logo

67. ANAHTAR

Views 123 Comments 3

Işık Sarca'nın güncesinden...

05.08.2018

Bugün ben senin için vücuduma bir dövme kazıdım, senin bile sevmediğin ve kabullenemediğin doğum gününde sessiz bir hediyeydi senin için.

O dövme bir anahtardı, bizim ilk sırlarımızdandı ve ne olursa olsun, her ne yaşarsak yaşayalım, baktığımda seni hatırlatsın istedim.

Çünkü Koza, ben bu hayatta bir tek seni sevdim. Bir tek sana âşık oldum.

Bunu hiç kimse değiştiremez.

Sen bile.

Sandığın o kötü adam değilsin, hiç olmadın ve bir gün, biz seninle hep bahsettiğin bir deniz kenarında gülümseyerek bu günlerden söz edeceğiz. Üstelik hayallerimiz de olacak, gerçekleşmesi için çabaladığımız.

Ve gerçekleşecek hayallerimiz çünkü seni hiçbir zaman neşterle yalnız başına bırakmayacağım.

"İstenmeyen Sokak Nöbetçisi, Işık Sarca"

Kendi içimde kendimle o kadar tanışmıştım ki eğer bir kitap karakteri olsaydım her sayfanın başlangıcında ilk önce kim olduğumdan söz ederdim, ardından geçirdiğim kötü günlerden, sonrasında ise şu andan.

Küçükken kendimi Helin diye tanıtmak bile istemezdim, o kızsın, derdim; kırmızı ışıklı odada dayısı tarafından defalarca istismara uğramış o kızsın. Suçlusun, neden suçlu olduğunu bile bilmiyorsun.

Biraz daha büyüdükten sonra sen Koza'nın askeri, Helin Aktan'sın derdim. Sadece belirli amaçlar için yaşıyorsun; kötülerle mi, iyilerle mi savaştığını bile bilmiyorsun ama bir askersin.

Yirmili yaşlarımın başında sen Sadece Helin'sin derdim. Sokak Nöbetçileri'nin Sadece Helin'i, hiçbir zaman altıncı olmayacak olan, hiçbir zaman bir Sokak Nöbetçisi olarak kabul edilmeyecek o kadınsın.

Yirmili yaşlarım ilerlerken artık Sadece Helin değilsin derdim, Altıncı Sokak Nöbetçisi Helin Aktan'sın. Kabullenildin, sevildin, o aileye ait oldun ve aslında onlar da sensiz o ailenin bir kalbi olmadığını söylediler.

Ve şimdi. Sen Helin Güneş'sin. Büyük savaşlar verdin. Aslında sen bu saydıklarının hepsi oldun. Soyadın değişti, yanına eklediğin bütün kelimeler gitti ama bütün zamanlarındaki o kız çocuğusun, o genç kadınsın. Sen hiçbirinden vazgeçmedin çünkü vazgeçmemeni sağlayan o güç, çocukluğundan, sadeceden, asker olmandan geldi.

"Koza," dedim pencereden dışarıya bakarken. Arabaya bindiğimizden beri büyük bir sessizlik içindeydik. İkimiz de neleri düşündüğümüzden söz etmiyorduk ama onun da bütün hayatı hakkında düşünmesini istiyordum. Düşünmeliydi ki neleri kazandığımızı, neleri kaybettiğimizi, kimler uğruna savaştığımızı anlamalıydı.

Annemizi görmeye giderken düşünmemiz gereken bunlar olmamalıydı ama ben bunu istiyordum.

"Efendim?" dedi derin bir nefes vererek. Gözlerim ona döndüğünde kaşlarının çatık olduğunu gördüm.

"Hayatının kaç döneme ayrıldığına inanıyorsun?" Aslında abiciğim, geçmişe dönüp baktığında kendini suçluyor musun, gururlanıyor musun yoksa önünden geçip giderken umursamıyor musun, bunları merak ediyorum.

Çatık kaşları havalandı ve bana dönüp baktığında hastaneye az kaldığını fark ettim. Ne demek istediğimi sormak yerine bir süre düşündü, sonra bakışları yeniden yola döndüğünde, “Üç," dedi kendinden emin bir sesle. "Çocuk Poyraz." Yutkundum. "Şu babasından dayak yiyen, işkenceler gören, annesini bekleyen, kardeşini doğru düzgün görmediği halde özleyen, sokağa atıldığında bile onu bulan adama güvenen, yetmeyip başka çocukları da kendi ailesi yapan çocuk Poyraz."

"Ve sonrasını ben tahmin edeyim, Sadece Koza, değil mi?" Şu benimle tanıştığında gözlerinin içine sevgi ulaşmamış, kardeşini bile hiçe sayan, gözlerini intikam hırsı bürümüş o adam. Bunları sesli dile getiremezdim elbette ama geçmiş de silinmezdi.

"Evet," dedi onaylayarak. "Şu kendisini dünyanın en kötü adamı ilan eden, intikam uğruna gözlerini karartan, yetmeyip sevdiklerinin canını bile kendi canı yandı diye yakan." Sevdiklerinin derken üstüne yaptığı vurgu birkaç saniye sessizleşmesine neden oldu. "Onu affedenin ve affetmeyenin de olduğu Sadece Koza." Başını iki yana salladı. "Kahverengisinde acıların, mavisinde acımasızlığın olduğunu düşünen Sadece Koza." Direksiyonu daha sıkı kavradı. "Bütün intikamını aldıktan sonra kendisini tek bir neşterle öldürmek isteyen Sadece Koza..."

Lafını bölerek, “Ne?" dedim. "Bu da ne demek?"

Koza şaşkınlığıma şaşırdı. "O kadar kötülüğü yaparken bir gün vicdanımın bana izin vermeyeceğini elbette biliyordum. Herkesin bir çıkış noktası vardır, benim çıkış noktam ölümdü. Bunu intihar olarak görmüyordum, bir görevdi. İçimdeki intikam ateşiyle her şeyi yok edecektim ve sonrasında ben de yok olacaktım. Bir insanın yaşamak için tek amacı intikam olduğunda ve yolun sonuna geldiğinde artık yaşamak istemez. Ölümü hesaba katmıştım ama hesaba katmadığım bir şey vardı."

"O neydi?"

"Sevgi." Dudaklarını büktü. "İntikam duygumun önüne sevgi geçti, canını yakmak istediklerimin canını korumak istedim. Pişman olacağımı biliyordum fakat yeniden bağlanacak kadar büyük bir sevgi açlığı çektiğimi bilmiyordum. Sen benim neden her şeyi bitirmediğimi sorgularken ben zaman kazanmaya çalışıyordum, biraz daha sevgiyi hissetmek için. Bu benim imtihanımdı."

Başımı aşağı yukarı salladığımda, “Ve intikamdan vazgeçtin," dedim. "Ne zaman vazgeçmiştin?"

"Sence?" diye sordu.

Bir süre düşündüm, her günümüzü. Karşımda keyif sigarası içtiği gün vazgeçmemişti çünkü yine acımasız gözlerle beni izlemeye devam etmişti. Işık'ın çocuğu olmayacağı haberini aldığında da vazgeçmemişti; ne tuhaftı ki bunu direkt ona söyleyen bile Koza'ydı. Ne büyük acımasızlıktı.

"Bilmiyorum," dedim. "Her düşündüğüm anının içinde öfkeli gözlerin var, intikam dolu."

Bana dönüp baktığında bunu yaşattığı için pişmanlığını hissettim ve bir an bu pişmanlığın sonucunun o anlattığı neştere gelmemesi için içten bir dua ettim. Yolların sonu aydınlığa çıksa bile insanlar içlerindeki o pişmanlıklarla yaşayamazlardı, Koza o insanlardan olmamalıydı.

"En affedemediğim kişiyi karşımda acılar içinde gördüğümde," dedi. "Lâl." Dudaklarım aralandı. "Onu o hastane odasında gördüğümde bir süre huzurlu hissetmeyi bekledim, huzurlu olmasa bile rahatlamış. Belki de hissiz." Derin bir nefes verdi, yutkunduğunda gözleri kısıldı. "Ama öyle olmadı, canım acıdı. Her ne olursa olsun, o küçük Zeynep'ti ve benim en öfkeli olduğum kişiydi ama kıyamadım. Ölecek diye ödüm koptu, bu benim yıkımımdı yani Sadece Koza'nın yıkımıydı çünkü zafer diyebileceğim bir olay karşımdaydı ve benim kalbim acıyordu. O gün, Lâl'i o şekilde görmek bütün acıları yanında getirdi, bütün pişmanlıkları ve ağırlığı altında ezildim."

"Hangi pişmanlıklar?"

"Sana yaşattıklarım," dedi hiç düşünmeden. "Nil'i…" Eli boynuna gitti. "O günden sonra hiçbir şey benim için aynı kalmadı. Artık ne mavide acımasızlık vardı ne kahverengide acılar. Sadece pişmanlıktı." Bakışları yeniden bana döndü. "Ve sen beni affettin, Nil affetmedi. İntiharın kaçış olduğunu fark ettim, bu pişmanlıkla yaşamak cezaydı. Bu yüzden de Nil için hiçbir zaman çabalamadım. Bunu hak ettim."

Lâl ve Koza arasındaki bu düşmanlığın nedenini öylesine merak ediyordum ki ve bir o kadar da merak etmiyordum. Öğrendiğimde ne hissedeceğimden emin değildim; tek bildiğim, Lâl'in bir çocuk olduğuydu. Hangi acı, Koza'yı bir çocuğun hatasını bile affetmeyecek duruma getirmişti?

"Lâl’le aranızdakini bana anlatmanı istiyorum," dedim dik bir duruşa geçerek.

Koza uzun bir süre düşündükten sonra, “Bense öğrenmeni istemiyorum," dedi beni şaşırtarak. "Bırak, Lâl gözünde nasılsa öyle kalsın ve ben de öyle kalayım. Benim yaşadıklarım, onun yaşattıkları ya da her neyse, bu seni etkilemesin. Bu bir sır olarak devam etsin."

Dayanamayıp, “O çocuktu," dedim kendimden emin bir şekilde, sanki oradaymışım gibi. "Ve çok pişman." Geçen gün mutfakta gördüğümdeki o yıkımını hatırladım; nefes bile alamıyordu ve sadece kendini suçluyordu. Bartu'yla güzel bir hayatları olabilecekken Koza'ya yaşattığı sürekli önüne çıkacaktı, mutluluğuna gölge düşecekti. "Yüzleştiniz, değil mi?"

Koza, “O sünepe, beyinsiz, aptal, göt kocan ağzını tutamayıp sana yumurtladı, değil mi?" diye sordu. Tiksiniyormuş gibi bir ses çıkardı. "Göt oğlanı, bana Helin'in eşiyim diye diye beni de alıştırdı. Kocan mı dedim? Artık ölü kocan."

Gözlerimi devirdiğimde, “Hayır, o hiçbir şey anlatmaz," diye mırıldandım. "Ben anladım, Lâl'in gözlerinden ve cümlelerinden. Sana her ne yaptıysa çok pişman ve ölmek istedi. İntiharının en büyük nedeni bile bence sana karşı olan suçluluğu ve pişmanlığıydı. Baksana Koza, onu en iyi sen anlamalısın, onun pişmanlığının derecesini görmen lazım ve bir çocuktu, değil mi? Her şey çocukken oldu."

"O çocukken yaptı ama ben büyümüştüm ve o hatalarımın en büyük sorumlusu Lâl'di. Ben de çocukken Nil'in ya da senin canını yaksaydım kendimi daha çabuk affedebilirdim ama büyümüştüm." Sesi yükselmişti ama istediği kadar bağırabilirdi, artık Lâl'e karşı nefreti ya da öfkesi yoktu, kırgınlığı vardı.

"Herkes kendi tercihlerini yaşar," diye çıkıştım. "Seninki bir tercihti, bu yolu sen seçtin."

"Tercih mi?" dedi gözlerini açarak. "Benim gözlerimi kin bürümüştü."

"Belki onun da gözlerini bir duygu bürümüştür, Koza."

"Ben yalnızdım."

"Belki de o yalnızdı."

"Değildi!" Bağırdığında irkildim ve geriye çekildim. "Ben o isteseydi bu ülkedeki bütün erik ağaçlarını tek tek dolaşırdım. Onun yaptığı bir tercihti, benimki körlüktü."

"Ne?" dedim söylediğini anlamayıp. "Ne erik ağacı?"

Gözlerini kapattı ve birkaç saniye sonra açtığında yeniden yola baktı. "Kapat konuyu, Helin. Benden bir hayat çalındı ve bu hayatın çalınmasına neden olan kişi Lâl'di."

Konuyu kapatmadım. "Sonuç olarak ikiniz de pişmansınız, değil mi? Ben seni affettim, sen de Lâl'i affedebilirsin." Acımasızlaşacağımı hissettim fakat dilime de hâkim olamıyordum. "Işık'ın seni affetmesini beklerken, Lâl'i affetmemen ikili oynamaktır çünkü sen de ondan bir hayat çaldın, bir hayali çaldın."

Araba sert bir fren darbesiyle durduğunda vücudum öne doğru gitti ama emniyet kemeri beni korudu. "Konu sadece affetmek mi sanıyorsun?" diye sordu, gözlerine acı doğdu, bu acının nedeni Işık'tı veya geçmişiydi. "Konu sadece affetmek değil, güvenmemek." Dudaklarını birbirine bastırdığında parmakları direksiyonu hâlâ sıkıca kavrıyordu. "Şu an bir tercih hakkım olsa Nil'in bir çocuğu olması için canımı feda ederdim; şu an bana gelsinler ve desinler ki Nil'in bir çocuğu olacak ama sen öleceksin, gözümü kırpmadan o neşteri alır, bileğimi keserim." Yutkundu, ellerini direksiyondan çekti. "Ama Lâl'e yeniden bir tercih hakkı sunulsa beni yine karanlığa sürükleyebilir, bu konuda ona güvenmiyorum. Aşamadığım bu, yoksa birini affetmek çok kolay çünkü ben Zeynep'i affedecek kadar değil, canım acıya acıya affetmek isteyecek kadar çok sevdim."

Nasıl emin olup da böyle bir yanıt verdiğimi bilmeden, “Lâl de şu an senin çocukluğun için kendi canından vazgeçerdi," dedim. "Çünkü intiharı en büyük şahit."

"Aslında onunla nasıl da benziyoruz, değil mi?" diye sordu ve bunu o an fark ettiğini anladım. "Benim de kaçışlarım, yalanlarım var, onun da öyle. Çabalamayı bilmiyorum, o da bilmiyor. Benim için çabalamıyor çünkü biliyor, bu bir ceza ama kendine de güvenmiyor. Ben de çabalamıyordum. Kaçıyor, ben de kaçıyordum. Ona baktığımda kendimi görüyorum, en çok bu yüzden affedemiyor, güvenemiyorum çünkü ben Sonuncu'dan bile önce onun kollarında ağladım, Helin. Bunun ağırlığını bir ben bilirim, bir de o bilir." Omzunu kaldırıp indirdi. "Yani umarım biliyordur çünkü paylaştığımız sırların ardından beni öylesine yok sayamazdı."

Başımı iki yana salladığımda, “Yüzleştiğinizde sana bir nedenden bahsetmedi mi?" diye sordum merakla. "En azından içini rahatlatan bir nedenden?"

Çok kısa bir an düşündükten sonra, “Bahsetti," diyerek onayladı. "Ve bu canımı daha çok yaktı, keşke dedim, bunu bilmeseydim çünkü..." Derin bir nefes verdi. "Çünkü Helin; çünkü... Boş ver. Bazı anlar geri gelmez, bazı sırların kapısı kapanır, bazı kişiler o sırları hiçbir zaman öğrenemez. Gelecekte öğrenmek de can yakar." Ellerini iki yana açtı. "Şu an Bartu, Lâl'in intihar ettiğini ve aslında ondan vazgeçtiğini öğrense toparlanır mı sanıyorsun? Sadece Koza olsaydım acımasızca karşısına geçer, bunu ona söylerdim çünkü herkesin gerçekleri öğrenmesini istiyordum ama şimdi o kadar da büyük bir meziyet olmadığını görüyorum. Öğrendiğinde bununla yaşayamayacak çünkü Bartu her zaman Lâl'i sevdiği kadar sevilmediğiyle yüzleşecek."

Bartu için kalbim sızlarken, “Seninle aynı düşünüyordum," dedim başımı sallayarak. "Fakat fark ettim ki ikisinin de sevgilerini gösterme çeşitleri farklı çünkü yaşadıkları farklı. Lâl ölmek istedi, evet, Bartu'yu düşünmedi, evet; ama sen de düşünmüşsün, pişmanlık her şeyi yaptırabilir. Sadece senin pişmanlığın da değildi, Bartu'ya yaptıklarının da pişmanlığıydı."

"Ben de düşündüm," dedi destekler gibi. "Fakat sonradan vazgeçtim, beni vazgeçiren sevgiydi. İkimiz de geçmişe gitsek şu an farklı yollar izleriz. Ben o yaptıklarımı tekrar etmem ama Lâl yine aynı şekilde devam eder." Eliyle geçiştirdi. "Kimse ikimize de böyle bir şans vermeyecek," diye mırıldandı. "Çünkü geçmiş tektir ve değiştirilemez."

"Ve çaba vardır. Lâl seni kazanmak için çabalayacaktır."

"Ve ben Nil'i kazanmak için çabalayacak mıyım?" Şakaklarına dokundu ve ovuşturduktan sonra, “Bazen buna hakkım yok gibi hissediyorum," diye mırıldandı. "Düşünsene, çabalıyorum ve onu kazanıyorum. İkimiz bu geçmişle nasıl mutlu olabiliriz ki?"

Yine kendimi tutamayıp, “Benim abimsen," dedim ve gözlerine umut doldu. "Ve ben bunu kabullenip sana sarıldıysam elbet herkesin mutluluk için bir adımı vardır. Çünkü ben seni öyle bir günde affetmedim, abi. Ben seni günler boyunca canım acıyarak affettim, bunu yaptıran ise dakikalardır ağzından düşmeyen sana olan sevgimdi."

Koza yutkundu, sonra beni kendine çekip sarıldığında saçlarımdan öptü. "Ve hayatının üçüncü dönemindeki Koza," dedi çenesini saçlarıma dayamışken. "Sadece yok, Koza ama Poyraz'ı da kabullenmiş. Bir annesi var, annesi onu sevmese de yanında. Kardeşleri var ve canından çok sevdiği kız kardeşi de yanında, onu intihardan bile vazgeçiren miniği yanında." Geriye çekildiğinde başını salladı. "Beni büyüttün diyemem çünkü büyümedim ama çalınan hayatım sanki sen beni affettikten sonra geri verildi. Ben o parka hiç gitmedim ve mutlu büyüdüm, diğerleriyle ve seninle. Bunun anlamını hiçbir zaman bilemeyeceksin, belki bir gün yaşlandığımızda şeker hastalığından ölürken buruş buruş bir suratla sana ne olduğunu itiraf edeceğim ama çalınan hayatımı senin beni kabullenişin verdi."

"Parklar güzeldir," dedim konunun ne olduğunu bile bilmeden. "Çocuklar için yani. Ve sen buruş buruş olduğunda da yanında olacağım, söz veriyorum."

Başını sallayıp, “Güzeldir," dedi, sonra geriye çekildiğinde burnunu çekip arabayı kilitledi. Hastanenin önüne gelmiştik. "Elbette güzeldir ve sen de buruş buruş olup artık Sonuncu'ya tahammül edeyip öldürmek istediğinde eline bir levye vereceğim, beynini patlatman için. Yok, belki de çorbasına beş kilo şeker koyarız ve şekerden ölür."

Gülmemek için kendimi durdurdum. "Yaşlanınca çok yakışıklı olacak."

"Yişlininci çik yikişikli ilicik," diyerek beni taklit etti. "O kadar mide bulandırıcı olacak ki yaşlı bunak, mahalledeki çocuklar onun hayat derslerinden kaçacak. Bu zamanları asker anısı gibi anlatıp duracak ve diğer çocuklar, 'Siktir git dede,' diyecek. O çocuklara bunu söylemesi için parayı veren de ben olacağım."

Gülmeye başladığımda, “Sen ne yapacaksın o zaman?" diye sordum.

"Çıtır bir bunak olarak mahallede bulunan elli yaşındaki kadınları peşimde koşturacağım," diyerek güneş gözlüğünü taktı. "Altın sarısı saçlarımı okşamak için tutuşacaklar."

Gülmeye devam ederken aklıma bir detay takılmıştı. Parklardan hoşlanmıyor muydu yoksa korkuyor muydu? Yenmesi gereken yeni bir olay vardı, bunu görebiliyordum. "Koza," dedim hevesle. "Yeğenlerini de belki bir gün sen parka götürürsün. Hem onlar havalı dayılarıyla salıncakta sallanırlar hem de Yankı'yı sollarsın."

"Park mı?" diye sordu ilk önce, sonra eli kapının koluna gitti, duraksadı ve bana baktı, cama baktı, sonra karnıma baktı. Ağzı açıldığında, “Eğer bana," dedi işaret parmağını kaldırarak. "Şimdi hamile olduğunu, Yankıcanlar ve Helinhanlar geleceğini, onların günlerce altına işeyip bezlerini değiştireceğini, aptal kocanın…" yine tiksindi. "Amına koyduğumun herifi, ağzıma taktı."

"Şşş!" dedim işaret parmağımı dudaklarıma götürerek, sonra diğer elim karnımı buldu. "Küfür etme, minik de olsalar onlar bunu duyuyor."

Gözleri kocaman açıldı. "Ne?" diye bağırdı. "Sikeyim!" Gür sesi arabanın içini doldurdu, sonra kısık sesle devam etti ve bu kahkaha atmama neden oldu. "Sen şimdi," dedi fısıltıyla. "İçinde bir şey olduğunu mu iddia ediyorsun? Si..." Başını iki yana salladı. "Kocanı öldüreceğim." Dişlerini sıktı. "Bir şey yok, bir şey yok, bir şey yok. Kocan yok."

Yüksek sesle kahkaha attığımda hiçbir cevap vermeden arabadan indim ve o da peşimden yürümeye başladı. Gülerek hastaneye yürürken söyleniyordu. "Sanırım," dedim hastaneye girerken. "Beşizimiz olacakmış. İçimde beş kişi var."

"Ne?" diye bağırdı bir kez daha. "Sen o beş bebeği içine nasıl sığdırdın? Benim miniğimsin sen."

Omzumu silktim. "Benim inanılmaz bir gücüm var."

"Hayır," dedi Koza karşı gelerek. "Bu olamaz çünkü büyük bir sorunumuz var."

"Neymiş o?"

"Diğer üçünün adını henüz düşünmedim ve isimlerini aptal kocandan önce," dişlerini sıktı, "ben bulmalıyım."

Gözlerim açılarak ona döndüğümde, “Tek problem bu mu?" diye sordum.

"Hayır," dedi bir anda. "Yankıcan, Helinhan, Bartucan, Mutlucan," yutkundu, "benim adımı veremeyiz, Nil olmaz çünkü o benim Nil'im. Lâl desen," dudaklarını büzdü, "bir dakika, konu bu mu gerçekten? Aptal, sikik kocan," yine fısıldadı, "aptal, sikik kocan nasıl beşiz yapabilir, yuh." Bana baktı. "Sen onları nasıl taşıyacaksın? Yarısını o herife ver." Yanımda yürümeye başladı. "Aklıma kaçıracağım, bir gün başıma bunun geleceğini biliyordum."

"Koza, şaka yaptım," dedim gülerek.

"Beş tane ne demek? İsim yetişmiyor."

"Koza, şakaydı."

"Bartu'yla kavga ederim, ben paylaşamam, aptal kocan durmadan kaçırır bizden ve Nil onları görünce üzülür." Duraksayıp bana baktı. "Tamam, bu seni üzmesin ama Mutlu yanlarında olmayacak, değil mi? En sevdikleri çizgi film Pembe Panter olmamalı ve..."

"Koza," dedim ellerimi kaldırarak. "Şakaydı."

Açık olan ağzı bir süre kapandı, ardından, “Beşiz değilse kaçız o zaman?" diye sordu.

"Hiçiz," dedim.

"O ne lan?" dedi yüzünü buruşturarak.

"Hamile değilim," dedim omzuna vurarak. "İçimde hiçbir şey yok."

Rahatlamasını bekliyordum ama yüzüme şaşkınlıkla bakmaya devam etti, sonrasında ise hastanenin koridorunda yürümeye başladı. "Sevindim," dedi ağız ucuyla ama sevinmemiş gibiydi. "Hiç masal bilmeyen dayı veya amca olmazdı zaten."

Dudaklarım büküldüğünde hızlı adımlarla ona yetiştim ve koluna girip, “Fakat bu olmayacağı anlamına gelmez bence," dedim gülümseyerek. "Bence sen masalları okumaya başlasan iyi edersin. Hem belki bir gün sen de harika bir baba olursun, masalları bilen bir baba." Bunu söylediğim an, ağzımdan çıkan cümlelerin pişmanlığını yaşadım. "Yani rüyaların…" dedim kekeleyerek. "Bahsetmiştin bir keresinde hayallerinden. O yüzden."

Başını iki yana salladı. "Benim hayallerimdeki çocuk, tek bir kadındandı," dedi. "Ve o kadınla beraber hayallerim mahvoldu."

Sessizliğe gömüldük. Diyecek birçok umut vaat eden cümlelerim vardı ama bunları şu an dile getirsem bana inanmazdı. Bir evlat edinebilirlerdi, bir aile olabilirlerdi, hayallerine yeniden yönelebilirdi ama bunları söylemenin yeri ve zamanı değildi.

Dün Harun Aktan'ı hapishaneye kilitledikten sonra Işık'ı bir daha görmemiştim, Koza'yı da öyle. Biz kendi evimize gitmemiştik, Koza'nın evinde kalmaya devam ediyorduk ama geceyi Mutlu, ben, Yankı, Bartu ve Lâl geçirmiştik. İkisinin birlikte olduğunu düşünürken Işık sabahın erken saatlerinde eve gelmişti, biz Yankı'yla uyanıktık. Sarhoştu, gözünün önünü göremiyordu.

Ve bugün birkaç günlüğüne tatile gitme planımızdan bahsettiğimizde seve seve kabul etmişti, yüzünde neşe vardı. "Son beraber tatilimiz olsun," demişti bana ve Yankı'ya. "Sonrasında ben artık olmayacağım."

Koza bilmiyordu. Yankı bunu söyleme görevini bana devretmişti maalesef ama ben de ne şekilde söyleyeceğimi bilmiyordum.

"Koza," dedim annemin yattığı odanın önüne doğru yürürken. Hayır, şu an söylememeliydim çünkü annemi göreceği için gerildiğini hissedebiliyordum. Sorgular cinsten dönüp bana baktı. "Yok bir şey," dedim başımı sallayarak. "Sakinleş, titriyorsun."

Köşeyi döndüğümüzde, “Onu görmeye hazır değilim," dedi ve uzakta, bekleme koltuklarında oturan Sadık Orhan'ı gördüm. Annemi bir an bile yalnız bırakmıyordu, dün akşam geldiğimde de buradaydı ve bugün de evine gitmemişti.

"Ama artık görmen gerekiyor," dedim ve Sadık Orhan da bizi fark ettiğinde ayağa kalktı. Gözleri ikimizin üzerinde gezinirken koluna girdiğim Koza benden birkaç adım uzaklaştı, sonra Sadık Orhan'ın yanına uğramadan kapıya doğru ilerledi. Arkasından öylece bakarken tedirginliğin kalbimde büyüdüğünü hissettim.

Sadık Orhan yanıma geldiğinde, Koza birkaç adım ileride, kapının önündeydi. "Merhaba," dedim Koza'ya bakarken. "Evinize gitmemişsiniz."

Onunla aramdaki resmiyet ve ruhlarımızın uzaklığı ne zaman son bulurdu ya da son bulacak mıydı, bilmiyordum ama gözlerinin içine bakmaktan bile kaçınıyordum. "Gitmedim," dedi.

"Dinlenmelisin," dedim çoğul ekini kaldırarak. Gözlerim hâlâ Koza'nın üzerindeydi. "Onu zaten uyutuyorlar ve içeriye zorlukla alıyorlar. Defalarca söyledim ama ben burada kalmak istiyorum."

"Hayır," dedi Sadık Orhan belki de onuncu kez. "Onunla ben kalacağım, bunu istiyorum. Daha önce de söyledim. Burada kaldığım süre, geçip giden zamanlarımızdan daha kısa." Hiçbir şey söylemeden Koza'ya bakmaya devam ettim. "Ve abin de senin gibi inatçı, ikna etmek oldukça zordu."

Bakışlarım ona döndü. "Anlamadım?"

"Söylemedi." Kaşlarımı kaldırdım. "Gece buradaydı ve şu an gördüğün gibi sadece kapının önünde bekledi, içeriye girmek istemedi." Gözleri annemin odasını buldu. "Belki de giremedi, bilmiyorum ama bu çocuğa ne yaşatıldıysa korkuları önüne geçiyor."

Canım acıdı ve Koza'nın kapının önünde beklerken sanki aklından geçenleri okudum. "Yaşatılanların korkusu değil," dedim boş bulunarak. "Yaşayacaklarının korkusu. Annemin onu hiçbir zaman sevmediğine inanıyor ve korkuyor. Kabullenilmemek bu hayattaki en zor şeylerden biridir." Göz göze geldik. "Bunu yaşamış biri olarak söylüyorum, o kapıyı biz açmazsak kendisi açmayacak."

Sadık Orhan uzun bir süre yüzüme baktıktan sonra, “Annenin onu kabullenmesi için zaman gerekiyor," dedi bir umuda tutunarak. "Çünkü oğlu ona kötü zamanlarını hatırlatıyor."

"Sence kabullenecek mi?" Annemi en iyi tanıyan kişi Sadık Orhan'mış gibi geliyordu. Hepimizden daha çok o biliyordu; kalbini, yaşadıklarını, hislerini.

"Beni hatırlarsa bir gün, onu da kabullenecek," dedi ve bu cümlesi canımı daha fazla yaktı.

"Doktorlar ne diyor?" diye sordum. "Hatırlamak konusunda."

Sadık Orhan gözlerini kaçırdı, canı acıyordu; canı acıdığında yaptığı bu hareket bana kendimi hatırlattı. "Uzun bir tedavi süreci olduğunu ve psikolojisinin zor toparlanacağını hatta belki de düzelmeyeceğini. Beni hiçbir zaman hatırlamayabilir, oğlunu hiçbir zaman sevmeyebilir, kendisiyle barışmayabilir." Çenesiyle beni işaret etti. "Ama seni biliyor, tanıyor ve hatırlıyor. O seni seviyor, geçmişte hatırladığı tek güzel anılar sana ait. Onlar da zaten çok kısa." Gözlerine umut doldu. "Belki de ona sen yardımcı olursun." Sesini biraz daha yükseltip Koza'nın da duymasını sağladı. "Her seferinde ona kendinizi tanıtın, büyük ihtimalle şu anda da unutmuştur. Görsel hafızasında bir köşede varsınız ama kimlikleriniz silinip gidiyor."

"Ne yani?" dedi Koza, omzunun üzerinden dönüp bize bakarken. "Her seferinde benim sevmediği o oğlu olduğumla mı yüzleşecek?" Yutkundu. "Ve ben de sürekli aynı duyguyu mu yaşayacağım?"

Bir cevap vermedik ikimiz de ve Koza yeniden önüne döndüğünde çaresizliğin omuzlarına bıraktığı yükün farkındaydım.

Bilmiyorlardı, anneme her baktığımda benim sanki diğer suretimi gördüğümü bilmiyorlardı ve emindim, annem de bana baktığında öyle hissedecekti. Eğer ben Harun Aktan'ın yanında kalmaya devam etseydim anneme dönüşecektim ve annem kaçabilseydi ben olacaktı.

"Her konuda kendimi çok güçlü hissetmeye başladım," dedim bir itirafta bulunarak. "Ama annem konusunda çok güçsüzüm. Kabullenemiyorum, aşamıyorum, affedemiyorum. Annemi değil, yaşananları." Gözlerimi kapattım. "Belki bu söylediğim yüzünden benden nefret edeceksin ama o kadar çok acı çekti ki keşke bana anlatılan öldü senaryosu gerçek mi olsaydı diyorum çünkü onu anlıyorum." Gözlerimi açıp ona baktım. "Belki de bu yüzden kendi içimde bile onun yanına gelirken ne yapacağımı bilmiyorum. O bir anne ve benim annem ama aynı zamanda o ben ve ben oyum. Karşında kendini izlemek çok acı, anlıyor musun?"

Sadık Orhan'ın gözleri doldu, buna hazırlıksızdım. Bakışlarını kaçırdı ve yeniden baktığında, “Benim umudum var," dedi. "Sen de inan, inanırsan yardımcı olursun." Başıyla Koza'yı işaret etti. "Bunu benim için değil, onun için yap."

Ne yapacağımı bilmiyorum diye haykırmak istedim, çırpınmak ya da çaresizce ondan yardım istemek ama hiçbir şey söylemeden Koza'nın yanına ilerleyip elimi omzuna yerleştirdim. Hareket bile etmedi. "Sadece on dakika görme hakkımız var," diye fısıldadım. "Bunu beraber mi yapmak istersin, yoksa yalnız mı?"

"Lütfen," dedi Koza fısıldayarak. Sadık Orhan'a güçsüzlüğünü göstermek istemiyordu. "Lütfen beni yalnız bırakma."

Omzunu sıktım, sonra bir adım öne geçerek elimi kapının koluna koydum. Koza kasıldı, rahatlatmak istermiş gibi gülümsemeye çalıştım ama zordu. Kapıyı yavaşça açtığımda içerinin gün ışığı gözlerime doldu, sonra yatakta uzanan annemi gördüm, ardından çevresinde daire olan saksıdaki zambakları.

Sadık Orhan ona bu hastanede geçirdiği günlerde zambaklar almıştı. Belki onu hatırlasın diye, belki de mutlu olması için ama anneme bir şey ifade etmediğine emindim.

İçeriye girdiğimde Koza'nın hâlâ hareket etmeden durduğunu fark ettim, bakışları annemin üzerindeydi. Bileğini tutup çektiğimde peşimden girdi, Sadık Orhan ise geride kalmayı tercih etti. İçeriye girdiğimizde kapı kendiliğinden kapandı, o anda annemin gözleri açık bir şekilde pencereden dışarıya baktığını gördüm. Kapı kapanır kapanmaz irkilip bize baktı ve dudakları aralandı.

Yüzüne biraz da olsa renk gelmişti, dün akşamdan çok daha iyiydi. Saçları taranmıştı; dün akşam Sadık Orhan'ı elinde bir tarakla görmüştüm, o an zaten bunu fark etmiştim. Ben o günden sonra saçlarına dokunabilir miydim, bilmiyordum.

Gözleri bir benim, bir Koza'nın üzerinde dolaşırken yine korku doldu. Hayır, Helin, dedim kendime, o eğer sensen sana nasıl konuşulmasını istediğini düşün.

"Biz kötü insanlar değiliz," dedim en sakin açıklamamla. "Helin ben," diye tanıttım. "Kızın." Telaffuzu zor, sevgisi fazla, acısı derin. Koza'yı işaret ettim. Koza bileğimi sıkıp beni susturdu.

"Kızının," dedi. "Bir arkadaşıyım. Ben de kötü biri değilim." Kaşlarımı çatıp ona baktım; yaptığı yanlıştı, yaralayıcıydı. Bana doğru eğildiğinde titreyen bir sesle, “Bırak," dedi fısıldayarak. "Bırak beni, en azından herhangi biri diye bile olsa sevsin, her seferinde ona kendimi acıyla tanıtamam."

"Bu yanlış," dedim. Şu an bana daha önce ne yapıyorsa aynısını anneme yapıyordu. Benim karşıma çıktığında kendisini abim gibi değil bir düşman gibi tanıtmıştı. Şimdi de annemin karşısında başka bir kimliğe bürünmüştü.

Koza aslında bütün dönemlerine rağmen kendisiyle bile barışmayan biriydi, kabullendiğini söylüyordu ama kabullenmemişti. Annem ikimize bakarken Koza'nın üzerinde biraz daha oyalandı, Koza'nın her seferinde kendisini benim arkadaşımmış gibi tanıtması akıl kârı değildi.

Hiçbir şey söylemediğinde yatağın yanına ilerledim, Koza'yı çekmek için ise epey bir efor sarf ettim.

"Sizi tanıyorum, gördüm," dedi annem ikimize de bakarken. Halbuki bu kez beni de tanımıyormuş gibiydi. "Daha önce karşılaştık, değil mi?" Bir annenin çocukları için bu şekilde konuşması da fazlasıyla yaralayıcıydı fakat yaralara artık odaklanamayacaktım. "Sen benim kızım mısın?" diye sordu. Soruyu sorarken hevesli görünmek istiyordu ama kalbine o sevgi ulaşmıyordu çünkü yine silinip gitmiştim.

"Evet," dedim sakince yatağın kenarına oturarak. "Daha önce karşılaştık. Belki de seneler önce."

Anne, ben Helin, evlendim, âşık oldum, bir ailem var; bak, o oğlun, hatalar yaptı ama kalbi kocaman ve sevgiyle dolu.

Anne bak, biz çocuklarınız.

Her seferinde yaşanmışlıklardan, acılardan bahsedilmezdi elbette ama her seferinde ona mutluluklardan bahsedebilirdim, o da mutlu olsun diye.

Annem başını sallayıp yeniden pencereye döndü. En azından artık Koza'dan korkmuyordu ve bu da Koza'nın anneme biraz daha yaklaşmasına neden oluyordu. Kendini başka biri gibi tanıtmak onu iyileştirmeyecekti ama annemi iyileştirebilirdi.

Ne söylenmesi gerekiyordu? Sadık Orhan için ben çaba sarf etmeliydim ama kendimi onun gözlerinde gördüğümde, tek istediğim, sevildiğinin farkında olmasıydı.

"Biz her zaman buradayız," dedim içten bir sesle. "Geniş bir ailen var, eğer bizi kabul edersen. Seni saatlerce dinlemeye de istediğin her şeyi yapmaya da hazırız." Başını olumlu anlamda aşağı yukarı salladı ve pencereden dışarıya bakmaya devam etti. "Eğer şimdi bizden bir şey istersen onu gerçekleştirebiliriz. Şu an kendini beni, bizi sevmek zorundaymış gibi hissetme. Zamanla her şey yoluna girecek."

Daha önce onu gördüğümde hiçbir isteği yoktu, hayatla bağlantısını kesmişti ama şimdi, bir şeyler farklı seyrediyordu. Değişmişti; umut var mıydı, bilemiyordum ama artık ölüm ona çok da yakın durmuyordu.

"Dışarıdaki adam," dedi, Sadık Orhan'ı kastetti, bir zamanlar âşık olduğu adamdan yabancı gibi bahsetti. "Benim bir şeyleri unuttuğumdan söz ediyor, bunu şimdi daha iyi anlıyorum." Bunu söylemesi doğru muydu, bilmiyordum. "Neleri unuttum, bilmiyorum ama neleri unutmadığımın farkındayım."

Koza yatağa oturmak yerine yere çöktü ve annemle göz göze geldi. Çok kısa bir an bakıştılar, Koza'nın omuzlarının titrediğini fark ettim. Nefes almakta zorlanıyordu. "Neleri unutmadın?" diye sordum, Koza konuşamıyordu.

Uzun bir süre sessizliği paylaştık, bu sessizliği paylaşırken nefesinin bile bana huzur verdiğini fark ettim.

"Benim bir günlüğüm vardı," dedi derin bir nefes vererek. "İçinde sadece güzel anılardan bahsettiğim bir günlüktü. O zamanlar, bu günleri görerek mi o günlüğü tuttum, bu kısmı hatırlamıyorum ama," hayır anne, sen de bir Sokak Nöbetçisi’ydin, "içinde güzel zamanlarım vardı. Fotoğraflar, heyecanlar, gülümsemeler." Kaşları çatıldı. "Kötü günler çoğaldıkça yazmayı bıraktığıma eminim ama o günlükte benim geçmişim var." Koza acılı bir nefes verdi. "O günlüğü kaybettim, diğer eşyalarımla birlikte. Halbuki saklamıştım. Onu bana bulabilir misiniz?" Gözleri bana çevrildi. "İçerideki adam kaybolduğunu söyledi, doktorlar da öyle ama belki de kaybolmamıştır. Eğer bulursanız belki unuttuklarımı da hatırlarım."

Dudaklarım çaresiz bir şekilde aralandığında hiçbir şey söylemedim çünkü biliyordum ki Harun Aktan o günlüğü çoktan yok etmişti. Annemin eşyalarını yakıyordu, kül ediyordu. Çünkü annem ölmüştü, annem beni bırakmıştı, bizi bırakmıştı.

"Ben," diye konuşmaya başlayacağım zaman Koza sözümü kesti.

"Buluruz," dedi kendinden emin bir sesle. "Kaybolmamıştır belki. Ararız ve buluruz, senin için getiririz onu."

Günler sonra annemin gözlerinde bir ışık gördüm; bu ışık sadece Koza için yandı, Koza'ya bakarken canlandı. Annem bir anda yattığı yerde doğrulduğunda eli, Koza'nın yatağa yaslanmış elini bulup sıktı. Koza şaşkınlıkla gözlerini açtığında, “Beni kandırıyor musun?" diye sordu. "Yoksa bu bir oyun mu?" Elini çekeceği sırada Koza karşı gelip o da tuttu. "Seni o mu gönderdi? Sen onun adamı mısın?"

"Seni asla kandırmam," dedi başını iki yana sallayarak. "Ben onu," sustu, gözlerini kapattı ve geri açtığında gözleri dolmuştu. "Biri o günlüğü aldı, sakladı, gizledi, kendinden bile korudu. O kişi şu an çok uzaklarda ama yerini bilen bir başkası var."

"Koza," dedim ne anlatmaya çalıştığını anlamayıp.

"Kim o?" diye sordu. "Yoksa o adam mı?.." Elini öyle bir çekti ki yatağın başlığına sindi.

"Hayır," dedi Koza yeniden elini tutmak için hareketlenerek ama annem daha fazla kaçtı. "O değil, asla ulaşamadı. Kim olduğunun bir önemi yok, artık burada değil."

"O kimdi?" diye yeniden sordu annem. "Beni nereden tanıyor? Günlüğümü neden sakladı?"

Koza ağzını açtı ve geri kapattı. Birkaç kez bunu tekrar etti, sonra bana baktı ve başını bir karar vermiş gibi salladı. "Poyraz'ı hatırlıyor musun?" dedi sakin bir sesle, sanki kendisinden bahsetmiyormuş gibi. Annem duraksadı, düz gözlerle Koza'ya baktı, gözlerine oturan o acıyı gördüm; acıyı ve kaçışı. İrkildi, irkildiği kişi Poyraz değil, yaşadıklarıydı ama bu Koza'ya yetti. Karar vererek, "O saklamış," dedi. "Ama korkma, artık burada değil, çok uzakta ve bir daha da gelmeyecek. Onu istemediğini biliyor bu yüzden karşına çıkmayacak. Korkma." Eli annemin eline uzandı, bu kez çekmedi ama eğer Koza'nın Poyraz olduğunu bilseydi o elini çekerdi. Bununla yüzleşmek Koza'nın gözlerinin dolmasına neden oldu. "Belki de bir yerlerde çok mutludur ya da ölmüştür, bilmiyorum ama o seni seviyordu ve senden kalan her şeyi korumak için çaba gösterdi."

Bunu yapmaması gerekiyordu, sağlıklı değildi. Annem bir gün onu hatırlarsa yeni acılarla yüzleşmemeliydi, kendine bu işkenceyi çektirmemeliydi, gerçeklerle karşısında dikilmeliydi. Onu ilk gördüğünde tanıttığı gibi karşısında durmalıydı ama gücü yetmiyordu, bunu anlayabiliyordum.

"Ölmüş müdür?" dedi annem, bu kez sesinde keder vardı. "Ölmemiş olsun."

Koza'ya bu bile yetti, başını omzuna doğru yatırdığında, “Ölmemiştir," dedi gülümseyerek ama gözleri hâlâ doluydu. "Ölmemiştir ve seni hâlâ tüm kalbiyle, çok seviyordur."

"Ölmüştür," dedi bu kez de annem. "O da çok acı çekmiştir." Kendini mi suçluyordu? Korkuyu, kederi, öfkeyi, nefreti, sevgiyi, hepsini aynı anda annemde görüyordum.

"Hayır," dedi Koza başka bir yalana başvurarak. "Çekmedi, bunu biliyorum. Sandığın gibi hiçbir şey olmadı; çok mutlu bir hayat yaşadı, bir yerlerde sevdiği kadınla mutlu bir hayat yaşıyor olmalı. Seni de hiçbir zaman unutmadı, ondan korkmana da, onun acısını çekmene de gerek yok. Karşına çıkmaması gerektiğini biliyor, bunun farkında fakat iyi olduğunu bilmek bile ona yeter. Eğer onu görmek istersen..."

Annem başını olumsuz anlamda iki yana salladı. Kalbim kırıldı, Koza'nın kırılan kalbinin parçaları sanki boğazıma dizildi. "Görmezsin onu," dedi Koza. "O çok uzaklarda kalmaya devam eder."

"Bu kadar şeyi nereden biliyorsun?" diye sordu annem Koza'ya. Şüphe değil, sesinde yine korku vardı.

"Uzaktan bir arkadaş," diyerek omzunu kaldırıp indirdi. "Helin'i de onun sayesinde tanıyorum."

Yalanlar yalanları doğuruyordu, annemin gönlünü rahatlatmak için kendini harcıyordu. "Helin," dedi annem bana dönerek. "Ben seni düşünüyorum ve hatırladıklarım..." Gözlerini kapattı, kendisini zorladığını anladım, "ben nasıl yapacağım? Ben nasıl yaşayacağım? Bir insan bu şekilde nasıl yaşar?"

Bu kez onun elini tutma sırası bendeydi. "Yapacağız," dedim sımsıkı tutarken. Gözlerini açtı. "Yaşayacağız. Her şeyi halledeceğiz. Bana güven, olur mu?" Gözleri boşluktaydı. "Bana baktığında bile kalbinde bir boşluk var, bu seni öfkelendiriyor, değil mi?" Hiçbir şey söylemedi ama biliyordum, aynısı bende de vardı. "Geçecek," dedim kendimden emin bir sesle. "Sadece senin için elimizden gelen her şeyi yapacağımızı bil."

"İyileşecek miyim?" diye sordu, sesinde hem umut hem umutsuzluk vardı.

"İyileşeceksin," dedi Koza benden önce.

"İyileşeceksin," dedim ben de Koza gibi.

Kapı çaldı, ardından açıldığında içeriye iki hemşire ve arkalarındaki Sadık Orhan girdi. Bakışlarım o yöne döndüğünde annem elimi çekiştirerek beni kendine yaklaştırdı. "O adamdan korkuyorum," dedi işaret ederek. "Gitsin." Canım acıdı, hem annem için hem Sadık Orhan için. "Gitsin," dedi bir kez daha. "Bana zarar verecek diye korkuyorum."

"Vermeyecek," dedim kısık sesle. "Eminim, vermeyecek."

"Evet," dedi hemşire odanın ortasına ilerlerken. "Sizi dışarı alabilir miyim? Bu kadarı yeterli."

"İki elma yedi, dört bardak su içti sabahtan beri," dedi Sadık Orhan. "Altı saat uyudu, bu gece kâbus görmedi. Dışarı çıkmak istedi ilk defa ve çiçekleri kabul etti. Müzik dinlemek de istedi, en sevdiği şarkıyı açtığımda gülümsedi." Her şeyi ezbere biliyordu. "Sonrasında saat dokuz sularında..."

"Bunları dışarıda konuşuruz," dedi hemşire sözünü keserek. "Doktora söylemeniz çok daha iyi olur." Gözleri yeniden bize döndü. "Evet, dışarı lütfen."

Oturduğum yerden kalktığımda ve Koza da beni takip ettiğinde annem hızlıca Koza'nın bileğini tuttu. "Getirecek misin o günlüğü sahiden?" dedi hevesle. İlk defa Koza'ya büyük bir sevgiyle baktı.

Koza, bileğini tutan eline baktı, sonrasında düşük omuzlarını düzeltip, “Getireceğim," dedi. "Söz veriyorum, her şeyim üzerine."

"Bunu asla unutmam," dedi annem; bu cümlesi bana kendimi hatırlattı. "Karşılığında ne istersen yaparım." Ve bu cümlesi de bana kendimi hatırlattı, Harun Aktan'dan gelen bir alışkanlıktı. Koza da bunu hissetti çünkü aynısı onun için de geçerliydi.

Hiçbir cevap vermedi, senden hiçbir şey istemem diyemedi ve karşı da çıkamadı. Hepimizden önce odadan çıkarken, “Belki bir gün sarılırsın," diye mırıldandığını işittim ama bunu da benden başka kimse duymadı.

Annemden tek isteği, ona sarılması olacaktı, bunu biliyordum fakat ne yazık ki annem ona sarıldığında oğlunu kabul ederek değil, ona iyilik yapan bir genç adam olarak bunu yapacaktı.

Koza'ya bunun yetecek olması, kalbimi parçalıyordu.

Peşinden çıktığımda ve Sadık Orhan da benimle beraber geldiğinde kapı kapanır kapanmaz Koza'ya, “Yaptığın büyük bir yanlıştı," dedim öfkeyle. "Ona nasıl olur da kendini benim arkadaşım gibi tanıtırsın?"

"Ne?" dedi Sadık Orhan şaşkınlıkla.

"Doğru olanı yaptım," dedi Koza kaşlarını çatarak. "Diğer türlü sürekli bana karşı olan nefretiyle yüzleşecektim."

"Hayır, o seni kabullenebilirdi."

"Hayır, hiçbir zaman kabullenmeyecekti."

"Kabullenecekti," diye çıkıştım.

"Ben aşk çocuğu değilim senin gibi," dedi Koza sert bir sesle. "Ben Sadık Orhan'ın oğlu da değilim. Beni olduğum gibi sen kabullenir miydin?" Bir cevap vermemi beklemeden hızlıca devam etti. "Bırak beni sevsin, yeter ki sevsin, oğlu olarak bilmese de olur, sevsin yeter. Bırak, yüzüme umutla bakabilsin. Bırak, yüzüme baktığında bir tecavüzü değil, genç bir adamı görsün. Bırak, Poyraz bir yerlerde öldü ya da mutlu sansın, hangisi ona huzur veriyorsa buna inansın. Bırak," dedi dişlerini sıkarak. "Bırak, benim için kalbinde yeni bir yer açsın, bu bile bana yeter."

Başımı olumsuz anlamda iki yana salladığımda, “Ya seni bir gün hatırlarsa," dedim.

"İnkâr edeceğim."

"Bu kötülük."

"Bu ikimiz için de iyilik," dedi gözlerimin içine bakarak. "Çünkü bir annenin oğluna karşı nefretiyle yüzleştim, bu şekilde yaşanmaz." Bizi dinleyen Sadık Orhan'a baktı. "Ve senden korkuyor, onun üzerine gitmekten vazgeç. Seni önceden seviyor olması, yeniden seveceği anlamına gelmez. Eğer iyi gelmiyorsan hayatından çık ya da farklı birine dönüş. Sen ve ben, onun hayatının acılarıyız. Ben, bana bir yabancıya sarılır gibi sarılmasına bile göz yumacağım, sen de onu düşünüyorsan kendinden ödün ver."

Sadık Orhan duvara çarpmış gibi olduğunda, yüzleşmek onun için de acıydı. Onunla yeniden tanışmasını istiyordu; bu ne kadar da acı vericiydi, farkında değildi. "Ben senin yaptığını yapamam," dedi Sadık Orhan, Koza'ya dikkatlice bakarak. "Onunla yeniden tanışamam çünkü senin aksine ona baktığımda güzel günlerimizi hatırlıyorum, sana seneler boyunca güzel gözlerle bakan birine karşı yabancıya dönüşemezsin."

"Anlamıyor musun?" diye çıkıştı Koza. "Tek bir hayat var, o hayat bize ait. Başka bir hayat yok ve ona iyi gelmek zorundayız. Benim öz babam onun hayatını katletti, ben o adamın oğluyum. Anlıyor musun? Bunun acısının farkında mısın?"

"Evet, öfkeni anlıyorum, yaşadıklarını da öyle ama benim de başka bir hayatımız olsaydı diye dilemekten başka çarem yok şu an." Koza kaşlarını kaldırdı. "Senin de benim oğlum olduğun bir hayat isterdim, tam şu an." Dudaklarım aralandığında Koza da aynı şekilde ona baktı. "Ve hâlâ isterim. Geçmişe dönemezsin ama geleceği inşa edebilirsin."

Sadık Orhan, Koza'ya onu oğlu gibi gördüğünü söylemişti. Baba sevgisi bu muydu, bilmiyordum ama Koza'nın ilk defa bunu hissettiğine emindim. "Bu," dedi Koza, sonra gözleri bana döndü ve yutkundu. "Bana acımana gerek yok," diyerek pençelerini çıkardı. "Benim bir babaya da ihtiyacım yok." Konuşması, ihtiyacım var, diye haykırıyordu.

"Sana hiçbir zaman acımadım," dedi Sadık Orhan. "Ve senden de hiçbir zaman nefret etmedim; aksine, sevdim. Buradayım," dedikten sonra elini omzuna yerleştirip sıktı. "Ve karşında senin gibi hatalar yapmış yaşlı bir adam var. Buradayım, istediğin her an. Eğer kendini yeni birisi gibi tanıtıyorsan ve olduğun kişiyle kendini kabul edemiyorsan yeni hayatında yer almak için hazırım. İster bir abi ister bir arkadaş ister bir..." Gözlerine inanç doğdu. "Bir baba. Benim için Helin ne ise sen de osun çünkü âşık olduğum kadının oğlusun."

Koza, omzundaki Sadık Orhan'ın eline baktıktan sonra itaat ediyormuş gibi omuzları düştü, ardından dudaklarından, “Efendim," döküldü; bu efendim, Nadir'in efendimleriyle aynıydı ve bin parçaya bölündüğümü hissettim. Koza her ne düşünüyorsa, hangi anının içindeyse âdeta bir çocuğa dönüşmüştü.

Başını iki yana salladığında dişlerini sıktı. "Ben bunu daha önce yaşadım," dedi sert yüzüne dönerek fakat Sadık Orhan'ı reddetmedi. Geriye çekildiğinde bana bile bakmadan yürümeye başladı.

Bir ona, bir Sadık Orhan'a bakarken, “Git," dedi Sadık Orhan çenesiyle işaret ederek. "Abini yalnız bırakma."

"Tamam," dedim o tarafa döndüğümde. "O halde," ne diyeceğimi bilemedim ve kalbimde ilk defa Sadık Orhan'a karşı öyle ılık bir rüzgâr esti ki ona sarıldığımda ne hissedeceğimi merak ettim. "Sonra görüşürüz," dedim. "Ve belki konuşuruz Sadık Bey."

"Ve belki," dedi Sadık Orhan ben geri geri yürürken. "Bana baba dersin."

Hiçbir cevap vermediğimde sırtımı ona döndüm. Yüzümdeki gülümsemenin nedenini artık biliyordum; ilk defa Sadık Orhan'ın baba sevgisini hissetmiştim ve beni tek başıma değil, abimle beraber kabul etmişti. Bir aile kurmak için geçti ama bir babaya sarılmak için hiçbir zaman geç olmazdı.

Olmazdı, değil mi?

"Koza," diye seslendim arkasından, hastaneden çıkarken. "Bekle!"

Durduğunda neredeyse sırtına çarpıyordum. "Geç kalacağız," dedi, az önce konuşulanları yok sayarak ama ters tarafa yürüyordu. Heyecanlanmıştı, umutlanmıştı; o da hâlâ saf bir çocuktu. Güven sorunları olan bir çocuk. Kolundan çekip arabaların olduğu yere yönlendirdiğimde bana ayak uydurdu.

Kısa bir sessizlik oldu, en sonunda, “Annemin günlüğünü sakladın mı gerçekten?" dedim kaşlarımı kaldırarak. "Yoksa..."

"Ben saklamadım, bir başkası sakladı," dedi arabanın önüne geldiğimizde. "Ve sadece günlük değildi."

"Nasıl yani?" diye sordum.

Gözleri çenemden aşağıya kaydı ve boynuma baktı, ardından mavi tişörtünün altındaki anahtar kolyesini çıkarıp öptü. "Bu anahtarlar, bize boşa bırakılmadı, Helin."

Şaşkınlıkla ona baktığımda, “Anlayamıyorum," dedim kekeleyerek. "Annemin eşyaları nerede?"

Koza bakışlarını gökyüzüne çevirdi, sonrasında ise, “Ben de bilmiyorum," dedi. "Yerini bir tek bütün hayatımı baştan sona öğrenen kişi biliyor." Başımı omzuma doğru yatırdım. "Nil," dedi kalbinde hissederek adını söylerken. "Biz onunla öylesine bir şeyler paylaşmadık, Helin. Biz onunla kocaman, acı dolu bir çocukluk paylaştık ve ben en yalnız zamanlarımda bile ona güvendim."

***

"Seni ruh hastası herif! Pembe Panterli iç çamaşırımı sen giydin, değil mi?" Mutlu'nun sesi evin içini inletiyordu, kulaklarımı sıkıca kapatmak zorunda kalmıştım ve sırtımdaki çanta omuzlarımı ağrıtıyordu. "Hayvan, öküz!" diye bağırmaya devam etti. "Anlamıyor musun? Host Bey de gelecek; o en sevdiğim iç çamaşırımdı!"

"Ben senin donunu neden giyeyim, geri zekâlı?" diye bağırdı Bartu ve basamaklarda adımlarını hissettim çünkü âdeta ev inliyordu. "Senin götüne giren, benim güzel şekilli götüme nasıl girsin? Minicik götün var senin."

"Işık!" diye haykırdı Mutlu. "O donumu aldı ve şimdi de benimle dalga geçiyor!"

"Almadı," diye haykırdı Işık. "Herkes yarım saattir seni bekliyor ve birazdan o flörtün kapıya geldiğinde donumu arıyordum mu diyeceksin?" Sessizlik oldu, ardından Işık haykırdı, Mutlu bağırmaya devam etti.

"Mutlu," diyen Yankı'nın sesi sakin geliyordu ama gülmemek için de kendini zor tutuyor gibiydi. "Lütfen Bartu'nun pantolonlarına işemeyi bırak."

Ağzım açıldığında yanımdaki Koza öfkeyle bağırarak, “Ulan!" dedi. "Evimin ortasına işeyemezsiniz! Bir de bunu yapamazsınız."

Bartu son basamaktan aşağıya indiğinde üstünün çıplak olduğunu gördüm, altında ise sadece bir şort vardı. Omuzları olduğundan daha geniş görünüyordu, karın kasları belirginleşmişti ve benim onu dikizlediğimi fark ettiğinde göğüs kaslarını hareket ettirdi. "İşesin," dedi Bartu, Koza'ya. "Çünkü birçok pantolonum var artık. Pantolonumuz. Senin ve benim."

"Pantolonumuz diye bir durumun söz konusu olduğunu düşünmüyorum," dedi Koza tiksinerek Bartu'ya bakarken. "Artık eşyalarımı çalmaktan vazgeç."

"Ah," dedi Bartu göğüslerini bir aşağı bir yukarı hareket ettirirken. "Alt bedenlerimiz aynı, Kelebek."

Koza, Bartu'ya bakarken, “Şu memelerini dans ettirmekten de vazgeç," dedi eliyle şakaklarını ovarak. Yutkundum. Bartu daha fazla hareket ettirdi.

"Ne oldu?" dedi Koza'ya yaklaşıp göğsünü göğsüne vurarak. "Tahrik mi oldun?"

"Amına koyayım," dedi Koza gözlerini açıp. "Şeftalili duş jelimi de mi kullandın?"

"Kokla, biraz daha kokla." Koza geriye çekildikçe Bartu onun üzerine gitti. "Ayrıca bu senin üzerindeki mor çiçekli gömlek de neyin nesi amına koyayım?"

"Neden her gören aynı şeyi söylüyor?" dedi Koza ters ters bana bakarak. Gülmemek için kendimi bir kez daha durdurdum. "Tatil gömleği yazınca bu çıkıyor internette, ben de aldım."

"Kardeşim," dedi Bartu omuzlarını kaldırarak. "Ferrari'n olsa gizler miydin?"

"Ne alaka şu an?"

"Bilmiyorum," dedi. "Hep yapmak istemiştim." Lâl merdivenlerden zıplayarak indi; boynunda yine fotoğraf makinesi vardı, altında kısa kot şort, üzerinde siyah ip askılı atlet. Yüzünde o kadar sıcak bir gülümseme vardı ki Koza'yı görünce bile bu silinmedi. Bartu onun geldiğini fark ettiğinde göğüslerini yine hareket ettirmeye başladı. Bana baktı. "Benim güzel kardeşim," dedi bu kez bana yaklaşarak. "Ferrari'n olsa üzerini örter miydin?"

"Bartu," dedim kaslarına bakmaya devam ederken. "Sen Ferrari'den bile çok daha iyisin."

"İşte," dedi ellerini iki yana açarak. "İşte benim güzel kardeşim." Tek eliyle yandan belimi tuttu ve aşağı indirip kaldırarak, “Bir," dedi ağırlık çalışıyormuş gibi. "İki, üç, dört..."

"Eşimi ağırlık gibi kullanmaya devam edersen o çeneni kırarım," dedi Yankı ve onun da merdivenden indiğini gördüm. Üzerinde beyaz bol bir tişört vardı, altında siyah deniz şortu. Göğüs kasları tişörtünden belliydi ve hep sevdiğim o dağınık saçları daha uzamıştı. Yüzünde tamamen keyifli bir ifade vardı, gözlerinde ise umut. Yanımıza geldiğinde beni Bartu'dan kurtardı ve kolunun altına aldı, ardından şakağımdan öptü. Kalbim hızlandı, nasıl olurdu da her seferinde hızlanırdı, bilmiyordum ama kolumu ben de beline sardığımda başımı göğüs kafesine yasladım.

"Siz iki aptal," dedi Koza sert bir sesle. "Biriniz artık Helin'e güzel kardeşim demeyecek, biriniz de eşim."

Yankı, Koza'yı inceledikten sonra, “Senin o üzerindeki çiçekli gömlek ne?" dedi. Bartu'yla aynı anda güldük.

"Sana ne göt herif," diye çıkıştı Koza. "Sorup durmayın artık şunu bana."

"Asla bulamıyorum!" diyerek son basamaktan inen Mutlu'yu gördüğüm anda dudaklarım aralandı. Ayaklarında paletler vardı, ağzında suyun altında nefes almak için şnorkel, gözlerinde deniz gözlüğü, altında pembe deniz şortu, üzerinde askılı pembe tişört. "Ve eminim, Bartu'nun götünde şu an Pembe Panterli donum var."

Bartu yine göğüslerini hareket ettirdi. "Sence var mı? Söylesene Mutlu, Ferrari'n olsa üzerini örter miydin?"

"Mutlu," dedim onu incelerken. "Henüz tatile gitmedik, o paletlerle mi yürüyeceksin?"

"Valizime sığmadı," dedi şnorkeli ağzından çekerek. "Daha doğrusu Işık'ın kıyafetlerinden fırsat kalmadı."

"Ne valizi?" dedi Yankı. "Sadece iki günlüğüne kampa gidiyoruz."

Işık basamaktan indi ve ilk önce bir valiz ortaya çıkardı, ardından ikinci valiz, sonra üçüncü ve dördüncü. Şaşkınlıkla ona baktım; üzerindeki siyah elbisesi sırtına kadar açıktı ve miniydi, ayağında yüksek topukluları vardı. Dudakları kıpkırmızıydı, saçları dalga dalga omuzlarından dökülüyordu. Hepimizde bir sırt çantası varken o dört valizle geliyordu.

"Ne var?" dedi şaşkın bakışlarımıza. "Aklım diğer kıyafetlerimde kalmasın diye yarısını aldım."

"Kışlık domates bile aldı," dedi Mutlu ve Işık sertçe omzundan itekledi. "Ateşte makarna yapacakmış."

"Sus, onu Lâl koydu." Bakışlarım Lâl'e döndüğünde onu gizli gizli şarabı kafaysına dikerken gördüm. "Lâl!" dedi Işık. "Yeter!" Lâl gülmeye başladı ve neden bu kadar güleç olduğunu o an anladım.

"Gerçekten," dedi Koza. "Bütün itibarımı zedeleyen bir ekiple tatile gidiyorum."

Mutlu yüzünü buruşturup, “Senin o üzerindeki çiçekli gömlek..."

"Yeter!" diye bağırdı Koza. "Bir kişi daha o gömleği sorarsa..."

"Senin o üzerindeki çiçekli gömlek de neyin nesi?" dedi Işık inadına.

Koza'nın sesi içine kaçarken, “Sen sorabilirsin tabii ki," dedi başını sallayarak.

Işık gözlerini devirdi, sonra valizlerden ikisini çekiştirip kapıya doğru yürürken, “Sormama gerek yok," diye mırıldandı. "Onu sana ben almıştım zaten dalgasına. Giyeceğini düşünmüyordum."

Hepimiz birbirimize baktığımızda Koza dişlerini sıkarak işaret parmağını kaldırdı ve tek bir hareketle hepimizi susturdu. Dudaklarımı birbirine bastırdığımda o da Işık'ın peşinden ilerledi. Hem de geriye kalan iki valizini de alarak.

Onun arkasından Lâl ile Bartu çıktı ve sonra Mutlu paytak adımlarla gözünde deniz gözlüğüyle son çıkan kişi oldu.

Yankı ve ben arkalarından bakarken, “Biz galiba," dedim, "hiçbir zaman normal insanlar olamayacağız."

"Belki de bizi birleştiren budur," dediğinde burnunu saçlarıma sürttü, ardından derin bir nefes aldıktan sonra beni kendine biraz daha çekip beraber kapıdan dışarıya çıkmamıza neden oldu.

Kapının önünde Bartu'nun çalıp bize hediye ettiği karavan duruyordu; arkasına bisikletlerimiz takılmıştı, üst tarafta minik bir kayık vardı.

Karavanı ise sırf ben istediğim için mavi rengine Yankı boyamıştı, kenarlarında ise iç içe geçmiş S ve N harfleri vardı. Gülümsediğimde, “Çok güzel görünüyor," diye mırıldandım. Güneş tepedeydi, hava sıcaktı ve huzurluydum. Karavan patlamayacaktı, biri vurulmayacaktı, kimse gitmeyecekti.

Hayır, Işık gitmeyecekti, gitmemeliydi.

Karavanın kapısının önünde valizlerle ağırlık çalışan Bartu'yla savaş veren Işık vardı; onu hayranlıkla izleyen Koza, paletlerini Koza'nın poposuna vuran Mutlu ve ön koltuğa ayaklarını sarkıtarak oturmuş, elindeki şarabından yudumlayan Lâl.

Hızla telefonumu çıkarıp onların ilk önce fotoğrafını çektim, sonra kısa bir video. "Bugün annemi ziyarete gittik," dedim, biliyordu halbuki ama yeniden dile getirmek istemiştim, annem demek için. "O yeniden bir şeyleri unutuyor, beni yeniden unutmuş, Koza'yı da öyle. Sadık Orhan'ı hiçbir şekilde hatırlamıyor. Biliyor musun, zambaklar almış ona. Her gün sevdiği şarkıyı dinletiyor, ikisini hatırlatmak için ama annem ondan korkuyor." Ben konuşurken Yankı'nın kasıldığını hissettim. "Annem bir günlükten söz etti, anılarını hatırlamak için. O zamanlar bir telefonu olmamasına üzüldüm, Yankı çünkü görsel hafıza daha güçlüdür. Korktum, sonra Lâl'e hak verdim. Nefes alıyor olmam her zaman aynı şekilde nefes alacağım anlamına gelmez. Videolar çekeceğim ve fotoğraflar. Bir gün eğer unutursam bir şeyleri, bu videoları açıp izleyeceğim."

Sessizce beni dinledi, ardından başımın tepesindeki çenesi saçlarıma sürtündü. "Bu korkular artık yersiz, sen unutmayacaksın, sen annen olmayacaksın ve ben de Sadık Orhan olmayacağım. Belki olabilirdik ama olmadık. O videoları çek, fotoğrafları da öyle fakat nedeni unutma korkusu olmasın."

"Ya ne olsun?"

"İleride anne ve baba olursak," dedi kalbinden gelerek. "Çocuklarımıza gençliğimizi göstermek için olsun. Bak derim bu çektiğin videolar için, önceki gün senin geçmişini mahveden adamı hapishaneye kapatmamışız gibi, bak babacığım, bu bizim bininci mutlu anlarımızdan. Bininci tatilimizden, bininci mutlu anlarımızdan." Halbuki beraber ilk tatilimizdi. İç sesimi duymuş gibi, "Bilmek zorunda değil," dedi. "Neler çektiğimizi. Bırak yalanlar, çocukların gülümsesin diye işlesin. Bu yalanlara sonsuza kadar tamamım."

Bütün saydıkları arasında, “Babacığım mı?" diye mırıldandım çünkü buna takılmıştım. "Artık düşündüğümden daha sıcak bakıyorsun sanırım bu fikre?"

"Her zaman başka bir yol vardır ya güzelim," dedi derin bir nefes vererek. "Her zaman yaşadığının tam tersi bir yol da vardır. Kötü babalar tarafından büyütülmüş olmam, zıt bir yolda yürüyüp harika bir baba olmayacağım anlamına gelmez, değil mi?"

Kaşlarımı kaldırdığımda sırtımı göğüs kafesine yasladım. Yankı elimden telefonu alıp ön kamerayı çevirdi ve saçlarımın tepesinden öperken fotoğraf çekti. "Bak güzel kızım, derim," dedi fotoğrafa bakarken. "Annen bir gün saçlarını sıcaktan sıkılıp kesmişti, ben o kestiğinde parçalanmıştım fakat o çok mutluydu. Şimdi de burada, o saçları uzamaya başladı diye öpüyorum. Evet babacığım, onun saçlarına bile kıyamıyordum, öylesine sıcaktan kestiği saçlarına bile kıyamıyordum."

Fotoğraftaki kadının gözlerinin içi gülüyordu, adamın da öyle. Bir gün eğer çocuğumuz olacaksa bu fotoğrafa baktığında gerçekten sıcaktan bunalıp saçlarımı kestiğime inanırdı ama biz gerçeği bilirdik. Ben bu videoları unutma korkusuyla çekmeye devam ederdim ama yine de onlara, bakın size anılarımız var diye gösterirdim. Biz Yankı'nın eline bir makas verdiğimle yaşardık; o makasla saçlarımı kestiğiyle, eğer saçlarımı kesmeseydi kendimi öldüreceğimle de. Ama çocuğumuz bunalıp kestiğimi düşünebilirdi.

"Bu hayallerin hâlâ imkânsız gelmesinin nedeni sence ne?" diye sordum çünkü bir tarafım hâlâ çok acıyordu. Bana arkadan daha sıkı sarıldı, kolları belime daha sıkı dolandı ve başı boynuma gömüldü. Derin bir nefes çekerken içimde alevlenen şehveti görmezlikten gelmeye çalıştım fakat bir elim çoktan ensesindeki saçlara karışmıştı.

"Korkular ve yaşanmışlıklar," diye açıkladı. "Ama geçecek, geçmesi için elimden gelen her şeyi yapacağım." Yine robot gibi konuştuğunu fark ettiğimde kaşlarım çatıldı. "Yapacağız," diye düzeltti. "Beraber."

"Güzel," dedim. "İşte bu hoşuma gitti."

Bu kez kamerayı ben kaldırdım ve o boynuma gömülmüşken, ben de dudaklarımı saçlarına gömerek fotoğrafımızı çektim, ardından yanağımdan öptü, sonra alnımdan ve bunların hepsi fotoğraf karesindeydi. Gülmeye başladığımda art arda yanağımdan öptü, sonra çenemden ve ensemden. Belime daha sıkı dolandı, kasıklarımda alevler canlandı.

"Şuraya gelin artık!" diye bağıran Koza'nın sesiyle bakışlarımı o tarafa çevirdim. "Sizi bekliyoruz."

Yankı hırıltılı bir nefes verdi. "Bak babacığım diyeceğim, amcan veya dayın, hangisini kabul ediyorsan et ama onu benden daha çok sevme çünkü bize çok çektirdi."

"İçimden bir ses bizden daha çok dayısını seveceğini söylüyor," dediğimde Yankı'nın bundan rahatsız olmasını bekledim ama güldüğünü işittim. "Geliyoruz," dediğimde elimdeki telefonu kot eteğimin cebine yerleştirdim. Yankı'nın eli elimi bulduğunda karavana doğru yürüdük.

"Koza çocuğumuzun amcası olacak bu arada," dedi ağız ucuyla.

"Dayısı," dedim.

"Amcası," derken kaşları çatıldı.

Durdum ve ona baktım. "Dayısı olacak diyorsam dayısı olacak, sözüme karşı mı geliyorsun?"

Yankı'nın kaşları bu kez havalandı. "Peki, sen nasıl istersen. Dayısı olacak." Bartu bunu duysaydı yüz saat hanımcı diye dalga geçerdi ama bu beni gülümsetmişti.

"Mutlu!" dedi Bartu öfkeyle. "Artık şortumu çekiştirmekten vazgeç, aptal herif yoksa seni öyle bir silkeleyeceğim ki son nefesini götünden vereceksin!" Mutlu Bartu'nun arkasında iç çamaşırını görmek için çaba sarf ediyordu.

"Ne olur," dedi Mutlu inleyerek. "Donumu bana geri ver."

"Değil oğlum bende," diyen Bartu, Lâl'in elinden şarabını almaya çalıştı ama Lâl dilini uzatıp ona geri vermedi. "Oğlum, yemin ederim seni silkeleyeceğim!"

"Ah!" dedim elimi kalbime götürerek. "O meşhur replik geldiğine göre artık tatile çıkabiliriz, değil mi? Mutlu, seninki nerede?"

"Host Bey’imi yoldan alacağız," dedi Mutlu gülerek. "Umarım onun yanında karanlık geçmişimizden bahsetmezsiniz canlarım çünkü onu korkutmak istemem."

***

"Biliyor musun, Bartu aynı anda üç kişiyi dövebiliyor ve Yankı da aynı anda iki kişiyi vuruyor. Koza'nın zaten cesetleri say say bitmez; bakma çiçekli gömleğine, kötü adamdır o. Aramıza ilk geldiğinde bizi dinamit gibi patlatacaktı." Hepimiz kocaman ağızlarla bizi Host Bey’e anlatan Mutlu'ya bakıyorduk. "Beni sorarsan bıçaklarla dans ederim, kıvırcık saçlarıma aldanma. Akıllıyımdır, kaç adamın kolunu kestim, bir bilsen."

Host Bey –içimden bile ona bu şekilde hitap etmek tuhaftı– dinlerken kaşları havadaydı. Yoldan Host Bey’i aldığımızdan beri sadece Mutlu konuşmuştu, bizse onu dinlemiştik. Karavanı kullanan Bartu ve yan tarafında oturan Lâl pek duyamasa da müziğin sesini arada açıyorlardı ve Mutlu daha fazla bağırıyordu. Biz arka koltuklardaydık. Karavanın içinde güzel bir yatak, köşede mini bir mutfak vardı. Pencerelerde Koza'nın üzerindeki gibi çiçekli perdeler yer alıyordu.

Mutlu Koza'ya, “Perde mi giydin lan üzerine?” dediğinde, Koza Mutlu'ya önündeki eriklerden fırlatmıştı. Hepimiz yavaş yavaş masanın üzerindeki şaraplardan yudumluyorduk.

"Vay canına," dedi en sonunda Host Bey. "Harika bir hayal gücü." Düşündüğümden daha sıcakkanlıydı ve güleçti. Mutlu'yla gerçekten ilgileniyor muydu, bilmiyordum ama Işık ve ben âdeta ona duvar örmüş, Mutlu'yu sanki korumaya çalışıyorduk. Mutlu'nun ise gözlerinin içinde ilk defa neşenin yanında sevgi vardı, farklı bir sevgi. Aşkı anımsatan ama korkularla da dolu. Birkaç kez Host Bey ona temas ettiğinde irkildiğine şahit olmuştum fakat bu çok kısa sürmüştü.

"Ne hayal gücünden bahsediyorsun?" dedi Mutlu alınmış gibi. "Biz bundan seneler önce bir sokak ortasında Önder Sarca tarafından alındığımızda..."

Koza sertçe Mutlu'nun karnına vurduğunda ve Yankı öksürdüğünde Host Bey gülmeye başladı. "Gerçekten nasıl tanıştınız?" diye sordu merakla.

Mutlu'nun kaşları çatıldı. Herkes sustuğunda Yankı'yla bakıştık. Çocuklarımıza söyleyeceğimiz yalanların, şu an söylenecek yalanlardan pek de bir farkı yoktu.

Olabilecek en dürüst şekilde anlatmayı seçtiğimde içimdeki mutluluk çoğaldı. "Işık ve Mutlu, ikiz kardeş," dedim sakince. "Zaten biliyorsundur."

Bartu müziğin sesini kıstı ve Işık konuşmaya başladı, sözsüz anlaşmamıza uydu. "Biz ailecek çok küçükken Mardin'den İstanbul'a taşındık," dedi Işık. "Annem ve babamla birlikte. Orada yapamadılar çünkü aileleri onların aşkına engel oluyordu, bizi burada büyütmek istediler." Yutkundum. "Üniversiteye kadar kaldılar, sonra biz üniversiteyi kazandıktan sonra onlar geri döndü, biz de kendi başımıza idare ettik, Mutlu'yla beraber."

"Ya," dedi Host Bey. "Peki, şu an nasıllar?"

"Çok iyiler," dedi Işık. "Çok mutlular. Babam anneme deliler gibi âşık, beni hep gözbebeği gibi görür ve Mutlu'ya da her zaman anlayışla yaklaşmıştır."

Sessizlik oldu. Bu sessizliği bölen kişi Bartu'ydu. "Benim ailem de başka şehirde yaşıyor ama Lâl’le çocukluktan beri arkadaşız. Bir gün küçük şehirden sıkılıp buraya taşındık, Mutlu ve Işık'la mahalleden tanıştık ve aynı eve çıkma kararı verdik."

"Aileleriniz kızmadı mı?" diye sordu Host Bey, Bartu'ya.

"Hayır," dedi Bartu. "İkimizin de ailesi oldukça anlayışlı, benimkiler üzerime çok titrer ama. Bir an bile yanlarından ayırmak istemezlerdi, neyse ki rahat verdiler. İnan," dedi, sesinde acıyı işittim, "insan bazen ailesinin ilgisinden sıkılıyor." Kalbim sızladı, gerçekler o kadar acıydı ki. "Lâl'in ailesi ise çok sakin yapıdadır, bana güveniyorlar. Babasıyla benziyoruz, bu yüzden babası bana güveniyor." Bir küçük kardeşi var, Hüseyin ve o yaşıyor demek isterdim ama diyemedim, Bartu da diyemedi. Kimse diyemedi. Gerçekler, tam tersine dönerken güzelleşmişti.

"Biz," dedi Koza beni işaret ederek. "Öz kardeşiz. Helin İstanbul'a üniversite için geldi, babam da onun üzerine titriyor diye yalnız göndermek istemedi, peşine taktı. Buraya geldik."

"Anneniz?" diye sordu Host Bey tedirgin bir şekilde.

"O biraz daha rahattır ama beni daha çok sever." Kalbimdeki acı arttı, yutkunmakta zorlandım. "Ve bana daha çok güvenir. Bu yüzden o da Helin'le gelmemi istedi."

Koza'nın canının acıdığını fark eden Yankı sözü devraldı. "Ve ben de ilk başta Koza’yla tanıştım," diye atıldı. " Helin'i üniversiteye her bırakmaya geldiğinde görüyordum. İlk biz arkadaş olduk, sonra Helin'i tanıdım. İlk görüşte aşk mıydı, emin değilim ama daha önce yaşadığımı böylesine hissetmemiştim." Yankı yarım ağızla güldü. "Koza'yla da en büyük savaşlarımız hep Helin üzerinden oldu."

"Savaş da denilemez," diyerek alaya aldım. "Atışıyorlardı."

"Eh," dedi Koza. "Öldürmek istediğim zamanlarım olmuştu."

"Yok artık," dedi Yankı. "Gören de gerçekten dinamitle bizi patlatacaktın sanar."

"Yok artık," dedi Koza da gülerek. "Sen de beni hapishaneye kapattığını söyle istersen."

"Oldu olacak ben de aranızda kalmış olayım ha?" dedim ikisine bakarak. "Abartıyorlar. Sonuç olarak hepimiz aynı evde yaşamaya başladık ve yakın arkadaş olduk. Şimdi buradayız."

"Vay canına," dedi Host Bey. "Çok etkileyici."

"Benim anlattığım daha gerçekçiydi," diyen Mutlu'ya, Host Bey kahkaha attı ve asla ciddiye almadı. Aslında hayatlarımız nasıl da gerçekdışıydı ve şu an anlattığımız bir o kadar da gerçekti, yeni fark ediyordum. Diğer türlüsü bir hayal ürünü gibi görünüyordu, sanki biz kitap karakterleriydik ve gerçekte bu insanlardık. Halbuki kitap karakterleri bile bu kadar acı çekmezdi.

Çekmezdi, değil mi?

Bizi gerçek kılan biraz da çektiğimiz acılardı.

"Biz evliyiz bu arada," dedi Yankı bir anda. "Helin'le yani. Kendisi eşim olur."

"Yaklaşık beş dakikadır söylemiyordun, götün rahata mı ermedi?" diye sordu Koza öfkeyle.

"Ya," dedi Host Bey, Koza'nın kıskançlığına gülerek. "Sanırım o ikisi de evli." Bartu ile Lâl'i işaret etti; Lâl ön koltuktan başını bize doğru eğmiş, şarap şişesi havada başını sallıyordu.

"Hayır," dedi Işık ön taraftan. "Ama aralarında bir şeyler var."

"Ve benimle Nil arasında da bir şeyler var, neler olduğunu tahmin bile edemezsin," dedi Koza, Host Bey’e.

"Evet," dedi Host Bey. "Mutlu bundan söz etmişti ama ona neden Nil diyorsun?" Hepimiz şaşkınlıkla Mutlu'ya baktık.

"Ne var?" dedi Mutlu kaşlarını çatıp. "Bu ailede kimin eli kimin cebinde belli değil. Anlatana kadar canım çıkardı, ben de kısa kestim. Dedim ki, Helin ve Yankı sevişiyor," Koza ensesine vurdu, Mutlu inledi, "Işık ve Koza dövüşüyor, Bartu ile Lâl ise şiirler yazıyorlar. Sahiden amına koyayım, bu ailedeki herkes niye tren yapıyor? Bu dünya üzerinde başka insan mı kalmadı?"

"İlk defa hak veriyorum," dedi Işık gözlerini devirip. "Ve benimle Koza arasında herhangi bir şey yok; geçmişte birkaç gün takıldık, hepsi bu." Mutlu'ya ters ters baktı. "Hayatıma giren herkese cehennemi yaşatırken, bana cehennemi yaşatan adama bu kadar sıcak olmasının nedeni ise..."

"Yeri değil," dedi Koza, Işık'a bakarak. "Ve emin ol, bizi kim görse yakıştırır, bunu çok iyi biliyorsun, güzel kız. İkimizin de altın sarısı saçları var, gözlerimiz renkli, tenimiz bembeyaz. Biz yan yana geldiğimizde sarının birçok tonunu taşıyoruz ama hangi tonu sevdiğimi sen çok daha iyi biliyorsun."

Işık'ın çenesi kasıldı. Host Bey ise, “Gerçekten sizi çok sevdim," dedi içten bir sesle. "Ama bu ailede, bir kişi galiba hep yalnızdı." Gözleri Mutlu'ya kaydı, Mutlu utanarak göz kırptı. "Aranıza sekizinci ya da sonuncu olarak girmek gibi bir çabam yok..."

"Lütfen," dedi ön taraftan Bartu bağırarak. "Sıralamalardan, sonunculardan ve birincilerden bahsetme. Tetikleniyorum, titreme geliyor bana."

"Birinci benim de bu arada," dedi Koza bir anda. "Ve liderim."

"Bok lidersin," dedi Yankı ters bir sesle. "Korku evine gideriz, Emily yüzünden terapiye başlarsın; uçağa bineriz, kusarsın; koşuya gideriz, düşersin; bisiklet süreriz, sonuncu olursun. Lidere bak."

"Küçükken altına işeyip durduğunu bir ben bilirim, bir de Zeynep..." Duraksadı, Lâl'in gözleri açıldı. "Her neyse."

"Başladılar," dedi Işık öfkelenip ön tarafa yürüyerek, ardından Lâl'in elinden şarap şişesini aldı ve o da kafasına dikti, ben de daha fazla dayanamayıp yanlarına gittim. Farklı bir şarap şişesini kafama dikerken, Işık şişeyi bana çarptı.

Mutlu inleyerek nefesini verdi. "Bu ailedeki herkes problemli, toksik ve iğrenç." Bakışları Host Bey’e döndü ve cilveli bir şekilde güldü. "Bakın bana, her yere business uçabileceğim bir beyefendiyle flörtleşiyorum, önüme meyve suyumu getirecek ve ben de ona köle şakası yapacağım." Host Bey güldü ve utançla gözlerini kaçırdı, Mutlu ise başını omzuna doğru düşürdü. Onu ilk defa bu şekilde görüyordum ve bunu paylaşabilmek ise o kadar büyük bir şanstı ki.

"Ne düşünüyorsun?" diye sordum Işık'a hafifçe eğilerek. "Sevdin mi Host Bey’i?"

Işık ağzından şişeyi ayırırken, “Emin değilim," diye mırıldandı. "Mutlu bir yıkımı daha kaldıramaz ve ona çok bağlandı hatta o kötü günlerin ardından iyi gelen tek kişi, o adam."

"Eğer onu üzerse," diye atıldı Bartu lafa. "Onu uçağın arkasına bağlar, bulutların çevresinde döndürür, sonra götüne dinamit yerleştirip patlatırım. Ardından herkese bir insanın havai fişek oluşunu izletirim, yere düşen parçalarını da hayvanlara yediririm."

"İğrençsin," dedi Işık öğürür gibi. "Artık şu zombi filmlerini izlemekten vazgeç."

"Onu kıskanıyorsun," dedim Bartu'ya.

"Evet," dedi ve dikiz aynasından Mutlu'ya baktı. Mutlu ise Host Bey’le kısık sesle gülerek bir şeyler konuşuyordu. "Çünkü onu sadece kardeşim gibi değil, çocuğum gibi de görüyorum. Sokak ortasında o dayağı yediğinde inançları köreldi ve yeniden canlanıyor. Ya yine ellerinden bu alınırsa?"

Sustuk. Bunun garantisini hiçbirimiz veremezdik ama Mutlu'nun hislerini içinden geldiği gibi yaşaması ve buna karşılık veren birini bulması tek dileğimizdi.

"O halde!" diye bağırdı Mutlu ayağa kalkarak. "Bu kez neşeyle aç o şarkıyı, Bartukıç. Nerede benim ‘Haydi Gel İçelim’, müziğim."

Bartu gülümsedi ve birkaç dakika sonra karavanın içinde o şarkı çınladı. Mutlu ayağa kalkıp bağırarak söyledi. Host Bey, o ise başkalarının aksine onu dışlayarak değil, içtenlikle izledi, ardından eşlik etti. Çocuk gibi mutlu değildi, genç ve aklı başında; sadece hislerini yaşamak isteyen bir birey kadar mutluydu.

Hepimiz gibi. Herkes gibi.

Mucizeler bazen gerçekleşmezdi ve bizim birçok mucizeye ihtiyacımız vardı. Lâl'in konuşması bir mucizeydi, Işık'ın çocuğunun olması da öyle. Koza ile Lâl'in barışması. Annemin iyileşmesi ve Sadık Orhan'ı hatırlaması.

Bütün bunların yanında Mutlu'nun kalbinden geçtiği gibi hayatını yaşaması da bir mucizeymiş gibi geliyordu ve eğer bir yerlerde bir mucize varsa şu an Mutlu için işlesin diye dua ettim. Dedim ki: Her şey bir yana, Mutlu hayatının sonuna kadar kalbini dinlesin, dışlanmasın ve mutluluk hemen yanındaki adamla sonsuza kadar devam etsin.