gözlerimin üzerinde gezinirken kaşları hafifçe çatıldı ve bakışlarımda nasıl bir ifade gördüyse etrafına baktı ardından Koza'yla göz göze geldiğinde kolumdan sakince tutup beni diğer tarafa doğru yürüttü. Göz önünde olmak istemediğini anladım, karşı gelmeyerek bulunduğumuz yerin arka tarafına beni yürütmesine izin verdim.

Kafenin çıkış kapısına geldiğimizde daha sakindi ve Sokak Nöbetçileri'nden kimseyi göremiyorduk. Çevrede birkaç kişi vardı, kayak yapmaya hazırlanıyorlardı. Elimdeki bardağı yan tarafımdaki masaya bırakıp sırtımı kafenin duvarına yasladım.

"Bir şey mi oldu?" diye sordu bana en sonunda. "Koza bir şey mi söyledi?" Gözlerinde tedirginlik vardı, evet ama yanındaki endişe daha önce görmediğim türde bir endişeydi. Benim için olan endişenin yanında, sakladığı bir şeylerin verdiği endişe.

"Koza mı?" Kaşlarım havaya kalktı. "Ne söyleyebilir ki?"

Dudaklarını ıslattı, birkaç saniye kendine süre verdi. "Bilemiyorum," dedi gözlerini hafifçe kaçırarak. "Yani belki sana geçmişin hakkında bir şeyler anlatmış olabilir, sonuçta geçmişiniz ortak…" Duraksadı, gözlerimin içine baktı sonra bir kez daha gözlerini kaçırdı. "Koza işte," dedi kaçamak cevap vererek. "Bilinçaltını kötü bir şekilde etkileyebilir. Belki de ben etkilemişimdir. Bilmiyorum. Bir şey olmuştur."

"Koza artık bana ne iyi ne kötü etki edemez." Verdiğim net yanıttan sonra ona doğru hafifçe yaklaştım. "Fakat sen edebilirsin, Yankı." Yüzüme hâlâ bakmıyordu. "Benden gizlediğin bir şey mi var? Öyle hissediyorum."

Turkuaz gözleri yeniden bana döndü fakat bu kez hiç kaçırmadan direkt beni izlemeye başladı. Bu defa farklı bir taktik deniyordu.

Yankı Sarca asla yalan söylemezdi.

Aslında Yankı Sarca, bir kere yalan söylemişti, bir daha yapar mıydı?

"Şu an neyden söz ediyoruz?" Verdiği kaçamak yanıt ve beni aldığı göz hapsinden dolayı daha fazla şüphelendim.

"Benim hakkımda, bizim hakkımızda herhangi bir şey. İçimden bir ses benden bir şeyler sakladığını hatta Koza'nın da bu işin içinde olacağını söylüyor." Başımı omzuma doğru yatırdım. "Lütfen, böyle bir şey varsa bana söyle, bu hayatta güvenimi boşa çıkarmayacağından emin olduğum tek adam sensin."

Bana daha fazla güven vermesini bekledim ama beklemediğim başka bir soruyla karşılaştım. "Bana güveniyor musun?" diye sordu bütün ciddiyetiyle. Gerçekten cevabını duymak istiyormuş gibiydi.

Düşünmeden cevap verdim. "Evet." Ve hiçbir zaman Yankı Sarca bana güvendiğini söylememişti. Bununla da yüzleşmiştim.

"Ne olursa olsun mu?" diye sordu bu kez de.

"Neler oluyor?" Başımı iki yana salladım. "Sana koşulsuz şartsız güvendiğimi biliyorsun." Ardından başka bir cümle ekledim yanına. "Bu güvenimi boşa çıkarmayacağına inanacak kadar güveniyorum."

Yankı'nın bir eli arkamdaki duvara yaslandı, beni kendisiyle duvarın arasına aldı ardından alnını alnıma yasladı. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı, her ne düşündüyse bu kaşlarını çatmasına neden oldu. Ve bir cevap vermek istiyormuş gibi dudaklarını saçlarıma dokundurdu, uzun uzun öptü. Duvara yasladığı eli saçlarıma kaydı, bir tutamını kulağımın arkasına itekledi. "Öyle bir seviyorum ki," dedi kısık bir sesle. "Tahmin bile edemezsin, Helin." Kalbim tekledi, elim üzerindeki montunun yakasına uzandı ve sıkıca kavradım. Diğer eli belimi kavradığında beni yavaşça kendisine çekti. "Hiç kimse tahmin edemez. Öyle bir sevgi bu, aklım almıyor. Anlatamıyorum. Ben aklımı kaybedecek kadar Helin. Aklımı kaybedecek kadar. Kendi doğrularımdan vazgeçecek kadar."

Heyecandan yakasını daha sıkı kavradığımda, "Saçlarımdan mı söz ediyoruz?" diye sordum.

Bir anlık afalladı, gözlerini araladı sonra başını geriye doğru yatırdı. Gülümseyerek,"Saçlarından, evet," dedi. Dudaklarını birbirine bastırdı, güzel yüzüne neşe geldi. "Her saç telini tek tek seviyorum."

Elimi saçlarına geçirip karıştırdım ve dağıldığında sırıttım. "Ben de öyle bir seviyorum ki," dedim sesimi kalınlaştırarak ve onu taklit ederek. "Tahmin bile edemezsin, Yankı." Sonra kaşlarım çatıldı. "Ama sen beş yıla kalmaz kel kalırsın, sevgim de biter öyle."

"Ne?" Bir anlık ciddiye aldığında kendimi tutamayıp kahkaha attım ve bir kez daha saçlarını karıştırdım. Kendini geriye doğru çekmek istediğinde yakasından tutup kendimi ona yasladım ve kahkaha atmaya devam ettim. "Kel mi?" dedi bir kez daha. "Ben mi?" Endişeyle elini saçlarına geçirdi. "Kelim mi çıkmış? Saçım mı dökülmüş? Neden öyle söyledin?"

Yüksek sesle kahkaha atarak, "Kel," dedim. "Hayali bile tuhaf, nasıl katlanacağım?"

"Gülme," dedi ciddi bir sesle. Gülmeye devam ettim. "Gülme," dedi yine fakat daha fazla gülmeye devam ettim. Bir anda dişlerini sertçe yanağıma geçirdiğinde acı içinde inledim ama durmadan burnumdan da ısırdı sonra diğer yanağımdan ardından hızlı bir şekilde boynuma doğru indi ve beni sıkıca kollarının arasına aldı. Hem gülüp hem inlerken ondan kurtulmaya çalıştım ama asla fırsat bile vermedi.

En sonunda çenemi kavradı, başımı kaldırdı. "Bana bir daha kel dersen…"

"Kel," dedim tehdidini hiçbir şekilde umursamadan.

Bunun ardından sanki beklediği buymuş gibi dudaklarını dudaklarıma bastırdı ve bir eli enseme doğru gitti. Dişlerini alt dudağıma geçirip çekiştirdi sonra sertçe öptü fakat bu çok kısa sürdü. Gözlerimi araladığımda bana baktığını gördüm, gülümsemeye devam ettim. "Bakma öyle," dedi dişlerini sıkarak. "Anla işte, içim gidiyor sana." Sonra bir kez daha dudaklarını dudaklarımın üzerine kapattı, bu sefer daha sakindi fakat kolları bana öyle sıkı dolandı ki içi giderken bile, içine hapsetmek istediğini anladım.

Elim ensesindeki saçlarına kaydı, diğer elim yakasını sıkıca kavramaya devam etti. Kar taneleri yüzümüze çarparken ve hava buz gibiyken içimde kocaman bir ateş büyümeye başladı. Öpüşüne karşılık verirken nefesimi kontrol etmeye çalışıyordum ama imkânsızdı çünkü heyecandan çoktan kalbim, göğüs kafesimde çırpınmaya başlamıştı.

Yankı Sarca. Yirmi üç yaşımdaydım ve bana böyle hissettirebilen tek adamdı, başka hiç kimse yoktu. Ve olmayacaktı, bunu çok iyi biliyordum.

Ondan başkasını sevemezdim, ondan başkasını isteyemezdim, ondan başkasını öpemezdim.

Ben Yankı Sarca'dan başka kimseye kalbimi açamazdım, benim hapsolduğum yer, bu adamdı. Geçmişim bir yerlerde ölüyse, geleceğim bu adamın kollarında hapisti ama ben bu hapsolmayı da seviyordum.

Çünkü hapsolduğum yer güvenilirdi, içinde şefkat vardı, aidiyet vardı; hem onun bana hem benim ona aitliğim…

Bu hapsolduğum yerde birçok duygu vardı ama kötü hiçbir duyguya da yer yoktu.

Öpüşü derin bir hal aldığında beni duvara daha fazla yasladı. Çevremizde insanlar vardı; Sokak Nöbetçileri diğer taraftaydı ama bunları umursamadı, ben de umursamadım. Vücudunu bana yasladı, eliyle çenemi tutmaya devam etti, diğer eliyle de ensemden aşağıya doğru indi ve sırtımdaki kalın monta rağmen parmaklarını hissettim. Dilini dudaklarımın arasına yuvarlayıp sıcak nefesini inleyerek bana verdiğinde bana söylemediği bütün duygularının aslında beni öptüğü zaman açığa çıktığını fark ettim.

Hâlâ tedirgindi, tedirginliğinde korku vardı. Eli sırtımdan belime doğru kaydı ve beni kendine daha fazla yasladı. Dudakları duraksadı, dilini alt dudağımda yavaşça işkence ediyormuş gibi gezdirdi ve nefesim iniltiyle karışık döküldüğünde o da derin bir nefes verdi. O kadar sakin öptü ki zamanın yavaş ilerlediğini, bizim o ana kilitli kaldığımızı bile hissettim.

Bu bir veda öpücüğüymüş gibi hissettiren neydi? Sanki onu bir daha öpemeyecektim.

Nefes almak için duraksadığında elinin tersiyle yanağıma dokundu ve bir kez daha alnını alnıma yasladı. Gözlerimizi aynı anda araladığımızda nefes nefese ona baktım.

"Helin," dedi o tedirgin sesiyle. "Evden gidecek misin?" Kirpikleri hareket etti, alnını alnımdan çekti. "Kesin mi?" Duraksadı, yutkundu. "Odayı gördün, değil mi?" dedi küçük bir çocuk gibi. "Her şey vardı odada. Yatak direkt gökyüzüne bakıyor." Parmakları yanaklarımı okşadı hafifçe. "Eğer gitmezsen, seninle o yatakta gökyüzünü izleyebiliriz. Şimdi kar yağıyor. Düşünsene, çok güzel görünüyordur." Beni ikna etmeye mi çalışıyordu? Şaşırdım ama bunu ona belli etmedim. "Televizyon var, sevdiğin filmleri izleyebiliriz mesela. Romantik komedi." Gözlerini devirdi. "Evet, senin için katlanabilirim. Fotoğraflar da var. Daha fazlasını çıkarabilirsin. Bende senin birçok fotoğrafın var, onları…" Pot kırdığını fark edip başka tarafa baktı. "Yani vardır, telefon bu. Durup dururken senin fotoğraflarını çekmiştir belki. Bilemeyiz."

O kadar masum ve çocuksu duruyordu ki, dayanamayıp bir elimi uzamaya başlayan sakallarının üzerine koydum ve avuçlarımın içine batmasını önemsemeden okşadım. "Yankı," dedim kaşlarımı kaldırarak. "Gitmemi istemiyor musun?"

Sorumu duymazlıktan geldi. "Odada her şey var. Şey de var…"

"Tablo." Gözlerimi kaçırdım. "Bartu onu duvara öyle bir sabitlemiştir ki asla düşmez bu arada."

Bir anda, "Öyle bir düşer ki," dedi gözlerini açarak. "Aklın şaşar."

"Ne?"

"Ha," dedi sonra sırıttı. "Düşer," diye mırıldandı. "Düşmez mi? Düşer. Parçalanır. Her şey olur."

Dayanamayıp güldüm ve başımı iki yana salladım. "Sen kafayı yemişsin."

"Hem dinle," dedi. "Ben de sana yılbaşı hediyesi almıştım. Ama veremedim."

Şaşkınlıkla gözlerimi açtım. "Ciddi misin? Ne aldın?"

Söylemek için dudaklarını araladı sonra geri kapattı. Ardından kulağıma doğru yaklaştı. "Söylemek yerine, üzerinde görsek?"

Gözlerimi irice açıp cevap vermek istediğimde yan tarafımızda birisinin alkış sesini işittik. İrkilerek o tarafa baktığımda Koza'nın dudaklarının arasında bir sigarayla kaşları çatık bir şekilde bizi alkışladığını gördüm. Yankı bakmadan onun olduğunu anlayıp gözlerini devirdi fakat benden uzaklaşmadı.

"Ne istiyorsun Koza?"

"İyiliğinizi, sağlığınızı," dedi ters bir sesle. "Ortalardan kayboldunuz, başınıza bir şey geldi diye endişelendim."

"Başımıza ne gelebilir Koza?" Yankı kaşları çatık bir şekilde Koza'ya döndü ve en sonunda benden uzaklaştı. "Ne istiyorsun?"

"Çığ düşebilir, fırtına çıkabilir, kayak yapan biri size çarpabilir, dağlar yıkılabilir." Koza, sigarasını dudaklarının arasından çekti. "Ne yapıyordun Sonuncu Helin'in kulağına? Isınması için nefes mi veriyordun?"

Yankı bıkkın bir nefes verip, "Gerçekten ne istiyorsun?" diye sordu. "Canın mı sıkılıyor? Uğraşacak bir şeyler mi arıyorsun?"

Koza, bana sert bir şekilde baktı ardından bir kez daha Yankı'ya döndü bakışları. Her ne düşünüyorsa yüzünden rahatsız olduğu belli oluyordu. "Helin," dedi ciddiyetle bana bakarak. Tek kaşımı kaldırıp devam etmesini bekledim ama devam etmedi, bir süre yüzüme baktı sonra omzunu kaldırıp indirdi. "Yemek yiyeceğiz," dedi en sonunda, "gelin." Bize sırtını dönüp yürümeye başladı. Arkasından bakarken ikimiz de şaşkındık sonra daha fazla durmadan peşinden ilerledik.

Yankı ağzının içinde bir şeyler geveleyerek herkesin oturduğu masaya doğru yürürken Koza birkaç kez dönüp yüzüme baktı sonra kaşları çatık bir şekilde geri döndü. Amacı neydi? Koza'yı anlamak mümkün bile değildi, bir anda başlayan Yankı’ya beni yalnız bırakmama sevdasının nedenini anlamıyordum.

Yoksa…

Yankıcan ve Helinhan? Yüksek bir sesle kahkaha atmaya başladığımda Yankı çektiği sandalyesiyle dönüp bana baktı ve gözleri şaşkınlıkla açıldı. Masadaki diğer Sokak Nöbetçileri de bana bakıyordu. Koza'yı parmağımla işaret ederek gülmeye devam edip zorlukla o tarafa yürüdüm.

"Siz ikiniz," dedim Yankı'yı ve Koza'yı göstererek. "Ayrı ayrı çok zekisiniz ama yan yana büyük bir geri zekâlıya dönüşüyorsunuz."

"Oha!" dedi Mutlu, sonra alkışlamaya başladı. Işık gülerken neden böyle bir şey söylediğimi anlamıyormuş gibi başını iki yana salladı. Yankı ve Koza'nın yüzünden büyük bir şaşkınlık dalgası geçerken ikisi de kurduğum cümleden hiç hoşnut değildi.

"Kimin kardeşi be," dedi Bartu sırtını sandalyeye yaslayıp çenesini okşayarak. "Benim gibi hep en doğru tespitleri yapıyor. Çok haklısın, Helin. Hep haklısın, Helin." Mutlu, gözlerini devirip Bartu'ya dilini uzattı ardından önündeki patates kızartmasını Koza'ya attı. Sabahın öfkesini böyle geçirecekti.

"Helin!" Uzun zamandır duymadığım bir ses adımı söylediğinde yüzümdeki gülümseme donuklaştı ve gözlerim açıldı. Dudaklarım aralandığında bir kez daha, "İnanamıyorum! Helin!" diye bağıran sesini duydum.

Hadi oradan, dedim kendi kendime. İç sesim küfürler sıraladı.

Bakışlarım yanıma döndüğünde uzun zamandır görmediğim o yüzü gördüm. İki sene? Belki üç sene? Kahretsin! Bakışlarım yeniden Sokak Nöbetçileri'ne döndüğünde hepsinin dikkatli bir şekilde bana yaklaşan adama baktığını gördüm.

Daha önce böyle bir şeyle karşılaşmadıkları için hepsinin yüzünde salt şaşkınlık vardı. Yankı'nın ve Bartu'nun kaşları çoktan çatılmıştı. En rahat Koza'ydı. Elbette rahattı… Benim hakkımda her şeyi biliyordu.

Tam karşımda durdu ve ellerini yüzüne yerleştirdi. "Helin, inanamıyorum seni gördüğüme." Yeşil gözlerini kocaman açtı. "Nasıl değişmişsin!"

Yutkundum ve alt dudağımı dişlerimin arasına aldığımda birkaç saniye ne yapacağımı düşündüm. Çekindiğim neydi?

Herkesin bir eski sevgilisi olabilirdi, Tarkan da benim eski sevgilimdi ve seneler sonra en saçma günde karşıma çıkmıştı. Hem de Sokak Nöbetçileri ve Koza'nın beraber olduğu bir gün…

"Tarkan…" dedim yapay bir tebessümle. "Ben de şaşırdım." Başka hiçbir şey diyemedim.

"Kim bu oynama şıkıdım şıkıdım?" diye sordu Mutlu yüksek sesle fakat Işık hızlı bir şekilde dirseğini karnına geçirdiğinde sustu.

Tarkan öyle şaşkındı ki Mutlu'yu bile duymadı. Nasıl tanıştığımızı hatırlıyordum ama neden ayrıldığımızı hiç hatırlamıyordum. Sahiden neden ayrılmıştık? Bana bir yanlış yapmış olabilir miydi? Sanırım geçmişimin önemsiz detaylarını silmeye başlamıştım. Yankı'nın nefesinin ritmine kadar ezberleyen ben, Tarkan'la neden ayrıldığımızı unutmuştum.

Değişmişti. Biz sevgiliyken biraz daha çocuksuydu ve benden iki yaş daha büyüktü. Trajikomik bir tanışma hikâyemiz vardı. Bir gün moralimin çok bozuk olduğu anda kendime tek kişilik Teoman konser bileti alıp kafamı dağıtmak istemiştim. Gitmeden önce de bir güzel içmiş, nadir sarhoş olduğum anlardan birinde konser alanına girmiştim.

Herkes çiftti, herkes arkadaşlarıylaydı ve tek olan sadece bendim ama buna rağmen şarkıların hepsine bağıra çağıra eşlik etmiş, kendi kendime eğlenmiştim. Tabii bir noktadan sonra alkol komasına girip olduğum yere yığılana kadar…

Tarkan tıp öğrencisiydi, ilk müdahaleyi o yapmıştı sonra apar topar hastaneye götürmüşlerdi. Eğer o olmasaydı belki de ölebilirdim. Gözlerimi açtığımda onu yanımda bulmuştum, gerçekten merak ediyordu ve doktor, ona büyük bir minnet borcum olduğunu söylemişti.

Tanışma hikâyemizi unutmamanın nedeni bu olmalıydı çünkü içinde minnet duyduğum bir insan geçiyordu.

O günden sonra konuşmaya ve beraber takılmaya başlamıştık. Bunun adı sevgili olmaktı büyük ihtimalle, ben yanıma konserlere beraber gideceğim birisini bulduğum için mutlu oluyordum ya da komaya girersem, bir gün kendime zarar verirsem beni kurtaracak birisinin olmasına…

Belki de bu yüzden ayrılmıştık. Sahiden neden ayrılmıştık?

Tarkan, bir anda beni kendisine çekip sarıldığında şaşkınlıkla gözlerimi açtım ve ellerim havada kaldı. Kokusu aynıydı ve kokuları unutmamak gibi bir huyum vardı. Güzel bir kokuydu ama bana huzur vermezdi ya da ben Yankı'yı tanıdıktan sonra onun kokusunun huzur verdiğini düşünmüştüm.

Gözlerim Sokak Nöbetçileri'ne kaydığında hepsinin ağzı beş karış açık beni izlediğini gördüm, Yankı'nın ağzı büyük bir o şeklini almıştı. Gözlerini Tarkan'ın üzerinden ayırmıyordu.

"Vay canına," dedi Mutlu'nun kısık sesi. "Yankı önümdeki patates kızartmasından daha fazla kızardı şu anda."

Ellerimi sakince beline doladım ve mesafemi korumaya çalıştım. Tarkan omuzlarımı tutarak geriye çekildi ve gülümsedi. Yemyeşil kocaman gözleri, çilek renginde kalın dudakları ve sapsarı kıvırcık saçları. Her kızın etkilenebileceğini bir güzelliğe sahipti. Ben sarışınlardan mı hoşlanıyormuşum önceden, diye düşündüm. Burnunun ucu soğuktan kıpkırmızı olmuştu. Aramızda çok boy farkı yoktu ama benimle sevgiliyken çelimsizdi, şu an ise oldukça irileşmişti. Spordan hoşlanmazdı.

Karakterini az çok hatırlıyordum. Yankı ne ise onun tam tersiydi. Çok çabuk öfkelenirdi mesela. Bir tıp öğrencisine göre oldukça zekiydi ama insanları tanımak konusunda zayıftı. Çevresindeki bütün arkadaşları Tarkan'ı dolandırıyordu, o da buna göz yumuyordu.

"İnanılmaz değişmişsin," dedi bir kez daha. "Neredeyse seni tanımayacaktım ama geri zekâlı diyen sesini duymak yetti. Bir insanı geri zekâlı demesinden de tanıyabiliyormuşum demek ki! Bana da hep geri zekâlı derdin… Sevgi sözcüğün…" Keyifle gülümsedi ve neyse ki beni serbest bırakıp geriye çekildi. "Çok büyük sürpriz oldu."

"Benim için de öyle," derken göz ucuyla Sokak Nöbetçileri'ne baktım sonra Tarkan'a döndüm. "Tatile mi geldin buraya?" Sana ne Helin? Seneler sonra gördüğün eski sevgiline soracağın soru bu muydu? "Sen de değişmişsin," dedim. "İrileşmişsin, maşallah." Ne?

"Aman Tanrım," dedi Işık. "Anladım. Eski sevgilisi."

Bir anda hepsinin yüzü Işık'a döndüğünde Yankı sandalyeyi bıraktı ve gözlerini açarak Işık'a başını salladı.

"İrileştim," dedi Tarkan samimi bir şekilde gülümseyerek. "Hatırlıyor musun, sabahları sen hep spor yapardın ben uyurdum. Şimdi ben de hep spor yapıyorum, aklıma gelmiyor değilsin."

Bartu, sertçe sandalyesini itekleyip ayağa kalkıp Yankı'nın yanına doğru yürüdü. Koza da ayağa kalktığında yüzünde keyifli bir ifade vardı. Aslında tek keyif alan Koza'ydı.

"Şimdi de ben sabahları uyuyorum," dedim onun aksine samimiyetsiz bir şekilde gülümseyerek. "Yer değiştirmişiz."

"Sen uyumayı sevmezdin ki," dedi Tarkan kaşlarını çatarak. Geçen senelere rağmen hakkımda bu kadar detayı hatırlaması tuhaftı.

"Tarkan, kuzu kuzu yaklaşıyor avına," dedi Mutlu gülerek. Bartu, ensesine sert bir şekilde indirdiğinde "Ah!" diye bağırdı. "Hayvan, kafam koptu."

"Artık seviyorum galiba." Geçmişten bana zararı dokunmamış biriyle karşılaşmak güzeldi. Kendim hakkında bir şeyler öğreniyordum. Örneğin, uyumaktan hoşlanmadığımı. Belki de uyuyamadığım için böyle söylüyordum.

"Buraya seminere geldim." Gururla çenesini havaya kaldırdı. "Doktor olmama çok az kaldı."

"Hem kıvırcık saçları, yeşil gözleri, kasları var hem de doktor…" Mutlu iç geçirdi. "Bir tur da benim eski sevgilim olsana dudu dudu dillerini sevdiğim."

Tarkan bu sefer Mutlu'nun söylediklerini duydu ve o tarafa dönüp baktığında anlamayarak kaşlarını kaldırdı. "Senin," dedi kalabalık gruba bakarak, Bartu'yla Yankı öne doğru bir adım attığında gözleri onlara doğru kaydı. "Burada ne işin var?" Sokak Nöbetçileri'ni gösterdi. "Arkadaşların mı?"

İlk defa birisine Sokak Nöbetçileri'ni tanıtacaktım. İlk defa… Ne diyecektim? Sokak Nöbetçileri onların adı. Ben de onların arasına ajan olarak gönderildim. Karanlık işler için buraya geldik, öz babamla tanıştım ama önce birbirimize silah çektik… Lanet olsun, hayatımız ne haldeydi, yeni fark ediyordum.

"Ah," dedim sonra onlara doğru yürüdüm. "Evet, kendileri benim," uygun kelimeleri bulmaya çalıştım. "Ailem gibidir."

"Vay!" dedi Tarkan gözlerini bana çevirip. "Normalde sen çok yabanisindir, bu kadar çok kişiyle nasıl yakın olabildin?"

Yankı gözlerini bile kırpmadan Tarkan'ı izliyordu hatta hareket bile etmiyordu, uzaktan birisi görse onun soğuktan donduğunu düşünebilirdi. Gözlerindeki duygu saf kıskançlıktı. Açık açık ortada, gizlemediği kıskançlık. Onu anlıyordum çünkü bu duyguları ben de yaşamıştım ama benden beter gibiydi… En azından ben idare edebiliyordum.

"He, kardeş," dedi Bartu kaba bir üslupla. "Biz de yabaniydik, ormanda tanıştık, ben ayıyım direkt. Helin de haklı ayı."

Koza kahkaha attığında tek gülen kişi oydu. Öyle keyifliydi ki masanın üzerindeki bira şişesini eline alıp kafasına dikerken gözlerindeki ifade kaçınılmazdı.

Tarkan afalladı ve bana dönüp baktı. "Ya," dedim Bartu'ya gözlerimi açıp. "Kendisi şaka yapıyor. Aralarında en şakacısı odur."

"Sorma," dedi. "Cem Yılmaz bir, ben iki."

"Bartu," dedim uyarıcı bir sesle sonra elimi Tarkan'ın beline koyup öne doğru hafifçe tanıtmak istermiş gibi itekledim ama Yankı'nın gözleri direkt elime kaydığında bakışlarında bile ateş olabileceğini düşündüm. "Tarkan," dedim Sokak Nöbetçileri'ne onu göstererek. "Kendisi benim eski…" Yankı nefesini verdi. "Eski bir arkadaşım."

Tarkan elini kaldırıp selam verdi. "Böyle tuhaf oldu. Ben kendimi tanıtayım. Helin'in eski bir arkadaşıyım," bakışlarını bana çevirdi, "eski sevgilisi demek daha doğru tabii ama arkadaş gibiydik. Çok iyi anlaşırdık, saatlerce sohbet ederdik." Ne? Ben bunu neden hatırlamıyordum? "Özellikle Helin içtiği zamanlar çok konuşur." Eskiden çok mu içiyordum? "Bir de şarkı söylemeleri yok mu, insan hayran kalıyor." Yüzünü buruşturdu. "Sesi kötü ama neşesi yeter." Güldü, "Kendimi tanıtırken bile seni anlattım, işe bak."

"Cuppa cuppa," dedi Mutlu üç kere elini birbirine çarparak. "Tarkan'ın bu şarkısı kadar anlamsız şu an bu çocuğun karşımıza çıkması ama eğlendim. Tuhaf."

"Adım hakkında yapılan şarkı esprilerine alışığım," dedi Tarkan Mutlu'ya göz kırparak. "Devam edebilirsin, sıkıntı yok."

"Ay bir de göz filan kırpıyor birazdan o yeşil gözlerinin zeytine dönüşeceğini bilmeden," dedi Mutlu sırıtarak.

"Anlamadım?"

"O da çok şaka yapar," dedim geçiştirerek.

"Sanırım herkes şaka yapıyor sizin tayfada," dedi Tarkan. "Keyifli."

"Hayır." Yankı'nın sesi en sonunda aramıza girdi. "Ben şaka yapmaktan hiç ama hiç hoşlanmam, gülmekten de hatta abartı tepkilerden de. Tarkan'ı da hiç sevmem."

Tarkan Yankı'ya bakıp sırıttı. Yankı ciddiyetle bakmaya devam etti. Tarkan biraz daha sırıttı. Yankı daha fazla ciddileşti. En sonunda kaybeden Tarkan oldu.

"Tanıtayım," dedim Sokak Nöbetçileri'ni gösterek. "Mutlu," dedim onu göstererek. "Kendisi benim erkek kardeşim gibidir, en komiğimizdir." Ve eli en hızlı olanı, Yankı'dan sonra grubun yönetici zekâsı ayrıca bıçakları iyi kullanıyor, Tarkan ama bunu sana söyleyemezdim… "Işık," dedim. "Mutlu'nun ikizi. Kendisi kız kardeşim sayılır, lafları diken gibidir." Fazlasıyla kurnazdır, insanları çok güzel kandırır ve parmağında oynatabilir ayrıca ellerini o da güzel kullabiliyor. "Lâl," dedim. "Kendisi…" Göz göze geldik. "Annem gibidir. En sessizimizdir, fazla korumacıdır." Fazlasıyla hızlı koşar, öyle hızlı ki gözünle takip edemezsin ayrıca insanı çileden çıkaran bakışları vardır ama bunu sana göstereceğini sanmam. "Bartu," dedim, göz göze geldik, aynı yabani kişiliğiyle Tarkan'a bakmaya devam etti. "Abim gibidir. Şakalarının yanında öfkeli bir kişiliği de vardır ama insan alışıyor." Aynı anda üç kişiyi dövebilir, bir kum torbasını patlatacak güce sahip ayrıca araba çalma hastalığı var. Bir anda Tarkan'a döndüm. "Araban buralarda mı?"

Tarkan şaşkınlıkla bana baktı. Bartu neden sorduğumu anlayarak sırıttı. "Hayır, İstanbul'da bıraktım."

"Sevindim." Koza'ya döndüm, birkaç saniye duraksadım. Onu başkasına tanıtmak en zoruydu. "Koza," dedim. Devam etmek istedim ama yanına hiçbir şey getiremedim, getirmek istesem bile uygun kelimeyi bulamadım. "Koza işte. Kendisi her şeyle dalga geçme potansiyeline sahip." Ayrıca benim öz abim, hayatımı her an mahvedebilir, aynı şekilde buradaki insanların da hayatını mahvedebilir. Oldukça tehlikeli.

Biz nasıl insanlardık?

Koza ona bir tanımlama getirmememe takılmadı bile ya da belli etmek istemedi ama direkt elini Tarkan'a uzattı. "Merhaba, Tarkan," dedi kibar bir sesle. "Ben de Helin'in eski sevgilisiyim, gruba böyle dahil oldum, sen de olabilirsin." Yankı başını çevirip ters ters Koza'ya baktığında sırıttı. "Bir kişilik daha yerimiz var."

"Çok komiksin, Koza," diye mırıldandım ardından Tarkan'a döndüm. "Söylemiştim, kendisi her şeyle dalga geçebilir. Ciddiye alma."

"Oynama şıkıdım şıkıdım!" dedi Mutlu oturduğu yerden. "Bizimle yemek yemek ister misin? Boş yerimiz var."

"Yok." Yankı Tarkan'a bakmaya devam ederken gözlerini kıstı.

"Var ya," dedi Mutlu damarına basarak. "Bak yanım boş."

"Hayır, oraya benim ayakkabım oturacak." Yankı'nın anlamsız cümlesine Işık kıkırdadı.

"Benim sandalye de boş," diye atladı Koza lafa. "Zaten çok önemli bir işim var. Şey yapmam gerek…" Başını omzuna yatırdı. "Kar tanelerini elimde tutmaya çalışmam gerek."

"Kelebekler, karda donmaz mı?" Mutlu öfkeyle nefesini verdi. "Bu tırtıl haline kıyamadığım ama kelebek halinden nefret ettiğimin herifi neden donmuyor?"

"Karıcığım," dedi Koza Işık'a dönerek Mutlu'ya tepki için. "Kardeşine bir şeyler söyler misin?"

Işık gözlerini açtığında Tarkan, "Siz evli misiniz?" diye sordu.

"Evet," dedi Koza. "İkinci senemiz. Evlenme teklifi ederken beni görmeliydin, dostum," Tarkan'ın yanına yürüdü ve elini omzuna atıp sırıttı. "O kadar karizmatiktim ki neredeyse kendimle evlenmeyi bile düşünmüştüm."

Tarkan başka bir afallamayla gülümsedi. Bu gülümsemeyi biliyordum. Koza'yla tanışma gülümsemeseydi. Bir an kendimi Tarkan'ın yerine koyduğumda aslında hepsinin çok garip davrandığını anladım. Sadece ona karşı değil, genel yapıları buydu. Hepsi ayrı ayrı karakterlerdi. En normali bendim… Artık bundan emindim.

Tarkan sanki düşüncelerimi duymuş gibi, "Arkadaşların," dedi zorlukla gülümseyerek. "Aynı senin gibiler…" Uygun kelimeyi bulmaya çalıştı. "Garip yani…"

"Sen birazdan garibin tanımını göreceksin, Megastar," dedi Mutlu sırıtarak.

Gözlerim Yankı'ya kaydı, sabit bir şekilde Tarkan'ı izlerken onu gösterdim. "Yankı," dedim adını söyleyerek. Yüzümde ister istemez bir tebessüm oluştu fakat çok kısa sürdü. Onu nasıl tanımlayacaktım? O klişe soru… Biz neydik? "Kendisi benim…"

Yankı elini uzattı, Tarkan'ın elini tuttu ve sıkarken, "Merhaba, ben Yankı," dedi. "Helin'in sevgilisiyim."

Tarkan şaşkınlıkla gözlerini açtığında Yankı'nın parmakları, Tarkan'ın elinin tersine gömülmüştü. "Sevgilisi mi?" diye sordu. Gözü ellerine kaydı, çekmek istedi ama Yankı gülümseyerek izin vermedi.

"Sevgilisi," dedi üzerine basa basa. "Hatta eşi. Evet evet, eşi."

"Yok devenin hörgücünde Tarkan konseri," dedi Mutlu gülerek. "Bir de bayıl istersen Yankıtu."

"Sevgilisi mi?" Koza lafa atladı. "Benim niye haberim yok? Siz kardeş değil misiniz yahu?"

Tarkan bir kez daha elini çekmek istedi ama Yankı yine izin vermedi. "Helin," dedi Yankı'ya bakarak. "Eşin mi?"

"Eşi." Yankı bir kez daha tekrar etti. "Her anlamda eşi."

"Evlendin mi?" Tarkan bana baktı, üçüncü defa elini çekmek istedi, neyse ki bu sefer Yankı izin verdi. "Asla evlenmem diyordun."

"O seninle tanıştığı zamanlardı, çocukluğuna hatta ergenliğine denk gelmişsin, benimle tanıştı sonra," adını düşünüyormuş gibi davrandı Yankı ardından, "Teoman," dedi.

"Tarkan," diye düzeltti.

"Tamam, Kutsi," dedi Yankı.

"Kutsi ne alaka amına koyayım?" diye sordu Bartu yan tarafından. "Nasıl aklına geldi?"

"Yankıtu bayıldı," dedi Mutlu gülerek. "Sedye getirir misiniz?"

"Yankı da biraz," onun yanına doğru yürüdüm. "Şakacıdır. Bakma böyle durduğuna, aralarında en sakini ve en arkadaş canlısı Yankı'dır."

"Pek," dedi Tarkan gözlerini kısarak. "Öyle görünmüyor." Sonra ellerini kaldırıp Yankı'ya salladı. "Dostum, eski sevgilisi olmamı dert ettiysen bizim ilişkimiz biteli ve Helin beni terk edeli çok oluyor. Beni çoktan unutmuştur."

"Tarkan ya," dedim boş bulunarak. "Ben seni neden terk ettim ki acaba?" Aslında amacım gerçekten neden terk ettiğimi sormaktı ama öyle bir sormuştum ki sanki içinde pişmanlık barındırıyor gibiydi ve Bartu, başını eğip bana bakana kadar kurduğum cümleyi anlayamamıştım.

"Haklısın deriz tamam da," dedi Bartu gözlerini açarak. "Abartmasak mı?"

Yankı yavaşça bana döndü. İlk önce kulakları kızardı ardından yanakları. Nefesini tuttuğunu bir anda verdiğinde anladım. Boğuluyormuş gibi öksürdüğünde yüzündeki ifade korkutucuydu. Gülümsedi hem de “ha ha” diyerek ve bu çok tuhaftı. Sonra elini omzuma attı, “ha ha” ha dedi bu kez de. Çenesini saçlarıma yasladı ve dişlerinin arasından kulağıma doğru, "Bu çocuğu," dedi. "Mahvederim." Gülümsemesi korkutucu bir hal aldı. Tarkan'a baktı. "Yaparım." Yüzündeki sırıtmayla Tarkan'ı izledi.

"Aslında," dedi Tarkan bana doğru pişman bir tınıyla. "Sana ulaşmaya çalıştım ama telefon numaran değişmişti. Ufak bir güvensizlik problemiydi, beni yanlış anlamıştın. Düzeltmem için fırsat bile vermedin. İçimde kaldı, kaç sene geçti o yanlış anlaşılmayı hâlâ dert ediyorum."

"Senin Helin'den başka düşüneceğin bir şey yok muydu?" Yankı'nın sorusuna hazırlıksız yakalandı.

"Yankı," dedim ona ters ters bakarak. "Ne oluyor sana?" Normalde aralarında en medeni davranan adam, bambaşka birine dönüşmüştü.

"Sanırım benim gitme zamanım geldi…" Tarkan masum masum bana baktı ama onun da göründüğü kadar masum olmadığını anımsadım, en azından şu an bilerek bana böyle bakıyordu. "Helin," dedi. "Kendine çok iyi bak. Seninle arkadaş olarak kalmak çok isterdim."

"Tarkan," dedi Bartu sonra elini onun omzuna kaydı. "Adaşının çok güzel bir şarkısı vardır, bilir misin?"

"Nedir o?"

"Kıl Oldum." Gülümsedi Bartu. "Aynı benim sana olan duygularımı anlatıyor."

"Bartu," dedim ardından Yankı'nın kolunun altından çıkarak Tarkan'ın kolunu tuttum ve diğer tarafa doğru yürüttüm.

"Hoşça kal, kuzu kuzu git," dedi Mutlu elini sallayarak. "Başka bir evrende umarım seninle sevişiyoruzdur!"

"Aptal, kızın eski sevgilisi." Işık ters bir cevap verdi. "Helin'in eski sevgilisine yürüyorsun şu anda."

"Konu yakışıklı erkekler olduğunda ben karaktersiz bir göt olurum."

"Yakışıklı mı?" diye sordu Bartu masaya otururken. Bütün konuşmaları bizzat duyuluyordu. "Bu yürüyen samana yakışıklı diyorsan bana ne diyeceksin acaba?"

"Dağ ayısı." Bartu sinirle Mutlu'ya baktı, Mutlu orta parmağını gösterdi.

"Tarkan," dedim bana bakmasını sağlayarak onlardan uzaklaştığımızda. "Sen onlara bakma, beni paylaşamıyorlar ve kendilerinden başka herkese yabaniler. Bana da başta böylelerdi, zor alıştık birbirimize."

"Çok garipler." Tarkan endişeyle bana baktı. "Çok tuhaflar."

"Öyleler."

"Ayrıca kabalar."

"Öyleler."

"Ama onları seviyorsun."

"Çok seviyorum."

Tarkan kaşlarını kaldırdı. "Belli oluyor." Başıyla Yankı'nın olduğu tarafı gösterdi. "Onunla mutlu musun? Yani sahiden eşin mi?"

Bakışlarımı Yankı'ya çevirdim, hâlâ sabit bir şekilde durmuş bizi izliyordu. Kaşları çatıktı, kollarını önünde bağlamıştı. "Yankı Sarca," dedim. "O benim ilk aşkım." Bakışlarımı Tarkan'a çevirdim. "Eminim son aşkım olacak. Hayatımın en mutlu zamanlarını onunla geçiriyorum." Yankı Sarca dudak okuyabiliyorsa bile şu an Tarkan'dan başka hiçbir noktaya bakamadığı için ne söylediğimi anlamayacaktı.

Tarkan'ın yüzüne hüzün oturdu ama buruk bir tebessümle, "Daha ne kadar şaşırabilirim, bilmiyorum," dedi. "Ama senin adına sevindim." Cebinden bir kart çıkarıp bana uzattı. "Eğer görüşmek istersen," Yankı'ya baktı, "yani arkadaş olarak devam etmek istersen beni arayabilirsin."

Ayıp olmasın diye kartı aldım ama onu hiç aramayacaktım. Başımı olumlu anlamda aşağı yukarı salladığımda yeniden belimden tutup beni kendine çekti ve sıkıca sarıldı. Ben de ona karşılık verdiğimde bu çok uzun sürmedi. "Kendine çok iyi bak," dedim geriye çekilirken. "İleride adını haberlerde başarılı bir doktor olarak görmek istiyorum."

"Ah," dedi Tarkan elini kalbine koyarak. "İşte bu değişmemiş. Sen ve iyi kalbin. Söz veriyorum, adımı göreceksin." Gülümsedi, elini salladı ve geriye dönüp yürümeye başladı. Arkasından bir süre baktım, en sonunda kendi arkadaş grubunun olduğu masaya gittiğinde kaşlarımı çatıp bizimkilerin yanına döndüm.

Masanın önüne geldiğimde Yankı hâlâ ayakta bana bakıyordu. "Siz gerçekten ormandan mı indiniz?" diye sordum özellikle Bartu'ya ve Yankı'ya bakarak. "Çok kabasınız, bu hiç hoş bir şey değil. Ona ayı gibi davrandınız."

"Değil mi?" Koza kollarını önüne bağladı. "Bir de bana bakar mısınız? Öyle kibarım ki, resmen örnek oluyorum herkese."

"Sus." Ters ters ona baktım. "Saçma sapan şakaların komik değildi."

"Komikti bence." Sonra Işık'a döndü. "Ama ikimizin evlenme düşüncesi şakadan çok bir dilekti."

Mutlu eliyle alnına vurdu. "Yine iki arada bir derede kardeşime yürüyor bu." Ketçap kutusunu ona fırlattı. "İmkânsız dileklerin var, bir daha bunu yapma."

"İmkânsız mı?" Koza Işık'a göz kırptı. "Sen ve ben?" dedi gülümseyerek. "Çok güzel bir çift olmaz mıyız evlensek? Bir düşünsene, her sabah ve her akşam beni görüyorsun. Of!" Gözlerini kocaman açtı. "Her gece seni görüyorum…" Alt dudağını dişledi. "Uyumam, seni izlerim çünkü rüya gibisin." Hepimiz son cümlesinden sonra ona dönüp baktığımızda kimsenin ağzını bıçak açmadı. Mutlu'nun tepki vermesini bekledim ama o da hiçbir şey söylemiyordu. Işık'ın dudakları aralandı, hafifçe gülümsedi ve yanaklarına kanın gittiğini fark ettim.

Ne olursa olsun, Koza'ya karşı olan duygusunu engelleyemiyordu.

"Ne diyeyim," dedi Bartu en sonunda, sonra elini uzatıp Koza'nın elini sıktı. "Yavşaklığına sağlık, güzel laftı hiçbir şey diyemedim."

"Ne demek," dedi Koza da ciddiyetle. "Yapıyoruz işte bir şeyler."

Mutlu, "Şerefim, namusum, saçlarım, Pembe Panter'im hatta tek değerlim kardeşim üzerine yemin ederim," dedi. "Seni bir gün öyle bir öpeceğim ki aklın hayalin şaşacak."

"Ah," dedi Koza ciddiye almayarak. "Kardeş kıskançlığı. Tıpkı Yankı'nın Helin'i kıskanması gibi."

Yankı en sonunda sandalyesine geçti ve yanında oturan Koza'ya ters bir bakış attı. "Geçmişte kalmış, çocukluk hevesi olan, hatırlanmayan, adı bile geçmeyen, öylesine birisini kıskanacak değilim." Bartu hak veriyormuş gibi başını salladı ama gülmemek için kendini zor tutuyordu. "Tarkan'mış," dedi kendi kendine. "Doktormuş. Neymiş efendim, Helin değişmiş güzelleşmiş." Bakışları bana kaydı. "Tarkan yani. Altı üstü Tarkan. Tarkan." Masanın üzerindeki sigara paketinden bir tane çekip aldı ve ucunu yaktıktan sonra derin bir nefes çekti. "Tarkan," dedi bir kez daha. İşaret ve orta parmağıyla burnunun kemerini sıktı. "Başım çok ağrıdı."

Mutlu masanın üzerinden Yankı'ya doğru eğildi ve sessizce, "Samimi söylüyorum," dedi. "Manyak olursun bak."

"Helin." Yankı'nın yanındaki sandalyeye çatık kaşlarla oturduğumda Işık'a döndüm. "Ne zaman tanıştınız? Seni unutmamış görünüyordu."

Yankı sigarasından öyle bir duman çekti ki yarısına kadar geldi. "Yok, daha neler," dedim gözlerimi devirerek. "İki ya da üç sene olmuştur, bir konserde tanışmıştık. Benim hayatımı kurtarmıştı, iyi birisidir. Ve gerçekten Tarkan hastasıdır. Yani ona yaptığınız şarkı şakaları hoşuna gider."

"Yankı Sarca beş dakika sonra tuvalete gidip ağlayarak müzik listesindeki bütün Tarkan şarkılarını silecek," dedi Mutlu kahkahayla. "Üstüne üstlük adamın antisi olacak, her gördüğünde sövmezse benim de adım Mutlu değil."

"Tarkan da ağlayarak günlüğüne yazar zaten bunu," dedi Işık gözlerini devirip. "Vah vah der, koskoca Yankı Sarca benim antim olmuş."

"O değil de," Bartu bana göz kırptı, "yok mu bir Tarkan konseri? Gidelim azıcık keyfimize bakalım."

"Ah en sevdiğim şarkısı ‘Kuzu Kuzu’," dedi Işık omuzlarını hareket ettirerek.

"‘Dudu Dudu’ üzerine tanımam." Mutlu ayağa kalktı ve Tarkan gibi dans ederek, "Dudu Dudu dilleri lıkır lıkır içmeli, gözleri derya deniz," diyerek Yankı'ya bakarak şarkıyı söyledi.

"‘Kıl Oldum’ favorim," dedi Bartu.

Lâl'in konuya dahil olması beni şaşırttı. Anladığım işaret diliyle “Ölürüm Sana” dedi. Herkes şaşırdı ama Işık bozuntuya vermeden kıkırdadı.

Koza, "Boş verin," dedi. "Helin'e soralım, eski sevgilisi Tarkan hangi Tarkan şarkısını ona adamış, öğrenelim…"

Yankı daha fazla dayanamayıp, "Yeter," dedi hepsine bakarak. "Bir daha Tarkan'ın tek bir şarkısını bile duymak istemiyorum." Bakışları bana döndü. "Sen de dinleme artık." Gözlerim kocaman açıldı, diğerleri gülmeye başladı. "Dinleme işte. Kuzu kuzuymuş, duduymuş filan dinleme." Elini saçlarına geçirdi. "Hem siz nasıl tanıştınız? O seni iyi tanıyormuş gibi davranıyordu, nasıl oldu bu? Hayatını nasıl kurtardı?"

"Sen," dedim üzerine bastırarak. "Kafayı yedin." Önümdeki tabaktan bir parça ekmek alıp ağzıma attım. "Bu konuyu kapatabilir miyiz? Size söylemem gereken başka bir şey var."

"Bu konuyu kapatabileceğime inandın mı gerçekten?" dedi Yankı kısık bir sesle.

Gözlerimi devirerek bir anda, "Kararımı değiştirdim," dedim. Hiçbiri ne olduğunu anlamadı hatta Yankı'nın gözlerine öyle bir ifade yerleşti ki, konu yine Tarkan'la alakalı sandı. Bakışlarım Koza'ya döndü. "O adamla görüşmek istiyorum. Bana akşam için bir randevu ayarlayabilir misin? Eğer benimle konuşmak istiyorsa onunla konuşacağım."

Hepsinin şaşırdığını biliyordum, Koza bile gizleyemedi. "Babanla yani?" diye sordu.

"Her neyse işte," dedim yeniden masaya dönüp tabağımdan bir parça daha ekmek alarak. "Kendisine bir şekilde ulaş, onunla görüşmek istediğimi…"

"Kendisi zaten seninle konuşmak istiyordu," dedi Koza lafı ağzıma tıkayarak. "Otele ulaşmış, onlar da bize söyledi." Yankı'yla ikisini gösterdi. "Eğer istiyorsan…"

"İstiyorum." Net cevabımın ardından çatalımı et parçasına batırdım. "Bana o görüşmeyi ayarla."

"Ama hazırlık yapmadık," dedi Yankı rahatsız bir şekilde hareket ederek. "Yani sen görüşeceksin ama bizim de plan yapmamız gerek. Bunun için uzun uzun konuşmamız…"

"Yalnız gideceğim." Eti ağzımda çiğnerken gözlerimi ona çevirdim. "Hiçbirinizin gelmesini de istemiyorum."

"Bu imkânsız." Yankı elini masaya koydu ve bana doğru eğildi. "Tam anlamıyla tanımıyoruz, sana zarar verme ihtimali yüksek."

"Bana zarar verecek olsa dün akşam verirdi, değil mi?" Tek kaşımı havaya kaldırdım. "Aksine, zarar vermemek için bizi serbest bıraktı ve gördüğünüz gibi hiçbir polis bizi aramaya gelmediğine göre arkamızı da toplamış. Üstüne üstlük görüşmek istemiş. Neden yanımda velilerimle onun yanına gideyim? Korkacak hiçbir şeyim yok."

Masada sessizlik oldu. Işık, "Helin haklı," diyerek sessizliği bozdu. "O adam Helin'e zarar vermeyecek hatta gözlerinde daha farklı bir ifade vardı." Kaşları çatıldı. "Asıl önemli olan, sen neden bunu istiyorsun, Helin?"

Gözlerimi yavaşça masadan ayırdım ve Bartu'yla göz göze geldik. Beni anladığından emindim çünkü aklımdan geçenleri okuduğunu bana gözleriyle hissettirmişti. "Geçmişimden kaçmak yerine ona yürümem gerektiğini fark ettim," dedim sakin bir sesle. "En azından en kötü yolları tekrar yürürsem ve o yollara çiçekler ekersem geçmişim huzur içinde olacak. Ben huzur içinde olacağım. Kâbuslar beni rahat bırakacak."

Koza alayla güldü ve ayağa kalkıp bira şişesinden büyük yudumlar içti. "Aptallık," dedi gülerek. "Yani geçmişindeki yollara çiçek ekebileceğini düşünmek."

"Neden aptallık olsun?" Bartu karşı geldi.

Koza, işaret parmağıyla onu gösterdi. "Geçmişine çiçek ekebilseydin, bakışların böyle acı içinde olmazdı," dedi acımasız bir sesle. "Bu masadaki herkes geçmişin kurak olduğunu ve hiçbir çiçeğin yetişmeyeceğini bilir. Bu imkânsız."

Öfke içimde büyüdü, Koza'nın üstünlük taslamaya çalışması artık sinirlenmeme neden oluyordu. "Sürekli benim hevesimi kursağımda bırakmaktan vazgeç." Elimdeki çatalı sertçe masaya bırakıp, "O halde imkânsızı başarırım, sonuçta senin gibi bir adama bile tahammül edebiliyorum," dedim Koza'ya bakarak. "Ve sen de kendi imkânsızlığında çırpındığınla kalırsın." Bitmiş bira şişesini sertçe masaya koydu. "Kendi düşüncelerini insanlara aşılamaya çalışmaktan da vazgeç Koza. İlk önce kendi acılarınla yüzleşmeyi öğren, sonra gelip bana ders vermeye çalış. Hatta dur," küçümseyerek ona baktım, "sakın bir daha bana ders vermeye kalkma. Bütün kozların bitti çünkü."

"Benim," dedi Koza, Yankı'nın üzerinden bana doğru eğilerek. "Kozlarım hiçbir zaman bitmez. Bunu en iyi sen bilirsin."

Tehdit etmek. Koza'nın karakterinde en fazla olan ikinci özellik. Birincisi zaten acımasızlıktı.

Ayağa kalktığımda çatalı sertçe masaya attım. "Benim korkacak hiçbir şeyim yok," dedim üstün bir sesle. "Tek bir yalanım kalmadı artık, olmayacak da."

"Belki de," dedi Koza gözlerimin içine bakarak. "Başkalarının yalanları vardır." Yankı'nın yalanı. O iğrenç gün.

Çok kısa bir sessizlik oldu. Yalnız hayatında çekinmeden hâlâ insanların kalplerini kırmaya çalışması ve bunun üzerine gitmesi tahammülümü bitirmeye başlamıştı. Kalp mi kırılacaktı? O halde eğer Koza'nın gerçekten hisleri varsa onun kalbi kırılmalıydı.

"Biliyor musun Koza," dedim Sokak Nöbetçileri'nin yanımızda olmasını bile önemsemeden. "Hiçbir zaman sevilmeyi hak etmiyorsun, hak etmeyeceksin de."

Yankı oturduğu yerden ayağa kalkarak ikimizin arasında durdu ve bakışlarını bana çevirdiğinde, "Yeter," dedi sakin bir sesle. "Nasıl istiyorsan öyle olsun, eğer o adamla görüşmek istiyorsan görüş."

"Görüşeceğim zaten." Öfkeyle sandalyeyi itekledim. "Ve bunu tek başıma halledeceğim." Koza'ya doğru baktım. "O çiçekleri de ekeceğim elbet." Yanıt vermesini bile beklemeden masadan uzaklaştım ve otelin giriş kapısına yürüdüm. Öfkeden olsa gerek ellerim titriyordu fakat saklamak bile istemedim. Arkamdan baktıklarını biliyordum, bunu da önemsemedim.

İstiyordum. O geçmişe gitmek, o geçmişteki bütün insanlarla yüzleşmek ve intikam ise tek başıma o intikamı almak. Canımı en çok yakan kişinin gözlerinin içine bakmak istiyordum. O zaman ya ölecektim tamamen ya da bir daha hiç ölmeyecektim ve ben o gün yaşarsam, geçmişimdeki yollara çiçekler ekmiş olacaktım.